(d. 17 Ağustos 1911 İstanbul – ö. 7 Kasım 2004 İstanbul)
Cahit Uçuk asıl adı Cahide Üçok.
Babası son Osmanlı Meclis-i Mebusanında Siverek Milletvekili ve Kaymakam olan İbrahim Vehbi Üçok ve annesi aslen Selanik’li olan Hadiye hanımdır. Üçok, ailenin ilk çocuğudur. Adına Cahit denilmesinin nedeni ise; babasının Hüseyin Cahit Yalçın ile olan yakın dostluğu ve ona karşı olan sevgisi nedeniyleydi.
Çocukluğunda babasının görevinden dolayı, üçbuçuk yılını Hekimhan’da geçirmiş daha sonra ise Alanya’ya taşınmışlardır. Cahit, çocukluğunda caz şarkıları söylemeyi de çok seviyordu.
Bir çok denemeler yapan Cahit’in ilk masalı, 1935 yılında Nazım Hikmet’in çıkardığı Yarım ay isimli dergide yayımlandı. Öncesinde şiirde yazan Cahit hanım, bundan sonra tamamen hikaye ve roman yazımına yöneldi.
Eserlerinde çoğunlukla kadın hakları ve kadının toplumdaki yeri konularını işleyip, zaman zaman mistik temaları da işlemiştir.
Cahit Uçuk, gerek romanlarının konuları, gerekse sıcak ve rahat anlatımı ile tanınan ve her zaman sevilerek okunan bir yazardı. Babıali’de ve Anadolu’da yayımlanan günlük gazete ve dergilere, piyes, masal, hikâye ve roman tefrikaları yazmıştır.
Sayıları her yıl artan roman ve hikâye kitaplarından başka, çok sevdiği çocuklar için de romanlar, öyküler, masallar, manzum masallar yazdı. Ona en güzel armağanı da, çocuklar için yazdıkları getirmiştir.
Dünyanın ünlü çocuk klasikleri İkizler serisinin yirmi sekizinci kitabı olan Türk İkizleri ile Hans Christian Andersen armağanını kazanmış, bu kitabı, İngilizce dahil olmak üzere birkaç dünya diline çevrilmiştir.
Cahit Uçuk, yazar Mahmut Yesari ile kısa bir evlilik yapmıştır. Daha sonra Galatasaraylı futbolcu Cici Necdet ile on yıl süren ikinci bir evliliği olmuştur. Uçuk, hayatı boyunca dört defa evlilik yapmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın yazarlarından Cahit Uçuk, 7 Kasım 2004’de İstanbul Bebek’teki evinde 93 yaşında öldü. Zincirlikuyu Mezarlığı’nda yatıyor.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bazen insanın kalbi ne çok meyilli acının peşinde bir ömür sürüklenmek için can atmaya. Halbuki hayat ne kısa, kuşlar ne de güzel uçuyor…
Cahit Zarifoğlu, babasının kalbinde açtığı o yaraya böyle yaptı işte. Bir çocuktu ve eline toprak eşelemek için aldığı ince ağaç dalını, babasının bıraktığı acının üzerinde çevirmeye başladı. Oysa o bir çocuktu ve kalbinin üzerindeki acı, ne bileyim belki sadece bir nokta kadardı.
Hakkında bu kadar şey okuyup bir de tekrar cümlelere dökünce fark ettim ki, insan çoğu zaman biliyor yaptığı yanlışı. Üstelik o ince ağaç dalının derinlere gidip kalbini kanatmaya başlayacağını da biliyor. Ama belli ki, şiir dediğin o acılardan çıkıyor…
Ölümünden sonra kırlarda çiçeklerin sensiz açacağına üzülecek kadar hayatı seviyormuşsun ya, belli ki sen acıların karşısında susmayı ve bir kahramanın gelip seni konuşturmasını beklemişsin. Kahramanını çok geçmeden bulduğun, umarım her bir cümleni kurduğun için çok sevinçliyim. Ve şu an, ölüm yıl dönümünde seni acıların değil, bu sevinçli yanlarınla anıyorum, sevgili Cahit Zarifoğlu…
Sonsuza dek çiçekler açtıran şiirle…
Cahit, 1 Temmuz 1940’ta, Ankara’da Maraşlı aile Şerife Hanım ve Niyazi Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ailesi ona “Abdurrahman Cahit” adını verdi.
Soyadı gibi zarif, naif bir çocuktu Cahit ve bu özelliklere tezat düşecek derecede de inatçıydı. Bu inatçı yönü, bir ömür güdülecek bir kine de gebe olacaktı…
Babasının memurluk görevi sebebiyle çocukluğu Siverek, Maraş ve Ankara’da geçecek; ilk ve orta öğrenimini Siverek’te başlayıp, bir dönem Ankara Kızılcahamam’da devam ettikten sonra, Kahramanmaraş’ta tamamlayacaktı…
Lise sıralarına geldiğinde inatçı çocuktan inatçı bir gence dönüşmüştü Cahit. Pek dalgındı, içine kapanıktı; çok zekiydi ancak inadı zekasının önüne geçiyordu. Arkadaşlarına matematik ve geometri öğretecek kadar iyi olmasına karşın bir yıl Edebiyat ve Matematik; iki yıl da sadece Matematik derslerinden kaldı. İnadı inattı ve kitaplarının kapağını bile açmıyordu. Okuldan kaçıyor ve derin yalnızlıklara sürüklüyordu kendini. Tüm bunlar sınıf tekrarı demekti ve üç yılı uçup gitti. Cahit, birlikte liseye başladığı arkadaşlarından 3 yıl sonra mezun olabildi. Bir gün halkın seveceği, adı bilinir bir şair olacaktı ve Edebiyat dersinden sınıf tekrarına düşmüştü…
Okulda bu inadı sürdürüyordu; ancak bir yandan da şiirler yazıyordu ve mahalli gazetelerde çalışmaya başlayacaktı. Lakin öncesinde bu inadın sebebine inmeliydi…
Önce yalnızlığı, sonra onu yaşamayı öğreniyordu insan. Cahit de yalnızlığın koynunda uyumak ne demek, öğrenecekti…
Babası, annesinin üzerine başka bir kadınla evlenmişti ve Cahit, tüm ömrü boyunca bu durumu asla kabullenemedi. Babasına karşı büyük bir öfkeyle büyüttü yıllarını; ona karşı hep sert ve buz gibi oldu. Daha çocuk yaşta tattığı babasızlık karşısında hissettiklerinden ötürü onu affedemiyordu.
Kendisinden sadece 1,5 yaş büyük bir abisi vardı; Sait. Babası gitti ve Cahit, Sait’i babası belledi. Ona artık “Baba Sait” diye seslenecek; içinde kopan her fırtınayı onda dindirecekti.
Bu kısım inatçı ve öfkeli yönünü açıklıyordu. O, aslında sadece yaralı bir çocuktu ve derdini anlatacak cümleler boyunu aşardı; kuramazdı. O da inat etmeyi, öfkesine sığınmayı ve kuramadığı cümleleri duygulara, tepkilere dönüştürmeyi tercih etti. Başka türlü davranamaz; içindekilerle başka türlü baş edemezdi…
Yalnızlığa gelince; onu da, annesinin yalnızlığından öğrendi. Terk edilen, yalnız bırakılan sadece annesi değildi. Cahit, küçük kalbiyle annesinin yanında olup, yalnızlığını eksiltmek isterken; bir de bakmış, yalnızlığı benimsemişti. Hayatta karşılaşabileceği her şeye karşı dimdik ayakta durmak onun için çok önemli bir şeydi. Öyle ki, kimseye muhtaç olmamak için kopan düğmelerini dahi dikmeyi öğrenmeyi ihmal etmemişti. Her zaman yemeklerini kendisi yapar; dostlarına ziyafet verirdi. Yalnız kalan annesine yük olamazdı…
Cahit’in delicesine bir tutkuyla bağlı olduğu bir şey vardı: Pilotluk. Kuşlar gibi, hatta kuşlarla birlikte uçmak istiyordu. Ne zaman bir gökkuşağına denk gelse, ona doğru süzülmeliydi; sonsuz mavilik, onun evi olmalıydı.
Bu hayale tutkuyla bağlandığında henüz bir lise öğrencisiydi. Gökyüzüne duyduğu eşsiz sevgi, bulunduğu şehirden kaçma fikrini düşürdü aklına. Lise ikinci sınıftaydı ve ardını arkasını düşünmeden bavulunu toplayarak Maraş’tan, Eskişehir’e giden ilk otobüse bindi; pilot olacaktı.
Türk Kuşu Derneği, başvuran adaylardan yetenekli olanları seçiyor ve ücretsiz uçuş kursu veriyordu. Cahit, bir planörün koltuğunda oturmuş, gökyüzünde süzüldüğünü yol boyunca hayal etmişti. Hayalinin başlangıcına ulaştı da. Eğitim alıp, bir uçak kullanabilir düzeye geldi.
Şimdi aşması gereken son bir nokta vardı. Eğitimden geçen herkesin son olarak, bir de sağlık kontrolünden geçmesi gerekiyordu. Cahit, sağlık kontrolüne girdiğinde gözünde ve kulağında teşhis edilen hastalığı sebebiyle, pilotluk kariyerinin başlayacakken bittiğini öğrendi.
Sonrası, derin bir sessizlik…
Uzun süreli ve maceralı bir lise hayatının üzerine Cahit, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kayıt yaptırmak için İstanbul’a geldi. En az lise hayatı kadar çalkantılı bir üniversite hayatı olacaktı.
İnsanlardan ve kendinden kaçmaya başladığı dönemdi. Daha doğrusu bunun resmen fark edilmeye başladığı zamanlar. Öyle ki üniversite eğitimini tam 10 yılda bitirdi…
Herkesten farklı, herkesten başkaydı işte. Okulda çok zaman geçiriyormuş gibi yazın da evine dönmüyordu. Genelde bir kayıkçının yanında karın tokluğuna çalışıyor; zaman öldürüyordu. Bir başka yaz tatilinde ise otostop çekerek Avrupa’yı gezebiliyordu. Kendi özgür ruhu içinde böylesine sessiz ve sakin kalabilmek şaşılacak şeydi doğrusu…
Cahit, lisede olduğu gibi üniversitede de şiirler yazmaya devam ediyordu. Cemal Süreya’ya ise hayrandı.
Cemal Süreya, dönemin en bilinen şairlerindendi. Uçlarda bir yerlerde yaşamaktan keyif alan Cahit, Süreya’ya bir mektup yazdı. Net bir şekilde dile getirmişti isteğini. Çünkü “İstanbul’a döndüğünüzde sizinle ev tutup birlikte oturabilir miyiz?” diye yazacak kadar emindi kendinden; ne istediğini biliyordu.
Süreya, o sıralar Paris’teydi; bunaltılı bir ruh halindeydi. Bu genç adamın az buçuk ölçüyü kaçırmış mektubunu okuduğunda şaşkınlığını kendine sakladı ve bir cevap vermedi. Ancak Cahit Zarifoğlu bir gün tanınıp da öldükten sonra şunları yazacaktı günlüğüne:
“Cahit Zarifoğlu ölmüş. Bugünün adı bu olacakmış.
…
İyi şairdi. İlk şiirleri de iyiydi. Sezai Karakoç çevresinden. Daha yüz yüze gelmeden, 1962’de bana, Paris’e bir mektup yollamıştı. Adresimi Sezai Karakoç’tan almış. Saklamamışım o mektubu.
Zarifoğlu, o sıra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenci. Yurtlardan sıkılmış herhal, İstanbul’a dönüşümde, birlikte ev tutup oturmayı öneriyordu mektubunda. Bende bir tuhafım o günler. Bir ölçüsüzlük görmüştüm bu öneride. O ara otuz yaşı dönmüşüm. İyi sayılan bir aylığım var. Ne yani, bu çocuk öğrenci hayat koşuluna mı indirmek istiyor beni?
Dönüşte yeniden tanıştık. Zaman zaman vapurda, yolda, Sezo’nun (Sezai Karakoç) evinde bürosunda rastlaştıkça konuşurduk, (ama her şeyden)…”
Cahit, sessizdi; içine kapanıktı. Evde yalnız kalmak gibi bir seçeneği varsa kesinlikle dışarı çıkmaz; bir melankoli ruhuna bürünerek radyoda klasik batı müziği dinlerdi. Her zaman bu müziklerle evin küçücük odasında kaybolan, belki de hiç sahip olamadığı ruhunu aradı.
Ancak dışarıya çıktığında da bambaşka bir yönü ortaya çıkıyordu Cahit’in. Dostlarıyla buluşuyor ya da çoğunlukla güreş topluluklarına katılıp güreş tutuyordu. Çocukluğundaki gibi zayıf ve zarif bedeni halini koruyordu; ama evet, Cahit tüm tezatlığıyla güreş tutuyordu. Güçlüydü de… Pilotluktan sonraki en büyük tutkusu güreşti.
Hatta bir güre müsabakasında arkadaşları arasında en güçlü ve kalıplı olanı Halil ile eşleşti. Bütün arkadaşları Halil’in, Cahit’i alt edeceğine emindi. Ancak Cahit, teknik bir hareketle Halil’in sırtını yere getirdi.
Bu hikayeyi, Cahit’in iyi arkadaşlarından biri olan Alâeddin Özdenören yıllar sonra anlatacak ve “Cahit, şiir gibi güreş tutardı” diye gururlanacak; arkadaşını da onurlandıracaktı…
Cahit, o kadar içine kapanıktı ki, arkadaşları onun çoğu zaman hasta olduğunu düşünüyordu. Hatta kesinle aşk acısı çekiyor olmalıydı; suskunluğu bundandı. Başka türlü yüzyıllık suskunluk tadındaki bu suskunluğu açıklayamıyorlardı.
Oysa Cahit sadece kaçıyordu; insanlardan ve insanlıktan… Bu kaçma uğraşı bir süre sonra onun bir bilge olduğu kanaatine vardırdı. Hasta olmadığından emin olduklarına göre, bu sakin ve suskun halinin karşılığı bilgelik olmalıydı. Dostları bu sebepten ona, “Aristo” demeye başladı…
Cahit, artık “Aristo Cahit” diye anılıyor ve de çağrılıyordu. Ancak o taşkın halleri ona bir lakap daha getirecekti.
Bir gün Necip Fazıl Kısakürek’in evinde bir sohbet meclisi kuruldu. Herkes dikkat kesilmiş üstadı dinliyordu ki, elini ayağını nereye koyacağını kestiremeyen Cahit, ayağa kalktı ve üstadın konuşmasının ortasında evin içinde dolaşmaya başladı. Gayet rahat bir tonda adımlarını atarken Necip Fazıl’ın kitaplığında durdu ve plaklarını karıştırmaya başladı. Üstattan duyacağı söz gecikmedi: “Ya hu burada muhteşem bir konser varken, sen notalarla meşgulsün, Artist!”
O gün, Necip Fazıl’ın dilinden dökülen “Artist” sözü, Cahit Zarifoğlu’nu anarken kullanılan ikinci lakabı oldu.
Gökyüzünde uçmak istiyor, güreş tutuyordu. Yine de hayatındaki en özel ve önemli şey, şiirdi. Bunların yanında resim ve müzikle de ilgilendi; ancak o bir şairdi.
Para kazanmak için de çalıştı elbet. Öğrenciliği zamanında çalımak zorunda kaldığında, sayfa sekreterliği yapmıştı. Bir yandan da Diriliş Dergisi‘nde şiirlerini yayımladı.
1976’dan sonra da kurucusu olduğu Mavera Dergisi‘nde şiirlerini, hikayelerini, günlüklerinden seçkileri ve senaryo çalışmalarını yayımlayacaktı. Hatta “Okuyucularla” adını verdiği bir de sohbet köşesi vardı.
Bunlar dışında farklı zamanlarda İlkokul Öğretmen Vekilliği ve Almanca Öğretmenliği yaptı. Mavera’dan sonra TRT Genel Müdürlüğü’nde Mütercim Sekreter olarak da bulunacaktı.
Ve bir gün ülkenin “Yedi Güzel Adam”ından biri olacaktı…
Ancak şu an bir şair olduğuna göre, sanatının ilk meyvesini dalından koparmaya başlamalıydı. İlk şiir kitabını hazırladı; ona, “İşaret Çocukları” adını vermişti. Baskıya yollarken, bu kitabın ekonomik anlamda sonunu getirdiğinin farkında değildi.
Evet, tüm parasını bu kitaba yatırmıştı ve yaşayacağı talihsizlik ona anlatılsa kahkahalarla güler de inanamazdı. Kitabının çok az bir kısmını dağıtmıştı ki, geriye kalan büyük bir kısmını da aracı olan bir arkadaşının dayısının yazıhanesine bıraktı. Aslında sadece emaneten bırakmıştı. Birkaç ay boyunca kitaplarını almayan Cahit, geri döndüğünde hepsinin dayı tarafından ısınmak için sobada yakıldığını öğrendi.
Yanan tüm emeği, değeri, gözünün nuruydu…
Cahit’i kendisini içine hapsettiği yalnızlıktan tutup çıkarmak o kadar kolay değildi. Necip Fazıl gibi bir üstat ona dokunana kadar da kimseye bu konuda en ufacık bir kapı aralığı dahi bırakmadı.
Necip Fazıl, Cahit’in dibe doğru çeken hayatının yönünü gökyüzüne çevirdi. Uçmak için illa pilot olması şart değildi; bunu, ona yaşayarak öğretti.
Necip Fazıl, önce Cahit’e uygun bir eş düşünerek başladı. Onun için en uygun kadın kesinlikle Necip Fazıl’ın Hocası Abdülhakim Arvasi’nin soyundan gelen Berat Hanım idi. Necip Fazıl, Cahit’i yanına kattı ve Van’a gittiler. Ya koşullanmış olarak gittiğindendi ya da bu, ilk görüşte aşktı. Cahit, yıllardır sadece kendine ayırdığı kalbine Berat’ın aşkını kattı da geldi.
Hemen nikahları kıyıldı ve tabii ki şahitleri de Necip Fazıl oldu. Bu evlilik ona, Ahmet ve Betül adında iki güzel çocuk kazandırdı. Emin olduğu tek şey, o babası gibi bir baba olmayacaktı…
Eşine duyduğu sevgiyi belki hemen oracıkta, kalbine, aklına düşüp yar olduğu anda şiire döktü Cahit Zarifoğlu…
Ey Berat Hanım!
Dersen ki,
“Bu ne zalim adam
Halimi bilmez, halden anlamaz.
Küçük bir şeyi mesele yapar”
-Ne büyük yalan-
Doğrusu var hakkın
N’etsem n’apsam
Kollarını bilezik
Boynunu kordon
Ayağını hal hal donatsam
Yine hakkın kalır.
Cahit Zarifoğlu, çocuklara düşkünlüğüyle de biliniyordu. Belki kendini kollarına bıraktığı yalnızlıkta, çocuk yanını hep canlı tutmak istiyordu. Büyüdüğünü kabul etmek istemediği her an, onu herkes çocuk olarak tanısın istiyordu.
Çocuklar için birçok masal kitabı yazdı. Belki içindeki baba boşluğunu tüm çocuklara ucundan kıyısından babalık ederek doldurmak istiyordu. Başarıyordu da; sadece kendi çocuklarının değil, tüm çocukların sevgilisi olmuştu.
Yıllar sonra bu durumdan bahsederken Erdem Beyazıt, “Bizim çocuklarımız, bizden çok ona yakın” diyecekti…
Cahit Zarifoğlu, çocukluk ve gençlik yaşlarını kaçırsa da, olgunluk yaşlarında sesi ve mutluluğu yakalamıştı. Ancak sadece yıllardı; ruhunda her şey onarılmışa benziyordu. Belki de gerçekten bir kadını sevmekle başlıyordu her şey; sevgi iyileştiriyordu…
Ancak sonra bir sessizlik daha oldu. Bu kez sevenlerinin kulaklarını sağır etti bu sessizlik ve kalplerine düştü elem Cahit Zarifoğlu, pankreas kanseri olmuştu…
Günden güne eriyordu. Bir süre sonra yataktan da çıkamaz oldu. Başta mesken tuttuğunu söylediği yatağını, artık cehennemi olarak adlandırıyordu.
Dostları, sevdikleri gün aşırı ziyarete geliyordu ve Cahit, kimse kötü olduğunu anlamasın savaşı veriyordu. Hele çocuklara hep, hep gülümsüyordu. Ancak hastalığı ilerledikçe ilerledi ve ziyaretine gelen Erdem Beyazıt’ın elinden tuttu ve “Erdem!” dedi; “Kırlarda çiçekler, artık bensiz açacak”…
Artık uykuları ölüme yattığı rüyalarla bölünüyordu. Sürekli terler içindeydi. Bir gün yine acı dolu uykusundan uyandı aniden. Karşısında dostu Rasim Özdenören duruyordu. Sanki onu bekliyormuş da bulmuşçasına, “Rasim!” dedi; “Bir rüya gördüm. Necip Fazıl, bana ‘Yirmi beş yıl sonra burada buluşacağız’ dedi”…
Yarı umutlu muydu ne?
Cahit Zarifoğlu, Necip Fazıl’a büyük bir hayranlık ve saygı duyuyordu. Babasına karşı ısıtamadığı içi, onun karşısında eriyordu.
4 yıl önce üstadını kaybettiğinde, babasını kaybetmiş gibi dağlanmıştı ruhu. Şimdi gördüğü rüyasıyla kendisine bir mesaj veriyordu işte. Ancak Cahit Zarifoğlu, rüyasının ya da ağrılarının rehavetinden olsa gerek tam hatırlayamıyordu belli ki rüyasını.
O, 25 yıl diye duymuştu; ama Necip Fazıl 25 gün demiş olacak ki, Cahit Zarifoğlu, rüyasının üzerinden 25 gün geçtiğinde hayata gözlerini kapadı. Dostuna da söylediği gibi, artık kırlarda çiçekler onsuz açacaktı…
Sessizliğin, yalnızlığın kollarında geçirdiği yıllarının üzerine yazdığı şiirler ve çocuklara bıraktığı masallarla bir Cahit Zarifoğlu geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Mehmet Cahit Turhan, 1960’ta Trabzon’da doğdu. Karadeniz Teknik Üniversitesi İnşaat Mimarlık Fakültesi İnşaat Bölümünü bitiren Turhan, çalışma hayatına 1985’te Karayolları Genel Müdürlüğü İstanbul 17. Bölge Müdürlüğünde mühendis olarak başladı.
2002’de İstanbul Bölge Müdürü olarak görevlendirilen Turhan, 2003’te Karayolları Genel Müdür Yardımcılığı görevine atandı. Turhan, 2005’te ise Karayolları Genel Müdürü oldu.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı da yapan Turhan, 2015’te Danıştay üyeliğine seçildi.
Kaynak:Enson haber Biyografi