Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleriyle üç kelimede özetleyen, ama üzerine kitaplar yazılabilecek derinliği olan adam, Mevlana Celaleddin Rumi.
Diğer bütün sufiler gibi Mevlana’nın da öğretisinin temelinde tevhid düşüncesi vardı ve tüm bilgi ağı bunun üzerine kuruluydu. Rabb’ine duyguğu aşkla bir ömür geçirdi ve bunu ön plana çıkardı. Tasavvufa babadan, dededen gelen bir yürekle gönül verdi… Aşkla doldurduğu yüreğine dokunan, aynası olabilen o insanla, Şems’le, dünyada karşılaşabilecek kadar da şanslıydı…
Tevakkuf mu desem, tesadüf mü bilmiyorum, ama bugün Mevlana ve Şems’in karşılaşmasının yıl dönümü. Yüzyıllar önce bugün tanışmışlar ilk kez ve iki denizin birleştiği o nokta, ilahi aşkla coşan iki yüreğin birleşmesine de tanıklık etmiş. Benimki belki de fazlaca duygusallık, siz okuyun işte…
Keyifli okumalar..
Mevlana, 30 Eylül 1207’de Horasan’ın Belh bölgesinde, Afganistan’ın sınırları içinde kalan Vahs kasabasında “Sultanü’l-Ulema” (Alimlerin Sultanı) diye anılan Muhammed Bahaeddin Veled ve Mümine Hatun’un oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona “Jalāl ad-Dīn Muhammad Balkhī” adını verdi.
Babası, Belh şehrinin ileri gelenlerinden Ahmed Hatibi oğlu Hüseyin Hatibi’nin oğluydu. O da sağlığında “Bilginlerin Sultanı” unvanını almıştı. Babaannesi ise Harzemşahlar hanedanından Fars Prensesi Melike-i Cihan Emetullah Sultan’dı. Annesi de Belh Emiri Rükneddin’in kızıydı.
Etnik kökeni farklı kaynaklara göre değişiklik gösteren Mevlana, “Türk, Tacik ya da Fars” idi.
Babasının kimliği açısından bakıldığında şanslı bir çocukluk yaşamıştı Mevlana. Hoş fark etmezdi de, çünkü yaşayacağı tüm duyguların üstesinde olan ilahi bir aşkla dolacaktı gönlü. Babası Bahaeddin, dönemin İslam kültür merkezlerinden biri olan Belh’te hocalık yapıyordu. Ancak dönemde yaşanan siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası sebebiyle bu topraklardan ayrılmak zorunda kalacaktı. 1212 – 1213 yıllarında aile ve yakın dostlarını alarak Belh’i terk etti.
Bahaeddin’in halk üzerinde tesirli bir etkisi vardı, onu çok seviyorlardı. Bahaeddin, onlara her zaman iyi davranır, dertlerine çareler arar, tartışmalarına anlayacağı bir dille açıklık getirirdi. Ayrıca derslerinde ya da fetvalarında kesinlikle felsefik tartışmalara izin vermez, kimsenin kafasını bulandırmazdı. Tüm bunlar Harzemşahlar Devleti’nin Hükümdarları’nı ziyadesiyle rahatsız ediyordu.
Bu konudan uzun yollara varan, terk edişlerle sonuçlanan bir hikaye doğacaktı. Bir gün Bahaeddin dersinde felsefe ve felsefecilere çatarak onların İslamiyet’te var olmayan konularla uğraştığını savundu. Bunu duyan ünlü Felsefeci Fahrettin Razi burnundan solumaya başlamıştı bile. Fahrettin, Bahaeddin’i zaten ondan pek hazzetmeyen Hükümdar Muhammed Tökiş’e şikayet etti.
Tökiş, Fahrettin’i pek sever sayardı; gözündeki itibarı göklerdeydi. Üstelik halkın gözünden Bahaeddin’in değerini sarsmak için bir fırsattı bu. Ancak halkın Bahaeddin’e gösterdiği ilgi karşısında yerinin sarsıldığı şüphesine düştü Tökiş. İçini yakıp geçen bu şüpheye karşı duramadı ve bir elçi ile Bahaeddin’ şehrin anahtarları ile birlikte bir not gönderdi; şöyle diyordu notunda: “Şeyhimiz eğer Belh ülkesini kabul ederse bugünden itibaren padişahlık, topraklar ve askerler onun olsun; bana da başka bir ülkeye gitmem için müsaade etsin. Ben de oraya gidip yerleşeyim. Çünkü bir ülkede iki padişahın bulunması doğru değildir. Allah’a hamdolsun ki, ona iki türlü saltanat verilmiştir. Birincisi dünya, ikincisi ahiret saltanatıdır. Eğer bu dünya saltanatını bize verip ondan vazgeçselerdi, bu çok geniş bir yardım ve büyük lütuf olacaktı”.
Tökiş’in notu Bahaeddin gibi huzurun ışığı ile yaşamayı kendine ilke edinmiş bir insan için açık bir hakaretti ve cevabını esirgemedi: “İslam sultanına selam söyle. Bu dünyanın fani ülkeleri, askerleri, hazineleri, taht ve talihleri padişahlara yaraşır. Biz dervişiz; bize ülke ve saltanat düşmez”.
Tökiş aldığı cevap karşısında ezilse de, pişman olsa da, son pişmanlık fayda etmedi. Alimlerin Sultanı Bahaeddin, ailesini ve yakın dostlarını yanında alarak 1212’de topraklarını terk etti. Ağaç değillerdi, ama her yerde kök salabilirlerdi…
İlk durakları Nişabur oldu. Burada kendi şehrinde bir üne kavuşmuş olan Mutasavvıf Feridüddin Attar karşıladı onları. Mevlana henüz çok küçüktü, ama babasının izinden gideceğe benziyordu. Mutasavvıf Feridüddin’in ilgi ve takdirini kazanacak kadar da us’luydu. Mutasavvıf Feridüddin, “Esrarname” (Sırlar Kitabı) adlı kitabını Mevlana’ya hediye etti. Artık onun ışığı babasından sonra Feridüddin olacaktı. Feridüddin de daha o günlerden yıllar sonrasını hissetmiş gibi Bahaeddin’e “Bir deniz bir ırmağın peşine düşmüş gidiyor. Umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır”. Öngördüğü her şey zamanı gelince olacak, Mevlana nefesini alemlere duyuracaktı. Esrarname’yi asla yanından ayırmayacak, bir gün dillere destan olacak “Mesnevi”de de ondan bahsedecekti…
Bahaeddin Nişabur’dan Bağdat’a, oradan da Kufe’den geçerek Kabe’ye gitti, Hac vazifesini yerine getirdi. Dönüş yolunda ise ilk durağı Şam oldu. Sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde’den geçerek Larende’de (Karaman) Subaşı Emir Musa’nın yaptırdığı medreseye yerleşti.
1222’de Karaman’a yerleşen Bahaeddin ve ailesi 7 yıl burada yaşadı. Bu yıllarda Selçuklu Devleti neredeyse Anadolu’nun tamamı üzerinde bir egemenlik kurmuştu. Başkentleri ise Konya’ydı. Konya her açıdan dönemine göre o kadar gelişmiş bir seviyedeydi ki, Selçuklu en parlak dönemini yaşıyordu. İlim adamları, sanatkarlar Konya eşrafını oluşturuyordu. Hükümdar Alaeddin Keykubad, Alimlerin Sultanı Bahaeddin Veled’in de burada olmasını istiyordu; Konya’ya yerleşmesi için bir davetiye gönderdi. Bahaeddin, hükümdarın davetine icabet etti ve 3 Mayıs 1228’de ailesini ve yakınlarını toplayıp Konya’ya yerleşti. Alaeddin Keykubad, onu bizzat kendisinin başında bulunduğu bir törenle karşıladı ve ona Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni tahsis etti. Bahaeddin, onur duymuştu. Yaşamak için ona biçilmiş zamanın son yıllarını yaşadığını bilmiyordu elbet. Tıpkı buraya gelişinin oğlunun hayatında nasıl bir yer edeceğini bilmediği gibi…
Aile Karaman’a ulaştığı sıralarda Mevlana, artık 18 yaşında genç bir delikanlıydı. Mevlana ve “Gevher Hatun” 1225’te Karaman’da evlendi. Gevher, Semerkandlı Lala Şerafettin’in kızıydı. Bu evlilikten “Mehmet Bahaeddin” (Sultan Veled) ve “Alaeddin Mehmet” (Alaeddin Çelebi) adını verdikleri iki oğulları oldu.
Yıllar sonra Gevher Hatun hayatını kaybetti. Mevlana, bir çocuğu olan “Kerra Hatun” ile ikinci kez evlendi. Bu evlilikten de “Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi” adını verdikleri iki oğulları ve “Melike Hatun” adını verdikleri bir kızları oldu.
Mevlana’nın babası Bahaeddiin 12 Ocak 1231’de öldü. Sadece onun babası değil, “Alemlerin Sultanı”ydı hayata gözlerini kapayan… Alimlerin Sultanı’na mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi uygun görüldü. Tüm ülke yastaydı; hükümdar bir hafta tahtına oturmadı, onun için kırk gün yemek dağıtıldı.
Babasının ölümünün ardından tüm gözler Mevlana’ya çevrildi. Öğrencileri ve müridleri etrafını çoktan sarmıştı; onu babasının tek varisi olarak görüyorlardı. Aslında haksız sayılmazlardı. Mevlana, ilim ve din bilgisi konusunda kendisini geliştirmiş, bilgin olmuştu, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Zaten babası Bahaeddin’in vasiyeti de bu şekildeydi. Medrese, tıpkı babasının günlerinde olduğu gibi Mevlana’yı dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Bu iş böyle bir yıl sürdü; Mevlana, medresede ders, vaaz ve fetva verdi.
1232’de Tebrizli Seyyid Burhaneddin Muhakkik Şems-i Tebrizi Konya’ya geldi; babasının öğrencilerindendi. Bu ilk buluşmanın ardı derinlikli bir şekilde gelecekti.
Yıllar sonra Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, “İbtidaname” (Başlangıç Kitabı) adını verdiği kitabında Burhaneddin ve Mevlana’nın tanıştığı ilk anı da anlattı. Burhaneddin, buluşmalarında Mevlana’yı o çağın geçerli İslam ilim dallarının sınavlarına soktu. Mevlana’nın başarıları karşısında fazlasıyla memnun olan Burhaneddin’in dudaklarından dökülen cümleler şöyleydi: “Bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli idi; sen kal (söz) ehlisin. Kal’i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun. Ancak o zaman güneş gibi alemi aydınlatabilirsin”.
Mevlana, aldığı bu anlamlı uyarıdan sonra, Burhaneddin’e 9 yıl boyunca müritlik yaptı. “Seyr-u Süluk” adı verilen bir tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam’a giderek buralardaki medreselerde eğitimini tamamladı. Konya’ya hocasının yanına döndüğünde ise, onun gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı.
Hocası, bir gün Konya’yı terk ederek Kayseri’ye yerleşti; Mevlana’nın karşı çıkışları fayda etmemişti… 1241’de Kayseri’de hocasının öldüğü haberini aldı Mevlana; kahroldu. Hocasını hiçbir zaman unutmadı; onun öğrettikleri, onun kitapları, onun ders notları… Ne var ne yoksa topladı. Yıllar sonra “Ne varsa içindedir” anlamına gelen “Fihi Ma-Fih” eserinde hocasından alıntılar yaparak onurlandırdı.
Önündeki 5 yıl boyunca medresede fıkıh ve din bilimi okutarak vaazlarını yapmaya devam etti.
Bu ilahi aşkla iki insanın buluşmasının hikayesiydi. Yüzyıllar sonrasında bile insanlar onlardan feyz alacak, yollarında onların öğütlerine kulak kabartacaklardı.
Konya’da ünlü bir han vardı; “Şeker Tacirleri Hanı” (Şeker Furusan). 1244’te bu hana baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin uğradı; gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Adının Şemsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) olduğunu öğrendikleri bu gezgin, Ebubekir Selebaf adlı ümmi bir şeyhin müridiydi.
Şems’in bir aradığı vardı, onun peşinden buralara kadar gelmişti. İçinden bir ses aradığının Konya’da olduğunu üflemişti ruhuna. Ayakları sanki yolu biliyormuş, hatta gide gele ezber etmişçesine onu İplikçi Medresesi’ne götürdü, tarih 15 Kasım 1244’tü. Şems medreseye varmak üzereyken Mevlana’yı atının üzerinde talebeleriyle birlikte gelirken gördü, yolunu kesti.
O anda gökten bir örs düşse yeryüzüne ulaşması yüzyıllar sürecek gibiydi…
Şems sordu: “Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Beyazid Bistami mi?”
Mevlana yoluna çıkmış gezgin olduğu kıyafetlerinden adeta dökülen bu adamdan garip bir şekilde etkilenmişti. Ancak sorduğu soru da bir hayli ilginçti; kükremeden cevaplanması mümkün değildi. “Bu nasıl sorudur? O ki peygamberlerin sonuncusudur; O’nun yanında Beyazid Bistami’nin sözü mü olur?” dedi hiddetle.
Şems oldukça sakindi, sormaya devam etti: “Neden Muhammed ‘Kalbim paslanır da bu yüzden Rabbim’e günde yetmiş kez istiğfar ederim’ diyor da, Beyazid ‘Kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah’tan başka varlık yok’ diyor. Buna ne dersin?”
Mevlana bu kez daha sakin ve temkinli bir yaklaşımla: “Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Beyazid ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı. Onun için böyle konuştu” dedi.
Şems durdu. Aslında heyecandan çalkalanan bir kalbi vardı, ağzında atıyordu. Daha fazla dayanamadı ve “Allah Allah!” diye kopardığı nidalarla Mevlana’yı sardı. Çünkü yollar boyu aradığı O’ydu. Buluştukları nokta bile özeldi; “Merec-el Bahreyn”, yani iki denizin buluştuğu nokta. Bu nokta, gönlü ilahi aşkla dolmuş iki yüreği buluşturmuştu. Mevlana ona sarılan kollara şaşırmadı bile. Belli ki kendisinin de beklediği O’ydu…
Buluştukları noktadan Mevlana’nın seçkin müritlerinden “Selahaddin Zerkub”un hücresine gittiler ve iki kişilik kesin bir yalnızlığa kapıldılar. Bu kapılış hayli uzun sürdü; belki 40 gün belki 6 ay… Süre değildi önemli olan. Bu, iki kalbin birleşerek değişiminin hikayesiydi.
Mevlana o hücrede kaldığı sürede yepyeni biri oldu, sanki görünüşü bile bambaşkaydı. Vaazlarını, derslerini, zorunluluklarını, her bir görevini terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları da bunlara dahildi. Hatta dostlarını, müritlerini dahi arayıp sormaz olmuştu. Koca şehir isyandaydı, bu yeni durum kimse için kabullenilesi değildi. Bugüne kadar bir kez dahi görevlerinden kaçınmamış Mevlana, nasıl oluyordu da çıkıp gelen bir adamın sözü ile her şeye sırtını dönüyordu? Kimdi bu derviş?
Her kafadan çıkan ses, çoğalarak yine o her kafaya çarpıyor ve olayın vahameti git gide büyüyordu. Öyle ki, aralarında Şems’i ölümle tehdit edenler bile vardı. Olaylar durulmak şöyle dursun, aksine büyüyordu. Artık çok can sıkıcı bir hal almıştı, Şems buna daha fazla dayanamadı. Mevlana’yı karşısına aldı ve ona Kur’an’dan Kehf Suresi 78. ayeti okudu.
“İşte bu, sen ile ben’in arasındaki ayrılıktır” anlamına geliyordu okuduğu ayet. Her şey açık ve seçik ortada duruyordu. Bu ayrılık gerçekleşecekti, gerçekleşmek zorundaydı. Tüm bunları insanların anlamasını beklemek aldanıştı demek ki…
Şems, 1245’te bir gece haber vermeden Konya’yı terk etti…
Bu, ilahi aşkla birleşen iki kalbin fiziksel ayrılığının hikayesiydi…
Şems’in bu gidişi Mevlana’yı yıkmıştı. Kimseyi görmek istemiyordu; yemeden içmeden kesildi. Dost toplantılarından, sema meclislerinden büsbütün elini eteğini çekti. Tek yapabildiği Şems’in gidebileceği her yere ulaklar göndermek ve onu bulmayı ummaktı. Bir de özlem ve aşk dolu gazeller söylüyordu…
Bu arada müritleri de ikiye bölünmüştü; bir kısmı pişmanlıklarını dile getirip Mevlana’dan özür dilerken, diğer kısım Şems’e karşı daha da kinleniyordu.
Sonunda ulaklar Mevlana’ya güzel haberi verdi; Şems’i bulmuşlardı, Şam’daydı. Sultan Veled, yirmi kadar arkadaşıyla Şam yollarına düştü, Şems’i babasına getirecekti. Yanına Mevlana’nın Şems’e geri dönmesi için yanıp kavrulduğu gazelleri de almıştı. Şems, Sultan Veled’in ricasını kırmadı ve Konya’ya geri döndü.
Herkes üzerine düşeni yaptı, gelip özrünü diledi. Ancak Mevlana ve Şems hiç zaman kaybetmeden eski günlerine dönmüşlerdi. Ancak bu sefer işler daha da ciddiye binerek ilerledi. Çünkü herkes çok kızgındı; dervişler, Mevlana’yı Şems’ten uzak tutmaya çalışıyor, halk ise Mevlana’ya olan kızgınlığını saklamıyordu. Çünkü Mevlana, Şems geldikten sonra vaaz ve dersleri bırakmış, sema ve raksa başlamıştı. Üstelik din bilginlerine özel kıyafetlerini çıkarmış, yerine Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir külah giyinmişti. Artık Şems’in karşısında duranların arasında Mevlana’nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi de vardı.
Tüm bu yaşananlarla bir kez daha karşılaşıyor olmak Şems’in sabrını tüketmişti, “Bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerede olduğumu kimse bilmeyecek” deyip ortadan kayboldu. Yıl 1247’ydi ve bu Şems’in son gidişiydi…
Mevlana adeta deliye dönmüştü. Yine yemelerden içmelerden kesildiği o mengenelere sıkıştığı zamanlarını yaşadı. Sonunda, bir zaman sonra işte, Şems’in bir daha asla geri gelmeyeceğini anladığında, her şeye geri döndü. Bu gelişindeki gibi ruhani bir histi işte…
Mevlana, Şems’in suretinde “nuru” görmüştü, O, mutlak varlığın kanıtıydı, kolay değildi…
Mevlana, Şems’in ikinci ve son gidişinden sonra, Şems ile kendisini özdeşleştirmenin deneyimini gazellerinde kendi adı yerine Şems’in adını kullanarak yaşıyordu. Daha sonraki yıllarda kendine aynı ruh halini paylaşan dostlar edindi; yalnızlık Allah’a mahsustu. Selahaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems’in ardında bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışacaklardı…
İlk önce Selahattin geldi; erdemli bir kişiliği vardı. Okuma yazma bilmeyen bir sarraftı. Kısa bir zaman sonra müritler bu kez Selahattin’e de Şems’e davrandıkları gibi davrandılar. Ama Mevlana ve Selahattin hiç aldırış etmedi. Hatta dünür oldular; Mevlana, oğlu Sultan Veled’i Selahattin’in kızı Fatma Hatun ile evlendirdi.
Mevlana ve Selahattin’in dostlukları 10 yıl sürdü. Selahattin’i öldürme girişimlerinde bulunduklarında işin rengi yine değişmişti. Bir gün ortaya bir rivayet atıldı; Selahattin, Mevlana’dan “Bu vücut zindanından kurtulmak için” izin istiyordu. Selahattin, üç gün sonra Aralık 1258’de öldü. Vasiyeti vardı, cenazesinde gözyaşı istemiyordu. Vasiyeti üzerine cenazesi neyler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırıldı.
Bu sefer dostu bu dünyayı terk-i diyar eylerken bile kendisinden izin istemişti. Olgunluğu ya bundandı ya da gerçekten yaşayıp olgunlaştığı çok şey yaşıyordu. Selahattin’in ölümünden sonra onun da yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Hüsamettin’in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi; Ahi Türk oğlu diye anılıyordu. Oldukça varlıklıydı da ve Mevlana’ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı. Dostlukları, bir gün Mevlana ölene dek sürecekti.
Hüsamettin, Mevlana’ya ve hatta bizlere kadar uzanan bir fayda sağlayacak o soruyu sordu bir sohbet sırasında Mevlana’ya yakınarak: “Müritler tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hakim Senai’nin “Hadika” adlı kitabını okuyor ya Attar’ın “İlahiname”sini ve “Mantık-ut-Tavr”ını okuyor. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı, herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden öğrenecekti”.
Mevlana önce bir müridinin gözlerine baktı, çakmak çakmaktı. Sarığının katları arasında sakladığı bükülmüş bir kağıdı dost eliyle uzattı genç dostuna: “Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim” dedi. Mevlana’nın elinde tuttuğu kağıtta Mesnevi’nin ünlü ilk 18 beyti yazıyordu.
Artık hummalı bir çalışma başlamıştı, bu çalışma yıllar boyu sürecekti. Sonunda bu eser, 25.700 beyitten oluşan 6 ciltlik “Mesnevi” oldu. Mesnevi, tasavvuf bilgisini çeşitli öyküler aracılığıyla anlatıyor ve olayları yorumlarken de tasavvuf ilkelerini açıklıyordu.
Bugün dahi İslam tasavvufunun en önemli yapıtı kabul edilen Mesnevi-i Manevi (Mesnevi), yüzyıllar önce Mevlana tarafından, Hüsamettin Çelebi’nin teşvikiyle, Selahattin Zerkubi ve elbette Şems’in Mevlana’nın yüreğinde oluşturduklarının sayesinde yazıldı.
Mesnevi’de kendi adını “Muhammed bin Muhammed bin Hüseyin el-Belhi” şeklinde kullandı. Muhammed babası ve dedesine, Belhi ise doğduğu şehre bir onurlandırma şekliydi…
Ayrıca, “Divan-ı Kebir” (Büyük Divan), “Fihi Ma-Fih” (Ne Varsa İçindedir), “Mecalis-i Seb’a” (Mevlana’nın 7 Vaazı) ve “Mektubat” (Mektuplar)” adlı eserleri de vardı.
Mevlana, Mesnevi’sini tamamladığında artık epey yaşlanmıştı. Yılların yorgunluğu omuzlarında birikmiş gibiydi ve sağlığı da bozulmuştu. 17 Aralık 1273’te yalan dünyaya gözlerini kapatıp gerçek aşka kavuştu.
Mevlana’nın öldüğü 17 Aralık günü, tek sevgilisi olan Rabb’ine kavuşma günü olduğu için, “düğün gecesi” anlamına gelen “Şeb-i Arus” olarak anıldı. Mevlana’nın vasiyetiydi, cenaze namazını Sedrettin Konevi’nin kıldırmasını istiyordu. Ama Sedrettin Konevi, Mevlana’yı kaybetmenin hüznüne dayanamadı ve cenazede olduğu yere yığılıp kaldı. Cenaze namazını kıldırmak da Kadı Siraceddin’e nasip oldu.
Yüzyıllar sonra, Mevlana’nın Konya’da bulunan dergahı müze oldu. Yeşil türbe denilen Mevlana Türbesi dört fil ayağı üzerine yapılmıştı. O günden sonra eklenen yapı faaliyetleri hiç bitmedi; 19. Yüzyılın sonuna kadar eklemeler yapılmaya devam etti. Osmanlı sultanlarının bir kısmının da Mevlevi tarikatı vardı. Bu sebeple türbeye önem verilirdi; iyi korundu.
1826’da Mevlana Müzesi ya da Mevlana Türbesi, eskiden Mevlana’nın dergahı olan yapı kompleksinde açıldı…
Lakabı Celaleddin idi. Mevlana unvanı ise “Efendimiz” manasına geldiği için, onu yüceltmek maksadıyla verilmişti. Bir diğer lakabını ise, ona babası verdi; Hudavendigar, “Sultan” manasına geliyordu. Sadece doğduğu şehre değil, yaşadığı topraklar olan Anadolu’ya nispetle de “Rumi” dendi.
Bir “Mevlana Celaleddin Rumi” böyle doğdu, böyle yaşadı ve Rabb’ine böyle kavuştu. Yüzyıllar önce öğrenip öğretmek aşkıyla yandığı tasavvuf ile, yüzyıllar sonrasına miras bıraktığı Mesnevi ile, Şems ile yolları kesişmiş bir Mevlana geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
sev
Kaynak:Enson haber Biyografi