Üniversiteye yeni başlamıştım. Bir şarkı duydum. Daha önce de duyduğuma emindim aslında; ama nedense bu kez başkaydı içime işleyişi. Demek, şimdi de Ahmed Arif’i özümseme zamanıydı…
“Ahmed Arif hasretinden prangalar eskitmiş
Beni böyle eskitense prangalı hasretin…”
Diyordu şarkıda.
Ahmed Arif, hasretinden prangalar eskitmişti. Yandıkları, sevdikleri, vazgeçtikleri… Her şey yan yana dizilmiş bu 5 sözcüğün içindeydi sanki. Her kültüre bulanmış, ülkesini, memleketini, sevgiyi savunan şiirler yazmıştı…
Ahmed, 21 Nisan 1927’de, Diyarbakır Hançepek semtinde bulunan Yağcı Sokak 7 no’lu evde dünyaya geldiğinde, ailesi ona “Ahmet Hamdi Önal” adını verdi. Annesi Kürt, babası ise Kerkük kökenliydi.
Annesi Sare, Ahmed henüz bebekken hayata veda etti. Ahmed, sekiz kardeşin en küçüğüydü. Bundan sonra hayatı, babasının yeni eşiyle devam edecekti. Babası memurdu ve bu sebepten Diyarbakır’dan sonraki yaşayacağı yer Siverek olmuştu. Bundan sonra da bu taşınmalar devam edecekti.
Çocukluğu boyunca farklı yerlerde yaşayan Ahmed, Arapça, Kürtçe ve Zazaca dillerini çok iyi konuşuyordu. Hatta o kadar iyiydi ki, ilginç bir iddiada ismi geçecekti. Bir gün Ahmed ve arkadaşları oyun oynarken onu izleyen üç adam, Ahmed’in hangi ırka mensup olduğu üzerine bir iddiaya tutuştu. Biri Arap, diğeri Kürt, öteki ise Ahmed’in Zaza olduğunu tahmin ediyordu. Aralarında anlaşamayan bu üçlü, orada bulunan bir esnafa danıştılar. “Bu çocuk nedir?” diye sorup 5’er lira koydular ortaya. O zamanlar 5 lira büyük paraydı tabii ve üçü de kendisinin kazanacağına ziyadesiyle emindi. Esnaf ise onları şöyle yanıtladı: “Üçünüz de yanıldınız, bu çocuk Türk”.
Ahmed, henüz anlamını bildiğinden habersiz, belki de en çok hissederek, adaletin peşindeydi. Haksızlığa tahammül edemeyen, büyümüş de küçülmüş bir çocuktu o. Özellikle sevdikleri söz konusu olduğunda bu yanı şiddetleniyordu. Bu durumun en ilgi çekici yanı ise, o hep sevgi doluydu. Ne kadar sevgi doluysa, o kadar kavgacı bir yönü de vardı. Ama arkadaşları için, okulu için, mahallesi için ederdi kavgasını; tabiatı böyleydi.
Büyüdüğü coğrafya, onun sadece kişiliğin değil, yeteneklerini de şekillendiriyordu. Henüz küçük bir çocukken at binmeye başlamıştı. Oldukça iyi becerdiği bu eylemde ustalaşacaktı da. Bu konuda kesin bir tavrı da oluşacaktı ve yıllar sonra, “Çünkü ben, şahlanmayan ata binmezdim. Kısrak ise, şahlanmaz” diyecekti.
Okul çağı geldiğinde ailecek Siverek’teydiler ve Ahmed, okuma yazmayı ilkokuldan önce anaokulunda öğrenmişti. Ardından ilkokul kolay geçti. Ortaokulu Urfa’da, liseyi ise yatılı olarak Afyon’da okudu. Ancak lise mezuniyeti Diyarbakır Lisesi’nden oldu. Şiir yazmaya da işte bu sıralarda başladı.
Lise sıraları, şiir sanatını en yoğunluklu icra ettiği zamanlar oldu. İlk şiiri, 1940’ta, “Seçme Şiirler Demeti Dergisi”nde yayımladı. 10 lira telif ücreti bile kazanmıştı. Ancak en büyük kazancı, şiirinin dedesi yaşındaki şair ve ney üstadı Neyzen Tevfik ile bir arada yayımlanıyor olmasıydı.
Ahmed, askerliğini de İstanbul Riva’da yaptıktan sonra üniversite için de Ankara’daydı. Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydolmuştu. Bu sırada, 1951 ve 1952’de iki kez TCK 141’e muhalefetten tutuklandı ve bu sebeple de yükseköğrenimini tamamlayamadı.
Ahmed, 1940-1955 yılları arasında başka başka dergilerde şiirlerini yayımladı. 1956’dan sonra Medeniyet, Öncü ve en son da Halkçı gazetelerinde düzeltmen olarak görev aldı. Bu şiirlerde kendine has hayal gücü göze çarpıyor ve lirizm ile Türk Edebiyatı’nda özel bir yer edinmek için ilk adımlarını atıyordu. Bir gün Türkçeyi en iyi kullanan şairler arasında anılacaktı adı.
Şiirlerinde her zaman ezilenden yanaydı ve insanlığı, kardeşliği vurguluyordu. Çeşitli gazetelerde çalışan Ahmed Arif’in, şiirlerinin toplandığı ilk ve tek kitap, “Hasretinden Prangalar Eskittim”, 1968’de yayımlandı ve korsanları hariç, 23 baskı yaptı. Yine aynı adı verdiği şiir kitabı da 20 binden fazla sattı. Tek kitabıydı; ama 20 yılın birikimiydi. Sonraki baskılarda eklenecek şiirleri de düşünürsek, 50 yıla çıkacaktı bu birikim.
Ahmed Arif, kitabını “Hasretinden Prangalar Eskittim” adıyla yayımlamıştı. Aslında bu isme gelene kadar başka isimler de düşünmüştü. İlk olarak “Dört Yanım Puşt Zulası” olmasına karar vermişti. Ancak kardeşi ona engel oldu. “Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok, seni 15 yaşındaki çocuklar, kızlar taparcasına seviyorlar. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın” diyordu. Kardeşine hak vermişti, daha sonra “Hasretinden Prangalar Çürüttüm”de karar kılmıştı ki, “çürütmek” kelimesinin kulak tırmaladığını fark etti. “Eskitmek” sözcüğü daha iyi duracaktı…
“Günde dört paket Bafra içiyorum” diye açıklardı Ahmed Arif günde dört paket sigara içtiğini. Oysa içerken dahi sigaranın kokusuna tahammülü yoktu. Kendisi bu kadar çok içse de, sigara içilen ortamlardan mümkün olduğunca uzak dururdu. İlerleyen yaşlarda da sigarayı tamamen bırakacaktı. Sigaraya ilginç bir şekilde şiire bağlı olduğu gibi bağlıydı aslında. Sigara uzun vadede verdiği zararla nihayetinde onu öldürmeye yeminliydi. Bir gün, yazdığı şiirle de ölümün eşiğinden dönecekti.
1943’te, Van’da yaşanan, 32 kişinin ölümü ve 1 kişinin yaralanması ile sonuçlanan Muğlalı Katliamı sonrasında, Ahmed Arif, bir şiir yazdı. Ona “Otuz Üç Kurşun” adını vermişti. Bir gece geldiler, aldılar onu bu şiirden sebep ve sabaha kadar dövdüler. “Oku!” dediler; okumamıştı. Dövdükten sonra, Ahmed Arif’in gözlerinin yarı kapalı seçebildiği tellerden aşağı bıraktılar onu. Sabah çöpçüler bulacaktı onu. O zamana kadar da sokak köpekleri koklamak için burnunun dibine kadar gelmiş, “Ya beni öldü sanıp yerlerse” diye ödünü koparmıştı…
(Ahmed Arif, Leyla Erbil)
Büyük aşktı Ahmed Arif’inki. Onu öyle seviyordu ki, “Sen ister dostum ol, ister sevgilim, yeter ki hayatımda ol” diyordu. Yıllar sonra bu aşk, “Leylim Leylim” kitabında anlatılacaktı. “Ahmed gibi sevmek” diye bir deyim bile oluşabilirdi bu aşktan.
Leyla Erbil’e mektuplar yazıyordu Ahmed Arif ve her mektubun sonunda “Senin” diyordu. Arif’e göre, Leyla’ya doymak korkunç bir ahmaklık olurdu. Sonsuz aşkı, şairliği ile perçinleniyordu. Binlerce yıldır aradığı, hasretini çektiğiydi.
“Gün yirmi dört saat seni düşünmek. Ne yüce, ne sonsuz bir duygu bu, bilir misin ki?” dediği Leylası, gün geldi evlendi. 13 Nisan 1955’te, evliliği üzerine bir mektup daha yazdı:
“Evleneceksin demek? Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesut olursun canım. Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah. Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur’’.
Sonra da hep yazmaya devam etti. “İki milyar beş yüz milyon adem evladının seni tanımalarını, öğrenmelerini istiyorum, anlıyor musun?” diyordu.
Sonra istediği oldu; kağıda döktüğü sevgisi, çığlıkları, belki de planladığı gibi, adem evlatları tarafından öğrenildi.
(Eşi Aynur Hanım ile)
Ahmed Arif, 1967’de, Aynur Hanım ile evlendi. Bu evlilikten, 1972’de, oğulları geldi dünyaya. Ona Filinta adını vermişlerdi ve bu isim, onun hayatında pek çok şey demekti.
Oğlu hayatında sadece ismiyle yer etmemişti. O, hayatındaki her şeyin karşılığıydı. Kendi deyimiyle yaşamındaki en büyük sevinci baba olduğu gün yaşamıştı. Öyle ki, tam 2 yıl oğlunun nüfus kağıdını cebinde, kalbinin üzerinde taşıdı. Sanki içi bolca para dolu bir cüzdan taşır gibiydi. Oğlu vardı artık; oğlu dünyanın en güzel güverciniydi, en güçlü silahı…
Ahmed Arif’in hayranlık duyduğu birçok şair vardı: Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Orhan Veli, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Külebi, Ahmet Muhip Dıranas, Behçet Necatigil… Yine de özellikle Cemal Süreya ve Nazım Hikmet onun için bambaşkaydı.
İşte ilk yıllarda hepsinden aldığı feyzle şiirlerini yazıyordu. Onların şiirlerinden besleniyor, düşüyor, kalkıyor; ama illa kaliteli şiirler çıkarıyordu ortaya. Cemal Süreya için “Ama sen ki benim yarı parçamsın. Suyun ötesindeki parçamsın!” diyordu. Nazım Hikmet içinse, “Bir Nazım sarhoşuyum. Ezbere canımı verebilirim” diye anlatıyordu duyduğu sevgisini.
Cahit Külebi’den söz ederken de, “Onun ben “Pembe Mantolu Kıza” şiirini okurken sarhoş olurdum. Kendimden geçerdim” diyordu.
Ahmed, özellikle lise sıralarında, gençlik döneminde ne çok şiir yazmıştı. Ancak hepsi elinden uçup gitmişti. Defterler dolusuydu halbuki. Gecede en az 8-10 sayfa yazıyordu. “Her biri bir kızda kaldı” diye açıklıyordu bu dönemi. “Birçoğu da poliste… Feri alamadım, vermiyorlar”.
Zamanla şiirlerini bekletmeyi öğrendi. Mesela yirmi yıldır hiç dokunmadığı şiirinden bahsedecekti. “Öylece kalsın” diyordu; “Damıtılsın”. Kesin bir yere takılmıştı çünkü, öyle düşünüyordu. Mutlaka oraya layık, yakışan bir bölüm oluncaya kadar beklemeliydi. “Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın. Ben, buna çok saygı duyarım” diye açıklıyordu bunun sebebini.
Hem sonra örnek veriyordu, “Ay Karanlık” adını verdiği şiirinde,
“Maviye
Maviye çalar gözlerin…
Dizesini, belki on yıl, belki de çok, çok daha fazla bekletmişti.
Saygısı boşuna değildi. Çünkü hepsi için, tek tek, beklediğine değdiğini de görecekti.
(Leylim Leylim kitabı)
Şiir, Ahmed’in hayatında yemek, içmek gibi bir eylemdi. Öyle ki, yazmasa yaşayamaz, bu duygudan uzak kalamazdı. Kendini en verimli hissettiği zaman geceydi. Geceleri şiir yazmayı alışkanlık haline getirmişti artık.
Geceyi de aşıp onu rüyasında yakalayan ilham perileri vardı. Çoğu zaman uykusundan uyanır, rüyasında içine düşen mısraları kağıda dökerdi. Daha çocukluğunda yakalamıştı onu bu rüyalar. O zamandan beridir ki, Ahmed, rüyasında şiir okur, mısralar söylerdi.
Ahmed Arif, en güzel yıllarını kendisine çeyrek ekmek verilen parmaklıklar ardında geçirmişti. Polishane, kodes, dam gibi sözcüklerden hiç hoşlanmıyordu. Mahpusluk için en güzel ismin “Makamı Yusuf” olduğunu düşünüyordu. Yusuf Peygamber gibi şerefli bir dava için hapiste kaldığını bildiğinden, bu tabir kesinlikle çok uygundu.
Onun şiirleri, hayatı, aşkı, sevgiliyi karşılıyordu. Hem o zamanlar şiirin yeri, insanların gözünde bir başkaydı. Öyle ki, insanlar kendini bir şiirle ifade etmek dururken başka bir şeye yeltenmezdi. Ahmed Arif şiirleri de oldukça ilgi görüyordu. Hatta bir öğretmen, nikahında şeker dağıtmak yerine 500 adet Ahmed Arif şiir kitabı almış ve dağıtmıştı.
Ahmed Arif bunu öğrendiğinde utançla karışık bir mahcubiyet yaşadı. Ancak Ahmed Arif artık tanınan bir şairdi. Dergiler de böyle satılıyordu. Örneğin, normalde 500 adet satan Soyut Dergisi, Ahmed Arif’in şiirlerini yayımladığı dönemde 3 bin adet satmıştı…
Elbette Ahmed Arif de şairden önce bir insandı ve sevdiği, sevmediği şeyler vardı; onu, Ahmed Arif yapan özel zevkleri.
Mesela sevdiği kitaplarda başı Andre Malraux’tan İnsanlığın Hali çekiyordu. İnanıyordu ki, bu kitap, kendisini çocukluktan, cahillikten kurtarmıştı. Dünyanın kaç bucak olduğunu öyle bir öğretmişti ki, onun hayatı tanıma rehberi işte bu kitaptı. Bundan başka, Tolstoy, Dostoyevski ve Emile Zola’yı da okumalara doyamıyordu.
Sonra Beethoven’den Dokuzuncu Senfoni ve Schubert’ten Dünyayı Dolaşan Şarkı’yı dinlemeye bayılıyordu. Klasik müziğin yanında bir de halk müziğine ilgi duyuyordu. Hemşerisi Şark Bülbülü olarak tanınan Celal Güzelses ve bir de Ruhi Su’ya hayrandı. “Bizim çocuklar, Filinta’nın yaşındakiler rock müzikle, heavy metal dedikleri bir müzikle uğraşıyorlar. Onlarda da bazı güzellikler sezmiyor değilim” de diyordu bir yandan.
Sadece şiir yazmakta iyi değildi elbette. Yemek yapmayı da seviyordu. En iyi yaptığı ve en sevdiği yemek, mercimek çorbasıydı. Bir şölene dönüştürmek istiyorsa, kendi elleriyle çiğköfte yapar, dostlarıyla paylaşırdı. Ayrıca ekmeği ve sütü de özellikle kendisi alırdı.
Ahmed Arif, en çok basılan kitaplar listesinde yer alıyordu ve Ahmet Kaya, Cem Karaca gibi isimler birçok şiirini bestelemiş, onlara bir başka hayat vermişti.
Sonra şiirleri üzerine edebi eleştiriler de vardı. Bunlar arasında 1990’da Ahmet Oktay’ın “Karanfil ve Pranga” adını verdiği çalışma, en detaylısı olarak kabul görmüştü. Bunun yanında Muzaffer İlhan Erdost’un “Üç Şiir” adlı kitabı da yine Ahmed Arif şiirlerini yorumluyor ve çözümlemeler barındırıyordu.
(Ahmed Arif oğlu ile)
Ahmed Arif, emekli olduktan sonra Ankara’da bulunan mütevazı evine çekildi. Her zaman gösterişten ve gürültüden uzak durmuştu. Bu durumu “Çünkü ben doğuluyum” diye açıklıyordu. Aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuktu o…
1983’te anacığı Arife’yi kaybetti. Okutulmamıştı; onun gözünde şirin bir kadındı. Ancak anacığı, oğlunu Ankara’ya gitmiş ve komünist olmuş diye tanımlıyordu.
Velhasıl, artık evinde yalnız yaşıyordu. 2 Haziran 1991’de kalp krizi geçirdi. Kalbi yalnızlığa mı dayanamamıştı, yoksa çok mu yorgundu… Ahmed Arif, hayata gözlerini kapadı…
Ülkesine, memleketine, sevgiliye yazdığı onca şiirle, bir Ahmed Arif geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi