Değişimin ta kendisi olurken bile kendine özgü tavırlarından ödün vermeyen, hayat teknesinde acılarını büyük özenle yoğuran adam, Müslüm Gürses.
Ne olursa olsun kabul etmek gerek ki, evet o birçok acı yaşadı. Ailesi yönünden şansının olmadığı bir hayatı vardı. Eğitimi de olamadı. Ama Allah’ın ona verdiği yeteneklerini kullanmayı bildi ve kendi kaderini yine kendisi yazdı.
Adana’nın çay bahçelerinde başlayan sanat yolculuğunu mutlu bir evlilikle taçlandırarak genişletti. Karısının desteğiyle hep mutlu ve başarılı oldu. Çocukluk yıllarını yakalayamayız belki insanların. Ama belki de canı yanan insan onu mutlu edecek kişiyle tanıştığı gün doğar. Sonuçta önemli olan, aslında şu dünyada kaç mutlu gün geçirdiğimiz ve minnetimizi kimlere göstereceğimiz…
Müslüm, 7 Mayıs 1953’te Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesi, Fıstıközü köyünde kerpiçten yapılma bir evde Emine Hanım ve Mehmet Bey’i oğlu olarak dünyaya geldiğinde babasının ona bıraktığı soyadı, Akbaş’tı; ancak o sanat hayatına başlarken Gürses soyadını kullanacaktı. Kendisinden sonra Ahmet ve Zeyno adında iki kardeşi daha oldu. Babası evin geçimini rençperlik yaparak sağlıyordu.
Babası Mehmet Bey, bağlama çalar ve türkü söylerdi. Müzik kulağı ona babasından geçmişti. Müslüm 3 yaşına gelmişti ki, ailesi yoksulluk sebebiyle Adana’ya taşındı.
Adana’da onu şimdikinden de pek farklı bir hayat beklemiyordu aslında, ama kaderi de orada yazılacaktı. Adana’nın sıcak ikliminde bağrı yanık türküler söyleyecek ve bir gün hepimizin Müslüm Babası olacaktı.
Adana’ya geldiklerinde henüz bebek denilecek yaştaydı Müslüm. Sonra okul çağı geldi ve ilkokulu bitirdi. İşte “Eğitim hayatı” başlığı atamayışımın sebebi. Çünkü hepsi bu kadardı, sonrası yok.
Hatta onun çok zaman sonra bir röportajında söyleyeceği gibi, “İlkokulu bitirdim. Gerisi yok. Adana’da damda yatarken uzun hava okudum. Arkadaşım Halkevi’ne gidiyordu, ben de gittim. Derken Çukurova Radyosu’nda sanatçı oldum”
Onun hayatını özetleme şekli işte bu kardı. Aslında hayatı da işte bu kadardı. Yoksulluğun tanımıydı. Okula gidemedi. Terzi çıraklığı, kunduracılık derken çalıştı durdu. Bir yandan da bir çay bahçesinde şarkılar söylüyordu. Yıl, 1965’ti.
1967’de Adana Aile Çay Bahçesi’nde düzenlenen şarkı yarışması düzenliyordu. Müslüm de başvurusunu yaptı. Ancak babası bu yarışmaya katılmasını istemiyordu. Müslüm’ün ise vazgeçmeye niyeti yoktu. Bir destek göremeyeceğini anlamıştı; bitpazarından elbisesini aldı. Babası ise önüne engeller koymaya devam ediyordu. Yarışmadan önceki gece uyurken Müslüm’ün saçlarını kesti. Ama Müslüm yine de o gün yarışma için sahnedeydi ve birinci oldu; 14 yaşındaydı. Sesiyle tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Belki de asıl dikkat çeken sesindeki acıydı. Çünkü o zamanlarda da ülke olarak besin kaynağımız, katıksız acıydı…
Müslüm bir süre bu çay bahçesinde sahneye çıktı. Bir yandan da terzilik yapmaya devam ediyordu. Bir gün bir gazinonun assolisti Sadık Altınmeşe’nin hastalanması sebebiyle arkadaşı Mehmet’in vasıtasıyla onun yerine sahneye çıktı. Gösterdiği performansla seyircisini ayrı gazinonun sahibini ayrı etkilemişti. O gün geçici diye eline aldığı mikrofonu bir daha hiç bırakmayacaktı. Bu gazinoda şarkılar söylemeye devam etti ve dönen talihini şarkılar söyleyerek izledi.
Müslüm, artık Çukurova Radyosu’nda sanatçıydı ve soyadı da işte bu zamanlar da Gürses olarak değişmişti.
1967’de o şarkı yarışmasındaki birinciliğinden sonra, Müslüm her Cumartesi canlı yayında türkülerini söyledi.
Dikkatleri çekmeye devam ediyordu. Böylece çok değil 1 yıl geçmişti ki, Müslüm’ün ilk 45’likleri çıkmaya başladı. İlk plağı Ömür Plak, Adana basımıyla “Emmioğlu / Ovada Taşa Basma” adını taşıyordu. Bundan sonra 3 tane daha 45’lik çıkardı.
Müslüm, şöhret basamaklarını tırmanıyordu artık ve bu sırada ilk önce erkek kardeşinin ölüm haberi ile yıkıldı. Kardeşi öldürülmüştü. Bu olayın ağırlığını kaldıramayan Müslüm, evden uzaklaştı. Özellikle babasıyla görüşmeyi kesmişti.
Babasıyla bağlarını tamamen koparan ikinci ölüm ise annesinin ölümüydü. Ancak onu öldüren babasıydı. Babası hapse Müslüm de İstanbul’a gitti. Bu acı bir ömür içine çöreklenecek ve üzerine ekleneceklere zemin olacaktı.
Babası hapisten çıktıktan sonra Urfa’ya yerleşti. Kendi içinde oğluna hep bir sitem oldu. Birkaç kez kameralara konuşsa da bu aralarında yeniden bir bağ kurulmadı. Müslüm Gürses, sadece babasına son görevini yaptı ve cenazesinde taziyeleri kabul etti.
Müslüm, söylediği türküler ve doldurduğu 45’liklerle İstanbul kapılarını açmıştı. Burada Sarıkaya Plak imzasıyla “Giyin Kuşan Selvi Boylum / Hayatımı Sen Mahvettin” ve “Gitme Gel Gel / Haram Aşk” şarkılarından iki tane daha 45’lik doldurdu.
1969’da ise, Palandöken firması ile “Sevda Yüklü Kervanlar / Vurma Güzel Vurma” adlı 45’liği çıktı. Bu seferki diğerlerinden biraz daha farklıydı. Çünkü, bu 45’liği tam 300.000 adet satışıyla rekor kırdı. “Sevda Yüklü Kervanlar” çıkış şarkısıydı ve çok beğenilmişti.
Bir süre askerlik için plaklarına ara verdi. Ancak döner dönmez kaldığı yerden aynı şirketle çalışmaya devam etti. Müzik artık onun hayata tutunduğu en değerli varlığıydı.
Palandöken’den toplamda 13 tane 45’lik doldurdu. Daha sonra, Bestefon ile 4, Hülya Plak ile 15 ve Çın Çın Plak ile de 2 tane 45’lik daha doldurdu. Sanat yaşamına birçok şarkı ve plağı sığdırmıştı.
Müslüm Gürses artık tanınan bir sanatçıydı. Çay bahçelerinde, gazinolarda şarkı söylemenin ötesine geçmiş, artık turnelere çıkıyor, başka başka şehirlerde sevenleriyle buluşuyordu.
1970’li yıllarda bir gün Anadolu turnesinden dönerken Tarsus – Adana yolunda şoförün uyuklaması sebebiyle kaza geçirdi. Arabaları paramparça olmuş, şoför de ölmüştü. Müslüm Gürses de öldü diye morga kaldırıldı. Ancak Müslüm Baba, burada gözlerini hayata yeniden açtı. Yaşadığının fark edilmesi ile hemen ameliyata alındı. Beynini koruyacak bir plaka takıldı.
Bu kaza Müslüm Baba’nın hayatını değiştirdi. Çünkü ameliyattan canlı çıkabilmişti, ama bundan sonra koku alamayacak, daha az işitecek ve seri bir şekilde konuşamayacaktı. Bundan sonra onu asla terk etmeyecek baş ağrıları ve çok dikkatli olması gereken bir hayatı olacaktı. Çünkü alacağı en ufak bir darbe de daha kör kalabilir, hatta ölebilirdi.
O dönemde şarkılı filmler olarak gördüğümüz bir film furyası vardı. İşte bu furyaya Müslüm Gürses 1979’da “İsyankar” filmi ile adım attı. Artık sinemaya da giriş yapmıştı öylece.
Müslüm Gürses bu filmlerde genel düşünce olarak alkolün sürüklediği bataklıkta gençleri ve onların acı dolu hayat hikayelerini konu alıyordu. Acı şarkılarından döküldüğü gibi filmlerinden de dökülüyordu. Ayrıca bunun yanında filmlerden dökülen bir de ironik replikler vardı: “Yumurtaya can veren Allah’ım yeşil bineri nasıl yarattın?” ya da benim favorim, “Adam öldürmeye hazırım, ama cinayet işleyemem”…
Bütün bu acıdan ve ironiden geriye ise 38 sinema filmi kaldı.
Kariyerinin son dönemlerinde de birçoğu komedi türünde olan filmlerde konuk oyuncu olarak bulunacaktı…
Kazadan sonra arabesk olan şarkıları ve hayatı daha da acı yükledi Müslüm’ün. Öyle ki her şarkısı acının ve kederin dolu olduğu bir havuza en az üç kez batırıp çıkarılmış izlenimi taşıyordu. Kazadan sonra söylediği “Hasta Düştüm Allah’ım, Bu Kadar İşkence Günah, Yeter Tanrım Yeter” diye şarkı söylerken aslında içindekileri, yaşadıklarını anlatıyordu Müslüm Baba. Muhtemelen acılarda boğulmayı seven melankolik hayranları da onun acısına ortak olarak seviyordu onu.
Bir gün Malatya turnesine çıktı. Sinemadan beğenerek takip ettiği Muhterem Nur ile de bu turne sırasında tanıştı. Aşık olmuşlardı. Geçirdiği kaza nasıl bir talihsizlikse Muhterem Nur ile tanışması da yine bir dönüm noktasıydı. Ömürlük birlikteliklerini 1986’da evlilikle taçlandırdılar.
Muhterem Nur, Müslüm Gürses’in isteği üzerine sanat hayatını noktaladı ve o andan sonra da hep eşinin yanında oldu. Aldığı bu büyük destekle de Müslüm Gürses ömrünün sonuna kadar değerini bilerek yaşadı ve “Esrarlı Gözler” şarkısını biricik karısı için yazdı.
Bu kelimeler sadece bir başlıktan ibaret değil aslında. Çünkü gerçekte üzerine doktora tezleri yazılmış bir hayran kitlesi vardı Müslüm Gürses’in. Müslüm Babalarına sevgi ve bağlılıklarını sesini her duyduklarında, her konserine gidişlerinde bileklerine jilet kesikleri atarak gösteriyorlardı.
Müslüm Baba’yı sevmek ve onu anlamak herkesin yapabileceği bir şey değildi belli ki. İşte bu yüzden 2002’de Caner Işık ve Nuran Erol tarafından “Arabeskin Anlam Dünyası ve Müslüm Gürses Örneği” adlı bir kitap yazıldı. Müslüm Babayı sevmek, bir inanış gibiydi belki de, özen istiyordu…
Müslüm Gürses, şüphesiz ki bu ülkenin sahip olduğu değerlerden biriydi. Ancak elbette eleştirildiği noktalar da vardı. Üzerine tezler yazılan şu hayranlık konularından sonra bir de “Müslüm Gürses’in şarkıları insanları umutsuzluğa sevk ediyor” eleştirileri yapılıyordu. Bakış açısına göre değişirdi elbet. İnsanların hipnotize olmuş gibi bileklerini neden jilete yalattıklarını anlamayan bir kesim de vardı sonuçta. Nihayetinde o kesiklerden dağılan bütün kırmızı dumanlar da kuruyup gittiğinde geriye izleri kalıyordu.
Müslüm Gürses, bu eleştiriler bir olumlama ile cevap verdi: “Ne demişiz biz, bugün batarsa güneş yarın yeniden doğar” ve bundan sonra da ekliyordu: “İnsanın hayatında neşenin yeri olduğu kadar hüznün de yeri olacaktır”
1999’da en son çalıştığı plak şirketi olan Elenor ile yollarını ayırmıştı. Bundan sonra “Gönül Teknem” adını verdiği albüm ile raflardaki yerini aldığında yıl 2006 olmuştu.
Kozmopolitik şehirler gibi bir kişilikti aslında Müslüm Gürses. Arabesk müzik ve yaşam tarzında kendini kısıtlamadı. 2006’da Pasaj Müzik etiketinde Murathan Mungan ile “Aşk Tesadüfleri Sever” projesini hayata geçirdi. Bir arabesk müzik sanatçısından kesinlikle uzakta bir projeydi bu. Murathan Mungan’ın sözlerini yazdığı, “David Bowie, Garbage, Jane Birkin ve Leonard Cohen” gibi birçok müzisyenin bestelediği şarkıları bu proje kapsamında söyledi. Milenyumdan sonra yepyeni, çağa ayak uyduran ve yine kendini sevdirmeyi başaran bir Müslüm Gürses vardı.
Aşk Tesadüfleri Sever projesinden sonra 2009’da “Sandık” adını verdiği albümünü çıkardı ve yine bu albüm de çok ses getirdi.
2010’da ise son albümü “Yalan Dünya”yı sevenlerine sundu. Bu son albüm onun değişime açık olduğunun kanıtında uç noktaydı. Çünkü bu albümde “Teoman, Nilüfer, Tarkan, Şebnem Ferah, Kenan Doğulu” gibi Pop ve Rock dünyasından isimlerin şarkılarını kendine özgü bir yorumla söyledi.
O güne kadar onun arabesk tarzını beğenemeyen insanlar bile dönüp bu şarkılara bir şans verdi. Aslında işte bu yüzden Müslüm Gürses, gerçek bir değerdi.
Müslüm Gürses, yaşadığı acılara inat aslında mutlu bir hayat sürüyordu. Benim fikrimce içindeki bütün acıyı şarkılarıyla atıyordu. E tabi almak isteyen de oradan parça parça paylaşıyordu.
Bu mutlu günler, 15 Kasım 2012’de Müslüm Baba’nın geçirdiği by-pass ameliyatı ile gölgelendi. Çünkü ameliyattan sonra kalp ve akciğer yetmezliği sebebiyle yoğun bakıma alındı ve solunum cihazına bağlandı. 4 ay boyunca tedavi gördüğü hastanede 4 Mart 2013’te hayata gözlerini kapadı.
Hayranlarına göre artık “7 Mayıs Dünya Müslümcüler Günü” diye bir gün var ve onu her doğum gününde bu şekilde anacaklar belliki…
Acılarıyla, öfkesiyle, mutlu aşkıyla bu dünyadan bir Müslüm Gürses geçti.
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Küllerini aşktan doğurup savuran, aşka aşık, özgür ruhunu gökyüzünden dünyaya kolye yapmış şiirleriyle sallandıran adam, Cemal Süreya Seber.
O daha çocukluğundan başladı şiirlerine. Pek içli, duygu yüklüydü ve yeni şeyler öğrenmeye de açtı. Açlığını kalemiyle bastırdı. Çocukken kantinde yazılar yazmaya başlayan Cemal, gürültüyle şiirlerini yazmaya alışacak, sonra da hep yazarken gürültü arayacaktı mesela.
Kumarla arası asla olmayan Cemal, yazar arkadaşlarıyla birleşip bir poker oynayamayacaktı.
Onun derdi günü sevgiyi kovalamak ve sevda üzerine sözler söylemekti çünkü. Bir aşık gibi aşık oldu hep. Her seferinde ilk kezmiş gibi. Bu yetti de arttı. Hissetti, yaşadı ve her bir duygusunu bize de aktardı.
Acaba biz de feyz alıp böylesine tutkulu sevebilir miyiz diye belki, kim bilir…
Sahi, sevebilir miyiz?
Cemal 1931’de Erzincan Pülümür’de Hüseyin Bey ve Gülbeyaz Hanım’ın oğlu olarak dünyaya geldi. Ailesinin ona verdiği asıl isim Cemalettin Seber’di. Zaza Alevi asıllıydı.
Çocukluğunu, 1938 Dersim İsyanı sonrasında babası Bilecik’e sürgün edilene kadar Erzincan’da geçirdi. Pülümür’den yola çıkan Seber ailesi artık Bilecik’te yaşayacaktı. Üstelik buradan başka bir şehre de gidişleri yasaktı.
Annesi Gülbeyaz Hanım tüm bu acıların içinde erken yenildi. Cemalettin de annesinin erken ölümü üzerine İstanbul’a gönderildi. Anne babadan ayrı bir çocukluk ve okul hayatı yaşayacaktı artık Cemalettin. ,
Cemalettin İstanbul’da ilkokul eğitimine başladı. Daha ilkokul sıralarındayken bir dergi çıkarmaya karar verdi. Şairlik duygusu daha ana kucağından üzerine yapışmış gibiydi, bu isteğe karşı duramıyordu. Çünkü ‘’kalbimin kuşu’’ diye adlandırdığı annesi, ona ’’Kerem ile Aslı’’yı anlattığında düşmüştü gönlüne şiir sevdası.
İşte şimdi de daha boyuna posuna bakmadan dergi çıkarmak istiyordu. Tek engeli de baskı malzemelerinin azlığı, var olanların da kalitesizliğiydi. Ama vazgeçmedi. Sıkı dost olduğu Altan Günalp ile beraber oturup el yazısı ile yazdılar, resimler çizdiler, çıkardılar dergilerini. En büyük destekçileri de Cemalettin’e hayran olan kızlardı…
Müthiş bir kitap kurduydu Cemalettin. Daha ilkokul 3. sınıftaydı ki, ‘’Suç ve Ceza’’ ile ‘’Karamazov Kardeşler’’i defalarca okumuştu.
1942’de Bilecik’e geri getirildi. Aynı dönemde babası tekrar evlenmişti. Bu evlilik Cemalettin için can sıkıcıydı. Kalbinin küçük kuşu ölen çocuk, şimdi de üvey annesi Esma’nın eline mahkum olmuştu. Esma Hanım kız kardeşleri ve Cemalettin’i sürekli dövüyordu. Hatta bir keresinde Cemalettin’i zehirlemeye bile kalkıştı. Cemalettin için hazırladığı yemeklere de cam kırıkları attığı biliniyordu.
Cemalettin ortaokulu burada okudu. Seniha Nemli ile bu sıralarda tanıştı. O an farkında değildi ama yıllar sonra Seniha, ilk eşi olacaktı.
Ortaokulda Cemalettin 100 metre koşu yarışına katıldı ve yarışmada birinci gelmişti. Hediyesi ise kalemdi ve bunun Cemalettin için anlamı büyüktü. Yazma sevdasına düşmüş küçük bir çocuğun ilk dolma kalemiydi bu çünkü ve dünyalara değerdi.
Bu yıllarda bir şey keşfetti Cemalettin. Tüm büyük yazarların üç tane adı vardı, kendisinin neden olmasındı. Keşfetmesiyle kararını vermesi de bir oldu. İlk adını Cemal olarak kısaltıp yanına da Süreyya’yı ekleyecek ve tam adı ‘’Cemal Süreyya Seber’’ olacaktı.
Ortaokuldan sonra Cemalettin babasına haber vermeden sınavlara girdi ve Haydar Paşa Lisesi’ne yatılı – burslu olarak kaydoldu. Cemalettin lisedeyken üvey anne kabusu da bitmişti. Esma Hanım yaşanan bir olaydan sonra evden ayrıldı. Babası da bir süre sonra tekrar evlendi. Ama bir önemi yoktu artık. Cemalettin yazdığı şiirlerin ve okuduklarının da etkisiyle büyüyordu.
Eğitim hayatını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi – Maliye ve İktisat Bölümü’nde tamamladı. Üniversite hayatı ona Muzaffer Erdost, Sezai Karakoç, Hasan Basri, Nihat Kemal Eren gibi isimlerle yakın arkadaşlıklar getirmişti.
Sezai Karakoç ile dostlukları tüm fikir ayrılıklarına rağmen daha da sağlam ilerleyecekti. Çünkü sevginin getirdiği dostluk da aşk da böyleydi işte.
Şimdi sormadan da duramıyorum; onlar fikirleri de zikirleri de ne olursa olsun çok iyi dost olmayı bilmişken, bugün onları okuyanlar neden iki kutba ayrılır?
Ya da insan sevmek söz konusuyken neden bir kutba çeker o güzel yüreğini?
Üniversite mezuniyetinden sonra memuriyet hayatına başladı. Şiir hayatı ayrı bir köşedeydi hayatında ve ruhunda. Maliye Bakanlığı’nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik, Darphane müdürlüğü, Kültür Bakanlığı’nda kültür danışma kurulu üyeliği, Orta Doğu İktisat Bankası yönetim kurulu üyeliği ve 25 yıldan fazla Türk Dil Kurulu üyeliği yaptı.
Bunlardan başka yazı hayatını da memuriyete taşıdı. Emekliliğinde yayınevlerinde danışmanlık ve ansiklopedilerde redaktörlükle çevirmenlik yaptı.
1960 Ağustos’unda çıkardığı Papirüs dergisini yalnızca 4 sayı yayınlayabildi. Pazar Postası, Aydınlık, Yeditepe, Oluşum, Politika gibi birçok yayın kuruluşunda şiir ve yazılarını yazdı.
Şiire yüklediği duygu yüklü anlamla annesinin ona ‘’Kerem ile Aslı’’yı anlattığı zaman başlamış olsa da, fiziksel koşullar lise yıllarındaki aruz denemelerini gösteriyordu. İlk şiirine ‘’Şarkısı Beyaz’’ adını vermişti ve bu şiir 8 Ocak 1953’te ”Mülkiye” dergisinde yayınlanacaktı.
Üniversite yıllarında ise çeşitli takma adlar kullanarak muhtelif dergi ve gazetelerde yazılarını yayımladı.
1950’li yılların başında gelişme gösteren ‘’ikinci yeni hareketi’’ ne katıldı Cemal, ama tam olarak da bu akımla kesiştiremedi kalemini. O daha çok ‘’garip’’ akımının etkisinde gibiydi. Özgür olmalıydı o, Cemal Süreya olabilirdi işte o zaman. Kaleminin özgür olması demek, ruhunun da özgür olması demekti. İşte bu yüzden, Cemal Süreya, kendi özgürlük akımını yarattı. Bununla birlikte şiirde anlamsızlığı savunan görüşleri vardı. Şiir ona göre anlamsız cümlelerin duygular katılarak anlam yüklenmesiyle yazılıyordu.
Karşı çıktığı ne varsa, kalemini onunla besledi. Şiirlerinde erotizm tüm canlılığıyla insanın karşısına dikiliyordu, ama toplumun değerlerini de çiğneyip geçmiyordu. Şiir ona göre ‘’anayasaya aykırı’’ydı. Hatta doğanın ahlakı kovduğu yerdeydi ve üstelik yasadışıydı.
Bu düşünceyi savunmasından sebep şiirleri hiçbir zaman hikaye barındırmadı. Bunun yerine özel imgelerin oluşturduğu bir söz sanatı açıklarında yüzüyordu.
1953’te ilk şiiri ‘’Şarkısı Beyaz’’ın yayınlanmasının ardından dergilerde karikatürleri de yayınlandı Cemal’in ve kendisini edebiyat dünyasına tanıtan şiirine de ‘’Gül’’ adını vermişti. 1955’te ise bugün onu anmamıza sebep olacak en güzel şiirini yazdı; adı, ‘’Üvercinka’’ydı ve ‘’Dalga, Güzelleme, Üçgenler, Cigarayı Denize Attım, Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm’’ gibi önemli eserleriyle birlikte dergilerde yayınlandı.
Cemal Süreya biyografisi yazılır da bu şiir hiç atlanır mı?
‘’
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
…’’
Ben küçük bir kısmını yazabildim. Ama lütfen siz tamamını okuyup kendinizi ödüllendirin.
Cemal, henüz üniversitedeyken ortaokulda sınıf arkadaşı olan Seniha Nemli ile evlendi. Onlarınki bir nevi çocukluk aşkıydı. 1954’te mezun olmuştu. Ancak Seniha ile evlilikleri de bu süreçte çatırdamaya başladı. 1955’te Ayçe adının verdikleri bir kız çocukları oldu, ama o ilk çıt sesinden sonra evliliklerinin sonu aslında belliydi.
Ayçe’nin doğumundan sonra Cemal’in tayini Müfettiş yardımcısı olarak İstanbul’a çıktı. Evlilikleri bir süre daha devam etti ve sonra ayrıldılar.
Aslında küçük bir çocukken, adı henüz Cemalettin Seber o zamanlar, bir yazarın üç adı olması gerektiğini tespit edip adını Cemal Süreyya Seber olarak değiştirmişti adını.
Ancak iddiaya girmeyi çok seviyordu Cemal. Bir gün arkadaşıyla bir telefon numarası üzerine iddiaya girdi. Kaybederse soyadındaki ‘’y’’ harflerinden birini sildirecekti. İddiayı kaybetti ve bize de onu Cemal ‘’Süreya’’ olarak tanımak düştü.
Bir harf sildirdiği soyadı, ilk kez 1956’da, ‘’Elma’’ şiirinin imzasında kayda geçmişti.
1957’de Cemal’in babası Hüseyin Bey hayatını kaybetti. Elbette bugüne kadar yazdığım birçok biyografinin sahibinin de babası öldü. Ama bu başkaydı. Bu bir babanın ölümünün ardından o mükemmel şiiri yazan Cemal Süreya’nın babasıydı.
Cemal Süreya’yı babasının ölümü çok sarstı ve bütün duygusunu ‘’Sizin Hiç Babanız Öldü mü’’ şiirine akıttı.
”
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum
Yıkadılar, aldılar, götürdüler
Babamdan ummazdım bunu, kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim, lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü, kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi, kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu, kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?”
Babasının ölümünün ardından Cemal kendini kalemine daha çok kaptırmıştı. Çok değil bu sarsıcı ölümün üzerinden bir yıl sonra, 1958’de, ”Üvercinka” adını verdiği ilk şiir kitabını çıkardı.
Kitap oldukça ilgi çekti ve 1959’da ‘’Yeditepe Şiir Armağanı’’nı kazandırdı Cemal Süreya’ya. Bu zaman zarfında ‘’Papirüs’’ dergisini de açtı.
Cemal, 1967’de dönemin önemli dergilerinden ‘’Yelken’’de çalışan Zuhal Tekkanat ile evlendi. Bu evlilikten Memo Emrah adını verdikleri bir çocukları oldu.
Zuhal bir süre hasta yattı, büyü bir kalp rahatsızlığı vardı. Bu süreçte Cemal Süreya bir an olsun yanından ayrılmadı Zuhal’in. Her an aşkla baktı ona; mektuplar yazdı. Biriktirdiği mektupları daha sonra ‘’Onüç Günün Mektupları’’ adıyla kitaplaştırdı.
Ancak bir yandan da maddi sıkıntı yaşıyorlardı. Cemal memuriyete geri dönmüştü ve ataması da Ankara’ya yapıldı. Ancak Zuhal İstanbul’da kaldı. Bir süre ayrı yaşadılar ve sonunda Zuhal de eşinin yanına gitti.
Yeniden birlikte yaşamaya başlamışlardı ancak bir şeyler oluyordu. Neredeyse buna şiddetli geçimsizlik denebilirdi. Üstelik bir de üstüne her iki taraf da birbirini öldüresiye kıskanıyordu. Bu süreç fazla uzun yaşanamazdı. Sonunda ayrıldılar.
Cemal Süreya’nın hayatı kadınlar ve tutku üzerine kuruluydu adeta. O bekar bir adam olamazdı. Hayatının merkezine aşkı koymuştu bir kere…
1975’te, işte tam da bu sebepten, Cemal üçüncü kez evlendi. Güngör Demiray ile büyük bir aşk yaşadılar ve hemen üzerine evlendiler. Ancak büyük aşkın evliliği sadece bir yıl sürdü.
Bu ayrılık safhasını yaşarken bir ara ikinci eşi Zuhal’le bir kere daha denemek istediler, ancak yine ayrılıkla sonuçlandı.
En sonunda Cemal, bir kitap evinin de sahibi olan Birsen Sağnak ile evlendi. Birsen, hali hazırda 4 çocuğu olan bir kadındı. Toplumun sırtında kambur olarak göreceği bu durumu önemsememişti Cemal. Birsen öylesine şefkat dolu, merhametli bir kadındı ki, Cemal’in bütün çekilmez yanlarına yaklaşmayı iyi bilmişti. Ölene kadar yaşayacağı sol yanı, masumiyetle bulmuştu.
Son evliliğine kadar Cemal, birçok devlet kademesinde müfettişlik yaptıktan sonra 1982’de emekli oldu.
Ancak emeklilik ona pek yaramadı, çünkü emeklilik maaşı yetmiyordu. Şükürler olsun ki bu kez evliliğinde bir sorun yoktu. Birsen yuvasının rahatını çok iyi sağlıyordu. Ancak çalışmalıydı.
Bu sebeple bir bankada çalışmaya başladı. Ancak bir süre sonra banka iflas etti ve yargılananlar arasında Cemal Süreya da vardı. Neyse ki, davası beraat ile sonuçlanmıştı.
Tomris Uyar’ı edebiyat dünyası gencecik yaşta tanıdı; deneme ve öykü yazarıydı. Gazeteci ve Şair Ülkü Tamer’in biricik karısıydı.
Tomris, Tamer ile evliyken Cemal Süreya’ya aşık oldu. Üstelik Cemal Süreya da evliydi. Birbirleri için eşlerinden boşandılar. Bugün bile edebiyat dünyası bu aşkın tanımını ‘’Türk edebiyatının en verimli aşkı’’ olarak yapar. Üç yılları birlikte geçti. Tomris, 4 evliliğin arasında yaşanmış büyük bir aşktı.
Gerçekten de verimliydi aşkları, çünkü, Cemal Süreya en içli aşk şiirlerini yazıyordu Tomris için.
En güzeli de kuşkusuz ‘’Sayım’’ dı:
”
Ay ışığında oturduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni
En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni”
Bundan başka hep bir içli, bir acıklıydı Cemal Süreya’nın dizeleri. Adeta aşkı bir morfin gibi alıyordu vücuduna. Yoksa bir adam bir kadına şöyle diyebilir miydi?
”
Daha nen olayım isterdin
Onursuzunum senin!”
En verimli aşk onlarındı evet, ama Tomris’in hayranı çoktu. Bunlardan sadece üç tanesi şairdi: ”Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever”
Ancak sonradan Turgut Uyar’la evlendi Tomris ve onun çocuğunu doğurdu. Aşkları, hayranlıkları hakkında da asla konuşmadı. Hoş konuşmasa ne çıkar, Cemal Süraya’nın şiirlerinden aşk akıyordu. Edip Cansever de her sene Tomris’in doğum gününde manidar bir şiir yayınlamaktan geri durmuyordu. Her şey gün be gün ortadaydı işte.
Bir gün Cemal Süreya ile ilişkisi sorulduğunda şunları söyledi sadece Tomris: “Beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı. ‘Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikâyen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim; benim ağzımdan kimse duymayacak’ dedi ve doğrusu hiç yazmadı”
Sadece bu aşkın ömrü üç yıllıktı ve tükenmişti. Geriye de güzel bir dostluk bırakmıştı.
Yine de aşktı bunun adı, geriye dostluk bırakabilirdi tabii, ama öfkesiz de olmazdı. Tomris, Cemal Süreya’nın büyük aşkıydı. Cemal’in kadınlara ve aslında aşka olan düşkünlüğü düşünülürse, bu aşkın haliyle kendisi kadar öfkesi de büyük olacaktı. Bir tartışmanın ardından tutkuyla yazdığı mektupları yırtıp attı. Bu mektuplardaki aşk da böylece onların arasında kaldı.
Aşk kendini her mekanda anımsatırdı. İşte bu yüzden Tomris’le gittiği hiçbir mekana bir daha uğramadı Cemal Süreya…
Bir küçük hikaye daha var aktarmak istediğim. Tomris yakınlarına anlatmış bir zamanlar bu Cemal Süreya anısı. Biz şimdi sosyal medyada görüyoruz sık sık, aşkın tanımı olarak:
Her akşam iş çıkışı hiçbir yere uğramadan eve koşarmış Cemal Süreya. Tomris bir gün, ‘’Biraz gez, dolaş; arkadaşlarınla buluş’’ demiş. Ertesi gün ve ondan sonraki günlerde geç gelmeye başlamış Cemal.
Ama bir akşam örtü silkelemek için cama çıkan Tomris, aşağıda bekleyen Cemal’i fark etmiş. Belli ki zamanını dolduruyormuş. Tomris Uyar bu durumun adını, ‘’Şahsiyet Rötarı’’ koymuş.
Cemal Süreya ruhunu şiirlerinde okuyucusuyla samimiyetle paylaşan bir şairdi. Ancak bunun yanında nesriyle de edebiyatta adında söz ettirmeyi bilmişti.
Bir süre ‘’Politika’’ gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Bu yıllarda ‘’Şapkam Dolu Çiçeklerle’’ adını verdiği deneme kitabını yayımladı.
1977’de de ‘’Emeğin ve Emekçinin Tarihi’’ adlı eserini yayımladığında daha birçok eseriyle birlikte nesirdeki başarısını iyiden iyiye kanıtlamıştı.
‘’Aydınlık’’ gazetesinde de yazdı. 1884’te ‘’Sevda Sözleri’’ adını verdiği en güzel sözlerinden kitap yaptı ve aslında o gün kanıtladı ki, herkesin ‘’en güzel’’ yaptığı bir şeyler vardı. Kimi roman yazar, kimi çok iyi resim yapar, hatta kimi çok iyi küfür ederdi. İşte Cemal Süreya’nın da en güzel yaptığı iş, sevda sözleri söylemekti; şiirler yazmaktı.
Tüm bunların yanında, bir de çocuk yanını gösterdi Cemal Süreya; çocuk edebiyatı ile ayrı bir bağ kurdu. ‘’Çocukça’’ dergisinde ‘’Aritmetik Kuşlar Pekiyi’’ adını verdiği bir köşeden seslendi çocuklara. Bu işin de ustalıkla hakkını vermişti üstelik.
Cemal Süreya çok iyi bir şairdi ve kompozisyon konusunda da en az şiir konusunda olduğu kadar iyiydi. Üstelik bu çocuk yaşlarından beri böyleydi. Herkesin kompozisyon ödevine yetişmekten gocunmayacak kadar çok seviyordu kalemini konuşturmayı. Arası sayılarla hiç iyi olamadı ama. Saatin kaç olduğunu söyleyebildiğinde neredeyse ortaokula geçmişti.
Şiirle haşır neşirken bambaşka bir Cemal Süreya vardı. İşte bir de futbol vardı onu zevklendiren ve rahatlatan. Koyu bir Fenerbahçeli’ydi ve en sevdiği futbolcu da Lefter’di. Bunun yanında Metin Oktay’ı büyük bir saygı ile seviyordu.
İki takım kurmuşlardı, maç bile yapıyorlardı. ‘’Edebiyatçılar’’, ”Tiyatrocular’’a karşı oluyordu ve her zaman da gol kralı Orhan Kemal’di.
Süreyya Kapınak soyadını değiştirmek istiyordu. Yemekli bir toplantıda şair ve yazar arkadaşlarına bu isteğini anlattı ve onlardan öneri bekledi.
Ancak hiçbir öneri aklına yatmamıştı, ta ki Cemal Süreya’nın önerisini duyana kadar. Cemal Süreya, ona soyadını ‘’Berfe’’ yapması fikrini sundu. Süreyya Kapınak ilk iş bu kelimenin anlamını sordu. Anlamını da öğrendiğinde artık kararını vermişti.
Berfe, Kürtçe’de ‘’kar’’ demekti. Cemal, bu sözcüğü bir gün Ahmed Arif’ten duymuştu. Ahmed Arif bir kızı olsa Berfe koyacaktı adını.
Belki bir kız çocuğuna kısmet olamadı bu isim hayal edildiği gibi, ama ‘’Süreyya Berfe’’yi yeniden doğurmuştu adeta.
Her biyografide en üzücü başlığım bu olsa gerek. Adeta yıl be yıl birlikte yaşar gibi zaman tünelindeyim sanki ve sevdiğim insanlar bitiş noktasında bir kere daha benim şahitliğimde de ölüyor gibi. Bense uzaktan izliyorum bütün seramoniyi…
Öyle işte, hiç ölmemesi gereken isimlerden biri daha öldü.
Sigara alışkanlığından kurtulmuş olsa da, Cemal Sürey alkolü bir türlü bırakamamıştı. Ama asıl sorun bu değil, oğlu Memo idi.
Memo, günden güne daha bir fütursuz, daha bir savurgan oluyordu. Babasıyla sürekli büyük kavgalar ediyordu. Hatta babasının değerli kitaplarını çalıp sahaflara satıyordu. Cemal Süreya bu durumdan büyük ızdırap duyuyordu.
Memo bir kavgaları sırasında babasını ağır darp etti. Cemal Süreya hastaneye kaldırıldığında vücudunda çok fazla morlukları, yaraları vardı. Ama asıl yarası kalbindeydi ve üzüntüsü neredeyse fiziksel anlamda dahi görülecek kadar vücudundan taşıyordu.
Bu acı artık onu daha fazla yaşatamazdı.
Cemal Süreya, 9 Ocak 1990’da, huzursuz bir şekilde, öldü…
Bence Cemal Süreya, o anda hasretle beklediği kız çocuklarını düşündü. Olmasını çok istediği, ama olmayan iki kız çocuğunu; ‘’Kelime ve Elif’’i. Memo’nun içine bıraktığı acı, bu hasreti harlamış olmalıydı.
İnsan neye sahip olursa olsun, olamadıklarının hasretiyle yaşar ve ölür ya, ne bileyim öyle doğdu benim de içime birden işte. Ya da belki benim de içimi yaktı, Memo’nun yaptıkları.
Ama ne olursa olsun, bu dünyadan bir Cemal Süreya geçti.
Üstelik hayat gerçekten kısa ve kuşlar uçuyordu…
Üstelik boynuyla ve sayılı yerlerinden…
Tüm kara parçalarında…
Ve Afrika hariç olamazdı…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
“Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa…”
Diyor Louis Aragon, Cemal Süreya’nın enfes çevirisiyle. Mutlu aşk yoktur… Bu şiiri kaç kez okudum bugüne dek, bu soruyu hayatımın başka zamanlarında kaç kez sordum kendime bilmiyorum. Ki bu konuda yalnız olmadığıma da eminim.
Louis Aragon, Avrupa’nın çarpıcı değişimler geçirdiği, birbirini izleyen kuşakların farklı sanatlar ve siyasal arayışlar içinde olduğu çokça uzun bir dönem boyunca, güçlü kaleminin yanında varlığını hissettiren güçlü kişiliğiyle birçok sanatsal akımdan hem etkilendi, hem de başkalarını etkiledi. Hangi akımı ya da duyguyu savunursa savunsun değişmeyen bir şey vardı; Louis, özgün ve hep duyarlı oldu.
Birçok şiirini şarkı olarak da dinledik. Romalarıyla da ünlendi. Ama yine de en çok şiirleriyle çaldı gönlümüzü; Elsa’ya bir ömür yitirmediği aşkıyla.
Sevgili Louis, gerçekten en büyük aşkına öfkeyle mi gittin bu dünyadan bilmiyorum. Ama umarım bir şekilde bir şeyleri kabullenmenin ve onu affetmenin bir yolunu bulmuşsundur. Hem sen demiyor muydun işte:
“Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa…”
İyi ki doğdun…
Louis, 3 Ekim 1897’de, Marguerite Toucas ve Louis Andrieux çiftinin oğlu olarak dünyaya geldiğinde, anne ve babası ayrıydı. Hatta Marguerite, Louis’den annesi olduğunu saklamış ve ona kendisini ablası olarak tanıtmıştı. Marguerite de küçüktü ve belli ki korkmuştu da. Elbette Louis eninde sonunda annesini tanıyacaktı. Ancak bu durum hiç dile gelmese de ikisinin de travmasıydı. O, aslında kendi içinde yalnız bir çocuktu. Belki de bu sebeptendir ki, bir gün “Ölmek daha kolaydır sevmekten” diyecekti…
İlk yazı denemelerine de çocuk yaşlarında başlamıştı aslında. Sadece ne zaman açığa çıkacak şu an için belli değildi.
1904’te Neuilly’e taşındılar. Oldukça başarılı bir öğrenciydi. 1908’de Saint-Piere Lises’i’ne girdi. Annesi özellikle tıp okuması yönünde ısrarcıydı. Daha fazla karşı koyamadı ve iyi notlarının hakkını vererek 1914’te Tıp Fakültesi’ne kaydoldu. Ancak okulu tamamlayamayacaktı…
Louis, Tıp Fakültesi’nde öğrenciyken üçüncü yılının sonunda askere çağrıldı. I. Dünya Savaşı yaşanıyordu ve orduya katılmalıydı. Orada aldığı Tıp eğitimi sebebiyle ikinci dereceden doktor olarak bulundu. 1918’de, cephede sağladığı fayda, ona bir madalya bile getirdi.
Burada kendisi gibi Tıp öğrencisi olan Andre Breton; ayrıca Paul Eluard ve Philippe Soupault ile tanıştı. Terhis olduktan sonra üniversite eğitimine geri döndü. Ancak bir yandan da kendisini edebiyat çevresinin içinde buluvermişti. 1921’de okulu bıraktı ve kütüphaneci olarak çalışmaya başladı.
Louis de, arkadaşları darengarenk kravatları, nükteli ve küstah konuşmalarıyla bir örnek, dönemin züppelerinden biri olarak görünüyordu. İşte bu durumlarının karşılığı bohem hayat, tam da şu sıralar başlamıştı. Fransız Komünist Partisi, bu sebepten onları kabul etmemişti…
1923’te Giverny’e yerleşti. Üç yıl önce Dadaizm’i benimsemişti; ama şimdi ondan uzaklaşıyordu. Ertesi yıl Breton’un yayımladığı “Sürrealizm Manifestosu” ve “Revolution Sürrealist” dergisinin belirttiği görüşler artık daha çok ilgisini çekiyordu.
Louis, bir şeyler yazarak en azından rahatlıyordu. Bu onun belki terapi şekliydi. Ama bünyede barınan yetenek çok da uzun süre gizli kalamıyordu. Louis Aragon’un da yavaş yavaş açığa çıkma zamanı gelmişti.
İlk ciddi adımını belki de hiç farkında olmadan şiir konusundaki görüşlerini cephede tanıştığı Brenton ile geliştirirken atmıştı. Tristan Tzara’nın öncülük ettiği Dadaizm akımının etkisindeki ilk şiirleri 1918’de, “Nord-Sud” dergisinde yayımlandı. Etkisinde bulunduğu akımın görüşlerine göre, toplum kurallarına, savaşa ve geleneklere, hatta şiirin o güne dek süregelmiş kurallarına da karşı olduklarını da belirtiyor; hatta ve hatta bunu anlamsızlığa dek dayandırıyorlardı.
Louis, 1920’de çıkardığı ilk şiir kitabına “Le fen de joie” (Kıvanç Ateşi) adını vermişti. Bir yıl sonra da “Anicent on le panorama” adını verdiği romanını çıkardı. Dönemin usta yazarlarında övgü dolu eleştiriler almış, oldukça ses getirmişti.
1924’te Dadaizm’den sıyrılığ Gerçeküstücülüğü savunmaya başladıktan sonra 1925’te yayımladığı “Le paysan de Paris” (Parisli Köylü), bu akımın başyapıtlarından biri kabul edildi…
(Louis Aragon, Nancy Cunard, Taylor Gordon)
Sonunda arkadaşları da, kendisi de komünist partiye üye olmuştu. Ancak bu kez de aklını bulandıran, onu sarhoş edip kendinden geçiren bir sevgilisi vardı. Öyle ki, bunun için bir damla dahi şarap içmese de olurdu…
Nancy Cunard, ah Nancy Cunard… Nancy, Louis’i bir caz piyanisti için terk etmişti. Beynini uyuşturan bu olay karşısında aslında tersi bir etki yaşadı Louis. Tüm aklı, algısı hiç olmadığı kadar açıktı ve düşünebildiği tek bir şey vardı. Aşırı dozda ilaç içerek her şeyi noktalamalıydı. Neyse ki bunu başaramadı…
(Elsa Triolet ile)
Louis, 1928’de, Rus Yazar Elsa Triolet ile tanıştı. Bu tılsımlı bir andı onun için ve hayatının geriye kalan her bir gününün şiir olacağı anlamına geliyordu. Artık hayatı boyunca onun içim şiirler yazacaktı. Aşk, bundan böyle her koşulda Elsa demekti.
Estetik ve politik görüşleri de değişmişti üstelik. Aynı yıl evlendiler. Onlar mutlu aşkın temsiliydi.
Elsa ile evlendikleri yıl Louis, Sovyetler Birliği’n gidip bir yıl orada yaşadılar. Yazarlığı ve şairliği konusunda da oldukça ilerleme kaydetmişti. 1930’da, Harkov’da toplanan Devrimci Yazarlar Kongresi’ne katıldı. 1932’de artık Breton’dan da Gerçeküstücülük’ten de tamamen kopmuştu. Bir yandan da Fransız Komünist Partisi’nin yayın organında çalışmaya başladı.
Bir sonraki yıl da artık Sovyetler Birliği Yazarlar Kongresi’ndeydi.
1935’te Paris’te toplanan Kültürün Savunulması İçin Dünya Yazarları Kongresi’ne katıldı. Ertesi yıl Ce soir gazetesinin yönetimine geçti. Paul Nizan ile de çok yakın bir ilişki içindeydi.
Bu kez de II. Dünya Savaşı yüzünü göstermeye başlamıştı. 1939’da çıktığı New York gezisinden döndüğü sırada yeniden askere alındı. Louis, 42 yaşındaki şair işçilerden oluşan büyük bir grupla cepheye gitti. Almanlara esir düşmüştü; ama ellerinden kurtulmayı başardı. Louis Aragon, ikinci kez savaş madalyasına layık görülmüştü.
Tam bu sırada şiirleriyle aşkı da bir efsaneye dönüşmüştü. Direnişe farklı bir kimlikle gittiği Güney Fransa’da gizlice basılıp dağıtılan şiirleri büyük bir ün kazanmıştı. Elden ele dolaşan şiirleri ile aşkı ölümsüzleşti ve Louis, şiirlerinde, savaşla, devrimle, direnişle kararan zihinleri, aşkıyla aydınlatmanın mutluluğunu yaşıyordu…
Louis, savaştan döner dönmez soluksuz çalışmalarına devam etti. Tekrar Paris’teydi ve birçok sol yanlı derginin yönetimini üstlenmişti. 1950’de, Komünist Partisi Merkez Komitesi üyeliğindeydi ve 1968 Mayıs olaylarında öğrencilerin gösteri ve toplantılarında konuşmalar yapıyordu.
1969’da Goncourt Akademisi’ne girdi. Ancak bu kısa sürdü. 1970’te kaybettiği eşi, politika dostu, her şeyi Elsa’nın ölümü, onu derinden yaralamıştı. Louis, bir daha eski Louis olmayacaktı…
1977’de, Ekim Devrimi’nin 60. Yıl dönümü için hazırlanan törende Louis Aragon, Fransız temsilciydi. Son yıllarda sadece eski eserlerinin yeni basımlarını hazırlıyor ve birkaç konferans ya da TV konuşmaları dışında pek bir yere katılmıyordu. Bu çok sesli ve bir yandan da sessiz bir yalnızlık gibiydi…
Onlar mutlu aşkın temsiliydi. Gerçek şu ki, belki de herkes böyle zannediyordu. Evet, 42 yıl aşkla evli kaldılar ve bu şiirler gerçekten de yazıldı. Ancak her şey Elsa’nın ölümünden sonra değişti. Sadece birlikte yaşadıkları zaman değildi onların aşkını gösteren. Sonrasına da bakmalıydı.
Elsa, 16 Haziran 1970’te kalp krizi sebebiyle hayata veda etti. Louis, onun eşyalarını toparlarken çekmecesinde bir liste buldu. Elsa, bu listede kendine aşık olan adamların adlarını sıralıyordu. Louis emin değildi; ama belki de bu isimler Elsa’nın birlikte olduğu adamların adlarıydı. Kim bilir…
Hem sonra günlüğünde de şu cümleye rastlamıştı: “Herkes beni sevsin, bütün erkekler bana hayran olsun istiyorum”.
Bu listeyi bulduğu ana kadar Louis, büyük bir şair, bir romancı ve bunların yanında siyasi mücadelelere de girmiş bir adamdı. Tüm şiirleri Elsa içindi ve birçok dilden insan okuyor, hatta ezbere biliyordu. Ama Louis, artık bu listeyi bulmuştu ve bir daha hiçbir şey içinde eskisi gibi olmadı. Geriye kalan 12 yılını aldatıldığına inanarak yaşadı ve öldü…
Her şey yalandı demek doğru olmaz belki. Aslında Louis’in yaşlı kalbini inciten, ona hiçbir şey soramamış olmaktı. Elbette onca yıllık yaşadıkları evliliklerine, hayatlarına duyduğu güvenle gülüp geçebilirdi de. Aslında aşkının büyüklüğündendi belki de hepsi. Bence o kadar da kırgın ölmedi…
“Sana büyük bir sır söyleyeceğim
Bilmem ben
Sana benzeyen zamandan söz açmayı
Bilmem senden söz açmayı bilir görünürüm
Tıpkı uzun bir süre garda
El sallayanlar gibi gittikten sonra trenler
Bilekleri sönerken yeni ağırlığından gözyaşlarının
Sana büyük bir sır söyleyeceğim
Korkuyorum senden
Korkuyorum yanın sıra gidenden
Pencerelere doğru akşam üzeri
El kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
Korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden
Sana büyük bir sır söyleyeceğim
Kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
Sevgilim”.
Şu içli şiirin son üç satırı için acaba kaç şiir daha yazılır. Böylesine duygu yüklü şiirler yazdıran Elsa’nın ölümü elbette sarsacaktı onu. Hayatta yaşanan her şey bir dengede ilerler; bilir ve de inanırım. Yine de diyorum, belki Louis o listeyi bulmasaydı, bambaşka şiirler okuyabilirdik. Aşkın özleme dönüştüğü, yokluğun iç yaktığı şiirlere. Elsa bu listeyi hiç yapmasaydı demeyeceğim. Sadece bardağın hep renkli bir tarafı var. Louis, sadece yazdığı bunca şiir ve hissettiği duygu için teşekkür borçlu Elsa’ya. Hem nihayetinde aşk bencillik barındıran bir duygu değil mi? Biz aslında aşık olduğumuz kadını/adamı bize hissettirdiği midemizde kelebekler uçuşturan şu tarifsiz duygu için sevmez miyiz?
Bu tarifsiz acının ve üzerine eklenen kederin ardından Louis, koyu renkli, onu ziyadesiyle ciddi gösteren takımlarını atıp, gösterişli kıyafetlere yönelmişti. Sarı çizmeler, kovboyları andıran şapkalar, göz alıcı trençkotlar, uzun saçlar… Tüm bunlar çok sevdikten sonra kaybetmenin tablosu adlı bir çalışma gibiydi. Üstelik cinsel tercihlerinin dahi değiştiğini gösterir kaynaklar var…
Kuşkusuz Elsa ile birlikte o toprağa kendisini de sokmuş, neyse zıttı oluvermişti. Belki böylesi daha kolaydı, kim bilir…
Sonra, yani Elsa’nın ölümün üzerinden 12 yıl geçtikten sonra 24 Aralık 1982’de hayata veda etti. Belki Elsa’ya öfkeliydi; ama yine de uzağına gidemedi. İki aşık özel bir yasayla, yan yana o bahçeye yatıyorlar…
Louis ve Elsa’nın ölümsüz aşkı üzerine,
Sevgiyle…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Kaynak:Enson haber Biyografi
O bizim “Damat Feritimiz”… Tatlı dilli, güler yüzlü, yakışıklı mı yakışıklı Yeşilçam’ın göz bebeği oyunculardan biri; en sevdiklerimizden. Bugün ölümünün birinci yıl dönümü.
Sevgi, saygı ve özlemle anmak istedim…
…
Ve bir yıl daha geçti bile…
Özlemle…
Tarık 13 Aralık 1949’da İstanbul’da annesi Yaşar Hanım ve babası Hüseyin Yaşar Bey’in üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ebeveynleri ona “Tarık Tahsin Üregil” adını verdi. Bir ablası ve bir abisi vardı.
Babası subaydı ve görevi nedeniyle Tarık, Erzurum Dumlupınar’da çocukluğun yaşadı. İlkokula burada başladı. Ancak babasının tayini Kayseri’ye çıkınca taşındılar ve Tarık, ilkokulu burada tamamladı. Babasının mesleğinden kaynaklı disiplinli ve göçebe bir çocukluk yaşadı.
Babası emekli olduğunda Tarık ortaokul çağına gelmişti. Emeklilikten sonra İstanbul Bakırköy’e taşındılar. Tarık, ortaokul ve lise eğitimini burada tamamladı.
Üniversite eğitimi için Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü tercih etti. Buradan sonra İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi.
Tarık, 1970’de “Ses” dergisinin düzenlediği “Sinema Artist” yarışmasına katıldı ve birinci oldu. Artık sinema için ilk adımını atmıştı ve ardı başarılarla dolu bir şekilde gelecekti.
1971’de ilk kez kamera karşısına geçtiğinde “Filiz Akın” ve “Ekrem Bora” başroldeydi. Tarık, “Emine” filmiyle oyunculuk kariyerine başladı.
Ama oyunculuk yolculuğu başlamadan önce Tarık, Bakırköy plajlarında cankurtaranlık yaptı. Bir yandan da sokaklarda işportacılık yapıyordu.
Gönlü artık sinemadan yanaydı, ancak sinema sektörünün iyi gitmediği 1978 – 1981 yılları arasında buradan para kazanamayacaktı. Bu süreçte de ticari taksi alarak kiralama sistemi ile ticaret yapmaya devam edecekti.
Tarık, yönetmen koltuğunda “Mehmet Dinler”in oturduğu, başrollerini “Fatma Girik” ve “Münir Özkul”un paylaştığı 1971 yapımı “Solan Bir Yaprak Gibi” filminde “Murat” karakteri ile Yeşilçam’a merhaba dedi. Bu filmden sonra da adını “Tarık Akan” olarak kullanmay aabaşladı. Ayrıca yine bu yıl “Vefasız”, “Melek mi Şeytan mı?” adlı filmlerde rol oynadı.
Bundan sonra her şey çok hızlı gelişti. 1972’de ilk başrolünü “Hülya Koçyiğit” ile “Beyoğlu Güzeli” filminde oynadı.
1970’te “Ertem Eğilmez” ile tanışmak ona “Ferit” karakterini getirdi ve Tarık, ailemizin Damat Ferit’i oluverdi. Adı Ertem Eğilmez’in her filminde “Ferit” oldu. Bu, Ertem Eğilmez’in ölen oğlunun adıydı. Bu yüzden her filminde “uzun oğlum” diye sevdiği tarık ile oğlunun adını yaşatacaktı…
Giderek Yeşilçam’ın aranan yakışıklı oyuncularından biri oluyordu ve başrolleri paylaştığı kadınlar dönemin hem en ünlü hem de en güzel kadınlarıydı. Tarık, “Türkan Şoray” ile ilk başrolünü de “Sisli Hatıralar”da oynadı; yıl 1972 idi.
Tarık, 1972 yapımı “Suçlu”da oynadığında ödüllendirileceği ilk büyük başarısını da yakalamış oldu. Yönetmen koltuğunda Mehmet Dinler oturuyordu ve başrolü “Fatma Belgen” ile paylaşmıştı. Ayrıca film, Tarık’ın oynadığı ilk romantik komediydi.
Bu film, 1973’te Tarık Akan’a “Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü kazandırdı.
Artık oyunculuğu da tescillendiğine göre, Tarık kesinlikle ünlüydü. Uzun boyu, çekici tavırları ve gözden kaçmayacak yakışıklılığıyla Tarık kısa sürede uzun bir yol yürümüştü…
Tarık, artık başarısına başarı katıyordu. 1972’de oynadığı “Sev Kardeşim” filminde “Adile Naşit, Münir Özkul, Hulusi Kentmen ve Hülya Koçyiğit” gibi güzel isimler de yer alıyordu. Yine aynı yıl “Tatlı Dillim” filminde “Filiz Akın” ile başroldeydi ve bu film aynı zamanda “Kemal Sunal”ın ilk filmiydi. Aynı zamanda kadroda “Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe” gibi isimler de vardı.
Güzel ve başarılı kadın oyuncularla başrol paylaşmaya da devam ediyordu Tarık. 1972’de “Emel Sayın” ile ilk başrolünü “Feryat” filminde oynadı. Yine de eminim sizin de aklınızda bugün hala “Yalancı Yarim” var Emel Sayın ve Tarık Akan denilince. O naiflik, gözünün ondan başka kimseyi görmeyişi, aşkın sel olup akıp gidişi…
1973’teki isim ise “Necla Nazır”dı ve film de “Umut Dünyası”. 1974’te de “Hale Soygazi” ile “Oh Olsun”…
Her filmi bir başka güzeldi, eminim hepiniz için Yeşilçam filmleri öyledir. Ama yürekleri dağlayan bir film vardı hani, çok bilinen. Hasta küçük kardeşin çok istediği televizyona hepimiz ağlamışızdır içli içli. Çünkü film hakkını vermişti ve gözyaşlarımız boşuna değildi. Yeşilçam klasikleri arasına girdi ve en iyi drama filmlerinden biri oldu.
Evet, “Canım Kardeşim”. 1973’te “Halit Akçatepe” ve dönemin çocuk oyuncusu “Kahraman Kıral” ile başrolü paylaştılar bu filmde.
Nasıl ki “Yalancı Yarim” unutulmazsa, Emel Sayın ve Tarık Akan bir arada düşünüldüğünde “Mavi Boncuk” da hemen gelir akıllara. Hatta unutulmaz replikleri ve oyuncu kadrosuyla muhtemelen ilk sırayı çeker.
Özellikle Emel Sayın’ın kaçırıldığı sahne hafızalara adeta kazındı. Emel Sayın’ın “yalnız benim için bak yeşil yeşil” diye söylediği o şarkı… “Ben bu dertten ölürsem söyle küçük bey” diye içlenişi… Kemal Sunal’ın “soğuktan kapında donabilirim”leri…
Ah bu filmler, iyi ki vardı…
A bu arada heyecana kapılıp filmin içinde kaybolmuş da tarih bile vermemişim. “Mavi Boncuk”, 1975’te çekildi ve Yeşilçam’ın en iyi filmlerinden biri olarak gösterildi. Bunu söylemek için kadrosu bile yeterliydi çünkü: “Adile Naşit, Münir Özkul, Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe…”
Gösterime girdiği anda hasılat rekorları kıran ve serisi çekilen o mükemmel filmden bahsetmeden olmaz tabii; “Hababam Sınıfı”
1975’te “Ertem Eğilmez” yönetmenliğinde çekilen film ile her rolde beğendiğimiz Tarık, artık “Damat Ferit”ti. Her karakteri ayrı değerli, her sahnesi ayrı komik film, bugün bile sıkılmadan izlediğimiz klasikler arasında.
Şahsına münhasır karakterler oyuncuların üzerine yapışıp kaldı adeta: “Hafize Ana, Kel Mahmut, İnek Şaban, Güdük Necmi, Tulum Hayri, Hayta İsmail…”
Yeşilçam’ın en iyi romantik komedilerinden biri kabul edildi “Ah Nerede”. Filmde “Gülşen Bubikoğlu” ve Tarık Akan başrolü paylaşıyordu. 1975’te vizyona girmiş ve hasılat rekorları kırmıştı.
Çünkü kadın dünyalar güzeliydi ve adam çok yakışıklıydı. Nice hatalar yapmış, ama dönüp doğruyu bulmuştu. Zehra’dan sonra her şey başkaydı ve doğru olan ne varsa o yaşanmalıydı. Yani hayatın ta kendisiydi, aşkın ta kendisi…
Adam sonunda bir binanın tepesine çıktı ve “Seni seviyorum Zehra” diye atladı. Demek ki istenilen aşk böyle bir şeydi ve biz işte bu duyguyu pek sevdik. Bu yüzden “Ah Nerede” en iyi romantik komediler arasına girdi…
1976’da Yeşilçam’ın neredeyse bir araya toplandığı bir kadro ile bir film çekildi; “Bizim Aile”. Gerçekten de bir Türk ailesi vardı ekranda. Sevgi sonsuzdu.
Ne mutlu ki, Tarık da işte bu kadrodaydı. Bugün bile hala keyifle izlenen film, klasikler arasındaki yerini aldı.
Tarık, oynadığı romantik komedilerle büyük bir ün kazanmıştı. Üstelik bu rollere de çok yakışıyordu. 1976’dan sonra ciddiyetle bir karar aldı ve uyguladı. Artık romantik komedi çizgisinden ayrılıp daha ciddi rollere soyunmaya karar verdi ve henüz 28 yaşındaydı.
İlk iş imajını değiştirdi, bıyık bıraktı. Bir yandan eski tarzına da devam etti, ama ruhunun asi olduğuna karar vermiş ve yeteneğini daha başka filmlerde göstermeye karar vermişti. Ama bunun da hakkını verecekti.
Bıyıklı haliyle oynadığı ilk film, “Baraj” oldu; bir dram, gerilim filmiydi. 1978’de “Cüneyt Arkın” ile oynadığı “Maden” filmi büyük başarı elde etti. Yeşilçam tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyordu.
1978’de çekilmeye başlanmış, 1979’da vizyona giren bir “Zeki Ökten” yapımı olan “Sürü” filminde “Tuncel Kurtiz” ve “Melike Demirağ” ile başrolü paylaştı. Büyük ses getiren bu film de Yeşilçam’ın en iyileri arasına girmeyi başarmıştı. Ancak bu kez tek ödül bu değildi. 12 Ekim 2011 “Altın Portakal Film Festivali”, “Geç Gelen Altın Portakallar Gecesi”nde “En İyi Film Ödülü” aldı. Filmin ödülü tam 31 yıl sonra verilmişti. Çünkü 12 Eylül Darbesi yaşanmış ve 1980’de ödül gecesi yapılamamıştı.
1978’de “Fikret Hakan” ile başrol paylaşma şansı oldu. “Demiryol” adlı bu film, “Altın Portakal Film Festivali”nde 4 dalda ödül aldı. En İyi Erkek Oyuncu ödülü Fikret Hakan’ın oldu.
12 Eylül dönemi birçok alanı olduğu gibi Yeşilçam’ı da yavaşlatmıştı; çok az film çekiliyordu. Tarık da bu sebepten bu süreçte hiçbir filmde rol almadı.
1981’de “Müjde Ar” ile başrol paylaştığı “Deli Kan” filmi ile geri döndü.
Darbeden sonra Almanya’da yaptığı bir konuşmadan dolayı Türkiye’ye döndüğünde tutuklandı ve 2,5 ay cezaevinde kaldı. 31 Mart 1982’de beraat etti.
1982’de yönetmenliğini “Yılmaz Güney ve Şerif Gören”in yaptığı “Yol” filminde “Şerif Sezer” ile başrolü paylaştı. Oldukça ses getirdi. Dönemin yaşananlarını konu alıyordu. Bu filmin yeri ayrıydı. Çükü dünyanın en prestijli ödül törenlerinden biri olan “Cannes Film Festivali”nde en önemli ödül olan “Altın Palmiye”ye layık görüldü. Bu Türkiye için bir ilkti. Böylece dünya çapında izlenmeye başladı, ancak bu sefer de 1983’te Türkiye’de gösterimi yasaklandı. 1999’a kadar da bu yasak devam etti.
1984’te “Zeki Ökten”in yönetmenliğindeki “Pehlivan” filminde oynadı Tarık. Bu film ona “21. Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü getirdi.
Artık sert mizacı iyice oturmuştu yüzüne. Her film ayrı bir başarı demekti. Tarık Akan asla unutulmayacak oyuncular arasına çoktan girmişti…
Onca filmin arasında elbette bir de özel hayatı vardı. Gözler önünde olan yakışıklı bir erkekti ve onun yanında olmak için can atacak çok kadın olurdu. Ancak onun gönlü Yasemin Erkut’u seçti.
Tarık ve Yasemin 1986’da evlendi. Bu evlilikten aynı yıl “Barış Zeki Üregül” adını verdikleri oğulları geldi dünyaya. 1988’de de “Yaşar Özgür ve Özlem Üregül” adını verdikleri ikizleri…
Ancak yine de evlilikleri uzun sürmedi. Tarık ve Yasemin 1989’da boşandı.
Tarık, 1990’da Acun Günay ile birlikte yaşamaya başladı ve bu birliktelik o ölene dek sürdü…
Tarık, 90’larda daha az sinema filminde görüldü, ancak yine de vardı. Ancak bir yenilik vardı. Artık Tarık Akan, televizyon dizilerinde de görülecekti.
1992’de ilk kez “Taşların Sırrı” adlı dizide çıktı seyircisinin karşısına, bir yıl sürdü. Sinema filmleri de devam ediyordu bir yandan, sadece eskisi kadar sık değildi.
2000’e geldiğinde oyunculuğa 2 yıl ara verdi ve 2002’de sinemaya geri döndü. Yine sadece sinema değildi, bir yandan da TRT 1’de yayınlanan “Koçum Benim” adlı gençlik dizisinde oynuyordu.
Bir de “Vizontele” klasikleri var. “Yılmaz Erdoğan” filmlerinden “Vizontele Tuuba”da “Güner Sernikli” rolüyle yer aldı.
2009’da en son “Yol” filminde birlikte rol aldığı “Şerif Sezer” ile bir kez daha “Deli Deli Olma” filminde tekrar karşılaştı ve bu film de oldukça iyi bir hasılat elde etti. Ayrıca bu film Tarık için ayrıca değerliydi. Çünkü filmde gençliğini oğlu “Barış Zeki Üregül” oynuyordu…
Tarık, ömrüne 111 sinema filmi ve 4 dizi sığdırdı. İşte bunların yanına bir de kitap iliştiriverdi. Zamanında darbe döneminde ne yaşadıysa onu kaleme aldı ve 2002’de yayınladı.
Kitabı da tıpkı filmleri gibi ilgi çekmişti. Otobiyografi dalında yazdığı “Anne Kafamda Bit Var” onlarca baskı sattı.
Artık iyiden iyiye yaş alıyordu ve bir de üstüne akciğer kanseri olmuştu. Sonra tam akciğer kurutuldu derken kanser karaciğere de sıçradı.
16 Eylül 2016’da hayata gözlerini kapadı, 66 yaşındaydı.
Bugün ölümünün yıl dönümü. Tam 1 yıldır yok. Böyle sevilen insanlar hiç ölmüyor aslında ya da insan pek anlayamıyor. İstediğin her an bir filmiyle karşında olabileceğini bilmenin verdiği bir his belki de bu. Ama sonuç olarak o artık hayatta değil ve bir yıl geçti bile…
Zaman gerçekten de çok acımasız. Sanki daha dün ölüm haberini görmüşüm de boğazıma düğümler dolanmış gibi… Hangimizin çocukluk aşkı değildi ki yarattığı karakterler, hangimiz gülüşüne tutulmadık…
Dili, dini, ırkı, inanışı ne olursa olsun insan dediğin başka; ama sanatçı dediğin bambaşka… Bizden farklı olanı sevmemeye hep meyilli yürekler taşıyoruz. Oysa ki hayat senden farklı olanla çeşitlenip güzelleşiyor…
E o zaman Sevgili Damat Ferit, canım Tarık Akan, nurlarda uyu…
Hep yaptığım kapanışlar gibi, bolca özlem ekleyerek bir ucuna, diyorum ki, bir Tarık Akan geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Özgürlüğü sahnede buldu ve ondan vazgeçmeyecek kadar da cesaretliydi Al Pacino; her şeye rağmen. Annesine, babasına, hayata ve en çok da kendisine rağmen…
Onu öyle iyi tanıyorsunuz ki, hem hakkında hiçbir girizgah cümlesine gerek yok, hem de söylenecek ne çok söz var. Dahası onun hayatından öğrenecek ne çok şeyimiz var…
Yaralar alsak da kalkmayı öğrenmeliyiz mesela. Parçalanmış bir aileden yara alarak çıktıktan sonra da hayata tutunmanın birden fazla yolu olduğunu öğrenmeliyiz. İnsanın kendi gururunu, kendi inadını kırmanın yollarını arayacak kadar yüce gönüllü olabileceğini öğrenmeliyiz…
Hayatın herhangi bir aracı ile öğretecek ne çok şeyi var; önce bakmasını, sonra görmesini öğrenmeliyiz…
Al Pacino, 25 Nisan 1940’ta Doğu Harlem’de, Sicilya kökenli Salvatore ve Rose Pacino’nun tek çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ona “Alfredo James Pacino” adını verdiler.
Alfredo, aslında bir aşkın meyvesiydi. Babası bir sabah evi terk edip gitmeseydi, belki çok farklı bir çocukluk yaşardı. Bir sabah babası gitti, California’ya yerleşti ve annesi onu alıp Bronx Hayvanat Bahçesi yakınlarında yaşayan ailesinin yanına taşındı. Parçalanmış bir ailenin çocuğu olarak büyüyecekti.
Babasına kızgın bir çocuktu Al; neredeyse bütün enerjisini ona kızarak geçirdi. Araları hiçbir zaman iyi olmadı. İçini rahatlatan, daha az yara almasını sağlayan tek şey, babasının evi onun yüzünden terk etmediğiydi. Elbette çok üzgündü, çocuk aklıyla babasına karşı öfkeliydi. Ama yine de aldığı yaralar hayat içinde kendini kotaracaktı.
Utangaç bir çocuktu. Belki de yalnızlığın getirdiği bir utangaçlıktı bu, içine kapanıyordu. Annesi varını yoğunu oğluna adamaya kararlıydı. Maddi manevi yatırımını ona yapacaktı. Al, henüz 3 yaşındayken Rose onu sinemaya götürmeye başlamıştı; neredeyse her akşam gidiyorlardı. Bir filmi seyredip eve döndüklerinde Al’ın yaptığı ilk şey, aynanın karşısına geçip beğendiği sahneleri canlandırmaktı.
Küçücük bedeniyle aynanın karşısında kendi kendine konuşuyordu ve bu anneannesini çok korkutuyordu. Bir süre sonra Al abartmış, anneannesi de o aynanın karşısına geçer geçmez oda değiştirmeye başlamıştı. Bir gün kızı Rose’yi karşısına aldı, “Al, bütün gün kendi kendine konuşuyor” diyerek endişesini anlattı. Ama Rose bunun bir sorun olduğunu düşünmüyordu, oğlunu teşvik etmesi gerektiğini düşünüyordu. Hayatının ilk 7 yılı, yalnızlığın portresi olarak duvarda asılı durdu.
Al’ın hayatında oyunculuk, yemek yemek, su içmek kadar doğal bir eylemdi. Kendi deyimiyle, “sinema salonuna doğmuş gibi” hissediyordu.
Küçükken bir şeyleri taklit etmeyi hepimiz severdik muhtemelen ve yaptığımız ne olursa olsun insanları güldürür. Oysa biz o anı ciddiyetle yaşıyoruzdur. İşte Al’ın ki de böyle bir şeydi. Henüz 6 yaşındayken “Lost Weekend”in neredeyse tamamını oynadığında, insanların kendisine neden güldüğünü anlayamıyordu.
Kendini ilk kez yine “kendisi” keşfetti. Bir gün, henüz 5 – 6 yaşlarındayken, yine aynanın karşısına geçmiş bir filmden kareler canlandırıyordu. Bir palyaço edasında durdu ve aynadaki suretine daha anlamlı baktı; 6 yaşında bir çocuk anlamlandırmasından öte olduğunu hissediyordu, bir şeyler fazlaydı. Sonra birden aynadaki yansımasına, gözlerinin içine bakarak, “Bu olamaz! Ben çok iyiyim. Kimse bu kadar iyi olamaz!” dedi. İşte bugünün Al Pacino’su, belki de o günün kararlığından doğacaktı.
Al’ın gözünde okul, arkadaşların olduğu, yalnızlığını gidereceğini bildiği bir masal diyarıydı. Ama oraya gitmeye başladığında pek de beklediği gibi çıkmadı. İyi yanları vardı elbette, artık yalnız değildi; ama okulun disipliniyle de bir türlü barış sağlayamıyordu. Küçücük bedeni ve kalbiyle acı çekiyordu Al, kafası çok karışıyordu. Oysa ileride filmlerini göstereceği insanları tanımaya, onları biriktirmeye başlamıştı. Tek sorun, bir türlü başının beladan kurtulmayışıydı…
Al, okul hayatına ısınamamıştı. Annesi anlayışlı bir kadın olmasa, yaşadıklarından sıyrılamazdı. İlk kez evden kaçtığında 11 yaşındaydı ve bu son olmadı. Rose, bu konuda da oğlunun yanında oldu, onu anlamak için uğraştı. Al’ın içinde kopan fırtınaların, her çocuğun kendine özgü oluşunun farkındaydı. Üstelik Al, kendi çocuğuydu. Özel olması için yeterliydi.
Hayatını değiştiren günü yaşadığında Al, 14 yaşındaydı. Bronx’a bir gezici sinema geldi; Martı filmiyle. Al, aslında filmi pek beğenmemişti, ama o gün Al tüm hayatının değişeceğini anladı. Çünkü böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyordu. Ogün oyuncu olmak istediğinden tamamen emin oldu. Annesi de onun her koşulda yanındaydı. Oğlunun kaybolup giden çocuklardan olmaması için her şeyi yapardı Rose. Sürekli okuyor, kendini geliştiriyordu. Al oyuncu olmak istiyorsa, elbette o da istiyordu.
Yaşadıkları bölgede her ulustan insan bulunuyordu. İlkokula başlayana kadar dışarı neredeyse hiç çıkmadı. Anneannesi çıkmaz, Al’ın da çıkmasına izin vermezdi. Dışarıda dayak yiyeceğini Al da biliyordu, çünkü burası kavganın kol gezdiği bir bölgeydi. 14 yaşında, hayatını değiştiren o günden sonra, bir senaryo yazmaya karar verdi. Hayatı olduğu gibi anlatmak istiyordu, evden kaçışları, yaşadığı mahalleyi, okula başladıktan sonra tanımaya başladığı bu mahalleyi, bir çocuğun gözüyle yazacaktı.
Hayat gelişti, ilerledi… 17 yaşında gittiği Güzel Sanatlar Okulu’ndan ayrıldı. Bundan sonra bulduğu işlerde çalışacak ve en önemlisi oyunculuk dersleri alacaktı…
Elbette bizim sevdiğimiz ünlü isimler öyle bir anda ünlü olmuyorlardı. İnsanız, hepimizin zorlu yollardan geçmesi gerekiyordu.
Al 16 yaşındaydı annesi ciddi sağlık sorunları yaşamaya başladığında. Önce çalışmayı bıraktı, sonra da oğluna herkesin hayalperest gördüğü konularda destek olmayı. Bunca yıl nasıl annesi kendisine baktıysa, şimdi sıranın kendisinde olduğunu biliyordu Al. Ancak annesinin oyunculukla ilgili hayaller kurmaktan vazgeçmesini istemesinden hiç hoşlanmıyordu.
Sanki daha düne kadar yanında olan annesi değildi. Al, evi terk etti. Okulu bırakmıştı. Bir işten diğerine koşturarak çalıştı. Bütün kazancını da annesi için eve gönderiyordu. Sadece para değil, bunun yanında umutlar da gönderiyordu; çok yakında büyük işler yapıp zengin olacağını söylüyordu. Unutmasındı, ona çok iyi bakacaktı.
Annesi 43 yaşındayken maalesef öldü. Birlikte yapacak çok şeyleri vardı oysa. Annesi, onun her şeyiydi. Her ne kadar gençliğinin verdiği çözümle evden çıkıp gitse de ondan asla vazgeçmemişti. Ama sonuçta hayat da yaptığımız hataların ve çıkardığımız derslerin toplamıydı. Annesiyle çok zaman geçirememişti, ama onu hep yanında hissediyordu.
Annesi ölmeden bir süre önce Greenwich köyündeki küçük gösterilerde rol almaya başlamıştı Al. Oyunculuk dersleri de alıyordu. İçi tarifsiz bir şekilde rahattı. Belki de hayallerinden annesine rağmen vazgeçmeyerek aslında annesine en güzel hediyeyi vermiş, tek başına da bu hayatı yaşayabileceğini kanıtlamıştı. Al, büyüyordu. Çünkü konuşabildiğini fark ettiği, nefes aldığını hissettiği yerdeydi; sahnede.
Al, oyunculuk derslerini oldukça ilerletmişti. Artık gösterilerde küçük de olsa roller alıyordu. Kendini günden güne geliştiriyordu. Tüm çabalarının sonucu olarak 1966’da “Actors Studio”da eğitim alma hakkı kazandı. Al, annesinin kendisiyle gurur duyacağı biri olmak için çok çalışıyordu.
Artık yolu açıktı, bir star yetişecekti. 1967 – 1968 tiyatro sezonunda “The Indian Wants the Bronx”ta zalim bir sokak serserisini canlandırdı. Bu rol Al’a, “Obie Ödülleri”nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü getirdi. Başarısı ödülle taçlandırmadan geçilemezdi.
Al, Broadway’da sahneye ilk kez “Does the Tiger Wear a Necktie” oyununda topluma uyum sağlayamayan bir uyuşturucu bağımlısını canlandırdığı rolü ile çıktı. Bu oyun sadece 40 gösterimden sonra kaldırıldı. Ancak Al’a “Tony Ödülü”nü kazandırmaya yetmişti.
Al’ın kariyerinin ilk filmi 1969 yapımı “Me Natalie”i oldu. Kendini öylesine kanıtlamış, performansından o kadar söz ettirmişti ki, yapımcıların dikkatinden kaçamazdı. İşte bu başarı Al’a, onu ünlendiren filmi getirdi, “The Godfather (Baba)”.
Yapımcılığını Paramount’un üstlendiği bir “Francis Ford Coppola” filmi olan “The Godfather”de “Michael Corleone” rolünü almıştı. Ama hayatında bir şeylerin eksikliğini de hissediyordu. Annesini hissetmeye çok ihtiyacı vardı.
Al’ın hayattaki en büyük kavgası kendisiyleydi, hepimiz gibi. Gururunun hayattaki birçok şeyi kaçırma sebebi olduğunu kavramıştı. Belki bunca gururlu olmayı annesinden öğrenmişti. Sonuçta o da çocuğunu tek başına büyütmek zorunda kalmış yalnız bir kadındı. Al, kimseyi suçlamadı. Sadece yük olarak taşıdığı, ona fazla gelen bu gururu kırabilmek istiyordu. Çözümü babasına gitmekte buldu. The Godfather çekimleri devam ediyordu ve Al belli ki hayatında “baba” sözcüğünün karşılığını arıyordu.
Babasını pek tanımıyordu, belki kargacık burgacık birkaç anı parçası, hepsi bu. Babası kötü birine de benzemiyordu. Ama birine “baba” diyebileceğini de düşünmüyordu Al. Bu yüzden ona adıyla seslendi. Bundan da pek hoşlanmamıştı. Birinin ona annesinin baktığı gibi bakmasını özlemişti.
Çünkü Al “anne”yi işte şu duygusal sözlerle tanımlıyordu: “Ne yaptığınızın hiç önemi yoktur, anneniz size anne gibi bakar. Sizi gerçekten gördüğünü bilirsiniz. Fotoğrafınızı değil, sizi görür. İşte öyle bakılmasını istiyorum bana”.
Neyse ki babasıyla da bir orta yol buldu Al; bir tür aile duygusunu hissedebilmişti. Bunu kan bağı ile tanımlamıştı içinde. İşte bu bağı hissetmek, ona hayatının rolünü oynattı aslında. Baba filmindeki rolüne daha çok sahip çıkmasını sağlamıştı. Üstelik artık annesini de daha yakınında hissediyordu, dünyalara değerdi.
1972 yapımı The Godfather, Türkiye’de 2 Kasım 1973’te gösterime girdi. Bu film ile Al, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülü için Oscar’a aday gösterildi. “The Godfather II”, 1974’te çekildi. “The Godfather III” ise, 1990’da çekildi, ancak Türkiye’de vizyona 1991’de girdi.
Al’ın, “Jill Clayburgh, Marthe Keller, Diane Keaton, Penelope Ann Miller, Debra Winger, Kathleen Quinian” gibi ünlü isimlerle beraberlikleri oldu.
İlk birlikteliği “Jan Tarant”tan, “Julie Marie” adını verdikleri bir çocukları oldu.
Ocak 2001’de de, 1997’de birlikteliklerinin başladığı “Beverly D’Angelo”dan “Olivia ve Anton” adını verdikleri ikiz çocukları oldu.
Al, yeteneğinin farkındaydı. Sadece Al değil, seyircisi ve yapımcılar da. “The Godfather II” ile üçüncü kez Oscar’a aday gösterildi.
1975 yapımı “Dog Day Afternoon” filminde homoseksüel sevgilisinin cinsiyet değiştirme parasını karşılamak için banka soyan bir aşığı oynadı. Başarılı bir kariyer grafiği vardı Al’ın. Ancak 1977 yapımı, konusu araba yarışları olan “Bobby Deerfield”de beğenilmemişti. Göklere çıkaranlarla seni taşlayanlar maalesef aynı kişiler olabiliyordu.
Al, çözümü Broadway oyunlarına dönmekte buldu. Onca başarının içinde çıkan birkaç sevilmeyen iş onu oyunculuktan vazgeçirtecek değildi. “The Basic Training of Pavlo Hummel”deki başrolü ile ikinci kez “Tony Ödülü”ne layık görüdü.
Hayat inişleri ve çıkışları ile vardı; başarının yanında başarısızlık da… Al’ın daha sonra homoseksüel bir seri katilin peşinde olan polis memuruna hayat verdiği 1980 yapımı “Curising” ve 1982 yapımı “Author Author” adlı komedi de başarılı olmadı.
Ama 1983 yapımı, yönetmen koltuğuna “Brian De Palma”nın oturduğu şiddet dolu ”Sacrface” filmi ilk gösterildiği andan itibaren sinemanın kült filmleri arasına girdi.
Bir başarı, bir başarısızlık yer ediyordu hayatında. 1985 yapımı “Revolution”dan sonra gözlerden uzaklaştı. Bu süreçte “The Local Stigmatic” adını verdiği film ile yönetmenliğe soyundu, ancak bu filmi piyasaya sürmedi.
Uzun bir sessizlikten sonra dönüşü 1989 yapımı “Sea of Love” ile oldu. Al, bu filmdeki performansı ile oldukça sükse yaptı. Hemen ardından 1990’da gösterişli bir gangsteri canlandırdığı “Dick Tracy” çekildi. Bu film ile altıncı kez “Oscar”a aday gösterildi.
1991’de romantik komedi türündeki “Frankie ande Johnny” ve hemen ardından çekilen “Glengarry Glen Ross” beğeni toplayan filmleri oldu. Tüm bunlardan sonra ve uzun süren sessizlikten sonra başarısı 1992 yapımı “Scent of a Woman” filmindeki rolüyle layık görüldüğü “Oscar” ile taçlandı. Al, “En İyi Drama Erkek Oyuncu Oscarı”nı aldı.
1993’te “Carlito’s Way”de rol aldı. 1995’te ise “Michael Mann”in yazıp yönettiği, “Robert De Niro”nun hayat verdiği bir hırsızın peşindeki polisi canlandıran “Heat” ile oyunculuğa devam etti. Başarı grafiği yükselişteydi. 1996’da politik bir dram filmi olan “City Hall”da idi. Ancak asıl yine bu sene yazdığı, yönettiği ve oynadığı “Looking for Richard” ile adından ayrıca söz ettirdi.
1997’de genç Hollywood starları ile gündeme geldi; Johnny Depp ile “Donnie Brasco”, Keanu Reeves ile “The Devil’s Advocate”. 1999’da da “The Insider” filminde, Russell Crowe ile başrolü paylaştı…
Al, milenyuma girişini 2000’de yönetmenliğini “Oliver Stone”un yaptığı “Any Given Sunday” ile yaptı. Bu filmde “Tony D’Amato” adında futbol aşığı bir koça hayat verdi. Ayrıca “Cameron Diaz, Jmaes Woods ve Dennis Quaid” gibi oyuncularla bir aradaydı.
2002’de “Andrew Niccol”un yönetmen koltuğuna oturduğu “S1M0NE” adlı filmde Al, Hollywood yıldızlarının kaprislerine karşı eline geçen her fırsatı değerlendirerek tepki göstermeyi amaçlayan “Viktor Transky” adında bir yönetmeni canlandırdı.
2003’te genç yıldız “Colin Farrell” ile “Çaylak” adlı filmdeydi. Yine 2003’te “Angels in America” adlı mini dizide rol aldı ve bu dizi ile Al ilk kez “Emmy” ödülü aldı. Ayrıca dizi 12 ayrı dalda “Emmy” ödülü aldı.
2003, Al için şanslı bir yıldı. “Venedik Taciri” adlı film de yine bu yıl çekildi ve Al, “Yahudi Tefeci Shylock” rolündeydi.
Biraz mola verdi ve 2005’te “Kirli Para” adlı filmde yer aldı. Ancak bu film pek beğenilmedi. 2007’de ise tekrar başrol oynadı; “Jon Avnet”in yönetmen koltuğuna oturduğu “88 Dakika” filmindeydi. Rolü, üniversitede hoca olan bir cinayet psikiyatristi idi.
2008’de ise en son 1995’te çalıştığı “Robert De Niro” ile tekrar başrolü paylaştılar. 2008 yapımı “Righteous Kill” filminde yönetmen koltuğunda bu kez “Jon Aventin” vardı.
Mesleğine olan aşkını ve bağlılığını tanımladığı çok güzel bir tanımı var Al’ın: “Benim için hayat burada, sahnede… Ve oyunculuk ip üstünde yürümekten farklı değil; ikisinde de yaparsın ya ölürsün”.
“Uçan Wallendalar” adlı trapez topluluğunun şefi Karl Wallenda’ya onca yaralar üzerine ısrarla neden mesleğe devam ettiği sorusuna verdiği cevaptan sonra bu tanımı uygun görmüş Al. Wallenda’nın cevabı kısa ve netmiş çünkü; “Hayat ipin üzerinde”…
İşte böyle cesaretli olabilmek gerek hayatta. Bir ipin üzerinde yürüyormuşçasına; tüm yaraları ve bantlarıyla…
Vazgeçmeyen yüreği ve göz kamaştıran yeteneği ile bir Al Pacino geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
29 Ekim 1989 yılında Berlin’de doğdu. Babası Türk annesi Alman asıllıdır. İlköğrenimine Türkiye’de başladı ve bunun yanı sıra piyano dersleri de aldı. Aynı zamanda 5 yıl boyunca müzik ve keman eğitimi aldı. Bir yandan da modelli ajansına kaydolup çalışmaya başladı.
Bir Anadolu Lisesinde öğrenimini tamamladıktan sonra üniversitede eğitimi olan konservatuar bölümünü bırakarak özel ilgi duyduğu manken ve fotomodellik işine başladı.
Şuan İstanbul Üniversitesinde Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde halen okumakta. 3 dil biliyor bunlar Türkçe, Almanca ve İngilizce. 2008 yılında ‘Miss Turkey Güzellik Yaraşmas’ında birinci oldu. Yarışmanın jüri üyesi olan Paris Hilton Tuğutlu’ya bizzat taçını taktı.
12 Aralık 2008 yılında Güney Afrika’nın Johannesburg şehrinde düzenlenen ‘Miss World Güzellik’ yarışmasında Türkiye’yi temsil etti. 2005 yılında ‘Best Model Of Turkey’ güzellik yarışmasında ‘Best Promising’ seçildi ve ardından 2006 yılında Çin’de düzenlenen ‘Miss Tourism Queen International’ güzellik yarışmasında ‘Princess’ ödülünü kazandı. 2007 yılında Fashion Tv Moda Oskarlarında ‘Gelecek Vaad Eden Model’ ödülüne layık görüldü.
Tatlı İntikam 1. Bölüm Fragmanı HD İZLE
2008 yılında oyunculuğa adımını atarak ‘Es-Es’ adlı dizide İrem karakterini canlandırarak başrol oynadı. 2010 yılında ‘Kirli Beyaz’ adlı dizide Melis karakterini canlandırdı. 2013 yılında ‘Günce’ adlı sinema filminde Aslı karakterini canlandırarak ilk sinema filminde rol aldı. 2014 yılında ATV’de yayınlanan ‘Karadayı’ dizisinde Songün karakterine can verdi.
Yine aynı yıl ‘İçimdeki Ses’ adlı sinema filminde Ayşıl karakterini canlandırarak başrol oynadı. 2015 yılında ‘Kiralık Aşk’ adlı dizide yardımcı oyuncu olarak oynadı. Yine aynı yıl ‘Delibal’ adlı sinema filminde başrol oynadı. 2016 yılının mayıs ayında Kanal D’de yayınlanmaya başlayan ve halen yayınlanan ‘Tatlı İntikam’ adlı dizide başrol oynuyor.
‘Delibal’ aldı sinama filminde Çağatay Ulusoy ile başrol paylaşmış ve bu film aşkı gerçeğe dönmüştür. Şu aralar adı Ulusoy ile anılan Tuğutlu bir röportajında “Benim için büyük şeyler değil ama ilgi, sevgi ve bağımlılık önemlidir.” diyerek sevginin her şeyden önemli ölduğunu belirtti.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Şiirlerinde gerçeklerden kopmak istemediği için ona daha çok bağlanarak “gerçeklik akımı”nın kurucusu olmuş, sürgünler yemiş, sevdiği uğruna düelloya tutuşmuş adam, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin.
Yaşadığı evde şanslı, eğitimi için gittiği okulda sıradışı bir hayattan sonra şiire başlangıcı çok erken olsa da, altından kalkmayı bilmiş Aleksandr Puşkin. Önce şiire sevdalanmış, sonra da karısına. Hayatını da bu ikisi şekillendirmiş zaten.
Aslında neresinden bakarsan bak sıradan ve bir o kadar da gerçek üstü hayat dediğin. Çünkü yaşarken her şey çok fazla gelir de, sonrası bir avuç toprak olur işte.
Aleksandr, 1799’da Moskova’da soylu bir ailenin üyesi olarak dünyaya geldi. Babası Sergev Lvoviç soylu bir ailenin ilk çocuğuydu ve annesi Nadejda Osipovna Hannibal’ın dedesi, Etiyopyalı Hannibal’ın Rus Çarı I. Petro’nun vaftiz oğluydu.
Annesi ve babası eğitimli insanlardı ve Aleksandr’ın eğitimi konusunda da özenli davrandılar. Öyle ki, Aleksandr henüz 8 yaşındayken Fransızcası en az Rusçası kadar iyiydi.
11 yaşına geldiğinde edebiyata merak sarmıştı. Özellikle özgür ruhlu yazarlarını beğendiği Fransız Edebiyatı’ndan etkilenmiş ve Fransızca şiirler, komediler yazıyordu.
Saygın ve soylu bir ailede büyümenin avantajı olarak Aleksandr sürekli eve gelip giden şair ve yazarlar görüyordu. Üstelik bu sanatçılar döneminin ünlü kişileriydi. Bir çocuk için artık sıradanlaşan bu olay, Aleksandr’ın erken yaşta mesleğini seçmesini sağladı.
Aleksandr sürekli şairlerin, yazarların gelip gittiği bu evde yaşamaktan çok mutluydu. Ancak yine de hiçbirinden ona Rus masalları anlatan, eski türküler söyleyen dadısından etkilendiği kadar etkilenmemişti. Adı Arina olan bu yaşlı kadın, Aleksandr’ın edebiyata yönelirken vücuduna batmış iğnelerin ve bıraktığı izlerin tek sahibiydi.
Aleksandr 12 yaşına geldiğinde Rus Çarı I. Aleksandr’ın, Tsarskoye Selo’da açtığı okula yazıldı. Bu okulun eğitim şekli öğrencileri dış dünyadan 6 yıl boyunca koparmaya yönelikti. Çünkü bu okulun eğitim sistemine göre öğrencilerin, Petersburg’a gitme izni verilmeden dış dünyayla bağlantılarının olması yasaktı.
İşte böyle bir sistemin içinde Aleksandr sürekli şiir yazdı. Lise yıllarında yazdığı bu şiirler gerçekçilik üzerine fazlaca düşündüğünü açıkça gösteriyordu. O dönem şiirlerinde kullanılmayan gündelik sözcükleri öylesine ustalıkla kullanmıştı ki, şiirleriyle Derjavin’in ilgisini çekti.
Aleksandr artık ünlü bir şair olma yolundaydı.
Aleksandr 6 yıllık eğitim süresini doldurduğunda Petersburg’a gitti. Tek bildiği özgürlükçü bir akıma kapılıp şiirlerinde bu düşünceyi insanlara bir dilim pasta şeklinde sunmaktı. Ancak bir yandan da birçoğu yasaklanıyordu.
Rus Edebiyatı’nda şiir vazgeçilemez bir tutku gibi adeta insanın içinde büyüdüğü, bedenleri yakıp geçtiği zamanları yaşıyordu. Herkes, şiirin varlığına karşı konulmaz bir hayranlık besliyordu. Kuşkusuz Aleksandr’ın bu konuya katkısı büyüktü.
Aleksandr’ın edebiyat anlayışına göre şiirde bir kurala kesinlikle ihtiyaç yoktu ve Romantizm’in etkileri onun şiirlerinde iz bırakamazdı. Ona göre her şey olduğu gibi, tüm doğrularıyla anlatılmalıydı.
Alkesandr, Rus Çarı I. Aleksandr tarafından Kafkasya’ya atandı. Burada keskin kalemiyle “Kafka Esiri” ve “Bahçesaray” adını verdiği eserlerini yazdı.
Ancak Kafkasya’dan döndüğünde Rusya’nın askeri sistemine karşı tepkisinden dolayı 4 yıl başkente girmesi yasaklandı. Aleksandr bu süre içinde ailesinin sahibi olduğu Mihaylovskoye köyünde yaşamalıydı. Üstelik hükümet tarafından gözetimini yapmakla görevlendirilmiş kişi de, Aleksanr’ın babasıydı. Babası görevini layıkıyla yerine getirmişti.
Bu sürgüne pek de aldırmıyordu aslında Aleksandr. Çünkü onun için yazmak için özel bir yere ihtiyaç yoktu. Eğer olsaydı da muhtemelen tutsak bırakıldığı yerler listenin başını çekerdi. Sonuçta ona şöhreti getiren şiirlerini de tutsaklığı esas alan lise yıllarında yazmıştı.
İşte bu sürgün zamanını da iyi değerlendirdi Aleksandr. “Yevgeniy Onegin” romanına ilk mürekkep lekelerini dokundurmaya başladığında burada sürgündeydi ve 24 yaşındaydı. Bu romanı 7 yıl sonra tamamlayacaktı. Sadece tek bir romana 7 yılını ayırmakla yetinmedi. Bu süreçte “Çingeneler” ve ‘’Peygamber ve Boris Godunov” adını verdiği iki romanını daha bu sürgün sırasında yazdı.
4 yıl bir sanatçı için uzun bir süreydi. Bu sürgün dönemini Rus Çarı I. Nikolay’ın, Aleksandr’ı Moskova’ya çağrısı bitirdi.
Evet, yeniden özgür olabilecekti ama bu sefer de kalemi denetlenecekti. Bundan sonra Aleksandr’ın kaleminden çıkan her sözcük Çar’ın sansüründen geçecekti.
Bu durum giderek Aleksandr’ın yaşam koşullarını oluşturuyordu.Özellikle aşk maceraları ve polis baskınları hayatının vazgeçilmez parçaları haline gelmişti.
Aleksandr artık ününün iyiden iyiye farkındaydı. Davetlere katılıyor, balolarda boy gösteriyordu. Yine katıldığı bir baloda eski rütbeli bir memurun kızına görür görmez aşık oldu. Natalya’ya evlenme teklif etti.
Natalya, Aleksandr’ın bu teklifi karşısında belirsiz bir süre sessiz kalmak isteyerek cevabını erteledi. Aleksandr hayal kırıklığına uğramıştı. Neredeyse “evet” cevabı alacağı üzerine yemin edebilirdi oysa.
Bu sessizlikle daha fazla boğuşmak istemedi ve Moskova’dan kaçmak için 1829’da Rus ordusuna gözlemci olarak katıldı. Bu kaçış onu Osmanlı topraklarına kadar getirmişti. Daha sonra buradaki izlenimleri “Erzurum Yolculuğu” adlı eserinde okunacak ve daha başka birçok eserinde de Erzurum’un izlerine rastlanacaktı.
Görevini tamamladığında Aleksandr Moskova’ya geri döndü ve Natalya’ya teklifini yineledi. Uzun ve serzenişli bir süreçti. O da sonunda çözümü ailesini ikna etmekte buldu ve nişanlandılar. Natalya ise hala sessizdi ve bu durumu sadece izliyordu. Hatta bu durum sonuna kadar da böyle devam edecekti. Bir evlilik böyle ilerleyecekti.
Aleksandr hakkındaki soruşturmalar ve yasaklamalar bitmek bilmiyordu. Bu durum onu ne kadar rahatsız etse de Aleksandr yazmaktan vazgeçmedi. Hatta, “Yevgeniy Onegin”, “Don Juan”, “Veba Sırasında Ziyafet”, “Dubrovski”, “Maça Kızı” gibi önemli eserlerini evliliğinin ve yasaklanmaların baskısı altında çıkardı.
İşte bu süreci yaşarken başına gelen en güzel şey Gogol ile tanışmaları ve sonrasında aralarında büyüyen arkadaşlıkları oldu. Öyle ki, bu güne kadar ulaşan bir söylentiye göre, Gogol’a ünlü “Ölü Canlar” romanını yazma fikrini Aleksandr Puşkin vermişti.
George Charles d’Anthes adında biri ile tanıştı. Bu kişinin çok zaman geçmeden ölümüne sebep olacağından habersizdi.
Burnuna hoş olmayan kokular geliyordu. Aleksandr, yazdığı bir kaç imzasız mektup sayesinde George’in karısı Natalya’ya kur yaptığını öğrendi.
George’yi düelloya davet etti. 27 Ocak 1837’de St. Petersburg yakınındaki Kara Dere’nin bir köşesinde düelloyu yapmaya karar verdiler.
Aleksandr Puşkin’in şahidi arkadaşı Danzas’tı. Rivayete göre Aleksandr, düelloda ihtiyacı olan silahı almak için gümüşlerini satmıştı.
Düello başladığında gözlerde sadece nefret ve öfke vardı. Aleksandr, George’yi omzundan yaralamıştı ki, George bir sonraki hamlesinde Aleksandr’ı karnından vurdu.
Aleksandr oldukça soğukkanlıydı. Artık bu noktadan dönüş olmadığını anlamıştı. İki gün boyunca can çekişti. Aleksandr ölürken bile karısı Natalya sessizliğini koruyordu. Aleksandr Puşkin ancak 10 Şubat’a kadar dayanabildi. 10 Şubat’ta öğleden sonra hayata gözlerini kapadı.
Demek ki uğruna ölümü göze alacak kadar sevmek, üstelik bir sessizliğin içinde sevmek böyle bir şeydi.
Aleksandr Puşkin halk tarafından çok seviliyordu. Ölüm haberi duyulduğunda herkes evine akın etti. Kapının önünde buluştular. Ellerinde son baskısını az önce tükettikleri ‘’Yevgeniy Onegin’’ vardı.
Yıllarca yasaklarla boğuşmuş şairin ölümü üzerine adeta hükümete karşı bir ayaklanma noktasına gelinmişti. Halk isyandaydı. Bu sebeple polis o gece sessizce Aleksandr’ın tabutunu kiliseden alıp babasının köyüne götürdü ve Aleksandr Sergeyeviç Puşkin sessiz sedasız toprağa verildi.
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, bugün de bildiğimiz ve kabul ettiğimiz üzere Rus Edebiyatı’nın oluşmasına ve gelişmesine katkısı oldukça fazla olan bir sanatçıydı. “Gerçekçilik akımı”nı başlatmış ve bu konuda çok özel eserler vermişti.
İşte bu özel sanatçı için iki güzel adamın sıradışı yorumları var şimdi.
Gogol’a göre; “Puşkin olağanüstü bir olaydır.”
Dostoyevski ise duruma daha mistik yaklaşmış ve ölümünün ardından “Puşkin, bize gelecekten haber veren peygamberimizdir.” demiştir.
Çocuk yaştan geleceğini şekillendiren bir adam olarak zekasına şüphem yok. Bir de aşkını yaşarken de edebiyattaki yaklaşımı gibi kuralsız ve korkusuz oluşuna…
Bilmiyorum, belki de bir şair yaklaşımında şu an tüm düşüncelerim. Yine de, ne bileyim işte ne kadar Romantizm akımından uzak durduğu bir edebi görüş benimsemiş olsa da aşkını Natalya’ya kanıtlarcasına savunmuş olması umarım boşuna değildir.
Sonuçta şiirleriyle bir Puşkin geçti bu dünyadan.
En azından, işte buna değerdi…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleriyle üç kelimede özetleyen, ama üzerine kitaplar yazılabilecek derinliği olan adam, Mevlana Celaleddin Rumi.
Diğer bütün sufiler gibi Mevlana’nın da öğretisinin temelinde tevhid düşüncesi vardı ve tüm bilgi ağı bunun üzerine kuruluydu. Rabb’ine duyguğu aşkla bir ömür geçirdi ve bunu ön plana çıkardı. Tasavvufa babadan, dededen gelen bir yürekle gönül verdi… Aşkla doldurduğu yüreğine dokunan, aynası olabilen o insanla, Şems’le, dünyada karşılaşabilecek kadar da şanslıydı…
Tevakkuf mu desem, tesadüf mü bilmiyorum, ama bugün Mevlana ve Şems’in karşılaşmasının yıl dönümü. Yüzyıllar önce bugün tanışmışlar ilk kez ve iki denizin birleştiği o nokta, ilahi aşkla coşan iki yüreğin birleşmesine de tanıklık etmiş. Benimki belki de fazlaca duygusallık, siz okuyun işte…
Keyifli okumalar..
Mevlana, 30 Eylül 1207’de Horasan’ın Belh bölgesinde, Afganistan’ın sınırları içinde kalan Vahs kasabasında “Sultanü’l-Ulema” (Alimlerin Sultanı) diye anılan Muhammed Bahaeddin Veled ve Mümine Hatun’un oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona “Jalāl ad-Dīn Muhammad Balkhī” adını verdi.
Babası, Belh şehrinin ileri gelenlerinden Ahmed Hatibi oğlu Hüseyin Hatibi’nin oğluydu. O da sağlığında “Bilginlerin Sultanı” unvanını almıştı. Babaannesi ise Harzemşahlar hanedanından Fars Prensesi Melike-i Cihan Emetullah Sultan’dı. Annesi de Belh Emiri Rükneddin’in kızıydı.
Etnik kökeni farklı kaynaklara göre değişiklik gösteren Mevlana, “Türk, Tacik ya da Fars” idi.
Babasının kimliği açısından bakıldığında şanslı bir çocukluk yaşamıştı Mevlana. Hoş fark etmezdi de, çünkü yaşayacağı tüm duyguların üstesinde olan ilahi bir aşkla dolacaktı gönlü. Babası Bahaeddin, dönemin İslam kültür merkezlerinden biri olan Belh’te hocalık yapıyordu. Ancak dönemde yaşanan siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası sebebiyle bu topraklardan ayrılmak zorunda kalacaktı. 1212 – 1213 yıllarında aile ve yakın dostlarını alarak Belh’i terk etti.
Bahaeddin’in halk üzerinde tesirli bir etkisi vardı, onu çok seviyorlardı. Bahaeddin, onlara her zaman iyi davranır, dertlerine çareler arar, tartışmalarına anlayacağı bir dille açıklık getirirdi. Ayrıca derslerinde ya da fetvalarında kesinlikle felsefik tartışmalara izin vermez, kimsenin kafasını bulandırmazdı. Tüm bunlar Harzemşahlar Devleti’nin Hükümdarları’nı ziyadesiyle rahatsız ediyordu.
Bu konudan uzun yollara varan, terk edişlerle sonuçlanan bir hikaye doğacaktı. Bir gün Bahaeddin dersinde felsefe ve felsefecilere çatarak onların İslamiyet’te var olmayan konularla uğraştığını savundu. Bunu duyan ünlü Felsefeci Fahrettin Razi burnundan solumaya başlamıştı bile. Fahrettin, Bahaeddin’i zaten ondan pek hazzetmeyen Hükümdar Muhammed Tökiş’e şikayet etti.
Tökiş, Fahrettin’i pek sever sayardı; gözündeki itibarı göklerdeydi. Üstelik halkın gözünden Bahaeddin’in değerini sarsmak için bir fırsattı bu. Ancak halkın Bahaeddin’e gösterdiği ilgi karşısında yerinin sarsıldığı şüphesine düştü Tökiş. İçini yakıp geçen bu şüpheye karşı duramadı ve bir elçi ile Bahaeddin’ şehrin anahtarları ile birlikte bir not gönderdi; şöyle diyordu notunda: “Şeyhimiz eğer Belh ülkesini kabul ederse bugünden itibaren padişahlık, topraklar ve askerler onun olsun; bana da başka bir ülkeye gitmem için müsaade etsin. Ben de oraya gidip yerleşeyim. Çünkü bir ülkede iki padişahın bulunması doğru değildir. Allah’a hamdolsun ki, ona iki türlü saltanat verilmiştir. Birincisi dünya, ikincisi ahiret saltanatıdır. Eğer bu dünya saltanatını bize verip ondan vazgeçselerdi, bu çok geniş bir yardım ve büyük lütuf olacaktı”.
Tökiş’in notu Bahaeddin gibi huzurun ışığı ile yaşamayı kendine ilke edinmiş bir insan için açık bir hakaretti ve cevabını esirgemedi: “İslam sultanına selam söyle. Bu dünyanın fani ülkeleri, askerleri, hazineleri, taht ve talihleri padişahlara yaraşır. Biz dervişiz; bize ülke ve saltanat düşmez”.
Tökiş aldığı cevap karşısında ezilse de, pişman olsa da, son pişmanlık fayda etmedi. Alimlerin Sultanı Bahaeddin, ailesini ve yakın dostlarını yanında alarak 1212’de topraklarını terk etti. Ağaç değillerdi, ama her yerde kök salabilirlerdi…
İlk durakları Nişabur oldu. Burada kendi şehrinde bir üne kavuşmuş olan Mutasavvıf Feridüddin Attar karşıladı onları. Mevlana henüz çok küçüktü, ama babasının izinden gideceğe benziyordu. Mutasavvıf Feridüddin’in ilgi ve takdirini kazanacak kadar da us’luydu. Mutasavvıf Feridüddin, “Esrarname” (Sırlar Kitabı) adlı kitabını Mevlana’ya hediye etti. Artık onun ışığı babasından sonra Feridüddin olacaktı. Feridüddin de daha o günlerden yıllar sonrasını hissetmiş gibi Bahaeddin’e “Bir deniz bir ırmağın peşine düşmüş gidiyor. Umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır”. Öngördüğü her şey zamanı gelince olacak, Mevlana nefesini alemlere duyuracaktı. Esrarname’yi asla yanından ayırmayacak, bir gün dillere destan olacak “Mesnevi”de de ondan bahsedecekti…
Bahaeddin Nişabur’dan Bağdat’a, oradan da Kufe’den geçerek Kabe’ye gitti, Hac vazifesini yerine getirdi. Dönüş yolunda ise ilk durağı Şam oldu. Sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde’den geçerek Larende’de (Karaman) Subaşı Emir Musa’nın yaptırdığı medreseye yerleşti.
1222’de Karaman’a yerleşen Bahaeddin ve ailesi 7 yıl burada yaşadı. Bu yıllarda Selçuklu Devleti neredeyse Anadolu’nun tamamı üzerinde bir egemenlik kurmuştu. Başkentleri ise Konya’ydı. Konya her açıdan dönemine göre o kadar gelişmiş bir seviyedeydi ki, Selçuklu en parlak dönemini yaşıyordu. İlim adamları, sanatkarlar Konya eşrafını oluşturuyordu. Hükümdar Alaeddin Keykubad, Alimlerin Sultanı Bahaeddin Veled’in de burada olmasını istiyordu; Konya’ya yerleşmesi için bir davetiye gönderdi. Bahaeddin, hükümdarın davetine icabet etti ve 3 Mayıs 1228’de ailesini ve yakınlarını toplayıp Konya’ya yerleşti. Alaeddin Keykubad, onu bizzat kendisinin başında bulunduğu bir törenle karşıladı ve ona Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni tahsis etti. Bahaeddin, onur duymuştu. Yaşamak için ona biçilmiş zamanın son yıllarını yaşadığını bilmiyordu elbet. Tıpkı buraya gelişinin oğlunun hayatında nasıl bir yer edeceğini bilmediği gibi…
Aile Karaman’a ulaştığı sıralarda Mevlana, artık 18 yaşında genç bir delikanlıydı. Mevlana ve “Gevher Hatun” 1225’te Karaman’da evlendi. Gevher, Semerkandlı Lala Şerafettin’in kızıydı. Bu evlilikten “Mehmet Bahaeddin” (Sultan Veled) ve “Alaeddin Mehmet” (Alaeddin Çelebi) adını verdikleri iki oğulları oldu.
Yıllar sonra Gevher Hatun hayatını kaybetti. Mevlana, bir çocuğu olan “Kerra Hatun” ile ikinci kez evlendi. Bu evlilikten de “Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi” adını verdikleri iki oğulları ve “Melike Hatun” adını verdikleri bir kızları oldu.
Mevlana’nın babası Bahaeddiin 12 Ocak 1231’de öldü. Sadece onun babası değil, “Alemlerin Sultanı”ydı hayata gözlerini kapayan… Alimlerin Sultanı’na mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi uygun görüldü. Tüm ülke yastaydı; hükümdar bir hafta tahtına oturmadı, onun için kırk gün yemek dağıtıldı.
Babasının ölümünün ardından tüm gözler Mevlana’ya çevrildi. Öğrencileri ve müridleri etrafını çoktan sarmıştı; onu babasının tek varisi olarak görüyorlardı. Aslında haksız sayılmazlardı. Mevlana, ilim ve din bilgisi konusunda kendisini geliştirmiş, bilgin olmuştu, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Zaten babası Bahaeddin’in vasiyeti de bu şekildeydi. Medrese, tıpkı babasının günlerinde olduğu gibi Mevlana’yı dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Bu iş böyle bir yıl sürdü; Mevlana, medresede ders, vaaz ve fetva verdi.
1232’de Tebrizli Seyyid Burhaneddin Muhakkik Şems-i Tebrizi Konya’ya geldi; babasının öğrencilerindendi. Bu ilk buluşmanın ardı derinlikli bir şekilde gelecekti.
Yıllar sonra Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, “İbtidaname” (Başlangıç Kitabı) adını verdiği kitabında Burhaneddin ve Mevlana’nın tanıştığı ilk anı da anlattı. Burhaneddin, buluşmalarında Mevlana’yı o çağın geçerli İslam ilim dallarının sınavlarına soktu. Mevlana’nın başarıları karşısında fazlasıyla memnun olan Burhaneddin’in dudaklarından dökülen cümleler şöyleydi: “Bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli idi; sen kal (söz) ehlisin. Kal’i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun. Ancak o zaman güneş gibi alemi aydınlatabilirsin”.
Mevlana, aldığı bu anlamlı uyarıdan sonra, Burhaneddin’e 9 yıl boyunca müritlik yaptı. “Seyr-u Süluk” adı verilen bir tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam’a giderek buralardaki medreselerde eğitimini tamamladı. Konya’ya hocasının yanına döndüğünde ise, onun gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı.
Hocası, bir gün Konya’yı terk ederek Kayseri’ye yerleşti; Mevlana’nın karşı çıkışları fayda etmemişti… 1241’de Kayseri’de hocasının öldüğü haberini aldı Mevlana; kahroldu. Hocasını hiçbir zaman unutmadı; onun öğrettikleri, onun kitapları, onun ders notları… Ne var ne yoksa topladı. Yıllar sonra “Ne varsa içindedir” anlamına gelen “Fihi Ma-Fih” eserinde hocasından alıntılar yaparak onurlandırdı.
Önündeki 5 yıl boyunca medresede fıkıh ve din bilimi okutarak vaazlarını yapmaya devam etti.
Bu ilahi aşkla iki insanın buluşmasının hikayesiydi. Yüzyıllar sonrasında bile insanlar onlardan feyz alacak, yollarında onların öğütlerine kulak kabartacaklardı.
Konya’da ünlü bir han vardı; “Şeker Tacirleri Hanı” (Şeker Furusan). 1244’te bu hana baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin uğradı; gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Adının Şemsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) olduğunu öğrendikleri bu gezgin, Ebubekir Selebaf adlı ümmi bir şeyhin müridiydi.
Şems’in bir aradığı vardı, onun peşinden buralara kadar gelmişti. İçinden bir ses aradığının Konya’da olduğunu üflemişti ruhuna. Ayakları sanki yolu biliyormuş, hatta gide gele ezber etmişçesine onu İplikçi Medresesi’ne götürdü, tarih 15 Kasım 1244’tü. Şems medreseye varmak üzereyken Mevlana’yı atının üzerinde talebeleriyle birlikte gelirken gördü, yolunu kesti.
O anda gökten bir örs düşse yeryüzüne ulaşması yüzyıllar sürecek gibiydi…
Şems sordu: “Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Beyazid Bistami mi?”
Mevlana yoluna çıkmış gezgin olduğu kıyafetlerinden adeta dökülen bu adamdan garip bir şekilde etkilenmişti. Ancak sorduğu soru da bir hayli ilginçti; kükremeden cevaplanması mümkün değildi. “Bu nasıl sorudur? O ki peygamberlerin sonuncusudur; O’nun yanında Beyazid Bistami’nin sözü mü olur?” dedi hiddetle.
Şems oldukça sakindi, sormaya devam etti: “Neden Muhammed ‘Kalbim paslanır da bu yüzden Rabbim’e günde yetmiş kez istiğfar ederim’ diyor da, Beyazid ‘Kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah’tan başka varlık yok’ diyor. Buna ne dersin?”
Mevlana bu kez daha sakin ve temkinli bir yaklaşımla: “Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Beyazid ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı. Onun için böyle konuştu” dedi.
Şems durdu. Aslında heyecandan çalkalanan bir kalbi vardı, ağzında atıyordu. Daha fazla dayanamadı ve “Allah Allah!” diye kopardığı nidalarla Mevlana’yı sardı. Çünkü yollar boyu aradığı O’ydu. Buluştukları nokta bile özeldi; “Merec-el Bahreyn”, yani iki denizin buluştuğu nokta. Bu nokta, gönlü ilahi aşkla dolmuş iki yüreği buluşturmuştu. Mevlana ona sarılan kollara şaşırmadı bile. Belli ki kendisinin de beklediği O’ydu…
Buluştukları noktadan Mevlana’nın seçkin müritlerinden “Selahaddin Zerkub”un hücresine gittiler ve iki kişilik kesin bir yalnızlığa kapıldılar. Bu kapılış hayli uzun sürdü; belki 40 gün belki 6 ay… Süre değildi önemli olan. Bu, iki kalbin birleşerek değişiminin hikayesiydi.
Mevlana o hücrede kaldığı sürede yepyeni biri oldu, sanki görünüşü bile bambaşkaydı. Vaazlarını, derslerini, zorunluluklarını, her bir görevini terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları da bunlara dahildi. Hatta dostlarını, müritlerini dahi arayıp sormaz olmuştu. Koca şehir isyandaydı, bu yeni durum kimse için kabullenilesi değildi. Bugüne kadar bir kez dahi görevlerinden kaçınmamış Mevlana, nasıl oluyordu da çıkıp gelen bir adamın sözü ile her şeye sırtını dönüyordu? Kimdi bu derviş?
Her kafadan çıkan ses, çoğalarak yine o her kafaya çarpıyor ve olayın vahameti git gide büyüyordu. Öyle ki, aralarında Şems’i ölümle tehdit edenler bile vardı. Olaylar durulmak şöyle dursun, aksine büyüyordu. Artık çok can sıkıcı bir hal almıştı, Şems buna daha fazla dayanamadı. Mevlana’yı karşısına aldı ve ona Kur’an’dan Kehf Suresi 78. ayeti okudu.
“İşte bu, sen ile ben’in arasındaki ayrılıktır” anlamına geliyordu okuduğu ayet. Her şey açık ve seçik ortada duruyordu. Bu ayrılık gerçekleşecekti, gerçekleşmek zorundaydı. Tüm bunları insanların anlamasını beklemek aldanıştı demek ki…
Şems, 1245’te bir gece haber vermeden Konya’yı terk etti…
Bu, ilahi aşkla birleşen iki kalbin fiziksel ayrılığının hikayesiydi…
Şems’in bu gidişi Mevlana’yı yıkmıştı. Kimseyi görmek istemiyordu; yemeden içmeden kesildi. Dost toplantılarından, sema meclislerinden büsbütün elini eteğini çekti. Tek yapabildiği Şems’in gidebileceği her yere ulaklar göndermek ve onu bulmayı ummaktı. Bir de özlem ve aşk dolu gazeller söylüyordu…
Bu arada müritleri de ikiye bölünmüştü; bir kısmı pişmanlıklarını dile getirip Mevlana’dan özür dilerken, diğer kısım Şems’e karşı daha da kinleniyordu.
Sonunda ulaklar Mevlana’ya güzel haberi verdi; Şems’i bulmuşlardı, Şam’daydı. Sultan Veled, yirmi kadar arkadaşıyla Şam yollarına düştü, Şems’i babasına getirecekti. Yanına Mevlana’nın Şems’e geri dönmesi için yanıp kavrulduğu gazelleri de almıştı. Şems, Sultan Veled’in ricasını kırmadı ve Konya’ya geri döndü.
Herkes üzerine düşeni yaptı, gelip özrünü diledi. Ancak Mevlana ve Şems hiç zaman kaybetmeden eski günlerine dönmüşlerdi. Ancak bu sefer işler daha da ciddiye binerek ilerledi. Çünkü herkes çok kızgındı; dervişler, Mevlana’yı Şems’ten uzak tutmaya çalışıyor, halk ise Mevlana’ya olan kızgınlığını saklamıyordu. Çünkü Mevlana, Şems geldikten sonra vaaz ve dersleri bırakmış, sema ve raksa başlamıştı. Üstelik din bilginlerine özel kıyafetlerini çıkarmış, yerine Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir külah giyinmişti. Artık Şems’in karşısında duranların arasında Mevlana’nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi de vardı.
Tüm bu yaşananlarla bir kez daha karşılaşıyor olmak Şems’in sabrını tüketmişti, “Bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerede olduğumu kimse bilmeyecek” deyip ortadan kayboldu. Yıl 1247’ydi ve bu Şems’in son gidişiydi…
Mevlana adeta deliye dönmüştü. Yine yemelerden içmelerden kesildiği o mengenelere sıkıştığı zamanlarını yaşadı. Sonunda, bir zaman sonra işte, Şems’in bir daha asla geri gelmeyeceğini anladığında, her şeye geri döndü. Bu gelişindeki gibi ruhani bir histi işte…
Mevlana, Şems’in suretinde “nuru” görmüştü, O, mutlak varlığın kanıtıydı, kolay değildi…
Mevlana, Şems’in ikinci ve son gidişinden sonra, Şems ile kendisini özdeşleştirmenin deneyimini gazellerinde kendi adı yerine Şems’in adını kullanarak yaşıyordu. Daha sonraki yıllarda kendine aynı ruh halini paylaşan dostlar edindi; yalnızlık Allah’a mahsustu. Selahaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems’in ardında bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışacaklardı…
İlk önce Selahattin geldi; erdemli bir kişiliği vardı. Okuma yazma bilmeyen bir sarraftı. Kısa bir zaman sonra müritler bu kez Selahattin’e de Şems’e davrandıkları gibi davrandılar. Ama Mevlana ve Selahattin hiç aldırış etmedi. Hatta dünür oldular; Mevlana, oğlu Sultan Veled’i Selahattin’in kızı Fatma Hatun ile evlendirdi.
Mevlana ve Selahattin’in dostlukları 10 yıl sürdü. Selahattin’i öldürme girişimlerinde bulunduklarında işin rengi yine değişmişti. Bir gün ortaya bir rivayet atıldı; Selahattin, Mevlana’dan “Bu vücut zindanından kurtulmak için” izin istiyordu. Selahattin, üç gün sonra Aralık 1258’de öldü. Vasiyeti vardı, cenazesinde gözyaşı istemiyordu. Vasiyeti üzerine cenazesi neyler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırıldı.
Bu sefer dostu bu dünyayı terk-i diyar eylerken bile kendisinden izin istemişti. Olgunluğu ya bundandı ya da gerçekten yaşayıp olgunlaştığı çok şey yaşıyordu. Selahattin’in ölümünden sonra onun da yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Hüsamettin’in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi; Ahi Türk oğlu diye anılıyordu. Oldukça varlıklıydı da ve Mevlana’ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı. Dostlukları, bir gün Mevlana ölene dek sürecekti.
Hüsamettin, Mevlana’ya ve hatta bizlere kadar uzanan bir fayda sağlayacak o soruyu sordu bir sohbet sırasında Mevlana’ya yakınarak: “Müritler tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hakim Senai’nin “Hadika” adlı kitabını okuyor ya Attar’ın “İlahiname”sini ve “Mantık-ut-Tavr”ını okuyor. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı, herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden öğrenecekti”.
Mevlana önce bir müridinin gözlerine baktı, çakmak çakmaktı. Sarığının katları arasında sakladığı bükülmüş bir kağıdı dost eliyle uzattı genç dostuna: “Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim” dedi. Mevlana’nın elinde tuttuğu kağıtta Mesnevi’nin ünlü ilk 18 beyti yazıyordu.
Artık hummalı bir çalışma başlamıştı, bu çalışma yıllar boyu sürecekti. Sonunda bu eser, 25.700 beyitten oluşan 6 ciltlik “Mesnevi” oldu. Mesnevi, tasavvuf bilgisini çeşitli öyküler aracılığıyla anlatıyor ve olayları yorumlarken de tasavvuf ilkelerini açıklıyordu.
Bugün dahi İslam tasavvufunun en önemli yapıtı kabul edilen Mesnevi-i Manevi (Mesnevi), yüzyıllar önce Mevlana tarafından, Hüsamettin Çelebi’nin teşvikiyle, Selahattin Zerkubi ve elbette Şems’in Mevlana’nın yüreğinde oluşturduklarının sayesinde yazıldı.
Mesnevi’de kendi adını “Muhammed bin Muhammed bin Hüseyin el-Belhi” şeklinde kullandı. Muhammed babası ve dedesine, Belhi ise doğduğu şehre bir onurlandırma şekliydi…
Ayrıca, “Divan-ı Kebir” (Büyük Divan), “Fihi Ma-Fih” (Ne Varsa İçindedir), “Mecalis-i Seb’a” (Mevlana’nın 7 Vaazı) ve “Mektubat” (Mektuplar)” adlı eserleri de vardı.
Mevlana, Mesnevi’sini tamamladığında artık epey yaşlanmıştı. Yılların yorgunluğu omuzlarında birikmiş gibiydi ve sağlığı da bozulmuştu. 17 Aralık 1273’te yalan dünyaya gözlerini kapatıp gerçek aşka kavuştu.
Mevlana’nın öldüğü 17 Aralık günü, tek sevgilisi olan Rabb’ine kavuşma günü olduğu için, “düğün gecesi” anlamına gelen “Şeb-i Arus” olarak anıldı. Mevlana’nın vasiyetiydi, cenaze namazını Sedrettin Konevi’nin kıldırmasını istiyordu. Ama Sedrettin Konevi, Mevlana’yı kaybetmenin hüznüne dayanamadı ve cenazede olduğu yere yığılıp kaldı. Cenaze namazını kıldırmak da Kadı Siraceddin’e nasip oldu.
Yüzyıllar sonra, Mevlana’nın Konya’da bulunan dergahı müze oldu. Yeşil türbe denilen Mevlana Türbesi dört fil ayağı üzerine yapılmıştı. O günden sonra eklenen yapı faaliyetleri hiç bitmedi; 19. Yüzyılın sonuna kadar eklemeler yapılmaya devam etti. Osmanlı sultanlarının bir kısmının da Mevlevi tarikatı vardı. Bu sebeple türbeye önem verilirdi; iyi korundu.
1826’da Mevlana Müzesi ya da Mevlana Türbesi, eskiden Mevlana’nın dergahı olan yapı kompleksinde açıldı…
Lakabı Celaleddin idi. Mevlana unvanı ise “Efendimiz” manasına geldiği için, onu yüceltmek maksadıyla verilmişti. Bir diğer lakabını ise, ona babası verdi; Hudavendigar, “Sultan” manasına geliyordu. Sadece doğduğu şehre değil, yaşadığı topraklar olan Anadolu’ya nispetle de “Rumi” dendi.
Bir “Mevlana Celaleddin Rumi” böyle doğdu, böyle yaşadı ve Rabb’ine böyle kavuştu. Yüzyıllar önce öğrenip öğretmek aşkıyla yandığı tasavvuf ile, yüzyıllar sonrasına miras bıraktığı Mesnevi ile, Şems ile yolları kesişmiş bir Mevlana geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
sev
Kaynak:Enson haber Biyografi
Fahreddin Paşa, adını tarihe, 400 sene boyunca Türklerin olmuş Medine’nin, yine Türklerde kalması için canla başla çalışmış bir adam olarak yazdırdı. Ülkesini inatçı ve cesur bir şekilde savunması, onun “Medîne Müdâfii”, “Türk Kaplanı”, “Çöl Kaplanı”, “Medine Kahramanı” lakapları ile anılmasını sağlamıştı.
Asker olmak onun küçük yaşlardan beri hayaliydi. Belki çocuk yaşlarda böylesine güzel anılmayı hayal edemezdi; ama başarmıştı. Çünkü asıl önemli olan, savaşın nasıl kazanıldığı ya da kaybedildiği değil, nasıl mücadele edildiğiydi…
Fahreddin, 4 Şubat 1868’de Tuna Nehri kenarındaki küçücük bir kasaba olan Rusçuk’ta, Fatma Adile Hanım ve Ömer Ağa’nın çocuğu olarak doğduğunda, ailesi ona “Ömer Fahreddin Türkkan” adını verdi. Annesi, Mohaç kahramanı Akıncı Beyi Bali Bey’in soyundan geliyordu. Babası da Nizam-ı Cedid Topçubaşısı idi.
1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşı (93 Harbi) yaşandığında Fahreddin henüz 10 yaşındaydı ve çoktan gönlüne asker olma isteği düşmüştü. Bu savaş binlerce Müslümanın hayatını elinden almış, birçoğunu da göçe zorlamıştı. Küçücük bedeninin yanında koca bir çocuk kalbi vardı ve bu kalp, onun bir gün “Fahreddin Paşa” olarak tanınacağı günleri de getirecekti.
Osmanlı Devleti, 14. Yüzyıldan itibaren Balkanları İslamlaştırma ideali ile bölgeye Türkler yerleştirmişti. Ancak 19. Yüzyıldan itibaren bölgenin kaybedilmesi, tersine göçü getirdi ve Türkkan ailesinin payına da İstanbul’a yerleşmek düştü. Sahip olunan her şey gözyaşlarıyla geride bırakılmıştı. Tüm bunlar Fahreddin’in içinde kocaman bir boşluk oluşturdu ve askeri eğitim konusunda hırslandı.
Fahreddin, Mekteb-i Harbiye’yi birincilikle bitirdikten sonra Erkan-ı Harbiye Mektebi’ne geçti. Başarılı bir asker olacaktı.
Fahreddin, eğitimini tamamladıktan sonra 1891’de Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı ordusuna katıldı. Başarılı bir giriş yapmıştı; 1908’e kadar merkezi Erzincan’da bulunan 4. Kolordu’da görevliydi. 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet ilan edildikten sonra Yarbaylığa terfi etti ve İstanbul Selimiye 1. Nizamiye Tümeni Kurmay Başkanlığı’na atandı.
Ardından 1912’de Balkan Savaşları başladı. Fahreddin, bu süreçteki başarılı hizmetleriyle de dikkatleri üzerine çekmişti. Çatalca savunmasında ve Edirne’nin geri alınmasında görev aldı.
Fahreddin, 1900’de Ferik Ahmet Paşa’nın kızı Ayşe Sıdıka Hanım ile evlendi.
Bu evlilikten Suphiye ve Ayşe Nermin adını verdikleri iki kızları ile Mehmed Selim, Mehmed Orhan ve Ayhan adını verdikleri üç oğulları oldu.
Fahreddin, I. Dünya Savaşı başladığında, 4. Orduya bağlı 12. Kolordu Komutanı olarak Musul’daydı. Musul ve havalisinde başarılı hizmetlerde bulundu.
1915’te 4. Kolordu Komutanlığı Vekilliği’ne tayin edildi. Buradaki görevi bölgedeki Ermeni isyanlarına karşı durmaktı. Ne kadar süreceğini kestiremedikleri bu savaşın içinde Fahreddin, var gücüyle çalışıyordu.
23 Mayıs 1916’da artık yeni görev yeri Medine’ydi. 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa tarafından Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Konutanlığı’na atandı. Burası Fahreddin’in ışığını parlatacak, onu yıllar sonra bile tanımamızı sağlayacaktı. İngilizler, Medine’yi ele geçirmek istiyordu. Fahreddin, tüm imkânsızlıklara rağmen bu bölgeyi 2 yıl 7 ay boyunca savundu.
Denir ya, “O müdafaa ki, hayali cihana değer”…
Fahreddin Paşa, 2 yıl 7 ay boyunca tüm gücünü ortaya koydu. Öyle ki, askerinin bile gücüne güç katıyordu. Ne olursa olsun hep başını dik tuttu. Gün geldi askeriyle birlikte çekirge kavurması yedi; gün geldi susuzluğa açtığı kuyulardan çıkardığı suyla deva oldu, zemzem niyetine içti, askerine içirdi. Sadece bunlar değil. Evet, açlık susuzluk büyük dertti. Ama Fahreddin Paşa’ya göre askerin maneviyatı da en az karnının tokluğu kadar önemliydi. Bunun için de gazete çıkardı; vatan ve sancak üstüne şiir yarışmaları düzenledi.
Elbette savaş ortamı tüm gerçekliğiyle devam ediyordu. Fahreddin Paşa, şehrin yağmalanması ihtimaline karşın 100 parçaya yakın kutsal emaneti 2000 askerin koruması altında Medine’den İstanbul’a nakletti. O an önemi çok kavranamasa da, bu fikir, aslında hem kutsal emanetleri British Museum’de sergilenmekten kurtaracak, hem de İslam Tarihi Kültürü’ne yadsınamayacak bir katkıda bulunacaktı.
Fahreddin Paşa, uzun süre en ufacık bir sorunu dahi atlamadan ilgilenerek direndi. Ancak öyle bir an geldi ki, devlet merkeziyle bağı koptu; iletişim kuramıyordu. Yiyecek ve ilaç sıkıntısı had safhaya ulaşmıştı. Medine’nin etrafı da yavaş yavaş isyancıların eline geçmeye başladı. Artık İstanbul’daki Hükümet, Medine’nin boşaltılmasını istiyordu. Fahreddin Paşa, şehirden ayrılmayı kabul edemezdi. “Peygamberin kabrinin bulunduğu Medine’deki Türk Bayrağını kendi elimle indiremem” diyordu.
Bir süre sonra Medine’nin etrafı tamamen kuşatıldı. Türk orduları da kuzeye doğru geri çekilmeye başlamıştı. Fahreddin Paşa ise pes etmek istemiyordu. Etrafındaki Türk birlikleri ile irtibatı tamamen kesildiğinde bile Medine’yi savunuyordu.
Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini imzaladı ve I. Dünya Savaşı’ndan çekildi. 16. Maddeye göre Fahreddin Paşa’nın da teslim olması gerekiyordu. Ama inadında ısrarcıydı Fahreddin Paşa; mütarekeyi tebliği için gönderilen yüzbaşını dahi hapsettirmişti. Teslim olmadı ve şehri savunmaya devam etti. Osmanlı Devleti’nin teslim oluşunun üzerine 72 gün daha geçti; Fahreddin Paşa Medine’yi savunmaya devam ediyordu.
İşin boyutu giderek şekil değiştiriyordu. Ne yiyecek kalmıştı, ne ilaç, ne de cephanelik… Fahreddin Paşa, sonunda kendi askerleri tarafından etkisiz hâle getirildi. Medine 13 ocak 1919’da teslim olmuş oldu.
400 senedir süren Medine üzerindeki Türk hakimiyeti sona ermişti…
Bu inatçı direnişinden sonra Fahreddin Paşa, önce 27 Ocak 1919’da İngiliz kontrolündeki Mısır’a, sonra da 5 Ağustos 1919’da savaş esiri olarak Malta’ya gönderildi.
Sürgün sırasında savaş suçlularını yargılamak üzere İtilaf Devletleri tarafından İstanbul’da kurulan “Kürt Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harbi” mahkemesi, onu ölüme mahkum etti. Ankara Hükümeti’nin gayretiyle 8 Nisan 1921’de bu esaretten ve ölümden kurtuldu.
Eylül 1921’de Milli Mücadeleye katılmak için Ankara’ya geldi. “Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa”, onu Güney Cephesinde Fransızlara karşı savaşan askerleri birleştirmekle görevlendirdi. Ankara Antlaşması ile sonuçlanan savaştan sonra 9 Kasım 1921’de de TBBM tarafından Kabil Büyükelçiliğine atandı. Fahreddin Paşa, “Türk – Afgan” dostluğunun gelişmesi ve pekişmesinde özellikle etkiliydi.
1917’de Kabil’de bir gece vaktiydi. Bütün şehir alev alev yanıyordu ve göğe yükselen alevlerin ışığında buluştu iki kadim dost. Biri I. Dünya Savaşı zamanında dillere pelesenk Medine savunmasıyla tanınan, sonra da TBMM Hükümetinin Kabil sefiri olan Fahreddin Paşa, diğeri ise Harbiye Nazırı olduğu Başkortostan’ın Bolşevikler tarafından işgal edilmesi üzerine dermanı Türkistan’da arayan Zeki Velidi Bey’di…
Bir yangının orta yeri, ellerde kovalar yangının üzerine yürüyen, kendinden evvel ülkesini düşünme konusunda yeminli iki yiğit göz göze geldi. Alevlerin arasında şaşkın bakışları bir cümleyle bozan ilk kişi Zeki Velidi Bey oldu: “Hayrola Paşam, burada ne işiniz var?” Bu Fahreddin Paşa’ya göre şaşkınlığı bozmak için gereksiz tüketilmiş bir nefes gibiydi. “Unutmayın Zeki Velidi Bey, nerede bir hadise var, orada Türk hazırdır!”
Evet, bu şairane bir hikayeydi ve bu günlere taşıyan da Fahreddin Paşa’nın fotoğraf sevdasıydı. Fotoğrafla doğduğu topraklarda tanıştığında 7 yaşındaydı. Ve yine doğruydu; Fahreddin Paşa nerede bir olay varsa mutlaka oradaydı; fotoğraf makinesi de kesinlikle yanındaydı. Mücadeleden vazgeçmeyen, cesur kişiliği ile kahramanlık destanları yazarken bir yandan da o anları hep kaydediyordu. Cam negatiflerle Osmanlının son günlerinin panoramasını oluşturmuştu.
Fahreddin Paşa, 1926’da İstanbul’a döndü ve burada da askeri görevlerine devam etti. O, artık Medine’yi müdafaasıyla tanınan bir Paşa’ydı.
5 Şubat 1936’da Ferik Korgeneral rütbesindeyken TSK’den emekli oldu.
O artık emekliydi; ama ülkesine duyduğu derin bağ asla sarsılamazdı. Gönlü ülkesinin aşkıyla dolmuş bu adam, 22 Kasım 1948’de bir tren yolculuğu sırasında kalp krizi geçirdi ve hayatını kaybetti.
Vasiyetiydi; Aşiyan Mezarlığı’na defnedildi.
Cesareti, asla vazgeçmedikleri, sevdikleri ve saydıklarıyla bir Fahreddin Paşa geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bazı isimler, ürettikleri eserler kadar özel hayatlarıyla da gündeme geliyor. Slyvia Plath de o isimlerden biri. Zira intiharları en az şiirleri kadar ünlü ya da ne bileyim kıyaslaması göreceli bir kavram olabilir.
Kendisi her ne kadar ömrünün 30 yıllık olduğuna karar verse de, edebiyat anlamında birçok yazarın ve hatta başka alanlardaki sanatçıların ilham kaynağı. Belli ki üzerinden ne kadar zaman geçse de olmaya da devam edecek. Çünkü o, 30 yıllık hayatında ölümsüz olmanın yolunu keşfetti…
Çünkü o, tutkularının tutsak olmasına izin veremeyecek kadar yaşamayı seviyor olabilirdi…
Sylvia, 27 Ekim 1932’de, ABD’nin Massachusetts eyaletinde, ABD’li Aurelia ve Alman Otto’nun çocuğu olarak dünyaya geldi.
Aslında her şey normal başlamıştı. Sylvia, sağlıklı bir çocuk olarak dünyaya gelmişti; ancak ruhsal sağlığı için aynı şey söylenemezdi. Zamanla Sylvia’nın bir manik depresif olduğu anlaşılacak ve hayatı boyunca bu gerçekle boğuşacaktı.
Babası Otto, profesördü. 1940’ta, Sylvia henüz bir çocukken hayata veda etti. Sylvia’nın, babasına karşı içinde büyüttüğü bir nefret vardı ve büyüdükçe bu duygu da büyüyecekti. Ruhsal dünyasındaki dalgalanmalar, zamanla bozulan psikoloji, ona çocukluğundan bir hediye olacaktı.
İlk şiirini yazdığında ve hatta yayımlandığında Sylvia, henüz 8 yaşındaydı. Rahatsızlığının ilk izleri de işte bu zamanlarda kendini belli etmeye başladı.
Sylvia, hep intihara meyilliydi. 1950’de Smith College’e burslu girdi. Aslında okulda gayet başarılıydı. Ancak ruhunun ona açtığı yaralar, hayatını sağlıklı bir şekilde yaşamasına izin vermiyordu.
Sylvia, ikinci sınıfta ilk intihar girişimini gerçekleştirdi ve ardından tedavi görmesi için bir akıl hastanesine yatırıldı. Artık ciddi bir şekilde ve resmi olarak hastalığıyla boğuşacaktı.
1955’te Smith College’den “summa cum laude” dereceyle mezun oldu. Zeki yönü ile hayat devam ediyordu. Sonra Fulbright bursu kazandı ve Cambridge Üniversitesi’ne gitti. Burada çalışmalarını sürdürdü ve şiirlerini üniversitenin öğrenci gazetesi, Varsity’de yayımladı.
Cambridge’de Sylvia, İngiliz Şair Ted Hughes ile tanıştı. Şiir, onları bir araya getirmişti. Sylvia’nın artık ayakları yere basmıyordu; aşk ile sarhoş olmuştu.
Ted, Sylvia için hem bir kaçış hem de sığınma noktasıydı. Kesinlikle çılgınca bir deneyim olacaktı bu aşk. Sonu sadece Sylvia’nın içini rahatlatacaktı. Tanıştıktan sonra çok zaman kaybetmeden, 1956’da evlendiler ve Boston’a yerleştiler. Sylvia, hemen hamile kalmıştı ve İngiltere’ye döndüler. Londra’da kısa bir süre yaşadıktan sonra North Tawton’a yerleştiler.
Bu sırada çiftin üzerine Sylvia’nın kıskançlık krizleri kara bulut gibi çöktü. Bu durum, onları evliliklerinde ciddi bir probleme doğru sürüklüyordu. İlk çocuklarının doğumundan sonra Sylvia, içinde bulunduğu durumun ağırlığını kaldıramadı ve Londra’ya dönerek boşanma işlemlerini başlattı.
Bir kere daha bir araya geldiler bu ayrılığın üzerine. Sylvia ve Ted’in bir çocukları daha oldu. Ancak Sylvia’nın ruhsal bozuklukları Ted’in ondan soğumasına sebep olmuştu. Sylvia’yı sürekli ihmal ediyor ve hatta aldatıyordu.
Bu ilişki, düşündüğü gibi Sylvia’ya iyi gelmemişti; kendisini yaratıcılığı konusunda gerilemiş ve kısıtlanmış hissediyordu. Hayatının aşkıyla karşılaştığını, belki iyileşeceğini düşünen Sylvia, bir anda kendini evde çocuk büyüten, dışarıda nerelerde gezdiğini bilmediği kocasını bekleyen bir kadın olarak buldu. Bu kadarı Sylvia gibi ruh taşıyan bir kadın için çok fazlaydı. Büyük aşk, büyük mutsuzluğa dönüşmüş; Sylvia’nın intihar hanesine yazılmıştı.
Sylvia, artık kesinlikle Ted ile olmaması gerektiğini biliyordu. Eskiden İngiliz Şair William Butler Yeats’a ait olduğunu öğrendiği evi kiralamıştı ve bunu iyi bir işaret olarak algılıyordu. Londra’da ruhsal anlamda kendini daha da zorlayacak bir sürece girmişti…
Yalnız bir hayat yaşıyordu burada. Yazar Jillian Becker ile de bu yalnızlığının ortasında, 1962 Eylülü’nde tanıştı. Tanıştıklarında Jillian’a, “Colossus” adlı kitabını imzalayıp hediye etmişti. Zamana mühürlenmesi gereken özel anlardandı.
Ted ile evliliği henüz bitmişti. Jillian, Sylvia’nın yeteneğine hayrandı. Ancak haline de acıyordu. Kısa sürede çok iyi arkadaş olmuşlardı. Gerçi hiçbir buluşmaları neşeli değildi; ama Sylvia ile zaman geçiriyor olmaktan çok memnundu Jillian.
1962 yılı ve 1963 kışı, Sylvia için çok zor geçiyordu. Ne az zamanı kalmıştı…
1963’ün soğuk Şubat günlerinden biriydi. Sylvia, Jillian’ı arayıp sadece “Gelebilir miyim?” diye sordu. Öğleden sonra çocukları Frieda ve Nick’i yanına katıp, Jillian’ın Islington’daki evinin kapısını çaldı.
Sylvia ölümün pençesine düşmüş gibi görünüyordu. İçeri girer girmez uzanmak istediğini söyledi. Jillian, onun bu haline hiç şaşırmamıştı. Onu tanıdığı son beş aydır olduğu gibi kötüydü; ama bu kez her zamankinden kötü…
Jillian, onu yukarıya, en büyük oğlunun odasına çıkardı. Yatağa nasıl küçük hareketlerle ve hayatı sevemeyen yönüyle ilerleyişini izledi. Üzerine bir örtü örtüp, aşağı indi. Jillian’ın 1 yaşında küçük bir kızı vardı; Madeleine. Sylvia’nın oğlu Nick ile yaşıtlardı; kızı Frieda ise 3 yaşına girmek üzereydi. Çocukları alıp birlikte oynamaları için kızının odasına götürdü. Sadece çocukların sesinin yükseldiği evin içinde kendi sessizliğinde sadece arkadaşı için üzülebildi Jillian…
Birkaç saatlik uykunun ardından Sylvia aşağı indi. Uykusunda mı düşünmüştü, yoksa gözlerini tavana dikip bolca düşünerek mi indi bilinmez, eve gitmek istemediğini söyledi. Jillian, Sylvia’nın evinde kalmasını sorun etmedi. İki büyük kızı Claire ve Lucy hafta sonu evde olmayacaktı ve bu iki boş odası var demekti.
Sylvia, arkadaşına evinin anahtarlarını verdi ve Jillian, ilaçlarını, diş fırçasını, bir elbisesi, geceliği ve hali hazırda okuduğu iki kitabını getirdi. Eve döndüğünde çocukları kendi kızıyla birlikte banyoya sokup bir güzel pakladı, karınlarını doyurdu ve yatırdı. Sonra da kocası ve Sylvia ile birlikte yemek için tavuk suyuna çorba, kızarmış biftek, patates püresi ve salata yaptı. Sylvia’nın iştahı arkadaşını pek memnun etmişti doğrusu. Hatta bu kez sorunlardan hiç konuşmamışlardı, neşeli bile sayılırdı muhabbetleri. En azından yemek boyunca…
(Ted ve Assia)
Sonra Sylvia, Jillian’a ilaçlarını gösterdi, ne kadar da fazlaydı. Kimisi uyanmasını, kimisi de uyanmasını sağlıyordu. Uyku ilaçlarını saat 22.00’de aldı. Ancak gözlerinden uykuya dair hiçbir iz yoktu. Üstüne ruh hali de çok hızlı değişiyordu. Enerjik bir duygudaydı ki, birden Ted ve uğruna kendisini terk ettiği kadın Assia Wevil’den bahsederek derin bir duygusallığa büründü.
İkisine de duyduğu öfkenin şiddeti gözbebeklerinde iki cilt roman gibi duruyordu. Kıskançlık bir türlü toparlayamadığı ruhunu kemiriyordu…
Ted, Assia’yı İspanya’ya götürmüştü. “Çocukları İspanya’ya götürebilsem, güneşli bir yere, bu dondurucu havalardan uzaklara” diyordu Sylvia. Ona göre çocukların buna çok ihtiyacı vardı ve hiç iyi değillerdi…
Assia Wevil, de şairdi. Ted ile hayatlarına 1961’de eşi David ile birlikte komşu olduklarında girdi. Ted ile aralarındaki çekimin fark edilmemesi imkansızdı; çok geçmeden bir ilişkiye de dönüştü. Ted’in aldatmaları, Sylvia’nın ruhuna derin yaralar açıyordu ve gözü önündeki bu ilişki, bardağı taşıran son damladı işte…
Nihayet saat gece yarısı olmuşken, Sylvia uykuya dalabildi. Ancak Nick’in uyanmasıyla bu kısa bir uyku olacaktı. Nick mamasını yemiş ve sakinleşmiş, ancak Sylvia hala uyuyamıyordu. Arkadaşından biraz yanında kalmasını rica etti. Gözlerini arada aça kapaya, arada uykusundan sıçraya sıçraya sonunda gerçek bir uykuya daldı. Artık Jillian da gidip uyuyabilirdi…
Sabah ilaçlarını alıp güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra onu birkaç saat götürecek kadar enerji toplamıştı. Çocuklarının bakımında ona yardımcı olan bir kadınla anlaşmıştı, ancak kadın şimdi gelmiyordu ve Sylvia çaresizdi. En az onun kadar çaresiz hisseden diğer isim de Jillian’dı.
Doktoru ile görüştü Jillian. Dr. Horder, ona çocukları konusunda Sylvia’ya yapacağı en büyük iyiliğin onların bakımını annesine bırakmak olduğunu söyledi. Sylvia, çocuklarının kendisine ihtiyaç duyduğunu hissetmeliydi.
Ama Sylvia’nın bunu anlamaya pek niyeti yoktu. Jillian ne kadar uğraşsa da, Sylvia, çocukları sanki kendi sorumluluğunda değilmiş gibi davranıyordu. Jillian, ya çocukları beslemeyecek, onlarla hiçbir koşulda ilgilenmeyecekti ya da her şeyi o yapacaktı. Mecburen yaptı.
Sylvia, ertesi akşam Jillian’a evinden getirttiği mavi, gümüş işlemeli elbisesini giymişti; karşısında durmuş, uzun uzun saçlarıyla oynadı. Yüzü ayrı bir aydınlanmış, gözlerindeki öfke neredeyse gölgelenmişti. Jillian, onun nasıl da güzel göründüğünü düşündü ve bunu yüksek sesle ona da söyledi.
Sylvia’nın neredeyse gülümsediğine emindi Jillian; arkadaşının memnuniyeti onu da memnun etti. Sonra biriyle buluşacağını söyledi; kim olduğunu söylememişti. Çocuklarını öperek iyi geceler dileyip kapıya doğru yönelmişti ki, Frieda arkasından yetişti. Onu sımsıkı sardı ve “Seni seviyorum” dedi Sylvia.
Günler sonra Jillian o gece buluştuğu kişinin Ted olduğunu öğrenecekti ve elbette daha fazlasını. Ted, onu arabayla Jillian’ın evine geri getirmişti…
Sabah olduğunda Jillian, arkadaşının kaçta geldiğini ya da neler söylediğini hiç hatırlamıyordu. Çorba, rosto, peynir, tatlı ve şaraptan olan bir menü ile enfes bir Pazar yemeği yediler. Sylvia’nın yüzünden bu yemekten zevk aldığını okuyordu arkadaşı. Hatta kahve içerken bir tatlı sohbete bile daldılar.
Gün akşama dönüyordu ve Jillian, kızları Claire ve Lucy’nin yakında döneceği konusunu düşünüyordu. Kafasında kimi nerede yatıracağına dair hummalı bir plana girişmişti ki, Sylvia birden “Eve dönmeliyim. Çamaşırları ayırmam lazım. Hem sabah bir hemşire uğrayacak. Nick hasta olduğunda bana yardıma gelen hemşire” dedi. Ani kararının verdiği anlık enerjiyle eşyalarını hızlıca toparladı ve gitmeye hazırdı. Jillian’ın kocası Gerry gitmek istediğine emin olup olmadığını sordu ve Sylvia kesinlikle kararlı görünüyordu. Gerry, onları neredeyse hurda bir arabayla evlerine götürdü. Arabanın gürültüsünden yol boyunca duyamadığı Sylvia’nın yarı hıçkırıklı sessiz ağlayışını, ancak kontağı kapadığında fark edebildi. Gerry ne kadar dil dökse de, Sylvia geri dönmeyi kabul edemedi ve adam, onları ertesi gün ziyaret edeceğine söz vererek yanlarından ayrılmak zorunda kaldı…
Gerry, dönüş yolu boyunca üzerinden atamadığı “Keşke bizimle kalsaydı” iç çekişini eve geldiğinde de devam ettirdi. Sylvia, kesinlikle yalnız kalmamalıydı; böyle düşünüyordu…
Aslında Jillian da kocasına katılıyordu, ancak “insan” yanına yenik düşüyordu içini rahatlatırken. Arkadaşının gidişine üzülmüştü aslında; ama bir yandan rahatlamıştı da, inkar edemezdi. Hem kendi çocuklarına hem onun çocuklarına bakmak için bu kadar uğraşa gerek kalmamıştı işte. Hem acıma duygusu kalbi çok fazla yorabiliyordu. Ertesi gün alacağı haberi önceden bilse, bunların ne kadarını düşünebilirdi ki? Bu düşünceleri ve hatta duyguların, onu yıllarca sürecek bir pişmanlığa sürükleyeceğini bilse, hiç düşünebilir miydi aynı şeyleri…
Çünkü Pazartesi sabahı saat 8.00’de Dr. Horder, Sylvia’nın intihar haberini vermek için aramıştı. Gitti diye içten içe rahatladığı, daha dün şu masada neredeyse mutlu yemek yediği arkadaşı, şu an hayatta değildi…
Tarih, 11 Şubat 1963’ü gösteriyordu. Sylvia’nın her günü, intiharı düşünüyor ya da deniyorsa, sıradan bir gün olarak geçiyor demekti. Bugün de yine bir planı vardı ve bu kez başaracaktı…
Çocuklarının odası ikinci kattaydı; başuçlarına kurabiye ve sütlerini bıraktı. Odalarının kapısını kapadı ve sıkıca kapının aralıklarını bantladığından emin oldu. Aşağı, mutfağa indi ve fırının gazını açıp kafasını içine soktu.
Sonrası Sylvia için muhtemelen huzura kavuşmak demekti…
Bu intiharın ardından tüm gözler elbette kocası Ted’e çevrildi. Ted, bu konuda yıllarca konuşmamayı tercih etti. Sonra da anılarını yayımladı. Sylvia’nın intiharından “Önlenemez!” diye bahsediyordu…
Ve intihar Sylvia’nın genlerine kodlanmış gibiydi; yıllar sonra oğlu da intihar edecekti…
Sylvia intihar ettiği sırada, Assia da Ted’in çocuğuna hamileydi. Bebeği aldırdı ve Ted ile beraberliğini de sürdürdü. Üstelik Sylvia’nın çocuklarına annelik eder. Kim bilir, belki de bu Assia’nın vicdanının sızısını dindirme şekliydi. Ted’in hayatında bir intiharla oluşan koca boşluğu doldurdu.
Ne yazık ki, Assia’nın da yaşamı Sylvia’nınki gibi Ted’in gölgesinde kalarak devam etti. Ne Ted ne de çevresi Assia’nın şiirleriyle ilgilenmedi, hatta onu küçümsedi. Assia, Sylvia’nın yolunda ilerliyordu. Onun sadece hayatını değil, ölümünü de aldı.
23 Mart 1969’da, Sylvia’dan farklı olarak, 4 yaşındaki kızı Shura’yı da yanına aldı; gazı açtı ve kızıyla birlikte ölüme kavuştu…
Ted’in anılarına göre Assia’nın ölümü ise, “Önlenebilir”di!
Sylvia Plath, gizdökümcü şiirin en büyük temsilcilerinden biri olarak tanındı. Şiirleri, en az intiharları kadar meşhur oldu. Kendisine biçtiği 30 yıllık ömürde biriktirdiği her cümle, ardından eserlere dönüştü.
Sylvia Plath, Virginia Woolf, Simone de Beauvoir, Marguerite Duras gibi isimlerle bir arada 20. Yüzyılın en büyük kadın edebiyatçıları arasında anıldı. “Sırça Fanus” adlı eseriyle tanınan Sylvia, kırılgan, karamsar ve illa duygusal diliyle okurunun ruhuna dokundu. Bu aslında kısacık hayatında yaptığı en iyi şeydi; ruha dokunmak. Bir tek kendi ruhuna dokunmayı becerememişti…
Her zaman dediğim gibi, insanlığa ucundan kıyısından sanata bulaşan, yaşayan bir şeyler bırakırsan bu ölümsüzlüğün keşfi gibi. Sylvia, belki hiç toparlayamadığı ruh sağlığıyla, içinde kopan fırtınalarla zor şeyler yaşadı. Nihayetinde herkes kendi payına düşeni yaşıyordu. Onu özgürleştiren de cümleleri oldu…
Kendi ölümüne karar verdiğinde ve başardığında henüz 30’undaydı. Daha sonra hayatı “Sylvia” adlı filmle beyaz perdeye aktarıldı. Onu ise, Oscarlı Oyuncu Gwyneth Paltrow cablandırdı.
Otobiyografik bir roman olarak öne çıkan “Sırça Fanus”, birçok eleştirmen tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendirildi.
Zaman içinde şiirleri, düzyazıları yayımlanmaya ve Sylvia Plath hep konuşulmaya devam etti. İçinde dindiremediği fırtınalara rağmen ruhlara dokunan şiirleriyle bir Sylvia Plath geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Doğum ve ölüm tarihi arasında ne çok şey değişti hayatımda; hayatımızda… İnsan ömrüne, aşklarına, vazgeçtiklerine vurgusuydu belki şiirleri. işte bu sebepten bir kere daha öne çekiyorum Nazım Hikmet biyografisini…
Keyifle…
“Nazım Hikmet ve aşkları”nı yazdım; biyografi yazmayacaktım. Ama dayanamadım yine. Aldım aşklarını çocukluğu, yaşadıkları ile yoğurdum; bugün onun doğum günü diye…
Yaşadığı aşklarla, vazgeçtikleriyle, tutunduklarıyla bir Nazım doğdu, yaşadı ve şiirlerini bırakıp gitti bu dünyadan.
Doğum günün kutlu olsun Nazım Hikmet Ran…
Nazım, 15 Ocak 1902’de Selanik’te Ayşe Celile Hanım ve Hikmet Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi. Celile Hanım, Hasan Enver Paşa ve Alman kökenli Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa, yani Ludwing Karl Friedrich Detroit’in kızı Leyla Hanım’ın kızıydı; çok iyi Fransızca konuşuyor, piyano çalıyor ve resim yapıyordu. Nazım da annesine çekecek, sanatsal yönü ağır basacaktı.
Babası Hikmet Bey, Çerkez Nazım Paşa’nın oğluydu; Matbuat Umum Müdürlüğü ve Hamburg Şehbenderliği yapmıştı. Nazım’a göre, babası Türk’tü. Annesi ise, Alman, Fransız, Gürcü, Polonyalı, Çerkez kökenli idi.
Hikmet Bey, Selanik’in son valisiydi. Nazım henüz çocukken memuriyetten ayrıldı ve ailecek Nazım’ın dedesinin yanına Halep’e yerleştiler. Burada onları yeni bir hayat bekliyordu. Hikmet Bey, yeni işler peşine düştü. Ancak buraya tutunamadılar ve yeni güzergah İstanbul’du. Buradaki iş kurma çalışmalarının da sonucu iflas olmuştu. Hiç hoşuna gitmese de memuriyete geri dönecekti. Fransızca bildiğinden kolayca Hariciye’ye atandı.
Nazım da bu süreçte annesinden aldığı güzelliklerle besleniyor ve büyüyordu…
Nazım, artık okula gidecek yaşa gelmişti. Eğitim hayatına başladı. Ancak bir şey daha vardı hayatında başlayan. Nazım, daha küçücük bir çocukken, 3 Temmuz 1913’te, “Feryad-ı Vatan” adını verdiği ilk şiirini yazdı. 1913’te aynı zamanda Mekteb-i Sultani’de ortaokula başladı.
Bir gün aile meclisi toplanmıştı; Bahriye Nazırı Cemal Paşa da oradaydı. Nazım, gururlu tavırlarıyla denizciler için yazdığı kahramanlık şiirini okudu. İşte o an, Nazım’ın Bahriye Mektebi’ne gitmesine karar verildi; Nazım, 25 Eylül 1915’te Heybeliada Bahriye Mektebi’ne kaydoldu. Pek çalışmazdı; ama zeki bir öğrenciydi. Ahlaki tavırları iyiydi, ancak çok sinirli bir yapısı vardı. Genel anlamda öğretmenleri tarafından sevilirdi. 1918’de ise, 26 kişiden sekizinci olarak mezun oldu.
Mezun olur olmaz dönemin okul gemisi Hamidiye’de güverte subayı stajyeri olarak atandı. Ancak aşırıya kaçan tavırları sebebiyle ordu ile ilişiği kesildi.
1920’de arkadaşı Vâlâ Nureddin ile Milli Mücadeleye katılmak için Anadolu’ya gitti. Bu durumdan ailesinin haberi yoktu. Nazım, önce bir süre Bolu’da öğretmenlik yaptı ve daha sonra Batum üzerinden Moskova’ya gitti. Burada Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler ve İktisat okuyarak yükseköğrenimini tamamladı.
Nazım, Moskova’ya yükseköğrenimi için gelmişti; bir de aşkı Nüzhet vardı. Yıl 1921’di, devrimin ilk yılları yaşanıyordu. Nazım, komünizm ile resmen tanıştı. Bundan sonra hayatındaki her şey bu noktadan merkez alarak hayat çemberini çizecekti.
1924’te ilk şiir kitabı, “28 Kanunisani” yayımlandı. Aynı zamanda sahneye de aktarıldı. Artık Türkiye’ye dönme vakti gelmişti. Türkiye’ye döndü ve Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başladı.
Nazım, ilk şiirlerini hece ölçüsünde yazmaya başlamıştı. Ancak burada da derli toplu görünen bir başına buyruktu. Çünkü içerik bakımından diğer Hececiler’den başka tarzda yazıyordu.
Şiirleri çoğaldıkça hece ölçüsü ona yetmedi. Şiiri için kendine özgü bir tavır arayışına geçti. Sovyetler Birliği’ne gittiği ilk yıllarda, özellikle 1922 – 1925 yılları arasında bu arayışı zirve yaptı. Hem içerik hem de biçimi bakımından diğer şairlerden farklıydı. Artık serbest ölçü ile yazacaktı.
“O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
Bahçesinde ebruli hanımeli açan bir ev.
…”
Bu şiir, Nazım’ın ilk aşkını anlatıyordu. Bahçesinde ebruli hanımeli açan o minnacık evde Nazım ile yaşamak isteyen minnacık kadının adı Nüzhet’ti; henüz 15 yaşındaydı. Nüzhet ve Nazım, gazeteci Muhittin Birgen sayesinde tanıştı.
Nüzhet, Tiflis’e gitti. Nazım da hemen ardından yetişti. Moskova Üniversitesi’nde okuyan genç bir delikanlıydı Nazım ve bütün güzel kızların gözü üzerindeydi. Ama yüreği yanmıştı bir kere, kor kor öbeklenmiş, mengenelere sıkıştırılmıştı işte. Böyle bir hissi, ilk kez, Nüzhet’e karşı duyuyordu. Kaçınılmaz son gerçekleşti; Nazım ve Nüzhet, 1921’de evlendi. Anyuta adını verdikleri bir kızları oldu.
Ancak kaçınılmaz başka sonlar da vardı; ayrılık gibi. Nüzhet’in İttihatçı yakın bir akrabası Nazım’a duyduğu öfke ve nefrete engel olamıyor, genç kıza sürekli evine dönmesini söyleyen mektuplar yazıyordu. Çok gençti ve bu kadar baskıyı kaldıramadı Nüzhet. Nazım’ı terk ederek evine döndü…
Bu ilk olmayacaktı; daha hapis yatacağı günler de vardı. Yolunu açmıştı bir kere Nazım. Aydınlık Dergisi’nde yayımlanan şiir ve yazıları başına dert açmıştı. Nazım’ın 15 yıl hapsi isteniyordu. Daha topraklarında mevsim dönmeden Nazım, bu kez de Sovyetler Birliği’ne gitti. Ancak 1928’de Af Kanunu’ndan yararlandığı müjdesini aldığında Türkiye’ye dönebilmişti. Çalışacağı yeni dergi, “Resimli Ay”dı.
Açılışı 1925’te yapmıştı. Daha birçok kere yargılanacaktı. 1938’de orduyu ayaklanma için kışkırttığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. 13 yıl İstanbul, Ankara, Bursa Cezaevleri’nde kalacak; 1950’de de af yasasından yararlanıp özgürlüğüne kavuşacaktı.
Nazım da Nüzhet’in ardından Türkiye’ye dönmüştü. Ancak yüreği ne bu ayrılığı ne de Nüzhet’in bir profesörle evlendiğini görmeyi kaldırabildi. Moskova’ya geri döndü.
Burada METLA Tiyatrosu’nda Ludmilla Yurçenko ile tanıştı. Onun için adı Lena’ydı. Bir süre sonra evlendiler. Aslında her şey iyi gidiyordu.
Elbet yine ayrılık vakti gelip çatacaktı. 1928’de Nazım’ın Türkiye’ye dönmesi gerekiyordu. Ancak Lena için vize vermediler. Böylece ülkeler arasında sessiz sedasız, şiirlerde çağlayacak bir ayrılık yaşandı.
Piraye, 16 yaşındaydı Sedat Örfi ile evlendiğinde ve şimdi de boşanmıştı işte. 2 çocuklu yalnız bir kadındı. İşte bu dönemde tanıştı Piraye ve Nazım; 1930’da.
Delice bir sevdaydı aralarındaki; tarifsiz bir tutku. Kalbinin kızıl saçlı bacısı olarak tarif ediyordu onu. Ancak evlilikleri sürecinde 13 yıl boyunca Nazım hapisteydi. Kim bilir, belki de onca şiiri yazdıran da işte bu aşkın uzak yaşanışıydı.
Ona mektuplar yazdı; sandıklar, kutular tablolar yaptı Nazım. 24 yaşındaki güzeller güzeli Piraye de Nazım’ı için kitap, temiz çamaşır taşıyordu. Piraye, Nazım’ın tek moral kaynağıydı.
Sonra bir gün, öylesine sıradan bir gün, dayısının kızı Münevver, Nazım’ı ziyarete geldi. İkisi de evliydi. Ancak yine de aralarında bir kıvılcım oluşmasına engel olmamıştı. Ötesi yok, Nazım sırılsıklam âşıktı işte.
1948’de bir af bekleniyordu. Nazım, Münevver’e kocasından boşanmasını söyledi. Birlikte yeni bir hayata başlamayı teklif etti. Piraye’ye de bir mektup yazıp her şeyi olduğu gibi anlattı.
Piraye, her zamanki gibi kocasından gelen aşk mektubunu açtı; ancak okudukları karşısında yıkılmıştı. Yine de hiç ses etmedi ve boşanma isteğini kabul etti.
Ancak işler Nazım’ın planladığı gibi gitmedi. Beklenen af gerçekleşmemişti. Münevver de böyle bir riske girmek istemedi ve kocasına döndü. Nazım da Piraye’yi kaybettiğiyle kaldı.
Ona af dilemek için bir mektup yazdı. Anca Piraye, ölse de aşkından, bir daha Nazım’a hiç dönmedi…
Bir kısmı şöyleydi mektubunun:
“Pirayem, Kızıl saçlı bacım benim,
Seni arkadan bıçakladım. Bir damlası benim damarlarımdaki bütün kana bedel kanınla boyandı ellerim. Yeryüzündeki hiçbir insan hiçbir insana benim sana yaptigim kötülüğü yapmamıştır. Bütün bunlara rağmen gel. Sana ” Gel ” diyecek kadar yüzsüz ve alcaksam ne halt edeyim öyleyim işte. Fakat gel. Oğlumuz Memet’in başı için gel ve ben kalan ömrümde ona layık bir baba olmak fırsatını kazanabileyim. Senin yüzüne nasıl bakabilecegimi bilemiyorum. Seninle karşılastığım anda ayaklarının dibine yıkılacağım belki. Belki de sadece bayrağını kendi eliyle düşmana teslim etmiş bir hainin cesaretiyle yüzüne bakmaya calışacağım. Belki de tek kelime söylemeden gözlerimi iskarpinlerine dikip oturacağım. Fakat gel. Hayatım yalnız kendime ait olsaydı gebermeyi çoktan tercih ederdim.
…”
Piraye ile yaşadığı bu durumdan sonra, nihayet af çıkmıştı. Nazım ile Münevver, evlendi. Bu evlilikten Mehmet Nazım doğdu.
Nazım, daha Mehmet 3 aylıkken Rusya’ya kaçtı. 1951’den sonra da çıkan kararla Türkiye’ye dönmek hayal olmuştu. Münevver, ancak 1961’de İtalyan yazar Joyce Lussu’nun yardımıyla Nazım’ın yanına Varşova’ya gitti. Ancak Nazım, aşktan beslenmeye devam etmiş, burada kendine yeni bir hayat kurmuş, Vera ile evlenmişti…
Bu kez de askerlik bir sorun olup karşısına geçti. Sürekli izlenmiş ve çürüğe ayrılmıştı. Ancak buna rağmen 48 yaşında yeniden askerliğe çağırıldı ve öldürüleceği yolunda duyumlar alıyordu. Başka çare bulamamıştı; Rusya’ya kaçtı. Münevver’i ve oğlunu ardında bırakmıştı. 17 Haziran 1951’de Bakanlar Kurulu, Nazım Hikmet’in vatandaşlıktan çıkartılmasına karar verdi. Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde, sonra da eşi Vera ile Moskova’da yaşayacaktı.
Nazım, Türkiye’den kaçtığı ilk zamanlarda doktoru Galina Grigoryevna ile evlendi. Nazım’ın hayatını paylaştığı; ama hiç şiir yazmadığı tek kadındı.
Münevver bu aşamayı kaçırmış, Vera ile karşılaşmıştı.
Nazım ve Vera, 1956’da, Vera henüz 24 yaşında iken tanıştılar; 1960’ta evlendiler. Bundan sonra tüm şiirlerini Vera için yazdı Nazım…
Aşktı, gerçekti. Ölüm gerçekliği ile karşılaşana kadar, Vera ile doyasıya yaşayacaktı aşkını. Vakitleri az kalmıştı aslında. Nazım 3 Haziran 1963’te hayata ve Vera’ya veda edecekti.
“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim, kaldım, güldüm, öldüm…”
3 Haziran 1963 sabahıydı, saat 06.30’u gösteriyordu. Nazım, ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına kadar gazetesini almak için indi. Tam gazetesini almak için eğilmişti ki, kalbi o anda yaşamaktan vazgeçti. Nazım Hikmet, yaşadığı gibi bir sincap kararlığında ve ani ölüvermişti. Vera hep yanıbaşındaydı.
Cansız ve şiir dolu bedeni ünlü Novodevici Mezarlığı’na defnedildi. Ona özel siyah granitten bir mezar taşı tasarlanmıştı. “Rüzgara karşı yürüyen adam” figürü bu siyah taş üzerinde ölümsüzleştirildi.
Şiirlerinden birçoğu “Cem Karaca, Fikret Kızılok, Fuat Saka, Ezginin Günlüğü, Zülfü Livaneli” gibi birçok sanatçı tarafından kendilerine özgü bir yorumla bestelendi…
2006’da Bakanlar Kurulu, Türk vatandaşlığından çıkartılmalar üzerine bir düzenleme yapılmasını gündeme getirdi. Bir umut doğmuştu; Nazım Hikmet’in Türk vatandaşlığına tekrar alınacaktı. Ancak bunun üzerine Bakanlar Kurulu, bu düzenlemenin sadece yaşayan kişiler için olacağını bildirdi.
2008’in ilk günlerinde, Piraye’nin torunu Kenan Bengü, Piraye’nin sakladığı hatıralar arasında “Dört Güvercin” adlı şiirini ve tamamlanmamış 3 adet roman taslağını bulmuştu. Piraye, aşkının emeği üzerine her şeyi özenle saklamıştı.
5 Ocak 2009’da “Nazım Hikmet Ran’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılması üzerine Bakanlar Kurulu kararını yürürlükten kaldırılmasına ilişkin önerge” Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Nazım Hikmet’in Bakanlar Kurulu onayınca tekrar vatandaşlığa alındığını duyurdu. Bu durum, 10 Ocak 2009’da Resmi Gazetede yayımlandı.
Nazım, 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı olmuştu…
Ve kalbine geçiremediği sözlerle, Piraye’siyle, Vera’sıyla, aşkla vücut bulan bir Nazım Hikmet geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Kitap okumayı en fazla ne kadar sevebilirdiniz? Ya da belki şöyle sormalıyım, herhangi bir şeyi en fazla neyinizi feda edecek kadar sevebilirdiniz?
Cemil Meriç, kitapları, görme yetisini yitirmeyi umursamayacak kadar çok seviyordu. Onun ki öğrenmeye karşı duyduğu sonsuz açlık gibiydi. Sonunda görme yetisini tamamen yitirdiğinde ise, kalp gözünü açtı ve eserlerini verdi. Belki de fiziksel olarak değil, bir nesnenin duygusunu görebildiği için bunca sevildi…
Çok sevdiği kitaplarıyla dolu dolu 70 yıl geçirdi Cemil Meriç ve 31 yıl önce bugün aramızdan ayrıldı. Dilerim bir yerlerde ruhu kitaplara doymuş bir şekilde, yazdıklarını okuyan herkese gülümsüyordur…
Cemil, 12 Aralık 1916’da, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, Zeynep Ziynet Hanım ve Mahmut Niyazi Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ev sahipleri Osman Ağa’nın bir asker dostunun ısrarı ile ailesi, ona “Hüseyin Cemil” adını verdi.
Ailesi Balkan Savaşları sırasında Dimetoka’dan Reyhanlı’ya göçmüştü. Çamurlu sokaklardan geçilerek varılan bir küçük evde oturuyorlardı. Cemil de bu evin bir odasında açtı dünyaya gözlerini. Dimetoka’da hakimlik yapan babası, Cemil’in doğumundan sonra Antakya’da Ziraat Bankası Müdürlüğü ve Mahkeme Reisliği yaptı. Cemil 7 yaşındayken memuriyetten ayrıldı ve ailecek Reyhanlı’ya döndüler.
Eğitim hayatı resmi olarak 7 yaşında başlayacaksa da, Cemil, okumaya başladığında henüz 4 yaşındaydı. Okumak, onun için eğlenmekle eş değerdi. Kitaplarla konuşmayı çok seviyordu. Ancak okumaya başladığı ilk yıl ileri derecede miyop olduğu teşhis edildi. Cemil, 4 yaşındaydı ve 4 derece miyoptu.
8 yaşına kadar bulanık hayatında çocukluğunu yaşamaya, bir şeyleri ayırt ederek görmeye çalışıyordu. Ancak tek görebildiği yaşadıklarından sonra hayata küsmüş, susmayı tercih etmiş, sürekli kaşlarını çatan bir baba ve sürekli hasta, hayattan kendisini soyutlamış, her şeye mızmızlanan bir anne! Ve bu tanımların arasında çocukluğunu kendi dünyasında “İtilip kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş, yabancı!” olarak tanımlıyordu. Yani en azından akıllı cümleler kurmaya başladığında hissettiği ve yıllar sonra kelimelere döktüğünde söylediği tam olarak böyleydi.
Kendine doğru bir yol bulmalıydı. Çünkü Cemil, başka çocuklar gibi değildi ve çocuk dediğin, kendine benzemeyeni ötekileştirirdi. Arkadaşları da Cemil’i dışladı; Cemil çok dayak yedi, çok hakaret işitti. Aslında ona göre en kötüsü arkadaşlarının yaptığı değil, eve döndüğünde anlatacak kimse bulamayışıydı. Aslında belki konuşsa onu anlarlardı, ama o, susmayı tercih etti. O zaman doğrusu buymuş gibi geliyordu. Kendi ifadesiyle dili başkaydı ve gözlükleri vardı. Cemil, kendinden çok utanıyordu…
Cemil, pencerelerini dış dünyaya kapatmış ve düşman bir çevrede insanları sevemeyince kitaplara kaçmıştı. Bu onun duygusal zekasının güçlü olduğunu gösteriyordu belki; ancak edebiyat, kesinlikle Cemil’in özgür bir kararı olmayacaktı. Buna 4 yaşında karar vermiş bir ruhla Cemil, gözünde 4 derece gözlükleri, elinde kitaplarıyla bir köşede oturan küçük adamdı.
Yıllar sonra, “Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım” diyecekti. Bu dünya, kitaplara açılıyordu; bu, sonsuzluğun erken keşfiydi belki de…
Bir de trajedisini birkaç satırla şöyle özetleyecekti: “Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla ‘Büyük Doğu’ kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla ‘Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış”.
Cemil 7 yaşındayken doğduğu yere geri dönmüşlerdi ve artık okul zamanıydı. Cemil, ilkokulu Reyhanlı Rüşdiyesi’nde bitirdi. Sonra yeniden Antakya’ya döndüler. Fransız idaresinde bulunan Antakya’nın Fransız eğitim sistemini uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu.
Okul ve kitaplar onun için çok değerliydi. Ancak belli ki gözleri bu duruma karşı isyan etmeye devam ediyordu. Antakya Sultanisi’ndeki eğitimi sırasında Cemil’in gözleri neredeyse 10 dereceye kadar yükselmişti. Ortaokul sıralarındaydı ve tahtada yazılanları dahi göremiyordu. Bir yandan bunu dile de getiremiyordu…
Bu sırada ilk yazısı “Geç Kalmış Bir Muhasebe” başlığını attığı yazısı Yenigün Gazetesi’nde yayımlandı. “Fırsat Yoksulu” takma adını kullanmıştı. Artık 12. Sınıfa geçmişti. Hocalarının bir yazısına yaptığı eleştiri sonrasında Cemil’in milliyetçi tutumu, onu, okulu terk etmek zorunda bırakmıştı; lise diplomasını alamadı.
1936’da, İstanbul’a giderek Pertevniyal Lisesi’ne kaydoldu. Öğretmenleri, İhsan Kongar, Keysa İdalı, Nurullah Ataç gibi değerli isimlerdi. Burada bir de Nazım Hikmet ve Kerim Sadi başta olmak üzere dönemin solcu aydınlarıyla da tanıştı.
Bir yandan da geçim sıkıntısı çekiyordu. Hatay’a dönmekten başka çaresi yoktu. Artık iş hayatı başlamalıydı…
Cemil, döner dönmez Haymaseki köyüne ilkokul öğretmeni olarak çalışmak için gitti. Burada dokuz ay çalıştıktan sonra aynı yıl, 1937’de, İskenderun’a dönü ve Tercüme Bürosu’na Reis Muavini oldu. Ancak beklenmedik bir telefonla görevi son buldu. Cemil Meriç de artık kendini “sosyalist” olarak tanımlıyordu.
1938’deki görev yeri Batı Ayrancı Köyündeki ilkokuldu. Daha sonra Türk Hava Kurumu’nda sekreterlik, Belediye’de katiplik gibi geçici işler yaptı.
Hatay, Türkiye topraklarına yeni dahil edilmişti. Nisan 1939’da, Hatay Hükümeti’ni devirmek iddiasıyla tutuklandı; Cemil Meriç, komünizm propagandası yapıyordu. Çıktığı mahkemede Marksist olduğunu söyledi. Bu kelime, bir Türk Mahkemesinde ilk kez o gün telaffuz edilmişti. Antakya’da idam talebiyle yargılanan Cemil Meriç, üç buçuk ay sonra beraat etti.
Hala okumak istiyordu. Birkaç yıl ara vermek zorunda kalmıştı ancak bir yolunu bulur bulmaz da üniversiteye kaydolabilmek istiyordu. 1940’ta İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’na burslu olarak kabul edildi. Ancak burada da aradığını bulamamıştı. Öyle çok kitap okuyordu ki, diğerlerinden fazlaca önce olduğu muhakkaktı. Amfide en arkaya oturuyor, dersi oradan dinliyordu. Bir dersten sonra hocası Sabri Esat Siyavuşgil, ona, derslere girmeye ihtiyacı olmadığını, okula gelmesi gerekmediğini söyledi.
Bir yandan da yazmaya ve yazdıklarını yayımlamaya devam ediyordu. 1941’den itibaren yazılarını, İnsan, Gün, Yücel Ayın Bibliyografyası dergilerinde yayımladı.
Cemil, kime gönlünü açıp evlenmek istese reddedilen bir delikanlıydı. Bu konu artık içinde kabuk bağlamaz bir yaraya döndü.
Belki de vazgeçmişti. Tam bu sırada dostu Kerim Sadi’nin ısrarıyla öğretmen arkadaşı Fevziye Menteşoğlu ile tanıştı. Ona, “İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım. Ne dersiniz? Benimle evlenir misiniz?” şeklinde bir evlenme teklifinde bulundu. Fevziye Hanım’ın cevabı kısa ve net oldu: “Cesaretimi takdir edersiniz”.
Evet, evlenmişlerdi. Az bir zaman sonra Cemil, 1942’de Elazığ Lisesi’ne Fransızca Öğretmeni olarak atandı.
1942’de, Elazığ Lisesi’ne Fransızca Öğretmeni olarak atandı Cemil. Burada bir süre görevini yerine getirdi. Ancak eşinin tayini Elazığ’a bir türlü çıkmıyordu. Daha da önemlisi eşi, iki kez hamile kalmış; ama bu doğum sağlıklı ilerleyememişti. Eşinin
İstanbul’da doğum yapabileceğinin anlaşılması üzerine Cemil, öğretmenlikten istifa etti ve İstanbul’a gittiler. 1 Nisan 1945’te oğulları Mahmut Ali dünyaya geldi. 16 Aralık 1946’da doğan kızlarına da Ümit adını verdiler.
Cemil, 1946’da İstanbul Üniversitesi’ne Fransızca Okutman olarak geri döndü. Bu görevi, 1974’te emekli olana kadar devam edecekti.
1947 yılı boyunca Yirminci Asır Dergisi’nde yazılarını yayımladı. 1948’de Victor Hugo’nun Hermani adlı piyesini manzum olarak tercüme etti. 1952 – 1954 yılları arasında da Işık Lisesi’nde Fransızca dersleri verdi.
Cemil, eğer işinde ya da evinde değilse bilirdiniz ki kütüphanedeydi. Kütüphanesi, onun hayatının en özel alanında bulunuyordu. Ancak elbette kütüphanesi dışında da bir özel hayatı vardı. Sadece kütüphanesi daha özeldi hepsi bu. Kütüphanesine girerken kirli giysilerinden sıyrılıo tertemiz giyinen Machiavelli’nin gözünden bakıyordu o da kütüphanesine; kutsaldı.
Cemil, daha çok kitaplarıyla olmayı tercih ediyordu. Gece ya da gündüz, onun için fark etmiyordu. Öyle ki, Cemil geceleri gözleri görmediğinden masanın üzerine bir sandalye koyar, ışığa mümkün olduğunca yaklaşır ve böyle okurdu. Bu şekilde yapmalıydı. Çünkü kordon alacak parası yoktu; tüm parasını çoktan kitaba vermişti. Gözleri de daha fazla dayanamayacaktı…
Cemil, aydın arkadaşlarıyla buluşur; Nisvaz ya da Elit pastanelerinde hoş sohbetli vakit geçirirdi. Salah Birsel, takdirini “Elit’e gelenlerin en bilgilisi, en kültürlüsüdür Cemil Meriç!” diye dile getiriyordu…
1953’te, Cemil’in görme yetisi hissedilir derecede azalmıştı. 12,5 derece miyop ve kuvvetli hipermetrop onu çok zorluyordu.
1954 baharında geçirdiği bir kaza geçirdi Cemil. Aile dostları Ahmet Çipe’yi ziyaret ettikleri bir günün sonunda, merdivenlerden düştü. Eşine yönelttiği “Fevziye, hiçbir şey görmüyorum. Elektirikler mi kesik?” sorusundan sonra herkesin yüzünde acı gerçeğin yansıması vardı. Cemil Meriç, artık tamamen kördü.
Geçirdiği birkaç başarısız ameliyatın ardından Cemil, 1955’te tek başına Marsilya’ya giden bir vapura bindi. Oradan da umut ederek Paris’e gitti. 6 ay süren bir tedavinin ardından umutları tükendiğinde evine döndü. “Dante cehennemi anlayamamış dostum” diye tanımlıyordu yaşadığını…
Artık küçücük bir ışık huzmesi dahi yoktu ve Cemil, bir daha okuyup yazamayacağını düşünerek bunalıma girdi. Kitaplarını okşuyor, sayfalarını kokluyor ve sürekli hüngür hüngür ağlıyordu. Ama arkadaşları vardı ve bu kez çocukluğunda yaptığı gibi onlardan kaçmayacağını biliyordu. Çevresinde ona destek verenler sayesinde göremeyen bir insan olarak, okuma yazmayı yeniden öğrendi.
Evet, Cemil Meriç artık göremiyordu ve bir daha da göremeyecekti. Ama aslında gördüğü çok daha fazla ve güzel şey vardı. Belki artık gökyüzünü, güneşi, bulutu göremeyecekti; ama görüyorum diyenden çok daha fazlasıyla her şeyi tanımlayabilirdi.
En üretken çağı başlamıştı Cemil Meriç’in. Sadece yanında insanlara ihtiyaç duyuyordu o kadar. Çevresindekilere Fransızca ve İngilizce metinleri okutuyor ve sözlü olarak yaptığı çevirileri de yardımcılarına yazdırıyordu.
1963’te, Edebiyat Fakültesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde, emekliliğine kadar sürdüreceği, Sosyoloji ve Kültür Tarihi dersleri vermeye başladı. Yine 1963’te yirmi yıl boyunca aralıklarla yazmaya devam edeceği günlüklerinin ilkine, ilk cümlesini yazdı.
Bir dünya edebiyatı yazma düşüncesine dalmıştı. Yola da İran Edebiyatı ile başlamayı düşünse de yönünü değiştirdi ve 1964’te ilk telif kitabı “Hint Edebiyatı”nı yayımladı. 4 yıllık bir çalışmanın sonucu olan bu eser, Doğu medeniyetlerine karşı önyargıların yıkılmasını amaçlıyordu. “Bir Dünya’nın Eşiğinde” adıyla iki kez daha basıldı.
Daha sonra yüzünü Doğu’dan Batı’ya döndü. Batı düşüncesinin önemli bir yönünü aydınlatma amacıyla sosyalizmin temelini atan ve sosyolojinin kurucusu olan Saint Simon hakkında bir eser yazdı. Bir süre yayınevlerinin basmayı istemediği bu eseri, 1967’de Can Yayınları bastı.
1965-1973 yılları arasında çeşitli dergilerde yazıları ve çevirilerini yayımlayan Cemil Meriç, Hisar Dergisi’nde “Fildişi Kuleden” başlığı ile denemeler yazdı. 1974’te İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden emekli olan Cemil Meriç, birikimlerini kitaplaştırmaya karar verdi.
Yine 1974’te, Türkiye Milli Kültür Vakfı’ndan fikir dalında ödüle layık görüldü.
1976’da, “Bu Ülke” adını verdiği kitabını yayımladı. Cemil Meriç, kendisinin fikir, kültür ve edebiyat konularına dair aforizmalarından oluşan bu eserini, “Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim” diye tanımlıyordu.
Yine 1976’da, medeniyet kavramını tartıştığı “Umran’dan Uygarlığa” adını verdiği eserini yayımladı.
1978-1984 yılları arasında çoğu Kubbealtı Cemiyeti’nde düzenlenen konferanslar vererek birikimlerini sözlü olarak da paylaştı. 1980’de kaleme aldığı, bir edebiyat ve düşünce tarihi niteliği taşıyan “Kırk Ambar” adını verdiği eseri ile “Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü”nü aldı.
1981’de Ankara Yazarlar Birliği, Cemil Meriç’i, “Yılın Yazarı” seçti. Yine 1981’de, “Bir Facianın Hikayesi” adını verdiği yarı derleme yarı telif eserinde, yakın tarihin yeni muhasebesini yaptı.
41 yıl boyunca Fevziye Hanım ile aynı yastığa baş koydu Cemil Meriç. Kendisine ömrünü adayan, onun her haline saygı duyan bir kadınla evli olduğu için çok şanslı olduğunu biliyordu.
Cemil Meriç, Antakya’ya ablasını ziyareti sırasında Lamia Hanım ile tanıştı. Antakya Lisesi’nde İngilizce Öğretmeniydi. Cemil Meriç’in hayatındaki yeri çok özeldi. Fevziye Hanım, bu özel durumu anladı ve saygı duydu…
Fevziye Hanım, 10 Mart 1983’te öldü. Cemil Meriç de tamamen içine kapandı…
Oğluyla Caddebostan’da vakit geçirdiği bir günün sonunda Cemil Meriç fenalaştı. Gelen titreme atağının ardından Haydarpaşa Hastanesi’ne yatırıldı ve doktorlar, felçli olduğu haberini verdi. Bir süre sonra da zatürre oldu ve ardından kalp krizi geçirdi. Prof. Dr. Aram Sukyasyan’ın uyguladığı tedavi sonucunda hayata döndü.
Tüm bu süreçte de Lamia Hanım, Cemil Meriç’in bakımını üstlendi. Hiçbir karşılık beklemedi ve onu hiç yalnız bırakmadı.
Meriç’in hastalığından sonra Feneryolu’nda bir daireye taşındılar. Felçli olduktan sonra bambaşka biri oldu Cemil Meriç. Sürekli yataktaydı. Yine de kötümser değildi. Hatta daha iyimser biri oldu. Ziyaretine gelen kimseyi geri çevirmiyordu; hasta haliyle bile her soruyu cevaplıyordu.
Ömrünün sonuna yaklaşırken Cemil Meriç, yemek yerken dahi yoruluyordu. Neredeyse sadece suyla besleniyordu. Doktorlar yeni bir tedavi uygulamaya başlamıştı ki, 1987’de, 12 Haziran’ı, 13 Haziran’a bağlayan gece 00.25’te 70 yıllık hayata veda etti.
Düşünceleri, eserleri ve kitaplara olan düşkünlüğüyle bir Cemil Meriç geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Üniversiteye yeni başlamıştım. Bir şarkı duydum. Daha önce de duyduğuma emindim aslında; ama nedense bu kez başkaydı içime işleyişi. Demek, şimdi de Ahmed Arif’i özümseme zamanıydı…
“Ahmed Arif hasretinden prangalar eskitmiş
Beni böyle eskitense prangalı hasretin…”
Diyordu şarkıda.
Ahmed Arif, hasretinden prangalar eskitmişti. Yandıkları, sevdikleri, vazgeçtikleri… Her şey yan yana dizilmiş bu 5 sözcüğün içindeydi sanki. Her kültüre bulanmış, ülkesini, memleketini, sevgiyi savunan şiirler yazmıştı…
Ahmed, 21 Nisan 1927’de, Diyarbakır Hançepek semtinde bulunan Yağcı Sokak 7 no’lu evde dünyaya geldiğinde, ailesi ona “Ahmet Hamdi Önal” adını verdi. Annesi Kürt, babası ise Kerkük kökenliydi.
Annesi Sare, Ahmed henüz bebekken hayata veda etti. Ahmed, sekiz kardeşin en küçüğüydü. Bundan sonra hayatı, babasının yeni eşiyle devam edecekti. Babası memurdu ve bu sebepten Diyarbakır’dan sonraki yaşayacağı yer Siverek olmuştu. Bundan sonra da bu taşınmalar devam edecekti.
Çocukluğu boyunca farklı yerlerde yaşayan Ahmed, Arapça, Kürtçe ve Zazaca dillerini çok iyi konuşuyordu. Hatta o kadar iyiydi ki, ilginç bir iddiada ismi geçecekti. Bir gün Ahmed ve arkadaşları oyun oynarken onu izleyen üç adam, Ahmed’in hangi ırka mensup olduğu üzerine bir iddiaya tutuştu. Biri Arap, diğeri Kürt, öteki ise Ahmed’in Zaza olduğunu tahmin ediyordu. Aralarında anlaşamayan bu üçlü, orada bulunan bir esnafa danıştılar. “Bu çocuk nedir?” diye sorup 5’er lira koydular ortaya. O zamanlar 5 lira büyük paraydı tabii ve üçü de kendisinin kazanacağına ziyadesiyle emindi. Esnaf ise onları şöyle yanıtladı: “Üçünüz de yanıldınız, bu çocuk Türk”.
Ahmed, henüz anlamını bildiğinden habersiz, belki de en çok hissederek, adaletin peşindeydi. Haksızlığa tahammül edemeyen, büyümüş de küçülmüş bir çocuktu o. Özellikle sevdikleri söz konusu olduğunda bu yanı şiddetleniyordu. Bu durumun en ilgi çekici yanı ise, o hep sevgi doluydu. Ne kadar sevgi doluysa, o kadar kavgacı bir yönü de vardı. Ama arkadaşları için, okulu için, mahallesi için ederdi kavgasını; tabiatı böyleydi.
Büyüdüğü coğrafya, onun sadece kişiliğin değil, yeteneklerini de şekillendiriyordu. Henüz küçük bir çocukken at binmeye başlamıştı. Oldukça iyi becerdiği bu eylemde ustalaşacaktı da. Bu konuda kesin bir tavrı da oluşacaktı ve yıllar sonra, “Çünkü ben, şahlanmayan ata binmezdim. Kısrak ise, şahlanmaz” diyecekti.
Okul çağı geldiğinde ailecek Siverek’teydiler ve Ahmed, okuma yazmayı ilkokuldan önce anaokulunda öğrenmişti. Ardından ilkokul kolay geçti. Ortaokulu Urfa’da, liseyi ise yatılı olarak Afyon’da okudu. Ancak lise mezuniyeti Diyarbakır Lisesi’nden oldu. Şiir yazmaya da işte bu sıralarda başladı.
Lise sıraları, şiir sanatını en yoğunluklu icra ettiği zamanlar oldu. İlk şiiri, 1940’ta, “Seçme Şiirler Demeti Dergisi”nde yayımladı. 10 lira telif ücreti bile kazanmıştı. Ancak en büyük kazancı, şiirinin dedesi yaşındaki şair ve ney üstadı Neyzen Tevfik ile bir arada yayımlanıyor olmasıydı.
Ahmed, askerliğini de İstanbul Riva’da yaptıktan sonra üniversite için de Ankara’daydı. Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydolmuştu. Bu sırada, 1951 ve 1952’de iki kez TCK 141’e muhalefetten tutuklandı ve bu sebeple de yükseköğrenimini tamamlayamadı.
Ahmed, 1940-1955 yılları arasında başka başka dergilerde şiirlerini yayımladı. 1956’dan sonra Medeniyet, Öncü ve en son da Halkçı gazetelerinde düzeltmen olarak görev aldı. Bu şiirlerde kendine has hayal gücü göze çarpıyor ve lirizm ile Türk Edebiyatı’nda özel bir yer edinmek için ilk adımlarını atıyordu. Bir gün Türkçeyi en iyi kullanan şairler arasında anılacaktı adı.
Şiirlerinde her zaman ezilenden yanaydı ve insanlığı, kardeşliği vurguluyordu. Çeşitli gazetelerde çalışan Ahmed Arif’in, şiirlerinin toplandığı ilk ve tek kitap, “Hasretinden Prangalar Eskittim”, 1968’de yayımlandı ve korsanları hariç, 23 baskı yaptı. Yine aynı adı verdiği şiir kitabı da 20 binden fazla sattı. Tek kitabıydı; ama 20 yılın birikimiydi. Sonraki baskılarda eklenecek şiirleri de düşünürsek, 50 yıla çıkacaktı bu birikim.
Ahmed Arif, kitabını “Hasretinden Prangalar Eskittim” adıyla yayımlamıştı. Aslında bu isme gelene kadar başka isimler de düşünmüştü. İlk olarak “Dört Yanım Puşt Zulası” olmasına karar vermişti. Ancak kardeşi ona engel oldu. “Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok, seni 15 yaşındaki çocuklar, kızlar taparcasına seviyorlar. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın” diyordu. Kardeşine hak vermişti, daha sonra “Hasretinden Prangalar Çürüttüm”de karar kılmıştı ki, “çürütmek” kelimesinin kulak tırmaladığını fark etti. “Eskitmek” sözcüğü daha iyi duracaktı…
“Günde dört paket Bafra içiyorum” diye açıklardı Ahmed Arif günde dört paket sigara içtiğini. Oysa içerken dahi sigaranın kokusuna tahammülü yoktu. Kendisi bu kadar çok içse de, sigara içilen ortamlardan mümkün olduğunca uzak dururdu. İlerleyen yaşlarda da sigarayı tamamen bırakacaktı. Sigaraya ilginç bir şekilde şiire bağlı olduğu gibi bağlıydı aslında. Sigara uzun vadede verdiği zararla nihayetinde onu öldürmeye yeminliydi. Bir gün, yazdığı şiirle de ölümün eşiğinden dönecekti.
1943’te, Van’da yaşanan, 32 kişinin ölümü ve 1 kişinin yaralanması ile sonuçlanan Muğlalı Katliamı sonrasında, Ahmed Arif, bir şiir yazdı. Ona “Otuz Üç Kurşun” adını vermişti. Bir gece geldiler, aldılar onu bu şiirden sebep ve sabaha kadar dövdüler. “Oku!” dediler; okumamıştı. Dövdükten sonra, Ahmed Arif’in gözlerinin yarı kapalı seçebildiği tellerden aşağı bıraktılar onu. Sabah çöpçüler bulacaktı onu. O zamana kadar da sokak köpekleri koklamak için burnunun dibine kadar gelmiş, “Ya beni öldü sanıp yerlerse” diye ödünü koparmıştı…
(Ahmed Arif, Leyla Erbil)
Büyük aşktı Ahmed Arif’inki. Onu öyle seviyordu ki, “Sen ister dostum ol, ister sevgilim, yeter ki hayatımda ol” diyordu. Yıllar sonra bu aşk, “Leylim Leylim” kitabında anlatılacaktı. “Ahmed gibi sevmek” diye bir deyim bile oluşabilirdi bu aşktan.
Leyla Erbil’e mektuplar yazıyordu Ahmed Arif ve her mektubun sonunda “Senin” diyordu. Arif’e göre, Leyla’ya doymak korkunç bir ahmaklık olurdu. Sonsuz aşkı, şairliği ile perçinleniyordu. Binlerce yıldır aradığı, hasretini çektiğiydi.
“Gün yirmi dört saat seni düşünmek. Ne yüce, ne sonsuz bir duygu bu, bilir misin ki?” dediği Leylası, gün geldi evlendi. 13 Nisan 1955’te, evliliği üzerine bir mektup daha yazdı:
“Evleneceksin demek? Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesut olursun canım. Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah. Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur’’.
Sonra da hep yazmaya devam etti. “İki milyar beş yüz milyon adem evladının seni tanımalarını, öğrenmelerini istiyorum, anlıyor musun?” diyordu.
Sonra istediği oldu; kağıda döktüğü sevgisi, çığlıkları, belki de planladığı gibi, adem evlatları tarafından öğrenildi.
(Eşi Aynur Hanım ile)
Ahmed Arif, 1967’de, Aynur Hanım ile evlendi. Bu evlilikten, 1972’de, oğulları geldi dünyaya. Ona Filinta adını vermişlerdi ve bu isim, onun hayatında pek çok şey demekti.
Oğlu hayatında sadece ismiyle yer etmemişti. O, hayatındaki her şeyin karşılığıydı. Kendi deyimiyle yaşamındaki en büyük sevinci baba olduğu gün yaşamıştı. Öyle ki, tam 2 yıl oğlunun nüfus kağıdını cebinde, kalbinin üzerinde taşıdı. Sanki içi bolca para dolu bir cüzdan taşır gibiydi. Oğlu vardı artık; oğlu dünyanın en güzel güverciniydi, en güçlü silahı…
Ahmed Arif’in hayranlık duyduğu birçok şair vardı: Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Orhan Veli, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Külebi, Ahmet Muhip Dıranas, Behçet Necatigil… Yine de özellikle Cemal Süreya ve Nazım Hikmet onun için bambaşkaydı.
İşte ilk yıllarda hepsinden aldığı feyzle şiirlerini yazıyordu. Onların şiirlerinden besleniyor, düşüyor, kalkıyor; ama illa kaliteli şiirler çıkarıyordu ortaya. Cemal Süreya için “Ama sen ki benim yarı parçamsın. Suyun ötesindeki parçamsın!” diyordu. Nazım Hikmet içinse, “Bir Nazım sarhoşuyum. Ezbere canımı verebilirim” diye anlatıyordu duyduğu sevgisini.
Cahit Külebi’den söz ederken de, “Onun ben “Pembe Mantolu Kıza” şiirini okurken sarhoş olurdum. Kendimden geçerdim” diyordu.
Ahmed, özellikle lise sıralarında, gençlik döneminde ne çok şiir yazmıştı. Ancak hepsi elinden uçup gitmişti. Defterler dolusuydu halbuki. Gecede en az 8-10 sayfa yazıyordu. “Her biri bir kızda kaldı” diye açıklıyordu bu dönemi. “Birçoğu da poliste… Feri alamadım, vermiyorlar”.
Zamanla şiirlerini bekletmeyi öğrendi. Mesela yirmi yıldır hiç dokunmadığı şiirinden bahsedecekti. “Öylece kalsın” diyordu; “Damıtılsın”. Kesin bir yere takılmıştı çünkü, öyle düşünüyordu. Mutlaka oraya layık, yakışan bir bölüm oluncaya kadar beklemeliydi. “Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın. Ben, buna çok saygı duyarım” diye açıklıyordu bunun sebebini.
Hem sonra örnek veriyordu, “Ay Karanlık” adını verdiği şiirinde,
“Maviye
Maviye çalar gözlerin…
Dizesini, belki on yıl, belki de çok, çok daha fazla bekletmişti.
Saygısı boşuna değildi. Çünkü hepsi için, tek tek, beklediğine değdiğini de görecekti.
(Leylim Leylim kitabı)
Şiir, Ahmed’in hayatında yemek, içmek gibi bir eylemdi. Öyle ki, yazmasa yaşayamaz, bu duygudan uzak kalamazdı. Kendini en verimli hissettiği zaman geceydi. Geceleri şiir yazmayı alışkanlık haline getirmişti artık.
Geceyi de aşıp onu rüyasında yakalayan ilham perileri vardı. Çoğu zaman uykusundan uyanır, rüyasında içine düşen mısraları kağıda dökerdi. Daha çocukluğunda yakalamıştı onu bu rüyalar. O zamandan beridir ki, Ahmed, rüyasında şiir okur, mısralar söylerdi.
Ahmed Arif, en güzel yıllarını kendisine çeyrek ekmek verilen parmaklıklar ardında geçirmişti. Polishane, kodes, dam gibi sözcüklerden hiç hoşlanmıyordu. Mahpusluk için en güzel ismin “Makamı Yusuf” olduğunu düşünüyordu. Yusuf Peygamber gibi şerefli bir dava için hapiste kaldığını bildiğinden, bu tabir kesinlikle çok uygundu.
Onun şiirleri, hayatı, aşkı, sevgiliyi karşılıyordu. Hem o zamanlar şiirin yeri, insanların gözünde bir başkaydı. Öyle ki, insanlar kendini bir şiirle ifade etmek dururken başka bir şeye yeltenmezdi. Ahmed Arif şiirleri de oldukça ilgi görüyordu. Hatta bir öğretmen, nikahında şeker dağıtmak yerine 500 adet Ahmed Arif şiir kitabı almış ve dağıtmıştı.
Ahmed Arif bunu öğrendiğinde utançla karışık bir mahcubiyet yaşadı. Ancak Ahmed Arif artık tanınan bir şairdi. Dergiler de böyle satılıyordu. Örneğin, normalde 500 adet satan Soyut Dergisi, Ahmed Arif’in şiirlerini yayımladığı dönemde 3 bin adet satmıştı…
Elbette Ahmed Arif de şairden önce bir insandı ve sevdiği, sevmediği şeyler vardı; onu, Ahmed Arif yapan özel zevkleri.
Mesela sevdiği kitaplarda başı Andre Malraux’tan İnsanlığın Hali çekiyordu. İnanıyordu ki, bu kitap, kendisini çocukluktan, cahillikten kurtarmıştı. Dünyanın kaç bucak olduğunu öyle bir öğretmişti ki, onun hayatı tanıma rehberi işte bu kitaptı. Bundan başka, Tolstoy, Dostoyevski ve Emile Zola’yı da okumalara doyamıyordu.
Sonra Beethoven’den Dokuzuncu Senfoni ve Schubert’ten Dünyayı Dolaşan Şarkı’yı dinlemeye bayılıyordu. Klasik müziğin yanında bir de halk müziğine ilgi duyuyordu. Hemşerisi Şark Bülbülü olarak tanınan Celal Güzelses ve bir de Ruhi Su’ya hayrandı. “Bizim çocuklar, Filinta’nın yaşındakiler rock müzikle, heavy metal dedikleri bir müzikle uğraşıyorlar. Onlarda da bazı güzellikler sezmiyor değilim” de diyordu bir yandan.
Sadece şiir yazmakta iyi değildi elbette. Yemek yapmayı da seviyordu. En iyi yaptığı ve en sevdiği yemek, mercimek çorbasıydı. Bir şölene dönüştürmek istiyorsa, kendi elleriyle çiğköfte yapar, dostlarıyla paylaşırdı. Ayrıca ekmeği ve sütü de özellikle kendisi alırdı.
Ahmed Arif, en çok basılan kitaplar listesinde yer alıyordu ve Ahmet Kaya, Cem Karaca gibi isimler birçok şiirini bestelemiş, onlara bir başka hayat vermişti.
Sonra şiirleri üzerine edebi eleştiriler de vardı. Bunlar arasında 1990’da Ahmet Oktay’ın “Karanfil ve Pranga” adını verdiği çalışma, en detaylısı olarak kabul görmüştü. Bunun yanında Muzaffer İlhan Erdost’un “Üç Şiir” adlı kitabı da yine Ahmed Arif şiirlerini yorumluyor ve çözümlemeler barındırıyordu.
(Ahmed Arif oğlu ile)
Ahmed Arif, emekli olduktan sonra Ankara’da bulunan mütevazı evine çekildi. Her zaman gösterişten ve gürültüden uzak durmuştu. Bu durumu “Çünkü ben doğuluyum” diye açıklıyordu. Aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuktu o…
1983’te anacığı Arife’yi kaybetti. Okutulmamıştı; onun gözünde şirin bir kadındı. Ancak anacığı, oğlunu Ankara’ya gitmiş ve komünist olmuş diye tanımlıyordu.
Velhasıl, artık evinde yalnız yaşıyordu. 2 Haziran 1991’de kalp krizi geçirdi. Kalbi yalnızlığa mı dayanamamıştı, yoksa çok mu yorgundu… Ahmed Arif, hayata gözlerini kapadı…
Ülkesine, memleketine, sevgiliye yazdığı onca şiirle, bir Ahmed Arif geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Tomris Uyar’ın adını duyduğunda hatırına şiir düşmeyen, gönlünden Turgut Uyar’a, Cemal Süreya’ya, Edip Cansever’e bir selam göndermeyen var mı? Elbette bu bilinen aşlar ve şiirlerin arasında bir öykü yazarı da oldu Tomris Uyar. Üstelik başarılıydı da.
Hayatı ciddiye almayan, sevgiden yorulduğunda yeni bir sevdaya açılmaktan korkmayan bir kadındı. Kuşkusuz onca şiirin gölgesinde, kadın yanı mutluluk duysa da, ağır yükler altındaydı aslında. Dost kaldığı, gönlünü kaptırdığı ve hatta evlendiği şairler, onu hep her an ellerinden uçup gidecek bir kuş edasında sevdiler ve haksız da değillerdi. Tomris, hep açık denizleri tercih ediyordu.
Sonra özgür ruhu ve sahip olunamayan kadın kimliğiyle hayattan göçüp gitme zamanı geldi. Her an aşklarının elinden uçup gidecek hissiyatı veren o yaralı kuş, 15 yıl önce bugün toprak oldu.
Ardında bolca şiir ve öykülerini bırakan Tomris Uyar, güzel kalp, sevgi ve bin özlemle…
Tomris, 15 Mart 1941’de, Celile Hanım ve Ali Fuat Bey’in kızı olarak dünyaya geldi. Annesi de babası da hukukçuydu. İkisi de edebiyata ayrı düşkündü. Babasının şiir kitapları ve annesinin çevirileri arasında geçen, şaşılmayacak bir sona doğru giden enfes bir çocukluktu onunki.
Eğitim hayatına Taksim’deki Yeni Kolej’de başladı. Ortaokulda ise, İngiliz High School’da idi. Ardından Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne başladı ve buradan 1961’de mezun oldu. Üniversite zamanı geldiğinde, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü tercih etti. Tercihinde etkili olansa, öykü yazmaya çoktan gönlünü kaptırmış olmasıydı.
Tomris, gönlüne ilk öykü yazma isteği düştüğünde lise sıralarındaydı. Çocukluğundan beri annesinden, babasından genlerine kodlanan yazarlık, kanını sulandırmaya başlamıştı. Kalbinde yeni bir heyecan dolanıyordu artık.
Tüm lise ve üniversite yıllarını, ilk öykü denemeleriyle geçirdikten sonra Tomris bu sefer de çeviri denemelerine başladı. Öykü yazmaya profesyonel bir şekilde başlamadan önce Türkçeye en ince ayrıntısına kadar hakim olmak istiyordu. Çeviriler de mükemmellik yolundaki zevkli egzersizleriydi.
1962’de, hala bir üniversite öğrencisiyken ilk çevirisi Şekerden Bebek’i (Tagore) tamamladığında, bu çeviri, Varlık dergisinde yayımlandı. Tomris, aileden gelen sevgiyle bir edebiyat tutkunu, bir öykü sevici, nice güzel işler yapacağının muhakkak farkında olmalıydı…
Onlarınki kolej aşkıydı. Şair Ülkü Tamer ile kısa sürede evlendiler; nasıl da gençtiler. Artık o, Tomris Tamer’di. İlk çevirisini yaptığı sırada da evliydi.
Onların aşkı, ancak ölüm ayırır cinstendi aslında. O talihsiz olay yaşanmasa, belki de gerçekten ölene dek sürecekti. Tamer çiftinin dünyalar güzeli bir kızı oldu. Ona Ekin adını verdiler. Ancak Ekin henüz birkaç aylıkken sütten boğuldu. Bir daha toparlanamadılar. Onları gerçekten de bir ölüm ayırmıştı…
Tomris, Cemal Süreya ve Ülkü Tamer ile birlikte Papirüs dergisini kurmuşlardı. Deneme, eleştiri gibi yazılarını da Varlık, Yeni Dergi, Soyut gibi dönemin önde gelen dergilerinde yayımladı.
Tomris, evliliği sırasında “Kristin” adını verdiği, yayımlanacak ilk öyküsünü yazdı ve bu öykü, 1965’te Türk Dili’nde yayımlandı.
“Suya Yazılı” adını verdiği ilk öykü dosyasını ise, 1967’de tamamladı. Dosyanın kaderini belirleyen bir ad seçtiğini bilse, yine de bu adı koyar mıydı acaba? Bu öykü dosyasının tek kopyası, Papirüs Dergisi’nde çıkan yangında kül oldu. Geriye elinde sadece “Kristin” kalmıştı.
Kuşkusuz bu tarifi olmayan bir hayal kırıklığıydı. Aynı yangında Dos Passos’un “USA” çevirisinin 100 sayfası da yanmıştı. Tomris ne öykülerini ne de çevirisini yeniden yazmayı düşündü. O, pişmanlık ya da hayal kırıklığına pabuç bırakmayacak kadar güçlü bir karakterdi. Her zaman şöyle derdi: “Yaptığı işi çok ciddiye alan insanlar için üzülürüm. Bir şeyi ciddi yapan bir insanın bir de kişisel bir ağırlık taşıması gerekmez”.
Durmadı ve yazmaya devam etti. Suya Yazılı’nın ardından yayımladığı ilk kitabına “İpek ve Bakır” adını verdi. Yazdığı öykülerden, 10 öykü derlemesinden oluşan “Yürekte Bukağı” ile 1979’da, “Yaza Yolculuk” ile de 1986’da Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazandı. Günlüklerini de “Gündökümü” başlığı ile yayımladı…
Tomris, hiç şiir yazmadı. Ancak İkinci Yeni akımının gözde şairlerinin en özel ilham kaynağı oldu. Duymuşsunuzdur, Tomris Uyar için “Bir akımın ilham kadını” denir. Ne doğru bir tespit aslında. Nasıl taşımış bunca aşkın yükünü yüreğinde.
Önce Cemal Süreya, sonra Turgut Uyar ile fırtınalı bir aşk yaşayacak ve bu durum edebiyatımıza çokça şiir getirecekti. Bunun yanında Edip Cansever’in hayranlığı da yadsınamayacak derecede sürecekti. Tomris Uyar, okuduğumuz onca şiirin sebebi, esin kaynağı olacaktı…
Ankara’da, Sanatseverler Derneği’nde tanıştılar. İkisi de evliydi. Cemal süreya, Tomris’in kesinlikle keşfedilmeye değer olduğunu düşünüyordu. Şimdilik tek bildiği Ülkü Tamer’le evli ve edebiyata düşkün olduğuydu.
Aralarında bir aşk doğmuştu nihayetinde. İkisi de eşinden boşamış ve 3 yıl sürecek fırtınalı bir aşka tutulmuşlardı. Cemal Süreya bir başka seviyordu Tomris’i. Her akşam hiç zaman eve dönüyor, arkadaşlarıyla buluşmak aklına bile düşmüyordu. Tomris, onun tüm dünyası olmuştu. Öyle düşkündü ki kadınına, her şeyin fazlası zarar olacaktı.
Tomris bir akşam Cemal Süreya’ya bu halinden duyduğu rahatsızlığı açtı. Biraz gezip dolaşmasını, arkadaşlarıyla buluşmasını teklif etti. Bir ilişkinin sağlığı, sosyal hayatın sağlığından geçiyordu. Bu konuşmanın üzerine Cemal Süreya ertesi akşam geç geldi; bir sonraki akşam da. Tomris, tam Cemal’in durumu kavradığını düşünüyordu ki, bir akşam pencereden dışarı bakarken apartman girişinde, arkadaşlarıyla buluşmada (!) olan Cemal Süreya’yı görmüş. Cemal Süreya, Tomris’in kendisiyle konuştuğu zamanın dolmasını bekliyormuş… Tomris ise, bu durumun adını koymuştu: Şahsiyet Rötarı.
Bunun gibi ne çok anı biriktirdikleri, en çok Cemal Süreya’nın aşkı ile dolu bir ilişki yaşadılar. Cemal Süreya, en güzel şiirlerini Tomris için yazdı. Ancak gün gelip de ayrılık vakti geldiğinde, büyük aşkına kendisi hakkında hiçbir şekilde konuşmayacağını söyledi.
Bu konuyla ilgili ikisi de hiç konuşmadı. Eşlerinden birbirleri için boşandıkları yazılsa ya da düşünülse de, bu konu hakkında hep sustular. Tomris, kendisine Cemal Süreya sorulduğunda şöyle anlatmıştı: “Beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı. ‘Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikâyen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim; benim ağzımdan kimse duymayacak’ dedi ve doğrusu hiç yazmadı”.
Cemal Süreya’nın aşkını döktüğü şiirlerden biri şöyleydi:
“Ayışığında oturduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğunda öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni
En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni…”
Turgut Uyar ile tanışmasını şöyle anlatıyordu Tomris: “1966 yılında ben zaten Cemal Süreya’dan ayrılmak üzereydim. O da eşinden ayrılmıştı. İstanbul’a gelmişti çocuklarıyla. Burada tanıştık. Asıl tanışmamız herhalde o, çünkü o zaman daha bir yakın oturup konuşma fırsatını bulduk ve mektuplaşmaya başladık. Bu mektuplar önce sadece şiir üzerine mektuplardı. Hâlâ duruyor bende. Genellikle onun şiir üzerine düşünceleri, benim onun şiirleri üzerine düşüncelerim… Ve anladığım kadarıyla çok sıkışık bir dönem geçiriyordu. Yani evlilik hayatında bir süredir yaşadığı tedirginlik ve uyumsuzluk şiirini de etkilemişti, yedi yıldır şiir yazmıyordu. Esin periliği olarak ifade etmek istemiyorum ama herhalde çok konuştuğum, çok dürttüğüm, yazmasını çok rica ettiğim için diyeyim, yavaş yavaş şiir yazma isteği yeniden doğdu”.
Bu aşk, Tomris Uyar’ın en uzun ilişkisiydi; evleneceklerdi de. Bu kez başka değil, bambaşkaydı. Turgut Uyar’ın kendisine duyduğu aşkı, “Turgut, her an elinden kaçıracakmış gibi gereksiz bir kaygıyla yıpranacak; ben de hiçbir rekabetin söz konusu olmadığı bir alanda, boyuna birinci seçilmekten yorulacaktım” diye anlatıyordu.
Gerçekten de yoruldu sonra Tomris. Onun sadece dünyaya açılan penceresi olmadığının, artık bir parçasına dönüştüğünün farkındaydı. Yine de bu aşk, soluksuz devam etti. Tomris, Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı’nda soluksuz beklediği, soluksuz sevdiğiydi.
1969’da evlendiler ve bu evlilik, onlara Hayri Turgut adını verdikleri oğullarını hediye etti. Ne olursa olsun bu aşk da fırtınalı geçti. Bu ikisinin de sanatçı olmasından kaynaklanıyor olmalıydı. 1985’te, Turgut Uyar bu dünyadan göçene kadar bu aşk devam etti.
Turgut Uyar, bir şiirinde şöyle sesleniyordu sevgili eşine:
Senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz
Kış gecesi amcamızdır bahar yakından kardeşimiz
Alır başımı Erzincan’a giderim seni düşünmek için
Dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor
Kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için
Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur
Ne var ki ıslanır gider coskunluğum durmadan
Durmadan
Dağ biraz daha benden deniz her zaman senden
Hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan
Kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm
Seni övdüğüm zaman
Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda
Seni övdüğüm zaman
Edip Cansever, Tomris’e karşı konulmaz büyük bir hayranlık duyuyordu. Üstelik Turgut Uyar’ın da en yakın dostuydu.
Bu hayranlık, edebiyat dünyasının çok yakından bildiği ancak üzerinde durmadığı bir gizli hayranlıktı. Her yıl düzenli olarak 15 Mart’ta, Tomris’in doğum gününde bir şiir yayımlıyor, bıkmadan usanmadan vazgeçemediği hayranlığını anlatıyordu.
Tomris ise, Edip Cansever için “Sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor, örselenebiliyor, bitebiliyor. Bitmeyen tek aşkın gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu Edip Cansever öğretti bana” diyordu.
Böyleydi işte, Edip Cansever’in deyimiyle Tomris rakıyı severdi, Edip de onu. Yıllarca sessizliğini koruyan Tomris, ölümünden kısa bir süre önce Edip’in kendisini daha çok etkilediğini itiraf ediyordu. Yine de eleştirmen tavrını bir kenara bırakamadan, “Daha çok anlatan, daha süslü ve imgesi bol. Tekrarı seven bir şair…” olarak tanımlayacaktı Edip Cansever’i.
Edip Cansever, şiirlerinden birinde Tomris Uyar’a sonsuz hayranlığını bir şiirinde şöyle anlatıyordu:
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet’nin
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Yok bir yanıtın ”nereye” diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler’den Hisar’a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Mart ayında patlıcan, ağustosta karnabahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.
Tomris, öyküleri ve şiirlere sebep aşkları, dostluklarıyla dolu dolu 62 yıl geçirdi. Ancak 62 yaşında yakalandığı yemek borusu kanseri onu sonunda soluksuz bıraktı ve Tomris Uyar 4 Temmuz 2003’te ardında nice güzellikler bırakarak hayata gözlerini kapadı.
Acaba benim için yazılsaydı bunca şiir onun kadar nesnel bakmayı başarabilir miyim diye düşünüp durdum yazı boyunca. Hiçbir şey ciddiye alınmamalı diyordu bir yandan Tomris Uyar. Bir yandan adına nice şiirler yazılıyordu ve bir yandan da, o aslında evladını kaybetmiş, üstüne bu sebepten evliliğini yitirmiş acılı bir kadındı. Yazmak da ilham kaynağı olmak da hayatının ayrılmaz bir parçasıydı, evet. Ama acaba madalyonun bir de öteki yüzü vardı da, Tomris Uyar, acısından yazarak kaçıyor ve ünlü şairlerin ilham kaynağı olmaktan mı besleniyordu. Oysa okuduğu şiirler kendine yazılıyordu ve o, bir tanesini dahi okurken kibre ve gurura kapılmayı düşünmemişti.
İşte tüm bunlardan mütevellit, iyi öyküleri, İkinci Yeni Şiiri’ne yadsınamaz katkısı ile sıra dışı bir kadın, Tomris Uyar geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
En son ölüm yıl dönümün için anmışız seni; ama bugün senden bahsetmek daha güzel. Çünkü bugün “İyi ki doğdun! İyi ki seni tanıdık!” dediğimiz o güzel gün…
…
Bugün hepimizin babası Nejat Uygur’un sonsuzluğa uğurlanışının yıl dönümü. Hep kahkahalarla anılmak isteyen bir adam olarak doğmadı belki, gülmenin değerini anlaması zamanını aldı. Ama olsun bunu bilerek ve hatta yıllarca yaşamış olarak doğdu.
Televizyonda çocuk aklımla tekrar yayınlarını izlerdim tiyatro gösterilerinin. Tabii şimdi internet daha yaygın kullanılıyor. Ama ne bileyim, Nejat Baba’nın hakkında daha detaylı bilgilere ulaşıp, bir de hayatını yazma imkânı bulunca kendimi 90’lar kuşağından olduğum için ayrıca şanslı hissettim. Dilerim miras bıraktığı kahkahalar bir gün hepimizi sarar.
İyi ki o güzel gönlünle var oldun Nejat Baba!
İyi ki bu dünyadan o güzel kahkahanla geçtin!
İyi ki dünyaya geliş nedenini, sen zamanından önce buldun…
Keyifli okumalar…
Nejat, 10 Ağustos 1927’de Kilis’te Fikret Naciye Hanım ve Behzat Bey’in ortanca çocuğu olarak dünyaya geldi. Naciye Hanım öğretmen, Behzat Bey de subaydı.
Babasının görevi dolayısıyla Anadolu’nun çeşitli şehirlerini görerek büyüdü. İlkokula Siirt’te başladı; Ezine ve İntepe’de devam ederek tamamladı. Her müsamerede rol alan bir çocuktu. İlkokulu tamamladıktan sonra, Nejat, ailesinin gezdiği şehirler dolayısıyla ortaokulu Sarıyer ve Çanakkale’den geçerek Manisa’da tamamladı.
Farkındalığı yüksek bir çocuktu Nejat. Mesleğine bile karar vermişti, pilot olacaktı. Çocuk aklı, uçmanın gizemini keşfetmiş, bunu bir an önce gerçekleştirmenin peşindeydi. Üstelik abisi Zeki Ayhan’da kapılmıştı bu sevdaya. Bir gün abisiyle karar verdiler; uçacaklardı. Manisa’da oldukları yıllardı. Yatak çarşaflarını alıp olanca güçleriyle uç uca bağladı iki kardeş. Planları da hazırdı; yüksek bir yer bulup oradan uçacaklardı.
Gözlerine kestirdikleri, uçmaya yetecek kadar gördükleri bir yüksekliğe çıktılar. Tecrübe pilotu elbette abiydi; önce o atlayacaktı. Gözü kara Zeki Ayhan, hiç düşünmeden kendini boşluğa bıraktı ve… Yere çakıldı! Abisinin uçacağını büyük bir hevesle bekleyen Nejat da bu manzara karşısında dersini almış bir şekilde abisinin yanına ayaklarını kullanarak indi; Zeki’nin ayağı kırılmıştı. Pilotluğun düşündükleri gibi bir şey olmadığına acı bir şekilde karar verdiler böylece…
Nejat’ın kurduğu hayaller bitmeyecek, bir gün “Nejat Uygur” olmak istediğini anlayana kadar başka hülyalara da dalacaktı. Zeki Ayhan da, Türkiye’de Deniz Kuvvetleri’nde Tabip Albayı olacak; emekliliğinden sonra da Amerika’ya yerleşecek ve ünlü bir beyin cerrahı olarak anılacaktı…
Nejat, 1943’te, Sarıyer Halkevi’nde boksla spor yapmaya başladı. Büyümek için çırpınan gencecik bedeni ringe çıkmakla yetinmedi; atletizme, sonra su topuna da merak sardı derken aynı zamanda iyi bir at binicisi de oldu.
Tüm bu çocukluk zamanlarından sonra, Nejat, “Güzel Sanatlar Akademisi, Heykel Bölümü”ne girdi. Hâlâ kendini tam olarak keşfetmiş değildi; mezun olmadı. Onu bekleyen bambaşka bir hayat vardı, hissediyordu.
Nejat’ın gençlik döneminde herkeste Amerika’ya gitme isteği çok yoğun bir şekilde seyrediyordu. Nejat uçamamıştı belki ama yüzen bir geminin içinde olabilirdi; Nejat, gemici olabilirdi…
Hiç vakit kaybetmeden bir liman cüzdanı çıkarttı ve gemici oldu. Bu gemicilikte başlayan bir serüvenle Nejat’ın aslında insanların yüzünü güldürmeye tutkuyla bağlanışının hikâyesi olacaktı.
Mesela Panama şilebinde çalıştı. Gemide kimsenin canı sıkılmıyordu; çünkü Nejat oradaydı. Onun anlattığı fıkralar, yaptığı taklitler herkesi öylesine güldürüyordu ki… Bu gülüşler, Nejat’ın da içini ısıtıyordu.
Sonra askere gitti. Mekân ve Nejat’ın görevleri değişiyordu belki, ama değişmeyen bir şey vardı: İnsanların yüzündeki gülüş! Nejat, artık ne yapmak istediğine karar vermişti. Nerede olursa olsun, O, hep insanları güldüren yüz olmalıydı.
Bu tutku içinde büyüdü, büyüdü, büyüdü ve kocaman bir tutku oldu…
Nejat, Sarıyer Halkevi’nde sadece spora başlamadı; hayatını geçireceği uzun soluklu mesleğinin ilk adımını da burada “Avni Dilligil Tiyarosu”nda attı. Ustalarından bir diğeri de ünlü tuluat sanatçısı “Ahmet Yekta” idi.
Artık ne yapmak istediğini biliyordu ve bunun için nerede bulunması gerektiğini de. 1949’dakurduğu “Nejat Uygur Tiyatrosu” profesyonel olarak oyunculuk yaşamını başlattı. Ömrümüze ömür katacak kahkahaların yayılmasının da başlangıcıydı bu.
En güzel yanı, onu keşfeden biri yoktu. O, Nejat olarak Nejat’ın iç dünyasını, kim olduğunu ve daha da önemlisi kim olmak istediğini keşfetti. Örnek aldığı, çok sevdiği emektar tiyatrocular oldu elbet. Bunlardan en özeli, “İsmail Dümbüllü”ydü. 60’lı yıllarda, Şehzadebaşı’ndaki “Güneş Sineması”nda oynuyordu Nejat. Yılbaşlarında, Ramazan zamanlarında İsmail Dümbüllü, hep onu izlemeye gelir ve takdirini de alkışını da, hatta gururunu da esirgemezdi.
Nejat, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun içine doğmuş ve onun her bir harfini hissederek yutuyordu. Ailesinin, sevenlerinin, senin, benim, herkesin ondan öğrenecek çok şeyi vardı ve bu öğretiler gülüşlerle taşındığından asla zamanın içinde kaybolmayacaktı…
Nejat ve Necla, 1950’de evlendi. Bu evlilikten, 13 yıl süren Anadolu turneleri sürecinde, deyim yerindeyse, aslanlar gibi beş oğulları oldu. Onlara, “Ahmet, Süheyl, Süha, Kemal ve Behzat” adını verdiler. Süheyl ve Süha ikizdi.
Nejat, gülüşlerinin verdiği tatla eğlenceli; tiyatro yapmanın verdiği sorumlulukla da otoriter bir babaydı. Bu ince çizgiyi çocuklarına öyle doğru aktarmıştı ki, çocukları onun sevgisinden asla şüphe etmedi.
Ne şanslı çocuklardı… Bazı akşamlar ya plak dinlerler ya da film izlerlerdi mutlaka hep beraber. Çocukları haftanın iki üç günü babaları eve film getirecek diye, heyecanla beklerdi. Bazı akşamlar da, ki buna ve fotoğrafına bayılıyorum, bütün aile kitap okurlardı.
Çocuklukları, kulislerden oyunları izleyerek ve otel odalarında geçti. Oyuncu anne ve babaya sahip olmak böyle bir şeydi demek. Bu geçen zamandan sonra babasının izinden giden, Nejat Uygur’un deyimiyle, “Armut ağacının dibine düşmüş” olan çocukları Süheyl ve Behzat oldu. Bugün tanınan ve hala tiyatro yapmaya devam eden mükemmel kardeşler…
,
Nejat Uygur’un tiyatro yolculuğu 60 yıldan fazla sürecekti ve bu yıllar öyle kolay, hep gülerek geçemezdi. Hayatın kanuna, insanın doğasına uymazdı bir kere.
Onun tiyatrosu, iki darbe dönemini de gördü. Hatta bir turne sırasında darbe olunca, baktı ki ekibi aç kalıyor Celal Bayar’ın maskını yapıp satmaya başladı. Yapmasın da ne yapsındı; sadece soyadını taşıyan ailesinden sorumlu değildi ki. İyi bir tiyatrocu olarak ayakta kalmanın, iyi bir insan olmanın zorlukları olacaktı elbet.
1974’te de İzmir’delerdi tiyatro için. Kıbrıs çıkarması oldu ve karartma olduğu için bütün tiyatrolar ayrıldı. Ama Nejat Uygur, tiyatroyu kapatmadı; oyununu mavi ışıkta oynadı. Bu sefer çocukları büyümüş, birer genç olarak yanındalardı, gücünü daha sağlam buluyordu kalbinde. Yeri geldi elbisesini sattı, oyuncuların yevmiyelerini ödedi; asla işinin başından ayrılmadı. Çünkü insanların en çok ihtiyacı olan şeyin ne olduğunu biliyordu; gülmek!
Çocuklarına da, eğitiminden geçen bütün oyunculara da ayırım yapmaksızın aynı öğüdü verdi Nejat Uygur: “Bu işi yapacaksanız kesinlikle pes etmeyeceksiniz; meşakkatli bir iştir”.
Komedi, toplumun sorunlarına ve sıkıntılarına değinmenin en etkin yoluydu. Türk Tiyatrosu’nda hicvin yeri hep oldu; ama Nejat, hep daha çok pencere açıp bakmak gerektiğine inandı. Mizahını yapacağın siyasetçi her kimse, o da bu mizaha gülebiliyorsa, işin içinde hakaret yoksa tamamdı.
Başka türlüsünü asla yapmazdı.
Nejat Uygur, asla sıradan bir oyuncu değildi. Çünkü O, sanata devrim niteliğinde yenilikler kazandırdı. Bugün her birimizin severek izlediği televizyon programlarının önünü açan isimdi O. “Evinde Tiyatro” diye girdi söze önce. Televizyonunu açan herkes, bilet almada tiyatro izleyebilecekti. Madem bu televizyon denen merete bu kadar çabuk bağlanılmıştı; bari işin rengi kahkahalara boğulsundu.
Hem artık sinemanın da tiyatronun da yerini almıştı bu televizyon. Ekonomik imkânlar daraldıkça insanlar eğlenceyi bu küçük kutuda bulmuştu. Nejat Uygur da, tiyatronun kurtuluş biletinin bu kutuda olduğunu fark etti ve televizyona programlar hazırladı.
Ayrıca bir döneme de “Devekuşu Kabare” gibi büyük oyunları video kasetleri damga vurdu. Yeni bir çağ başlamıştı tiyatro için. Nejat Uygur, tiyatro formatında televizyon programları ile bir akşam vakti, ailecek çay-çekirdek ya da meyve keyfi yaparken ekrandan yüzümüzü güldürecekti.
Onunla en çok özdeşleşen oyunları ise, “Minti Minti” ve elbette “Cibali Karakolu” olacaktı…
Nejat Uygur, gerçekten “efsane” diye anılacak mükemmel bir isimdi. 60 yılı aşkın sanat hayatı boyunca, 2 kez ABD, 4 kez Avrupa ve 35 yıla yakın da Anadolu turnesi yaptı. Ona göre tiyatro denilen şey sadece İstanbul, Ankara, İzmir’de değil; her yerde, her insana yapılmalıydı. Sonuçta herkesin canı candı, patlıcan değil.
Televizyonda da yine tiyatrodan kopmadan bulundu tabii; ama sinemada da bulundu. Tunç Başaran’ın yönetmen koltuğuna oturduğu 1970 yapımı siyah beyaz bir film olan “Cafer Bey”de, başrol oynadı. 1971’de “Cafer Bey İyi, Fakir ve Kibar”da başroldeydi ve bu sefer bir Feyzi Tuna filmiydi. Ardından 1974’te “Cafer’in Nargilesi” ile yine başroldeydi ve bu kez bir Fikret Uçak filmi olarak tamamlandı.
2000’lere geldiğimizde yaş almış; ama performansından hiçbir şey kaybetmemiş usta bir sanatçıydı Nejat Uygur. 2004’te Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele Tuuba”sında; 2007’de de Mahsun Kırmızıgül’ün “Beyaz Melek” filminde oynadı.
Sanat yaşamı boyunca 50’den fazla ödül aldı büyük ustamız, babamız Nejat Uygur. Ben günümüze yakın olanlarından bahsetmek istiyorum.
1998’de Kültür Bakanlığı, Nejat Uygur’a “Devlet Sanatçısı” unvanını layık gördü, ki bunu kesinlikle hak etmişti.
1999’da “22. Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri’nde “Belkıs Dilligil Onur Ödülü”nü aldı. Hocasının adının verildiği bir ödül töreninde ödül almak çok onur verici olsa gerekti. 2006’da “Kemal Sunal Kültür Sanat Ödülü” gecesinde “En İyi Tiyatrocu” seçildi. 2007’de ise, “Altın Kelebek TV Yıldızları Yarışması, Tiyatroya Destek Yılı Özel Ödülü”nü büyük ustaya uygun gördü…
Nejat Baba, 10 Eylül 2007’de, beyin damarlarında meydana gelen bir tıkanıklık sebebiyle vücudunun sol tarafında oluşan kısmi felç geçirdi. Verilen bilgilere göre, sol kolunu hareket ettiremiyor, bacağını ise çok az hareket ettirebiliyordu. Ancak konuşması ve yüzünde oluşan kaymaya rağmen gözlerindeki gülüşte bir şey değişmemişti.
Daha sonra, bir zaman sonra işte, Süheyl ve Behzat Uygur kardeşler bir açıklama yaparak babanın artık geçmişiyle yaşadığını söylediler. Anneleri Necla Hanım, bir an olsun elini bırakmadı sevgilisinin. Gözlerinin içine hep sevgisiyle, aşkıyla baktı…
31 Ocak 2005’te hayatını kaybeden İsmail Hakkı Şen’in cenazesinde ona uzatılan bir mikrofona şunları söylemişti Nejat Baba: “Bir bakmışsınız benim cenazemde başka sanatçılarla röportaj yapmışsınız. Gün gelecek bütün tiyatro sanatçıları İsmail Hakkı Şen gibi, benim gibi ölecek. Tiyatro perdesi üstümüze üstümüze yıkılacak hatta. Seyirci üzülmesin. Ben ve benim arkadaşlarım, onların bütün kederini alıp götürecek. Onlara sadece gülmek kalacak”.
Sonra böyle oldu işte. Nejat Uygur, 18 Kasım 2013 saat 19.57’de, solunum yetmezliği sonucu Kavacık’ta bir hastanede tiyatro perdesinin üzerine örtülmesiyle dünyaya gözlerini kapadı; 86 yaşındaydı. Cenazesi Teşvikiye Camii’nden kaldırıldı ve Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.
Söylenecek ne çok sözcük var; hepsi gerekli, hepsi boş gibi. Şimdi tam da onun istediği gibi üzülmek vakti değil aslında. Bir gün öldüğünde bütün yaşamı boyunca olduğu gibi sadece ailesini değil, bizleri de düşünmüş sonuçta. Şimdi sadece onu güzel güzel anma, dualar gönderme vakti…
Bol gülüşü, içten kahkahaları, hepimizi düşünen o güzel kalbiyle bir Nejat Uygur geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Ve son söz, ustaya ait olsun istiyorum ve kendisinin cümlesiyle iletiyorum:
“Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden, ortancaların da alnından öperim”.
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Doğum gününde yazmışım en son. Bugün ise Tevfik Fikret’in ölüm yıl dönümünü anma günü. Nasıl bir hayat yaşamış, bir kez daha analım…
Bugün usta şair Tevfik Fikret’in doğum günü…
Oğlunun kırık bıraktığı kalbiyle daha fazla yaşamaya devam edemedi; yazdığı şiirlerini dünyaya bırakıp göçüp gitti. Belli ki şair olmanın yolu acı çekmekten ve kalbini hep acıyla beslemekten geçiyordu. Tevfik de öyle yaptı. Hep kalbinin bir köşesine istiflediği acısıyla dünyadaki hayatını yaşayıp gitti.
Tevfik, 24 Aralık 1867’de İstanbul Kadırga semtinde Hacı Hatice Refia Hanım ve Hüseyin Efendi’nin oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona Mehmed Tevfik adını verdi. Daha sonra Sıdıka adını verecekleri bir kızları da olacaktı.
Refia Hanım, 1822 Yunan ayaklanmasından sonra kimsesiz kalmış ve Osmanlılara sığınıp Müslüman olmuş iki Sakızlı Rum çocuğunun kızıydı. Hüseyin Efendi ise, Çankırı’nın Bayramören ilçesine bağlı Dalkoz köyünden ayrılıp İstanbul’a yerleşmiş Ahmet Ağa’nın oğluydu. Tevfik doğduğu yıl babası, İstanbul’da meclis üyesi ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ne memur olmuştu. Tevfik, ilim irfan sahibi ve inançlı bir ailenin içinde büyüyecekti.
Elbette şair olmaya yaraşır acılar yaşamalıydı; bedeller ödenmeliydi. İlk yıkımını henüz 12 yaşındayken yaşadı. Annesi Refia Hanım Hac vazifesine gitmişti. Dönüş yolunda kolera nedeniyle yaşamını yitirdi. Anacığının acısı yüreğini daha köz etmemişti ki, babası saraya jurnal edilerek edilerek Arabistan’a sürgüne gönderildi. Şimdi hem annesiz hem de babasız kalmıştı. Şükürler olsun dönüp sarılabileceği bir kız kardeşi vardı; ama ikisi de henüz çocuktu. Özellikle annesinin ölümü onu derinden sarsmıştı. Babasının bir gün dönme umudu vardı, ancak annesinin hiç dönülmez bir yolculuğa çıktığını biliyordu. İki kardeş artık anneannesi ve büyük yengesinin bakımı altındaydı.
Babası ise, 19 yıl süren sürgünden hiçbir zaman dönmeyecekti…
Tevfik, eğitimine Aksaray’daki Mahmudiye Valide Rüştiyesi’nde başladı. Ziyadesiyle dindar bir ortamda yetişiyordu. Ancak 93 Harbi’nde yaşanan yenilgiden sonra okulu Rumeli’den gelen göçmenlere tahsis edildi. Tevfik’in yeni okulu Galatasaray Sultanisi olmuştu.
Bu yeni okul, onun hayatının dönüm noktası olacaktı. 11 yıl eğitim alacağı bu okuldaki öğretmenleri, dönemin önde gelen edebiyatçılarından Recaizade Ekrem, Muallim Feyzi ve Muallim Naci gibi isimlerdi. Öğretmenleri ondaki ışığı keşfetmişti. Şiir yazmaya lise yıllarında başlamıştı. Öğretmenlerinin teşvikiyle yazdığı ilk şiiri ise “Tercüman-ı Hakikat”te yayımlandı. Şiiri Nazmi mahlasında yazılmış bir gazel tarzı örneğiydi. Tevfik gelecek vaat ediyordu.
1888’de birincilikle mezun oldu…
Tevfik, mezun olduğu yıl, Hariciye Nezareti İstişare Odası’nda katip olarak memuriyet hayatına başladı. Kısa bir süre sonra da Maarif Mektubi Kalemi’ne geçmişti. Ancak bir yılını doldurmadan istifa etti.
İş hayatında birçok şeye yetemediği inancına kapılmıştı. Öyle ki, gecikmiş maaşlarının ödenmesini dahi bir maaş bile hak etmediği gerekçesiyle reddetti. Bu eşi benzeri bulunmaz bir dürüstlük olarak görülmüştü. Bu sebepten o istemese de Hazine tarafından topluca ödeme yapılmıştı. Tevfik’in kabul etmeme kararı kesindi, parayı Göçmenler Komisyonu’na bağışladı.
Daha sonra Sadaret Mektebi Kalemi’nde kısa bir süre çalıştı. Ağustos 1889’da tekrar İstişare Odası’na muavin olarak başladı. Bir yandan da Yüksek Ticaret Okulu’nda Fransızca ve Türkçe dersleri veriyordu.
Şiir konusuna gelince, bir süredir sessizliğini koruyordu. Ama elbet bu sessizliği bozmanın da zamanı gelirdi.
Suskunluğu ve işleri devam ededursun, bir kız vardı: 15 yaşında pırıl pırıl Nazime Hanım…
Nazime Hanım, kısa bir süre sonra Trabzon Valisi olacak dayısı Mustafa Bey’in kızıydı. Tevfik ve Nazime 1890’da evlendi. Dayısının evine yerleşti. Haluk adını verecekleri bir oğulları olacaktı.
Şiir konusunda kendini kapatmıştı ki, İsmail Safa’nın yönetimindeki Mirsad dergisinde yayımladığı “Bahar” adını verdiği şiiriyle sessizliğini bozdu. Bu öyle bir dönüştü ki, aynı yıl 18 şiirini daha yayımladı. Ayrıca derginin açtığı iki yarışmada da birincili Tevfik’e aitti; ünleniyordu.
Bir yandan da Osmanlı Lisanı Öğretmenliği sınavını kazanmıştı. 1892’de çok sevdiği Mekteb-i Sultani’ye ilkokul üçüncü sınıf Türkçe Öğretmeni olarak atandı. Hayatında bambaşka bir dönem açılmıştı. Hayatında yükselişe geçmişti…
Bir süre sonra Muallim Naci Bey’in ölümü üzerine, Tevfik okulun Edebiyat Öğretmeni oldu. Bu arada şiirlerini yayımladığı Mirsad dergisi kapanmıştı. Şiire de ara vermişti ki, öğretmenlik görevinin ona şiiri de getirmesini sevinçle kucakladı. Arkadaşları Hüseyin Kazım ve Ali Ekrem “Malumat” adını verdikleri bir dergi çıkarıyordu. Elbette başyazarı da Tevfik’ti. İlk şiiri “Tebrik-i Veladet” adını verdiği padişah Abdülhamit’i öven şiiri olmuştu. Bu dönemde yazılan şiirlerde padişaha bağlı bir çizgide ilerliyordu; eski şiirlerine nazaran daha batılı bir tarzda yazıyordu. Dergi, Mayıs 1895’te kapanana kadar Tevfik, 25 şiirini yayımladı.
Sessizliğini bozmuş, hayatının seyrini istediği yöne çevirmişti; ancak yine bir sessizlik dönemi peşi sıra geliyordu. Hükümet bütçede kısıntı yapmaya karar vermişti, memur maaşlarını yüzde 10 kesti. Tevfik bu duruma tepki olarak 1895’te okuldan ayrıldı; inzivaya çekilecekti.
Öğretmenlerinden Recaizade Ekrem 1895’te Tevfik’i bir bilim dergisi olan “Servet-i Fünun”un sahibi Ahmet İhsan Bey ile tanıştırdı. Derginin bir edebiyat dergisi olması yönünde ısrarcıydı ve başarmıştı. Servet-i Fünun, 256. Sayıdan itibaren Tevfik Fikret yönetiminde ve bir edebiyat dergisi olarak yayımlanmaya başladı.
Bu yıl tam çok kötü geçecekmiş gibi hissettirirken birden onun yılı oluvermişti. Evet, bir dergisi olmuştu; ama asıl bu yılın en güzel ödülü, oğlu Haluk’tu. Tevfik, baba olmanın tarifsiz duygusunu iliklerine kadar yaşıyordu.
Sanat yaşamının da en verimli zamanıydı şimdi. Şiirlerini “Tevfik Fikret” imzasında yayımlamaya başlamıştı; bir gün onu herkesin şiirleriyle anacağı o isimle.
Bu dergi, yeniliklerle doluydu. Etrafında toplanan yenilikçi bir grup aydın vardı ve bu sanat topluluğunun anılacak adı da oluverecekti. Bu topluluk, sanatta hem biçim hem de içerik bakımından bir atılım yapmayı hedefliyordu. Karamsarlığı ile tanınan bu topluluk, sahip olduğu ağalı dille hareketlerinin adını da “Edebiyat-ı Cedide” (Yeni Edebiyat) koymuştu.
Bu toplulukta Tevfik Fikret dışında, “Halit Ziya, İsmail Safa, Samipaşazade Sezai, Cenap Şahabettin, Mehmet Rauf, Ahmet Şuayip, Hüseyin Cahit” gibi isimler vardı ve kesinlikle siyasi eylemlerden uzak duruyorlardı. Ancak zamanla Tevfik’in şiirlerinde toplumun kapladığı alan artmaya başladı be Milliyetçilik ön plana çıktı. Hatta 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda Türklerin kazandığı zaferden o kadar etkilenmişti ki, kahramanlık şiirleri yazmaya başladı. “Yenişehir Gazilerine” adını verdiği şiirinde adeta dünyaya meydan okuyordu.
Tevfik, 1896 yılı biterken Robert Koleji’nde Türkçe Öğretmeni oldu ve bu görevi ölümüne değin sürecekti.
Okul dışında kalan tüm zamanını dergi için harcıyordu. O dönemde dostu İsmail Safa’nın evinde Abdülhamit karşıtı bir şiir okudu ve bu şiir onun gözaltına alınmasına sebep oldu. Hemen evi dip köşe arandı; ancak söz konusu şiir bulunamamıştı. Birkaç gün sonra serbest bırakıldı.
Ancak nem kapılmıştı bir kere, Tevfik çok geçmeden Robert Kolej’indeki bir çaya karısıyla birlikte gitmesi gerekçesiyle tekrar gözaltına alındı. Tevfik içten içe çok sıkılıyordu. Tüm bu olaylar onda inziva düşüncesini yine derinleştirmeye başlamıştı.
Arkadaşları Hüseyin Cahit, Hüseyin Kazım ve Mehmet Rauf, Dr. Esat’ın düşüncesini onaylamış, hep birlikte Yeni Zelanda’ya gitmeyi destekliyordu. Ancak olumsuz sonuçlanınca Hüseyin Kazım’ın Manisa’daki çiftliğine yerleşmeyi planladılar. Ama Tevfik Fikret bundan da vazgeçmişti. Hâl böyle olunca dostları da vazgeçti.
Tevfik, 1900’de ilk kitabı “Rubab-ı Şikeste” (Kırık Saz)’yi yayımladı. Büyük bir ilgiyle karşılandı. Kitabı da dergideki çalışmaları da onun için çok özeldi. Ancak Ahmet İhsan ile dergi yönetiminde düştükleri anlaşmazlık sonrası Tevfik, ertesi yıl topluluktan ayrıldı. Rica etmişti, dergi yönetimini Hüseyin Cahit üstlendi. Ancak birkaç ay sonra Servet-i Fünun, Hüseyin Cahit’in Fransız İhtilali hususunda yaptığı bir çeviri sebebiyle kapatılacak ve grup tamamen dağılacaktı.
Tevfik’in ise elinde biricik kitabı ve Robert Kolej’indeki öğretmenlik görevi kalmıştı.
Servet-i Fünun kapatılmış, arkadaşları İsmail Sfa ve Hüseyin Siret de sürgüne gönderilmişti. Bu baskılı yönetimden dolayı ziyadesiyle karamsardı ki, 1902’de de kız kardeşi Sıdıka’nın ölümüyle sarsıldı.
İstanbul’u ahlaksızlıkla suçlayıp lanetliyordu Tevfik… İşte o meşhur “Sis” şiirini 1902’de İstanbul’un sisler altında olduğu bir günde yazdı.
Bir yandan da göremese de hala babasından haberler geliyordu. Şimdiki sürgün yeri de Irak’tı işte. Ve sonunda 1905’te babasının da ölüm haberini alacaktı. Tüm bunlar Tevfik’in kalbini parça parça etmiş, annesinden kalan közü harlamıştı.
Yıllardır her bir olay karşısında içine düşen şu “inziva” fikri, artık daha da kemiriyordu içini. Bunun için Kadırga’daki konağın satışından elde ettiği parayla Robert Kolej’inin yamacında, Rumelihisarı’nda bir ev yaptırmaya başladı. Sadece yazma yeteneği yoktu Tevfik’in, resim de yapardı. Bu sefer çizebilme yeteneğini evinin planını çizerken kullandı. Tüm bu süreçle ilgilenmek, onu oyalıyordu. Böylece yüreğini yakanları daha az düşünüyordu. Üç katlı ahşap binanın inşaatı 1905’te tamamlandı. Eşi ve oğlu ile bu evde yaşamaya başladı.
Toplumla arasına bir mesafe koymuştu, bir yandan da mesleğine devam edebiliyordu. Ülkenin gidişatını uzaktan seyredecek ve yeni eserler üretebilecekti. İşte evine bu yüzden “Aşiyan”( yuva) adını verdi. Daha ilk günden vasiyeti, evinin bahçesine gömülmek olmuştu bile.
Tevfik’in gözünde artık “millet, tarih, din, kahramanlık” gibi konuların yazmak söz konusu olduğunda pek ehemmiyeti kalmamıştı. “Tarih-i Kadîm” şiirini din ve tarihe karşı, “Lahza-i Teahhur”u da 1905’te Ermenilerin Sultan II. Abdülhamid’e düzenledikleri suikasta duyduğu üzüntü sebebiyle yazdı. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar da başka şiir yayımlamadı. Derdi günü edebiyat üzerine düşünmekti. Tevfik, Edebiyat-ı Cedide’nin içe dönük boyutunu aşacak bir edebiyat tavrına doğru ilerliyordu…
II. Meşrutiyet, Tevfik’in kabuğundan çıkmasını sağlamıştı. İttihat ve Terakki yönetiminin isteği üzerine ilandan 13 gün önce “Millet Şarkısı” adını verdiği marşı yazdı. Bu marş, devrimin habercisiydi. Meşrutiyetin ilanından sonra da “Rücu” (Geri Alış) adını verdiği şiirle İstanbul’un üzerine üzerine savurduğu lanetin küllerini geri aldı.
Dönüşü muhteşem olmuştu. Var gücüyle yazıyor ve koşturuyordu. Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım ile “Tanin” adını verdikleri bir gazete çıkardılar. İlk sayfasında Sis şiiri ve Rücu manzumesi bir aradaydı. Ancak, gazete İttihat ve Terakki’nin yayın organı hâline getirmek istenince, Tevfik gazeteden ayrıldı.
Tevfik’e Maarif Vekilliği teklif ediliyordu; ama o kabul etmedi. Yerine göreve Abdurrahman Şeref getirildi ve onun çağrısı üzerine Tevfik de Mekteb-i Sultani Müdürlüğü’nü kabul etti. 1895’te istifa ederek ayrıldığı okula, 1909’da müdür olarak dönmüştü. Bir yandan da Darülfünun’da Edebiyat dersleri verecekti. Tevfik, okul için yenilik demekti. Okul, Beyoğlu’ndaki bina yandığı için Beylerbeyi’ne taşınmıştı. Tevfik, eski binanın inşasını çok sürmeden tamamlattı.
Ancak getirdiği yenilikler bir kesimin de şikayetine yol açmıştı. Toplantı salonunun mescidin üzerine yaptırması gerekçesiyle basının sivri eleştirilerinin hedefindeydi. Bu sırada “31 Mart Vakası” da patlak vermişti. Tevfik, ayaklananların okulu yıkacakları haberini aldığında, “Sultani’yi yıkmak için önce beni yıkmak lazımdır” diye tepki gösterdi. Onları bizzat kendisi okulun önünde beklemeye koyuldu. Hatta bazı kaynaklara göre kendini okulun kapısına zincirlemişti. Ayaklanma bastırılmıştı; Tevfik istifa etmeyi düşünüyordu ki, onu öğrencileri geri döndürdü.
Bir süre daha görevini sürdürdü. Ancak bir süre sonra eski Maarif Nazırının yerine atanan Emrullah Bey ile anlaşmazlığa düşmüştü. Böyle yürümeyeceğinin farkındaydı; 1910’da görevinden kesinlikle istifa etti. Öyle ki, bizzat Emrullah Bey’in ricası dahi onu durdurmadı.
Tevfik, Aşiyan’daki evine inzivaya çekildi ve yalnızca Robert Kolej’indeki derslerine devam etti.
Oğlu Haluk’un doğumundan sonra Tevfik’in tek isteği ileride ülkesini bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini sağlamaktı. Oğlunu, 14 yaşına geldiğinde, 1909’da, Elektrik Mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow şehrine gönderdi.
Tevfik, arzusunu “Haluk’un Vedâı” ve “Promete” adını verdiği şiirlerinde dile getirdi. Ancak hayat her zaman hayal edildiği gibi olmuyordu elbet. Haluk, yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisiyle din değiştirdi ve babasının düşündüğünden çok farklı bir yaşam sürmeye başladı.
Tevfik, 1911’de “Haluk’un Defteri” adını verdiği bir eser yayımladı. Gençliği tek umudu olarak görüyor ve onlara sesleniyordu. Şiirlerinde onlara çalışkanlığı ve yurt sevgisini öğütlüyordu. Yine aynı yıl “Rubab’ın Cevabı” bir diğer şiir kitabında da konusu halkın acılarıydı.
Haluk ise, evinden ve yurdundan tamamen uzaklaşmıştı. 1913’te Amerika’ya gitti ve ailesine izini kaybettirdi. 1916’da da Michigan Üniversitesi Makine Mühendisliği’nden mezun oldu. Tekrar ülkesine dönmek bir seçenek bile olmamıştı Haluk için. 1943’ten sonra kendisini dine verdi ve rahip olacak; 1965’te de Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi Rahibiyken hayatını kaybedecekti.
Tevfik, oğlunun kendisine yaşattıklarına çok üzülüyordu elbette; ama bir yandan da burada hayatı devam ediyordu.
1912’de, Trablusgarp Savaşı nedeniyle Meclisin fethedilmesine karşı öfkesini dökmek için “Doksan Beşe Doğru” şiirini, “Vazife” dergisinde yayımladı. Oldukça sert bir eleştiri dili vardı. Bu eleştiriler, devrin yolsuzluklarını dile getirdiği “Han-ı Yağma” şiirinde de devam etti. “Sancak Şerif Huzurunda” şiiriyle de yanlış bir kararla I. Dünya Savaşı’na girilmesini yeriyordu.
Hâliyle devrin yöneticilerini kızdırmıştı. Muhafazakar kesimler tarafından da ağır eleştirilere maruz kalıyordu. Tevfik, bunlar karşısında müthiş bir moral çöküntüsüne düşmüştü ve çok geçmeden sağlığı bozuldu. Elbette her şeye cevabını da kalemiyle verecekti, nihayetinde o bir şairdi.
Modern bir okul açmak istiyordu ve bir de edebiyat dergisi çıkarmak… Ancak bu projeleri bozulan sağlığı nedeniyle gerçekleşmeyecekti. Son yıllarda kendini çocuk şiirleri yazmaya verdi. Yalın bir dille ve hece ölçüsü kullanarak yazdığı şiirlerini 1914’te “Şermin” adlı kitabında topladı. Kitaba, genç yaşta ölen kardeşi Sıdıka’nın kızı ve eğitimci Mustafa Satı Bey’in kurduğu okulun öğrencileri ilham vermişti…
Çok inişli çıkışlı bir hayat yaşamıştı Tevfik. Oğlunun ona yaşattığı hayal kırıklığı kalp kırıklıklarına eklenmiş en büyük darbeydi. Oğlunun kendisine karşı aldığı vefasız tavırları, kalp kırıklıklarının yanında vücudunu da hastalıklara bırakmıştı. Geçirdi buhranlar ve çaresizlikler peşini hiç bırakmadı. Doktor tedavisini de kabul etmiyordu. Bir nevi kendini ölüme hazırlıyordu. Geçirdiği bir ameliyat sonrasında 19 Ağustos 1915’te hayatını kaybetti.
Vasiyeti Aşiyan’a gömülmekti; ama buranın kimin eline geçeceği konusundaki endişeler sebebiyle Eyüp’teki aile mezarlığına gömüldü. Evi 1945’te müze hâline getirildi ve kabri de 24 Aralık 1961’de, doğum gününde, hep istediği gibi Aşiyan’a taşındı.
Son haftalarında Aşiyan’a sık sık gelen ve kendisiyle yakın dostluk kurup portrelerini yapan Mihri Müşfik Hanım, ölümünden sonra Tevfik Fikret’in yüzünün ve sağ elinin kalıbını aldı. Bu Türkiye’de bilimsel olarak hazırlanan ilk maske çalışmasıydı.
Ayrıca 1920’lerde Tevfik Fikret’in anısına Galatasaray Lisesi’nin bahçesine bir anma mezarı yaptırıldı. Rıza Tevfik’in başlattığı bir gelenekle ölümünün ilk yılından başlayarak ölüm yıldönümlerinde evinde anılmaya başlandı. 1918’deki törende, Mustafa Kemal Atatürk de vardı…
Kırılgan ruhu, yazdığı şiirleri ve oğlunun kırdığı kalbiyle bir Tevfik Fikret geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün hepimiz acı bir haberle sarsıldık. Malkoçoğlu ve Kara Murat serisinde Cüneyt Arkın’ın sesi olarak tanıdık onu. Sonra çocukluk arkadaşı Zeki Müren’in 64. Yaşını canlandırdığı müzikalde. Yeter Anne, Bir Dilim Aşk gibi dizilerde sıcacık konuk oldu evlerimize. Evet, Toron Karacaoğlu, aramızdan ayrıldı; 88. yaşını doldurduktan 2 gün sonra.
Oğlu, tiyatroya küskün gittiğini açıklamış. Dilerim içinde tüm anılarını sığdırdığı koca sahnede kırgın olduğu ne varsa affetmiştir. Dilerim o sıcacık gülüşü, gitmeden onun da içini ısıtmıştır…
Ruhun şad olsun büyük usta…
Toron, 20 Ağustos 1930’da Bursa, Mudanya’da dünyaya geldi. Bir zamanların sanatçı isimlerinden biri olacağından habersiz, ailesi onu sevgiyle kucağına aldı.
İlkokul, ortaokul ve liseyi Bursa’da tamamladı. Hatta Zeki Müren ile de aynı okuldalardı. Bir gün okul arkadaşı Sanat Güneşi olacak ve onu anma gecesinde Zeki Müren’in 64. Yaşını oynamak Toron’a nasip olacaktı.
Toron, ilkokulda müsamerelerle birlikte tiyatroyla tanıştı. Sahnede belli ki oldukça derin bir nefes çekmiş, tozunu yutmuştu. Hücrelerinde yer eden bu sanat, onun vazgeçilmezi olacaktı. Bir söyleşisinde küçük bir anısını şöyle paylaşacaktı yıllar sonra: “Sınıfta iki kumbaramız vardı: Kızılay kumbarası ve şahsi kumbaramız. Sene sonunda biriken paralarla gezmeye giderdik. Kızılay kumbarasındaki para ise fakir çocuklar içindi. Eğer az para birikti ise, evimizin verandasında kendi yazdığımız veya doğaçlama olarak, bir kuruşa mahallenin çocuklarına çadır tiyatrolarındaki gibi temsiller oynardık. Kumbaraya çok para attığımda, öğretmenim babama şikayet edip “Çocuğunuz bu kadar parayı nereden buluyor?” diye sormuş. Babam sorduğunda söylemek zorunda kalmıştım. Babam da “İyi halt ediyorsunuz pis oyuncular!” demişti”.
Babası çok kızmış, evet. Ancak mani de olmamıştı. Toron ve arkadaşları, müsamerelerine devam etti. Zaman geçti; ilkokul, ortaokul derken lise sıraları da gelmişti. Lisede daha çok şiirlerden oluşan tek kişilik oyunlar oynuyordu. Sesi yeni yeni oturuyordu boğazına ve belki de sesini ilk keşfettiği zamanlardı.
Tabii sadece oynamıyor, sürekli tiyatro izlemenin fırsatını kolluyordu. Bursa’daki Şehir Tiyatrosu’na turneye gelen oyunları da izledikten sonra hevesi arttı. Kararını vermek de kolaylaşmış oldu. Tiyatro, onun mesleği olmalıydı.
Tabii kanı da deli akıyordu. Lise ikinci sınıftan ayrıldı; amacını ve umutlarını aldı cebine, 1947’de İstanbul’a gitti. Ne yazık ki bu tarihlerde İstanbul Konservatuarı’nda tiyatro bölümü yoktu. Bu tarihlerde tiyatro aşkıyla yanıp tutuşan bir gençseniz konservatuarın talebe derneğine bağlı tiyatro kurslarına katılıyordu. Toron da, Beşiktaş ve Büyükdere Halkevi’nde kurslara gitti. Ülkesine faydalı olacak, her kalbe onlar hiç bilmeden dokunacak günlere atılmış ilk adımlardı bunlar…
Melih Cevdet Anday ve Ahmet Kutsi Tecer, Şehir Tiyatrolarında hocaydı. Şair ve aktör Ercüment Behzat Lav da çalıştırıcı olarak bulunuyordu. Toron, işte bu dönemde katıldı çalışmalara; çok şey öğreniyordu. Sene sonuna gelindiğinde, 1949’da, “Tiyatro Resitali” verildi. Toron da, arkadaşları da çok başarılı bir iş çıkarmışlardı. Dönemin Vali ve Belediye Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, çok beğendi. Hemen bir emir verdi ve İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü resmen kuruldu.
Böylece Toron’un yolu açılmıştı; İstanbul Belediye Konservatuarı’nda 3 yıl eğitim aldı. Askere gitme zamanı geldiğinde gitti ve döndüğünde, 1954’te, ilk iş Şehir Tiyatroları Sınavı’na girdi. Artık bu kurumun kadrolu oyuncusuydu.
150’den fazla oyunda yer aldı. 1980’de de emekli oldu.
Toron, sinemaya ilk adımını dublaj ile attı. Bir gün filmlerinde Cüneyt Arkın’a ses olacaktı; öylesine aranan bir isim olacaktı. Artık tiyatro, seslendirme, radyo çalışmaları, hepsini bir arada yürütüyordu. Daha sonra da Müjdat Gezen’den, diksiyon ve makyaj dersleri aldı. Her an bir şeyler öğrenmek için öyle hevesliydi ki…
Yine de kalbindeki en özel yer tiyatroya aitti.
Kalbinde bir başka özel yeri de eşi Nurten Hanım’a ayırdı. 1958’de evlendiler ve 1959’da “Ata Tamer” adını verdikleri oğullarını aldılar kucaklarına…
Toron, 1980’de kendi isteğiyle tiyatrodan emekli olmuştu.
1973’ten beri her sene Berlin’e, halasının oğlunu ziyarete gidiyordu Toron. Bu ziyaretler sırasında SFB radyosunda Erkin Özgüç, Aras Ören ve Güner Yüreklik ile tanıştılar ve birlikte çalışmaları da oldu. Ramazan ve yılbaşı skeçleri hazırlayıp oynadılar. İşte bu çalışmaları sırasında duymaya alıştığı bir cümle vardı: “Keşke hep burada olsan”…
1979’daki gelişinde Bülent Talay ile karşılaştı. Şehir Tiyatrosu’ndan arkadaşlardı ve arkadaşı, Berlin Senat’ta görevliydi. Aslında Toron da öyle çok istiyordu ki yurt dışına açılmayı. Yıllardır içinde biriken isteğin sonunda ona da bir teklif geldi. Böylece 1980’de kendi isteğiyle Şehir Tiyatrosu’ndan emekli oldu ve Berlin’e gitti.
Gelir gelmez dostlarıyla yılda bir kez yürütebildikleri tiyatro çalışmalarında, SFB ve Volkshochschule’de başladı. Alman Kültür Senatosu bünyesinde yetiştirdiği öğrencileriyle sergiledikleri oyun da çok beğenilmişti. 30 – 40 kez tekrar sahnelediler hatta.
Ardından Schaubühne’den bir teklif geldi ve burada Türk grubunda bulunan Şener Şen, Ayla Algan, Kerim Afşar ile çalıştı. Burada çalışma fırsatı bulduğu bir özel isim de vardı: Haldun Taner. Senat kanalıyla üç ay süren seminerler düzenlediler. Üç ayrı amatör tiyatro grubunu bir araya topladılar. Senat’tan daha fazla yardım alıp daha iyi işler yapmanın peşindeydiler. Haldun Taner, Dünya ve Türk Tiyatrosu Tarihi dersleri; Toron da Reji, Makyaj ve Oyunculuk Tekniği derslerini veriyordu.
Yetiştirdiği öğrenciler ile gurur duyuyordu. Bu grubun içinden seçtiği oyuncularla Bekir Büyükartım’ın “SİS” oyununu sahneye koydular. Üstelik dünya prömiyerini de Manifaktur’da yapmışlardı. Sonra daha da ilerledi çalışmaları. 150 öğrencisi ve 8 folklor ekibiyle Tempodrom çadırında “Köy Düğünü”nü oynadılar. Bu harikulade büyük bir yapımdı.
Sonra inişli çıkışlı birçok çalışma daha yürüttü. Ancak Almanya’da yabancılara karşı Neo Naziler’in hoş olmayan hareketleri başlamıştı. Bu olaylar Toron’u oldukça tedirgin ediyordu. Bir de üzerine memleket hasreti eklenince, Türkiye’ye geri döndü…
Berlin’den yeni dönmüştü Toron. Bir sene kadar tiyatro yapmak istemedi. Ama oyun yönetmeye başladı. Yönettiği ilk oyunu Metin İnsenel’in tiyatrosunda sahneledi.
Bu sırada İstanbul Şehir Tiyatroları Sanat Yönetmeni Gencay Gürün, tiyatroya dönmesi için Toron’a haber göndermişti; “Sizin yaşınız daha emekliliği gerektirmiyor” diyordu. Emekliliğini de durdurmuştu zaten. 1987’de “Günden Geceye” oyunuyla Şehir Tiyatroları’na geri döndü. Eski kadrosuyla 1995’e kadar çalıştılar.
1995’te, Toron Karacaoğlu, yaş haddinden emekli olduğunda Yahya Kemal’i oynuyordu. Ona göre tiyatro sanatçısının emeklisi olmazdı. Bu duruma çok şaşmıştı.
Yine bir söyleşisinde şöyle örneklemişti bu konudaki durumunu: “Gençken makyaj yapıp 80’lik ihtiyarı oynamıştım. 80 yaşına da gelince makyaj yapmadan yine 80’lik ihtiyarı oynarım. Yaş haddinden emekli olalı 9 sene geçti, ben hala oynuyorum”.
90’lı yıllardı. Henüz Şehir Tiyatroları’ndan ayrılmamıştı. Tiyatro Kare’den Nedim Saban, Toron Karacaoğlu’na bir Zeki Müren Müzikali teklif etti: Bir Demet Yaemen. Gencay Gürün de onaylamıştı; zevkle kabul etti.
Bu onun için tarifsiz duygular içeren bir konuydu. Çünkü Zeki Müren, onun çocukluk arkadaşıydı. Aynı okulda okumuş, aynı mahallede büyümüşlerdi. Haftada en az iki gün mutlaka ailecek de görüşüyorlardı. Hal böyle olunca bu müzikalde onu en iyi tanıyan kişi de Toron’du. Zeki Müren’in gençliğini oynayacak genç için seçmeler başladı. 150 genç arasından seçilmişti oyuncusu.
Nihayet bu müzikal Bodrum’da başladı ve yine Bodrum’da bitecekti. Bu öylesine başarılı bir işti ki, turneler boyunca dakikalarca ayakta alkışlandılar. Bu kadar sevilen bir sanatçı, özellikle de çocukluğunu paylaştığı bir arkadaşı olduğu için Toron, ayrıca mutluydu…
2014’te Toron Karacaoğlu, Erbulak Evi’nde oyunculuk eğitmeni olarak yer aldı. İşte bu son işine kadar birçok ödüle layık görüldü.
2005’te, Sadri Alışık Onur Ödülü, Avni Dilligil Ödülü, Selim Naşit Usta Erkek Oyuncu – En İyi Yardımcı Oyuncu, İstanbul’un Gözleri Mahmur ‘Dünya Tiyatrolar Günü” Usta Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı; en bereketli yılıydı.
2010’da, 14. Afife Tiyatro Ödülleri Nisa Serezli Aşkıner Özel Ödülü; 2011’de 15. Afife Tiyatro Ödülleri “Yılın En Başarılı Müzikali / Komedi Erkek Oyuncusu”; 2016’da, 53. Uluslararası Antalya Film Festivali Onur Ödülü’ne layık görüldü.
(Ata Tamer ve Nurten Hanım)
Toron Karacaoğlu, eşi Nurten Hanım’la İstanbul’da yaşamını sürdürüyordu. Yazları ise, oğulları Ata Tamer’in de sürekli yaşadığı Altınoluk’ta geçiriyorlardı. Mayıs ayından bu yana Altınoluk’ta kalan Toron Karacaoğlu, evinde dün (22 Ağustos) saat 22.00’de hayata veda etti.
Oğluna göre, sebep kesinlikle tiyatro camiasına küskünlüğüydü. Şu açıklamada bulundu: “Babam, ’Ben sahnede öleceğim’ diyordu; ancak 60 yılını verdiği tiyatro sahnesinden 3 yıl önce koparıldı. Şehir Tiyatroları’ndan ayağını kestiler. O yüzden tiyatro camiasına ve hayata küstü. Sağlığı son derece iyiydi; ancak son 3 yılda çöktü. Son 1 haftadır yemek dahi yemiyordu. Tiyatro camiasına küskün olarak hayata veda etti”.
Onu aslında ne çok yerde gördük, sesini ne çok işittik. Böylesine özel işlerin hepsini başarı ile sonlandıran Karacaoğlu, 54 yıllık sanat yaşamında hepimizin kalbine inceden dokunmayı bildi.
Ömrünü tiyatroya adayan, seslendirme sanatıyla evlerimize konuk olan, kalbi sahnede bir başka atan bir Toron Karacaoğlu geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Nisa, doğduğu evden dünyaya açılırken hem yalnızdı, hem değil. Küçük oğluyla bir başlarına keşfettiler hayatın döngüsünü. Sonunda bir pişmanlığı olmadan, içi kıpır kıpır yaşadığı, sevdiği, affettiği bir hayatı olmuştu; ne büyük şanstı…
Anne ve babasından aldığı sevgiydi belki işine bunca aşkla sarılışının sebebi. Geçtiği yollar ne olursa olsun nereye varmak istediğinden emin olmanın bilgiçliği vardı kararlarında. Öyle ki, bir gün adı hep güzel anılacak, ondan hep iyi bahsedilecekti…
Nisa, 12 Nisan 1928’de, İstanbul’da doğduğunda Hayrunnisa Hanım ve Emin Sait Bey, ona Nurinnisa Ersan adını verdi. Anne ve babasının tek çocuğu olarak büyüdü. Daha çocuk yaşlarında oyunculuğa düşkünlüğü gözle görülür bir gerçekti. Yıllar sonra adıyla ödüller verilecek bir oyuncu olacağı tahmin edilmezdi belki, ama zaman her şeyi sırasıyla getirecekti.
İstanbul’da doğmuş olmak zamanla birçok şeye ulaşımı kolaylaştıracaktı. Erenköyl Kız Lisesi’nden mezun oldu. Liseden sonra İsviçre’ye üniversite eğitimi almaya gidecek kadar da şanslıydı, ailesi onun bu eğitimi almasını istemişti. Lozan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ndeydi. Türkiye’ye tekrar döndü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Fransız Filolojisi ve Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne devam etti. Eğitim alma konusunda sınırlar koyamamıştı kendine. O yıllarda açılan Gazetecilik Enstitüsü’ne girdi. Yolunu tiyatro ve cümleler çizecekti.
Oyunculuk sevgisi yüreğine çocuk yaşlarda düşmüştü. Üniversite zamanlarına geldiğinde tiyatro ile amatör olarak ilgilenmeye başladı. Bir yandan da Yeni Sabah Gazetesinin Beyoğlu muhabiri olarak çalışıyordu.
Oyunculuk ve yazma işini sevgi ile yapıyordu. Hayat ve Akbaba mecmualarında yazdı. Amatör olarak Gençlik Tiyatrosu’nda çalıştı. 1954’te ilk kez “On Küçük Yaramaz” oyunuyla sahnedeydi. Profesyonelliğe ilk adımını ise Küçük Sahne’de “Fare Kapanı” oyunu ile attı.
Artık yolu açılmıştı, belki sadece hayalini kurabileceği isimlerin sahnesindeydi. Münir Özkul Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu’nda çalıştı.
Oyunculuğa başlayıp güzel tiyatrolarda ilerleme şansını yakalamıştı Nisa. Dormen Tiyatrosu’ndan ayrıldıktan sonra ilk kez kendi tiyatrosunu kurma şansını da yakaladı.
Nisa Serezli, Ayfer Feray ile bir tiyatro kurdu. Ancak gençlik zamanlarında bu ortaklık yürümedi. Sonrasında Nisa Serezli – Tolga Aşkıner Tiyatrosu ile yollarına devam ettiler.
Nisa, Bülent Veziroğlu ile üniversite için İsviçre’ye gittiği dönemlerde flört ediyordu ve bu süreçte nişanlandılar. 1946’da evlendiler ve 7 ay sonra Levent adını verdikleri bir oğulları oldu. İşte bu yüzden Nisa eğitim hayatına ara verdi.
Ancak bu hızlı gelişmeler aralarında sorunları da doğurmuştu. Nisa, eşi Bülent’e, Bülent’in sonra evleneceği Emine Hanım’dan gelen mektupları da görünce, boşandılar. Levent 1 yaşındaydı ve Nisa İstanbul’a döndü.
Nisa, 1945’te kaybetmişti babası Emin Sait Bey’i. Boşanıp İstanbul’a döndükten sonra babasından kalan mirasla Taksim Kazancı Yokuşu’nda bir ev aldı; üst katı kiraya verdi ve alt katta oğluyla yaşamaya başladı. Bir yandan da Gazetecilik eğitimine devam ediyordu. Oğlunu da yalnız bırakmamak için kalacak yer arayan bir teyzeye, Semine Hanım, evinin bir odasını verdi. Ondan para yerine o yokken oğluyla ilgilenmesini istiyordu. Levent’i Semine Teyzesi ile birlikte büyüttü Nisa.
Boşanmış ve çocuklu bir kadın olarak hayat pek de renkli değildi. Ama o hayatı dolu dolu yaşamayı ve tüm renkleri görerek tadını çıkarmayı tercih etmişti.
Tiyatro yapmaya da üniversite eğitimi sıralarında başlamıştı. Artık oyunculuğunu kanıtlamaya başladığı sırada Metin Serezli le tanıştılar ve evlendiler. Uzun süreli bir evlilik değildi. 1957’de ayrıldılar. Geçimsizlikleri vardı. Nisa’nın değil, ama Metin’in ilk evliliğiydi. Aradığı hayatı Metin’de de bulamamıştı Nisa. Yoluna devam etti. Elbet bir gün bulacaktı.
Yoluna devam ederken Metin ile aralarında asla küslük olmadı. Metin de yoluna Nevra Serezli ile devam etti, evlendiler. Hatta şöyle bir anıları vardı: Nisa ve Nevra Hanım bir Anadolu turnesinde birliktelerdi. O sıralar Nisa ve Metin boşanmış, Metin ile Nevra arasında evlilik yolu kurulmuştu. İçinde bulundukları araba kaza yaptı. Şanslılardı ki, kimseye bir şey olmamıştı, ama Nevra bayılmıştı. Nisa da onu ayıltmak için bir tokat attı o panikle ve bir anda etrafında gülüşler yükseldi. Bugüne gelişleri ve şu an içinde bulundukları durum bir hayli garipti çünkü. Sonra bu olay ne zaman konuşulsa “Acaba o tokattaki gerçek amaç neydi” diye bir gülüşmeden geçilmedi.
Nisa, rol aldığı oyunlarda başarılı performanslar sergiledi. 1964’te “Şahane Züğürtler”, 1966’da “Tatlı Kaçık” oyunlarındaki başarısı, özellikle “Yılın En Başarılı Kadın İskender Tiyatro Armağanı”na layık görüldü. Özellikle “Tatlı Kaçık” rolünden sonra artık böyle anılacaktı.
Bunun yanında sayısını bilmediği kadar oyunun da çevirisini yaptı ve hatta bunlardan birçoğunda da oynadı.
Sinemada bulunuşu da yine filmlerdeki çevirileri ve seslendirmeleri ile oldu. Özellikle 1970’lerde yaptığı “Pasaklı Sally” ile seslendirmesi ile bu alanda ne kadar başarılı olduğunu gösterdi.
En onur verici olanı ise, yıllar süren emeklerinin ödülü olarak adı, “Nisa Serezli Aşkıner Ödülü” olarak “Afife Tiyatro Ödülleri” kapsamındaki bir ödüle verildi. Bu ödül, yaşamı boyunca tiyatro dalında başarılı çizgisini sürdürmüş tiyatro sanatçılarına bugün hala verilmektedir.
Nisa ve Tolga’nın yollarını kesiştiren tiyatro oldu. Başta “Biz sadece arkadaşız” reddettikleri süreçlerin üstüne bir gün sonunda kendilerini nikah masasında buldular.
Nikahları sade bir törenle Betül Mardin’in Teşvikiye’deki evinde kıyıldı. Törende 25 davetli ve 8 gazeteci vardı. Davetiyeye saat 17:00 yazılmıştı. Ancak o gün maç olduğu akıllarından çıkmıştı. Çünkü şahit Haldun Dormen trafik sebebiyle ancak 18:30’da gelebilmişti. Küçük aksilikler yaşansa da sonunda sade bir törenle evlenmişlerdi, mutlulardı.
Ancak balayından sonra Nisa turneye çıkacak, Tolga’da askere gidecekti. Evlilikleri başlar başlamaz ayrılıyorlardı. Ama bunlar tatlı bekleyişlerdi, aşk vardı. Ölene dek birlikte mutlu yaşadılar…
Birlikte kurdukları “Nisa Serezli – Tolga Aşkıner Tiyatrosu”, gün gelip Nisa ölene kadar var oldu. Onlarınki aşkın ve işin uyumuydu…
Nisa, tüm yaşamını tiyatroya adamış başarılı bir oyuncuydu. Kalbi erken yorulmuştu sadece. 25 Ağustos 1992’de kalp krizi geçirdi ve gözlerini sonsuzluğa kapadı…
Oğlu Levent’le ana oğuldan çok iki arkadaş gibiydiler. Hep konuşur, dertleşirlerdi; Levent hep merak ettiklerini sorardı annesine. Nisa ölmeden bir ay önce yine sordu annesine: “Yaşadığın hayattan memnun musun?” diye.
Cevabı oğlunun içini rahatlatmak için mi yoksa gerçek düşünceleri olduğundan mı bilinmez, ama şunları söyledi Nisa: “Evet, Leventciğim, güzel bir hayatı dolu dolu yaşadım ve hiçbir şey için pişman değilim. Gene de bugünkü aklım olsa babandan ayrılmazdım. Huysuzdu muysuzdu ama ben de çok alıngandım canım”
Yaptığı işe gönül vermiş ve hayatının en olmadık zamanlarında yalnız kalmış bir kadındı Nisa Serezli ve gönlünü evvela tiyatroya kaptırmıştı. Ölüm yıl dönümünde anmak istedim onu, sevgiyle…
Bu dünyadan bir güzel Nisa Serezli geçti diye…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bu belki de ortak kaderde aynı zamanda Çiğdem Talu’nun da biyografisi. Kesişen 8 yıl 3 günlük ömürleri ile “Yaşadım” diyecek zamanları yaşayan iki aşığın hikayesi. İçinde bolca sevgi ve müzik barındıran bir hayatın…
İşte tüm hikaye bu noktada; ortak kaderde. Dünyaya geliş sebebini bulmak şansına nail olmakla kalmayıp bir de gerçek aşkı tatmakta…
Şimdi sıcacık bir kahve alın, sindire sindire okuyun derim ben. Bir de naçizane tavsiyem, bahsedeceğim, adı geçen her şarkıyı bir kez de içli içli dinleyin…
İyi ki doğdun Melih Kibar…
Melih, 6 Eylül 1951’de, İstanbul’da dünyaya geldi. Babası, İzmir Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde şehrin tüm yollarını asfaltladığından “Asfalt Osman” lakabı ile anılan Osman Kibar idi. Onu anlayan, yeteneklerini keşfedecek bir aileye doğmuştu Melih.
Haliyle onun müziğe olan yatkınlığını keşfetmeleri uzun sürmedi. Melih, stanbul Belediyesi Konservatuarı’na yarı zamanlı piyano bölümüne eğitim almaya başladığında, 8 yaşındaydı. Bu atılmış ilk adımdı ve müzik hayatında hep olacaktı.
Alman Lisesi’nde okurken müzik hayatında daha da geniş bir yer tutmaya başladı. 1970’te okul orkestrası ile birlikte Milliyet Liseler Arası Müzik Yarışması’na katıldı. Melih org çalıyordu ve bu yarışma, onlara, En İyi Beste Ödülü’nü getirdi. Bu da Melih’in gelecekteki enfes besteleri adına alınmış ilk ödüldü aslında. Sadece henüz kimsenin bundan haberi yoktu…
Gençliğini yaşadığı şu yaşlarda, Melih müziğe daha da düşkün olmaya başlamıştı. Birlikte ödül kazandıkları grup, daha sonra “Dönüşüm” adıyla profesyonel müzik yaşamına adım attığında, Melih de Timur Selçuk ile çalışmaya başlamıştı. Bu yarışma ona, Timur Selçuk ile uzun soluklu bir müzik yaşamı kazandıracaktı.
Hayatında her şey bir aradaydı. Ayakları tutkusuna rağmen yere basıyordu. Hala okulunda başarılı bir öğrenciydi ve bu sırada Robert Koleji Kimya Mühendisliği Bölümü’nü bitirecekti.
Melih, ilk kez 1967’de evlendi. Avukat olan Şefika Pekin ile yaptığı bu evlilik, onlara Selin adını verdikleri kızlarını getirdi. Ancak pek fazla sürmedi; boşandılar.
Sonra birazdan uzun uzun değineceğim bir büyük aşk yaşadı; ama o da bitmek zorundaydı…
Sonra İbrani kökenli Ethel ile evlendi Melih. Merve adını verdikleri bir kızları oldu. Ethel, onu anladı, saygı duydu. Bu evlilik, ömürlük olmuştu…
Melih iyiden iyiye müzik yaşamına da tutunmuştu. 1974’te Timur Selçuk Orkestrası’nın kendi adını taşıyan albümünde org çalan isimdi. Ki bu albümle ilk bestelerini de piyasaya çıkarmıştı. “Panayır Günü” adını verdiği çalışma, birçok Yeşilçam filminde kullanılacak ve hafızalara kazınacaktı…
Hayatı boyunca müziğin olduğu her alanda adı bir şekilde geçen Melih, birçok film ve oyun müziğine de dokundu piyanosuyla. En önemlisi, 1975’te yayınlanan Hababam Sınıfı filmi için yaptığı müzikti. Bu eser, ona, Altın Portakal’da Film Müziği Ödülü’nü getirdi.
1980’de yayınlanan Hisseli Harikalar Kumpanyası müzikalinin de bestelerini yaptı. 2000’de yaptığı Sersem Kocanın Kurnaz Karısı adlı oyunun müzikleri ise, ona Afife Tiyatro Ödüllerinde “En İyi Besteci” ödülünü kazandırdı.
1975’te, Türkiye ilk kez Eurovision Şarkı Yarışması’na katılacaktı. Bunun için TRT elemelerde kullanmak için bir sinyal müziği bestelenmesini istiyordu. Melih Kibar, işte efsaneleşecek Çoban Yıldızı’nı böyle bestelemiş oldu.
Düzenleme Timur Selçuk’a aitti ve orkestrada İstanbul Gelişim Orkestrası vardı. Şarkı öylesine beğenildi ki, yarışmaya giren şarkılardan biri olmadığı bilindiği halde, elemelerde halktan en çok oy olan şarkılar arasında Çoban Yıldızı da geçiyordu. Bundan sonra bu şarkı, Türkiye’de Eurovision’un vazgeçilmez bir parçası haline gelecekti…
(Çiğdem Talu)
Sonra Melih’in tüm hayatını etkileyecek bir aşk çıktı karşısına. Bazı aşklar vardır ki, sanki özellikle anlatılmak için yaşanır. Allah onları birbirine kader edip, özellikle yar eder. Yüz yıl aşkları arasında anılacak aşklardan biri olan Çiğdem Talu, Melih Kibar aşkı da bunlardan biriydi işte. Melih Kibar biyografisi belki de sadece bu aşktan bile oluşabilirdi…
Çiğdem ve Melih birbirinden habersiz, tanıştıktan sonra birbirini bilmeden geçecek onca zamana acıyacağını bilmeden, yaşıyordu. Oksijen alıp karbondioksit verebiliyorlardı; dünya dediğin dönüyordu. Ama içinde aşk yoktu…
Çiğdem, aslında İngilizce Öğretmeni’ydi, ancak bir yandan da Edebiyatçı bir aileden gelişi adeta genlerine kodlanmıştı. Çiğdem, ilk roman yazarlarından “Recaizade Mahmut Ekrem”in de torunuydu. Şarkılara söz yazmaya da 1972’de arkadaşının ısrarıyla başladı. İlk zamanlar en azından soyadı kullanılmasın istemişti. Ama ilk söz yazdığı, Nilüfer’in seslendirdiği “Ağlıyorum Yine” şarkısı ile bunun devamının geleceği belliydi.
Melih de aslında Kimya Mühendisi’ydi. Ama o da notalara karşı koyamamıştı. İşte müziğin büyüsü vardı onların aşkının temelinde…
Eurovision için seçmelere katılan şarkılar arasında Yeliz’in seslendirdiği “Hayalimdeki Adam” şarkısının sözleri Çiğdem’e aitti. Farkında olmadan aynı projede bulunmuşlardı. Bu belki de Çiğdem ve Melih’in ruhlarının onlardan habersiz ilk tanışmasıydı…
Sonra bu tesadüflerin ardı arkası kesilmedi. Bir gün bir yerde yüz yüze gelene kadar birçok yerde tekrar tekrar karşılaştılar. Çiğdem, artık profesyonel olarak söz yazarlığına soyunmuştu. Artık daha çok şarkı dinliyor, kulağını her an müzikle dolduruyordu. Yanından hiç ayırmadığı plak ise, “Çoban Yıldızı”ydı… Bu plağı özel yapan arka yüzündeki “Frehnak” parçasıydı ve Melih Kibar imzalıydı… Çiğdem bu parçayı her dinlediğinde kendinden geçiyordu, adeta gönülden bağlanmıştı bu müziğe…
Sonunda bu besteciyle tanışmak istediğini söyledi Melih’in hocası Timur Selçuk’a. Buram buram duygu yükünün yaşandığı bir tanışmaydı bu. Ama şöyle küçük bir detay var ki, tanışma Çiğdem istemese de olacaktı. Çünkü Marmaris’te yapılacak olan bir festival için Melih’ten beste yapması istenmişti ve elbette bu besteye söz yazacak olan isim de Çiğdem’di. Belki gerçekten kaderdi tanışmaları ya da böylesi daha romantik oluyordu…
25 Mayıs 1975’te Küçük Bebek sırtlarındaki Cevat Bey köşkünde gerçekleşti o ilk buluşma. Gecenin bir yarısıydı. Mustafa Oğuz, festival için Melih’i alıp Çiğdem’in evine getirmişti. Piyano tuşlarında ahenkle dans eden ellerini uzatırken Melih çoktan düşmüştü inceden bir sızıya… Ama böyle ilk görüşte çapılmalar, aşktan ölüp bitmeler, kapısında yatmalar yoktu; kanlı gözyaşlı bir aşk da değildi onlarınki. Birbirlerine şarkılarla seslenen, asla platonik olduğu söylenemeyen, içleri sıcacık eden bir aşktı bu…
Hikaye asıl şimdi başlıyordu…
Çiğdem 36 yaşında bir İngilizce Öğretmeni, Melih de 24 yaşında bir Kimya Mühendisi. İkisi de müziğe olan tutkusuna bir yerden sonra karşı koyamamıştı işte.
Çiğdem sabaha karşı evine misafir olan o çok sevdiği müziğin bestecisini piyano odasına götürdü; plak da kenardaki pikabın üzerindeydi. “Sizin yaşınızda bir insan, böyle bir besteyi nasıl yapar?” diyebildi.
Sonra asıl konularına döndüler, festival için Melih’ten bir beste istiyorlardı. Çiğdem de bir şeyler karalamıştı. Altına günün tarihini attı ve Melih’e verdi. Tanıştıkları saatin simgesiydi o kağıt artık Melih için ve bir ömür çerçeveli bir şekilde evinin baş köşesinde saklayacaktı. Bu arada tanışmalarına vesile olan bu festival hiçbir zaman yapılamadı, ama onlar da bir daha hiç kopmayacaktı.
Bundan sonra Melih her bestesini daha heyecanla yaptı; Çiğdem’in yazdığı sözler daha anlamlıydı sanki. Melih, yaptığı her besteyi dinletmek için koşarak gidiyordu Çiğdem’e… İkisi de aslında müziğin içindeydi elbet. Ama asıl tanıştıktan sonra başladı müziğin tadı. Çünkü Çiğdem, bir gün Melih’e çok basit gibi görünen, ama aslında bir gelecek barındıran şu soruyu sordu:“Senin başka bestelerin yok mu?”
Melih, onca beste arasından çok önce yapmış olduğu, “Hiçbir zaman ne için yaptığımı bilmediğim bir beste” diye tanımladığı o besteyi çaldı Çiğdem’e. Parmakları son notaya dokunduğunda, besteyi neden yaptığını anlayacağından habersizdi. Çiğdem, o çalarken besteyi kasete kaydetmişti bile…
Melih, ne yapacağını sordu; Çiğdem, “Söz yazacağım” diye karşılık verdi. Ertesi gün Çiğdem şarkının sözlerini yazmış ve Melih’i tamamlamıştı. Şarkı sessizce, inceden yapılmış bir anlaşma gibi aralarında duruyordu.
Çiğdem’in sözleri Melih’in müziğine, Melih’in müziği de Çiğdem’in sözlerine adeta hayat vermişti. O şarkı, “İşte Öyle Bir Şey”di…
Çiğdem, aslında içinde çığlıkları bile barındıran sessiz bir adım atmış, tüm hislerini sözlerine akıtmıştı.
“Seni düşündüm dün akşam yine
Sonsuz bir umut doldu içime
Bir de kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma”
Melih de o gece içtiği çayın tadını unutamayacaktı. Kesinlikle bir çay tiryakisiydi ve çayı limonlu severdi. O günden sonra bağlarını hiç koparmayacak ve Çiğdem de Melih’in limonlu çay sevdiğini hiç unutmayacaktı…
Ağustos 1976’da, “İşte öyle bir şey” Erol Evgin’in sesiyle de taçlanmıştı. Ardından “Sevdan Olmasa” geldi. Plağın ön yüzünde “İşte Öyle Bir Şey”, arka yüzünde de “Sevdan Olmasa” vardı. Çiğdem sözleriyle, Melih de bestesiyle müzik piyasasının gündemine oturmuştu. Dinlemek isteyen herkesle buluşsa da bu sözler de, notalar da aslında iki kişinin arasındaydı. Asla dile getirilmeyen, ama ateşi dünyayı yakmaya yetecek bir aşka sahip iki kişinin şarkısıydı bu.
Ah bu hayat çekilmez diyordu, sen olmasan, sevdan olmasa…
Hayat artık hissedilen duygularla anlam kazanmıştı. Bu aralarında köprü kuran ikinci şarkıydı, ama her şey o kadar yoğun hissediliyordu ki… Sanki yıllardır tanışıyorlardı da birbirlerine çok geç kalmışlardı. Çiğdem şarkıya yazdığı sözlerde artan duygu yükünü emanet etmişti Melih’e. Bir yandan da içinden kopardığı her cümle, zaten daha da yoğunlaşan duygulara dönüşüyordu…
Plak satışlarının patlamasının ardından Çiğdem’de sürpriz kararını açıkladı: “Artık yabancı şarkılara Türkçe söz yazmak yok!” Bu kadar değildi, bundan böyle çalışmalarının tamamını Melih Kibar ile yürüteceğini de özellikle bildiriyordu.
Çevrenin de zaten daha ilk şarkılarında başlamış bir bakışı vardı; Melih acaba Çiğdem’in genç sevgilisi miydi? Aralarında dile getirilmiş duygusal bir ilişki başlamamıştı, ancak Melih’in içine bir kıymık batmaya başlamıştı inceden. Ne olurdu sanki diye düşündü, ne olurdu Çiğdem ondan 12 yaş büyük olmasaydı.
Bu başarının sarhoşluğunu henüz üzerlerinden atmamışlardı ki, Çiğdem ve Melih Polonya’nın Sopot kentine müzik festivaline gitti. Sopot, onlar için sadece festivalin yapıldığı şehir değil, aynı zamanda aşklarının adının konduğu şehir olacaktı hafızlarında…
Şu cümlelerle anlatacaktı yıllar sonra Melih orada yaşananları Can Dündar’ın belgeselinde:
“Bizim Çiğdem’le esas yakınlaşmamız galiba bu festivalde oldu. Yani normal ilişkilerde söylenen lafları birbirimize etmeye başladığımız yerdir, Sopot. Ondan sonra artık kartlar açık oynanmaya başlandı; ama hep bunun dışarı yansımasını engelledik biz. Çünkü bunu salt kadın erkek beraberliği olarak yorumlamaya meyilli insanların olması bizim içimizi acıtıyordu. Çünkü, dışarıdan bakınca “Koca kadın gencecik, bugünkü tabiriyle çıtır, sevgilisi mi var?’ diyecekler. Böyle şeylerden Çiğdem de çok korkardı; bana da ters geliyordu”
İçlerinde kopan fırtınaya daha fazla karşı koyamamışlardı; artık sevgiliydiler. Ama toplum baskısı da tepelerinde kara bulutlar gibi dolanıyor, ikisinin de içine bir sızı bırakıyordu. Ortada bir ilişki varsa, kadının erkekten büyük olması kabul edilemiyordu. Ama işte, gönül de ferman dinlemiyordu…
Evet Çiğdem, Melih’ten 12 yaş daha büyüktü ve hatta bir de evlenip ayrılmıştı. Üstelik bir de kızı vardı. Ama hayat devam ediyordu ve kalp dediğin atıyordu.
Aralarında günden güne büyüyen aşkta ilk kez ayrılacaklardı Çiğdem ve Melih. Artık üniversiteden mezun olmuştu ve Kimya mühendisliği üzerine master yapmak için Londra’ya gidiyordu. Melih, babasıyla birlikte, kalbine oturmuş yumrusuyla uçağa bindi.
Bir fırtına tuttu onları. Gittiği ilk gece, Londra’da kıyamet gibi bir fırtına vardı. Melih, bu fırtınayı şöyle tanımıyordu. “Tarifi namümkün. O fırtınadan nasıl sağ kurtuldum, bilmiyorum”. O gece ölümlerden dönmüştü. Morali oldukça bozuktu, ama yine de korkutmamak için Çiğdem’e bir şey belli etmemişti. Ama üzerindeki stresi de bir türlü atamıyordu. Kaldığı odadan biraz dolaşıp kendine gelmek için dışarı çıktı. Karanlık bir koridorda yürürken ona iyi gelecek şeye çarptı; bu bir piyanoydu. Parmakları neredeyse Melih’e haber vermeden piyanonun tuşları üzerinde gezinmeye başladı. Tüm korkusunu notalarla paylaşıyordu; yeni bir beste yapmıştı bile. Hemen odasına koştu, teybini aldı ve aniden ortaya çıkan bu besteyi kaydetti. Besteyi Çiğdem’e ulaştırması için İstanbul’a dönerken babasına emanet edecekti.
Beste Çiğdem’in eline ulaşmıştı. Belki çok özlediğinden belki de Melih’in notalarda saklanamayan korkulu gecesinden, besteyi büyülenmiş gibi dinledi ve hemen üzerine sözlerini yazıp Melih’e bir mektupla gönderdi.
Melih mektubu açıp okuduğunda ayakta durmakta güçlük çekmişti. İşte o anını şu sözlerle anlatıyordu: “Pembe bir zarfın içinde gelmişti. İlk sayfayı okuduktan sonra besteye yazdığı sözlerin olduğu sayfaya bakınca ben duvara tutundum. Çünkü şarkının adı ‘İçimdeki Fırtına’ydı”.
Melih, uzun zaman telefonun başında bağlanmayı bekledikten sonra Çiğdem’e ulaştı. “Sen bu parçayı nasıl yazdığımı biliyor musun?” diye sordu. Sonra konuşup biraz karşılıklı ağlaştılar. Bu aşk denilen bambaşka bir şeydi. Şöyle de bir temennisi vardı Melih’in: “Allah, insanlara bunu yaşatmalı; çok özel bir şey bu”.
Melih, ona hiçbir şey anlatmasa da belli ki Çiğdem hissetmişti. Gerçek aşk bu muydu?
Her ne kadar yaş farkı gerçeği gökten sallanan bir madalyon gibi aralarında dursa da, artık herkes onları birlikte anmayı öğrenmişti. Çiğdem denince Melih, Melih denince Çiğdem ekleniveriyordu yanına. Bu Londra ayrılığına da imkanları el verdiğince çözümler bulmaya çalışıyorlardı. Çiğdem bulduğu her fırsatta Melih’in yanına gitti. Artık aşk, gerçekten aşktı ve soluksuz yaşanmaktaydı…
Plakların gelirini çoğu zaman kendi gelirini de ekleyerek gönderiyordu Melih’e, ona destek oluyordu. Ama daha özeli yeşil bir defteri vardı Çiğdem’in; haklarında çıkan haberleri üzerlerine küçük sevimli notlar ekleyerek Melih’e gönderiyordu. Hatta arada tatlı tatlı takıldıkları da vardı. Bir dergi Melih’in Çiğdem’i bırakıp tatil için İngiltere’ye gittiğini yazmıştı. Çiğdem’de o haberin çıktığı gazete kağıdını kesti ve üzerine şöyle yazdı: “Melih Bey, Melih Bey, bizim burada canımız çıkarken ‘master’ dalgasıyla İngiltere’ye tatile gitmek de ne demek oluyor?”
Aşklarıyla ilgili hakkında çıkan ilk haberi de buradan okudu Melih; “Melih Kibar’ın kendi İngiltere’de, kalbi Çiğdem’de”…
Melih’in Londra’da olması aşklarına olmadığı gibi işlerine de engel değildi. Çiğdem ve Melih, bantlaşma yoluyla haberleşerek şarkılarını yapmaya devam etti.
Bir başka notta Çiğdem, Melih’e yaptıkları yeni şarkılardan haber veriyordu: “Çiğdem Talu, sevgili bestecisine kıvançla sunar: 2. Plağımız”.
Çiğden sevgilisini asla yalnız ve habersiz bırakmıyordu. Melih, yıllar sonra yine Can Dündar’ın belgeselinde hislerini aktarırken, şöyle diyecekti: “Hep bir ‘Hadi Koçum’ var”.
O günlerde Çiğdem de bir televizyon programında şöyle demişti: “Hayatımı milattan önce milattan sonra gibi, Melih’ten önce Melih’ten sonra diye ikiye ayırıyorum”.
1 yıllık bir ayrılıktı bu aslında. Hem çok büyük özlediler hem de hep bir arada gibi yaşadılar. Bu ayrılık 1976’nın sonunda bitti ve İstanbul’da buluştular. 1977’ye Tarabya’da bir restoranda merhaba dediler. Uzun bir aradan sonra buluşmuşlardı. O gece çekilen fotoğrafın arkasına şöyle yazmıştı Melih:
“İlk defa birlikte girdiğimiz bir sene bu, 1977 yılı. Ne güzel di mi? 365 günün de bu geceki gibi mutlu ve güzel geçmesi, yani ‘hep böyle olması’ dileğiyle…”
Artık başarılı bir yaşamları vardı, zirvede sadece onların ismi vardı. Tüm şarkıları ezber ediliyor, gönülden gönüle dolaşıyor; nice aşka tutunacak dal oluyordu.
Çiğdem’in 31 Ekim 1977’deki yaş gününü Melih Kibar, Erol Evgin ve İlhan İrem birlikte yazdıkları bir maniyle kutladı:
“Çiğdem Çiğdem,
Çiçeklerin en güzelisin sen
Bilmem ki bundan başka sana neler söylesem
Şarkılara can veren
İlham meleğimizsin sen”
O geceki doğum günü kutlaması Çiğdem’i çok mutlu etmişti ve ona en güzel şarkılardan birinin sözlerini yazdırdı; “Her şey seninle güzel”
“Her şey seninle güzel,
Olmayacak düşlerin peşinden koşmak bile.
Her şey seninle güzel,
Bu toprak bu taş bile.
İçimdeki bu korku, gözümdeki yaş bile”
Çiğdem’in olmayacak dediği düş, hayatının merkezindeydi. İçinden Melih’in aşkıyla dökülen her sözcük dilden dile dolaşan bir şarkı oluverecekti artık… Ama yine de korktukları da oluyordu. Çiğdem, annesi ve kızıyla yaşıyordu, en çok eleştirilen de o oldu. Kimse onların arasında tarifi zor, ama mükemmel bir aşk var demedi. Zamanla bu yaşta kadın kendisinden 12 yaş küçük adamla ne işi var denmeye başladı. Ama o ilişkinin ne anlama geldiğinin, nasıl hassas bir his olduğunun ayırdına Melih bile yıllar sonra varacaktı…
Yine de yaşanan zamanda bu aşk denilen gerçekliği kapalı bir kutuya koyup yüksek bir rafa kaldırmaya karar verdiler. Çünkü Çiğdem, saraylı bir aileden geliyordu. Olmazdı. Bir kadın kendinden yaşça küçük biriyle olamazdı… Onlar da bu çizgiyi koruyup çok iyi iki dost olmayı başarmaya gayret etti. Birlikte şarkılar yazmaya, aşklarını şarkılarda yaşamaya devam ettiler.
Bir gün Melih, Çiğdem’in evine geldi. Çiğdem, ona piyanonun üzerindeki kağıdı okumasını istedi; “Hisseli Harikalar Kumpanyası” yazıyordu. Melih şaşkınlığını saklayamazken Çiğdem, “Müzikalimiz”i uzata uzata söylemişti.
Hatta şarkı sözlerini yazmıştı bile. Melih bunu fark ettiğinde daha da şaşırdı; “Bu söz bestelenmez” dedi. Çünkü alışkanlığı değişiyordu. Her zaman önce o beste yapar, sonra da Çiğdem sözlerini yazardı. Şimdi bu terslik ona tuhaf geliyordu. Yapamayacağını düşünürken, Çiğdem her zamanki gibi onu destekleyen konuşmalarından birini yaptı. Ne yaptı ne etti, sonunda onu ikna etti. Melih, Çiğdem’i salona gönderdi ve piyanonun başına geçti. Bestesi tamamlanmıştı.
Beklenenden daha çok ilgi görmüştü Hisseli Harikalar Kumpanyası…
Bu şarkıyı aslında Hisseli Harikalar Kumpanyası içinde bestelemişti Melih; Çiğdem de üzerine o şarkıyı yazdı: “Sen başkalarına benzeme sakın, hep böle kal; hep cana yakın…”
Bu aslında Melih bilmese de bir vedanın hüznünü taşıyordu. Çünkü Çiğdem, kanser olmuştu. Bir gün Melih’i aradı ve “Ben kansermişim” dedi. Aslında ilk kez bu telefon konuşmasından 8 ay önce de gitmişti Çiğdem doktora göğsünde bir şeyler geliyordu eline, ancak doktor bunun süt bezesi olduğunu söyledi. İkinci kez 3 ay sonra gittiğinde de bir şey olmadığını söylemiş, bundan da 5 ay sonra üçüncü kez gittiğinde meme kanseri teşhisi konmuştu.
Melih, Çiğdem’e öyle ulu bir gözle bakıyordu ki, o gücüyle her şeyin üstesinden gelirdi; kanser de neydi ki… Bu yaşananların bir şaka olduğunu düşünmek istiyordu. Ciddiyetini kavramamak için çabaladı. Çünkü Çiğdem’in olmadığı bir hayatı nasıl yaşayacağını bilmiyordu.
Takvimler 1980’leri gösteriyordu. Bu sefer Çiğdem tedavisi için Londra’ya gidiyordu. Ama neşesinden, özellikle Melih’e ulaştırdığı neşesinden hiçbir şey kaybetmemişti. Londra’da olduğu zamanlarda Melih’e bir masal ülkesinde olduğunu bildiren, sevimli kartlar yolluyordu.
Melih’e göre, Çiğdem yine aynı Çiğdem’di; sadece kanserle bir arada yaşıyordu, hepsi bu. Ama elbette öyle değildi. Çiğdem, özellikle yazdığı şarkılarda artık hüznünü saklayamıyordu. Melih’in paylaştığı bilgilere göre hayatında en severek yazdığı şarkı sözünü bu zamanlarda yazmıştı: “Koca çınar”
“Serde delikanlılık, gençlik var koca çınar
Sevda var, sen sevdanı çiğneyip geçer misin?
Öte yandan gurur var, ölesiye gurur var
Seni unutanları sen olsan sever misin?”
Belli ki Çiğdem inceden bir siteme, bir üzüntüye kapılmıştı…
25 Mayıs 1982’de, yani yedinci yıllarında, bir televizyon stüdyosunda Halit Kıvanç ile birlikte kutladılar. O güne kadar 160’dan fazla şarkı yazmışlardı. Çiğdem’in aslında canı yanıyordu, ama gülümsüyordu ekranda.
Melih, onun kanser olduğunu kabullenmek istemese de, artık fiziksel değişimlerini görüyordu. Kilo almaya başlamıştı ve artık peruk kullanıyordu. Metastaz bütün vücuda yayılmıştı. Tedaviye de para dayanmaz olmuştu. Bu yüzden onu seven tüm dostları bir araya gelip yardım toplamak için bir konser gecesi düzenlediler. 28 Mart 1983’te Şan Tiyatrosu’nda yapılan gecede dönemin tüm sanatçıları ve tabii ki hepsine piyanoda eşlik eden Melih Kibar vardı. Çiğdem de telefonla katılmıştı geceye.
Ama ne yazık ki tüm bu sevgi seli, toplanan para, Çiğdem’i hayatta tutmaya yetemedi. Geç konulan teşhis onu bu hayattan alacaktı.
Çiğdem, İstanbul’a döndü. Melih tanışmalarının sekizinci yıl dönümünde görmeye gitti Çiğdem’i. Konuştular, daha doğrusu Melih konuştu, Çiğdem hastalığı el verdiğince tepkisini gösterdi. Melih’e karşısında sanki Çiğdem değil de bir başkası var gibi geliyordu.
Tanışmalarının üzerinden 8 yıl 3 gün geçmişti ki, Çiğdem Talu öldü. Basın Çiğdem’in ölümünü “Şarkılar öksüz kaldı” diye vermişti…
Cenaze Aşiyan Mezarlığı’na gömüldü. Bir vosvosun içinde gitti Melih cenazeye. Ne ölüm haberini aldığında ne de camide hiç ağlamadı. Ama o arabanın içinde, mezarlığa girmeden bir gözyaşı seline kapıldı. Ömrü boyunca unutamayacağı bu an, 4 dakika sürmüştü. Tüm hüznünün, acısının boşaldığı bir andı.
Çiğdem bundan sonra aşkını büyüttüğü şarkılarda yaşayacaktı; Melih ise…
Dünyada ruh eşimizin olduğuna inanmasak yaşamak yine katlanılır olur muydu acaba? Çok sevmeseydik, özlemek nedir bilmeseydik, boşu boşuna yaşamak hissinden uzakta tutabilir miydik bedenimizi ve de ruhumuzu?
Aşk dediğin inceden dokunuyor insanın her bir hücresine. Hele bir de gerçekten bulmuşsak ruh eşimizi, kader yoldaşımızı; siz ne derseniz işte bunun kalıplaşmış adına. Hayat o zaman başlıyor belki de.
İşte öyle bir şey…
Evet, büyük aşkı toprak olmuştu. Ancak sonsuzluk diye bir şey de vardı insanın içinde. Hayat nasıl devam ederse etsin, Melih’in kalbinde, 8 yıl 3 günlük yaşanmışlıklarında hep Çiğdem vardı.
1983’te, İlhan İrem ile çalışmaya başladı. Pencere albümünün müzik direktörlüğünü yapmıştı. Kalbinden söküp atmadığı, kendinden başka kimsenin anlamasına imkan olmayan o Çiğdem aşkıyla sarıldı işlerine.
1986’da, İlhan İrem’in sözlerini yazdığı “Halley”, Klips ve Onlar tarafından yorumlanan şarkının bestesi yine Melih’e aitti. Ve bu beste, Eurovision Türkiye Birinciliği ile Norveç’teki finalde Avrupa dokuzunculuğu getirdi. Bu, bugüne dek Eurovision’da elde edilmiş en büyük başarıydı.
1993’te ise, bu kez Melih, Çiğdem’in kızı Zeynep ile çalışmış, Eurovision’da Arzu Ece’nin seslendirdiği “Sev” şarkısını yazmışlardı. Halley kadar başarı getirmese de, muhtemelen Melih’in içinde ayrı bir yeri vardı.
Ve 2001’de, Melih Kibar, “Yadigar” albümünü yayınladı. İlk yarısında Yaşar, Candan Erçetin, Demet Sağıroğlu gibi isimler ünlü Melih Kibar bestelerini yorumluyor; ikinci yarısı da enstrümantal ilerliyordu.
Büyük aşklar izlerini kuşkusuz hep bırakıyordu insanın bedenine ve ruhuna. Melih, Çiğdem’i kanserden kaybetmişti. Şimdi onunla bir ortak kader daha paylaşıyordu.
Melih Kibar, uzun bir süre gördüğü kanser tedavisi sonucu 7 Nisan 2005’te her güzel şeyi çoğaltarak bırakmanın kıvancını yaşayarak hayata veda etti.
İnsan, başını kaldırıp gökyüzüne bakmayı becerse, belki biraz da kibrinden sıyrılsa, hayatının ona öğretecek ne çok şeyi var…
Kalbinde fırtınalar kopartan aşkı, ucunda sihir barındıran parmakları ve geride bıraktığı yüzlerce beste ile bir Melih Kibar geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bazen bir insanın ürettiği ne çok şeyi bildiğinize şaşarsınız ya, Sezen Aksu da benim için işte öyle bir isim. En eski bildiğim şarkısını en fazla 90’larda yazmıştır derken, 70’lerden, 80’lerden Sezen Aksu şarkılarını ezbere bildiğimi fark ettim bu biyografide.
Bazı insanların, belki de bütün sanatçıların demeli, gerçekten yaşı yok. 90 kuşağı bir gencin kalbine böylesine dokunmuş, hala dokunmaya devam ediyor… Ve istiyor ki insan, hep etsin. Güzellikler ne olur tükenmesin.
Minik Serçe’nin doğum günü vesilesiyle çıktığım bu zaman tüneli yolculuğu umarım sizi de en az benim kadar sarhoş etsin. Yaşının bir önemi olmadığından kaç yaşına girdiğiyle ilgilenmeden, “İyi ki doğdun Sezen Aksu” demek istiyorum. Hep en güzel cümleleri seçtiğin, ilk aşkımıza, ilk ökemize, ilk ayrılığımıza şahit olup asla yalnız olmadığımızı hissettirdiğin için, çok, ama çok teşekkür ederim.
Bakalım siz en eski hangi şarkısını biliyorsunuz? Lütfen bu yazıyı fona Sezen şarkılarını alarak okuyun, olur mu?
Sevgimle…
Sezen, 13 Temmuz 1954’te, Denizli Sarayköy’de, Şehriban Hanım ve Sami Bey’in kızları olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona “Fatma Sezen Yıldırım” adını verdi. Annesi, Selanik’ten mübadele ile gelen bir ailenin kızıydı ve Fen Bilgisi Öğretmeni olmuştu. Babası ise, Rizeliydi; Laz kökenliydi. O da Matematik Öğretmeni çıkmıştı. Yolları kesişmiş, evlenmişler ve Sezen’e de eğitimci anne babanın çocuğu olmak nasip olmuştu. Bir de Nihat adında kardeşi vardı.
Sezen 3 yaşına geldiğinde, ailecek İzmir’e taşındılar. İzmir, gönlünde bambaşka yere sahip olacaktı. Üzerine şarkılar yazacak, şarkılar söyleyecek, bu şehri hep çok sevecekti. Sonra annesi ve babasının yönlendirmesi ve içinden gelen bir iştahla, sanata düşkün olacaktı Sezen.
Gençliğe ilk adım attığı zamanlarda sanatsal eğitimler de yoğunlaşmıştı. Bir süre Cengiz Bozkurt’tan resim dersi, ardından tiyatro derken dans dersi aldığında dansöz olma hayalleri kurmaya başladı. Asi kişiliği onu öylesine ele geçirmişti ki, bu konuda ısrarcıydı. Nihayetinde Sezen dansöz olmadı. Ama özellikle babasıyla büyük çatışma yaşadılar. Yıllar sonra bugünleri anarken de şöyle diyecekti Sezen: “Allah babama acıdı da şarkıcı oldum”.
Lisede iyiden iyiye müziğe yönelmişti. 1970’te “Hafta Sonu” dergisi bir ses yarışması açtı. Jüri başkanlığında Ajda Pekkan ismi ışıl ışıl duruyordu. Sezen nasıl olur da bu yarışmada olmazdı; elbette katıldı.
Nihayetinde Sezen, yarışmada altıncı oldu. Birinci olan isim ise, Nilüfer olmuştu. İşte bu sebepten önce Nilüfer’in albümü çıktı. Sezen için de Türkiye için de biraz daha zamana ihtiyaç vardı…
İzmir Kız Lisesi’nden henüz mezun olmuştu Sezen. Üniversiteye girmeyi hayal ediyordu sadece. Müzik lisede hayatına girmişti, ama lisede olan her şey insanın hayatına çöreklenip kalmazdı ya. Onun hayali başkaydı şimdi.
Ancak bu sıra girdi hayatına Hasan Yüksektepe. İlk aşktı, vazgeçilmiyordu. “Okul bitsin, evlenelim” diyorlardı ki, beklemek istemediler. 1972’de, aile arasında evde kıyılan bir yıldırım nikahıyla evlendiler. Ve evliliklerinin sadece üçüncü gününde bunun yürümeyeceğin fark edip, ayrıldılar.
Ama ilk aşktı işte. Çok canı yanıyordu Sezen’in. Müzik aslında belki de o üç günlük evliliğin ardından kendine bulması gereken meşgaleden doğdu. Ayrılır ayrılmaz hayal ettiği gibi üniversiteye de girdi. Ancak belli ki kaderinde müzik vardı.
Hayatında aldığı en büyük darbe ise, ilk aşkının en yakın arkadaşı Bahar ile evlendiğini öğrendiği gündü. Günlerce kendini toplayamadı; ama elbet ayağa kalktı. Belli ki ilk duygu yüklü şarkılarını işte o zaman yazdı Sezen. Acıyı dönüştürmenin bir yolunu bulmuştu…
Sezen’in aklında da, kalbinde de müzik vardı. Yine de 1973’te, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ne girdi. Ancak bir yandan da müzik hayatının vazgeçilmez parçasıydı; çalışmaya, üretmeye devam ediyordu.
1974’te, bir plak şirketine üç şarkısını gönderdi. Aynı yılın Kasım ayında bir de evlilik gerçekleştirdi. Genç yaşta, Hasan Yüksektepe ile yaptığı kısa süreli evliliğin ardından, bu seferki bir başkaydı. Onu tanıyacağımız soyadı, işte bu evlilikle geldi. Ancak bu evlilik de kısa sürecekti.
Bir yanda müzik, bir yanda Ali Engin Aksu ile olan evliliği, okuldan ayrılmasına sebep olmuştu. Ancak 1974 biterken ilk plağı için İstanbul’a yerleşti. Hayallerin peşinde, yeni, yepyeni bir hayat başlıyordu…
Sezen’in ilk 45’liği, 1975’te çıktı. Her şey ziyadesiyle heyecanlıydı; birkaç pürüz dışında. Öncelikle plak, Sezen’e danışılmadan, “Sezen Seley” adıyla çıkarıldı. Plak da istediği gibi satmamıştı. Neyse ki bu isim karışıklığı onunla bir ömür yaşamadı.
Haydi Şansım adını verdiği plağı, istediği satışı yakalamayan Sezen, en azından istemediği bir isimle anılmayacaktı.
Sezen, ilk 45’liğinin üzerine, onu bir ömürlük tanıyacağımız ve seveceğimiz adıyla, Sezen Aksu olarak, ikinci 45’liği Yaşanmış Yıllar / Kusura Bakma’yı çıkardı.
Bu sefer şansı da, başarısı da yüksekti. Hemen ardında, 1976’da, uzun süre plaklar listesinde bir numara kalacağı üçüncü 45’liği Olmaz Olsun / Vurdumduymaz’ı çıkardı.
Dönemin popüleritesi gazinolarda sahneye çıkmayı gerektirirdi. Sezen Aksu da, ilk sahne çalışmasına 1976’da, Bebek Belediye Gazinosu’nda başladı.
Elbette 45’likler de devam ediyordu. 1977’de, Allahaısmarladık / Kaç Yıl Geçti Aradan ve Kaybolan Yıllar / Neye Yarar 45’liklerini çıkardı.
Hemen ardından ilk 33’lüğü olan Allahaısmarladık albümünü sevenleriyle paylaştı. Albümün kapağında ise şöyle yazıyordu:
“Yıllar yılı seviştik de neden mutlu olmadık.
Aşkımıza aşk değil yıllarca yalan kattık.
Sana son bir sözüm var,
O da, ‘Allahaısmarladık’”
Sezen, 1978’de Hurşid Yenigün’ün iki bestesi için söz yazdı. Söz yazarlığı konusunda da giderek ustalaşacak; adeta Türkiye’nin şarkı sözü ihtiyacını karşılayan birkaç isimden birine dönüşecekti. Gölge Etme / Aşk 45’liğini çıkarmıştı. Yine 1978’de, Serçe adını verdiği plağı, çift LP olarak piyasaya sürüldü. Bu albüm, Sezen Aksu’nun en eski albümü olma özelliğini taşıyordu.
1979’da, İlk Gün Gibi / Yalancı ve hemen ardından Allah Aşkına / Sensiz İçime Sinmiyor 45’liklerini çıkardı.
Ve 1979, aynı zamanda onu Minik Serçe olarak tanıyacağımız yıldı…
Sanat konusunda sürekli üretken bir isim olma yılında hızla yükselişteydi Sezen Aksu. Plaklarından sonra sinema sektöründe de yerini almıştı. İlk kez bir Atıf Yılmaz uyarlaması olan Minik Serçe filminde, Sezen, Bulut Aras ile başrolü paylaşıyordu. Film, A Star is Born ( Bir Star Doğuyor) filminden uyarlanmıştı. Bir ünlü doğarken, başka bir ünlünün sönüşünü anlatan film, bu dönemde fazla beğenilmese de, Sezen adına kalıcılığı olmuştu. Bundan böyle Sezen Aksu, ülkede Minik Serçe olarak anılacaktı…
Minik Serçe’nin ardından Sezen bir daha 1989’da beyaz perdede görünecekti. Yavuz Özkan’ın yönetmen koltuğunda olduğu Büyük Yalnızlık filminde Sezen Aksu başrolü bu kez Ferhan Şensoy ile paylaştı. Bu film, 1990 Altın Portakal’da, En İyi Görüntü dalında ödüle layık görüldü.
Ayrıca film müziklerinden Aşk Irmakları’nı, 4 yıl sonra Levent Yüksel, Uçurtma Bayramları adıyla ilk albümünde seslendirecekti…
Minik Serçe, 1980’de, Sevgilerimle adını verdiği albümünü çıkardı. 1981’de ise, Sezen Aksu Aile Gazinosu adlı müzikal için çalışmalara başladı. Bu sırada yine araya bir evlilik detayı girdi. Sezen Aksu, 10 Temmuz 1981’de, Sinan Özer ile Beşiktaş Evlendirme Dairesi’nde ikinci evliliğini yaptı.
Sezen Aksu, bu sırada 4,5 aylık hamileydi. 11 Kasım 1981’de, bir oğulları oldu. Ona Mithat Can adını verdiler.
Ara verdiği müzikal çalışmalarına da geri döndü.
Ve bu evlilik, 1983’te boşanma ile sonuçlandı.
Yıllar sonra 1993’te de Gazeteci Ahmet Utlu ile bir evlilik daha yaptı. Bu onun dördüncü evliliğiydi. Ancak bu da uzun sürmedi.
Sezen, sanatın her dalına ilgisini ve başarısını öncelikle kendine kanıtlamıştı. Oyunculuk yeteneğini, 1982’de, Şan Müzikhol’de, Adile Naşit, Ayşen Gruda, Şener Şen ve Altan Erbulak ile aynı sahneyi paylaştığı Aile Gazinosu’nda 7 farklı karaktere bürünerek göstermiş oldu.
Ayrıca müzikal sonrasında Firuze albümünü çıkardı. Dönemin popüler dergisi Hey ise, onu Yılın Kadın Şarkıcısı seçti…
Bu performansın ardından 1985’te, “Bin Yıl Önce, Bin Yıl Sonra” müzikaline hazırlanmaya başladı. Müzikal, 1986’nın ilk haftasında gösterime girdi. Şan Müzikholü’nde kapalı gişe oynanan müzikalde Sezen Aksu, sahneyi Ayşen Gruda, Şener Şen ve İlyas Salman gibi özel isimlerle paylaştı. Yine başarılı bir oyunculuk sergiledi.
Sezen Aksu, 1983’te, Eurovision’a katılma kararı alan sanatçılar kervanına katıldı. Söz ve müziği Ai Kocatepe’ye ait “Heyamola” şarkısını, Ali Kocatepe ve Coşkun Demir ile birlikte seslendirmişti. Şarkı Türkiye finaline kaldı, ancak Eurovision finalinde Türkiye’yi temsil edemedi. Ancak Heyamola plak olmuştu ve 1983’te Hey Dergisi, onu yılın plağı seçti.
Sezen Aksu, 1984’te tekrar aday oldu. Halay, 1945 ve Merhaba Ümit adını verdiği şarkılar Türkiye finaline kaldı. İlk önce Merhaba Ümit şarkısını eledi Sezen. Sonra 1945 ve Halay’ı seslendirmeye karar verdi. Ancak Türkiye finalinin gerçekleşmesine iki hafta kala onu ziyarete gelen yabancı arkadaşı, ona, 1945’i söylemesini önerdi. Sezen biraz düşündü ve bu fikir aklına yattı. Ancak bu kez de başarılı olamadı.
1985’te, şansını son bir kez daha denedi. Bu sefer şarkısı Küçük Bir Aşk Masalı’ydı ve sözleri kendisine aitti. Özdemir Erdoğan ile birlikte seslendirdikleri bu şarkı da sonucu değiştirmedi. Bu kez de başarılı olamayan Sezen Aksu, bir daha yarışmaya hiç katılmadı.
Sezen Aksu, 6 Eylül 1984’te Sen Ağlama adını verdiği albümünü çıkardı. Yaptıklarıyla, ürettikleriyle Sezen Aksu başarılı bir isimdi. Ancak albümleri TRT’nin denetiminden geçemediğinden televizyonda şarkıları yayınlanmıyordu. 1985’in başından itibaren bu düzen değişti ve şarkıları TRT’de yayınlanmaya başlar başlamaz Sezen’in başarısı katlandı. Şimdi haftalarca listelerin zirvesinde kalacağı günler başlamıştı.
Başarısına duyduğu mutluluğun ötesinde şaşkındı da. Albümünün 56. Haftasında Hey Dergisi’ne verdiği röportajda sevenlerine şu cümlelerle teşekkür ediyordu: “Bekliyordum ama bu kadarını değil… Ne yalan söyleyeyim, 1 yılı aşkın sürece listelerde kalacağımı sanmıyordum. Tüm müzikseverlere candan, gönülden teşekkürlerimi sunuyorum”.
Onyedi Dergisi’nin Ocak 1986 sayısında düzenlediği okuyucu anketinde Sezen Aksu, “1985’in En Büyük Kadın Şarkıcısı” seçildi. 1986’da bu kez Sezen Aksu “Git” albümündeki enfes şarkılarla fırtınalar estiriyordu.
1988’de albümüne Sezen Aksu’88 adını vermişti. Yine 1989’daki albümünün adı ise, Sezen Aksu Söylüyor oldu. İsmine duyduğu güven ve ondan aldığı güç yadsınamazdı. Ve elbette yine çok sevilmişti.
Her şey için en gerekli şey zamandı. Kuşkusuz her şeyi olgunlaştıran zaman, hepimizin olduğu gibi, Sezen Aksu’nun hayatına da olgunluk getirmişti. Ürettiği her şeyin sonunda, sıra şimdi üretmeye devam ederken başka insanlara dokunmaya gelmişti; kendi gibi bu işe gönül verecek genç insanlara…
Böylece 90’lar, Sezen’in olgunluk zamanları oldu. Sezen Aksu, yapımcılığa hiç soyunmasa da yaptığı şarkılarla ölümsüzlüğü keşfetmişti. Ancak Sertab Erener, Harun Kolçak, Levent Yüksel, Aşkın Nur Yengi, Işın Karaca, Yıldız Tilbe, Hande Yener gibi birçok insanın hayatına dokundu. Onlara hep destek oldu…
Yapımcılığın yanında aynı zamanda Kanal 6’da, Sezen Aksu Show programını da yapmaya başladı.
Sezen’in ilk dokunduğu isim, 1990’da Aşkın Nur Yengi oldu. O sıralar Sezen Aksu’nun vokalistliğini yapan Aşkın Nur Yengi, ilk kez Sevgiliye adını verdiği albümü ile görücüye çıktı. Bir Sezen Aksu yapımı olan bu albüm, bir milyon sattı.
Bir yandan kendi albümleri için çalışmalarına da devam ediyordu. 1991’de Aşkın Nur Yengi’nin ikinci albümü Hesap Ver’in yapımını üstlenmişken, kendisi de müzik yönetmenliğini Onno Tunç’un yaptığı Gülümse albümünü çıkardı. 1992’de de, Avrupa’da albümün hit şarkılarından Hadi Bakalım’ın teklsi yayınlandı. Aşkın Nur Yengi’nin albümü yine yüksek satış elde etmişti evet. Ancak Sezen Aksu da, iki milyonu aşan bir satış rakamına ulaşmıştı. Sezen, halkın bir kesimine değil, yine halkın yüreğine hitap ediyordu. Gülümse diyordu; Gülümse, bulutlar gitsin…
Sezen Aksu, vokalistlerinin yapımcısı olmaya devam ediyordu. Sertab Erener’e de Sakin Ol albümünü yapmışlardı ve bu albüm, beklenenin çok üstünde sattı. Bu albümden sonra, 1993’te, Levent Yüksel’in ilk albümü Med-Cezir için çalışıyordu. Yine başarılıydı. Levent Yüksel de 90’larda hit olmuş şarkıcılar arasında anılacaktı.
1993’te kendi albümü Deli Kızın Türküsü’nü çıkardı. Uzay Hepari ile çalışıyorlardı ve farklı tarzlar denemenin peşindeydi. Küçüğüm, Masum Değiliz, işte hep bu albümden çıktı.
Uzay Hepari ile kimyaları uymuştu. Hatta kısa süreli de olsa ses getiren bir aşk da yaşadılar ve nice şarkılar getireceği belli bir şekilde bitti.
Bunların yanında Hepari’nin ömrü de uzun sürmedi. Albümün ses getiren başarısının etkisi devam ediyordu ki, 20 Mayıs 1994’te, Hepari, Oyuncu Demet Akbağ’ın durur vaziyetteki arabasına çarptı ve bitkisel hayata girdi. 31 Mayıs’ta ise, hayata tamamen veda etti.
Hepari, 6 aylık evliydi ve kazadan bir gün önce baba olacağını öğrenmişti. Sezen, kalbindeki ağır ağrı ile onun ardından Yas şarkısını besteledi. Ancak belli ki seslendirmeyi kaldıramamıştı. Okumak yerine şarkıyı Levent Yüksel’in bir sonraki albümüne koydu.
Hayat devam ediyordu. Bu çalkantılı günlere bir paravan koyup, Sertab Erener’in ikinci albümü Lal’in çalışmalarına başladı. Yine başarılı olacak ve 90’ların müziğine yadsınamaz bir katkıda bulunacaktı…
1991’de, Sezen Aksu İzmir’de bir pavyona gitti. Sahnede şarkı söyleyen kadının sesi, onu derinden etkilemişti. Birkaç gün sonra gitti, onu aldı ve İstanbul’a vokalisti olarak getirdi. Kuşkusuz herkes bu kadının Yıldız Tilbe olduğunu biliyor.
Yıldız Tilbe’ye evi de, şöhretin kapılarını da açtı Sezen Aksu. Yıldız Tilbe, yeteneğinin getirisi ile kısa sürede adından söz ettirmeye başlamıştı bile.
Ve o dönemde birlikte çalıştığı Uzay Hepari ile büyük aşk yaşıyordu Sezen. 1992 yılıydı ve bahar tüm sıcaklığıyla Sezen’in aşk dolu kalbini ısıtıyordu. İşte bu dönemde Yıldız Tilbe ve Uzay Hepari arasında doğan yakınlığı öğrendiğinde baharı, kışa dönüverdi. Yıldız Tilbe elbette bu koşullarda evinde kalamazdı; artık vokalisti de değildi.
Sevgilisi Uzay Hepari’yi de terk etti. Sonrası hep şarkılar ve yıllar boyu süren küskünlük…
Uzay Hepari ile küskünlüğü sürmedi, süremedi. 1993’te Modacı Zeynep Tunuslu ile evlenen Hepari, 1994’teki talihsiz kaza ile hayata veda etti. Elbette ölümün olduğu yerde en acı ihanetin bile esamesi okunmazdı.
İlginç bir tesadüftür ki, aynı yıl Yıldız Tilbe de sonsuz şöhretini yakaladı. Delikanlım albümü adeta patlamıştı.
Şimdi iki ünlü kadın vardı ve aslında kimsenin bu yaşanan ihanetten haberi bile yoktu. Ancak Tilbe, yıllar sonra, 2011’de katıldığı Alt Üst Muhabbetler programında, Bir gece sarhoştum ve Uzay Heparı ile birlikte oldum. Sezen de beni evden kovdu” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu itirafın ardından bir türlü soğumayan o ateş, küllerinden doğdu. Zaten şarkılara taşınmış olan bu küskünlük, devam etti. Ta ki, 29 Aralık 2017’ye kadar. Onların barışı, bize hiçbir şeyin sonsuza dek sürmediğini kanıtlar nitelikteydi. Sezen Aksu ve Yıldız Tilbe nihayet barışmıştı. Demek ki her şeyin bir zamanı vardı…
Geriye de bizim kulaklarımıza minnet canım şarkılar kaldı. Kim bu küslükten tamamen şikayet edebilir ki?
1995’te Sezen Aksu, Işık Doğudan Yükselir adını verdiği albümle Anadolu müzikleri kıyısında dolaşıyordu. Yunus Emre’den Mevlana’ya birçok özel ismin eserlerine yeniden hayat vermişti.
Ayrıca bu albümde Bedri Rahmi Eyüboğlu dizeleri de vardı:
“Bu Anadolu var ya bu Anadolu.
Bu misli menendi görülmemiş cömert ana.
Bu her yanı meme, bu her yanı dudak, bu her yanı gül.
Bu zırnık almadan veren, habire veren yedi gül”.
Sezen, 1996’da Nazan Öncel’in Sokak Kızı albümündeki Erkekler de Yanar ve Bırak Seveyim Rahat Edeyim şarkılarında bu kez geri planda durmuş, vokalist olarak eşlik ediyordu. Yine 1996’da, Zerrin Özer’in Paşa Gönlüm şarkısı için çektiği klipte de yer aldı.
1997 Aralık’ta Düğün ve Cenaze albümünü sevenlerinin beğenisine sundu. Ancak bu kez yüksek satış rakamları elde edemedi. Çünkü albümü yoğun eleştiriler almıştı. Sezen, 1998’de, albümün en ses getiren şarkısı Erkekler’in teklisini çıkardı. Yapımcılık kimliğiyle de hayat devam ediyordu. 1998 Nisan’da, Levent Yüksel’in Adı Menekşe albümünü çıkardı.
1998 Aralık’ta Sezen Aksu, 80’lerin melankolik Sezen albümlerini anımsatan lezzette bir albüme daha imza attı ve ona Adı Bende Saklı adını verdi. O’nun adını kalbine gömen her bedenin sesi olmuş gibiydi; her kesim belli ki kendinden bir şey bulmuş ve bu albüm çok beğenilmişti.
Özellikle Selami Şahin imzalı Adı Bende Saklı, Ben Sevdalı Sen Belalı ve Tutuklu, dönemin dillere pelesenk şarkılarından oldu.
Bu başarıyı 1999’da ise Sarı Odalar single’si izledi.
Sezen Aksu, ülkenin müzik ihtiyacına bireysel katkısında, 2 Haziran 2000’de çıkardığı albümüne Deliveren adını verdi. Hala ezbere bildiğimiz, hiç eskimeyen şarkılardan, Oh Oh, Kahpe Kader, Sarı Odalar, Keskin Bıçak gibi şarkılar bu albümün bir parçasıydı. Ve Deliveren’in ne anlama geldiğine de bir açıklamasında yer veriyordu: “İçindeki şeytanla meleği yönlendiren”.
İşte içinin kuzeyini yönlendiren bu albüm, 2 milyona yakın sattı.
Altı yıldır vokalistliğini yapan Işın Karaca’nın ilk albümünü ise, 2001’in sonunda yaptı. Anadilim Aşk adı verilen bu albümde, her bir şarkı Sezen Aksu imzalıydı.
2002’de hepimiz “O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz” diye tüm duygumuzu yine Sezen sayesinde akıtıyorduk. 20 Mayıs 2002’de DMC’den çıkardığı ilk albümdü Şarkı Söylemek Lazım. Hemen ardından bir konser turuna çıktı Sezen Aksu. Türkiye’nin bütün dil ve medeniyetlerini bir araya getiren bu turu, Türkiye Şarkıları adı altında yaptı. Ona, bu konserler sırasında Rum, Ortadoks, Ermeni ve Musevi korolarıyla Diyarbakır Belediyesi Çocuk Korosu da eşlik ediyordu.
Konserler devam ederken albüm çalışmaları da sürdü. 2003 yazı bitmeden Sezen bir albüm daha çıkarmıştı ve ona Yaz Bitmeden demişti. Bu albümün en ses getiren şarkısı kuşkusuz Farkındayım oldu. Şarkının klipi Van’ın Gevaş ilçesinde çekildi.
Sezen Aksu, 2006’da bir şiir kitabı yayımladı ve ona, Eksik Şiir adını verdi. Eksik Şiir, Sezen’in 1975 – 2006 yılları arasında yazdığı tüm şarkı sözlerinin bir arada toplanmış haliydi. Bugüne kadar yazdığı 400’den fazla şiir ve bestesi vardı. Onlar arasından 197’sini seçmişti.
Ve bu kitap, 4 günde 17.000 adet sattı…
Kitabın ikincisi ise, 2016 Kasım’da, Eksik Şiir İkinci Kitap adıyla yayımlandı.
2005’teki albümün adı Bahane’ydi. Şarkılardan birinin adı Perişanım Şimdi’ydi ve hikayesine göre, Sezen Aksu, oğlu ile yaşadığı bir dargınlık sonrası yazmıştı bu şarkıyı. Belki bu içli duygudan kaynaklı, albüm ilk iki hafta 320 bin sattı. Sene sonuna gelindiğinde ise, albüm en çok satan albüm oldu.
2008 Haziran’da bir sonraki albümü Deniz Yıldızı’nı çıkardı. Bu albüm, uzun yıllar birlikte çalıştıkları Onno Tunç’un piyano örnekleri ile renklendi. Aynı zamanda albümde bulunan Sezen Aksu imzalı Tanrı’nın Gözyaşları ile barışa çağrı yapmak istediğini de açıkladı. Toplumsal ve belki siyasi bir mesaj vererek, barış ortamının oluşabilmesi için sınır ötesi operasyonların bitirilmesi gerektiğini açıklamıştı.
2009’da ise, 2 CD’den oluşan albümü Yürüyorum Düş Bahçelerinde adını taşıyordu. Kendi imzasını taşıyan, ancak başka sanatçıların söylemiş olduğu şarkıları, şimdi sahibinin yorumlarıyla dinliyorduk.
Amerikan NPR Radyosu, 2010’da, 50 Büyük Ses listesini açıkladı ve bu 50 ses arasında Sezen Aksu’nun adı da yazılıydı. 2010 Nisan’da Fahir Atakoğlu ile Stockholm’de verdiği konseri, çok sayıda Türk ve İsveçli seyirci izledi.
10 yıllık aranın ardından New York, Newark, Carnegie Hall’de üç konser verdi. tüm bu ABD konserlerinde Minik Serçe’ye Fahri Atakoğlu eşlik etti…
Sezen Aksu, 2011’de yine stüdyoda albüm kaydındaydı. Unuttun mu Beni şarkısı ile çıkış yaptığı albüm Öptüm adını taşıyordu. Cemal Süreya’nın Sayım şiiri de Sezen yorumuyla, bu albümde can buldu.
2013’te Kayıp Şehir, 2014’te de Yeniler ve Yeni Kalanlar single’larını çıkardı. 2015’te Eksik Olma şarkısıyla ise, bu kez Sürdürülebilir Çay Tarımına destek veriyordu. Yaşamın içinde toplumsal sorunlara duyarlı sanatçı kimliğiyle bir ayrı güzeldi…
2016 Ocak’ta İstanbul Volkswogen Arena’da konser veren Minik Serçe, “Her bitiş yeni bir başlangıçtır. Üretmeye devam edeceğim fakat daha önceden söz verdiğim birkaç konseri de yaptıktan sonra sahneye veda ediyorum. İstanbul’da son konserim. Bugün 40 yılın anısına burada benimle olduğunuz için şükranla doluyum” açıklaması ile sahnelere veda edeceğini açıkladı.
Ancak sanat bir kere insanın kanına zuhur etmeye görsün, ondan kurtulmak ne mümkündü. Sezen Aksu, aynı yılın Eylül’ünde, tekrar müzik yapacağını açıkladı ve 2017 Ocak’ta, müziği bırakmasını açıklamasının üstünden tam bir yıl geçmişken, Biraz Pop Biraz Sezen adını verdiği albümünü çıkardı…
Bugüne kadar dünya genelinde 40 milyondan fazla albüm satan özel bir isimdi Sezen Aksu. Kalplerimize dokunmasını hep bildi. Bu belki anlatılmaz yaşanır denen duygulardan biri. Çünkü o bunu gerçekten iyi biliyor.
Hayatın içinde kendi başına yaşarken her kalbe aynı özenle dokunan sözcükleri seçen bir Sezen Aksu geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Neşet, göçebe yaşadığı çocukluğunun gölgesini hep üzerinde hissederek büyüdü. Ama daha büyük bir gölgesi vardı onun, babası Muharrem Ertaş.
Neşet, kardeşlerinden ayrı bağlıydı babasına. Ruhunun onun ruhuna eş olduğuna inanıyordu. Bir gün “Neşet Ertaş” olacaksa, babasının dağ gibi gölgesi hep üzerinde olmalıydı.
Bir gün Neşet Ertaş olacak, cahilliğini, dünyanın derdine kanışını, bizimle aynı hayatı paylaştığını türküleriyle anlatacaktı. “Kadınlar insandır, biz insanoğlu” diyebilmenin erdemini yaşayacaktı…
Neşet, 1938’de Kırşehir Çiçekdağı ilçesine bağlı olan Kırtıllar köyünde 5 çocuğu olan Döne Hanım ve Muharrem Bey’in ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi.
Babası Muharrem Bey saz ustasıydı. Neşet’in de kalbi ve ilgisi daha çocuk yaşlarından babasına dönüktü. Hatta yıllar sonra bir gün hepimizin tanıdığı ve sevdiği Neşet Ertaş olduğunda bu duygusunu şöyle dile getirecekti: “Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız”. Gün gelecek, işte bu duygudan çıkmış türküleriyle Neşet, “Bozkırın tezenesi” olarak anılacaktı.
Babasının etkisiyle 5 – 6 yaşlarında bağlama ve keman çalmaya başladı. Bir zaman sonra çalışmak için gittikleri düğünlerde babasına keman çalarak eşlik ediyordu. Üstelik türküler söylemeye başladığında sesinin güzel olduğunu da fark etmişlerdi.
Aslında yerleşik düzenlerinin olduğu yer doğduğu Kırtıllı köyüydü. Ancak çocukluğunun ilk 8 yılı Kırşehir, Niğde, Nevşehir, Kırıkkale, Kayseri, Yozgat ve köylerini gezerek geçirdiler. Buralarda iş kovalıyorlardı. Bu yüzden okula geç başladı ve sonrası da zaten bölük pörçüktü. Genel bir ifadeyle aslında Neşet okula gidemedi.
8 yaşından sonra ailesi İbikli köyüne yerleşti. Annesini de yine çocukken kaybetti. 12 yaşındaydı. Babası 5 çocukla kalakalmıştı. Üç aylık bebesi dayanamadı, öldü. Acısını bile yollarda, gizli saklı yaşadılar. Yozgat’ın Kırıksoku köyünden Arzu adında bir kadınla tekrar evlendi. Bir süre de bu köyde yaşadılar ve sonra Yerköy ilçesine yerleştiler.
Onun ölümü üzerine Muharrem Bey çocuklarını alarak köyüne yerleşti. Neşet, 14 yaşında çalışmak için köyünden çıkacak ve İstanbul yollarına düşene kadar çocuk yaşları burada geçecekti.
Neşet yıllar sonra, 6 Nisan 1996’da işte sazıyla şöyle anlatacaktı tüm çocukluğunu, aşkını, derdini:
“Bin dokuzyüz otuzsekiz cihana
Kırtıllar köyünde geldin dediler.
Babama Muharrem, anama Döne
Dediysen atayı bildin dediler.
Dizinde sızıydı anamın derdi,
Tokacı saz yaptı elime verdi,
Yeni bitirmiştim üç ile dördü,
Baban gibi sazcı oldun dediler.
O zaman babamdan öğrendim sazı
Engin gönül ile Hakk’a niyazı
O yaşımda yaktı bir ahu gözü
Mecnun gibi çölde kaldın dediler.
Zalım kader devranını dönderdi
Tuttu bizi İbikli’ye gönderdi
Babam saz çalarken bana zil verdi
Oynadım meydanda köçek dediler.
Anam Döne İbikli’de ölünce
Tam beş tane öksüz yetim kalınca
Beşimiz de perişan olunca
Babamgile buradan göçek dediler
Yürüdü göçümüz tefleğe doğru
Bu hali görenin yanıyor bağrı
Üç aylık çocuğun çekilmez kahrı
Bunlara bir ana bulun dediler.
Yozgat’ın Kırıksoku köyüne vardık
Bize ana yok mu diyerek sorduk
Adı Arzu dediler bir ana bulduk
İşte bu anadır buldun dediler.
En küçük gardaşı kayıp eyledik
Onun için gizli gizli ağladık
Üstelik babamı asker eyledik
Yine öksüz yetim kaldın dediler.
Zalım kader tebdilimi şaşırttı
Heybe verdi dalımıza devşirtti i
Yardım etti Yerköy’üne göçürttü
Biraz da burada kalın dediler.
Yerköy’den Kırıkkale’ye geldik
Babam saz çalarken biz cümbüş aldık
Kırşehir’e varınca kemanı çaldık
Aferin arkadaş çaldın dediler.
Yarin aşkı ile arttı hep derdim
Babamı bir yere dünür gönderdim
Başlık çok istemişler haberin aldım
İstemiyor yarin seni dediler.
Kırşehir’de yedi sene kalınca
Düğün düzgün hepsi bize gelince
Burada herkese yer daralınca
Ankara’ya gider yolun dediler
Ankara’da (sünnetçi) Veysel Usta’yı buldum
Epeyce eğleştim evinde kaldım
Yüz lirayı verip bir yatak aldım
Etti isen böyle buldun dediler.
Bir ev kiraladım münasip yerde
Kaldı kavim gardaş hep Kırşehir’de
Bu aşk hançerini vurdu derinde
Çaresini bulmazsan öldün dediler.
Yarin aşkı ile döndüm şaşkına
Arada içerdim yarin aşkına
Canan acımaz mı garip dostuna
Bunu da içeriye alın dediler”
Abdallarda 5 – 6 yaşına basmış erkek çocukları düğünlere götürülür, boş durmasın diye eline bir zil verilir ve evvela köçeklikle başlardı serüvenleri. Biraz daha yaş aldıklarında da kaşıklarla oynamaya başlatırlardı.
Yaşı artık 11 – 12’yi gören çocuklar yetenekleri varsa çalgılardan birini alır, devam ederdi. İşte çalamıyorsa, söyleyemiyorsa, başka hiçbirine yeteneği yoksa köçeklikle devam ederlerdi.
Neşet de böyle böyle başladı. Babası onun yeteneğini geç olmadan keşfedecekti. 6 yaşındayken zille başladı her şey. Hem köçeklik yaptı hem de zil çalıyordu. Babası saz çalıyordu. Neşet’in de gönlü sazdan yanaydı aslında ama babasının yanında o çalamazdı. Abisi kemandaydı, Neşet de cümbüşe tutuldu.
Bir gün babasıyla sessiz bir bakışmanın ardından bırakana kadar devam etti köçekliğe. Kırıkkale’de bir köye fasıla gittiler. Babası oynamasını teklif etti, Neşet de saygıyla kabul edip hazırlanmaya koyuldu. O sırada bir ses çalındı kulağına “Vah yazık, pek gençmiş”. Neşet, yine saygısını bozmadan zilleri babasının önüne koydu. Babası hiç karşı koymadı, ses etmedi; anladı. Oğlunu tanırdı. Zaten oğlunun düştüğü duruma o da çok içerlemişti.
Ama yine de vardıkları her köyde “Abdallar geldi, Abdallar gitti” diye bahsederlerdi onlardan. Haliyle yadırgamaz olmuşlardı. Bu topraklarda yaşayan her milleti sayarlar da en son “Cingan” derlerdi. İşte Abdallar, Cinganlar’dan bir önce gelirdi.
Neşet de yıllar sonra sazının sözü dinlendiğinde “Dertli Yoldaş” adını verdiği türküsünde şöyle anlatacaktı bu hali:
“Zengin isen ya Bey derler ya Paşa,
Fukara isen ya Abdal derler ya Cingan, haşa”
İstanbul yolları çileli, İstanbul zorlu. Neşet, 14 yaşında sazını aldı, düştü yollara… Aç kaldı, yeri geldi karın tokluğuna çalıştı, gününü kurtardı. Ama bir iş de bulamıyordu. Bir gün yine öylece bir şeyler bulma umuduyla dolanırken “Şençalar Plak” diye bir tabela okudu. Elinde sazı içeri girdi.
O sırada içeride “Behiye Aksoy”un ilk plağı dinleniyordu. İçeriye giren genç delikanlı “Kadri Şençalar”ın dikkatini çekmişti. Sesini dinledi. Sesini de sazını da pek beğenmişti. Neşet’e hemen bir plak okuttu; sonra da Beyoğlu Saz’a götürüp ona program aldı. Böylece inceden bir sahne hayatı başladı.
İlk plak çalışmasını da yine Şençalar Plak’ta yaptı. 1957’de çıkan plak “Neden Garip Garip Ötersin Bülbül” adı ile babasına ait bir türküydü. Halk onu bir anda benimsemişti. Plağı, kaset ve konserler takip etti. Artık Anadolu’da dinlenen bir halk ozanıydı. Babası onun bir cevher olduğunu düşünürken yanılmamıştı belli ki.
Neşet, İstanbul’da iki yıl kaldı ve sonra Ankara’ya gitti. Burada bir gazinoda çalışmaya başladı. Hayatını birleştireceği o isimle de burada tanıştı; Leyla…
Neşet, ruhu yaşından evvel büyümüş bir çocuktu. Evcilik oynadığı kıza aşık olmuştu, ondan sonrasında da türkülerin etkisinden midir nedir hep aşık kaldı. Bir de babası vardı gözünün önünde en canlı örneği. Gittikleri her yerde aşık oldular. Göze yasak yoktu ya, bir güzel görüp kendilerince sevdalanıyorlardı; sonrası hep saz hep söz…
Bir atasözü haline gelmişti artık; “Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya”. Neşet’e göre kızlarını istedikleriyle evlendirmek için onların önüne çekilmiş bir setti bu. Gençlerdi, gittikleri her köyde bir güzele aşık olurlardı; ama bir Abdal isen buna hakkın yoktu. Abdal dediğin kendi içinde evlenir, çoğalırdı. Diyemezlerdi ki, “Beni bırakın, gönlüm başkasında”…
Neşet de diyemedi bir zamanlar gönlü aşka düştüğünde, ama evliliğin kurumuna saygısı vardı o ayrı. Neşet, gönlünde aşkı baki dolanıyordu. Ankara’da çalıştığı gazinoda tanıştı Leyla’yla. Evlenmek istedi.
Babası Muharrem Bey’in de rızası olmadı hiç. Kendilerinden olmayan bir kızla evlendiği için oğluna tepkiliydi. Leyla aslen Bolulu’ydu ve onun ailesi de Neşet’i kabullenememişti. Ama Neşet ve Leyla kimseye kulak asmayıp 1960’ta Ankara’da evlendiler.
Evliliklerinin ilk zamanları mutlulardı aslında. Bu evlilikten Döne ve Canan adında iki kızları ve bir de Hüseyin adında bir oğulları olmuştu.
Neşet askerliğini de evlilikleri sırasında yaptı. Leyla’nın ailesinin de gölgesi iyiden iyiye düşmüştü üstlerine. Daha fazla devam edemediler ve 1968’de ayrıldılar. İkisi de başka yollarda hayatlarına devam ettiler. Ama gönlü türkülerle coşan adam, yine aşkla bir başka yaşayacaktı tabii…
Bu arada Muharrem Bey de oğluna çok üzülmüştü ve ona sazıyla yanık yanık seslendi:
“Evvelde tutmadın Neşet sözümü
Öksüz koydun yavruları kuzunu
Almasaydın Boluların kızını
Son pişmanlık fayda vermez evladım.
Ben Neşet’im diyorsun o da der Leyla
Sebep oldu anası ayırdı böyle
Bir ben söyleyeyim Neşet bir de sen söyle
Atasözü muteberdir evladım
Tükettin ömrümü koymadın özümü
Atasözü tutmayan döver dizini.
Leyla çıkmış konsere takmış pozunu
Bu da bize bir zuldür evladım.
Temiz ruhlu hoş sohbetsin şöhretsin
Hakkın vardır evlenmeye evladım
Mevlam sebep olanları kahretsin
Aslı bozuk alma dedim evladım
Küsmedim Neşet’im kahrettim sana
Baban değil miydim sormadın bana?
Olan olmuş yavrum ne deyim sana
Sen aklını yitirmişsin evladım”
Neşet, babasından duyduğu bu sözlere içerlemişti. O da aldı sazını eline, cevabını verdi:
“Aşkı kimden aldın sevgiyi kimden?
Aslı bozuk deme gel şu insana
Soracak olursan eğer ki benden
Aslı bozuk deme gel şu insana.
Yazımızı felek yazdı Mevla’dan değil
Enin dediklerin a dost evladan değil
Her hata suç bende Leyla’da değil
Aslı bozuk deme gel şu insana.
Ulu arıyorsan analar ulu
Sevmişiz gönülden olmuşuz kulu
Analar insandır biz insanoğlu
Aslı bozuk deme gel şu insana.
Seni beni kim getirdi cihana
Her oğlu doğurmuştur bir ana
Senin fikrin başka dostluk bahane
Aslı bozuk deme gel şu insana”
Neşet, belki yaşadığı aşkın ayrılığının ardından belki de kendi tabiriyle işi gereği biraz fazla alkol alıyordu. Hatta onun deyimiyle almak zorunda kalıyordu. Tabii bu alkolün bir de etkisi olacaktı. 1977 – 1978 yıllarında etkisini parmaklarda uyuşuklukla başlayarak gösterdi. İlk olarak Hacettepe Hastanesi’nde tedavi gördü. Ancak sorunu çözülmemişti. Almanya’da yaşayan kardeşine bir mektup yazdı, derdini anlattı. O da Neşet’e bir davet mektubu gönderdi ve Almanya’ya gitti.
Türkiye’de derdini kimselere diyememişti ve parmaklarının hali hal değildi. Artık çalışamıyordu. Almanya’da kalma izni üç aydı. Başladığı tedavi de işe yaramıştı, daha uzun kalmalıydı. Doktoruna müzisyen olduğu söylendi. Profesyonel müzisyenlere tanınacak bir hak olduğuna dair duyumlar almıştı. Başvuruda bulundu ve Türkiye’deki konumu araştırıldı. Bir sanatçı olduğu teyit edildiğinde Alman Devleti Neşet’in müzisyen olarak ülkede kalmasına izin verdi. Almanya’da müzik yaparak parasını kazandı ve tedavisini de sürdürdü.
Bir süre sonra da çocukların eğitimi ve sanatı için kalmaya karar vermişti Almanya’da. Tedavi olayım dönerim düşüncesiyle aldığı izinle yıllarca kaldı burada. Türkiye yolları göründüğünde yıl 2000 olmuştu. İstanbul’da verdiği bir konserle ülkesine ve sahnesine geri döndü…
Neşet, Alevi olmasına rağmen “Hey erenler Hak aşkına kalkın semah edelim” diye bir tek türkü yaptı.
Oysaki Bektaşi’ydi. Onlar Cami’de imama, Cem’de de dedeye uyarlardı. Buralarda Hak için, dua için, ibadet için ozan deyişleri söylenirdi ve semah dönerlerdi. Sık sık “Allah Allah” diyerek deyişler dualandırılırdı.
İşte Neşet de semahı bir türkü gibi kabul ederek, “Allah Allah” denen yerde başka bir fikrin olmayacağını vurgulamak için söyledi bu semahı. Çünkü o “Ben de kendimce bir ozanım” diyordu.
Halk ozanına ilk anlamlı ödül dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den geldi. Süleyman Demirel, Neşet Ertaş’a “Devlet Sanatçısı” ünvanını vermek istedi.
Elbette onur duymuştu Neşet Ertaş, ama kabul edemeyeceğini şu sözleriyle açıklamıştı: “Hepimiz bu devletin sanatçısıyız. Ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor. Halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım. Bir tek TBMM tarafından üstün hizmet ödülünü kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet eden ecdadımız adına aldım”.
Bu davranışı halka daha da yakınlaştırdı onu. Adeta gönüllerindeki yer sağlamlaşmıştı. Daha sonra da UNESCO tarafından “Yaşayan İnsan Hazinesi” kabul edildi.
25 Nisan 2011’de de İTÜ Devlet Konservatuarı tarafından “Fahri Doktora” ünvanına layık görüldü. Ayrıca bununla yetinilmedi bağlamadaki tavrı ve türküleri ders olarak okutuldu.
Zeki Müren, telifini ödeyip Aşık Ali İzzet’in “Mühür gözlüm” şiirini satın almıştı ve aranjmanını yapıp okumuştu.
Neşet Ertaş, bu şarkıyı ilk kez Zeki Müren’in filminde dinledi. Sazını aldı ve kendi deyimiyle “köylü yüreğinde ezgiledi” ve köy düğünlerinde söyledi. Zeki Müren bunu duymuştu. Bir gün son model bir araba gönderip Neşet Ertaş’ı İzmir Fuarı’na davet etti. Neşet Ertaş gitti ve orada bir ay boyunca çaldı şarkısını. Zeki Müren bir kez olsun telif hakları kendisine ait olan şarkıyı çalıp söylemesi konusunda tek söz etmedi.
Bir gün Zeki Müren gazino patronuyla otururken Neşet Ertaş’ı da davet etti. Yediler, içtiler, söylediler. Türküyü söylemeye ilk Zeki Müren başladı, Neşet Ertaş da yakaladığı yerden devam etti söylemeye. Zeki Müren türkü bittiğinde ayağa kalktı ve “Olmaz böyle ses” diyerek başını duvarlara vurdu. Neşet Ertaş, Zeki Müren’e hep saygı ve minnet duydu.
İzmir’de yaşadığı bu olayın etkisindeydi. Belki de kendisine verilmiş en mükemmel ödülün bu olduğunu hissediyordu. Çocukluğundan beri göçebe bir hayat yaşadıktan sonra sonunda İzmirli olmaya karar verdi. Ömrünün son 16 senesinde İzmir’den ev aldı. Son 3 yılında da İzmir’e yerleşti.
Bu yöndeki duygularını şu şiiriyle anlatmıştı:
“Gezdim tüm dünyayı gördüm
Güzel İzmir sana geldim.
Benim şirin güzel yurdum
Güzel İzmir sana geldim.
Güzelsin asil duruşlu
Medenisin hoşgörülü
Olduğun gibi içli dışlı
Güzel İzmir sana geldim.
Gönüllere ışık saçan
Unutamaz görüp geçen
Gariplere kucak açan
Güzel İzmir sana geldim.
Kimdir necidir sormayan
Kimseyi hakir görmeyen
İnsanlıktan ödün vermeyen
Güzel İzmir sana geldim.
Nice yıllar çok uzağım
Seni seviyor yüreğim
Güzel yurdum son durağım
Güzel İzmir sana geldim”.
İzmir’de aldığı müstakil evinde yaşıyordu, Neşet Ertaş. Küçük bir bahçe de yapmıştı kendine; 11 – 12 çeşit meyve dalı dikmişti toprağına.
Bir de kanaryası vardı, Almanya’da bırakmıştı. Ama hep bir kanaryası olurdu, sesine ses olsun diye ve onu asla kafese kapatmazdı; kafesin kapısını hep açık tutardı.
Günlerini burada, toprağı kabul ettiği İzmir’de geçiriyordu. Prostat kanseri teşhisi konulmuştu Neşet Ertaş’a. 25 Eylül 2012’de İzmir’de tedavi gördüğü bir hastanede hayatını kaybetti. Naaşını Kırşehir Bağbaşı Mezarlığı’nda toprağa verdiler; babası Muharrem Ertaş’ın yanına.
Mezar taşında ise şöyle yazıyordu: “Sakin ol ha insanoğlu! İncitme canı, her can bir kalp, Hakk’a bağlı. İncitme canı, incitme”
Adı, Kırşehir’in caddelerinde, okullarında yaşatıldı. Hata babası ve kendisinin bir de anıtı yapıldı.
Onu her gün her an bir yerlerden kulağımıza çalınan sesiyle anıyoruz. Ama yine de bugün başka; bugün onun ölüm yıl dönümü…
Türkülerin yavaş yavaş unutulduğu, popüler kültürün her zerresiyle dört yanımızı sardığı günümüzde asla unutulmayacak bir isim, Neşet Ertaş. Çünkü yalandan yüzümüze gülen dünyanın yaşanırlılığını başka kimse onun kadar içten anlatamaz gibi…
Güzel kalbiyle, hoşgörüsüyle, türküleriyle bir Neşet Ertaş geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Özel bir yetenek olarak doğan ve gerçekten böyle olduğunu tüm dünyaya kanıtlayan, muhteşem sesi ve kendine özgü dansıyla ayda yürüyen adam, Michael Jackson.
Çocuk yaşlarında yeteneğini gözler önüne sermeyi becerdi. Babasının müziğe duyduğu aşk, tüm çocuklarında filizlendi. Ama en çok Michael’da hayat buldu. Michael, tüm dünyanın tanıdığı biri olduğuna, o artık Pop’un kralıydı…
Her ne kadar çocukluğunu yaşayamamış olmak hayatında büyük bir eksiklik oluştursa da ya da adı en zayıf olduğu yerden skandallara karışsa da Michael, sadece döneminin değil, tüm zamanların efsane sanatçısı olarak adını altın harflerle yazdırdı.
Bir insanı sevmek ya da sevmemek kişisel bir tercih elbet. Ama Michael Jackson denildiğinde akan suların duruşu birçok şeyin ifade ediliş şekli gibi sanki…
Michael, 29 Ağustos 1958’de Amerika’nın Indiana eyaletinde Katherine ve Joseph çiftinin yedinci çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ona Michael Joseph Jackson adı verildi. Babası Joseph fabrika işçisiydi. Bir yandan da müziğe müthiş bir tutkuyla bağlıydı. Gitar çalarak boş zamanlarını değerlendirirdi. Joseph’in toplamda 9 çocuğu oldu ve onlara müziğe aşık olmayı öğretti.
Müzik ailenin ruhunu yücelten en temel olguydu hayatlarında. 60’lı yılların başında baba Joseph, oğulları “Jackie, Jermaine ve Tito” ile “The Jacksons” adlı müzik grubunu kurdu. Daha sonra “The Jacksons” kulüplerde şarkı söylemeye ve yarışmalara katılmaya başladı.
Michael diğer kardeşlerine göre müziğe ilgi duymaya çok erken yaşlarda başladı ve babası yeteneğini keşfetmişti. Özellikle solo performansları muhteşemdi. Bu yüzden 1963’te henüz 6 yaşındayken kardeşi Marlon ile birlikte gruba dahil edildi. Grubun adı da “The Jacksons 5” olarak değişti.
Müzik Michael’in hayatına eğitimi ve işi bir arada getirmişti. Hayatı artık tamamen müzik üzerine kurulacaktı.
Grup Michael’in özellikle solo performanslarından besleniyordu. Çünkü çok özel bir ses ve dans yeteneği vardı. 1968’e kadar The Jackson 5 amatör olarak çalışmalarına devam etti. Gece kulüpleri ve barlarda çıkıyorlardı.
Sonra bir gün Harlem – New York’taki Apollo Tiyatrosu’nda düzenlenen yarışmaya katıldılar ve birinci oldular. O dönem en ünlü R&B plak şirketi Motown’du ve The Jackson 5, şirketin kurucusu Berry Gordy’nin ilgisini çekmişti.
Grup 1968’de Motown ile anlaşma imzaladı ve Kaliforniya’ya taşındı. Yükselişi fazlasıyla hızlıydı.
Motown plak şirketi anlaşmaları doğrultusunda albümleri çıkarmaya başladı. Menajerleri ise, Suzanne de Passe idi. İlk dört teklileri, “I Want You Back, ABC, The Love You Save ve I’ll Be There” listelerde bir numara olmuştu. The Jackson 5 hızla kendisinin ötesinde bir üne kavuşuyordu. 70’lerin başına Zenci pop ve Soul vokal gruplarının dünya çapındaki temsilcisiydi.
Bütün bu ün, bu yükseliş aslında Michael’e bağlıydı. Michael, müziği içinde biriktirmiş de dansıyla harmanlayıp insanlara sunuyor gibiydi. Güçlü sesi ve kendine özgü dansı grubu ilk sıralara taşıyan en büyük etkendi. İşte bu durum bir süre sonra Michael’i kendi kulvarında yalnız koşmaya itecek, grubundan ayrı Michael Jackson olarak tanınacaktı.
1971 – 1976 yılları arasında hala grubuna bağlı kalıp Motown ile anlaşma yaparak solo albümler çıkardı. “Got To Be There, Ben, Music and Me ve Forever Michael” adlı solo albümleri ile kişisel kariyerine hızlı bir başlangıç yaptı.
1971’de, grup zirvedeyken, Walt Disney Pictures çizgi filmini yaptı. Çizgi filmin de yayınlanması ile Jackson kardeşlerin ünü tüm dünyada yankılanmıştı.
1972’de dünyaya açılan konserlerine İngiltere’den başladılar. Nereye giderlerse kapalı gişe çıkıyorlardı sahneye. The Jackson 5, sınır tanımıyordu.
Her şey aslında çok iyi gidiyorken 1973’ten sonra grubun satışlarında bir düşüş yaşanmaya başladı. Matown bu konudan oldukça rahatsızdı ve kontrolü ele almak istedi. Bundan sonra sadece şirketin seçtiği şarkıları söylemeleri konusunda baskı yapıyordu. The Jackson 5, daha fazla katlanmak istemedi. 1976’da şirketten ayrılma kararı aldı. Yeni sözleşmesini de “Epic Records” ile yaptı.
Ancak bu şirket değişikliği sırasında kardeşlerden Jarmaine Motown’da kaldı. Çünkü şirketin sahibi Berry Gordy’nin kızı ile evliydi. Grup isim hakkını da kaybetti. Jackson kardeşler, ayrılan kardeş Jarmaine’nin yerine en küçük kardeşleri Randy’i gruba aldı ve grubun adı yeniden “The Jacksons” oldu.
Grup yenilenince kariyer süreci de yenilendi. Artık “The Jacksons” olarak yeni bir sayfa açmışlardı. Michael ise, zirveyi zorluyordu.
The Jacksons, kısa zamanda kendini toparladı. 1976 – 1984 yılları arasında daha çok kendi parçalarından yaptıkları albümleri ve teklileri ile kariyerlerini oluşturdular. Epic Records’tan 6 albüm çıkardılar, ama en çok sevileni 1978 “Destiny” oldu. Bu, The Jacksons’un en başarılı albümlerinden biriydi.
“Destiny”, Michael için de ayrıca önem kazanmıştı. Çünkü bu albümde birçok şarkı Michael Jackson imzası taşıyordu ve dünya çapında beğeni toplamıştı. İşte Michael bu albümle anladı ki, yetenekleri şarkı söylemek ve dans etmekle sınırlı değildi. “Destiny” iki milyondan fazla sattı ve özellikle Michael Jackson’un ününe ün kattı.
Michael, şöhret basamaklarında hızlı adımlar atarken farklı lezzetleri de tattı. 1978’de “The Witz” adlı müzikalde “korkuluğu” canlandırıyordu. “The Witz”, “Oz Büyücüsü” hikayesinden uyarlanmıştı. O dönem aşk yaşadıkları iddia edilen Diana Ross de bu müzikaldeydi.
Bu müzikal Michael’in hayatında bir değerdi. Çünkü bu sırada müzikalde yer alacak şarkıları aranje eden Quincy Jones ile tanıştı. Bu tanışma Michael’in gelecekti başarısı için güzel bir adımdı. Gerçek bir adım daha atıp film devam ederken bir ortaklık kurdular. Birlikte Michael’in bağımsız ilk solo albümünü yapacaklardı.
Michael’in ilk bağımsız solo albümü “Off The Wall”, Epic Records’tan çıktı ve yapımcılığını üstlenen isim de, Quincy Jones idi. Bu albüm dünya çapında ses getiren bütün şarkıları içeriyordu. En hit şarkılardan “Don’t Stop ‘Til You Get Enough, Of The Wall, Rock With You, She’s Out Of My Life” albümün satış rakamalrının yükselmesinde kuşkusuz büyük rol oynamış ve Michael, pop müziğin idolü haline getirmişlerdi.
Bu gözle görülse de manevi bir kazanımdı. Bir de somut ödüller vardı elbet. Michael, 1980’de American Music Awards tarafından 3 dalda da ödüle layık görüldü: “En İyi Soul / R&B Albüm – Of The Wall, En İyi Soul / R&B Erkek Sanatçı – Michael Jackson, En İyi Soul / R&B Şarkı – Don’t Stop ‘Til You Get Enough”.
Bunlar daha başlangıçtı. 1980 Şubat’ında ilk Grammy ödülünü, “En İyi R&B Erkek Vokal” dalında “Don’t Stop ‘Til You Get Enough” şarkısıyla aldı.
Bu kadar ödüle layık görülecek kadar dünya çapındaki bir beğeninin özel bir sebebi vardı aslında. Quincy normalde bir jazz müzisyeniydi ve albümlerde genelde altyapıya bu müzik türünü yerleştirirdi. Ama bu albümde bununla yetinmemiş, Michael’in yeteneğini keşfetmişti. İşte bu yüzden albümün altyapısını düzenlerken disco ve funky tarzı ritimleri de kullandı. Böylece Michael Jackson’a özel bir müzik türünün ortaya çıkmasını sağlamıştı.
Bu özel müzik ona beraberinde özel bir ün getirdi. Bundan sonra Michael’den söz edilirken “pop idolü” sözcüğü kullanılacaktı.
Michael, solo albümünün başarısına sevinirken kardeşleriyle çalışmaya da devam etti. 1980’de “The Jacksons” ile “Triump” adlı albümü yaptı. Besteleri ve sözleriyle tüm ilgi yine Michael’in üzerinde toplanmıştı. Özellikle “Can You Feel It” şarkısına çekilen klip çok beğenildi. Michael dans yeteneği ile bir kere daha herkesi büyülemişti. Bir gün dans türleri arasına girecek oluşu bu günlerden belliydi.
1982, Michael için bir dönüm noktasıydı. Çünkü neredeyse bugün adını andığımızda aklımıza gelen şarkıların olduğu albümü çıkarmıştı. Yapımcılığını üstlenen isim, dostluğunu pekiştirdiği Quincy idi ve “Thriller” adını verdiği albüm yine Epic Records’tan çıktı.
Albüm arka arkaya tekli halinde piyasaya sürüldü ve istisnasız her şarkısı hit oldu. “Beat It, Wanna Be Starting Something, Billie Jean” gibi bugün de bildiğimiz şarkılarıyla satış rekorları kırdı.
Şarkıların beğenileceği şüphesizdi, bir de bunun yanında dört hit şarkısı için kısa film tadında ilginç klipler çekti. Bu klipler ile kendine özgü olduğunu ve işlerini hep bu şekilde yapacağını kanıtlamıştı. Hatta bir ilk de yaşanıyordu; MTV ilk kez “Billie Jean” bir siyahi şarkıcının klibini yayınlamıştı.
Özellikle fantastik bir konuyla kurgulanan “Thriller” şarkısına çekilen 13 dakikalık klibi ile kelimenin tam anlamıyla patlama yaptı. Klibi Michael Jackson dansıyla adeta bir şölene dönüşüyordu. Çok beğenilmesinin ardından klip VHS formatında piyasaya sürüldü ve böyle Michael bir satış rekoru daha kırdı.
Motown’un 25. Kuruluş yıldönümünde “The Jacksons” olarak “Billie Jean”i seslendirdiler. Michael şarkıyı söylerken yine dans ediyordu ve yaptığı “moonwalk” hareketi oldukça ilgi çekmişti. Klibindeki koreografi ile de adeta ilham kaynağıydı. Bugünden sonra “moonwalk” Michael Jackson imzası niteliğinde dans tarihine yazıldı.
“Thriller” albümü ile 37 hafta zirvedeydi. Haliyle bu başarı ödülleri de beraberinde getirdi.
1984’te Michael Jackson Grammy ödülleri için tam 12 dalda aday gösterildi ve bunlardan 8 tanesini alarak geceden ayrıldı. Ödüllerden 7 tanesi “Thriller” albümü, 1 tanesi de 1982’de söylediği “Someone In The Dark” içindi. Ayrıca o gece, bir gecede en çok ödül alan sanatçı ünvanını da kazanmış oldu.
“Thriller” 1984’te Micahael Jackson’a “8 Amerikan Müzik Ödülü, 4 Amerikan Video Ödülü, 3 MTV Video Müzik Ödülü ve Üstün Başarı Ödülü” kazandırdı.
Michael, ödüllere doyamadığı dönemde şöhretin beraberinde getirdiği reklam tekliflerinden birini değerlendirmişti. Kardeşleriyle birlikte Pepsi’nin reklamları için anlaşma imzaladı. Ancak çekimde, reklam filminin bir parçası olan havai fişek gösterisi sırasında Michael’in saçları alev aldı ve cildinde ciddi hasarlar oluştu.
Michael başına gelenlerin sebebinin ihmalkarlık olduğunu düşünüyordu ve şirketi sorumlu tutuyordu. Bu sebepten tazminat davası açtı ve dava lehine sonuçlandı. Michael davadan kazandığı dudak uçuklatan rakamı tedavisinin yapıldığı hastaneye bağışladı.
“Thiller” albümünün sarhoşluğu devam ededursun Michael kardeşleriyle “Victory” adını verdikleri bir albüm çıkardı. Jackson kardeşlerin en başarılı albümlerinden biri daha piyasadaydı ve bu albümde de Michael’e ait birçok şarkı vardı. Şüphesiz ki, hepsi hit olacaktı.
“Victory” ile 5 aylık bir turneye çıktılar. Michael, turneden gelecek kazancın tamamını bağışlayacaklarını duyurmuştu. Michael’e bu davranışına karşılık bir jest yapıldı; Hollywood Yıldızlar geçidine “Michael Jackson” adı da eklendi. Turneden elde edilen gelir ise 5 milyon doları bulmuştu.
1985’te Michael, “Beat It” şarkısını televizyon ve diğer yayın organlarında alkollü araba kullanımına karşı yürütülen kampanyalarda kullanılması için bağışladı. Bunun jesti olarak da dönemin devlet başkanı Ronald Reagan tarafından Beyaz Saray’a davet edildi.
Bundan sonraki yıllarda da Michael, birçok sosyal sorumluluk projesinde öncü oldu. “USA for Africa” kampanyasında Afrika’daki açlık için “Lionel Richie” ile “We Are The World” şarkısını yazdı. Bu şarkı dünya çapında en çok satış yapan tekli olma özelliğini bugün bile taşıyor ve ayrıca “Tina Turner, Ray Charles, Bob Dylan” gibi bir çok ünlü isim tarafından da seslendirildi. Aynı zamanda Michael ve Lionel’e Grammy ödülü de kazandırdı.
Her sorumluluk projesinin sonunda bir yerden teşekkürünü alıyordu. Ancak eleştirileceği zamanlar da uzak değildi.
1985, Michael için övgü dolu olduğu kadar, eleştirileriyle de yakasındaydı. “Beatles” grubunun 200’den fazla şarkısının telif hakkına sahip olan ATV Müzik’in büyük bir hissesini satın alışı hakkında büyük tartışmalara sebep oldu. En sert tepkiyi müzayedeyi düzenleyen yakın arkadaşı, söz yazarı Paul McCartney’den gördü. Bu olay dostluklarını sarsmakla kalmamış, birlikte yazdığı şarkıların da sonunu getirmişti.
Bu tartışmalar maalesef burada bitmedi. Bazı basın mensupları artık Michael’den alaycı bir tavırla bahsediyordu. Uzun süre yaşamak için Elephant Man’ın kemiklerini satın almaya çalıştığından, ilginç tavırlarından bahsederken artık adını kullanmak yerine onu “Wacko Jacko” gibi bir lakapla anıyorlardı.
Dengeler hayatın içinde sürekli değişiyordu sonuçta. Bir gün övülürken diğer bir gün yerilmek olağan olabiliyordu. Michael de hayatına devam etti ve yeni albümler yaptı.
1987’de yine aynı yapımcı ve plak şirketiyle çalışarak “Bad” albümünü çıkardı. Bu albüm, Amerikan Müzik tarihinde beş şarkısı da; “Bad, The Way You Make Me Feel, Man In The Mirror, Dirty Diana ve I Just Can’t Stop Loving You”, Amerikan Müzik listesinde zirveye yerleşen ilk albümdü.
2008’deki son bilgiye göre albüm, Amerika’da 8 milyon, dünya çapında da 30 milyon kopya sattı.
“Bad” albümünün tanıtımından sonra, Michael Pepsi sponsorluğunda 16 aylık uzun bir turneye çıktı. Bu ilk solo Michale Jackson turnesiydi ve toplamda 123 konser verdi. Bir yandan da Pepsi reklamları ile ekranlardaydı.
Turne bitiminde Michael, “Bad” şarksı için “Martin Scorsese”in yönetmen koltuğuna oturmasıyla kısa film tadında bir klip daha çekti. 18 dakikalık videoda şarkıdan daha ön planda olan şey ise Michael Jackson’un yeni görüntüsüydü. Michael Jackson’un artık yeni bir rengi vardı.
Medya, Michael Jackson’un siyahi olmaktan utandığı için ten rengini beyazlatmak istediğini yazdı. Hatta burun estetiği, alın kaldırma, dudak inceltme gibi daha başka operasyonlar da geçirdiğinden bahsediyorlardı. Basında tam bir sansasyon yaratan bu değişim de klibin satışını olumsuz etkilemedi.
Michael estetik operasyonlar hakkında konuşmak yerine yazmayı tercih etti. 1988’de Moonwalk adını verdiği otobiyografisinde sadece iki estetik operasyon geçirdiğini, çenesindeki yaralardan dolayı da cildi için ayrıca cerrahi işlem uygulandığını yazdı.
1980’li yıllarda, “Thriller” albümünün çıktığı zamanlarda, Michael’in teninde değişiklikler olmaya başladı. Siyah olan teni bölge bölge beyazlamaya başlamıştı. Michael, vitiligo hastalığına yakalanmıştı. Hastalık en belirgin olarak yüzünde ve kaval kemiği bölgesinde kendini gösteriyordu. 1987’ye kadar bunu siyah makyaj ile kapatarak sakladı. Ancak beyaz bölgeler giderek artıyordu. Bu sefer de beyaz makyaj uygulamaya başlandı. Ancak 1988’de artık makyaja gerek duymayacak kadar beyazlamıştı, burnunun üstünde de bir leke vardı. Kaval kemiğinde ise büyük yaralar olmuştu.
Michael sonradan yaptığı bir açıklamada bu hastalığın babasının ailesinde de görüldüğünü söyledi. Ama doktorlara göre hastalık kalıtsal değildi. Bazıları ise 1982’den itibaren Michael’e verilen ilaçların onu beyazlattığını iddia etti.
1988’de yönetmen koltuğunda “Jerry Kramer ve Colin Chilvers”ın oturduğu ve Michael Jackson’a “Kellie Parker, Brandon Adams ve Sean Lennon” eşlik etti. Şaşırtıcı bir sonuç yoktu, film beklenen ilgiyi görmüştü. Hatta VHS sürümleri bile bir milyon satışla rekor kırdı.
Bundan sonra Michael Jackson Pop, Rock ve Soul müziğin kralı ilan edildi ve dünya çapında bir ünle idol haline geldi.
Son filmin başarısını da hanesine gururla yazmıştı. Ancak bir yandan da şöhretin kötü yanlarından sıkılmıştı. Hakkında sürekli türetilerek çoğalan dedikodular, peşini bırakmayan sorular, kameralar derken Michael, Hayvenhurst’ta ailesiyle beraber yaşadığı evi terk etti.
Yaşamak için Neverland çiftliğini satın aldı. 2700 dönümlük alana kurulu bu çiftlikte gözlerden uzak yaşayabilecekti. Üstelik yaşayamadığı çocukluğu için de planları vardı. Bu koca çiftliği bir çocuğun içinde olmaktan mutlu olacağı bir yere çevirdi. Hayvanat bahçesi, lunapark, küçük bir göl…
Bu satırları yazarken İstanbul’u da sel götürüyor bu arada. Cümlelerimden cama vuran dolunun sesiyle ayrıldım. Halbuki ben Michael’in o küçük gölde kağıttan gemiler yüzdürdüğünü hayal ediyordum…
1991’de Michael, astronomik bir rakam üzerinden Sony şirketi ile anlaştı, sözleşmeleri 15 yıllıktı. Bu süreçte 6 albüm ve bir de film yapacaklardı. Michael Jackson’a sağladığı gelir dudak uçuklatan cinstendi ve haliyle bu çok konuşuldu.
Kasım 1991’de “Dangerous” adını verdiği yeni albümünü çıkardı.
90’lar Michael’e yaramıştı. “Black and White” albümünün hit parçasıydı ve klibi olay oldu. Çünkü klibinde cinsellik, şiddet ve ırkçılık gibi konulara değiniliyordu. Özellikle son sahneler büyük ses getirmişti. Klibinin bu kadar büyük olay olması sebebiyle Michael, bir basın bülteni yayınladı ve derin üzüntülerini iletti. Sansasyon yaratan kısımları çıkarttı.
Cümlelerinden bir bölümde şöyle diyordu: “Ben yalnızca dürüst olmak isteyen, insanları mutlu etmeye çalışan biriyim. Tanrı’nın bana ihsan ettiği yeteneğim aracılığıyla onlara biraz olsun “kaçış duygusu” vermek amacım. Kalbim burada işte. Tüm yapmak istediğim bu…”
Bunca olaydan sonra bile Michael Jackson gerçeği değişmedi ve albümün diğer parçaları; “Remember The Time, In The Closet, Jam” gibi şarkıları hit oldu. Hatta bir sonraki albümü “History”i çıkarana kadar dünya çapında 22 milyon satış yaptı.
1992’de MTV, kanalının ilk uluslararası yarışmasını yayınlamaya başladı. Yarışmaya dünyanın her yerinden isteyen herkes katılabiliyordu ve ödül de Michael Jackson ile bir yemeğiydi. Yarışma büyük ilgi görmüştü. Talihliler Michael’in “In The Closet” şarkısının klip çekiminde toplandı.
1993’te de ABC kanalı, “The Jackson: An American Dream”i yayınladı. Program Jackson kardeşlerin gerçek hayat hikayelerinden bahsediyordu. Gerçekten de bir rüya gerçek hayatla buluşmuştu. İşte Jackson kardeşlerin bu kadar sevilmesinin ardında yatan bu gerçeklikti.
1993’te Michael Jackson bir sosyal sorumluluk projesine daha imza attı. “Heal The World Foundation” adında, amacı çocukların daha iyi ve eşit yaşam koşullarına sahip olmaları ve topluma yararlı bir birey haline gelmelerini sağlamak olan bir fon kurdu.
Yardıma ve ilgiye muhtaç çocuklar, eğlenmeleri için Michael’in Neverland çiftliğine getiriliyorlardı. Michael bir yandan da bu fonun kazancını sağlamak için 67 konser verdi. 1993 Superbowl maçının devre arasında verdiği mini konser ile 100 milyon kişiye ekranlarından ulaşarak o zamana kadar elde edilmiş en büyük izlenme rekorunu kırdı.
Bu başarıları da ödülsüz kalmadı: Şubat’taki 35. Grammy ödülleri gecesinde “Yaşayan Efsane” ödülüne layık görüldü. Ayrıca Mart’ta, Soul Train, onu “Yılın Hümanisti” ödülü ile gururlandırdı.
Michael bu kez seri albüm yapacaktı. “History: Past, Present and Future” adını verdiği yeni albümünün başlangıcı olan “History Begins”i Haziran 1995’te çıkardı. Albüm 15 eski hit parçasının cover edilmiş haliydi. Albümün ilk teklisi, kız kardeşi Janet Jackson ile birlikte söylediği “Scream”, büyük liste başarısı sağladı. Bu parçaya tüm zamanların en pahalı videosu niteliğinde bir klip çekti.
Jackson kardeşler, bu şarkı ile MTV Video Müzik Ödülleri’nde farklı kategorilerde 3 ödül aldı.
Serinin ikinci bölümüne de “History Continues” adını verdi. Bu sefer 15 yeni şarkısı vardı.
Ödüller bir yana, “They Don’t Care About Us” şarkısındaki anti – semitik ifadelerden dolayı Yahudilerin tepkisini çekti. Albümden dördüncü tekli olarak çıkacağı zaman sözleri düzenlemelerde müziğe uygun bir şekilde değiştirildi.
Michael Jackson Rock’n Roll’un kralı Elvis Presley’in kızı, Lisa Mary ile büyük aşk yaşadı. 1994’ün sonlarında evlendiler. Michael, aşık bir adamdı. Disneyland’daki balayında ikisinin de ayakları yerden kesilmişti. Gondola binip, binlerce sterlinlik oyuncaklar aldılar. Lisa’nın deyimiyle Michael tutkulu bir aşıktı.
Bu kadar aşktan mıdır bilinmez bu evlilik yalnızca 18 ay sürdü. Hiç çocukları olmadı.
Bu evliliğin bitişinin üzerinden çok geçmemişti ki, 1996’da “History” için dünya turnesine çıkan Michael, konserler devam ederken, arada bir zamanda, Sydney’de Deborah Jeanne Rowe ile evlendi.
Bu evlilikten Prince Michael ı ve Prince Michael II adında iki erkek çocukları ve bir de Paris Michael adında bir kız çocukları oldu. Ancak Michael’in bu evliliği de çok uzun sürmedi. Hatta çift 1999’da olaylı bir şekilde boşandı.
Michael Jackson çocuklarını yıllarca kameralardan maskeler ya da çeşitli örtülerle sakladı. Bir de muhtemelen hepimizin hatırladığı o sahne, Berlin’de bulunduğu zamanlarda minik oğlunu balkondan sallamasıyla hafızalara kazındı ve büyük eleştiriler aldı. Asıl sansasyon boşanırken çocukların velayet davasıydı. Bu dava 2006’da sonuçlanacaktı. Mahkeme eşlerin çocukları üzerindeki haklarını sınırlandırma kararı aldı.
Eleştirilerin başlangıcı 1996 Brit Ödülleri gecesindeki sahnesine dayanıyordu. Çünkü Michael sahneye çıktığında “Earth Song” şarkısını beyazlar içinde etrafını saran birçok çocukla birlikte söyledi ve iki ağaç arasında kollarını açtığı bir figürü de oradaydı. Bu olay üzerine kendisini Mesih ilan ettiği eleştirilerine maruz kaldı. O günden sonra yaşanan her olaydan sonra eleştirilerin devamı da elbette gelmişti.
1997’de History albümünün hit parçalarını remixledi ve “Blood On The Floor: History In The Mix” adıyla çıkardı. Albüm yine büyük ilgi gördü
Michael Jackson bu albümünü “Elton John”a ithaf etti. “Is It Scary ve Ghost” için Stephen King ile birlikte yazdığı ve Stan Winston tarafından yönetilen bir klip çekti. Bu klip 35 dakikalık süresiyle en uzun müzik videosuydu ve yine hak ettiği ilgiyi gördü.
Her devrin adamı olup yine de ilgisini asla yitirmeyen bir sanatçı olmak nasıl bir duyguydu acaba? Düşünüyorum da ben ipin ucunu 90’lardan yakaladım. Her 10 yılda bir devir değişti, ama o hem ayak uydurdu hem de hep kendine özgüydü.
Michael, 2001’de 13 ülkenin birden pop müzik listesinin zirvesine oturacak “Invincible” adını verdiği albümünü çıkardı. Milenyumda “You Rock My World, Butterflies ve Cry” gibi hit şarkılarıyla fırtına olmuş dünyada esiyordu. Bunca başarıyı görünce dünyanın ötesine de ulaştığını düşünmeden edemiyor insan tabii.
Bu sırada müzik şirketi Sony ile anlaşmaları doluyordu ve aslında albüm çıkmadan önce Michael şirket sahibi Tommy Mottola’yı uyarmıştı, sözleşmeyi yenilemeyecekti. Bu sebeple araları açıldı.
Yasal prosedür işleme girdi ve albümle ilgili tüm promosyonlar ve teklilerin satışı iptal edildi. Bundan sonrasında da olay giderek çirkinleşti. Michael, Tommy’nin Afrika kökenli Amerikan sanatçılara saygısız davrandığını ve şirketin siyahi artistleri çıkarları doğrultusunda kullandığını iddia etti. Sony ise bu iddiaları yalanladı. 15 yıllık bir çalışma sonrasında ayrılık fazlasıyla yıpratıcı olmuştu.
Michael Jackson, Eylül 2001’de solo kariyerinin otuzuncu yılı şerefine, Madison Square Garden’de bir parti verdi. Partide yakın dostu Elizabeth Taylor, bir zamanların çocuk yıldızı Macaulay Culkin ve Chris Tucker de vardı. Geceye katılan “Usher, Withney Houston, Destiny’s Child, Gloria Estefan, Shaggy” gibi ünlü isimler kimi zaman Michael Jackson’un unutulmaz şarkılarını, kimi zaman da kendi şarkıların söyleyerek geceyi renklendirdiler. Hatta N’sync ve Britnry Spears, Michael Jackson ile düet yapma şansını yakaladı.
Gecede Jackson kardeşler olarak da bir gösteri sundular. Bu gece Michael Jackson’ın gerçekten de “King of Pop” ünvanını layıkıyla taşıdığının kanıtı oldu.
Michael 2003’te “Resurrection” adını verdiği bir albüm çıkaracağını duyurdu. Hatta albümün promosyonunu da kısa bir filmle yaptı.
Ama bir şeyler yanlış gidiyordu. Mart 2003’te “Xscape” şarkısının çıkacağını her mecradan duyurmasına rağmen bilinmeyen sebeplerden dolayı bu çıkış iptal edildi. Ama yıl sonuna doğru hit olan şarkılarından oluşan “Number Ones” albümünü CD ve DVD formatında, üstelik Sony etiketiyle çıkardı. Bu albüm 8 milyondan fazla sattı.
Tüm bunlar yaşanırken bir yandan da Michael Jackson’ın çocuk istismarcısı olduğu yönünde iddialar gündeme gelmişti ve tutuklandı. Bu olaylara karşı üzüntüsünü şu sözlerle açıklıyordu: “Beni gerçekten tanıyan herkes şunu iyi bilir ki, çocuklar hayatımdaki her şeyden önce gelir ve bir çocuğa asla zarar veremem”
Eski şarkılarını bir arada topladığı albüme sadece bir tane “One More Chance” adını verdiği yeni bir şarkı eklemişti. İşte bu şarkının klip çekimleri sırasında çocuk istismarı iddiaları sebebiyle ikinci kez tutuklandı. Ancak yine serbest bırakıldı.
Çocukluğunu hiç yaşayamamış biri olarak muhtemelen üzüntüsü çok derindi. Bir açıklamasında şöyle bir cümle kullandı: “Yatağımı erkek çocuklarıyla paylaştım, ancak bunda cinsel yön olmadı”
İddialar devam ederken bir haber daha duyuruldu; Michael dinini değiştirmiş ve Müslüman olmuştu. 2005’te ise bir camii yaptırdığı söylendi.
Hakkında yayınlanan haberler ne olursa olsun iddiaların ardı arkası kesilmedi. Ağustos 2004’te VH1 Müzik kanalı, Michael’ın hayatını anlatan görsel bir biyografiyi “Man In The Mirror: The Michael Jackson Story” adıyla yayınladı. Garvin Arviso, tekrar gündeme gelen çocuk istismarı iddialarını tekrar gündeme getirmişti. Dönemin ünlü Rap şarkıcısı Eminem de “Just Lose It” şarkısıyla Garvin Arviso’ya karşı gönderme yaptı. Artık tartışmalar başını almış gidiyordu ki, Michael sessizliğini bozdu. Bir açıklama yapıp verdiği kararları hayata geçirdi.
Haziran 2005’e kadar hakkında açılmış 10 dava vardı. Michael, hakkında açılmış davaların hepsinden beraat etti.
Kaliforniya, Santa Maria’da çıktığı mahkemede aklandıktan sonra Prens Şeyh Salman bin Hamed Halife’nin daveti üzerine Bahreyn’e uçtu. Neverland çiftliğini satıp tamamen Bahreyn’e yerleşiyordu. Avukatı Thomas Mesereau, bu bilgiyi doğrulamıştı. Michael yaşadıklarından sonra stres ve zararlı alışkanlıklarına bağlı olarak çok fazla kilo vermişti; bu mutsuzluk onu yiyip bitiriyordu. O da hayati bir karar verip zor anlarında onu yalnız bırakmayan dostlarının yanına taşınmayı tercih etti.
Bu onun için doğru bir karardı. Çünkü kısa sürede sağlığını toparladı ve yeni şarkılar yapmaya bile başladı. “I Have This Dream” şarkısını burada, Katrina Kasırgası mağdurları için yazdı mesela. Hatta şarkıyı “Snopp Dog, Jermaine Jackson, Ciara” gibi ünlü isimler hep birlikte seslendirdi. Ancak bilinmeyen sebeplerden şarkı yayınlanmadı.
Michael, Nisan 2006’da İngiliz Müzik Yapımcısı Guy Holmes ile 2007’de çıkmasını planladığı albümü için, tek albümlük bir sözleşme yaptı.
Mayıs 2006’da, Tokyo’da, MTV Japonya Lokasyonu’nun düzenlediği Video Müzik Ödülleri gecesinde, 35. Grammy’den sonra bir kez daha “Yaşayan Efsane” ödülüne layık görüldü. Bir yandan da bu gece uzun bir aradan sonra Michael, ilk defa ekrana çıkmıştı.
8 dalda ödüle daha layık görülmüştü; ödüllerini Guiness Dünya Rekorları Londra ofisinde aldı. Ayrıca 100 milyondan fazla satışa ulaştığı için, Dünya Müzik Ödülleri’nde “Elmas Ödül”ün sahibi de yine Michael Jackson idi.
2008, Michael’in en çok ses getiren albümü Thriller’in 25. Senesiydi. Bu sebeple Şubat 2008’de 25. Yıla özel, “Thriller 25” adını verdiği albümünü çıkardı. İlk “Thriller” albümündeki şarkılara ek olarak, 8 şarkı daha vardı bu albümde.
Özel albümünün piyasaya çıkmasıyla bir zamanlar ses getirmiş ama hala sıcaklığını koruyan “Thriller, Beat It ve Billie Jean” kısa filmleri de DVD formatıyla yeniden çıktı. “Thriller 25” albümü, böylece Amerika’da 2, Birleşik Krallık’ta 3. Sıraya yerleşti.
Mart 2009’da Londra’da bir basın açıklaması yaptı. Michael, 8 Temmuz’da başlayarak Londra’da 50 konser vereceğini ve bunların Londra için son konserler olacağını duyurdu. Ancak bu konserleri veremeyecekti…
Michael, Los Angeles’teki evinde yanında doktoru ve yardımcıları ile beraberdi. Londra’da vereceği konser için hazırlıklar yapıyordu. Provalar sırasında biraz dinlenmek için odasına çekildi. Ancak sabah saatlerinde birden fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı.
Nefes darlığı yaşıyordu ve sonra bilinci kapanarak komaya girdi. Ancak müdahaleler çözüm vermiyordu Michael’ın kalbi durmuştu. Michael Jackson, 25 Haziran 2009, saat 14:26’da, Los Angeles’te kalbinin durması sonucunda hayata gözlerini kapadı.
Ölümünden sonra otopsisi yapıldı. Otopsi sonuçlarına göre Michael gayet sağlıklıydı. Asıl ölüm nedeni ise, kullandığı kuvvetli anestezi ilaçlarıydı.
Michael, ölmeden 2 gün önce son provasını “Staples Center”de yapmıştı. 7 Temmuz 2009’da da anma töreninin burada yapılmasına karar verildi. Tüm ailesi ve çocukları oradaydı. Ünlü isimler de katılmıştı ve tabii ki hayranları onu yalnız bırakmadı. Ölümü de en az yaşamı kadar afilliydi. Bu tören dünyada en çok izlenen cenaze töreni ve TV olayı olarak tarihe geçecekti. Tüm ailesi onun için sahnedeydi.
Bu kadar ünlü ve seviliyor olmanın getirdiği zorluklar, Michael öldükten sonra bile son bulmadı. Ölüm haberinin üzerinden çok geçmemişti ki, onun hala yaşadığını iddia eden asılsız haberler geldi gündeme. Bir kısım hayranı buna inanmayı tercih etti. Belki de çok sevdikleri Michael Jackson’ın öldüğünü kabullenmek istemediklerindendir, kim bilir.
Şubat 2011’de Michael Jackson’ın ölümüyle ilgili doktoruna dava da açıldı ve dava 8 Kasım’da sonuçlandı. Ölümüne sebep verdiği gerekçesiyle Conrad Murray’ın lisansı elinden alındı ve 4 yıl hapis cezası aldı. Çünkü, Conrad, Michael’a ölümcül olabilecek düzeyde ve ameliyatlarda kullanılan anestetik ilacı gerekli ekipmanı olmadan verip bir de üstüne onu alarmlı bir monitörle izlememişti. Sevgilisiyle telefonla konuşmak için dışarıda olduğu sırada Michael fenalaştı. Ancak bu sefer de yanlış ilk yardım uyguladı. Conrad, kasıtsız bir şekilde Michael’ı öldürmüştü.
Öyle ya da böyle Michael, bir şekilde öldü ve artık bu dünyada değil. Ama sanki hala buralardaymış gibi hissediyor insan sesini duyunca… Ölümsüzlüğün formülü aslında böyle bir şey olsa gerek.
Bu dünyadan bir Michael Jackson geçti diyebilmenin gururu var içimde…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi