Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen, Ocak 1996’da Kardak Adası’na çıkan SAT Timi’nin komutanıydı. Balyoz davasından 16 yıl hapis cezasına çarptırıldı, Hasdal Askeri Cezaevi’nde 3.5 yıl hapis yattı ve ‘Hak ihlali’ ve ‘yeniden yargılama’ gerekçesiyle serbest bırakıldı.
Eşi Sevim, oğlu Serhan ve Hasdal’da doğan ‘Cesur’ isimli kedisiyle isyanını paylaşan Albay Türkşen, “17 Aralık olmasaydı bizler de paşa paşa yatmaya devam edecektik” dedi.
Deniz Kuvvetleri’nde 24 yıl görev yapan Ali Türkşen, 1996’da Türkiye ile Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren Kardak Kayalıkları’na çıkan ekipte yer aldı. NATO Hizmet Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası, Üstün Başarı Kıdemi alan Türkşen, Hasdal Askeri Cezaevi’nde ‘Adaletin Şeytan Üçgeni Beşiktaş-Silivri-Hasdal’ ve ‘Kardak’ta Kahraman Hasdal’da Esir’ isimli 2 kitap yazdı.
Türkşen’in cezaevinde yazdığı son kitap ‘1963’ten günümüze SAT Komandoları ve Anılarım’ adlı kitap ise Temmuz ayında piyasaya çıkacak. Hasdal’daki koğuş arkadaşlarından biri Kardak’a birlikte çıktığı Deniz Yarbay Ercan Kireçtepe’ydi. Diğeri ise yine SAT komandosu olan Binbaşı Levent Bektaş’tı.
Kaynak:Enson haber Biyografi
27 Ekim’de yayımlanan Resmi Gazetenin bildirisi üzerine 39 ilin valisi değişti. Gaziantep Valisi Ali Yerlikaya ise, İstanbul Valiliği’ne atandı.
Yerlikaya’ya yeni görev yerinde de başarılarının devamını diliyoruz…
Ali Yerlikaya, 11 Ekim 1968’de Konya’da dünyaya geldi. Liseden mezun olana kadar doğduğu şehirde kalan Yerlikaya, yükseköğrenimi için ayrıldı. 1989’da İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu.
Üniversitede aldığı eğitimin büyük katkısı ile siyasi yaşama bağlılığı da artmıştı. Şimdi onu uzun soluklu bir iş hayatı bekliyordu…
Başarılı bir grafik seyredecek iş hayatına bir de mutlu bir evlilik ve 4 çocuk katacaktı…
Yerlikaya, mezuniyetinin üzerinden 1 yıl geçmişti ki, İçişleri Bakanlığı Kaymakam Adaylığı görevine başladı. Bu onu daha yüksek sıçrayışlara taşıyacak ilk adımdı.
Buranın ardından 1993’te Kayseri’nin Felahiye İlçesi Kaymakamlığı’na atandı. Burayı ise, sırasıyla Erzin (Hatay), Derabucak (Konya), Hilvan (Şanlıurfa) ve Sarıkaya (Yozgat) ilçelerinde Kaymakamlık göreviyle bulundu.
29 Mayıs 2003’te İçişleri Bakanlığı Hukuk Müşavirliği’ne atanan Yerlikaya, 9 Şubat 2004’te ise, Sağlık Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’ne atandı.
Yerlikaya, ayrıca Türk Ağır Sanayii ve Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası’nda da (TÜHİS), Yönetim Kurulu Üyesi olarak bulundu.
Çeşitli ilçelerde yürüttüğü Kaymakamlık görevinden sonra Yerlikaya, 13 Aralık 2007’de Şırnak Valisi oldu. Buradaki görevi 17 Mayıs 2010’a kadar devam etti. 23 Mayıs 2010 ile 9 Ağustos 2012 arasında Ağrı Valisi olarak görevini yürüten Yerlikaya; 17 Ağustos 2012 – 3 Mart 2015 tarihleri arasında da Tekirdağ Valisi idi.
16 Şubat 2015’te 2015/7295 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile de Gaziantep Valiliği’ne atanan Yerlikaya görevini sürdürüyordu…
Başkan Erdoğan’ın imzası dahilinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere toplamda 39 ilin valisinde değişikliğe gidildi. 21 ilin valisi ise, Mülkiye Başmüfettişliği görevine getirildi. 27 Ekim 2018’de sabah saatlerinde Resmi Gazetede yayımlanan Valiler Kararnamesi’nde Ali Yerlikaya’nın da İstanbul’a atandığı duyuruldu.
Kendisine yeni şehrinde başarılar diliyoruz…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Seyit Ali Çabuk, veya Seyit Ali Onbaşı, (d. Eylül 1889 – ö. 1939)
1889 yılının Eylül ayında Balıkesir’in Havran İlçesi Çamlık (Manastır) köyünde dünyaya geldi.
Babası Abdurrahman, annesi Emine idi.
1909 yılında Osmanlı Ordusu’na katıldı.
Balkan Savaşı’nda çarpıştı. I. Dünya Savaşı’nın başlaması ile Çanakkale Cephesi’nde topçu eri olarak göreve başladı.
18 Mart 1915’de Müttefik donanması Çanakkale Boğazı’nı geçmek için saldırıya geçti.
Bu sırada Seyit Onbaşı Rumeli Mecidiye Tabyası’nda görevliydi.
Türk topçusunun yoğun karşı ateşi ve daha önceden Nusret mayın gemisinin döktüğü mayınlar, bu saldırıyı püskürttü.
Çatışma sırasında Fransız savaş gemisi Bouvet vurularak hareketsiz kaldı ve batmaya başladı.
Gemi mürettebatını kurtarmak için yardıma İngiliz Ocean ve Fransız Irresistible gemileri geldi. Ancak çatışma sırasında Seyit Ali’nin görevli olduğu topun vinci arızalandı.
Bunun üzerine Seyit Ali 275 kilogram ağırlığındaki top mermilerini Niğdeli Ali Çavuş’un yardımıyla sırtlayarak top kundağına yerleştirdi.
Seyit Ali, ilk iki atışta Ocean’a hafif bazı hasarlar verdiyse de, üçüncü atışında İngiliz gemisi Ocean’a ağır yara verdi.
Atılan mermi geminin su kesiminin biraz altına isabet ederek geminin anında yan yatmasına neden oldu, bu nedenle mürettebat gemiyi terk etmek zorunda kaldı.
Ocean da bu yaradan kısa bir süre sonra alabora olarak battı. Bu yüzden komutan ona onbaşılık görevini verdi. Çanakkale savaşından bir gün sonra Seyit Ali Onbaşı’ndan top mermisi sırtında fotoğrafı çekilmesi istendi.
Seyit Ali Onbaşı ne kadar zorlansa da top mermisini kaldıramadı. Sonra Seyit Ali Onbaşı yine savaş çıksın yine kaldırırım dedi. Bundan sonra ancak fotoğrafı tahta bir mermiyle çekilebildi.
Savaşın sona ermesi ile 1918’de köyüne dönen Seyit Ali, ormancılık ve kömürcülük işlerine devam etti. 1934 yılında çıkartılan Soyadı Kanunu ile Çabuk soyadını aldı.
Seyit onbaşı 1939 yılında verem hastalığı yüzünden hayatını kaybetti.
Kaynak:Enson haber Biyografi
1942 yılı, Kentucky Louisville… O yıllarda Amerika’da hayat zenciler için oldukça zordur. Fakir bir ailenin çocuğu olan Muhammed Ali Clay’e babası doğduğunda Cassius Marcellus gibi havalı bir imparator ismi koyar. Bir gün baba Clay, küçük Cassius’un bisikletli çocuklara hayran hayran baktığını görür ve dayanamaz, cebindeki bütün dolarlarını verip, oğluna kırmızı bir bisiklet alır ve gece odasına bırakarak ona bir sürpriz yapar. Küçük Clay, hayatında hiç bu kadar sevinmemiştir, arkadaşı John Wills’i arkasına alarak birlikte uzak semtleri dolaşırlar. Hatta bir keresinde bir panayıra giderler, bedava mısır ve sosis dağıtılan palyaçonun önünde çok oyalanırlar. O kalabalıktan sıyrıldıklarında iki çocuğun bisikleti çalıp kaçtıklarını görür ve çok üzülürler. Hemen karakola gider, olayı anlatırlar. Memur Joe, boks yapan bir zencidir. Elini “giden gitti…” gibilerinden sallar ve “Eğer boks bilseydiniz bisikletinizi çalmazlardı, demek ki sizden korkmadılar” der. Aslında memur Joe, küçük Cassius’un geniş omuzlarını ve uzun kollarını ilk bakışta fark etmiş ve bu şampiyon adayını ringlerle tanıştırmayı kafasına koymuştur. Nitekim Cassius’u alıp çalıştığı salona götürür ve hayatlarında yeni bir dönem başlar. Cassius kendini boksa öyle bir kaptırır ki evden idmana koşarak gider, otobüsle yarışmaya bile kalkar. Henüz 12 yaşında olmasına rağmen tecrübeli rakiplerinden bile yumruk almayacak kadar hızlıdır. Daha o yıllarda kendine has bir stil geliştirir, ellerini göbek hizasında tutar, vücudunu asla kapatmaz. Onun kendisine has bu stili, klasik dövüşçülere ters gelir, Clay’i yenemezler. Kısa zaman içinde Clay, amatör ligde maç yapmaya baslar. Çıktığı 167 maçın 161 ini kazanarak bir rekor kırar. 18 yaşında iken katıldığı Roma Olimpiyatları’nda Polonyalı Pietrzkowsky’i yenerek altın madalyayı alır ve profesyonel lige geçer. İlk maçından 2 bin dolar kazanır. Bu parayla kendine ikinci el bir Cadillac alır ve yeni arabasıyla yaşlı anne ve babasını gezdirir. Artık hayalleri gerçek olmuştur, paraysa para, ünse üne kavuşmuştur ve işler yolunda gitmektedir. Birgün, “Amerika’da yaşamaktan mutlu musun?” diye soran bir gazeteciye, “Elbette, Afrika’da ne var ki? Yılanlar, çiyanlar ve yalın ayaklı çocuklar…” cevabını verince, ona kulak misafiri olan bir Nijeryalı çok bozulur. Clay’a dönüp “Öyle mi? Ben kardeş olduğumuzu sanıyordum.” der. Şampiyon Clay, Nijeryalı gencin titreyen dudaklarına ve dolan gözlerine bakakalır. İlk kez bir yere ait olduğunu hisseder ve ilk kez kendini yargılar. Olaylar zinciri devam etmektedir. Yine bir gün Clay, bir dostunu şehrin seçkin restoranlarından birinde ağırlamak ister. Garsonlar kendisini ve misafirini görmezden gelir ve sanki orada değillermiş gibi davranırlar. Clay kibarca “bakar mısınız?” diye seslendiği halde, garsonlar üstlerine yürür, onları tekme tokat dışarı atarlar. Clay kendisine yapılan bu çirkin muameleye rahatlıkla karşılık verebilecek güçtedir, ancak iş polise intikal ederse mutlaka haksız çıkacağından da emindir. Çünkü karakolda olayın nasıl olduğuna değil, cildinin rengine bakacaklardır. Genç şampiyon bir misafirine, bir de restorana bakar ve göğsünden olimpiyat madalyasını kopardığı gibi Ohio nehrine atar. O güne kadar sadece kendi nefsi için dövüşen Clay, artık hor görülen zenciler adına ringe çıkmaya başlar.
Angelo Dundee yönetiminde dövüşen başarılı boksör Clay, hızla yükselir ve Dünya Ağır Siklet Boks Şampiyonu Liston’la ünvan maçına çıkar (1954). Liston, karşısında çelik gibi sert ve yay gibi hareketli bir genç bulur ve bu gence ayak uyduramaz. Yenilmemek için omzundan sakatlandığını söyleyerek maçtan kaçar. Genç şampiyon, kürsüye çıkınca kameralara döner ve Müslüman olduğunu ilan eder. İsminin Muhammed Ali olduğunu söyler ve bundan böyle kendisine bu isimle hitap edilmesini ister. Hakim zümre buna çok kızar, onu kenara çeker ve özür dilemeye zorlarlar. Muhammed Ali zor durumdadır, yalandan da olsa özür dilemeli midir? İşte bu zor kararın arifesinde iken Malik Şahbaz’la (Malcolm X) karşılaşır. Ünlü lider ona, “Özür dileyecek bir şey yaptıysan özür dile. Ama özür dileyecek bir şey yapmadıysan, asla boyun eğme!” der. Ali kameraların karşısına çıkar “Neyin özrünü dileyeceğim? Elinizden geleni ardınıza koymayın” diye haykırır.
1960’larda ona Cassius Clay diye hitap etmek cesaret isteyen bir davranıştır. Muhammed Ali, isminin ve Müslüman kimliğinin kabul edilmesi için savaşıyordur adeta. 1967’de maç seremonisi sırasında ona Clay diye seslenen Emie Terrell de sırf bu yüzden, dersini acı da olsa almıştır. Ali, Terrel’a yumrukları arka arkaya yağdırırken sürekli sorar: “Benim adım ne?”, “ Benim adım ne? Terrell ringin soğuk zeminine yığıldıktan sonra Ali, aynı soruyu salonu dolduran binlere sorar: “Benim adım ne?”, cevap çok net ve gürdür: “Ali!”. Bu, salonu dolduranların dayak yemekten çekindikleri için değil, Muhammed Ali’ye gösterdikleri saygıdan dolayıdır.
1964 yılında Muhammed Ali, o yıllarda Malcolm X hareketi olarak da bilinen Nation Of Islam hareketine katılır ve Müslüman olduğunu açıklar. Malcolm X ve Muhammed Ali çok iyi dost olurlar. Ali ringde iken Malcolm X hep onun arkasını kollar.
Gazeteciler Ali’ye, “Malcolm X ve Nation Of Islam ile alakan nedir?” diye sorarlar.
“Bakın” der Ali, “Ormanda aslan aslanla, kaplan kaplanla, kırmızı kuşlar kırmızı kuşlarla gezer. Kendi türünden insanlarla gezmek, insanın da tabiatında vardır. İstenmediğim yerlerde olmak istemiyorum”.
Daha basının birinci sayfalarına girdiği ilk gün, yaptığı bu açıklama gazetecileri şok eder. Muhabirler birbirlerine şaşkınlıkla bakıp tekrar sorarlar:“Yani Müslüman mı oldun?`
“Siyah Müslümanların toplantılarına katılıyorum. Ve orada ne görüyorum? Sigara yok, içki yok, eşini aldatma yok, hanımları gayet mazbut giyiniyor. Sonra sokağa çıkıyorum ve siz bana oraya onların arasına gitmemelisin diyorsunuz. Ama bana somut bir sebep söylemelisiniz, neden oraya gitmemem gerektiğine dair.”
Gazeteciler yine sorar: ”Peki gençliğin şampiyonu olarak sorumluluğun ne olacak?”
22 yaşındaki taze şampiyon Ali’nin medyadan çekinmeye hiç niyeti yoktur: “ Sizin benden olmamı istediğiniz kişi olamam. İstediğim kişi olmakta özgürüm”.
O yıllarda Vietnam savaşı başlamıştır ve Muhammed Ali de yetkililer tarafından savaşa katılmaya zorlanır. Şampiyon buna karşı çıkıp, Vietnamlılarla bir probleminin olmadığını, “Hem onlar beni hiç aşağılamadılar!” sözüyle ifade eder. Bunun üzerine Ali’yi apar topar ligden kovar, unvanına ve lisansına el koyarlar. Ali’yi ‘vatan haini’ ilan eder ve hiçbir eyalette maça çıkarmazlar. Bu da yetmezmiş gibi, ona bir trafik suçu yüzünden hapse atarlar. Yurt dışına çıkmaması için pasaportuna el koyup, Amerika’da dövüşmesini yasaklarlar. Muhammed Ali, tüm bu yasaklar karşısında şöyle der: “ Dini inançlarıma sırtımı dönmemin cezası neyse çekmeye hazırım. Makineli tüfeklerin karşısına çıkmam gerekecekse onu da yaparım.” Bu arada Vietnam savaşını ne hükümetler ne de ordular bitirebilir, bu kirli kavgaya gazeteciler nokta koyar. Amerikan halkı, vahşet haberlerini gördükçe “bu nasıl hürriyet” diye sorgulamaya başlar. Hollywood konuya el atar. Sivil toplum örgütlerinden “niye savaşıyoruz” sorusu yükselince olaylar yatıştırılır. Muhammed Ali, bokstan koptuğu yıllarda üniversite üniversite dolaşıp konferanslar verir. Mevzu boks olsa da yeri geldikçe İslamiyet hakkında bir şeyler anlatmaya çabalar. Tabi bazı çevreler bundan da rahatsız olurlar, “boksla uğraşsa daha iyiydi” demeye başlarlar. Birkaç maç sonra silinip gideceğini düşündükleri için Ali’nin lisansını iade eder, ringlerin yolunu açarlar.Ve Ali şovları tekrar başlar.
Şampiyon, rakiplerine sürekli laf atar, basın mensuplarının huzurunda onlara gerekli cevabı vermekte doğrusu çok hazır cevaptır. Bu tavır, organizatörlerin işine gelir, çünkü gerginlik arttıkça hasılat da artmaktadır. Ancak birileri Ali ile uğraşmaktan vazgeçmez, önüne sürekli engeller çıkartırlar. Bazen komünizm propagandası yapmaktan soruşturma açar, bazen de ırkçı ve ayrılıkçı olmakla suçlarlar. Bir ara, zenci çocukları için, içinde okul ve mescidi olan bir külliye yaptırmaya kalkar ama, gerekli maddi miktarı karşılamak için hiçbir banka kendisine kefil olmaz. Kimseden teminat mektubu alamaz. Dahası bomba ihbarları ile huzurunu kaçırırlar. Ali, baskılara rağmen geri adım atmaz. Aksine “Ben din mücadelesi veren biriyim, gücümü Kuran-ı Kerimden alıyorum.” demekten kaçınmaz. Ringdeki zaferler zincirine Jerry Quarry`i yenerek başlar. Ancak Joe Frazier ile yaptığı maçı üstün bitirmesine rağmen hakemler rakibinin elini kaldırırlar. Ne ilginçtir ki, Ken Norton ile yaptığı maçta çenesi kırılır, maçı bırakmak zorunda kalır. Herkes Ali’nin bittiğini düşünürken Frazier’i büyük farkla mağlup eder ve rövanşı alır. 1978’de L. Spinks’e yenilip ardından aynı yıl rakibini yenince Dünya Şampiyonluğunu 3 kez elde eden ilk boksör oldu. O zamanlar sadece 2 Dünya Boks Federasyonu olması değerini daha da farklı kılıyordu. 2008 yılı itibari ile 8 Dünya Boks Federasyonu bulunuyordu. Muhammad Ali’nin faal döneminde en iyi boksörler mutlaka karşı karşıya gelirdi unvanı elde edebilmek için. George Foreman’in 1994 yılında 20 sene aradan sonra tekrar Dünya Şampiyonu olması ve unvanını çok kez savunması, o dönemin boksunun bir çok ülkede neden “Altın 70’li yıllar” diye anıldığını bize anlatıyor. 1978’de boksu Şampiyon olarak bıraktı.
Muhammed Ali, hanımı Belinda Boyd’dan ayrılıp Veronica Porsche ile evlendiği bunalımlı dönemde tecrübesiz rakibi Springs’e yenilir ve sil baştan mücadeleye atılır. 1978’de Dünya şampiyonluğunu geri alır ve kariyerini şampiyon olarak noktalar. Profesyonel döneminde sadece 3 kez yenilen Muhammed Ali, 36 yaşına kadar boks dünyasının efsane ismi olmayı başarır.
Muhammed Ali, dört evlilik yapmış ve bu evliliklerden yedi kız ve bir erkek çocuğu olmuştur. Bunun dışında bir erkek çocuğunu da evlatlık edinmiştir. Yakalandığı Parkinson hastalığından sonra dindar bir Müslüman olan Lonnie ile evlenir ve Michigan’daki çiftlik evinde gözlerden uzak bir hayat yaşamaya başlar.
Bu arada beyazlar da eskiye göre oldukça değişir, Atlanta Olimpiyatlarında meşaleyi yakma şerefini ona bağışlayıp nehre attığı madalyanın yerine, yenisini takarlar. Ali, zenci sporcular için iyi bir örnek olur. Ekonomi, sanat ve siyaset sahnesinde hak ettikleri yeri bulamayan zenciler sahalarda boy göstermeye başlar, atletizm, boks ve basketbolda madalyalar almaya başlarlar. O, zamanının en iyisidir.
2001 yılında Hollywood tarafından hayatı filme alınmıştır. Ali adlı filmde Muhammed Ali’yi Will Smith canlandır. Parkinson hastalığı yüzünden uzun süre Michigan’daki çiftliğinde gözlerden uzak yaşamayı tercih eden ünlü boksör, ringlerde 20 yıldır ağzından düşürmediği “Bütün zamanların en iyisiyim” lafını ispatlayarak bir efsane olmuştur. Muhammed Ali 1984’den beri Parkinson hastasıdır. Hayatını anlatan biyografik roman, 2002 yılında Kaknüs Yayınları tarafından yayımlanmıştır
Kaynak:Enson haber Biyografi
Asıl adı Ali Habib Özgentürk olan Ali Özgentürk, İstanbul Üniversitesi’nde felsefe ve sosyoloji eğitimi aldı. Kamera asistanlığı yaparak sinemaya atılan Özgentürk, Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney gibi yönetmenlere asistanlık yaptı.
1979 yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmi “Hazal” ile adını duyurarak birçok ödül kazandı.Yönetmenliğin yanı sıra senarist, yapımcı, oyuncu gibi bir çok alanda faaliyet göstermiştir.
1974 yılında kameramanlık yaparak sinemaya başladı. Sinemaya belgesel film çalışmalarıyla atıldı.
1977’de Atıf Yılmaz’ın çektiği, Cengiz Aytmatov’un romanından uyarlanan, “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın senaryosunu yazdı.
Sinemaya profesyonel olarak 1971’de kamera asistanı olarak başlayan Ali Özgentürk, Zeki Ökten, Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’e asistanlık yaptı. 1979 yılında yönetmen olarak çektiği ilk uzun metrajlı filmi “Hazal” ile adını duyurarak birçok ödül kazandı. Özellikle ” At ” isimli filmi, Tokyo’ da aldığı büyük ödüllerle ses getirdi.
1980 yılında sinema filmi üreten ASYA FİLM Ltd. Şirketini kurdu. Ayrıca Nebil Özgentürk’ün abisidir.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Mehmet Ali Alabora 25 Kasım 1977 tarihinde İstanbulda dünyaya geldi. Daha İlkokul yıllarında tiyatroyla tanışan Alabora o yıllarda okulun Çöpçatan (The Matchmaker), Damdaki Kemancı, Batı Yakasının Hikayesi oyunlarında oynadı. Lise yıllarında Shakespeare Çeşitlemeler”, “Biz, Orhan Veli” gibi oyunlarda aldığı rollerle Boğaziçi Koleji’nin beğenisini topladı ve onların desteğiyle 1994 yılında Evren Ergeç ile “Boğaziçi Sanat” adında yarı profesyonel bir tiyatro kurdu. Bu ekiple birkaç temsil oynadı. 1999 yılında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nü bitirdi. Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde Yüksek Lisans yaptı.
Tiyatro İstanbul Sahnesinede sahnelenen “Acaba Hangisi” adlı oyunda rol alarak profesyonel anlamda ilk oyununu sergilemiş oldu. 1995–1997 yılları arasında atv’de yayınlanan A Takımı programında muhabir olarak çalıştı. “Kara Melek” adlıdizide rol alamsı üzerine yıldızı parlamaya başladı. Asıl zirveye çıkışı “Yılan Hikayesi” dizisinde canlandırdığı Memoli karakteriyle olmuştur. 1999 yılında ilk sinema filmi olan Kayıkçı isimli filmde başrolü oynadı. Bir süre Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Alabora, Garajistanbul’u kurdu ve 2010 Mayıs ayına kadar da yönetiminde görev almıştır. 29 Mart 2011’de kurulan Oyuncular Sendikası’nın kurucu üyelerinden olan Memet Ali Alabora, Oyuncular Sendikası’nın ilk olağan Genel Kurulu’nda Genel Başkan seçilmiştir. 19 Kasım 2009’da oyuncu Pınar Öğün ile hayatını birleştirmiştir.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Mehmet Ali Erbil 8 Şubat 1957’de İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul, Ankara ve Balıkesir’de yaptı. 1970 yılında Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Yüksek Bölümü’ne yatılı olarak girdi ve bu dönemde Devlet Tiyatrosu’nda konuk oyuncu olarak başrolde En İyi Tiyatrocu Ödülü’nü kazandı. Buradan mezun olduktan sonra, Devlet Tiyatrosu’nda çalışmaya başlayan sanatçı birçok oyunda yer aldı ve daha sonra TRT döneminde ‘Metronom’ adlı eğlence programında Derya Baykal ‘la, 1984 yılında da Çiğdem Tunç ‘la bir ikili oluşturdular.
Özel kanalların açılmasıyla birlikte Erbil, TRT’den sonra Kanal 6’yla çalışmaya başladı. 1985’de İlyas Salman ile birlikte oynadığı Uyanıklar Dünyası adlı filmle büyük beğeni topladı. Çarkıfelek ve ATV’de uzun bir süre yayınlanan Tatlı Kaçıklar dizisiyle zirveye çıkan başarılı şovmen, Harakiri ve Hababam Sınıfı Güle Güle adlı filmlerle tekrardan beyazperdeye geçti. Mehmet Ali Erbil, Kanal D’de Çarkıfelek Dışında çeşitli Yarışma programlarıda Yaptı. Bir Dönem TGRT’de Çarkıfelek Yarışmasını sundu. Günümüzde ise TNT Kanalında Açıl Susam Açıl Adıyla Şov Tarzında yeni bir yarışma sunmaktaydı.
2012’den itibaren TV8’e geçerek Aşka Gel adlı programını sunmaktadır. Mehmet Ali Erbil, Türkiye’de yayın yapan birçok TV Kanalında, Sunuculuk ve diziler yapmış tek Türk Şovmen’dir. Son dönemlerde, Sinan Çetin ‘in Bay E, Gani Müjde’nin Kahpe Bizans, Ömer Uğur’un yönettiği Hemşo adlı filmlerde rol aldı. Uzun bir hastalık döneminden sonra tekrar izleyiciler karşısına geçen Erbil, TRT’de yayınlanan Bir Başka Gece adlı programın sunuculuğunu yaptı.
6 kez evlenen mehmet Ali Erbil’in bu evliliklerden Sezin ve Yasemin adında iki kızı, Ali Sadi adında da bir oğlu vardır.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Dursun Ali Atay (20 Nisan 1976, Rize), Türk oyuncu.
1999’da Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Krek adlı bir tiyatro topluluğunun kurucularından ve oyuncusu.
Krek Tiyatro Topluluğu 1999 yılında Berkun Oya ve Ali Atay tarafından İstanbul’da kuruldu. Topluluk, kuruluşundan bu yana Berkun Oya’nın yazdığı ve yönettiği oyunları sahnelemektedir.
Beyoğlu’ndaki Dulcinea’da “Adamlar” adlı bir gösteri yaptılar, İSM’de de “Op’la Zo’nun Dramı” adlı bir oyun oynadılar. Atay “Şapkadan Babam Çıktı” adlı dizide başarısız illüzyonist Maksut’u oynamıştır. Şu anda Leyla ile Mecnun adlı komedi dizisinde oynamaktadır.
Dizi yayınlamaya başladığı günden itibaren sosyal medyada olumlu eleştiriler almaya başlamıştır.Türkçe sosyal medyanın önemli kaynaklarından olan katılımcı sözlüklerde gördüğü ilgi ile popülerleşen yapım zamanla fenomen haline gelmiştir.
Zamanla yaşadığı başarı ile ulusal medyanın da dikkatini çeken dizi, Türkiye’de yayınlanan absürt komedi tarzındaki diziler içerisinde önemli bir yer edindiği ve TRT’nin en iyi yapımlarından birisi olduğu şeklinde yorumlanmaktadır.
Uluslararası film eleştiri sitesi IMDb’de 28.224 oy üzerinden 9.3/10 puan alan Leyla ile Mecnun sitenin en iyi televizyon dizileri listesinde ilk 10 içerisinde yer almıştır.Bu başarıyı yakalayan ilk Türk dizisi olan yapım ayrıca henüz farklı ülkelere pazarlanmamasına rağmen yabancı paylaşım sitelerinde İngilizce altyazıyla izlenmektedir.
Dizi 51. bölümden itibaren her hafta yayınlandığı gün ve saat içerisinde yayıncı kuruluş tarafından Twitter üzerinden açılan sohbet konuları ile dünyanın en çok konuşulan konuları listesine girmektedir.
Kaynak:Enson haber Biyografi
22 Eylül 1977 yılında İstanbul’da doğdu. Gül ve Kemal Sunal çiftinin ilk çocuğudur. Aslen Malatyalılar. Ezo adında tiyatrocu bir kız kardeşi var.
Üniversite eğitimini İstanbul Yeditepe Üniversitesi İşletme bölümünde tamamladı. Babadan gelen oyunculuk yeteneği ile Dormen Tiyatrosu, Tiyatro İstanbul ve Sadri Alışık Kültür Merkezi Tiyatrosu gibi tiyatro topluluklarında çalıştı. Bunların yanı sıra dizi ve sinema filmlerinde oynadı. 1995 yılında ‘Aşk Üzerine Söylenmiş Her Şey’ adlı ilk sinema filminde oynadı. 1997 yılında ‘Şaban ile Şirin’ adlı ilk dizisinde oynadı.
1999 yılında ‘Propaganda’ adlı sinema filminde, 2000 yılında ‘Fosforlu Cevriye’ dizisinde, 2002 ‘En Son Babalar Duyar’ dizisinde, 2003 yılında ‘Okul’ adlı sinema filminde, 2004 yılında ‘Sayın Başkanım’ adlı dizide, 2005 yılında ‘Kanlı Düğün’ adlı dizide, 2006 yılında ‘Kısık Ateşte 15 Dakika’ adlı sinema filminde, 2008 yılında ‘Benim Annem Bir Melek’ adlı dizide, yine aynı yıl ‘Sana Mecburum’ adlı dizide, 2010 yılında ‘5’er Beşer’ adlı komedi programında, 2011 yılında ‘Banka’ adlı sinema filminde, yine aynı yıl ‘Huzurum Kalmadı’ adlı dizide, 2012 yılında ‘İnsanlar Alemi’ adlı komedi programında, 2013 yılında ‘Güldür Güldür’ adlı komedi programında (halen devam ediyor), 2013 yılında ‘Güzel Çirkin’ adlı dizide başrol, 2014 yılında ‘Yusuf Yusuf’ adlı sinema filminde başrol ve 2015 yılında ‘Hayat Öpücüğü’ adlı sinema filminde başrol olarak oynadı.
22 Temmuz 2011 yılında Ali Sunal ile Gökçe Bahadır hayatlarını birleştirdiler. Ancak evliliklerini pek uzun sürdüremediler ve 23 Şubat 2012 yılında tek celsede boşandılar.
Kaynak:Enson haber Biyografi
25 Şubat 1907’de Edirne Vilayeti’nin Gümülcine Sancağı’na bağlı Eğridere kazasında doğmuştur.
Babası piyade yüzbaşısı (Cihangirli) Selahattin Ali Bey’in görev yerlerinin sık sık değişmesi dolayısiyla, ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit’in çeşitli okullarında tamamlamıştır (1921)
Edremit’e göçtüklerinde bölge Yunan işgalinde olduğu için emekli olan babası aylığını alamamış ve aile çok zor günler geçirmiştir. İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu’na giren Sabahattin Ali, beş yıl burada okumuş, daha sonra İstanbul Öğretmen Okulu’nda mezun olmuştur (1926).
Bir yıl kadar Yozgat’ta ilkokul öğretmenliği yapmış, Millî Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya giderek iki yıl orada okumuştur (1928 – 1930). Yurda döndükten sonra Sabahattin Ali, Orhaneli’nde ilkokul öğretmenliğine atandı.Aydın ve sonra Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapmıştır.
Konya’da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanmış (1932), bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatmış, Cumhuriyetin onuncu yıldönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşmuştur (1933). Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara’ya giden Sabahattin Ali Millî Eğitim Bakanlığı’na başvurarak yeniden göreve alınmasını istemiştir. Dönemin bakanı Hikmet Bayur’un “eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini” istemesi üzerine Varlık dergisinde “Benim Aşkım” adlı şiirini yayımlayarak (15 Ocak 1934) Atatürk’e bağlılığını göstermeye çalışmıştır.
Aynı yıl Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü’ne alınmış, Ankara II. Ortaokul’da öğretmenlik yapmıştır. 16 Mayıs 1935 günü Aliye Hanım ile evlenmiş, 1936’da askere alınmış, 1937 Eylülünde kızı Filiz Ali dünyaya gelmiştir. Yedek Subay olarak askerliğini Eskişehir’de tamamlamış, 10 Aralık 1938 de Musiki Muallim Mektebi’nde Türkçe öğretmeni olarak göreve başlamıştır. 1940 yılında tekrar askere alınmış, askerliğini yaptıktan sonra Ankara Devlet Konservatuarı’nda Almanca öğretmenliği yapmıştır (1941 – 1945).
“İçimizdeki Şeytan” romanı milliyetçi kesimde büyük tepki toplamıştır. Nihal Atsız’ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açmış, dava sırasında çok sıkıntı çekmiştir. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamamıştır. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınmış, İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlamıştır (1945). Ancak fıkra yazdığı La Turquie ve Yeni Dünya gazeteleri, Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kalmış, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkarmıştır (1946 – 1947).
Ancak, bu gazeteler tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaşmış, dergilerin isimlerindeki Paşa ifadesiyle “Milli Şef” İsmet Paşa ile alay edildiği iddiası ile kapatılmış, yazılar ve yazarları hakkında kovuşturmalar açılmıştır. Sabahattin Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatmış, karşılaştığı baskılardan bunalmıştır. Ali Baba dergisinde yayımladığı “Ne Zor Şeymiş” başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: “Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi”.
Bir başka dava nedeni ile 1948’de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatmıştır. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlamış, işsiz kalıp, yazacak yer bulamamıştır. Yurt dışına gidebilmek için pasaport almak istemiş, alamamıştır. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı da bulamayınca Bulgaristan’a kaçmaya karar vermiş fakat para karşılığı anlaştığı Ali Ertekin adlı kaçakçı tarafından Jandarma karakolunda katledilmiş daha sonra da cesedi 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde bulunmuştur.
Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf eden ve Milli Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin, dört yıla hüküm giymiş; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalmıştır.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Atatürk’ün ölümünden sonra, 1938-1946 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı yapan Hasan Ali Yücel, Cumhuriyet Döneminin, çok yönlü kişiliğe sahip seçkin bir eğitim, kültür ve siyaset adamı olarak kabul edilir.
Bu kabulün gerisinde, kuşkusuz kısa sayılabilecek hayatına sığdırdığı programları ve ürettiği eserleri yatar
Hasan-Âli Yücel, 17 Aralık 1897’de İstanbul’da doğmuştur. Babası Ali Rıza Bey, annesi Neyire Hanımdır.
O’nun gelişiminde de -doğal olarak- içine doğduğu toplumsal çevrenin etkisi vardır: Anne ve baba ekonomik açıdan iyi koşullara sahiptir. Evlenmelerinden üç yıl sonra Hasan-Âli dünyaya gelir. Hem tek çocuk olarak, hem de hayli geniş bir aile ortamında büyür. Ne var ki, bir süre sonra baba Ali Rıza Bey; iş ortamının sorunları nedeniyle sık sık görevinden istifa eder; aile, değerli eşyaların satılmasını gerektirecek kadar sıkıntılı günler yaşar.
Hasan-Âli, çocukluğunun ilk yıllarında, ailesiyle Merkez Efendi Mahallesi’ndeki Yenikapı Mevlevihanesi ziyaretlerine katılır. Burada izlediği mistik makam ve fasıllar, dönüş törenleri, O’nun müzik yeteneğinin belirginleşmesini sağlar. Çevrede “müzik Üstadı” olarak tanınan Mehmet Celaleddin Dede Efendi’nin yönettiği “müzik mektebi”nde eğitim görür.
Hasan-Âli, 1901’de daha dört yaşındayken Laleli’deki Yolgeçen Mektebi’ne kaydedilir. Yazı yazma isteği oldukça fazladır.
Bu nedenle, bir zorunluluk olmamasına rağmen, kendi kendine yazı yazmayı öğrenir. Edindiği bilgileri evdeki hizmetçilere ve evlatlıklara anlatmaktan zevk alır. Öğrenme ve anlatma zevki artık iyice belirginleşmiştir.
Hasan-Âli, altı yaşlarında iken aile, Gümüşsuyu’nda yaptırdığı yazlık köşke taşınır. O da Topkapı Semti’nde bulunan Taş Mektep’e yazdırılır. 1906 yılında, dokuz yaşındayken Mekteb-i Osmanî’ye gönderilir. Burada ilgisini çeken yeniliklerle karşılaşır; örneğin, yazı tahtasını, haritaları ve sıraları görür; sınıf ortamıyla tanışır. Ayrı ayrı hocalardan ders görür. Bu arada Meşrutiyet ilan edilmiş (1908); hürriyet şiirleri, marşları ve şarkıları duyulmaya başlamıştır. Bunları zevkle ezberler ve söyler. Beş yıllık bu okulu 1911’de pekiyiden de üstün bir derece (Aliyyülala) ile bitirir. Okuma tutkusu oldukça gelişmiştir; Beyazıt kitapçılarından aldığı romanları -babasına rağmen- yutarcasına okumayı sürdürür.
Mekteb-i Osmanî’den sonra, Hasan-Âli için Vefa İdadisi dönemi başlar, “İntikam Olsun” başlıklı ilk yazısını burada öğrenciyken yazar; “Mektepli” dergisinin açtığı yarışmaya katılır, 17 Ekim 1913’te yayınlanır. Ne var ki, son sınıftayken, Birinci Dünya Savaşı nedeniyle askere alınır; okula ara vermek zorunda kalır. Önce asteğmen; sonra teğmen olarak toplam üç buçuk yıl askerlik yapar; 2 Aralık 1918’de terhis edilir.
Hasan-Âli, askerlik sonrası öğretimini Darülfünün’da tamamlama imkanı bulur. Liselerin son sınıfında okurken askere alınan gençlere böyle bir imkan tanınmıştır çünkü, îlkin Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırır. Bir yandan da İfnam gazetesinde çalışır. Türk Sesi gazetesinin kurucuları arasında yer alır. Ancak hukuk öğretimini, dersteki yöntemi yüzünden tartıştığı hocası Celalettin Arîf Bey’e kızgınlığı nedeniyle yarıda bırakmak zorunda kalır. Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Şubesi’ne kaydolur. Artık Cağaloğlundaki Darülmuallimîn-i Aliye (Yüksek Öğretmen Okulu)’nin öğrencisi durumundadır.
Bu dönemde, Hasan-Âli; Y.Kemal, A.Hamdi Tanpınar gibi şairlerle ikbal Kıraathanesi’ne gidip gelmeye başlar, İstiklal Savaşı’nın zor günleri yaşanmaktadır. Ortalıkta İnönü Savaşlarına ilişkin haberler vardır. Hasan-Âli, gazetesinde özellikle bu savaşlara ilişkin haberler verir; bunları söz konuşu kıraathaneye de ulaştırarak dostlarını bilgilendirir. Ayrıca, ulusal protesto hareketlerine, örneğin bunların ilki ve en büyüğü 23 Mayıs 1919’da düzenlenen Sultanahmet Mitinglerine katılır. Kendisini Edebiyat Fakültesi çevresinde oluşan düşünce tartışmaları içinde bulur. Mustafa Şekip (Tunç), İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) ve Mehmet Emin (Erişirgil)’in H.Bergson merkezli denebilecek tartışmalarını izler. Bu tartışmalarda sık sık A.Schopenhauer, J.Stuart Mili, H.Spencer, WJames gibi düşünürlerin fikirleri de ele alınmaktadır. Hasan-Âli, bu ve benzeri düşünürlerin fikirlerini kendi eserlerinden okuyamamanın sıkıntısını duyar.
Hasan-Âli’nin üzerinde etkisi olan hocalar arasında, Kuvay-ı Millî ye hareketini Akşam gazetesindeki yazılarıyla desteklemiş olan Necmettin Sadık (Sadak)’ın özel bir yeri olduğu söylenebilir. O’nu günlük gazetelerde yazı yazmaya özendiren, örneğin Akşam gazetesinde “Pazartesi Konuşmaları” başlığı altında köşe yazıları yazmaya yönelten Necmettin Sadık’tır. Hasan-Âli, Darülmuallimîn-İ Aliye’den “Ruh ve Beden” üzerine yaptığı tez niteliğindeki otuz sayfalık bir çalışmasıyla 1921’de mezun olur.
Hasan-Âli, öğretimini bitirir bitirmez öğretmen olarak tayin edilemez, bu yüzden özel bir okulda bir süre ücretli ders vermek zorunda kalır. 1921 yılının sonunda, bazı hocalarının desteğiyle Edebiyat Fakültesi’nde öğrenci disiplinini sağlamak amacıyla oluşturulmuş inzibat memurluğuna atanır. Yaşı 25’tir; askerlik döneminden arkadaşı olan Necati (Tansel)’in kızkardeşi Refika Hanımla evlenir. Kısa bir süre sonra, İzmir Erkek Muallim Mektebi’ne Türkçe ve Edebiyat Öğretmeni olarak atanır. Kent, Yunan işgali ve zulmünün izleriyle doludur. Kötü koşullarda, 19 Aralık 1922’de öğretmenliğe başlar. Eşi İstanbul’dan İzmir’e gelir. Bir grup meslektaşıyla Muallimler Birliği ve Türk Ocağını kurar.
Hasan-Âli, Mustafa Kemal ile İlk kez burada karşılaşır (2 Şubat 1923). Halkla yaptığı bir toplantıda, söz alarak Mustafa Kemal’e “mekteplerin yanında medreselerin devam edip etmeyeceği’ni sorar. Mustafa Kemal, kendisine, ilke olarak “eğitim birliği” ve “karma uygulama”dan söz ederek cevap verir.
O’nun buradaki öğretmenliği uzun sürmez, işini bırakarak hamile eşiyle beraber İstanbul’a gelir.
Bu yıllar, Laleli’de Kitapçı Ahmet Halil’in evinde kiracılıkla başlar. Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nde, alanıyla ilgisiz bir işte iki ay kadar çalışmak zorunda kalır. 1924’de yeniden mesleğine döner; ilkin Kuleli Askeri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapar, ardından İstanbul Erkek Lisesi’ne felsefe öğretmeni olarak atanır. Sonraki ders yılında, varolan görevine ek olarak edebiyat derslerine de girmeye başlar. 1926’dan itibaren İstanbul Erkek Lisesi’nde felsefe ve içtimaiyat (Sosyoloji) öğretmenliği ile Galatasaray Lisesi malumat-ı vataniye öğretmenliği yapar. 1927’de sona eren öğretmenlik yıllarında, “Felsefe Elifbası”, “Süri ve Tatbikî Mantık”, Hıfzı Tevfik ve Hamamizade İhsan ile birlikte yazdığı “Türk Edebiyatı Numuneleri” adlı eserlerini yayınlayarak ilgililerin dikkatlerine sunar. 1926 yılında da Can ile Canan adım verdikleri ikizleri doğar. Gülümser adlı üçüncü çocukları 1936 doğumludur.
3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) yasasının sonucu olarak, öğretim kurumlarının hepsi Maarif Vekaleti’ne bağlanmış, bu çerçevede, Mustafa Necati döneminde (1926’da) Maarif Emirlikleri kurulmuş ve ülke Mıntıkalara ayrılmıştır. 1927 başında, Hasan-Âli, Reşat Şemsettin (Sirer) ile birlikte “Mıntıka Müfettişleri” unvanıyla İstanbul Maarif Emirliğine verilirler.
Müfettişlik döneminde, Hasan-Âli, öncelikle “yazı ve dil sorunları” üzerine yoğunlaşır. T.Fikret’in batılılaşma (modernleşme) doğrultusundaki düşüncelerine ilgi duyar. O’nun “Tarihi Kadim-Doksan Beşe Doğru” adlı şiir kitabını latin harfleriyle yayınlamasının altında bu ilgi (ve hayranlık) yatmaktadır(Latin harfleriyle basılan ilk eserdir bu kitap).
Hasan-Âli, 1929 sonunda İkinci Sınıf Maarif Müfettiş Umumiliğine yükselir. Maarif Emirlikleri kaldırılınca Maarif Vekaleti Teftiş Kurulu Üyesi olur. 1930’da Maarif Vekili Cemal Hüsnü (Toray), kendisini araştırma ve inceleme göreviyle Paris’e gönderir.
Bu dönem, Hasan-Âli’nin “batı uygarlığıyla ilk kez karşılaşması” açısından önemlidir. Bu süre içerisinde, öğretim kurumlarını inceler ve Fransız kültürü üzerine araştırmalar yapar. Oradaki Türk öğrencilerin denetimiyle görevli müfettiş Salih Zeki ile beraber Londra’ya iki haftalık bir teftiş gezisinde bulunur. Salih Zeki geri çağrılınca müfettişlik görevi Hasan-Âli’ye verilir. Bu arada Fransızcasını geliştirmeye çalışır, opera ve tiyatro sanatlarıyla ilgilenir. 1930’un sonunda, geniş bir inceleme ve araştırma dosyasıyla Türkiye’ye döner. 1936’da bu incelemesini “Fransa’da Kültür İşleri” adıyla yayınlar.
Demokrasiye geçiş denemesi çerçevesinde kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkasi’nın kapatılmasından sonra, Mustafa Kemal, ülke boyutunda bir denetleme gezisine çıkmıştır. Her bakanlık, O’na danışmanlık yapacak ve yönergeler çerçevesinde araştırmalarda bulunacak bir müfettiş görevlendirir. Maarif vekaleti de bu görevi 33 yaşındaki genç Hasan-Âli’ye verir. Mustafa Kemal, kendisin; İzmir’den hatırlar.
Bu gezinin ilk durağı Kayseri’dir, Burada, Mustafa Kemal, ders dinlemek üzere kentin lisesine davet edilir. Girdikleri sınıfta felsefe dersi yapılmakta ve öğrencilerin önünde yazarı Hasan-Âli olan ders kitabı bulunmaktadır. Mustafa Kemal, hem öğretmenin anlatımını dinler, hem de ders kitabını inceler. Arapça terimler boldur, anlaşılma güçlüğü vardır. Akşam yemeğinde, Mustafa Kemal, Hasan-Âli’ye bu sorunu çözmeyi düşünüp düşünmediğini sorar.
Bu görüşmede Hasan-Âli, dilde sadeleşme ve birliğin sağlanmasının kişisel girişimlerle değil, merkezi-kurumsal çalışmalarla oluşturulabileceği düşüncesinde olduğunu söylemiştir. Buna rağmen, bu doğrultudaki kişisel çabalarını sürdürmekten geri durmamıştır.
3 Mart 1931’e kadar devam eden bu üç aylık gezi esnasında, Mustafa Kemal’le Hasan-Âli arasında oldukça anlamlı bir diyalog daha gerçekleşir. Mustafa Kemal, bir gün, yanında bulunanlara “Türk milleti ne zaman kendîni kurtulmuş sayabilir?” diye sorar. Yanındakiler doğal olarak görüşlerini bildirirler- Sonra Hasan-Âli söz alır; “Paşam,” der; “Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse o zaman kurtulmuş olur.” Mustafa Kemal, kendisine, “Bu çocuğun ileri attığı, üstünde bizi derin derin düşündürmeye değer bir fikirdir.” diyerek takdirlerim bildirir.
Söz konusuu denetleme gezisinden bir yıl sonra, dil devrimim doğru temeller üzerinde geliştirmek düşüncesiyle, 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur. Cemiyetin başkanı Samih Rifat, sekreteri Ruşen Eşref Günaydın), üyeleri ise Celal Sahir (Erozan) ile Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)’dur. Bu yılın Eylül’ünde, Dolmabahçe Saray’ında ilk Dil Kurultayı toplanır. Türk dilinin sorunları tartışılır, görüşler sunulur, ana program oluşturulur ve Merkez Heyeti seçilir. Kurultaydan sonraki ilk Merkez Heyeti toplantısında alt çalışma kolları oluşturulur. Hasan-Âli, Etimoloji Kolu Başkanlığına getirilir.
Hasan-Âli, Güneş-Dil Teorisini gerçekçi bulmadığı için, bu çerçevedeki tartışmalara katılmamıştır. Bu yıl içinde Hasan-Âli yeni eserleriyle gündemdedir. “Mevlana’nın Rubaileri”, “Goethe: Bir Dehanın Romanı”, “Türk Edebiyatı’na Toplu Bakış” adlı kitaplarını yayınlar.
Hasan-Âli, Goethe üzerine çalışması Türkçe’de ilk olması nedeniyle, Goethe madalyasıyla ödüllendirilir.
Yaşar Nabi (Nayır)’ın dediği gibi, “aklıyla batıda, gönlüyle doğuda bir düşünce adamı” olan Hasan-Âli, 1930’lu yıllarda sanat, edebiyat, felsefe ve bilim üzerine yoğunlaşmış, yazılar yayınlamıştır.
1932 yılında, Hasan-Âli, batıdaki benzerleri örnek alınarak kurulan, öğretim üyeleri yurtdışında okumuş kişilerden oluşan Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne müdür olarak atanır.
Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, kendisinin hem arkadaşı hem de meslektaşı eğitimci İsmail Hakkı (Tonguç) da öğretim üyesidir. Yakın bir işbirliği içindedirler.
Bu dönemde, Hasan-Âli, 1917-1933 yılları arasında yazdığı didaktik şiirlerini “Dönen Ses” adıyla yayınlar. Bu şiirleriyle, çocuk edebiyatına katkıda bulunmuş şairlerden birisi olarak kabul edilir.
Hasan-Âli, 1933 yılı sonunda Maarif Vekaleti Orta Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne atanır. Bu dönemde, üniversiteye geçişteki önemi nedeniyle liselerde reform düşüncesi üzerine yoğunlaşır. Bu çerçevedeki araştırmaları ve düşüncelerini “Türkiye’de Orta Öğretim” adlı eseriyle ortaya koymayı dener.
Genel Müdürlüğü döneminde, bir gün, Bakan Hikmet (Bayur)” mevzuata aykırı bir ricada bulunur; tartışırlar. Bunun üzerine, maddî bir güvencesi olmamasına rağmen istifa eder. Ancak Bakanın özür dilemesiyle görevine döner. Bu arada seçim tarihi yaklaşmaktadır. 1934’te Cumhuriyet Halk Partisi’ne dilekçe vererek “Milletvekili adayı olarak önerilmesi”ni sağlar; İzmir Milletvekili olarak Meclise girer.
O’nun, özellikle 1935-37 yılları arasında yayınladığı yazıları hem eğitim ve kültür alanındaki yoğun ilgisinin belgesi, hem de Maarif Vekilliği’ne hazırlandığının göstergesi niteliğindedir.
Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk ölmüş, Na’a’şını Büyük Millet Meclisi adına taşıyacak grup kur’a çekilerek oluşturulacaktır.
Hasan-Âli Yücel, seçilen 12 Milletvekili arasındadır. Sevgiyle bağlı olduğu Atatürk’e karşı son görevini yerine getirir. 11 Kasım 1938’de İnönü Cumhurbaşkanı seçilir. 28 Aralık 1938’de, Hasan-Âli Yücel, 41 yaşında, iken istifa eden Saffet Arıkan’ın yerine, Celal Bayar kabinesinde Maarif Vekili olur. Özellikle Cumhurbaşkanı l.İnönü’nün desteğiyle, yakın çalışma ve dost grubunun katılımıyla büyük bir reform hareketi başlatır ve gerçekleştirir. Ülkemizin bugüne gelişinde, O’nun dönemindeki bu reformların yadsınamaz bir işlevi olduğu açıktır.
Hasan-Alİ Yücel, l ve 2 Mayıs 1939 tarihlerinde, On Yılhk Neşriyat Sergisi ve Birinci Türk Neşriyat Kongresi’ni açar, Yazarlar, yayıncılar, eğitimciler, araştırmacılar, sanatkarlar, milletvekilleri, bakanlık görevlilerinden oluşan kongre, çeşitli alt gruplara aynlarak sorunlar ve öneriler üzerinde çalışır.
17 Temmuz 1939’da da bilim adamları, eğitimciler, yazarlar ve sanatçıların katıldığı, eğitim sisteminin ilkelerini ve okul programlarını belirlemek amacıyla Birinci Maarif Şürası toplanır. Böylece millî eğitimde çok önemli bir yeri olan bir gelenek başlatılır. 15-21 Şubat 1943 tarihlerinde de -yine Yücel’in başkanlığında- İkinci Maarif Şurası okullarda ahlak terbiyesinin geliştirilmesi gündemiyle açılır. Aynı yılın Ocak ayında Bakanlık’la öğretmenler arasında iletişimi sağlamak için Tebliğler Dergisi, Şubat’ında da İlköğretim Dergisi yayınlanır.
Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisi
1930’lu yıllar içinde, güzel sanatlar alanında çeşitli adımlar atılmış; ulusal değerlerin oluşturulması ve geliştirilmesi doğrultusunda oldukça büyük mesafe alınmıştır. 31 Ekim 1939’da, Hasan-Alİ Yücel, söz konusu adımların sonucu olarak Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ni açar. Her yıl 31 Ekimde bir kere düzenlenen bu sergi Ankara’da kurulur ve bir ay devam eder. Sergiye, 1939’dan itibaren Maarif Vekilliği’nin yılda üç sayı yayınladığı Güzel Sanatlar Dergisinde yer verilir. Bu dergi, Türkiye’de renkli röprodüksiyonlan ilk kez vermesînden dolayı oldukça önemli bir işlev görmüştür.
Günümüzde, resmi kurumlarda ve bankalarda bulunan zengin tablo ve resim kolleksiyonlarının büyük kısmının bu sergiye katılmış eserlerden oluştuğu düşünülürse, önemi daha İyi anlaşılır.
Basılı Yayınlar
Tercüme Bürosu
Hasan-Âli Yücel, Birinci Neşriyat Kongresi’nde dünyayı, özellikle batıyı tanımak zorunluluğunun altını çizmiş, “bu zorunluluk, bizi geniş bir tercüme seferberliğine davet ediyor,” demiştir.
Bu düşünceyle kurulan Tercüme Heyeti, ilk toplantısını 28 Şubat 1940’ta, Ankara’da yapar. Heyet, Dr. Adnan Adivar başkanlığında dört toplantı yapmış ve bir Daimî Büro” oluşturmuştur.
Nurullah Ataç’ın yönettiği Büro’nun üyeleri arasında Saffet Pala, Sabahattin Eyüboglu, Sabahattin Ali, Bedrettin Tuncel, Enver Ziya Karal ve Nusret Hızır vardır.
Kuruluşundan kısa bir süre sonra hızla çalışmalar başlar; 1946 sonunda, dünya edebiyatı klasiklerinden 496 eser Türkçeye çevrilir. Bu eserlerin yanında, özellikle felsefe ders kitabı sıkıntısı nedeniyle önemli kimi filozofların kitapları Türkçe’ye kazandınlır. 19 Mayıs 1940 yılmdan itibaren iki ayda bir Tercüme Dergisi yayınlanır.
Maarif Vekaleti, Leiden’de İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak yayınlanan İslam Ansiklopedisi’nin çevirisini kararlaştırarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni görevlendirir. 13 Ciltlik bu ansiklopedi 1988’de tamamlanmıştır.
Daha sonra adı Türk Ansiklopedisi olarak değiştirilen ve İlk resmî ve telif Türkçe ansiklopedi olan İnönü Ansiklopedisi’nin ön çalışmaları başlatılır. Bu ansiklopedi 33 cilt halinde -yıllar içinde- ancak tamamlanabilmiştir.
Ayrıca, 1943-54 yılları arasında da Celal Esat Arseven’in hazırladığı 5 ciltlik Sanat Ansiklopedisi yayınlanmıştır.
1939’dan itibaren İlköğretim 1939, Maarif Vekilliği Tebliğler Dergisi 1939, Teknik Öğretim 1940, Tercüme Dergisi 1940, Tarih Vesikaları 1941, Kadın-Ev 1943 ve Köy Enstitüleri 1945 gibi dergilerin çıkarıldığı görülür.
17 Nisan 1940’ta Köy Enstitüleri yasası çıkarılarak Köy Enstitüleri kurulmaya başlanır. 1942-43 öğretim yılında, bu okullara öğretmen, yönetici, gezici başöğretmen, ilköğretim müfettişi ve kesim müfettişi yetiştirmek için, Hasanoğlan Köy Enstitüsü bünyesinde Yüksek Köy Enstitüsü kurulur.
Sayıları zamanla 21’i bulan Köy Enstitüleri, 1944’ten sonra yılda ortalama 2000 öğretmen yetiştirmiştir. Ne var ki, 1946’da bu öğretim kurumları -tartışma konusu olmaları nedeniyle kapatılmıştır.
Ankara Cebeci Semtinde, 1924’te Musîki Muallim Mektebi kurulmuştur. Sonra, Mustafa Kemal, müzik eğitimi alanında da reformlar istediğini belirtir. Niliayet, bir takım ön hazırlıklar yapılır; 20 Mayıs 1940’ta Devlet Konservatuvarının kuruluş yasası çıkarılır.
Başlangıçta müzik ve temsil kolundan oluşan bu konservatuvarın ülkemiz sanat hayatında büyük etkisi olmuştur.
Ayrıca, konservatuvar île Tercüme Bürosu arasında ilişki sağlanmış; çeviriler yoluyla Türk tiyatro yazarları ve oyuncuları için örnekler sunulmuştur.
Günümüzün Senfoni Orkestraları, Devlet Tiyatroları ve Operaları (hatta bazı özel tiyatrolar) bu kaynaktan beslenerek
oluşmuştur.
Hasan-Âli Yücel, 1940-41 yıllarında, dilin Türkçeleştirilmesi ve bütün bilim dallarmın ifade aracı haline gelebilmesi doğrultusundaki çalışmalara ağırlık verir, ilkin, 6 Haziran 1941’de Birinci Coğrafya Kongresi’ni toplar. Sonra Gramer Komisyonu’nu toplantıya çağırır. Tahsin Banguoğlu’na “Ana Hatlarıyla Türk Grameri” adlı bir eser hazırlatır ve yayınlatır. Ardından, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun dilinin Türkçeleştirilmesine katkıda bulunur.
Ayrıca, çeşitli bilim dallarının sözlükleri yayınlanır: İmla Kılavuzu 1941, Gramer Terimleri 1942, Coğrafya Terimleri 1942, Felsefe ve Gramer Terimleri 1942, Hukuk Lügati, Tıp Lügati 1944, Türkçe Sözlük 1944 gibi. Bunların dışında, “Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü”nün ilk ciltleri yayınlanır.
Dil Kurumu tarafından hazırlanan terimler, 1939’dan başlayarak ders kitaplarında kullanılmaya başlar. Ayrıca, ders kitaplarının hem basılması, hem de yurt genelinde hizmete sunulması için bir teşkilat kurulur. 1940 yılında “Ders Kitapları Düzeltme Kılavuzu” yayınlanır.
Meslek okullarının sorunlarını çözümlemek amacıyla 1933’te, Maarif vekilliği bünyesinde Meslekî ve Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü kurulur. 1941’de vekalet merkez örgütünün yeniden düzenlenmesi sürecinde, Bakan’a bağlı ikinci bir müsteşarlık (Meslekî ve Teknik Öğretim Müsteşarlığı) oluşturulur. 1942-43 öğretim yılında, bu alandaki okul sayısı 113 iken 1949’da 275’e, kurs sayısı ise 42 iken 470’e çıkar.
22 Ekim 1938’de kurulan Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, 29 Mayıs 1942’de Maarif Vekaletine bağlanır, başına da başarılı bir sporcu olan Vildan Aşir Savaşır getirilir, İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Uluslararası ilişkiler gelişmeye başlamıştır. Bu ilişkilerin oluşturduğu atmosferde, Türk Sporu yurtdışına açılmaya başlar; bu durum sporcular için tam bir teşvik olur.
Hasan-Âli Yücel, çok geçmeden, 18 Şubat 1946’da Beden Eğitimi ve Spor Şurası’nı açar. 6 gün süren Şura’da beden eğitimi ve sporun sorunları tartışılır, çözümler üretilir ve bir program hazırlanır.
Eski Eserler ve Müzeler
Eski eserlerin bakımı, onarılması çalışmaları ve müzelerin kurulması, kuşkusuz Atatürk zamanında başlar.
1944’te, bu alandaki çalışmaların daha sağlıklı yürütülebilmesi amacıyla Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü kurulur. 16 Şubat 1945’te de 12 müzecilik uzmanının katıldığı Eski Eserler ve Müzeler Birinci Danışma Komisyonu toplanır. Açış konuşmasını -doğal olarak- Hasan-Âli Yücel yapar.
Hasan-Âli Yücel, 1945’te, 4-20 Kasım arasında Londra’da toplanan ve 43 ülkenin katıldığı UNESCO toplantısında ülkemizi temsil eder.
O, burada yaptığı konuşmada, “Birleşmiş Milletler’in eğitim ve Öğretim alanında yapacakları iyi İşbirliğinin dünya barışının temeli olduğu”nu vurgular.
UNESCO’nun statüsüne ilişkin anlaşma 20 Mayıs 1946’da Türkiye tarafından imzalanır; üç yıl sonra da UNESCO-Türkiye Millî Komisyonu Ankara’da toplanır.
O’nun döneminde, Ankara Fen Fakültesi (1943), İstanbul Teknik Üniversitesi (1944.) ve Ankara Tıp Fakültesi (1945) kurulur. Dört yıl gibi bir hazırlıktan sonra, 15 Haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Yasası çıkarılır.
Bu yasayla, yüksek öğretim kurumlarının Bakanlıkla olan “sıkı bağı” önemli ölçüde gevşetilmiş, mevcut kuruluşlar yapısal bir bütünlüğe kavuşturulmuş, böylece üniversiteye organik bir karakter kazandırılmıştır. Bu yasanın getirdiği bir başka sonuç, “dışarıdan denetim” yerine “içeriden denetim” getirmiş olmasıdır. Ankara Üniversitesi de bu yasanın sonucu olarak kurulmuştur.
Hasan-Âli Yücel, 5 Ağustos 1946’da 7 yıl ve 7 ay sürdürdüğü Millî Eğitim Bakanlığı görevinden -çeşitli nedenlerle-istifa eder.
İstifasının ardından Hasan-Alİ Yücel, gazetecilik görevine döner; dönemin etkin bir gazetesi olan Ulus’ta yazılar yayınlar, 21 Kasım 1950’de, söz konuşu gazeteyle ilişkisi bozulunca, üyesi olduğu partiden de ayrılır, politik hayatını noktalar.
1950-1960 arası bu son dönemde, Cumhuriyet’te “Köşemden” başlığı altında yazılar yazar, yurtdışı gezilere çıkar;
Kıbrıs ve İngiltere gezilerinden sonra izlenimlerini, düşüncelerini “Kıbrıs Mektupları” ve “İngiltere Mektupları” adıyla yayınlar. Bir süre (1956’dan itibaren) İş Bankası Yayın İşlerini yönetir, 1960’ta bunu da bırakır.
Bir döneme damgasını vuran eğitim ve kültür adamı Hasan-Âli Yücel, kalp ve şeker rahatsızlığı nedeniyle kendini iyi hissetmemektedir. Yazı İstanbul-Orhantepe’de geçirir. 1960 Eylül ve Ekim aylarında Millî Eğitim Planı’nın hazırlık çalışmalarını yürüten komisyon toplantılarına katılır. Kasım ortalarında UNESCO’nun II. Genel Kurul Toplantısına katılmak üzere Paris’e gider.
Yücel; 26 Şubat 1961 sabahı, İstanbul’da misafir olarak kaldığı Prof.Dr. Tevfik Sağlam’ın evinde enfarktüs’ten vefat eder. Cenazesi, 3 Temmuz 1943’te açılışını yaptığı İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi 3- Îç Hastalıkları Kliniği’nden alınarak Ankara’ya getirilir. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde katafalka konulur ve 2 Mart’ta büyük bir törenle Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verilir.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Ali Ağaoğlu 3 Mart 1954 yılında Trabzon-Of’da dünyaya gelmiştir. Babası zamanın tanınmış müteahhitlerinden olan Mithat Ağaoğlu’nun 1975 yılında geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle lise eğitimini yarıda kesen Ali Ağaoğlu babasının işlerinin başına geçti. Bir süre sonra babasının durumu düzelince ticari manada babasıyla yollarını ayıran Ağaoğlu tek başına Ağaoğlu Şirketlet Grubu’nu kurdu. 1981 yılından itibaren toplu konut siteleri üretmeye başlayan Ağaoğlu Şirketler Grubu, özellikle 1990’lı yılların sonlarına doğru başladığı “My” konseptli yaşam alanları ile inşaat sektörünün geleceğini değiştiren isim oldu. My World, My Office, My Towerland gibi projeleri ile Ataşehir, Ayazma ve Çekmeköy bölgelerine büyük bir canlılık getiren Ağaoğlu Şirketler Grubu, 2010 yılını 1 milyar TL’lik bir ciroyla kapattı.
Şirketin reklam filmleri için kameralar karşısına geçen Ağaoğlu bu şekilde halk ile yakın ilişkiler kuran, farklı bir iş adamı profili çizmeyi başarmıştır. Lüks araba tutkusuyla tanınan Ali Ağaoğlu’nun aralarında Ferrai, Tesla ve Bentley’in de bulunduğu lüks araba koleksiyonu ile pek çok gazeteye ve tv programına haber olmuştur.
Ali Ağaoğlunun ayrı olduğu ilk eşinden üç çocuğu bulunmaktadır. 2013 yılı mayıs ayında sevgilisi Petek Ertüre’den bir oğlu dünyaya gelmiştir.
Kaynak:Enson haber Biyografi
İstanbul’un Kandilli semtinde dünyaya gelen Ali Sami, öğrenim gördüğü Galatasaray Lisesi’ndeki edebiyat dersinde, sınıf arkadaşlarıyla birlikte bir futbol kulübü oluşturmaya karar verdi. 1905 yılının Ekim ayında kurulan Galatasaray Spor Kulübü’nün bir numaralı kurucu üyesi oldu. 1906’da Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu. 1910 yılında kurdu Tükiyenin ilk spor müzesi olan Galatasaray Müzesi’ni kurdu. 1924 Yaz Olimpiyatları’na katılan Türk kafilesinin başkanlığını yaptı. Galatasaray’da 1905-1918 arasında 13 yıl, 1925’te 1 yıl olmak üzere iki dönemde 14 yıl başkan olarak hizmet verdi.
Milli Takımın Romanya ile yaptığı ilk maçta, ilk teknik adam olarak takımın başında o vardı. Galatasaray Spor Kulübü’nün kurucusu Ali Sami Yen’in adı, takımın stadına verilmiştir. Ayrıca 2007 Aralık ayında inşasına başlanan ve içinde stad, spor salonu ve AVM olan komplekse de Ali Sami Yen Spor Kompleksi ismi verilmiştir. Ali Sami Yen 1951 yılında vefat etti ve Feriköy Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Ali Yasak 1 Haziran 1956 yılında Şanlıurfa’da dünyaya geldi. 19 Aralık 1977 tarihinde Ülkü Ocakları Derneği Urfa Şubesi Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi. 1978’de Şanlıurfa Eğitim Enstitüsü Öğrenci Derneği Başkanı oldu. 12 Ocak 1978’de kanunsuz yürüyüşe katılmaktan tutuklandı fakat 25 Ocak 1978 tarihinde görülen duruşmada tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. 1988’de Milliyet gazetesi binasını kardeşi ile ilgili bir haber nedeniyle silahlı saldırıda bulundurdu. Korkut Eken, Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı’na 24 Şubat 1997 tarihinde verdiği ifadesinde, Abdullah Çatlı gibi Yasak’ın da, 1987-1998 yıllarında MİT tarafından, yurtdışında PKK ile mücadele için kullanıldığını ileri sürdü. Ali Yasak, Susurluk skandalının baş aktörlerini bir araya getiren kız kardeşinin düğünüyle de gündeme gelmiştir. 22 Ocak 2008 tarihinde Ergenekon soruşturmasının 4. dalga operasyonunda gözaltına alındı. Ergenekon davasında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan yargılanan Yasak 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Ali Nesin 1956’da İstanbul’da doğdu. Paris VII Üniversitesi’nden matematikten “maitrise” derecesini aldı. Daha sonra ABD’de Yale Üniversitesi’nde matematiksel mantık ve cebir konularında doktora yapan Ali Nesin, 1985-1986 arasında Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kampüsü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. 1987-1989 arasında Notre Dame Üniversitesi’nde yardımcı doçent, ardından 1995’e kadar Kaliforniya Üniversitesi Irvine Kampusü’nde doçent ve daha sonra profesör olarak görev yaptı. 1993-1994 öğretim yılını Bilkent Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisi olarak geçirdi.
Babası Aziz Nesin’in 1995’te ölümü üzerine yurda kesin dönüş yaptı ve Nesin Vakfı yöneticiliğini üstlendi. 1996’dan beri Bilgi Üniversitesi Matematik Bölümü Başkanı olan Ali Nesin dört çocuk sahibidir. Kasım 2004’ten beri de Nesin Yayınevi genel yönetmenliğini yapmaktadır ve 2011 yılından itibaren Hrant Dink Vakfı danışma kurulu üyesidir.
2003’ten beri üç ayda bir yayımlanan ve Türk Matematik Derneği’nin sahibi olduğu Matematik Dünyası adlı derginin sorumlu yazı işleri müdürüdür.
Matematik araştırmaları, bölüm başkanlığı ve Nesin Vakfı yöneticiliğinin yanı sıra yağlıboya resim, desen ve portre çalışmaları da yapmaktadır. Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHAK) kurucu üyesidir. Nesin Matematik Köyü’nün kurucusudur.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Muhammed Ali Fatih Erbakan, 1 Ocak 1979 tarihinde dünyaya geldi. Merhum Necmettin Erbakan’ın oğludur. Ortaokulu Ankara Merkez İmam Hatip Ortaokulu’nda okudu. Lise eğitimini ise Ankara Ayrancı Lisesi’nde tamamladı. Daha sonra “Başkent Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği” bölümünü bitirdi. Yüksek lisans için İngiltere’ye gitti. Fakat annesi merhum Nermin Erbakan’ın vefatı dolayısıyla dönmek zorunda kaldı ve Başkent Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünde yüksek lisansını tamamladı. Aynı üniversitede Yönetim ve Organizasyon dalında doktora eğitimini alarak, doktor unvanı aldı.
Daha önceleri giyimiyle gündemde yer edinen Erbakan, babası Necmettin Erbakan’ın vefatından sonra siyasi yönüyle ön plana çıktı. Adeta “Milli Görüş” çerçevesinde adımlar atması beklenti. Babasının aktif siyasetçi olduğu dönemlerde de siyasetle iç içe büyüdü. Bu durum onun üzerinde bu minvalde yol almasını sağladı.
2012 yılı itibariyle Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi ve Genel başkan başdanışmanı olarak görev yapmaktadır. Ayrıca 17 Kasım 2013 tarihinde açılısı yapılan “Erbakan Vakfı”nın genel başkalığını yapmaktadır.
2011 yılında Andy-Ar adlı şirketin yaptığı araştırma sonucu Muhammed Ali Fatih Erbakan geleceğin potansiyel liderleri listesinde ilk 10’a girdi.
Haziran 2015 seçimlerine bağımsız gireceği konuşurken Erbakan bir açıklama yaparak; “Basına yansıyanlar bizim dışımızda yansımış ve erkenden bir karar alınmadan böyle bir açıklama ortaya konulmuş. Fakat biz kendimiz daha bir karar almadık. Müzakere edeceğiz, değerlendireceğiz. İnşallah Türkiye için de milletimiz için de bizim içinde hayırlısı olur.” Dedi.
Fatih Erbakan, Beyza Molu ile evli olup ikiz kız babasıdır.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Ali Yıldırım Koç, 2 Nisan 1967 tarihinde İstanbul’da doğdu. Rahmi Koç’un en küçük oğludur. Londra’da Harrow School’dan 1985’te mezun oldu. Boston Massachusetts Harvard Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptı.
ABD’de çeşitli kuruluşlarda çalıştıktan sonra Koç Holding AŞ Yönetim Kurulu Üyesi oldu. 1986 yılının yazında Otosan Ford Motor Company’nin ortaklık kurdu. 1987 ve 1988 yazlarında Koç Holding Otomotiv Grubu’na bağlı olarak önemli departmanlarda görev aldı.
Ali Koç, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün eski yöneticisidir. Halen aktif görev alan Koç, Fenerbahçe Spor Kulübü kongre üyesi olup 1907 Fenerbahçe Derneği’nin başkanlığını yapmaktadır. Ayrıca Endeavor Türkiye’nin yönetim Kurulu üyesidir.
Nevbahar Demirağ ile evli olan Koç, 2 çocuk babasıdır.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Mehmet Ali Şahin, 16 Eylül 1950 tarihinde Karabük, Ovacık ilçesi Ekincik köyünde doğdu. Abdullah ve Ünzüle Şahin çiftinin oğlu Mehmet Ali Şahin, ilkokulu Ekincik köyünde bitirdikten sonra İstanbul’da amcasının yanında yaşamaya başlayarak öğrenim hayatına devam etti.
İstanbul’da önce İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde öğrenim gören Şahin, katıldığı liselerarası münazaralarda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile arkadaş oldu.
İmam Hatip’in son yıllarında, Zeytinburnu İhsan Mermerci Lisesi’ne geçiş yaparak mezuniyetini bu okuldan alan Şahin, sonrasında 1,5 yıl kendi köyünde imamlık yaptı sonra hukuk eğitimi almaya karar verdi.
Mehmet Ali Şahin, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olarak, 1983 yılında Serbest avukat olarak çalıştı. Avukat mesleği ile birlikte siyasete atılarak Refah Partisi Eminönü İlçe Başkanlığı’nı yaptı. 1994 yılında yapılan yerel seçimlerinde Refah Partisi’nden İstanbul Fatih Belediye Başkanı olarak seçimi kazanan Şahin, seçimler, yapıldığı iddia edilen hile gerekçesiyle iptal edildiği için Temmuz 1994’te yenilenen seçimlerde Anavatan Partisi adayı Sadettin Tantan’a yenildi.
1994 yılında Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı olunca Mehmet Ali Şahin de Refah Partisi’nin İstanbul İl Başkanı oldu. 8 Ocak 1996 Genel Seçimleri’nde Refah Partisi’nden 20. dönem İstanbul milletvekili seçilen Şahin, aynı zamanda 18 Nisan 1999 tarihinde Fazilet Partisinden 21. dönem İstanbul milletvekili seçildi. 2001 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi Kurucu Üyesi oldu.
AK Parti’de Grup Başkanvekilliği görevinin yanı sıra AKP Adalet Komisyonu’na üye olan Şahin, aynı zamanda TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyesidir. İlk olarak 14 Kasım 2002 tarihinde AKP’den 22. dönem İstanbul milletvekili seçilen Şahin, 22 Temmuz 2007 tarihinde 23. dönem milletvekili seçimlerinde AKP Antalya Milletvekili olarak meclise girdi.
58. ve 59. Hükümetlerde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev yapan Şahin, 60. Hükümette Adalet Bakanlığı görevinde bulundu. Aynı zamanda 23. Hükümet döneminde, 5 Ağustos 2009’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı görevine seçilen Şahin, bu görevini iki yıl sürdürdü.
12 Haziran 2011 tarihinde 24. dönem milletvekili seçimlerinde Karabük milletvekili olarak TBMM’ye tekrar giren Şahin, birçok görevde Türkiye için hizmette bulundu.
1985 yılında Mehmet Ali Şahin teyzesinin kızı olan Saniye Şahin ile evlendi ve bu evliliğinden 4 çocuğu oldu. 2014 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde tedavi gören eşi Saniye Şahin vefat etti.
Mehmet Ali Şahin’in eşi Saniye Şahin, daha önce böbrek ameliyatı geçirmişti ve 36 yaşındaki Ukraynalı bir kadına ait böbrek Saniye Şahin’e nakledilmişti. Beyin travması sonucu hayatını kaybeden Ukraynalı kadının böbreği Bayan Şahin’e uyum gösterdi ve 1 yıl boyunca böbrek rahatsızlığı ile mücadele eden Saniye Şahin, 3 yıl diyaliz makinesi desteğiyle hayatını sürdürebildi.
20 Aralık 2006’da, Saniye Şahin, Türkiye’de ölen ve organları ailesince bağışlanan kişi ile doku uyumu olduğu tespit edilince, böbrek nakli gerçekleştirildi.
Mehmet Ali Şahin, eşine nakledilen böbreğin Ukraynalı bir kadına ait olması konusunda ‘’Hristiyan olabilir, ne fark eder ki? Sonuçta insandı. Böyle bir olayda din ayrımını düşünemeyiz. Eşim yeniden sağlığına kavuşuyor” cümleleriyle organ nakline olan önemini ve desteğini belirtmişti.
Mehmet Ali Şahin, 2006 yılında büyük oğlunun zihinsel engelli olduğunu açıklayarak, sakat vatandaşlarımızın toplumsal hayata katılması için bir engel olmadığını ve görev süresinde engelli devlet memuru sayısının 644’ten 5000’e yaklaştığını belirterek gündeme geldi. Bu özel açıklama, sakat bireylerin ötekileştirilmediğini hissetmesi açısından bir önem taşımaktaydı.
2013 yılında Mehmet Ali Şahin’in Gezi Parkı eylemleri sırasında yaşadıkları Anayasa Uzlaşma Komisyonu tutanaklarında ortaya çıktı. Komisyon tutanaklarına geçen bölüm oldukça dikkat çekiciydi;“Şimdi, gece işte, saat gece yarılarına doğru bir kalabalık, bin kişi, 2 bin kişi yürüyor. Şimdi, ben Karabük’teyim, Hanım arıyor ve diyor ki: “Kalabalık sürekli zile basıyor, senin ismini söyleyerek aşağıya inmeni istiyor.” Çocuklar da korkmuşlar. Ben de “Kapıyı da kilitleyin içeriden, dışarıya da çıkmayın, açmayın kapıyı” dedim. Ben orada olsam, aşağıya insem kesinlikle beni linç ederlerdi. Yani bazı gruplar…”
Komisyon tutanaklarına geçen bu açıklamalar tartışmalara sebep oldu.
2015 yılında Mehmet Ali Şahin, halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın TBMM’nin seçtiği cumhurbaşkanlarından farklı olduğunu ve Türkiye’nin her sorunuyla ilgilenmek durumunda bulunduğunun altını çizerek, bunu sağlayabilmesinin tek yolunun da başkanlık sistemi olduğunu belirterek gündemde yer aldı.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Mehmet Ali Erbil, 8 Şubat 1962 yılında İstanbul’da doğdu. Türkmen kökenli, Tiyatro ve sinema oyuncusu Sadettin Erbil‘in ikinci oğlu olan sanatçının, annesi Yurdagül Eken’in ikinci evliliği nedeniyle İstanbul’da başlayan ortaokul hayatı, Balıkesir’de devam etti ve Ankara’da bitti.
1970 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Yüksek Bölümü’ne yatılı olarak giren Erbil, 16 yaşındayken hocası Cüneyt Gökçer tarafından ‘Küheylan’ oyunun başrolüne seçildi.
Devlet Tiyatrosu’nda konuk oyuncu olarak başrolde En İyi Tiyatrocu Ödülü’nü kazandığında daha 17 yaşında olan Erbil, mezun olduktan sonra, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda çalışmaya başladı.
Başta ‘Küheylan’ olmak üzere birçok oyunda oynayan Erbil, 21 yaşına geldiğinde hayatının akışını değiştirecek bir karar vermek zorunda kaldı. Ya Ankara’da kalıp tiyatro oyunculuğuna devam edecekti ya da İstanbul’dan aldığı müzikal tekliflerini değerlendirecekti. Devlet memurluğundan istifa edip İstanbul’a dönen Mehmet Ali Erbil, bir röportajında memurluktan bir ayda kazandığı parayı, müzikallerden bir gecede aldığını belirtti.
Televizyona ilk adımını atmasını sağlayan, hem sunucu, hem de şovmen olarak onu ilk keşfeden İzzet Öz‘dür. Mehmet Ali Erbil, TRT‘de ‘Metronom’ adlı eğlence programını hazırlayarak önce Derya Baykal‘la, 1984 yılında da Çiğdem Tunç‘la bir ikili olarak televizyona çıkarak hafızalarda yer etti.
Özel kanalların açılmasıyla birlikte Erbil, TRT’den Kanal 6’ya geçiş yaptı. Daha sonra Star TV ve ATV’de dizi, Show Tv’de de program yaptı.
Babası sinemacı olduğu için genç yaşta dublajla da tanışan Erbil, Shrek adlı animasyon filminin eşek karakterini seslendirdi.
Kanal D’de yayınlanan yarışma programı “Çarkıfelek” ve ATV’de uzun bir süre yayınlanan “Tatlı Kaçıklar” dizisiyle zirveye çıkan Mehmet Ali Erbil, 1975 yılında “Harakiri” ve 1981 yılında “Hababam Sınıfı Güle Güle” adlı filmlerle beyazperdeye geçti. 1995 yılında Sinan Çetin‘in “Bay E”, 1999 yılında Gani Müjde‘nin “Kahpe Bizans”, 2000 yılında Ömer Uğur‘un yönettiği “Hemşo” adlı filmlerde rol aldı. TRT’de yayınlanan “Bir Başka Gece” adlı programın da sunuculuğunu yapan Erbil, 1985′te İlyas Salman ile birlikte oynadığı Uyanıklar Dünyası adlı filmle büyük beğeni topladı. Erbil ayrıca Emel Sayın‘la birlikte Aşkım Aşkım adlı dizide oynadı. 2011 yılında da Star Tv’de “Eyvah Düşüyorum” adlı programı sunmaya başladı. Mehmet Ali Erbil, 35’e yakın dizi ve filmde rol aldı. Aynı zamanda 5 tiyatro oyununu sergiledi.
Mehmet Ali Erbil, 1980’de ilk evliliğini Muhsine Şehnaz Kamiloğlu ile yaptı. Erbil’in bu evlilikten 16 Nisan 1982’de Sezin ismini verdiği bir kızı oldu. Daha sonra 1985’te boşandığı Muhsine Şehnaz Kamiloğlu ile bir kez daha evlendi. Erbil daha sonra manken Nergis Kumbasar ile 20 ağustos 1989’da evlendi. Ünlü şovmenin Kumbasar’dan 02 Aralık 1995’te Yasmin adını verdikleri kızları oldu ve evlendikten yedi yıl sonra 1996’da boşandılar.
Erbil, dördüncü kez nikah masasına 2001’de oturduğunda bu kez yanında Sedef Altuntaş vardı. Ama bu evlilik de uzun sürmedi.1,5 yıl sonra 2003’te boşandılar. Erbil son olarak beşinci evliliğini Tuğba Coşkun ile 30 Nisan 2005’te gerçekleştirdi. 03 Temmuz 2006’da Ali Sadi adını verdikleri bir çocukları oldu. Ancak 2011’de boşandılar.
2010 yılında Star TV’de canlı olarak yayınlanan Çarkıfelek programında Erbil bir gafa imza attı, kullandığı bir ifade Alevileri kızdırdı. Erbil, 2009 yılında Star TV’de yayınlanan bir evlilik programında kendine eş adayı arayan 80 yaşındaki bir kişiye yönelik sözleri nedeniyle de Alevilerin tepkisine neden olmuştu.
Mehmet Ali Erbil’in Star TV’de canlı yayınlanan programda sarf ettiği sözler üzerine, İstanbul, Ankara ve İzmir’deki Doğan Yayın Holding bünyesindeki kuruluşların bulunduğu bina önünde önünde toplanan Alevi vatandaşlar duruma tepki gösterdi. Gelen tepkiler üzerine, Star TV, ‘Çarkıfelek’ adlı programı yayından kaldırdığını açıkladı.
Mehmet Ali Erbil, 2006 yılında sunduğu yarışmada yarışmacının pantolonunu çekip cinsel organını gösterdiği için program 3 gün sonra yayından kaldırıldı ve bu konu oldukça tartışıldı.
TV kanalının açtığı davada, kanalın itibarını kaybederek reklam gelirlerinin azaldığı iddalarını Yargıtay 7 yıl sonra onadı. Erbil’in televizyon kanalına 75 bin lira manevi tazminat ödemesi kararı verildi. Ancak Türk halkının itibarı ve daha önceki davada Alevi vatandaşlarımız hakkındaki sözleri ile ilgili olarak Mehmet Ali Erbil yargılanmadı.
Twitter’da @erbilmehmetali hesabını kullanan Erbil, 2015 yılında tekrar Çarkıfelek programının ekranlara geleceği haberiyle gündeme geldi.
Yarışmanın Ramazan ayında ekranlara geleceği ve muhtemel yayın tarihinin 18 Haziran olduğu belirtildi. Mehmet Ali Erbil’in, programın yeni sezonu ile hangi “gaflara” ve “oyunlara” ya da “iş kazalarına” imza atacağı ise merak konusu.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Sabahattin Ali, Türk Edebiyatı’nda özel bir yer edinmiş o güzel adamlardan biri. Toplumcu gerçekçi yazarlardan biri olarak kabul görmüş. Kürk Mantolu Madonna’yı, sonra İçimizdeki Şeytan’ı Kuyucaklı Yusuf’u yazdı ve hepsi Türk Edebiyatının önemli yapı taşlarından biri oldu. Özellikle Kuyucaklı Yusuf, 100 Temel Eser’den biriydi.
Okumak da yazmak da hayati telaşeleri arasında yer aldı hep. Yemek yer gibi, su içer gibi okudu ve onu güldüren, ağlatan, kızdıran, sevindiren ne kadar duygu varsa, hepsini bir araya toplayıp yazdı. Başka türlüsü mümkün olamazdı…
Sabahattin, 25 Şubat 1907’de, Edirne’nin Gümülcine Sancağına bağlı Eğridere’de, Hüsniye Hanım ve Ali Selahattin Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi.
Ali Bey, Eğridere’de zabit olarak çalışırken tanışmıştı Hüsniye Hanım’la, kendisinden 16 yaş küçüktü. Evlendiler. Ali Bey, dönemin entelektüel kesiminden Prens Sabahaddin ve Tevfik Fikret ile derin bir dostluk içindeydi. Bir gün çocukları olduğunda onlara dostlarının isimlerini vermek istiyordu. Allah gönlüne göre vermişti. İlk oğluna Sabahattin, diğerine de Fikret (1911) adını verdi. Uzun bir aradan sonra 1920’ye gelindiğinde, Süheyla adını verecekleri, ama aile içinde “Süha” diye çağıracakları, kızları da katılacaktı aralarına.
Ali Bey, I. Dünya Savaşı yıllarında “Divan-ı Harb Orfi Reisi” olarak Çanakkale’ye çağırıldı. Ailesini geride bırakmadı, hep birlikte yola düştüler ve 4 yıl orada yaşadılar. Aslında isteği biriktiği parayla İzmir’de tiyatro veya gazino işleriyle uğraşmaktı. Ancak İzmir’in işgali ile yolunda giden şeyler de rayından çıkmıştı. Bunun üzerin Edremit’e, Hüsniye Hanım’ın babasının yanına yerleştiler.
Hüsniye Hanım, evlendiğinde henüz 16 yaşındaydı ve ruhsal sorunlar yaşıyordu. Defalarca intihara kalkıştı. Evet, hayatta kalmayı başarmıştı; ama Sabahattin’in pek yanında olamamıştı. Çok küçük yaşta anne olmasından mütevellit onunla ilgilenememiş; diğer oğlu Tevfik’e daha yakın durmuştu. Bu durum Sabahattin’in içine kapanık bir çocukluk yaşamasına sebep olacaktı. Sabahattin arkadaşlarıyla oynamaktansa evinde kitap okumayı ya da resim yapmayı tercih ediyordu. Yine de başarılı bir öğrenci olmaktan hiç ayrılmadı.
Sabahattin, eğitimine 7 yaşında İstanbul, Üsküdar’da Doğancılar mahallesinde “Füyûzâtı Osmâniye Mektebi”nde başladı. Çanakkale’ye gitmek söz konusu olduğunda eğitimine “Çanakkale İptidai Mektebi”nde devam edecekti. Ancak bu sefer de seferberlik ilan edildi ve okul öğretmensiz kaldığı için kapatıldı. Okulun tekrar açılmasında babası Ali Bey’in çabası yadsınamazdı…
Daha sonra Edremit İptidai Mektebi’nde başarılı bir öğrenci oldu. Okumaya fazlasıyla özeniyordu. Özellikle babasının arkadaşı Mehmet Şah Bey’in özel ilgisi, bu konudaki en güzel teşvikiydi. Her ne kadar sorunlarla karşılaşıp bölünmeler yaşasa da başarılı bir öğrencilik geçirmişti.
1921’de Edremit İptidai Mektebi’nden mezun oldu ve bir yıl kalmak üzere İstanbul’a büyük dayısının yanına geldi. Ardından Balıkesir’e döndü; “Balıkesir Muallim Mektebi”ne kayıt yaptırdı.
Okul hayatı boyunca şiirler, hikâyeler yazmak onun için en büyük keyif kaynağıydı. Muallim Mektebi’nde şiir ve hikâye konularında deneyim kazandı. Artık kendini geliştirmek için gazete ve dergilere yazılarını göndermeye başlamıştı. Bu okul ona yaramıştı. Arkadaşlarıyla birlikte bir okul gazetesi çıkardı. Sessiz geçen çocukluğunun üzerine belki de sosyalleşerek kendini buluyordu.
Günlük tutmaya da başlamıştı. Sanata olan ilgisini ve bağını güçlendirmek için daha çok sinema ve tiyatroya gitti. Ruhu özgürlük için vardı ve okul disiplini onun için biraz fazlaydı. Daha çok sinema ve tiyatro seyretmesinin bir sebebi de buydu. Okul müdürü bunu fark ettiğinde Sabahattin’i ailesinin yanına göndermekle tehdit etti.
Annesinin intihar girişimleriyle büyümüş bir çocuktu o. Blöf olarak nitelendirdiği bu intihar girişiminden arkadaşı ve öğretmenleri sayesinde döndü. Çok geçmeden okul müdürünün yardımlarıyla İstanbul’a naklini aldırdı. Burası onun için daha iyi olmuştu. Edebiyat Öğretmeni Ali Canip Yöntem en büyük destekçisiydi. Eğitimine devam ederken “Çağlayan ve Akbaba” gibi dergilerde şiir ve hikâyeleri yayımlandı. Hayatı bir düzene girmiş gibiydi. Bu sefer de annesinin sağlık sorunları artmıştı.
21 Ağustos 1927’de öğretmenlik diplomasını aldı.
Sabahattin’in ilk görev yeri Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu oldu. Dayısı Rıfat Ali Ertüzün, Yozgat Devlet Hastanesi’ne başhekim olarak atanınca yeğeninin de yanında olmasını sağlamıştı. Bir süre sonra ailesi de Sabahattin’in yanına gitti.
Çevresi dayısının da etkisiyle oldukça genişlemişti; ama Sabahattin’e sorsan onu anlayacak kime yoktu. Çünkü yazdıklarını okutacağı, paylaşacağı birilerini bulmakta zorlanıyordu. Kim bilir belki de içinde tek taraflı aşka dönüşmüş arkadaşı uzaklarda olduğundan böylesine yalnız hissediyordu.
Nahit Hanım ile öğretmenlik stajı sırasında tanışmıştı. Başta ziyadesiyle dostluk havasında olan bu arkadaşlık, zamanla tek taraflı bir aşka dönüştü. Burada yazdığı bütün şiirlerde buram buram Nihat Hanım vardı. Hatta 2 Şubat 1928’de “Servet-i Fünun” dergisinde yayımlanan “Bir Macera” adını verdiği şiirini yine Nihat Hanım’a ithaf etmişti.
Hatta ve hatta karşılık bulamadığı aşkını 1927’de “Ne Kazandık”, “Kalbimde Aşkınız”; 1928’de “Ebedi”, “Yat ve Uyu”, “Bütün İnsanlara”, “Firar”, ve “Kudurmak” adını verdiği şiirlerinde anlattı.
Sabahattin, Yozgat’ta bir yıl geçirdi. İstanbul’a gitmek istiyordu. Dayısı da Ankara’da özel bir hastane açtığı için buradan ayrılıyordu.
Sabahattin, İstanbul’a tatile giderken Ankara’ya uğradı. Niyeti Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki tanıdığı kişilerin yanına gidip Yozgat’tan ayrılma isteğini dillendirmekti. Bu isimler onu dinledi ve genç bir öğretmen oluşunu vurgulayarak Avrupa’ya gitmesi konusuna dikkat çekti.
Sabahattin’in de aklına yatmıştı bu fikir. Kasım 1928’de Türkiye Cumhuriyeti tarafından eğitim amacıyla Almanya’ya gönderildi.
15 gün Berlin’de kaldı ve sonra Potsdam’a yerleşti. Dil öğrenmek en büyük kaygısıydı. Önce yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak yerleşti. Sonra da özel bir kurumda Almanca kursuna başladı.
Bir yandan da İstanbul’u ve karşılıksız aşkını çok özlüyordu. 1 Ocak 1929’da Nahit Hanım’a yeni yıl hediyesi bir şiir gönderdiyse de cevabını alamadı; içi çok kırgın ve özlem doluydu.
Kurstan sonra Berlin’de yatılı bir okula yerleşmişti. Almanya’da 6-7 yıl kadar kalacağını düşünüyordu; ama planlanan süre 4 yıldı. Sabahattin, ikinci yılını tamamlayamamıştı ki, Türkiye’ye döndü.
Nihal Atsız’ın kalemine göre, “Bu parazit Türkleri buradan atmalı!” diyen Alman öğrenciyi dövmüştü. Ayrıca Alman öğrencilere komünizm propagandaları yaptığı iddiası da vardı. Bu yüzden Almanya’dan dönüşü erken olmuştu.
Sabahattin, Mart 1930’da Almanya’dan döndü. İstanbul Yüksek Muallim Mektebi’nde yatılı okuyan “Nihal Atsız, Pertev Naili Boratav, Nihad Sâmi Banarlı ve Orhan Şaik Gökyay” gibi arkadaşlarının yanında kaldı. Bir süre sonra bu okulun müdürünün yardımıyla Bursa Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atandı.
Eylül 1930’da Gazi Terbiye Enstitüsü’nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girdi. Almanya’da geçirdiği süreç, ona Aydın Ortaokulu’nda Almanca Öğretmenliğini getirmişti. Ancak bir süre sonra komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma başlatıldı.
25 Mayıs 1931 tarihli “Vakit” gazetesinde, Sabahattin Ali’nin de adının yazılı olduğu isimlerin mahkeme için İstanbul’a sevk edildiği haberi yazılıydı. İki gün sonra da Sabahattin Ali’nin tutuksuz yargılanacağını yazacaktı. Ancak daha sonra derin soruşturmalar başlatıldı ve Sabahattin tutuklandı. 9 Eylül 1931’e kadar Aydın Hapishanesi’nde kaldı. Üzerinden 21 gün geçtiğinde ise Konya Ortaokulu’na Almanca Öğretmeni olarak atandı.
Aşk hayatı
Bir yazar tavrıyla aşk duygusunun kendisine âşıktı hep Sabahattin. Yozgat’ta olduğu zamanlarda Nahit Hanım’a, Almanya’da olduğu yıllarda Frolayn Puder’e, Aydın’da bir Miralayın kızına, Konya’da da öğrencisi Melahat Muhtar’a ve şarkıcılık yapan Muhsine’ye âşık oldu.
Melahat dışında hepsi de sadece aşka âşık olmaktı; çünkü platonikti. Sadece Melahat’tan aşkına karşılık bulmuştu. “Çocuklar Gibi” şiirini onun için yazdı. Bu şiire göre, Melahat öncesi aşkları birkaç günlük düşkünlüklerdi. Bu aşk da Sabahattin’in tutuklanması ile yarım kalacaktı.
Elbette bir gün aşkın tam karşılığı da gelecekti hayatına…
Sabahattin, 22 Aralık 1932’de, bir toplantıda okuduğu şiiriyle Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi devlet yöneticilerini yerdiği gerekçesiyle tekrar tutuklandı. Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Davaya temyizde üzerine iki ay daha eklenmişti. 14 aylık cezası başlamıştı. Burada Ayşe Sıtkı’ya mektuplar yazıyordu. Bir mektubunda olayı da anlatmıştı:
“Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs’ında falanca yerde Gazi’yi ima ve telmihen tahkiri tazammün eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat lehimde olduğu hâlde, müdde-i umumi yaranmak için mahkumiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkum etti. Temyiz, cezayı aleyhimde nakseti, cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yattım. 11 ayım kaldı demektir”.
Aldığı bu cezanın ardından 29 Nisan 1933’te 1249 sayılı kanun gereğince memurluk kaydı silindi. Daha sonra Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Burada bir iddiaya göre hapishane müdürü, Sabahattin Ali’yi cinayetten hüküm giymiş Mehmet Kuşüzümü adlı bir suçluya emanet etmişti. Kuşüzümü’nün ifadelerine göre Sabahattin Ali, geceleri sürekli okuyor, gündüzleri de bir sandık üzerine kuş gibi tüneyip bir şeyler yazıyordu.
Artık yaşamında değişen her şey Sabahattin’in dilinden geçmiş, kalemine yerleşmişti. Daha az konuşuyor, daha çok yazıyor ve okuyordu. Burada edindiği tecrübeler eserlerine konu olacaktı. Hikâyelerine, “Bir Şaka”, “ Kazlar”, “Kanal”, “Katil Osman”, “Çaydanlık”, “Bir Firar” adını verdi.
Sabahattin Ali, Cumhuriyet’in onuncu kuruluş yıl dönümü sebebiyle çıkan aftan yararlanarak, cezasının onuncu ay yedinci gününde serbest bırakıldı.
Artık tutuklu olduğu zamanlar geride kalmıştı. Sabahattin Ali, önce İstanbul’daki eş, dost, akrabasını ziyaret etti. Sonra da yönünü Ankara’ya çevirdi. Yeniden görevine atanmanın bir yolunu bulmalıydı.
İlk iş dönemin Orta Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemseddin Sirer ve Müsteşar Vekili Rıdvan Nafiz Edgüer’i buldu. Ne yapması gerektiğini öğrenmek istiyordu. Ancak tutuklanma gerekçesi sebebiyle kimse bu işe bulaşmak istemiyordu. Yine de Şemseddin Bey, durumu Hasan Ali Yücel’e aktardı. Yücel’in yardımları ile bir kurul toplandı ve Sabahattin Ali’nin öğretmenlik dışında bir başka göreve getirilmesine karar verildi.
Ancak Maarif Vekili, eski düşüncelerini değiştirmediğine göre atanmasını yanlış buluyordu; kurul kararını reddetti.
Bu arada Sabahattin gelecek iyi haberleri beklemekteydi. Beklerken de boş durmuyordu; küçük küçük tercümeler yapıyordu. Bu süreçte dayısı Rıfat Ali Ertüzün’ün evinde kaldı.
Bu arada Sabahattin Ali’den Atatürk ile ilgili bir kaside yazılması istendi. Bunun üzerine 15 Ocak 1934 tarihli Varlık dergisinin 13. Sayısında “Benim Aşkım” adını verdiği şiiri yayımlandı. Görevine atanabilmek için güzel bir fırsattı. Ancak yine de bir süre daha beklemesi gerekiyordu. Özellikle Maarif Vekilini ikna etmesi gerekiyordu. Sabahattin Ali, kendisine yakıştırılan “komünist” sıfatının doğru olmadığını ispat etmek istiyordu. Bunun için yazılar yazmıştı ve “Esirler” adlı eseri de halkevlerinde sahnelenecekti.
Sabahattin Ali, nihayetinde Atatürk’ten izin aldı ve Mayıs 1934’te Orta Tedrisat Şube Müdürlüğü’ne, daha sonra da asli görevi Milli Talim ve Terbiye’ye atandı.
Sabahattin Ali, görevine atanmak için beklerken arkadaşı Ayşe Hanım’a bir mektup yazdı. Mektubun sonunda da bir not vardı: “Benimle evlenir misin?”
Açık açık teklifini sunmuştu. Ancak gelen cevap pek de iç açıcı değildi. Ayşe Hanım 22 Şubat 1934’te yazmış olduğu mektubunda bu teklifin bir şaka olduğunu kabul ettiğini söyleyerek geri çevirdi. Sabahattin Ali, görevine atanmak amacında zorlanırken bir de üstüne reddedilmek onu üzmüştü.
Nihayet amacına ulaşıp görevine atandıktan sonra aklına yine evlilik fikri düşmüştü. Eski sevdalarından Nahit Hanım da evlenmişti. Belli ki Ayşe Hanım’ın da bu işe gönlü yoktu işte. Aklına Aliye Hanım düşüverdi.
Sabahattin Ali ve Aliye Hanım, İstanbul, Erenköy’de, 1932 yazında Eczacı Salih Başotaç’ın evinde tanışmışlardı. Yıllar sonra Aliye Hanım şöyle anlatacaktı tanışmalarını: “Grup halinde İçerenköy’de yapılan bir sünnet düğününe gittik. Dönmek istediğimizde Sabahattin yanımızda yoktu. Giderken kullandığımız lüks lambalı fenerle bir ağaç altında onu kitap okurken bulduk. Gidiyoruz dendiğinde kalktı ve feneri benim yüzüme tutarak gözlerimin içine uzun uzun baktı”.
Bu bakışlar Aliye Hanım’ın içine akmıştı, ancak yine de ilk görüşte aşk olduğu da söylenemezdi. Ama belli ki, izlerini de taşımıyor değildi. Sabahattin Ali tarafından bakılırsa, onu aklından hiç çıkarmamış, sadece gönlünde kondurduğu yerde kararsızdı. Ancak sonunda kararını verdi.
Şimdi Sabahattin Ali, Aliye Hanım ile evlenmek istiyordu. Ancak Sabahattin’in sicil kaydının bulunması Aliye’nin ailesini rahatsız etmişti; evlenmelerini istemediler. Sonra Aliye Hanım’ın da gönlü olduğu anlaşıldı da, ailesi de razı geldi.
Hemen ardından Sabahattin Ali, Ayşe Hanım’a bir mektup daha yazdı: “Mühim bir havadisim var. Evleniyorum. Hatta nişanlandım bile. Sen benim gibi kelepiri kaçırdığınla kal. Birisi “Niçin evleniyorsun” dese vereceğim cevap şudur: Çalışabilmek için… Ben kendimi her hususta idare edemiyorum. Halbuki muhakkak muntazam ve ölçülü bir hayata muhtacım ve ancak bu şekilde faydalı işler çıkarabilirim”.
Çift, 16 Mayıs 1935’te Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlendi. Ertesi gün de Ankara’da düğünleri oldu. Artık burada, Ulus’ta bir apartman dairesinde yaşamaya başladılar.
(Annesi Hüsniye Şenyuva, eşi Aliye Ali, kızı Filiz Ali ve kız kardeşi Süheyla Conkman)
Sabahattin Ali, seçimine bağlanmış, hayata oradan tutunmuştu. Öyle ki, zamanla Aliye Hanım’a yazdığı mektuplar, en az öyküleri kadar ünlenecekti.
Söz kesildiği andan itibaren başladı Sabahattin Ali’nin mektupları. Her cümlesinde aşkı, artan heyecanı, tarifsiz özlemi vardı. Aliye Hanım’ı hayatının tamamlayıcısı ilan etmişti.
Bir mektubunda şu hisli cümlelerle dile getiriyordu bu aşkı: “Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku. Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin.”
Ailesi, Soyadı Kanunu’nda “Şenyuva” soyadını almıştı. Ancak Sabahattin, babasının adı olan Ali’yi kullanmayı tercih etti. Yazdığı tüm yazıların sonunda imzası “Sabahattin Ali” şeklindeydi. Bu sebepten soyadını Ali olarak düzenlemek istedi. Ancak nüfus müdürlüğü buna izin vermedi.
O yine de imzasını kullanmaya, kendisini böyle tanıtmaya devam edecekti.
Sabahattin Ali, askerliğe 30 yaşına geldiğinde İstanbul Eski Harbiye’de başladı. 2 ay er, 6 ay yedek subay öğrencisi olarak eğitim gördü.
Askerliği boyunca Aliye Hanım’ı da bulunduğu şehirlerde hep yanında götürdü. Kızları Filiz de bu süreçte 1937’de doğdu.
Askerlik görevi bittiğinde de Sabahattin Ali, Musiki Muallim Mektebi’ne Türkçe Öğretmeni olarak atandı. Sonunda yine Ankara’ya yerleştiler.
Ankara’da öğretmenlik görevi sırasında Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Niyazi Ağırnaslı gibi birçok isimle yakın dostluklar kurdu. İlerleyen dönemlerde de Devlet Konservatuarı’na atandı; burada Karl Albert’in asistanlığını yaptı.
Bir yandan da içine yönelmeye başlamıştı. Edebi çalışmalar üzerinde yoğun bir şekilde çalışıyordu. “İçimizdeki Şeytan”, 1939’da yayımlandı. Bu romanı siyasi tartışmalara sebep olmuştu. Öyle ki, Nihal Atsız karşılık olarak “İçimizdeki Şeytanlar” romanını yayımladı.
Bu sırada II. Dünya Savaşı öncesinde çıkarılan seferberlik sebebiyle Sabahattin Ali tekrar askere alındı. Görev yeri İstanbul’du ve 4 ay sürdü. Bu dönem, ona “Kürk Mantolu Madonna”yı getirmişti. Bugün dillere destan o romanını Sabahattin Ali, askerdeyken yazdı. 18 Aralık 1940 ve 8 Şubat 1941 arasında Hakikat Gazetesinde bölüm bölüm yayımlandı.
Ankara’daki çevresi de giderek genişlemişti. Artık daha çok tanınıyordu. Öyle ki, dönemin siyasileri ile dahi yakın ilişki içindeydi.
Sabahattin Ali, ülkenin sol kesimi tarafından lüks ve burjuvazi yaşamından dolayı daha radikal tavırlara zorlanıyordu. Sağ kesim ise, sosyalist misyon yüklenmek istenen birinin Dil Kurumu Azalığı gibi görevlere getirilmesini onaylamıyordu.
Nihal Atsız yine devreye girmişti. 1 Nisan 1944’te Orhun Dergisi’ne Şükrü Saraçoğlu’na atfen bir yazı yayımladı. Sabahattin Ali’nin herkesçe bilinen bir komünist olduğunu, Hasan Ali Yücel’in şahsi sempatisi ile göreve getirildiğini ve ayrıca Atatürk başta olmak üzere birçok isme hakaret ettiğini yazmıştı. En sonunda onu “vatan haini” olarak nitelemiş ve devlet tarafından korunmasını kınamıştı.
Bu yazı üniversite öğrencisi ve halkı ayaklandırdı. Ardından Atsız da görevinden alındı. Ancak konu bu kadarla kapanmadı. Sabahattin Ali de Nihal Atsız’a hakaret davası açmıştı. Üçüncü duruşmanın ardından Nihal Atsız altı ay ceza aldı. Ancak mazisi temiz olduğundan ve milli tahrik gibi gerekçelerle cezası 4 aya düşürüldü ve tecil edildi.
Davanın ardından Sabahattin Ali tam görevinin başına dönmüştü ki, üçüncü kez askere çağrıldı. Bu sefer Çankırı’da bir buçuk ay kaldı ve mesleğine geri döndü.
1944’ten sonra Sabahattin Ali, Markopaşa, Malum Paşa, Ali Baba gibi yerlerdeki yazılarında daha sert bir dil kullanmaya başladı. Artık daha eleştirel bir tavırdaydı. Artık siyasetle daha çok ilgilenmek istiyordu.
1946’da İstanbul’a gitti; ailesini Ankara’da bırakmıştı. Aziz Nesin ile Markopaşa Dergisi’ni çıkardı. Aslında derginin tirajları iyiydi. Ancak bir süre sonra mizah yönünden çok siyasi olduğu görüşü artarak tartışmalar doğurdu. Artık dergide çıkan özellikle imzasız yazılar için davalar açılıyordu. Bizzat Sabahattin Ali adına açılmış oluyordu. İşte bu davalardan birinde yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’a ait olmasına rağmen, sorumlu Sabahattin Ali olduğundan kendisi tutuklandı. Bir süre İstanbul Paşakapısı Cezaevi’nde kaldı ve 10 Eylül 1947’de tahliye oldu. Ardından dergi kapatıldı ve Merhum Paşa ve Malum Paşa gazeteleri çıkartıldı.
İlerleyen zamanlarda bir tutuklanma kararı daha çıkartıldı; ama hayata geçirilmedi. Ali Baba dergisini çıkardı ve ilk önce “Sırça Köşk” öyküsünü yayımladı. Ancak bu öykü de Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı ve Sabahattin Ali, Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi. 31 Aralık 1947’de serbest bırakıldı. Dergi de kapatıldı.
Sabahattin Ali, artık yurt dışına gitmek istiyordu; özellikle Fransa. Ancak kendisine pasaport verilmiyordu. Tamir edilmesi gereken bir arabası vardı. Mart 1948’de arabasını tamir ettirdi. “Edirne’ye peynir götüreceğim” diyerek sabaha karşı beşte bir süredir yanında kaldığı M. Ali Ciimcoz ile vedalaştı.
Elbette peynir sadece bahaneydi. Asıl amacı Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya ulaşmaktı. Pasaport alamadığı için kaçak yollardan amacına ulaşacaktı. Hakkındaki davalar uzayıp gidiyordu.
Sabahattin Ali, tanıştırıldığı Ali Ertekin ile Kırklareli’ye doğru kamyonla yol aldılar. Başta bir de şoför vardı. Sonra onu bırakıp yola ikisi devam etti. İlerleyen vakitlerde Ertekin, kitap okuduğu sırada Sabahattin Ali’yi, kafasına elindeki sopayla vurarak öldürdü.
Ertekin’in savcılığa verdiği ifadeye göre, Sabahattin Ali sınırı geçtikten sonra önce Bulgaristan, ardından Rusya’da çatışmalar yapacağını ve Türkiye’de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylemişti. Konuşmalarına bakılırsa Sabahattin Ali kötü bir insandı. Yol boyunca tartışmışlardı. Ve öldürme gerekçesi de, milli duygularını tahrikten başka bir şey değildi.
Sabahattin Ali’nin cansız bedenini 16 Haziran 1948’de bir çoban buldu; hemen jandarmaya bildirdi. Yapılan incelemelerden sonra cesedin kime ait olduğu teşhis edilemiyordu. Bulgaristan’da adam kaçıran bir şebeke vardı. İstanbul polisi şebekeyi çökertti. Ali Ertekin de bu şebekenin üyesiydi. Yakalanmıştı artık, Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf etti. Aslında idam ile cezalandırılmıştı; ama dört yıl hüküm giydi ve kısa bir süre sonra da serbest bırakıldı.
Ölümüne inanmayanlar da vardı. Elbette geride bıraktığı öyküleriyle romanlarıyla o zaten hiç ölmeyecekti. Tüm yaşamı boyunca aklından ve kalbinden koparıp yazdıklarıyla bir Sabahattin Ali geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.