Rus yönetmen Eisenstein Potemkin Zırhlısı ile 20. yüzyılın en önemli filmlerinden birine imza atmış oldu. Eisenstein’in teorik yazılarıyla montaj tekniği bir sinema estetiğinin oluşmasındaki temeli oluşturdu.
Varlıklı bir Alman inşaat mühendisiyle Rus bir annenin oğlu olan Eisenstein, ömrünün ilk yıllarını Riga’da geçirdikten sonra, 1910’da ailece Sen Petersburg’a taşındılar. Liseyi bitirdikten sonra Eisenstein, daha sonra mimarlığa geçmek üzere, babası gibi inşaat mühendisliği tahsiline başladı.
1918 yılında iç savaş başlayınca Eisenstein gönüllü olarak Kızıl Ordu’ya katıldı. Doğu cephesinde savunma mevzileri inşa eden Eisenstein, ordu birlikleri için eğlence programları da düzenledi. İki yıllık cephe hizmetinden sonra Proletkult Tiyatrosuna (İhtilal ve İç Savaş sırasında Halkın Tiyatrosu) geçerek önceleri dekoratör olarak çalıştıysa da, kısa bir süre sonra yönetmenlik görevine getirildi. Burada ve daha sonra, o zaman Rusya tiyatro teşkilatının tümünü idare eden Wsewolod Meyerhold’un Moskova’daki tiyatrosunda da, başta stilizasyon, karikatür ve genelleştirme aracılığıyla ulaşmayı denediği, yeni bir dramatik realizm fikrini geliştirdi. Devrimci sanatıyla geleneksel burjuva sanatın yerini almak istiyordu. Eisenstein 1924’ten sonra sinemaya yöneldi.
İlk yapıtı olan Staçka’da (Grev), işçilerin makineliyle tarandığı sahnelerle mezbahada kesilen hayvan görüntülerini art arda kurgulayarak bir grevin Çar’ın ordu birlikleri tarafından bastırılışını çarpıcı bir şekilde gözler önüne serdi.
Grev filminin büyük başarısı üzerine Eisenstein’e 1905 Devrimiyle ilgili bir film çekmesi görevi verildi. Bu filmde tümüyle, Karadeniz filosuna ait bir gemi olan Potemkin Zırhlısı’ndaki isyana konsantre oldu. Potemkin Zırhlısı (1925) isyanın oluşumunu ve gidişatını, Odessa halkının askerleştirilmesini, isyanın Çarın birlikleri tarafından bastırılmasını ve geminin kaçışını sergilemektedir. Eisenstein olayı tümüyle stilize etmeyi başardı. Profesyonel oyuncu yerine amatörler kullandı; onun için önemli olan birey değil, kitlelerdi. Filmin devrimsel gücü, önemli ölçüde Eisenstein’in montaj tekniğinden kaynaklanmaktadır. Belirli bir ritim içerisinde üst üste gelen ve giderek hızlanan sahneler -örneğin Odessa limanı merdivenlerindeki altı dakikalık katliam sahnesinde olduğu gibi- ikna edici bir mantık sergilemektedir. Eisenstein’in dünya çapında ulaştığı bu başarı Sovyet filminin başlangıcını haber vermektedir.
1917 Ekim Devriminin kahramanlarını konu alan Oktiyabr (Ekim, 1928) ve Sovyet tarımının kolektifleştirilmesiyle ilgili Generalnaya liniya (Genel Çizgi, 1929) adlı sonraki iki filmiyle Eisenstein büyük bir ilgi toplayamadı. Ekim adlı filmin kahramanı Lenin, filmin bitmesinden hemen önce gözden düşünce, Eisenstein yapıtını çok kısa sürede yeniden ele almak zorunda kaldı.
Eisenstein 1929’da resmi makamlardan izin alarak dış ülkelere gitti. Avrupa’yı dolaştıktan sonra, 1930 yılında Paramount’tan gelen teklifi kabul ederek Hollywood’a geçti. Burada, diğer bazı projeler yanında, Theodor Dreiser’in romanı “An American Tragedy”nin (İnsanlık Suçu) sinemaya uyarlanması üzerinde çalıştıysa da, senaryosunu stüdyonun öne sürdüğü koşullara uydurmaya yanaşmadı ve kontratım bozdu. Eisenstein 1932’de yazar Upton Sinclair’in yardımıyla, Que viva Mexico adlı dört bölümlük destanı çevirmek üzere, Meksika’ya geldi. Ne var ki bu film hiçbir zaman tamamlanamadı. Eisenstein filmin yapımcısıyla tartıştıktan sonra 1933’te Sovyetler Birliği’ne döndü.
Eisenstein’in resmen partiden ayrıldığına dair çıkan dedikoduların yanı sıra Meksika’da yaşadığı skandal, dönüşünden sonra giderek eleştirilere hedef olmasına neden oldu. Filmleri fazla şekilci ve şiirsel bulunarak yargılandı. Eisenstein sonunda hatalarını resmen itiraf edince, çok sıkı bir kontrol altında olmak şartıyla, Aleksandr Nevski (1938) filminin çekim çalışmalarına başlayabildi. Alman tarikat şövalyelerine karşı savaşı konu alan bu ortaçağ destanı, Sovyet kahramanlarını göklere çıkartmakta ve kolektivizmin zaferiyle son bulmaktadır. Sovyetler Birliği’nde başarıya ulaşan bu film dış ülkeler için bir düş kırıklığı oldu. Eisenstein Ivan Grozni (Korkunç İvan, Bölüm I: 1944, Bölüm II: 1946) filminde bu yurtseverlik/kahramanlık çizgisini sürdürdü. Filmin III. Bölümü çekilemedi. Eisenstein 50. Doğum gününden birkaç gün sonra Moskova’da hayata gözlerini yumdu.
kaynak:nkfu
Gerilim ustası Hitchcock “Thriller” türünü mükemmelleştirdi. Gizemli mizah anlayışıyla olduğu kadar stilistik ve teknik yeniliklerle de kendine özgü film tipini yarattı.
Bir manavın üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelen Hitchcock, Londra’nın işçi mahallesi East End’de büyüdü. Ailesi katolik olduğundan çocuğu bir Cizvit okuluna gönderdi ama o, bir reklamcılık şirketinde çizer olmak için okulunu 14 yaşında bıraktı.
1920-26: Çıraklık Yılları Hitchcock’a verilen ilk film çalışması “her işe koşturulan delikanlı” niteliğindeydi. Sessiz filmlere ara yazılar yazmakla başlayan genç, ardından reji asistanlığı, dekoratörlük ve senaryo yazarlığı yaptı. Almanya’da bulunduğu bir sırada Berlin’de Ufa Stüdyolarında çalıştı ve 1925’te Münih’te Emalka Stüdyolarında The Pleasure Garden adlı ilk filmini çekti. 1926’da kurgucu ve senaryo yazan Alma Lucy Reville ile evlenen Hitchcock, bir kız çocuğu babasıdır.
1927-39: Gerilim Filmleriyle Başarıyı Yakalaması Londra’ya dönünce Hitchcock gizemli bir çocuk katilini konu alan The Lodger (Kiracı, 1927) adlı filmiyle bir gecede şöhret oldu. Oldukça zayıf bir romandan uyarlanan bu göz kamaştırıcı yapıt, seyirciler tarafından soluk soluğa izlenen gerilimli anları içeriyordu ve daha sonraki filmlerinin çoğunda uygulayacağı temel motifin habercisiydi. Figüran bulmakta güçlük çeken yönetmen, bizzat küçük yan rollerde gözüküyordu. Bu gereksinimden, sonraki filmlerinin çoğunda sürdüreceği bir alışkanlık doğdu. 20’li yılların sonunda kendine sağlam bir yer edinen sesli sinemanın gerektirdiği ses çalışmalarıyla bir sorunu olmadığını, Hitchcock ilk defa 1929’da çevirdiği Blackmail (Şantaj) filmiyle kanıtladı. Hitchcock bu filminde bir karabasan yoğunluğuyla sunduğu takip avı motifini de ilk kez kullandı. Suçsuz bir yurttaşın bir casusluk şebekesinin atış hattına düştüğü The Thirtynine Steps (39 Basamak, 1935) adlı başyapıtında takip avı süreklilik kazandı. Hitchcock’un filmleri için tipik olan sempatik, çekici, biraz beceriksiz ama gerektiğinde enerjik olabilen kahramanı Robert Donat canlandırdı.
kaynak:nkfu
Pierre Curie (1859-1906)
Paris’te doğdu. Tanınmış bilim adamının oğludur. Sorbonne Üniversitesi’nde okudu. Daha soonra burada fizik profesörü olarak çalıştı. İlk deneylerini cisimlerin değişik ısılardaki mıknatıs gücü özellikleri üzerinde yaptı. Bu alandaki en önemli başarılarından biri belli bir ısıda cisimlerin mıknatıs gücünün değiştiğini keşfetmesidir. Bu belli ısıya “Curie Noktası” denir.
Pierre Curie 1895’de öğrencilerinden Polonyalı Marie Skladowska (Marie Curie) ile evlendi. Fizik konusundaki asıl başarısı üzerinde karısıyla beraber çalıştığı radyoaktivite keşifleridir. Bu çalışmaların sonunda 1903’de Nobel Fizik Ödülü’nü kazandılar. Pierre Curie 1905’de İlimler Akademisi üyesi seçildikten 1 yıl sonra Paris’de bir trafik kazasında öldü.
CURIE’LER:
Fertlerinin çoğu ünlü fizikçiler olan bir Fransız ailesidir. Pierre ve (Marie Curie) Radyumu keşfettiler. Kızları Irene Joliot Curie ve onun kocası Frederic Joliot suni olarak radyoaktivite yapabilmek için bir metod buldular. Curie ailesinin bu dört fizikçisi atom enerjisi alanındaki önemli çalışmalarıyla 3 kere Nobel Ödülü’nü kazanmışlardır.
kaynak:nkfu
Hakkı Atamulu Heykeltraştır. (d Nevşehir/Derinkuyu 1912 – ö. aynı yer 2006 ). 1934’te girdiği İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü’nde önce Mahir Tomruk’un, sonra Belling’in öğrencisi oldu. 1938’de Almanya’da bir süre Garbo ve Arnobrekker ile çalıştı. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle yurda döndü; 1960’ta doğduğu yere (Derinkuyu) yerleşti ve belediye başkanı seçildi. Burada nonfigüratif heykelleriyle bir kültür-park oluşturdu. 1967’de heykel çalışmalarına ağırlık verdi. Tok ve dolu kitlelerin ağır bastığı eserlerinde, güçlü bir teknikle malzemeye egemen olduğu ve uyum içindeki ayrıntıları işlediği gözlenir. Son zamanlarda tümüyle soyut çalışmaya yöneldi.
Başlıca eserleri: İnönü ve Atatürk Heykelleri (1946; Malatya), Damat İbrahim Paşa Heykeli (bronz; 1946, Nevşehir), Soyut Heykel (1960, Derinkuyu Kültürparkı), Rölyef Baş (taş; İstanbul Resim ve Heykel Müzesi), İlk Adım Anıtı (bronz; 1981, Samsun).
Hakkı Atamulu’nun Erzurum’da yapmış olduğu Atatürk Heykeli
kaynak:nkfu
Isı nedir? Bu soru bugün için oldukça basittir. Cevap, ısının bir enerji şekli olduğu, bir kimyasal cisim olmadığı olacaktır. Halbuki yüzyıllar boyunca, bilginler ısının tabiatını anlamaya çalışıyorlardı ve ancak Kont Rumford gibi insanların çalışmalarıyla, gerçek cevaplar ortaya konabildi.
Daha sonra Kont Rumford olan Benjamin Thompson’un hayatı çok enteresandı. 1753’te, şimdi Amerika Birleşik Devletlerinde bulunan Massachusetts’de doğan Thompson, ciddi bir tahsil görmedi. Amerika’nın istiklâl savaşında Britanya’ya geldi ve orada Müstemlekeler Bakanlığı müsteşar yardımcısı oldu. Isı ile ilgili deneylerine aşağı yukarı bu sıralarda başladı. 1779’da, Royal Society’ye seçildi. Üç yıl sonra da kral George III. kendisine nişan verdi.
Harp bittikten sonra Thompson, Almanya’da Bavyera’ya gitti ve Harp Bakanı olarak oradaki ordunun reorganizasyonuna yardım etti. Bavyera otoriteleri üzerinde öyle bir etki yaptı ki, kendisine Kont Rumford unvanı verildi. Daha sonra İngiltere’ye geri döndü ve orada Royal Institution’ın kurulmasına (1799) yardım etti. Bundan sonra gidip Fransa’da yaşadı ve ünlü kimyacı Antoine Lavoisier‘nin dul karısıyla evlendi. 1914’te Rumford, altmış bir yaşında Auteuil’de öldü.
Bu bilgin, ısı üzerindeki araştırmalarını 1798’de, Royal Society’ye verdiği bir tebliğde yayınladı. Kendisi, silah namluları oyulurken ortaya çıkan ısı miktarlarına şaşmıştı ve bu işlem üzerinde deneyler yaptı. Eğer ısı, o vakitki birçok bilginlerin inandıkları gibi, gerçekten bir cisim olsaydı, bir metal namlunun oyulması esnasında bu kadar çok ısının nasıl ortaya çıkacağının izahı zordu. Isının katı metal blok içinde istiflenmiş olduğu ve metal blok talaşlanarak parçalanınca ortaya çıktığı söylenebilirdi. Fakat Rumford gösterdi ki, ortaya çıkan ısı miktarı hasıl olan talaş miktarına bağlı değildi. Isı miktarı —fakat talaş miktarı değil— bir körlenmiş oyucu kullanıldığı zaman daha fazlaydı. Rumford, muhteşem bir deneyde, silahı döndürmek için atlar kullanarak, silahın namlusunu su içerisinde oydu. Seyircilerin şaşkınlıkları arasında, suyun kaynadığını ve metalin oyulmasına devam edildikçe suyun kaynamasının devam ettiğini gösterdi. Rumford’un vardığı esas hüküm şuydu ki, ısı maddesel bir cisim olamazdı, fakat oyma işlemi esnasında harcanan mekanik enerjinin bir sonucuydu. Lavoisier gibi çok ünlü bir bilgin tarafından bile desteklenmiş olan, ısının bir kimyasal element oluşu fikri, artık kabul edilemezdi.
kaynak:nkfu
Fazıl Küçük; Kıbrıs’ta devlet adamıdır (Lefkoşe 1906 – Londra 1984).
Lozan Üniversitesi’nde tıp okudu. Paris’te beş yıl uzmanlık öğrenimi gördükten sonra 1938’de Kıbrıs’a döndü. 1943’te politikaya atılarak, altı yıl için belediye meclisi üyeliğine seçildi. Aynı yıl Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu’nun (KATAK) kuruluşunda bulundu. Ayrıca Halkın Sesi gazetesini çıkardı. KATAK’tan ayrılıp Kıbrıs Türk Milli Partisi’ni kurdu. Başkanlığını yaptığı bu siyasal partinin adı on yıl sonra Kıbrıs Türktür Partisi olarak değiştirildi. Uzun zaman Türk Evkafı Yüksek Kurulu başkanlığını yaptı. Türk toplumunun haklarım kabul ettirmek amacıyla Londra’da İngiliz yöneticileriyle görüşmelerde bulundu (1955). Türkiye Hükümeti ile yakın ilişkiler kurarak, taksim tezinin benimsendiğini açıkladı. 1958’de Türkiye’de yapılan Kıbrıs mitinglerine katıldı. 1959’da Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olmasını öngören antlaşma gereğince aynı yıl kurulan yeni devletin cumhurbaşkanı yardımcısı oldu. 1963 Kanlı Noeli ile başlayan toplumlar arası çatışmalardan sonra cumhurbaşkanı yardımcısı olarak fiili bir yetkisi kalmadı. Bunun üzerine kurulan Türk Topluluğu Geçici Yönetimi’nin başkanlığını yaptı. Bu görev, 13 Şubat 1975’te Rauf Denktaş‘ın Kıbrıs Türk Federe Devleti Başkanlığı’na seçilmesiyle sona erdi. Son yıllarda etkin bir görev de bulunmamakla birlikte, Halkın Sesi gazetesindeki yazılarıyla Kıbrıs’ta ayn bir devlet kurulmasını savundu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanını Rauf Denktaş ile birlikte duyurduktan kısa bir süre sonra öldü.
kaynak:nkfu
Alfred Nobel; ( 1833-1896),
Dinamiti icat eden ünlü İsveçli kimyacıdır. Nobel Armağanları’nın da kurucusu olarak bütün dünyada tanınmıştır.
Alfred Nobel, Stockholm’da doğdu. Leninilgrad’da okudu. Daha sonra Amerika’da tanınmış mühendis John Ericcson’un yanında Alfred Nobel mühendislik öğrenimi yaptı. İsveç’e döndükten sonra, babasının fabrikasında çalışmaya başladı. Bu arada, nitrogliserin üzerinde deneyler yapıyordu. En sonunda, nitrogliserin kullanarak yeni bir patlayıcı madde yapmayı başardı. Bu çok korkunç bir patlayıcı maddeydi. Bulunduğu yerlerde o kadar çok kazaya yol açıyordu ki, İsveç halkı Nobel’i halk düşmanı ilan etmek zorunda kaldı.
Nobel, buna rağmen, icadı üzerinde çalışmaktan çekinmedi. 1867’de, nitrogliserini emici bir maddeyle birleştirip, yeni bir patlayıcı madde meydana getirdi. Bu maddenin bir iyiliği varsa, o da rahatça bir yerden bir yere götürülebilmesiydi. Nobel, yeni icadına «dinamit» adını verdi. Birkaç yıl içinde de icadı sayesinde dünyanın en zengin adamlarından biri oluverdi.
Nobel, edebiyata da meraklıydı. Birçok roman, piyes yazmıştır; yalnız, bunlar kendisine pek ün kazandırmamıştı. Öte yandan, Nobel daima hastalıktan şikayetçiydi. Bu yüzdende sinirleri adam akıllı bozulmuştu. Dinamiti icat ettikten sonra bunlara bir de vicdan azabı eklendi. Barışçı gayelerle ortaya çıkardığı dinamit, dünyanın her yerinde binlerce insanın ölümüne, binlerce yuvanın yıkılmasına yol açmıştı. Nobel bu insanların ölümlerinden, felakete uğramalarından hep kendini sorumlu tutuyordu. Bu vicdan azabından kurtulmak için dinamitten kazandığı bütün paraların barışçı gayelerle çalışan, insanlığa faydası dokunan kimselere verilmesini vasiyet etti. Böylece, Nobel Armağanları da doğmuş oldu.
kaynak:nkfu
Thomas Edward Lawrence; İngiliz doğubilimcisi ve casusudur (Galler/ Tremadoc 1888 – Dorset/Bovington Camp 1935).
Tarih ve arkeoloji ile ilgilendi. Arkeolog D. G. Horgarth ile birlikte araştırma gezilerine katıldı. Arapça öğrenmeye önem verdi. Haçlı Kaleleri konulu bir tezle doktora derecesini kazandı.(1911). Savaş gereği askerliğe bağlanıncaya kadar arkeoloji araştırmalarındaki göreviyle Osmanlı topraklarındaki göreviyle Osmanlı topraklarında geniş gözlem olanakları buldu (Gaziantep yöresindeki Kargamış, Filistin dolayları), Kahire’de gizli servis hizmetine girdi (1914). Arabistan gezilerinin verdiği bilgi ve deneylerle Osmanlı Devleti’ne karşı Arapları örgütlemeye çalıştı (Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali ile onun oğlu sonraki Irak Kralı Faysal ile işbirliği, 1915-1918). Suriye’nin İngiltere yerine Fransa’ya bağlanması üzerinde düş kırıklığına uğradı (1919). İki kez daha ad ve kimlik değiştirerek (John Hume Ross adıyla hava kuvvetlerinde, 1923′ te Thomas Edward Shaw kimliğiyle) tank birliklerinde yer edinme niyetleri engellenince (1925) hava kuvvetlerindeki göreviyle Hindistan’a gönderildi. 1929’da İngiltere’ye çağrılıp birkaç yıl sonra emekli edildi (1935), bir motosiklet kazasında öldü.Seven Pillars of Wisdom (Bilgeliğin Yeni Dayanağı) adlı savaş anıları ölüm yılında yayımlandı.
Başlıca eserleri: Revolt in the Desert (Çölde Ayaklanma) 1927, Grusader Castles (Haçlı Kaleleri) öl.s. 1936, The Mint (Darphane) öl.s. 1955. Yaşamı ve serüvenleri, çeşitli etki ve tepkilere yol açan bir film konusu oldu: Lawrence Of Arabia (Arabistan’ın Lawrance’i) 1962 (yöneten David Lean, baş rolde Peter O’Toole).
kaynak:nkfu
Vilhelm Thomsen; Danimarkalı türkolog, dilbilimcidir (Kopenhag 1842-Kopenhag/Valby 1927).
Küçük yaşlarda uyanan yabancı dil öğrenme merakı, yaratılışındaki üstün nitelikle pek çok dili öğrenmesine olanak veren bir açıda gelişti (16 dil bildiği belirtilir), aynı konudaki öğreniminden sonra (1859), Avrupa’da değişik geziler yaptı, doçent oldu (1871), profesörlüğe (1875), ordinaryüslüğe (1887) yükseldi; 1876’dan başlayarak üyesi bulunduğu Danimarka Bilimler Akademisi’ nin başkanı oldu (1909), emekliliğine kadar yürüttü (1913). Avrupa dilleri üzerindeki bilimsel çalışmaları bir yana Türk dünyası için özel önemi, 1722′ de İsveçli subay Strahlehberg’in bulduğu ve Rus türkoloğu N. M. Yadrintsev’in yayımladığı Göktürk yazıtlarını (sonradan onun emeğine eklenen W. Radlof tan önce) çözüp okumuş olmasıdır (1893). Çince bir özeti de bulunan bu yazıtlar (Gültigin, 732; Bilge Kağan, 735), alfabesi yitirilmiş bir yazıyla olduğu için bilim dünyasını 174 yıl uğraştırmıştı. Bunların Türkçe olabileceği varsayımından yola çıkan Thomsen, Türkçenin yapı özelliklerini anahtar gibi kullanarak metni aydınlığa çıkardı: Incriptions de l’Orkhon Dechiffiees (Orhun Yazıtlarının Çözülmesi) 1896. Başka eserleri arasında yakın konuda olanlar: Une Lettre Meconnue des inscroptions de L’Yenissei (Yenisey Yazıtlarında Bilinmeyen Bir Harf) 1912. Turcica (Türkçe) 1916.
kaynak:nkfu
William Harvey; İngiliz hekimidir (Folkestone 1587 – Londra ? 1657).
Cambridge (1599) ve Padova (1602) üniversitelerinde tıp öğrenimini tamamladı. 1607’de College of Physicians üyeliğine seçildi. 1609’da St. Bartholomew Hastanesi hekimliğine, 1618’de saray hekimliğine atandı. 1625’te tahta çıkan I. James ile yakın dostluk kurdu. 1642’de İngiltere İç Savaşı’nda kralla birlikte Oxford’a, 1646′ da Newcastle’a gitti. 1649’da I. Charles’in idamının üzüntüsüne sağlık durumundaki bozukluk da eklenince tüm varlığını ve kitaplarını College of Physicians’a bağışlayıp (1652) bilimsel çalışmalardan uzaklaştı. Büyük ve küçük kan dolaşımıyla kalbin pompalama görevini açıklayarak deneysel fizyolojide yeni bir dönemin başlamasını sağladı.
Başlıca eserleri: Exercitatio Anatomica de Motu Cordis et Sanguinis in Animalibus (Canlılarda Kalbin Oluşumu Üstüne İncelemeler) 1651 ve ölümünden sonra yayımlanan Prelectiones Anatomiae Universalis (Genel Anatomi Dersleri) 1886.
kaynak:nkfu
İbn-i Haldun; Muhammet bin Abdurrahman, Arap tarihçi ve felsefecisidir (Tunus 1332 – Kahire 1406).
Çağının geleneği uyarınca ilkin Kuran, fıkıh, matematik, mantık, kelam ve felsefe öğrendi. Eserlerinde hareketli ve renkli yaşamasından devşirdiği veriler yönlendirici ve yer yer de temellendirici öğelerdir. İspanya, Kuzey Afrika, Şam ve Arabistan’da bazen gezginlik, bazen katiplikten vezirliğe kadar uzanan görevlerde bulunup, bazen tutsak, bazen kaçak olarak yaşarken, içinde bulunduğu toplumları inceledi. Mısır’ da kadı olduğu sırada Tunus’tan gelen ailesini ve tüm varlığını bir deniz kazasında yitirince kadılık görevini bırakarak bir çiftliğe çekildi. 1387’de hacca gidene kadar burada yalnız, düşünüp çalışarak yaşadı ve Mukaddime adlı ünlü eserini yazdı. Hac dönüşü Kahire’de özyaşamöyküsünü (biyografi) yazdı. Ölünceye kadar Kahire’de devlet hizmetinde küçük görevler alarak yaşadı.
İbni Haldun’un görüşlerinde temel konu, insan ve toplumdur. Bir toplum ve tarih felsefecisi olan İbni Haldun’a göre temel, kurucu öğe insandır. Toplum başlıca üç temel nedene dayanarak kurulur. Bu nedenlerin hepsinde kendini gösteren üç motif vardır: İnsanın yalnızlığı, insanın varlığını sürdürme çabası ve insanın başka insanlarla dayanışması. Böylece insan için toplumsal yaşam kaçınılmaz olunca, toplumun oluşmasındaki üç neden şöyle belirlenir: (1) İnsanın biyolojik varlığını sürdürmedeki gereksinmeleri için başkalarıyla dayanışma zorunluluğu. (2) İnsanın dışardan gelecek saldırılar, tehlikeler için başkalarıyla yardımlaşma zorunluluğu. (3) Ortak yaşamın getirdiği işbölümü için başkalarıyla birlikte olma zorunluluğu. Ortak yaşamadan ortak bir iç yaşama birliktelik duygusu, alışkanlıklar, ortak davranışlar ve giderek gelenekler, adetler doğar. Toplumu dağılmadan bütün olarak tutan en büyük, en temel neden ruhsal nedendir. Bununla birlikte İbni Haldun’a göre hiçbir toplum sonsuza kadar var olamaz; bir gün dağılır. Toplumsal yaşamada gelişme işbölümüyle gerçekleşir. Uzmanlaşma ise toplumun gelişmesini, ilerlemesini uygarlık düzeyinin artmasını sağlar. Toplumu insan kurarsa da, insanı da toplum belirler. Bu noktada alışkanlık olayı üstünde durur: İnsanın karakter yapısını, eylemlerinin, etkinliklerinin yoğunlaştığı alanı, belirleyici özelliklerini toplum içinde elde ettiği alışkanlıklarla toplum belirler. Kalıtsal belirlemeyi, yadsıyan İbni Haldun özce bir benzerliği vurgular: Toplum ve insan en temel çizgilerde benzeşirler; ikisinin de varoluşu, sürüp-gidişi ve sona erişi aynıdır. Toplum, onu oluşturan insanların temel karakter özelliğini taşır. Bu bakımdan bir insanı tanımak için toplumuna, bir toplumu tanımak için de bireylerine bakmak yeter. Eğer insanlar göçebelik özelliği gösteriyorlarsa, toplum göçebe bir toplumdur. Çünkü bir toplumda bireyler; toplumun inanışları, değerleri, geleneği, dinsel tutumlarıyla biçim bulurlar. Toplumun olduğu yerde devletle karşılaşırız. Devletin varoluşu gibi yok oluşu da, ortaya çıkışı gibi yetkinleşmesi de toplumla olasıdır. Devletin biçimi de toplumun biçimine göredir. Eğer toplum ilkelse, devlet de ilkeldir; eğer toplum uzmanlık dalları belirmiş, sağlam işbölümüne ve bunun sağladığı dayanışma içinde yetkin bir yaşama düzeyine ulaşmışsa devlet de aynı niteliği gösterir.
İbni Haldun canlı varlık olarak insanı örnek alır. İnsanın yaşam evreleriyle devletin ve toplumun değişik aşamaları özdeştirler. Buna göre üç aşamadan geçilir: Gelişme, yetkinleşme, çöküş. Toplumların gelişmesinde ve çöküşünde ekonomik nedenleri ölçüsünde, kültürel nedenler de etkilidir. Bu nedenle bilim, toplum yaşamında büyük ve önemli bir yer tutar. İbni Haldun’a göre tüm bilimler iki temel gruba ayrılır: İlk grupta temel bilimler yer alır. Akla dayanan bu bilimlerden başlıcaları mantık, matematik, doğa bilimleridir. İkinci grupta ise daha çok yoruma dayanan, akıl yürütmelerle ilgili bilimler vardır: Tefsir, hadis, kelam, dil çalışmaları. Bilim doğru düşünmeyi, doğru yargılara varmayı öğreten mantıkla olguların incelenmesidir. Deneye dayanmayan hiçbir yargı kabul edilemez. Deneysel olmayan, tümel karakterli yargılardan kalkarak evren, dünya, insan ve yaşamı üstüne yargılara varan felsefe bu nedenle sağlam bilgiler vermekten uzaktır. Sağlam doğru bilgi deneye dayanan, doğru bir mantıkla ortaya koyulan bilgidir. Deney ve gözlemi temel alması, topluma ilişkin anlayışlarıyla İbni Haldun, 15. yüzyıla uzanan bir İslâm düşünürüdür. Tüm düşünceleri, Mukaddime adlı (Önsöz. Öndeyiş) eserinde toplanmıştır.
kaynak:nkfu
İbni Rüşd; Ebu Velit Muhammet Arap filozofudur (Kurtuba 1126 – Marakeş 1198).
İspanya’da, Endülüs’te Aristoteles‘e bağlı olarak ortaya çıkan Me-şaiciler’in (Peripatetikler) en son ve en yetkin temsilcisi. Kadı olarak yetişti. Kadıü’l-Kudzat (Baş yargıç) oldu. 28 yaşına geldiğinde Fas’a, Merakeş’e yaptığı geziden dönüşünde ünlü Külliyat adlı tıp kitabını yazdı. Saraya çağrıldı, Aristoteles‘in eserlerinin karanlık kalmış yanlarını açıklamakla görevlendirildi, İslâm dünyasını saran bağnazlık, bilime düşmanlık ve dedikodu yüzünden İbni Rüşt ve oğlu karaçalmalardan, düşmanca söylentilerden, emire kadar ulaşan iftiralardan kurtulamadılar. Yergilere konu olan, kitapları yakılan, camiden kovulan İbni Rüşt için en sağlam dayanak yine bilim ve felsefe oldu. Ölümünden birkaç yıl önce yeniden saraya çağrılmasına karşın, kendi köşesinde kalmayı yeğledi. Tüm açıklama ve yorumlarında Aristoteles‘e bağlı kaldı ama yalınkat bir aktarmacılıktan çok derinlemesine düşünebilen, temel aldığı görüş üstüne özgün düşünceler geliştirebilen bir yorumcu oldu. İbni Rüşt, Aristoteles mantığına büyük önem verdi. Ona göre mantık; tek tek olgulardan ve tikellerden elde ettiğimiz algılar ve tasarımlardan akla kadar, tümel gerçeklere doğru yükselmenin temellerini, ilkelerini belirleyen, gösteren bilimdir. İnsan gerçeği bilemezse de, gerçeğe ulaşacak güce ve akla sahiptir. Aklını doğru kullanırsa gerçeğe ulaşabilir, bilimde ve felsefede fek yol, Tarikü’l-Bürhan adını verdiği tanıtlama (ispat) yoludur. Gerçeğe ulaşmak kavramlar arasında doğru bağlantıların kurulmasıyla olasıdır. Böylece elde edilecek yargılar olacaktır. Bilgi anlayışı bakımından İbni Rüşt bir yandan bilimsel düşünceyi kurtarmaya, öte yandan bilimsel gerekirciliği (determinizm), sağlam temellere oturtmaya çalışır. Tümellere uzanan bilgimizin başlangıç noktası duyu verileridir. Zihinde, duyu verilerinden gelen izlenimler, biçimlerin kavranması, etkin akıl ile olur. Duyu verilerinden elde edilen biçimler maddi akıla geldikleri zaman Tanrısal kökenli olanlarla birleşir ve tümeller oluşur. Tümeller bilgimizin temeli ve zorunlu varlığın ilkeleridirler. İbni Rüşt, akıl ve doğa gerçeği arasındaki güçlü bağı dile getirdi. Doğada egemen olan zorunluluk her şeyin ilk nedeni olan Tanrı’dan kaynaklanır. Tanrı her şeyin ilk ve zorunlu nedeni, öncesiz, sonrasız yasallık ve evrenin düzenidir.İşte aklın madde dünyasında kavrayacağı budur. Evrende her şey nedensellikle birbirine bağlıdır. Birbirinin nedeni olarak dizilen tüm var olanların en gerisindeki kendi kendinin nedeni olan ilk neden Tanrı’dır.
Aristoteles‘ten yola çıkan İbni Rüşt, beden ve özü, madde ve biçime ayıran İbni Sina karşısına “Varlık, somut bir bütündür” savıyla karşı koyacaktır. Varlık ve öz birbirinden ayrı olamaz; çünkü bireysel bir varlık olan, var olan bir şeyde varlık ile özü ayıramayız. Evren’in kuruluşu da ilk zorunlu varlık olan Allah ile başlar. Allah ilk akıldır, ilk hareket ettirici, ilk nedendir. Allah her şeyin nedeni olduğu için olabilecek her şeyin zorunlu idesine sahiptir. Allah yaratıcı, düzen vericidir, öncesiz ve sonrasızdır. Allah anlayışı ile İbni Rüşt’ün tasavvufa (panteizme) açık bir yanı vardır. İnsanda ruhu bedenin biçimi olarak kabul eden İbni Rüşt, bu ruhu akıldan, özellikle maddi akıldan ayırır. Ruh her canlıda ayrı bir biçimde bulunur ve belirleyici bir işlevi vardır. İbni Rüşt dört temel ruh etkinliği belirler: Anlamak, duyumlamak, hareket etmek ve çoğalmak. Ahlak sorunu da burada ortaya çıkar. Acaba insan nasıl yaşayacaktır? Dışında, ona egemen olgulara uyarak mı, yoksa irade varlığı olarak, aklıyla arayıp bulduğu doğruya göre mi? İbni Rüşt aklına uygun yaşamanın insana daha yaraştığını savunur. Çünkü insan ruhu bağımlı değildir. Öğrencilerinden hiçbiri onun felsefesini bıraktığı yerden alıp ilerletemedi. Batı düşüncesi onun eserlerini İbranice ve Latince çevirilerinden tanıdı. İbni Rüşt bu yolla Hristiyan dünyasına tanındı. Hristiyan Ortaçağı’nda üstünde önemle durulan filozoflardan biri oldu.
Başlıca eserleri: El Külliyat fi’t Tıbb (Tıp Konusunda Toplu Eserler), El-Mantik, Kitab-ı Faslul-Makal (Söz Konusunda Kitap), Tahâfüt üt-Tahâfut (Yıkılışın Yıkılışı, Gazzali Felsefesini Eleştiri), Kitabu Keşfü’l-Menahicü’l Edille (Kanıtların Yollarını Açıklayan Kitap), Rosail (Küçük Kitaplar) vb.
kaynak:nkfu
George Stephenson; İngiliz mühendisi ve mucididir (Wylam / Newcastle yakınları 1781 – Tapton House/Chesterfield 1848).
17 yaşındayken bir gece okuluna yazılarak okuma-yazma öğrendi; mekaniğe ve buhar makinesine ilişkin kuramsal bilgiler edinmeye girişti. 1804’te Grand Allies madencilik şirketinin Killingworth’deki maden ocağı vinçlerinin yöneticiliğine, 1812′ de bu şirketin sahip olduğu tüm ocaklarda kullanılan makinelerin ustabaşılığına getirildi. 1813’te kaygan tekerleklerin kaygan bir yüzey üzerine yapışma ilkesini ilk kez keşfederek demir raylar üzerine yerleştirilen ve kendi ağırlığından başka kömür yüklü birkaç vagonu da çekebilen buharlı bir lokomotifi yapmayı tasarladı.
Blucher adı verilen bu lokomotif, 25 Temmuz 1814’te denendi ve çok başarılı oldu. 1821’de Stockton-Darlington Demiryolu’nun yapımıyla görevlendirildi, bu işinin yanı sıra Newcastle’de kurduğu fabrikada lokomotif yapımıyla uğraştı. Eylül 1825’te Stockton-Darlington hattında çalıştırmaya başladığı trenle gerçek anlamda demiryolu taşımacılığını başlattı. 1826’da atandığı 64 km’lik Liverpool-Manchester Demiryolu hattı mühendisliğini oğlu George Robert Stephenson (1803-1859) ile birlikte yürüttü. Beş yılda tamamlanan bu hatta çalışacak lokomotifi seçmek üzere açılan yarışmayı “Rocket” adlı lokomotifiyle kazandı.
Yol ve köprü yapımcılığıyla lokomotif teknolojisine ilişkin araştırmalarını 1840’a kadar sürdürdükten sonra işlerini aynı konuda çalışan oğluna bırakarak emekliye ayrıldı. Yaşamının son yılında Makine Mühendisleri Kurumu’nun ilk başkanlığına seçildi.
kaynak:nkfu
Adam Smith; İskoçyalı iktisatçıdır (Edinburg/Kircoldy 1723-Edinburg 1790).
Oxford’daki öğrenimi sırasında klasik ve çağdaş felsefeyle ilgilenmeye başladı. 1746’da Glasgow Üniversitesi’ne dönerek burada bir süre tarihten İngiliz Edebiyatı’na kadar çeşitli dersler verdi. 1748’de ünlü düşünür ve iktisatçı D. Hume ile dostluk kurdu. 1751′ de Glasgow Üniversitesi’nde mantık profesörlüğüne, 1752’de de ahlâk felsefesi profesörlüğüne getirildi. 1759’da yayımladığı Theory of-Moral Sentirments (Ahlâki Duygular Kuramı) adlı eserinde insan doğasının ilkelerini tanımladı. Büyük ün kazandı ve Charles Townshend adlı bir soylunun ilgisini çekerek ondan Avrupa’ya yapacağı geziye eşlik etme önerisi aldı. 1764’te Fransa’ya gitti. Charles Townshend ile birlikte Toulouse’da kaldı. Daha sonra geçtikleri Cenevre’de Voltaire ile tanıştı. 1764-1766 arasında Paris’te kaldı. Burada elçilik sekreterliği yapmakta olan yakın dostu David Hume‘nun aracılığıyla Fransız aydınlanma döneminin önde gelen kişileriyle ilişki kurdu, Fizyokratlar diye anılan ekonomi kuramcılarının görüşlerini inceleme olanağı buldu. 1767’de Londra’ya dönüşünde, Edmund Burke, Samuel Johnson, Edward Gibbon ve Benjamin Franklin gibi düşünürlerle tanıştı. Çalışmalarını The Wealth of Nations (Ulusların Zenginliği) adlı eseri üzerinde yoğunlaştırdı (1776). Daha önce yayımlanan Theory of Moral Santimnts adlı kitabında felsefe temellerini attığı tezlerini, tarihteki etkileri bakımından toplumsal sorunlara uyguladı. toplumsal örgütlenmenin evrimini inceleyen bu evrimi ilkel avcılık, göçebe tarımcılık, derebeylik ve karışılıklı ticari bağımlılık olmak üzere dört alt aşamaya ayırdı ve bu örgütlenme aşamalarından her birinin kendi kurumlarını yarattığın ileri sürdü.
Ona göre ulusların zenginliğinin kökeninde işbölümü bulunur. Bu noktada işbölümünün bireyler arasındaki değişim eğilimiyle açıklanabileceği ilkesinden yola çıkarak değişebilir değer sorununu ortaya koydu ve ilk olarak bir malın kullanım değeriyle değişim değeri arasındaki farka dikkatleri çekti. Daha sonra bir malın değişim değerini, o malın üretilebilmesi için harcanan emek miktarıyla ölçtü. The Wealth of Nations’ da önemle üzerinde durduğu bir başka noktaysa görünmez el olarak adlandırdığı rekabettir. Bu mekanizmanın gerek fiyatların belirlenmesini, gerekse toplumsal refahın paylaşımını düzenlediğini savundu. Ona göre fiyatların doğal düzeyde tutulmasını, yani malların üretimi için yapılan giderler (kullanılan emek miktarı) düzeyinde kararlanmasını, rekabet mekanizmasını sağlamaktaydı. Öte yandan bu mekanizma, gelir bölüşümünün yani ücret, kâr ve rantın işçiler, girişimciler ve toprak sahipleri arasındaki paylaşımını da devlet müdahalesi olmaksızın düzenleyen bir piyasa sisteminin oluşmasını da gerektirmekteydi. Onun bu konudaki çözümlemelerine ulaşmak istediği amaç, yalnızca sistemin kendi kendini düzenlediğini göstermek değil. Aynı zamanda girişimcinin sürekli olarak içinde bulunduğu en yüksek kârı elde etme güdüsünün ulusal zenginliği arttıracağı ve dolayısıyla ekonomik büyümeyi sağlayacağını göstermekti. Çünkü ekonomi kuramının özünü ekonomik büyüme kuramı oluşturur ve bunun da kaynağında yatan temel öğe işbölümüdür. Ona göre, bireyler işbölümü sayesindekendi verimliliklerini artırırken, aynı zamanda toplumsal üretkenliğin artmasına da katkıda bulunurlar. İşbölümü bir yandan değiş-tokuşa yol açarken, öte yandan da bireylerin birbirlerine bağımlı duruma gelmesine yol açar. Çünkü herbirey öncelikle kendi çıkarı için üretim yapar, ancak ürettiği malla aynı zamanda bir değiş-tokuşu amaçladığından aslında öteki bireylerin çıkarlarını da tatmin eder. Bu bağlamda tüm üretim alanları için geçerli olan karşılıklı bir yarar ilişkisi ortaya çıkar. Bunun için bir üretim alanını özendirici ya da engelleyici tüm önlemler, bu doğal işleyiş yasalarına karışmadır. Bu tür bir karışma bireyi engellediği gibi, toplumsal yararın ve dolayısıyla bunun yaratacağı toplumsal refahın da azalmasına yol açacaktır.
1784’te Edinburg Kraliyet Derneği’nin üyeliğine seçilen Smith’in ekonomik görüşleri Endüstri Devrimi’nin ve devrim sonrasında ortaya çıkacak olan Klasik İktisat Okulu’nun habercisi niteliğini taşır. O güne kadar ekonomik yaşama egemen olan Merkantilist ve Fizyokrat düşünce sistemlerine karşı çıkarak dış ticareti savunması onun aynı zamanda ticaret kapitalizminden sanayi kapitalizmine geçişin ilk kuramcısı olmasına yol açtı. Onun ekonomi bilimine en önemli katkısıyla, tam rekabetin hüküm sürdüğü bir piyasada, kaynakların optimum dağılımına ilişkin ilk iktisadi analizi gerçekleştirmiş olmasıdır. Ekonomik özgürlüğü savunmasına karşın devlet müdahalesinin de gerekliliğine inanan ve devlete ayrıcalıkların korunması görevini yükleyen Smith ile birlikte ekonomi insanların güncel konuşmaları içine girdi.
Başlıca eserleri: The Theory of Moral Sentiments (Ahlaki Duygular Kuramı) 1759, An Inquiry into the Natre and a Causes of the Wealht of Nations (Ulusların Zenginliği) 1776.
kaynak:nkfu
James Joyce; İrlanda kökenli İngiliz yazarıdır (Dublin 1882-Zürich 1941).
1898’de Dusblin’deki Katolik Royal University College’de İngiliz ve Fransız edebiyatı öğrenimine başladı; Almanca ve Norveççe öğrendi. 1902’de üniversiteyi bitirdikten sonra Paris’te tıp öğrenimi yapma olanakları aradı, gerçekçe ve simgeci (sembolist) edebiyatla ilgilendi. 1903’te Dublin’e dönerek bir süre öğretmenlik yaptı. 1904’te sonradan eşi olacak sevgilisi Nora Barnacle ile birlikte gönüllü bir sürgün yaşamını yeğleyerek İrlanda’dan ayrıldı; yaşamının son günlerinde Zürich’e yerleşti. Geçimini gazetecilikle ve Berlitz Okulları’nda dil öğretmenliği yaparak sağladı. Yoksunluklarla dolu bir yaşamın ardından körlüğün eşiğinde İsviçre’de öldü.
Joyce yaratısında tüm dünya edebiyatının etkilerini işledi. Müziğe olan erken ilgisi, yayımladığı ilk eser olan ve Rönesans şiirinden esinlendiği Chamher Music (Oda Müziği) 1907 adlı lirik şiirler derlemesinde kendini gösterdi. 1918’de H. İbsen’e duyduğu büyük hayranlığın yanı sıra zamanın İrlanda Tiyatrosu’na tepki olarak Exiles (Sürgünler) adlı oyunu yazdı. İlk önemli eseri sayılan ve 15 öyküden oluşan Dubliners’da (Dublinliler) 1914, ülkesinin törel tarihinden bir kesit sunmayı amaçladı ve bunun için oradaki yozlaşmanın merkezini oluşturan Dublin’i ele aldı. 1916’da sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi (Portrait of the Artist as a Young Man) adlı romanını yayımladı. Özyaşamsal öğeleri içeren eserde, yetişmekte olan bir sanatçıyla çevresi arasındaki çatışmayı dile getirdi. 1922’de üzerinde 7 yıl çalıştığı ve başeseri sayılan büyük romanı Ulysees’i yayımladı. Roman plan açısından Honeros’un Odysseia’sını anımsatır. 18 epik ya da dramatik sahnenin her biri Odysseia’nın belirli bölümleriyle simgesel ilişki içindedir. İnsanlık tarihinin kapsamlı bir destanı sayılabilecek olan Ulysees, çağdaş edebiyatın klasikleri arasında sarsılmaz bir yer aldı. Son romanı olan Finnegans Wake’i 17 yıllık bur çalışmanın ardından 1939 bitirdi. Çağdaş romanın gelişmesi üzerinde güçlü etkisi olan Joyce’un öteki eserleri: Şiirler: Poems Penyeach (1927), Collected Poems (Toplu Şiirler) 1936; roman (parça): Stephen Hero (öl. s. 1944).
kaynak:nkfu
Robert Oppenheimer; ABD’li fizikçi (New York 1904 – Princeton 1967).
1922’de girdiği Harvard Üniversitesi’ndeki dört yıllık eğitim programını üç yılda üstün bir başarıyla tamamladı. 1926’da Cambridge Üniversitisi’nde atom araştırmaları yapmaya başladı, ertesi yıl M. Born’un çağırışı üzerine Almanya’ya gitti ve Göttingen Üniversitesi’ne geçerek burada doktora derecesini aldı. 1929’da ABD’ye döndü ve Kaliforniya Üniversitesi’nde fizik dersleri vermeye başladı. 1942’de atom bombasının yapımını amaçlayan Manhattan Projesi’nin Los Alamos laboratuvarlarının yöneticiliğine getirildi. Bu laboratuvarlardaki çalışmalar, 1945’te Alamargo’da ilk nükleer patlamayla sonuçlandı.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Kaliforniya’daki görevine geriye döndü. 1947’de de Princeton Üniversitesi’nde enstitü başkanlığının yanı sıra yeni kurulan Atom Enerjisi Komisyonu’na (AEC) bağlı Genel Danışma Komitesi’nin de başkanlığına getirildi. 1952’de ilk görevinden çekilmekle birlikte, komisyondaki danışmanlık görevini sürdürdü. Aralık 1853’te, yurda ihanete varan ağır suçlamalarla hakkında güvenlik soruşturması açılarak, AEC ile tüm ilişkisi kesildi. 1963’te AEC’nin en yüksek ödülü olan Enrico Fermi Ödülü verilerek devlet katındaki eski saygınlığı yeniden kazandırılmaya çalışıldı.
kaynak:nkfu
Clement Ader; Fransız mühendisidir (Muret 1841-Toulosue 1925).
İlk uçuş denemeleriyle tanınır. Önce, bir insanı kaldırabilecek güçte bir uçurtma, tenekeden manivelalı bir velosipet, bir balon yaptı. Uçuş konusundaki denemeleri için gereken parayı bir an önce kazanabilmek için mesleği olan yol mühendisliğini bırakarak 1876’da Paris’e gitti. Elektrik alanındaki buluşları (mikrofon, teatrofon) kısa zamanda büyük ilgi görünce kazandığı parayla uçuş denemelerine girişti. Birçok deneyim ve çok sayıda havadan ağır uçuş aracı yapımından sonra uçan bir araç olan Eole’ü yaptı ve buna Avion adını verdi. Bu sözcük Fransızcada “uçak” karşılığı olarak kullanılmıştır. Bir yarasaya bu uçağın iki pervanesi ve beygir gücü başına üç kilo ağırlığında bir buhar motoru vardı. Bu uçakla 9 Ekim 1890’da yerden havalanarak 50 metreye kadar yükselebildiyse de güç yetersizliği yüzünden araç yere düşerek parçalandı. Bu deneme havacılıkta “uçakla ikinci uçuş” olması açısından çok önemlidir. Varını yoğunu bu uğurda harcayan Ader, daha sonraları devletin ve çevresinin ilgisizliği yüzünden denemelerini sürdüremedi. Fransızlar ona “uçakçılığın babası” adını verdiler.
kaynak:nkfu
Salih Zeki; matematikçidir (İstanbul 1864-ay.y. 1921).
1882’de Darüşşafaka Lisesi’ni bitirdi. İki yıl kadar Posta ve Telgraf Dairesi Fen Şubesi’nde çalıştıktan sonra 1884’te elektrik mühendisliği eğitimi görmek üzere Paris’e gönderildi. 1884’te elektrik mühendisi ılarak İstanbul’a döndü, Posta ve Telgraf İdaresi’nde çalışmaya başladı. 1895’te Rasathane Müdürlüğü’ne atandı. 1908’de Maarif Meclisi üyeliğine getirildi.
1910’da Tevfik Fikret’in yerine Galatasaray Lisesi Müdürlüğü’ne getirildi. 1912’de maarif müsteşarı, 1913’te Darülfünun (üniversite) genel müdürü oldu. Akıl hastalığından tedavi görürken ölünceye kadar yalnız Darülfünun’da fizik ve matematik dersleri verdi. Üç kez evlenen Salih Zeki’nin ikinci eşi ünlü romancı Halide Edip (Adıvar) idi. Ölümünden az önce ondan ayrılıp üçüncü kez evlendi. Matematikle ilgili birçok eseri vardır.
kaynak:nkfu
Léopold Lévy; Fransız ressamı ve gravürcüsüdür (Paris 1882 – ay.y. 1966).
Önce Uygulamalı Sanatlar, sonra da Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda öğrenim gördü. Bir açıkhava ressamı olarak Güney Fransa görünümlerini başarıyla canlandırdı. Aynı zamanda gravürleriyle de tanındı. 1936-1949 arasında İstanbul güzel Sanatlar Akademisi’nde Resim Bölümü’nü yönetti. Akademik bir ressam olmamasına ve gelişmelere açık olmasına karşın, çağdaş resmin çoğu eğilimlerini geçici olarak niteledi. Bununla birlikte öğrencilerini içtenlikli bir çalışmaya yönelten, doğayı akıl ve duyguyla yorumlandıran iyi bir öğretmen çabalarıyla bir dönem Türk resim sanatı üzerinde önemli bir rol oynadı. Akademide İbrahim Çallı, Hikmet Onat gibi sanatçıların atölyelerini korudu, B. R. Eyuboğlu, C. Tollu, Z. F. İzer, N. Berk ve S. Berkel gibi genç kuşak ressamları da öğretim kadrosuna aldı. 1940’larda Yeniler Grubu’nu kuran ressamlar onun atölyesinde yetişen ressamlar oldular. Paris’e döndükten sonra 1951’de bir toplu sergi açtı. Daha sonra Fransız Hükümeti tarafından Légion d’Honneur nişanıyla onurlandırıldı. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ndeki başlıca eserleri: Rıhtım, Manzara, Natürmort.
kaynak:nkfu
Ferdinand Zeppelin; Alman muciti ve sanayicisidir (Konstanz/Baden 1838 -Charlettenburg/Berlin 1917).
Askeri öğrenim gördü. ABD’de gözlemci olarak bulunduğu sırada güdümlü balon yapımcılığına ilgi duydu. 1891’de emekli olduktan sonra tüm zamanını ve servetini balon yapımına harcadı. 1900’de “zeplin” adıyla tanımlanan güdümlü hava gemisini yapmayı başardı. Yeni modeller geliştirebilmek için Alman hükümetinden destek aldı. 1900′ de Kontanz Gölü yakınlarında havalandırdığı ilk hava gemisi LZ-1, 120 m uzunluğunda ve 10 m çapındaydı. Balon bölümünün yapısını yassı oval biçimde yaparak aerodinamik sorunları yendi. 40 alüminyum çubuktan oluşan metal bir omurga kurdu. Keten kaplı balon 10.000 m2 hidrojen gazı kapasitesine sahipti. 16 B6 gücün içten yanmalı iki gaz motoru ekledi. Kuyruk bölümüne taktığı kanatlarla yatay dengeyi sağladı. Okyanus aşırı taşımacılıkta kullanılan zeplinler birçok büyük kazaya yol açınca İkinci Dünya Savaşı başlayınca yapımına son verildi.
kaynak:nkfu
Denis Papin; Fransız fizikçisi ve mucididir(Chitenay/Blois yakınları 1647-Londra 1714).
Angers Universitesi’nde tıp öğrenimi görmesine karşın, ilgisi daha çok fiziksel bilimleri yönelikti. 1763’te Paris’te Hollandalı fizikçi Huygens’in asistanlığını yapmaya başladı, ona hava pompasının yapımında yardımcı oldu.
1675’te gittiği Londra’da uzun bir süre Böyle ile birlikte Royal Society için deneyler düzenledi. 1687’de matematik profesörü olarak Almanya’nın Merburg Kenti’ne yerleşti. 1695’te üniversiten ayrılarak Hessen prensinin hizmetine girdi. 1707’de buluşlarını geliştirerek ve tanıtmak amacıyla son kez gittiği Londra’da yalnızlık ve yoksulluk içinde öldü.
Birçok araştırma ve deneylerinin gerçek değeri uzun süre anlaşılamadı. İkili hava pompası, hava tabancası, atmosfer basıncı altında sıvıların yardımıyla yemek pişiren ve kendi adıyla bilinen Papin tenceresiyle bu tencerede kullanılan ilk emniyet sübabını keşfetti. 1690’da ilk buhar makinesinin üretimini gerçekleştirdi. Bu buluşuyla bilim tarihine geçti.
Başlıca eserleri: Novelles Experiences sur le Vide (Boşluk Üzerine Yeni Deneyler) 1674, Ars nova ad aquam ignis admenicula efficacissime elevandum (Buhar Kullanarak Suyun Pompalanması İçin Yeni Yöntem) 1707.
kaynak:nkfu
Leonardo Da Vinci; İtalyan ressam, heykelci, mimardır (Empoli/Vinci 1452-Amboise/Cloux Şatosu 1510).
Floransa’da Andrea del Verrocchio’ nun (1435-1488) yanına çırak verildi (1469). 1478 dolayında bağımsız olarak çalışmaya başladı. Bu dönemde Ginevra Benci portresi (Washington Ulusal Sanat Galerisi) ve Aziz Hieronymus (yarım kaldı, Vatikan) adlı tablolarını oluşturdu. Milano’da Kayalıklar Madonnası’nı (Louvre’da; 1503-1506 ve S. Maria della Grazie Manastırı’nın yemekhanesinde bulunan Son Akşam Yemeği freskosunu (1495-1497) gerçekleştirdi. Aynı yıllarda mimarlık tasarımlarıyla ilgilendi, bilimsel araştırmalarına (anatomi, optik, mekanik vb) ve resim dersleri kitabına başladı. Milano’dan ayrıldı, İsabella d Este’nin portresini (Louvre) yaptığı Mantua ve Venedik üzerinden Nisan 1500’de Floransa’ya döndü. Burada Azize Anna (Louvre) tablosuna başladı. Aynı yıllarda ünlü eseri Mona Lisa portresi (Louvre) ve ayakta duran Le-da (yalnızca kopyalarıyla bilinir) tablosunu yaptı. Kadavralar keserek inceledi ve insan bedeninin yapısı üzerine anatomik çizimlerin yer aldığı büyük bir inceleme yazısına başladı. Uçma denemelerine girişti, kuşların uçuşunu, hava akımı ve suyun akıntı yasalarını araştırdı. 1506’da Milano’ya döndü. Burada 1513’e kadar özellikle Fransız genel valisinin danışmanı olarak çalıştı; vali için bahçeli bir villa tasarladı. Leonardo anatomi, botanik, jeoloji (özellikle fosillerin oluşu) çalışmalarını yeniden başlattı. Doğa araştırmalarının tüm alanlarında oluşturduğu, çoğu kez bilimsel bir kesinlik gösteren çizimleriyle bilimsel resimlemenin de öncüsü oldu. 1513’te Roma’ya gitti. Olasılıkla burada son resmi Vaftizci Yahya’yı (Louvre) yaptı. 1717’de Kral I. François’ın çağrılısı olarak büyük ilgi göreceği Fransa’ya gitti. Kendisine ayrılan Cloux Şatosu’nda çoğunlukla bilimsel notlarını düzenleyerek, bazı mimarlık tasarımları üzerinde çalışarak yaşadı. Son yaratı evresinin en çarpıcı belgeleri olan Dünyanın Sonu (Windsor Castle, Krallık Koleksiyonu) konulu desenleri çizdi.
Bir ressam olarak Leonardo, klasik üslubu doğruğuna ulaştırdı. Az sayıdaki eserleri, kendisinden sonraki zamanlarda en yüksek yetkinliğin örnekleri sayıldı. Leonardo Rönesansın en çok yönlü kişiliğiydi. Bir doğa araştırıcısı olarak, araştırmaya ve deneye dayanan ansiklopedik bir bilgi kazanmaya çalıştı. Çağının çok ilerisinde olan geniş kapsamlı gözlemleri, doğal bilimlerinde sistemli biçimde betimleyici yönetimin başlangıcı sayılır. Aynı zaman uygulamalı mekanik alanında da elemanter makine bilgisinin öncüsüdür. Kuramsal başeseri olan Trattato della Pittura (Resim Üstüne İnceleme) tamamlanmamış biçimiyle 1651’de yayımlanabildi.
kaynak:nkfu
Pierre Beaumarchais; Fransız yazarıdır (Paris 1732-ay. y. 1799).
Bir saatçinin oğludur. Müzik yeteneğiyle harp çalma yolunda yeni bir sistem geliştirerek Kral XV. Louis’nin kızlarına sarayda ders verdi. Aslında, Beaumarchais’nin geçimsizlikler, davalar, düellolar, karışık geziler, dolaşık para işleriyle dolu olan özel yaşamı konusunda verilen ayrıntılı bilgilerin hepsinde kuşkulu çelişkiler vardır. Özel yaşamına ilişkin hukuksal çatışmaların sonunda elde kalan belgeler, çeşitli yıllarda yayımladığı Mémoires (Dört Muhtıra) eseridir (1773-1774). Çağının isteklerine uygun çalışmaları (Amerika’nın bağımsızlığı için uğraşanlara silah sağlamak, 1776; Voltaire külliyatını Almanya’da eksiksizce bastırmak, 1783-1790) yam sıra Beaumarchais’yi Fransız Edebiyatı’nın ölmezleri arasına katan emeği, panayır tiyatroları için yazdığı ilk ürünlerini çağdaş bir eleştiriyle yüklü olarak edebi düzeye çıkaran birkaç eseridir. İlk oyunu Eugénie (1767) kız kardeşinin başına gelen bir aşk kırgınlığı konu edinir. 1770’teki Deux Amis (İki Dost) oyunu da asıl olgun ürünleri arasında yer almaz. Dünyaca ünlü La Barbier de Seville (Sevil Berberi) 1775 ve Le Mariage de Figaro (Figaro’nun Düğünü) 1784, komedyaları, övgülerindeki geleneksel tiplemeye koşut olarak çağcıl bir toplumsal eleştiri getirmekle etkili ve yankılıdır; biri Rossini‘nin, ikincisi Mozart‘ın müziğiyle ünlü iki opera olmuşlardır. Bu doruk noktasından sonra belli bir değer kaybı vardır. 1792’de yayımlanan La Mère Coupable (Suçlu Ana Öteki Tartüf) eseri öncekilerin ulaştığı ilgiyi kazanamaz. Gene Figaro’nun yer aldığı bu oyun, devrimle birlikte değişen koşulların ana ruhunu yansıtamaz. Bütün bu süreler içinde Fransa dışında yaşayan yazar, terör döneminin bitmesiyle yurduna döndü (1796), son yılları üçüncü evliliği ve suskunlukla geçti.
kaynak:nkfu
Robert Goddard 1882 ile 1945 yılları arasında yaşamıştır. Robert Goddard çocukluğunda geçirdiği ciddi bir verem hastalığını atlatarak fizikçi ve roket mühendisliğinin kurucularından biri oldu. Robert Goddard 1926’da icadının havalandığını ve sadece 56 metre uçup bir lahana tarlasına düştüğünü gördü.
Ancak bu kısa uçuş bile sıvı yakıtlı bir roketin ilk fırlatılışı olarak roketçilik tarihinde önemli bir olay olarak yerini aldı.
Robert Goddard dört yıl sonra saatte 800 kilometre hıza ulaşan ve 700 metre yüksekliğe erişen bir roket fırlattı. Münzevi bir yaşamı olan Robert Goddard roketlere kamera ve barometre gibi aletler koyan ilk insan olmuştur.
Robert Goddard’ın deneyleri bugün modern uzay roketlerinde kullanılan yüksek basınç yakıt pompaları, dengeleyiciler ve manevra sistemleri pek çok şeyin gelişmesine yol açmıştır.
Robert Goddard Resimleri
kaynak:nkfu
Bertrand Russell; İngiliz düşünürü, matematikçi, yazardır (Galler/Trelleck 1872-Galler/Penrhydeudraeth 1970).
Köklü ve soylu bir ailelenin çocuğudur. Babasıyla annesi vakitsiz öldükleri için 3 yaşından sonra babaannesi Lady Russell’in yanında büyütüldü. Özel öğretmenlerce yetiştirildi. Matematik ve geometriyle ilgisi 11 yaşında ortaya çıktı. 18 yaşında Cambridge’de Trinity Collega’a girdi, matematik yanı sıra felsefe okudu, başarılı öğrenciliği ve yüksek zekâsı ödüllendirilerek kurumunun özel unvanmı kazandı (fellow), 1895, öğrenimini tamamladığı yerde öğretim göreviyle kaldı. Krallık Derneği üyeliğine alındı (1908), barışseverliğini savaşı kabul etmemek biçiminde belirtince hem suçlanıp tutuklandı, hem işinden oldu (1916). Adına ün katan ilk eserlerini bu dönemde hazırladı: A. N. Whitehead ile birlikte Philosophy (Felsefenin Sorunları) 1912, Our Knowledge of External World (Dış Dünya Bilgimiz) 1914, Roads to Freedom (Özgürlüğün Yolları) 1918. Geziler yaptı, Rusya ve Çin’i gördü (1920). Eserler yayımını sürdürdü: Mistiklik ve Mantık (Mysticism and Logis) 1918. Introduction to Mathematical Philosophy (Matematik Felsefesine Giriş) 1919, The Practice And Theory of Bolshevism (Uygulanması ve Kuramıyla Bolşeviklik) 1920, Analysis of Mind (Zihnin Çözümlenmesi) 1921, ABC of Atoms (Atomların ABC’si) 1923, ABC of Relativity (Göreceliğin ABC’si) 1925, What I Believe (Neye İnanıyorum) 1925, Eğitim Üstüne (On Education) 1926.
Yaşamı boyunca dört kez evlendi, ikinci eşi Dora ile birlikte, eğitsel düşüncelerini uygulamaya koyabileceğini umduğu bir deneme okulunun örgütlenmesine girişti (1927) ve ayrılıklarına kadar orada çalıştı (1935). ABD’ deki öğretim görevlerinden sonra (1938-1943) yine eski yuvasına döndü, Trinty College’daki öğretim görevine bağlandı.
Bu aradaki eserleri: The Analysis of Matter (Maddenin Çözümlenmesi) 1927, An Outline of Philosophy (Felsefenin Anahatları) 1927, Evlilik ve Ahlâk (Marriage and Moral) 1929, Saadet Yolu (The Conquest of Happiness) 1930, The Scientific Outlook (Bilimsel Bakış) 1931 Education and the Social Order (Eğitim ve Toplumsal Düzen7 1932, An Inquiry into Meaning and Truth (Düşünce ve Gerçek Üstüne Soruşturma) 1940,Batı Felsefesinin Tarihi (History of Western Philosophy) 1946, Bilimden Beklediğimiz (Human Knowledge, ists Scope and Limits) 1948. Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı (1950).
Son dönemde düşünürlüğünün herkese daha açık ve yakın gelen konu ve biçimlerine yöneldi, kamunun büyük ilgiyle her dilde zevkle izlediği ürünlerini vermeye koyuldu: The Impact of Science upon Society (Bilimin Topluma Etkisi) 1952, Nightmares of Eminent Persons (Seçkinlerin Karabasanı) 1954, Human Society in Ethics and Politics (Ahlâk ve Siyaset İçinde İnsan Toplumu) 1954, Neden Hıristiyan Değilim? (Why I am not a Christian) 1957, My Philosophical Development (Felsefece Gelişimim) 1959, Wisdom of the West (Batının Bilgeliği) 1959, Has Man a Future (İnsanın Geleceği Var mı?) 1961, Unarmed Victory (Silahsız Zafer) 1962, The Autobiography ofB.R. (Bertrand Russell’in Özyaşam Öyküsü) 1967-1969 vb.
Matematiksel mantık, felsefe ve ahlak, toplumsal ilişki ve gelişmeler üzerinde odaklaşan bütün çalışmalarıyla sağduyulu çağdaş düşünürlüğün açık sözlü ürünlerini veren Russell, dinden uzaklaşıp ilkelerini doğadan alan bir ahlâk sisteminin de savunucusu oldu. Bilimin insanlığın yararına kullanılması için savaş açtı, nükleer silahlara karşı direniş cepheleri kurdu, Vietnam’daki savaş suçlarına karşı Sartre ile işbirliği ederek uluslararası mahkemeyi örgütledi, insanlık suçu olarak her şeye karşı koydu.
kaynak:nkfu
Bedri Koraman; karikatürcüdür (Bafra 1928).
1945’te İstanbul’a geldi. Bir süre Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam ettikten sonra dergi ve gazetelerde ressam ve karikatürcü olarak çalışmaya başladı. 19501i yıllarda 41 Buçuk, Tef, Taş, Karikatür gibi gülmece dergilerini yayımladı. Uzun yıllar karikatürcülük yaptığı Milliyet’te 1960’lı yıllarda Cici Can çizgi romanı yayınlandı. Üç arkadaşıyla kurduğu reklam ajansında bir süre çizgi filmler yaptı. 1970’li yıllarda Milliyet’in baş sayfasında güncel konular üzerine ilgi uyandıran renkli karikatürler çizdi. Resim yanı ağır basan çizim tekniğiyle yaptığı bu tür karikatür basında çok tutuldu. Bunun dışında önce Milliyet’te ve 1982’den başlayarak Güneş’te hafta sonu ekleri için çizgi-yazı karışımından oluşan ve eğlence yanı ağır basan tam sayfa çalışmaları da ilgi gördü. Yarışmalarda çeşitli ödüller kazandı, yurtiçi ve dışında ortak sergilere ve albümlere katıldı. 1986’da merkezi Brezilya’da bulunan Internacional dos Jornalistas adlı basın kuruluşuna onur üyesi seçildi. Karikatürcüler Derneği Genel Başkanlığı yaptı.
kaynak:nkfu
Louis Aragon; Fransız şair ve yazarıdır (Paris 1897-ay.y. 1983).
Saint-Pierre Lisesi’ndeki parlak öğrencilik döneminin ardından tıp öğreniminin üçüncü yılında askere alındı (1917); madalya kazandı (1918); Paul Eduard ve Philippe Soupault ile tanışınca edebiyata eğildi. Önce güncel bir etki olan Dadaizm’ı benimser göründü; Breton ve Soupault ile Littérature (Edebiyat) dergisini çıkardılar (1919); ilk şiir kitabı yayımlandı: Feu de Joie (Sevinç Ateşi) 1920. Ardından kitaplaşan Anicet ou le Panorama (Anicet ya da Genel Görünüm) 1921, adlı uzun öyküsüyle yeteneğini kanıtladı. Tıp öğrenimini yarım bırakıp (1921) kütüphaneciliğe yöneldi; önce gerçeküstücülüğe (sürrealizm) katıldı (1924); bu yolda verdiği birkaç ürünü art arda çıktı: Mouvement Perpétuel (Sonsuz Devinim) şiir, 1925; Le paysan de Paris (Paris Köylüsü) roman, 1925. Kısa bir süre sonra Fransız Komünist Partisi’ne katıldı, sanat ve dünya görüşündeki köklü değişiklikte toplumsu gerçekçiliğe yöneldi. 1928’de Mayakovski’nin baldızı romancı Eisa Triolet ile evlenerek bir yıl Sovyetler’de yaşadı. SSCB’deki Devrimci Yazarlar Kongresi’ne katıldıktan sonra yazdığı şiirler bu kesin dönüşünü açıkça belirtir: Hourra l’Oural (Yaşasın Ural) 1934, Çalardı Basel’in Çanları (Les Clloches de Bâle) 1933 ile Kibar Semtler (Les Beaux Quartiers) 1936, adlı romanarı da aynı dönemlerin işaretlerini taşır.
Kendi inancı ve parti görüşü yönünde tutarlı bir yazarlığı savunan Aragon, İkinci Dünya Savaşı sırasında kimliğini gizleyerek direniş eylemine katıldı, şiir gücü dilden dile gittikçe yayıldı: Les Yeux d’Eisa (Elsa’nın Gözleri) 1942; La Museé Grévin (Grevin Müzesi) 1943; La Crève Coeur (Yürek Çatlatan) 1941; La Diana Française (1944), En Etrange Pays dans mon pays lui même (Kendi Yurdumda Memleketimden Uzak) 1945. Savaş sonrasında Devlet Askerlik Madalyası ile ödüllendirildi; yurtseverlik Ve insanlık ülküsüyle beslenen toplumcu şiirleri yanı sıra öteden beri sürdürdüğü lirik öz ve sesle dolu ince şiirler üretti: Eisa (1959); Les Poètes (Şairler) 1960; Le Fou d’Eisa (Elsa’nın Çılgını) 1963. Bu sürede en önemli romanlarını da yazdı: Gerçek Dünya (Les Communistes) 5 cilt, 1949-1951; La Semaine Sainte (Kutsal Hafta) 1958; La Mise a Mort (Ölüm Yargısı) 1965; Blanche our l’Oubli (Balanche ya da Unu tuş) 1967. Stendhal’ın önemi ve SSCB edebiyatı üzerine çok ilginç inceleme ve denemeleri de kitaplaşan Aragon, A. Maurois ile birlikte hazırladıkları eserin SSCB tarihini de yazdı: Amerika-Rusya (Les Deux Géants: İki Dev, 1963); yeteneği ve çalışkanlığıyla kendi ülkesinin de dünya kamuoyunun da etkisinde kaldığı büyük bir sanatçı oldu.
kaynak:nkfu
Herman Harrell Horne;(d. 22 Kasım 1874, Clayton, Kuzey Carolina – ö. 16 Ağustos 1946, Leonia, New Jersey, ABD), ABD’li eğitim felsefecisidir. John Dewey ve izleyicilerinin pragmatizm okulu karşısında idealist yaklaşımı temsil eder. Yerel okullarda ve Davis Askeri Akademisi’nde okudu. 1895’te Chapel Hill’deki Kuzey Carolina Üniversitesi’nde lisans ve lisansüstü öğrenimini tamamladı. 1899’da Harvard’da felsefe doktoru oldu. Daha sonra 1906-07’de Berlin Üniversitesi’nde araştırmalar yaptı.
Yarım yüzyıla yakın bir dönem boyunca sürdüreceği öğretim üyeliği görevine 1894-96 arasında Kuzey Carolina Üniversitesi’nde Fransızca dersleri vererek başladı. Doktorasını tamamladıktan sonra Hanover’deki (New Hampshire) Dartmouth’da felsefe dersleri verdi (1899-1909). Daha sonra New York Üniversitesi’nde (NYU) lisansüstü okuluyla Pedagoji Okulu’nda eğitim felsefesi profesörü olarak çalıştı (1909-22). 1922’de Pedagoji Okulu’nun Eğitim Okulu’na dönüşmesinden sonra burada eğitim tarihi ve eğitim felsefesi dersleri verdi. Ayrıca NYU Eğitim Okulu’nun hem tarih, hem de felsefe bölümlerinin başkanlığını yaptı. 1942’de emekliye ayrıldı.
Yirmiyi aşkın kitabın yanı sıra çok sayıda makale yayımlayan Horne radyoda konferans veren ilk üniversite üyesi oldu. En ünlü kitabı The Democratic Philosophy of Education (1932; Demokratik Eğitim Felsefesi) Dewey’in Democracy and Education (1916; Demokrasi ve Eğitim) adlı yapıtını değerlendirerek eleştirdi. Eğitimde idealist yaklaşımı sergileyen öbür kitapları arasında The Philosophy of Education (1904; Eğitim Felsefesi), Psychological Principles of Education (1906; Eğitimin Psikolojik İlkeleri), Idealism and Education (1910; İdealizm ve Eğitim) ve This New Education (1931; Bu Yeni Eğitim) sayılabilir. Ayrıca eğitim metodolojisi, genel felsefe ve din üzerine de yazıları vardır.
kaynak:nkfu
Dimitri Mendeleyev; Rus kimyacısıdır (Sibirya/Tobolsk 1834 – St. Petersburg 1907).
Annesi oğlunun iyi bir eğitim görmesi için önce Moskova’ya, sonra da St. Petersburg’a götürdü. 1855’te Eğitim Enstitüsü’nden mezun oldu. 1856’da St. Petersburg Üniversitesi’nde master, 1865’te doktorasını yaptı. 1867-1890 arasında aynı üniversitede genel kimya profesörü olarak görev yaptı. Öğretmenliğe başladığı zaman organik kimyanın, moleküler yapı kuramı sayesinde kazanmaya başladığı düzenin inorganik kimyada da gerekli olduğunu hissetti. Pek çok kimyacı gibi, bu gizin elementlerin ağırlıklarına göre dizilişinde gizli olduğunu, elementleri artan ağırlıklara göre dizdiğinde, kimyasal özelliklerine göre grupların kendiliğinden oluştuğunu fark etti. Sık sık bir elementi bağlı olduğu grubun yanına yerleştirmek için bir aralık bıraktı ve bu aralığa gelmesi gereken bilinmeyen elementin özelliklerini tahmin etti. Bunu izleyen 15 yıl içinde bulunan galyum, skandiyum ve germaniyumun niteliklerinin Dmitri Mendeleev’in tahminlerine uyması, periyodik çizelgenin güvenirliğini gösterirken, Dmitri Mendeleev’e de büyük bir ün kazandırdı. 1890’larda ilk iki soygaz olan argon ve helyum bulunduğunda, bir grup oluşturması için iki ya da üç adet daha bulunması gerektiği ortaya çıktı. Bu düşünceyle William Ramsay‘ın giriştiği çalışma, xeonon ve kriptonun bulunmasıyla başarıya ulaştı.
Ayrıca 20. yüzyılın başında uranyum ve radyumun radyoaktif ayrışma serilerinin hesaplanmasında da periyodik çizelgeye baş vuruldu. Güney Rusya’da petrol alanlarının geliştirilmesinde görev aldı ve 1876’da petrol endüstrisini incelemek üzere ABD’ye gitti. Kömür üretimi ve kullanımı üzerinde de benzer çalışmalar yaptı. Üniversiteden ayrıldıktan sonra Rus endüstrisindeki fiyatlandırma politikasıyla, dumansız barutun geliştirilmesiyle tek tip ağırlık ve uzunluk ölçülerinin yapılmasıyla ve gemi yapımcılığının ilerletilmesiyle uğraştı.
kaynak:nkfu
Jale İnan; (d. 1 Şubat 1914, İstanbul – ö. 27 Şubat 2001), Türk arkeologdur. Side ve Perge’de 40 yılı aşkın bir süredir kazılar yaparak bu iki kentin ortaya çıkarılmasına ve her iki yerde de önemli bazı yapıların onarılmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Side buluntularının Agora Hamamı’nda kurulan modern bir müzede sergilenmesini sağlamıştır.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri müdürü Aziz Oğan’ın kızıdır. 1934’te Erenköy Kız Lisesi’ ni bitirdi. 1935-43 arasında Berlin ve Münih üniversitelerinde arkeoloji öğrenimi yaptı. 1943’te Münih Üniversitesinde doktorasını tamamlayarak Türkiye’ye döndü ve aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eski Çağ Tarihi Kürsüsü’ne asistan olarak girdi. 1944’te mühendis Mustafa İnan ile evlendi. Arif Müfit Mansel 1946’da Klasik Arkeoloji Kürsüsü’nü kurunca, bu kürsüye geçti. 1953’te doçent, 1963’te profesör oldu. 1975’te Mansel’in ölümü üzerine getirtildiği kürsü başkanlığı görevini 1983’te emekliye ayrılıncaya değin sürdürdü. Daha sonra Side’de Apollon Tapınağı onarım çalışmalarına başkanlık etti.
1946’da Antalya bölgesinde Arif Müfid Mansel başkanlığında başlatılan Side ve Perge kazılarına katılan İnan, uzun yıllar ikinci başkan olarak görev yaptı. 1973-80 arasında Side ve 1975-87 arasında da Perge kazılarına başkanlık etti. Side ve Perge kazıları dışında, Pisidya bölgesindeki Kremna’da 1970-72 arasında bir kurtarma kazısı gerçekleştirdi. 1972-79 arasında da Antalya’ da Manavgat’ın kuzeyindeki Pamfilya Seleukeiası’nda kazı yaparak kentin agorasını ortaya çıkardı.
inan, 1975’te Türk Tarih Kurumu asil üyeliğine seçilmiştir. Berlin Arkeoloji Derneği, Berlin Arkeoloji Enstitüsü ve Avusturya Arkeoloji Enstitüsü’nün de üyesidir. Roma dönemi heykelciliği konusunda yapmış olduğu araştırmalarla da bilim dünyasında önemli bir yer edinmiştir. Antalya Bölgesi Roma Devri Portreleri (1965), Roman and Early Byzantine Portrait Sculpture in Asia Minör (1966, E.Rosenbaum ile birlikte; Küçük Asya’da Roma ve Erken Bizans Portre Heykelciliği), Side’nin Roma Devri Heykeltraşlığı (1975), Römische und Frühbyzantinische Portratsplastik aus der Türkei (1979 , 2 cilt; Türkiye’de Roma ve Erken Bizans Portre Heykelciliği) adlı çalışmaları vardır.
kaynak:nkfu
Hoca Tahsin Efendi; (1811 – 1881)
Türk batılılaşma akımının ilk önderlerinden biridir.
Yanya yakınlarında Filata kasabasında doğdu. Babası bir din bilginiydi. Tahsin, öğreniminin ilk devresini kendi çevresinde yaptıktan sonra İstanbul’a geldi. Medrese öğrenimini tamamlayarak bir süre bu konuda hocalık yaptıysa da, matematiğe, müspet bilimlere sevgisi bulunduğu için, mesleğine ısınamamıştı. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa‘nın Avrupa’ya öğrenci yolladığını öğrenir öğrenmez ona başvurdu. Durumu öğrenci olmasına elverişli değildi; kendisine Paris’te iki görev verdiler: Türk ailelerinin çocukları için Paris’te açılan “Mekteb-i Osmani”de öğretmenlikle, Paris büyük elçiliğinde sefaret imamlığı. Tahsin Efendi, bir yandan bu resmi işleriyle uğraşırken, bir yandan da gecesini gündüzüne katarak öğrendiği Fransızcası ile, yüksek okullardaki fizik, kimya, biyoloji, matematik, astronomi derslerini takip ediyordu. İstanbul’a döndüğü zaman, o sırada açılan Darulfünun’a (Üniversite’ye) müdür tâyin edildi.
Hoca Tahsin Efendi kısa bir süre sonra gericilerin büyük engelleriyle karşılaştı. Bu arada, bir gün, canlıların havasız yaşayamayacaklarını göstermek için, havası alınmış bir fanusta bir güvercini öldürmesi, büyük tepkilere yol açtı. Yobazlar, onu dinsizlikle suçluyorlardı. Buna benzer olaylar yüzünden, Darülfünun bir yıl sonra kapandı. Hoca Tahsin Efendi, özel bir okul açıp dersler vererek hayatını kazanmaya çalıştı. Ders verdiği öğrencileri arasından Şemsettin Sami, Abdülhak Hâmit gibi büyük değerler çıkmıştır.
Osmnalı’da gökyüzünün ilk basılı haritasını vücuda getiren Hoca Tahsin Efendi’nin sağlam, bir nesir ve nazım dili vardı. Bununla birlikte, geniş, derin bilgisi ölçüsünde eserler yazmamıştır. Çevresine en büyük faydası, dersleri, öğretmenliği yolu iledir. Kitaplarından başlıcaları “Mir’atı Sema”, “Tarih-i Tekvin”, “Esrar-ı Ab-ü Hava”, “Esas-ı İlm-î Heyet”tir. İlm-i Ruh isimli eseri de Türkiye’de psikoloji konusunda meydana getirilen ilk araştırma sayılabilir.
kaynak:nkfu
Alfred Hugenberg; (d. 19 Haziran 1865, Hannover – ö. 12 Mart 1951, Kükenbruch, Batı Almanya), Alman sanayici ve siyaset adamıdır. Başında bulunduğu büyük basın ve filmcilik imparatorluğuyla ve tutucu Alman Ulusal Halk Partisi’ndeki (DNUP) etkin konumuyla Weimar Cumhuriyeti döneminde (1918-33) Alman kamuoyu üzerinde büyük etkide bulunmuş, Hitler’in iktidara tırmanışını maddi olarak desteklemiştir.
Pangermen Birliği adlı milliyetçi örgütün kurucularından olan Hugenberg 1903’te Prusya’da maliye bakanlığında görev aldı. 1909-18 arasında dev sanayi birliği Krupp’ un yönetim kurulu başkanlığını yaptı. 1916’dan sonraki yatırımları sonucunda Weimar döneminde, Almanya’da yayımlanan gazetelerin hisselerinin önemli bir bölümünü, bir teleks ajansını ve UFA adlı filmcilik şirketiyle birlikte pek çok kuruluşu ele geçirdi. Koyu bir monarşist olarak 1919’da DNUP’a girdi ve partinin sağ kanadının başına geçti. 1920’de Reichstag (Parlamento) üyesi oldu. Propaganda alanında Almanya’nın en güçlü adamı olarak Versailles Antlaşması’na (1919) ve Almanya’nın antlaşmadaki konumuna karşı çıktı; ayrıca komünizmle sosyal demokrasiye karşı sert bir saldırıya girişti. Almanya’nın batı sınırlarını belirleyen ve Fransızların geri çekilmesini hızlandıran Locarno Paktı’na (1925) karşı tutum aldı. 1928’den sonra partinin önderi olarak Nazilerle birlikte tazminatlar konusundaki Young Planı’na karşı kampanya yürüttü. Uzlaşmaz tutumuyla, daha ılımlıların partiden ayrılmasına yol açtı. Seçimlerde Nazilerin kazandığı başarıları kendi siyasi emelleri için kullanmak istedi. Bu amaçla milliyetçi, tutucu çevrelerle Hitler arasında Hareburg Cephesi adlı ittifakı kurarak Brüning hükümetini düşürmeye çalıştıysa da Nazileri istediği biçimde yönlendiremedi. Ama Harzburg Anlaşması’ndan sonra Alman sanayicilerince Hitler’in partisine yapılan büyük yardımların Nazilerin güçlenmesine önemli katkısı oldu. Hugenberg 30 Ocak 1933’te ekonomi ve gıda bakanı olarak Hitler’in kabinesine girdiğinde hâlâ Nazileri denetim altına almayı umuyordu, ama bunun bir yanılgı olduğu kısa sürede anlaşıldı. 26 Haziran 1933’te istifa etti, partisi ise dağıtıldı. 1945’e değin Reichstag üyeliğini sürdürmekle birlikte bu dönemde siyasal nüfuzu kalmadı.
kaynak:nkfu
Sol Hurok; (d. 9 Nisan 1888, Pogar, Harkov yakınları, Rus Çarlığı -ö. 5 Mart 1974, New York kenti, ABD), dünyanın en büyük emprezaryolarından biridir. Seçkin yabancı virtüözleri ve toplulukları ABD’ye getirerek Amerikan izleyicisinin klasik müziğe, özellikle de baleye ilgi duymasına büyük katkıda bulunmuştur.
1906’da ABD’ye gitti; sekiz yıl sonra da vatandaşlığa kabul edildi. Çeşitli işlere girip çıktıktan sonra işçi kuruluşları için konserler düzenlemeye başladı. 1911’de kemancı Efrem Zimbalist’i Sosyalist Parti yararına konser vermeye ikna etti. 1916’da artık New York Hipodromu’nda Mischa Elman ve Alma Gluck gibi virtüözlerle konserler düzenliyordu. Sonunda, birçoğu doğum yeri Rusya’dan gelen seçkin sanatçı ve toplulukların emprezaryosu haline geldi. Çok sayıda Amerikalının Bolşoy Balesi, Sadler’s Wells (sonradan Kraliyet) Balesi, Monte Carlo Rus Balesi, Kirov Balesi, Old Vic ve Comedie Française gibi topluluklarla Anna Pavlova, Fyodor Şalyapin, Isadora Duncan, Arthur Rubinstein, Michel Fokine, Andres Segovia, Isaac Stern, Gregor Piatigorsky, Oystrah’lar, Margot Fonteyn, Galina Ulanova, Maria Callas ve Van Cliburn gibi yıldız sanatçıları izlemesini sağladı. En az 4 bin yorumcuyu seyirci karşısına çıkardığı söylenir. En büyük keşiflerinden biri, 1935’te Paris’te dinlediği kontralto Marian Anderson’dı.
1969’da S. Hurok Concerts, Inc. adlı şirketini Transcontinental Investing Corp.’a sattıysa da şirket üzerindeki denetimini sürdürdü ve ölünceye değin konserler düzenledi.
1946’da yayımlanan Impresario (Emprezaryo) adlı iki ciltlik otobiyografisi Tonight We Sing (1953; Bu Gece Şarkı Söylüyoruz) adıyla sinemaya uyarlandı. Hurok Fransız kültür kuruluşlarını tanıtmadaki başarılarından dolayı 1953’te Legion d’honneur nişanının “Chevalier” unvanı ile ödüllendirildi.
kaynak:nkfu
Emil Ludwig; (1881 – 1948)
Tanınmış bir Alman yazarıdır, daha çok büyük adamların hayatına dair yazdığı eserlerle tanınmıştır. Breslau’da doğdu. Heidelberg Universitesi’nde hukuk okudu. Kısa bir süre avukatlıkla haya tını kazandıktan sonra yazı yazmaya başladı. Yirmi beş yaşındayken İsviçre’ye yerleşti. 1932’de İsviçre tabiiyetine geçti. Naziler Almanya’da idareyi ele aldıkları zaman Emil Ludwig’in de kitapları yakıldı. Buna sebep, yazarın ailesinde Musevi asıllı kimselerin bulunmasıydı. ikinci Dünya Savaşı sırasında Amerika’ya gitti, ömrünün son yıllarını orada geçirdi.
E. Ludwig’in başlıca eserleri şunlardır: “Goethe” ( 1920), “Napoleon” (1924), “Bismarck” ( 1926), “İsa” (1928), “Roosevelt” (1938), “Bolivar” (1942), “Doktor Freud” (1945); “Akdeniz” ( 1927), “Nil” (1935).
1929 yılında Emil Ludwig Türkiye’ye gelmiş ve Atatürk ile bir görüşme yapmıştır.
kaynak:nkfu
Tanınmış bir Türk bilginidir. 1869 ile 1944 yılları arasında yaşamıştır.Felsefe ve dil üzerinde çalışmaları meşhurdur. İzmir’ de doğduğu için de soyadını böyle aldı. İzmir’de orta öğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek Darülmuallimîn-i Aliye’ye (Yüksek Öğretmen Okulu’na) girdi. Buranın edebiyat bölümünü bitirdi. Ayrıca medreseye devam etti. Oradan da icazet aldı. Fen fakültesinde de okudu.
Okumayı çok severdi. Bundan dolayı, çeşitli müesseselerde, bu arada Mülkiye Mektebi’nde, öğretmen okulunda, Darüşşafaka’da, fıkıh, İslâm felsefesi, felsefe tarihi, dinler tarihi okuttu. Bir ara Maarif Nazırlığı yaptı. Edebiyat Fakültesi, İlahiyat Fakültesi başkanlıklarında bulundu. Çeşitli komisyonlara başkanlık etti. Bir yandan da, sayısı kırka yaklaşan eserlerini yayınlıyordu.
1933 yılında İstanbul Üniversitesi kurulup Darülfünun kaldırıldığı zaman yerinde bırakılan sayılı birkaç profesörden biri de oydu. Eserleri sade bizim memleketimizde takdir edilmekle kalmamıştır, Fransız hükümeti de kendisine Akademi nişanı vermiştir.
İzmirli İsmail Hakkı, çok çeşitli konularda çalışmış bir fikir adamıydı. Metafizikten, İslami ilimlerden meteorolojiye kadar birçok konuda eseri vardır. Bu arada, Anglikan Kilisesinin zuhuruna dair eseri çok ilgi uyandırmıştı. Dört bin ciltlik kütüphanesini, Süleymaniye Kütüphanesine vakfetmiştir.
kaynak:nkfu
Dante Alighieri;( 1265 – 1321 )
Dünya edebiyatının en ünlü kişilerinden olan bir İtalyan şairidir. Daha çok «Divina Commedia» (İlahi Komedya) adlı eseriyle tanınmıştır.
Dante, Floransa’da doğdu. Hayatının ilk yıllan hakkında fazla bir bilgi edinilememiştir. Yazılarında kendi anlattığına göre, küçük yaşta babasını kaybetmiş; annesi ona, iyi bir öğrenim yapabilmesi ünlü fikir adamlarından, Brunetto Latini’den ders aldırtmıştır. Daha sonra Bologna’da, Padua’ da felsefe, Paris’te de ilahiyat okumuştur.
Bu. sırada Floransa’nın siyasi durumu çok karışmış, memleket Beyazlar ve Siyahlar olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Dante, Beyazlar’ı tutuyordu. 1302’de Papa taraftarı olan Siyahlar idareyi ele alınca Dante, diğer Beyazlar’la birlikte Floransa’dan çıkarıldı.
Bu tarihten sonra Dante, Arezzo, Padua ve Verona gibi birçok şehirlerde gezdi; onun değerini takdir eden kimselerin yardımlarıyla yaşadı. «İlâhi Komedya» yı bu devredeki hayatının bir sonucu olarak yazdı.
Dante’yi hayatında ve yazılarında en çok etkilemiş olaylardan biri de Beatrice Portinaci adlı genç bir kıza olan aşkıdır. Beatrice, Simone de Bardi adında bir asille evlenip genç yaşında da öldüğü – halde Dante o,nu hiçbir zaman unutamamıştır.
«İlâhi Komedya» Dante’nin tek eseri olmamakla beraber en önemlisidir. Eser başlangıçta «Commedia» (Komedya) başlığı altında yazılmış; «ilâhi» anlamına gelen «Divina» kelimesi sonradan, esere hayran olan XVI yüzyıl edebiyat dünyası tarafından eklenmiştir «Divina Commedia», bir destan olarak kabul edilmekle beraber’ o zamana, kadar yazılmış destanlardan çok ayrı bir yapısı vardır. Batı’da «Ortaçağ’ın karanlık ve hüzünlü atmosferinde yüce bir güzellik» olarak kabul edilen bu eserin büyük Arap edibi Ebûl-Alâ Maarri’nin «Risâletül-Gufrân»ından, kopya denecek derecede alındığı 1918’de İspanyol bilgini M. A. Palacio tarafından kesin olarak ispat edilmiştir Bu durum Avrupa’da büyük bir sinirlilik yaratmışsa da sonradan bütün bilginler bunu kabul etmişlerdir.
Dante’nin diğer önemli eserleri şunlardır; «Vita Nuova» (Yeni Hayat); «Convivio» (Ziyafet); «Monarchia» (Monarşi).
kaynak:nkfu
Max Horkheimer; (d. 14 Şubat 1895, Stuttgart – ö. 7 Temmuz 1973, Nürnberg, Batı Almanya), Frankfurt okulunun önde gelen temsilcilerinden Alman sosyolog ve düşünürdür.
Lise öğrenimini yarıda bırakarak bir süre babasının fabrikasında çalıştı. Daha sonra yeniden okumaya başlayarak psikoloji, iktisat ve felsefe öğrenimi gördü. Okul yılların da özellikle Kant’ın görüşlerine ilgi duydu; Nietzsche ve Marx’tan da etkilendi. 1930’da Frankfurt Üniversitesi’nde toplum felsefesi profesörlüğüne ve üniversitenin Sosyal Araştırma Enstitüsü müdürlüğüne getirildi. 1933’te Hitler’in iktidara gelmesi üzerine enstitünün çalışmalarını önce İsviçre’de, 1934’te de New York’ta Columbia Üniversitesi’nde sürdürmesini sağladı. 1944-47 arasında Amerikan Yahudi Komitesi’nin müdürlüğünü yaptı. 1949’da Almanya’ya döndükten sonra Frankfurt Üniversitesi’ne girdi ve enstitünün yeniden kurulması için çalıştı. Bir süre rektörlük de yaptıktan sonra 1959’da emekliye ayrıldı.
1920’lerde büyük ölçüde Marx’ın düşünceleri temelinde biçimlenmeye başlayan Frankfurt okulunun bakış açısını en açık biçimde yansıtan metin, Horkheimer’in 1932’de yayımladığı “Traditionelle und kritische Theorie” (Geleneksel ve Eleştirel Kuram) adlı uzun makaledir. Horkheimer bu makalede olguculuktan kaynaklanan geleneksel kuramların toplumsal araştırmalar konusundaki yetersizliğini vurgulayarak eleştirel kuramı savundu. Bilim adamının, kendisinin de toplumsal ve tarihsel etkilenme içinde olduğunu unutmadan, kendi bakış açısını sürekli irdeleyen bir tutumu benimsemesi gerektiğini ileri sürdü. Bu tutum, bazı sosyoloji görüşlerinde ortaya atıldığı gibi, değerlerden bağımsız ve nesnel değil, bilim adamının eleştiri sonucu benimseyebileceği toplumsal ve tarihsel değerlere dayalı olmalıydı. Bilim adamı toplumun dışına ve üstüne çıkmaya çalışmamak; araştırmalarında saptayacağı toplumsal yönelimleri, belirleyeceği bir bakış açısından değerlendirmeliydi.
Horkheimer ABD’de bulunduğu sırada okulun önde gelen üyelerinden T. W. Adorno ile birlikte yazdığı Dialektik der Aufklärung’da (1947; Aydınlanmanın Diyalektiği) katı ideolojik yaklaşımların kökenini 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesine bağladı. Her şeyden üstün tutulan usçuluğun, giderek kendi varlığını da tehlikeye düşüren bir gelişme gösterdiğini ve her bir noktası tam olarak belirlenmiş totaliter toplum bi-çimleriyle yalnızca ekonomi yasalarının egemen olduğu kapitalist sistemlere dayanak oluşturduğunu savundu.
1949’da Frankfurt okulunun çoğu üyesiyle birlikte Frankfurt’a dönen Horkheimer, eleştirel ilkelere bağlı kalmakla birlikte, savaşın da etkisiyle başlangıçtakinden daha ılımlı bir eğilim ortaya koydu. Zamanla Adorno ve Jürgen Habermas Frankfurt okulu içinde daha etkili bir konum kazandıysa da onun başlattığı Kantçı ve Hegelci geleneğin izleri kalıcı oldu.
Horkheimer’in öbür yapıtları arasında Dämmerung (1934; Batış), Eclipse of Reason (1947; Akıl Tutulması 1986), Aus der Pubertät (1947; Erginliğin İçinden) ve Kritische Theorie (1968, 2 cilt; Eleştirel Kuram) sayılabilir.
kaynak:nkfu
Marcello Malpighi, İtalya’da Bologna’da yaşayan bir çiftçinin oğlu olup, 1628 yılında doğmuştur. 25 yaşında Bologna üniversitesinden tıp doktoru unvanını almıştır. Pisa ve Messina üniversitelerinde bir müddet hocalık ettikten sonra, kendi üniversitesine dönmüş ve burada birçok araştırmalar yapmıştır.
Malpighi, mikroskop kullanılmasında öncülük etmiş bilginlerin en başarılı olmuş olanlarından biridir. İlk büyük araştırması, William Harvey’in kan dolaşımı üzerindeki fikirlerini geliştirmek olmuştur. Harvey, kanın atardamarlardan toplardamarlara geçebilmesi için arada herhangi bir şekilde ilişkinin bulunması gerektiğini düşünmüş, fakat böyle bir ilişki görememiştir. Malpighi, bir kurbağanın akciğerlerini mikroskop altında incelerken ince kılcal boruları görmüş ve bunların o ödevi yapmakta olduklarını gösterebilmiştir. «Kan daima damarlar içinde bulunup, herhangi bir boşluğa dökülmediğine göre, bu dolaşık borular içine dağılmasının lâzım geldiği» ni yazmıştır.
Mikroskopla diğer birçok şeyler de incelenmiştir. Malpighi, bir ipekböceği tırtılını mikroskop altında parçalayarak, diğer hayvanlar gibi karmaşık bir yapısı bulunduğunu göstermiştir. Bundan, evvel böyle küçük canlıların iç organları bulunmadığı sanılmaktaydı. Bundan başka, bir tavuk embriyosunun yumurta içindeki gelişimini incelemiştir. İtalyan bilginlerinin insan vücudu üzerindeki araştırmaları Malpighi tabakası (derinin tabakalarından biri) ve böbrekteki Malpighi cisimleri adlarıyla hatırlanmaktadır.
Birçok bitkilerin yapılarının gelişimini incelemiş olmasından dolayı Malpighi, Nehemiah Grew (1628-1711) ile birlikte,. bitki anatomisinin kurucularından biri olarak tanınmaktadır.
Son yıllarında Papanın (Innocent XII.) tıbbî müşaviri vazifesinde bulunmuştur. Malpighi, 1694 yılında ölmüştür.
kaynak:nkfu
Japon sinemasının en önemli ve etkin temsilcisi Kurosawa, filmlerinde genellikle tarihi konuları işledi. Ayrıca Batı kültüründen esinlenen edebiyat motifleri kullandı.
Kurosawa, Tokyo kentinin Omori semtinde dünyaya geldi. Bir beden eğitimi öğretmeninin oğlu olan Akira, Taişo-döneminin (1912-26) klasik eğitiminden geçti. Güneş doğmadan eskrim dersi, ilkokul, akşamları da kaligrafi kursu. Kurosawa 1928’de Batı Resim Sanatları Doşuka Okulunda resim eğitimine başladı. 20’li yılların sonunda, film programlarına metin yazan ve sessiz film yorumcusu olarak çalışan erkek kardeşinin etkisiyle, o da sinema aşkına tutuldu. Hayatını resim çizerek kazanan Kurosawa, 1929’da Proleter Sanatçılar Birliğine katıldı ama aradığını burada bulamayınca üç yıl sonra aralarından ayrıldı.
1942/43: Sansürlü İlk Filmi Kurosawa bir film şirketinde iki yıl çalıştıktan sonra 1938’de yönetmen Kajiro Yamamato’nun birinci asistanı oldu. Bu arada yazdığı senaryolardan bazıları ödüllendirildiyse de hiçbiri gerçekleştirilemedi. 1942/43’de gösterime giren Sugata Sanşiro (Büyük Judo Efsanesi) adlı ilk filmi eleştirmenler ve seyircilerce çok beğenilmekle beraber, Japon sansürü tarafından “Îngiliz-Amerikan” yanlısı bulunarak sansüre takıldı. Bir Judo savaşçısının öyküsü olan bu film, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Amerikan makamları tarafından, feodal fikirleri övüyor diye yasaklandı.
1950: Uluslararası Dikkatleri Çekmesi Kurosawa 1948 yılında, çevirdiği Yoidore tenşi (Sarhoş Melek) filminde bundan sonraki 20 yıl içinde en önemli başrol oyuncusu olacak olan Toşiro Mifune adlı aktörü oynattı. Mifune bu filmde, Kurosawa filmleri için tipik olan yalnız kahramanı canlandırdı.
Kurosawa 1950 yılında çevirdiği Raşomon adlı filmiyle uluslararası üne kavuştu. Bir Samuray’m öldürülüşünü ve karısının ırzına geçirmesini dört ayrı perspektiften anlatan bu film, 1952’de en iyi yabancı film dalında Oscar ödülüne layık görülerek ilk kez Batılı seyircilerin dikkatlerini Japon sinemasına çekti. Kurosawa bu filminde Japon edebiyatından iki örnek sundu. Bunun arkasından çevirdiği Hakuçi (1951) ile Dostoyevski’nin “Budala” adlı romanını ele aldı. Kurosawa bundan sonra da tekrar tekrar ünlü edebi eserleri sinemaya uyarladı.
1953: İlk Savaş Filmi Kurosawa için karakteristik olan savaş sahnelerini sunan ilk filmi, 1953’te çevirdiği Şifinin no samurai (Yedi Samuray) adlı yapıtıdır. Bu filmde bir grup samuray, köye her yıl hasat zamanında musallat olan haydut ordusuna karşı yürüttükleri mücadelede köylüleri destekler. Kurosawa, bu şiddet olayındaki dinamizmi ve acımasızlığı daha da belirgin bir biçimde vurgulamak için tele çekim ve ağır çekim gibi tekniklere başvurur. Kurosawa 1959’da kendi yapımcı firmasını kurdu ve bu şirketiyle beş film çevirdi. Aralarında bulunan Yocimbo (1960) daha sonraki yıllarda Sergio Leone’ye çevireceği İtalyan-Westernleri için örnek oldu. Kurosawa Amerikalı Twentieth Century Fox şirketiyle 60’lı yılların ortasından sonra işbirliğini sürdürmedi. Kendi yurdundan kısa bir süre uzak kalan Kurosawa, sonraki yıllarda Japonya’da da film yapımcılığına fırsat bulamadı. 1970 yılında gösterime giren Dodeskaden adlı film parasal açıdan büyük bir fiyasko olunca, Kurosawa intihar etmeye kalkıştı.
1980’den Sonra: Amerikan Yardımı Kurosawa ancak on yıl sonra Kagemuşa (1980) adlı yapıtıyla kendi ülkesinde yeniden bir film yapımını gerçekleştirebildi. Efendisi öldükten sonra, onun rolünü üstlenen bir sahtekârın öyküsünü anlatan bu film, savaş sanatlarının yerini baruta bırakmasıyla Samuray’ların sonunu da getirmiş oldu. Shakespeare’in “Kral Lear” adlı yapıtından sinemaya uyarladığı Ran (1985) da önceki filmi gibi pesimist bir filmdi. Gerçi filmin konusu geçmişte geçer, ama “Ran” (Kaos, kargaşalık) Kurosawa’ya göre “en son dönemini” yaşayan bir dünyayı temsil etmektedir. ABD’de gerçekleştirdiği Akira Kurosawa’s Dreams (Düşler, 1990) adlı filminde Kurosawa, sekiz rüyayı arka arkaya dizerek insan hayatının değişik görünüşlerini bir arada gösteren büyülü bir resim dünyasını sunar; bu nedenle bu film eleştirmenler tarafından bilgece bir yaşlılık yapıtı olarak övüldü. 1990 yılında 80 yaşındaki Kurosawa ömür boyu Şeref Oscarı’yla ödüllendirildi. Rhapsody in August (Ağustos’da Rapsodi, 1991) ve Madadayo (1993) adlı filmleri çektikten sonra 1998’de hayata gözlerini yumdu.
kaynak:nkfu
Yaklaşık 1.200 filme imza atan son derece üretken sinema öncüsü Fransız yönetmen Méliès, popüler bol dekorlu tiyatroyu yeni medya aracına bağlamayı başardı. Trük sinemasının mucidi Méliès, sihirli ve fantastik efektleriyle sayısız Fransız yönetmene örnek oldu.
Paris’te zengin bir ayakkabı fabrikatörünün oğlu olarak dünyaya gözlerini açan Méliès, tasasız bir çocukluk geçirdi. Ortaokulu bitirdikten sonra birkaç yıl babasının fabrikasında çalışan delikanlı makineleri yakından tanıdı ve sonraki çalışmaları için önemli deneyimler kazandı.
1884’ten Sonra: Tiyatro Müdürlüğü Méliès bir müddet “La Griffe” adlı hiciv dergisinde karikatürcü olarak çalıştı. 1884 yılında Londra’yı ziyaretinde ünlü sihirbaz sanatçılar Maskelyne ve Devant’ın bir gösterisini izledi. O anda, kendisi de sihirbaz olmaya karar verdi. 1888 yılında Paris’teki Robert Houdin Tiyatrosu’nu satın alarak bundan böyle yalnız sanatsal çalışmalarla ilgilendi. Méliès kendi tiyatrosunda yapımcı, yönetmen, sahne dekorcusu ve oyuncu olarak çalıştı.
1896’dan Sonra: Film Prodüksiyonları Lumière Kardeşler 1895 yılında Cinematograf’larıyla ilk kez “canlı resimler” göstererek sinema tarihinin başlangıç noktasını koydukları zaman, Méliès de seyirciler arasındaydı. Bu yeni alete hayran kalan Méliès, Lumière Kardeşlerden bu gösteri makinesini satın almak için boşuna uğraştı. Bunun üzerine Londralı gözlükçü Robert W. Paul’dan benzeri bir alet satın aldı. 4.4.1896 tarihinde tiyatrosunu sinemaya dönüştürerek yeniden açılışını yaptı. Méliès sinemasının ilk yılında birkaç dakikalık 87 kısa filme imza attı. 1897’de yaklaşık 80.000 altın frank yatırarak, Paris’in banliyösü Montreuil’de 1931’e kadar yaklaşık 500 filmin gerçekleştirildiği, kendine ait film stüdyosunu inşa etti. Méliès yapıtlarında tiyatronun araçlarını ilk kez bu yeni medya aracına uyguladı.
1898-1906: “Trük” (Film Hilesi) ile Başarıya Film şeridinin kısa bir süre kameraya sıkışması gibi bir tesadüf sonucu Méliès 1898’de trük fotoğrafçılığını keşfetti. Bu şekilde sihirli efektler yaratabileceğini anladı, fotoğrafları üst üste kopyaladı ve böylece sihirli (hayali) görüntüler oluşturdu. İkili ve çoklu ışıklandırmayı ve stop trükü icat etti. La boite mystérieuse (Sihirli Kutu) adlı filminde 1898’de altı değişik trük kullandı. L’homme orchestre (Orkestra Adamı, 1899) filminde yedi değişik kamera ayan uyguladı ve 1901’de L’homme à la tête de caoutchouc (Kauçuk Başlı Adam) adlı yapıtında ilk kez hareketli fotoğrafçılığı bir film çekme aracı olarak sundu. Méliès en büyük başarısına Jules Vernes ve H. G. Wells’in romanlarından sinemaya uyarladığı Le voyage dans la Lune (Aya Seyahat, 1902) adlı filmiyle ulaştı. Bu filmde astronotlar mermi biçiminde bir hava gemisiyle aya atılır, tam ortasına düşerler ve heyecan dolu bir iki serüvenden sonra sapasağlam dünyaya dönerler.
1900’den Sonra: Pazarlama Döneminin Başlangıcı İngiltere’nin büyük “Music Hall” çalgılı/içkili gazinoları yüzyılın başından beri Méliès’nin yapıtlarını alıyorlardı. Filmleri diğer Avrupa memleketlerinde ve ABD’de de gösterilerek beğeni topluyordu. Méliès’in Star Film adlı şirketi New York’ta bir şube açtı. Méliès filmlerini artık satmayıp yalnızca kiralıyordu. Erkek kardeşi Gaston’un yönettiği şube, kısa zamanda çalışmalarının en önemli parasal desteği haline geldi.
1907’den Sonra: Batışı 1900’ü izleyen ilk on yılın sonuna doğru Méliès’in sinemaya uyarladığı geleneksel tiyatro, seyircilerin ilgisini çekmemeye başladı. Rekabetin baskısı artınca, film zanaatçılığından film endüstrisine geçiş, Méliès’in bağımsızlığına maloldu. 1911 yılında Pathé Frères adlı büyük prodüksiyon şirketiyle işbirliği yaparak filmlerinin dağıtım işini onlara bırakmak zorunda kaldı. La conquête du pôle (Kutbun Keşfi, 1912) ile Le voyage des Bourrichons (Bourrichon Ailesinin Seyahati, 1913) adlı son film projelerini gerçekleştirebilmek için büyük borçlara girmek zorunda kaldı. 1914’te New York’taki şirketi battı. Méliès stüdyolarından birini varyete tiyatrosuna çevirdi. 1923’e kadar bu tiyatroda oyuncu olarak sahneye çıktıysa da bu işte de iflas etti.
1923’ten Sonra: Mütevazı Bir Son Méliès tüm servetini kaybetmişti. Filmlerinin çoğu ayakkabı endüstrisinde ham malzeme olarak kullanıldı. Montparnasse gannda oyuncak satarken sinema yazarlarından biri Méliès’i tanıdı ve 1928 yılında filmlerini bir geriye bakış derleme-siyle gösterime soktu. Bu gösterilerden sağladığı kazançla Méliès, 1931 yılında, 69 yaşında hayata veda edinceye kadar yaşamını sürdürdüğü bir huzurevine çekilebildi.
kaynak:nkfu
Fransız yönetmen Melvilie, serinkanlılıkla çevirdiği gangster filmleriyle olduğu kadar, kendine özgü film stiliyle de “Nouvelle vague”ın örnek yönetmenlerinden biri oldu. Melville’in yapıtları, insanların kaderin ördüğü tuzaklar yüzünden kurban oldukları düşman bir dünyadan, konularını alırlar.
Melvilie, zengin bir ailenin oğlu olarak Jean-Pierre Grumbach adıyla Paris’te doğdu. Okulu bitirdikten sonra ticaret alanında yetişti ve savaş patlamadan kısa bir müddet önce büyük bir mağazanın müdürlüğüne getirildi. Savaş yıllarını İngiltere’de geçiren Grumbach, orada bulunan askerler için düzenlenen film gösterileri sayesinde sinemaya karşı ilgi duymaya başladı. Melvilie 1945’te Organisation Générale Cinématographique adı altında kurduğu film şirketinin başına geçti. Soyadını yazar Herman Melville’den esinlenerek Melvilie olarak değiştiren yönetmen, bir yıl sonra ilk kısa filmini gerçekleştirdi.
1947’den Sonra: Edebiyattan Uyarlamalar Melvilie 1947’de Fransız yazar Vercor’un aynı adlı öyküsünden sinemaya uyarladığı La silence de la mer (Denizin Sessizliği) adlı ilk uzun metrajlı filmini gerçekleştirdi. Bu filmde İkinci Dünya Savaşı sıralarında Fransa’da bir ailenin evinde kalan bir Alman subayı Fransızlardan anlayış bekler ama bulamaz. Subay bunun üzerine gönüllü olarak doğu cephesine tayinini ister. Zaman zaman sıkıcı uzunlukta görüntülerle, Melvilie bu filmin konusunu aslına uygun bir biçimde vermeye çalıştı.
İkinci uzun metrajlı filminde de edebiyata başvurdu. Les enfants terribles (Müthiş Çocuklar, 1949), Melville’in samimi arkadaşı ve koruyucusu Jean Cocteau’nun aynı adlı romanının sinemaya uyarlanmasıdır. Burada biri kız, biri erkek iki kardeşin ilişkisi, erkek başka bir kadına ilgi duyunca, felaketle sonuçlanır. Melville’in bundan sonraki yapıtlarının başlıca konusu ümitsiz aşklardı. Fransız yönetmen bu filmlerinde toplumun kenarındaki kaderleri aktarmayı yeğliyordu.
1962: İlk Kriminal Filmi Melville’in Georges Simenon’un bir romanından sinemaya uyarladığı ilk gangster filmi, ABD’de yerleşen yaşlı bir milyoneri (Charles Vanel) konu alır. Milyoner şoförü (Jean-Paul Belmondo) tarafından soyulursa da, adam sonradan pişman olur ve patronunun yanına geri döner. Melvilie bu yapıtıyla, Amerikan Kara Dizi filmlerini çağırıştıran Fransız “film noir” (kara film) uzmanı olarak tanınmasını sağladı. Bu filmi aynı zamanda 60’lı yılların sonunda ortaya çıkan “Road-movies”ın (Yol Filmi) erken öncülerindendir.
Melvilie yine 1962’de Le doulos (Beyaz Yelkenli Şeytan) adlı filmiyle, duygularına kapılmak gibi bir lükse izin verdikleri için mahva sürüklenen gangsterlerin kasvetli bir öyküsünü anlatır. Muhbir sanılan birinin (Jean-Paul Belmando) aslında koruyucu olduğu anlaşılırsa da, katiller çoktan, artık geri alınamayacak öldürme emriyle onun peşine düşmüşlerdir. Korkunç bir karmaşıklık içinde bir dünya gösteren bu çalışma “Nouvelle vague”ın yönetmenleri üzerinde son derece etkili oldu. Lino Ventura’yı başrolde oynattığı Le deuxième souffle (İkinci Nefes, 1966) adlı filminde Melville, polisin ve gangsterlerin kullandıkları metodların sonuçta birbirine hiç de yabancı olmadıklarını gösterdi. Burada bir soyguncunun işlediği hiçbir suçu kanıtlayamayan bir komiser, onu suç ortaklarına gammazlar.
1967: Uluslararası Üne Kavuşması Melville 1967’de Samurai mitine el atınca uluslararası alanda ünlenmeyi başardı. Le samourai (Buz Gibi Soğuk Bir Melek) adlı filmde Alain Delon, işverenleri tarafından kurban edileceği kararlaştırılan, ama ne zaman ve ne şekilde öleceğini kendisinin tespit etmesi istenilen, son derece dakik çalışan kiralık bir katildir. Kendisini takip edenlerden kurtulan katil, polisleri bilerek boş bir tabancayla kışkırtıp vurulmasını sağlar. Çok katı bir biçimde belirlenmiş kurallara göre kaçınılmaz sona götüren katilin kaderi, birçok eleştirmene antik bir trajediyi anımsattı. Melvilde 1969’da bir daha İkinci Dünya Savaşı konusuna eğildi. Lino Ventura ile Simone Signoret’nin rol aldıkları L’armée des ombres (Göldeki Ordu) adlı filminde bir kadın direnişçinin öyküsünü anlatır. Alman işgalcileri tarafından şantajla tehdit edilen kadın, kendilerini korumak zorunda olan direnişçi arkadaşları tarafından öldürülür. 1970 yılında gösterime giren Le cercle rouge (Kırmızı Daire) adlı kriminal film, Melville’in seyirci nezdindeki en büyük zaferini oluşturmaktadır. Burada hapisten kaçan bir gangster bir kuyumcu dükkânını soyar, polis tarafından kovuşturulur ve sonunda tuzağa düşer. Melville serinkanlı bir titizlikle, bakışlarla hareketlerin çoğu kez saf aksiyondan daha çok şey ifade ettiği, bir gerilim filmi yarattı. Melville stil açısından Un flic (Şef, 1972) adlı son yapıtıyla Le cercle rouge’la bağlantı kurdu. Bu filminde Melville acımasız bir komiserle bir banka soyguncusu çetesini konu almaktadır. Melville 1973 yılında, 55 yaşında geçirdiği bir enfarktüse yenik düştü.
kaynak:nkfu
20’li yıllarda Alman sinemasının aykırı yönetmeni Murnau, Nosferatu (1922) ile vampir filmleri çığrını açtı ve sayısız korku filmi yönetmenini etkiledi. Murnau, hareketli ve sübjektif kamerayı kullanan ilk yönetmenler arasındadır.
Bielefeld’de Friedrich Wilhelm Plumpe olarak dünyaya gelen Murnau, Heidelberg ve Berlin’de felsefe ve sanat tarihi eğitimi gördü. Üniversiteye devam ederken bir yandan da Berlin’deki öğrenci tiyatrolarından birinde oyunculuk yaptı ve burada Max Reinhardt tarafından keşfedildi. Murnau, 1912’den sonra Reinhardt’ın sahneye koyduğu bazı yapıtlarında oynadı. Birinci Dünya Savaşı’nda savaş pilotu olarak görev yapan Murnau, mecburi bir iniş sırasında İsviçre’de enterne edildi.
1922: Vampir Filmlerinin Doğuşu Murnau 1919’da, günümüzde kayıp yapıtlar arasında sayılan Der Knabe in Blau (Mavili Çocuk) adlı filmle sinema yönetmenliğine adım attı. İlk büyük başarısını 1922’de vampir film türünü icat ettiği Nosferatu-Eine Symphonie des Grauens (Nosferatu-Korkunun Senfonisi) adlı filmiyle kaydetti. Murnau da yönetmen meslektaşlarının çoğu gibi, ruhun gizli kalmış yönlerini araştırdı, fakat kadere çaresizce baş eğmiş insanları sunmadı. Nosferatu esas itibariyle Bram Stoker’in “Dracula” adlı romanından alınmıştı. Burada Thomas Hutter adında bir adam, sonradan vampir Nosferatu olduğu anlaşılan, esrarengiz bir düke bir ev satmak için Transilvanya’ya gider. Vampir kendisini takip eder ve beraberinde veba hastalığını getirir. Ancak, Hutter’in kansı vampirle bir gece geçirerek kendisini feda edince kent halkı kurtulur. Murnau karanlık mahzenlerle ve daracık sokaklarla olduğu kadar titrek, oynak ışıklarla da gizemin boğucu atmosferini oluşturdu. O yılların sinema tekniğini de sonuna kadar kullandı. Filme negatifler monte etti, görüntü hızını değiştirdi ve Nosferatu’yu sık sık balıkgözü perspektifinden gösterdi.
1924: “Zincirlerinden Kurtulan” Kamera Phantom (1922) gibi popüler birkaç filmden sonra Murnau 1924’te Der letzte Mann (Son Gelen Adam) adlı psikolojik incelemeyi gerçekleştirdi. Bu filmde üniformalı bir otel kapıcısı işini kaybederek tuvalet bekçiliğine kadar düşer ve bu yüzden manevi çöküntüye uğrar. Yapımcılar Murnau’u filmi mutlu bir sonla bitirmesi için sıkıştırınca, yaşlı kapıcıya zengin bir otel müşterisinin serveti kalır -ama bu son da filmde yama gibi sırıtır. Murnau kamerayı değişik biçimlerde kullanarak sinema tekniğine yenilikler kazandırdı. Örneğin ilk kez bir çeşit kamera vinci, ayrıca binaların cephelerini çarpıtan ve doğrudan doğruya insanlarla nesnelere yaklaşan “zincirlerinden kurtulmuş” (hareketli) bir kamera kullandı.
1926: “Faust” Murnau 1925’te II. Frederik’in Prusyası’na taşıdığı, Molière’in “Tartuffe” adlı komedisini beyazperdeye uyarladı. Riyakârların her yerde bulunduklarını anlatan filmin mesajı bir çerçeve konuyla vurgulandı. Muraau 1926’da Faust motifine eğildi. Faust-Eine deutsche Volkssage (Faust-Bir Alman Efsanesi) adlı filminde Mumau, konu kahramanını özgür iradesiyle karar veren ilk çağdaş insan olarak yorumladı. Mumau gösterişli film kulisleriyle ve muhteşem bir trük tekniğiyle desteklediği çok etkili bir atmosfer yarattı. Bu film Mur-nau’un sanatsal açıdan olduğu kadar, ticaret açısından da ünlenmesine neden oldu. Bunun neticesi olarak Fox Film Corporation Murnau’u, Avrupa’dan prestij ithal edercesine, beş yıllık bir kontratla Hollywood’a getirtti. Birlikte çalıştığı en yakın mesai arkadaşları, senaryo yazarı Carl Meyer ve sahne dekorcusu Rochus Gliese, kendisine eşlik ettiler.
1927-29: Hollywood’da Murnau’un ABD’de gerçekleştirdiği ilk yapıt, 1927’de Hermann Sudermann’ın bir romanından beyazperdeye uyarladığı Sunrise (Şafak) oldu. Kentten gelen vamp bir kadın evli bir çiftçiyi baştan çıkartırsa da erkek, aslında karısını sevdiğini anlar ve ona döner. Murnau, burada da ışıklandırma, kamera hareketleriyle ve görüntü ritmiyle istediği havayı vermekte çok usta bir yönetmen olduğunu kanıtladı. Almanya’daki çalışmalarında olduğu gibi, burada da stüdyoda çalışmayıp doğrudan doğruya açık havada çekiyordu filmlerini.
Murnau iki film daha çevirdikten sonra, Amerikalı işverenleriyle çelişkiye düştü. Our Daily Bread (Günlük Ekmek Paramız, 1930) adlı filmde Murnau, kent hayatıyla kırsal alandaki yaşamın uyuşmazlığını konu almak istedi. Filmin yapımcıları, yönetmenin arzusuna karşı gelerek filmi değiştirince, Murnau filmi birlikte bitirmeye yanaşmadı ve film bir reji asistanına tamamlattırıldı.
1929’dan Sonra: Büyük Okyanus’ta Hollywood’daki film yapımcılarıyla kontratını fesheden Murnau, uzun yıllardan beri düşlediği, medeniyetten kaçış planını gerçekleştirdi. Büyük Okyanus’ta Bora-Bora Adası’nda Amerikalı film prodüktörü Robert Flaherty ile birlikte Tabu (1929-31) adlı filmi çevirdi. Murnau egzotik bir aşk hikâyesi düşünürken, sosyolojik bir yapıt yapmak isteyen Flaherty, 18 ay sonra bu projeden çekildi. Kadın, ilahlara adanıp “tabu” olarak ilan edilince ona artık hiçbir erkek dokunamaz ve iki sevgilinin öyküsü trajik bir biçimde son bulur. Mumau, bu filmin prömiyerinden çok kısa bir müddet önce, 42 yaşında Santa Barbara/Florida’da bir trafik kazasında hayatını kaybetti.
kaynak:nkfu
Amerikalı yönetmen Spielberg, 70’li yılların ortasından beri ustalık açısından mükemmel filmleriyle uluslararası sinema olayına hakim olmuş durumdadır.
Cincinnati/Ohio’da dünyaya gelen Spielberg Phoenix/Arizona’da büyüdü. Allak bullak olmuş aile hayatından filmlerin hayal dünyasına kaçıyordu. 16 yaşındayken 8 mm’lik kamerasıyla ilk uzun metrajlı filmi olan Firelight adlı bilimkurguyu çevirdi.
1969: Hollywood’la İmzaladığı İlk Kontrat 20 dakikalık ki6a filmi Amb-lin (1969) Spielberg’e Hollywood’un kapılarını açtı. Universal Pictures adlı film şirketi 21 yaşındaki gencin yapıtından, kendisiyle yedi yıllık bir anlaşma yapacak kadar, etkilendi. Spielberg önceleri “Columbo” gibi televizyon dizileri için epizodlar çevirdi. Ancak 1971’de gerçekleştirilen Duel (Bela) adlı televizyon çalışması başarıyla Avrupa sinemalarında gösterilince, ABD’deki yapımcılar Spielberg’e ilk uzun metrajlı filmini çekmesi için bir fırsat tanıdılar. Spielberg Duel’de bile mükemmel biçimde kurgulanmış gerilim filmleri çekmekteki yeteneğini kanıtladı. Bu filmde arabasıyla yolda giden bir adam, birden bire bir kamyon tarafından izlenir ve ölesiye bir ikili mücadelenin içine çekilir.
1974: Jaws Spielberg’in, Amerikan özgürlük ütopyasını “Law and Order” (Kanun ve Düzen) düşüncesiyle yüzleştirdiği The Sugarland Express (Sugarland Ekspresi) adlı ilk filmi (Road Movie) 1973’te beyazperdede göründü. Spielberg, bu arada Jaws (1974) adlı filmin çekim çalışmalarına başlamamış olsaydı, Sugarland Express’in başarısızlığı daha sonraki projelerinin gerçekleştirilmesini kesinlikle önlerdi. Amerika’nın bir sahil kasabasında denize girenleri tehdit eden canavar köpekbalığı avını konu alan bu gerilim filmi, Spielberg’in Hollywood’un star yönetmenleri arasında yer edinmesini sağladı.
1977: Çocukların Koruyucusu Close Encounter of the Third Kind (Tehlikeli İlişkiler, 1977) Spielberg’in çocuklara ve onların hayal dünyasına duyduğu sempatiyi açıklayan ilk filmiydi. Spielberg bu filminde korkunç yaratıklar göstermeyip, daha iyi bir dünya düşünü canlandıran figürler sunuyordu.
1941 (1979) adlı 40 milyon dolarlık fiyaskodan sonra Spielberg serüvenci Indiana Jones’u (Harrison Ford) konu alan üç filmin birincisini 1979’da tamamladı. Yönetmen/yapımcı George Lucas ile birlikte gerçekleştirdiği çalışmanın sonucu olan bu aksiyon gösterisinde, 30’lu ve 40’lı yılların ucuz romanlarının stil araçlarını ve karakterlerini kullandı.
1982: E.T. Spielberg E. T. – The Extra-Terrestrial (E.T.) adlı uzay masalıyla Hollywood’un “Harika Çocuğu” olarak kazandığı ünü pekiştirmiş oldu. Başka bir yıldızdan dünyaya gelip kendi yurduna dönmek isteyen sevimli yaratığın öyküsü, çocukları olduğu kadar büyükleri de büyüledi ve dünya çapında 900 milyon dolara yakın bir gelir sağladı. Spielberg 80’li yılların başlamasıyla, yönetmenlikteki başarısına ilaveten film yapımcılığını da başarıyla yürüttü. Örneğin, Robert Zemeckis’in yönettiği Back to the Future (Geleceğe Dönüş, 1985,1989,1990) adlı üçlemenin yapımcılığını üstlendi.
Indiana Jones Filmleri
1980 Raiders of the Lost Arc (Kutsal Hazine Avcıları): Tevrat’ta adı geçen bir sanat eserinin peşindekilerin yarışması.
1983 Jndiana Jones and the Temple of tht Doom (Kamçılı Adam): Kutsal Sankara Taşı’nın aranması.
1988 Indiana Jones and the Last Crusade (Indiana Jones/Son Macera): Sonsuz hayat vadeden kutsal Graal’ın aranması.
1986’dan Sonra: Daha Ciddi Konular 80’li yılların ortasından sonra Spielberg, esas olarak trük tekniğinden beslenen salt gerilim filmlerinden vazgeçerek kendisine hırslı bir yönetmen olarak isim yapmaya çalıştı. Örneğin içlerinde The Colour Purple (Renklerden Moru, 1986) olmak üzere, birkaç kez Oscar’a aday gösterildiği halde, ödülün kendisine hiç verilmemiş olması, 70’li yıllardan beri Amerikan sinemasına ticari açıdan hakim olan adama karşı bir hakaret olarak değerlendirildi.
1994: Yönetmenlik Dalında Oscar Spielberg 1992’de “Pcter Pan” öyküsünün motiflerine göre kurguladığı Hook adlı filminde, bir daha çocukluk düşleriyle uğraştıktan sonra, Jurassic Park (1993) adlı Dinozor gerilim filmiyle E. T. ‘nin başarısını bastırdı. Kendisi içinse, bu filme paralel olarak çekimlerini sürdürdüğü Schindler’s List (Schindler’in Listesi, 1993) asıl kişisel zaferini oluşturdu. Binlerce Yahudiyi toplama kamplarına gitmekten kurtaran sanayicinin öyküsünü anlatan, siyah/beyaz olarak çekilen bu dramla Spielberg, çoktandır beklediği yönetmenlik dalındaki Oscar ödülünü kazandı. Kendisi de Yahudi olan Spielberg, bu filmiyle sinema tarihinin, toplam dokuz Oscar’la ödüllendirilen en iyi savaş karşıtı filmini çevirmiş oldu. Amistad (1997) ve Jurassic Park’m devamı olarak çevirdiği Lost world: The Jurassic Park (1997) filmlerinden sonra 1998’de gerçekleştirdiği Saving Private Ryan (Er Ryan’ı Kurtarmak), çarpıcı savaş sahneleriyle büyük yankı uyandırdı. Spielberg bu filmiyle de en iyi yönetmen Oscar’ını aldı.
2000’li Yılların Filmleri: Yapay Zeka (2001), Azınlık Raporu (2002), Sıkıysa Yakala (2002), Terminal (2004), Münih (2005), Dünyalar Savaşı (2005), Atalarımızın Bayrakları (2006), Transformers (Yapımcı olarak) (2007), Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı (2008), Transformers: Yenilenlerin İntikamı (Yapımcı olarak) (2009), Transformers: Ayın Karanlık Yüzü (Yapımcı Olarak) (2011), Tenten’in Maceraları (2011), Süper 8 (2011), Savaş Atı (2011), Lincoln (2012), Under the Dome (2013)(Tv Dizisi)
kaynak:nkfu
Filmleri otobiyografik enstantanelerden oluşan Amerikalı yönetmen / oyuncu / yazar, kendi kişilikleriyle ilgili kaygıları olan entellektüelleri ele alarak yeni bir komedyen tipi yarattı.
Allen Stewart Königsberg adıyla gelenekçi bir Yahudi ailesinin oğlu olarak New York’ta doğdu. Babası orada burada bulduğu geçici işlerle hayatını kazanmaya çalışırken, annesi zaman zaman bir çiçekçinin muhasebe işlerini yürütürdü. Allen, henüz kolej öğrencisiyken filmlere espri “gag” üretmekle para kazanmaya başladı ve bu arada Bob Hope gibi ünlü komedyenlere de malzeme sattı. Allen, üniversite tahsilini, daha doğru dürüst başlamadan, bıraktı ve henüz 18 yaşındayken televizyon metinleri yazmaya başladı.
1961’den sonra: Komedyen Olarak Başarılı Olması Allen 60’lı yılların başında kendi üretimi skeçlerle gece kulüplerinde ve televizyon şovlarında sahneye çıktı. Filmlerinde de belirleyici olan, tipik komik figürünü, yani acayipliklerini hiç çekinmeden ortaya döken nörotik, entellektüel sıradan adam tipini geliştirmesi de bu zamana rastlar. Allen, ilk kez 1966 yılında Woody Allen – What’s Up Tiger Lily (Ne Haber Kaplan Lily) adlı filmi yönetti. Üç yıl sonra gençlerin suçluluğuna ilişkin bir taşlama olan Take the Money and Run (Parayı Al ve Kaç) adlı yapıt yönetmenliğini, senaryo yazarlığını ve başoyunculuğunu kendi başına yüklendiği ilk filmi oldu.
Tiyatro eserlerinden birinin sinema uyarlamasıyla, yönetmen olarak değilse de, oyuncu olarak adını uluslararası çapta duyurdu. Herbert Ross’un yönettiği Play It Againg Sam (Bir Daha Çal Sam) adlı bu film Humphrey Bogart kültüne bir taşlama niteliğindeydi.
1977: New York’ta Nörotik Bir Adam Allen ilk kez 1977’de Annie Hall adlı filmiyle doruğa erişti. Bu filmde başarılı bir televizyon komedyeni, ilişkisinin niçin yürümediğini anlamaya çalışır. Bu film, Allen’in daha sonraki filmleri için tipik olan taşlama, ruh analizi ve otobiyografi karışımından oluşuyordu. Film aynı zamanda, Allen’in, ikinci evliliği bozulduktan sonra tanıştığı oyuncu Diane Keaton’la yaşadığı birlikteliğin öyküsüydü. Annie Hall, aralarında en iyi yönetmen Oscar’ı da bulunmak üzere, dört Oscar ile ödüllendirildi. Hollywood stüdyo sistemine karşı duyduğu antipatiyi hiçbir zaman saklamamış olan Allen, ödül törenine katılmayı reddetti. Bir yıl sonra, İsveçli Ingmar Bergman’ın yapıtlarını çağrıştıran Interiors (İç Dünyalar) adlı filmi çevirdi. Bu filmde yaşlanmakta olan bir avukat, kendisinden genç bir kadınla birlikte olabilmek için ailesini terk eder. New York kentine aşkını ilan ettiği siyah/beyaz olarak çekilen Manhattan (1978) filmiyle Allen, Annie Hall konusuyla bağlantı kurdu. Bu filmin konusu, birkaç kadın arasında kaldığı halde hiçbirinde gerçek tatmini bulamayan bir televizyon yönetmeni çevresinde yer alır.
1985’ten Sonra: Ciddi Konular Allen, 80’li yılların ilk yarısında yeni ifade biçimleri aradıktan sonra, 1985’ten sonra kesin olarak ciddi ve melankolik yapıtlara eğildi, insanın büyük kentte hayatına bir anlam araması konusunun işlendiği Hannah and Her Sisters (Hannah ve Kız Kardeşleri, 1985) adlı film Allen’e en iyi senaryo dalında Oscar ödülünü kazandırdı. September (Eylül, 1987) adlı film ilişkiler arası çatışmayı işlerken, Another Woman (Bir Başka Kadın) filminde felsefe profesörü olan bir kadın hayatım eleştirel bir analize tabi tutar. Allen her iki filmde de oynamadı. Crimes and Misdemeanors (Suçlar ve Kabahatler, 1989) adlı kasvetli felsefi filmde suç konusu işlenmektedir.
1993’ten Sonra: Özel Hayatındaki Krizler Eş ve başoyuncu olarak Diane Keaton’ın yerine geçmiş olan oyuncu Mia Farrow ile birlikte son çalışması olan Husbands and Wives (Kocalar ve Karıları, 1993) adlı film, gerçek yaşamla filmi ayırmanın güçlüğünü ortaya koydu. Bu filmde Allen, 19 yaşındaki öğrencisine âşık olan evli profesör rolündedir. Allen’in evlat edindiği kızına âşık olduğunu itiraf etmesi aşağı yukarı aynı döneme rastlar. Farrow hayat arkadaşını bunun üzerine terk edince, Allen’in adı ilk defa basının dedikodu sütunlarına geçti. Manhattan Murder Mystery (Bir Cinayet Sim, 1993), Bullets Over Broadway (1994), Mighty Aphrodite (Sevimli Fahişe, 1995), Everyone Says I Love You (Herkes Seni Seviyorum Der, 1996), Deconstructing Harry (Yaramaz Harry, 1997) ve Celebrity (1998) Allen’in 90’lı yıllarda çektiği belli başlı filmlerdir.
Allen’in Olağandışı Filmleri:
1982 Zelig: Olağanüstü bir uyum kabiliyetine sahip bir Yahudi memurun hayali/belgesel biyografisi.
1984 The Purple Rose of Cairo (Kahire’nin Mor Gülü): Film içinde filmde başoyuncu beyazperdeden çıkıp en sadık hayranına aşkını itiraf eder.
1987 Radio Days (Radyo Günleri): Radyonun altın çağına ve ABD’de 30’lu ve 40’lı yıllardaki yaşama ilişkin anılar.
1992 Shadows and Fog (Gölgeler ve Sis): 20’li yılların Avrupa sinemasının anısına. Bu filmde hiçbir şeyden haberi olmayan bir vatandaş katil zanlısı olarak takibata uğrar. Franz Kafka’nın “Dava” adlı romanına bir gönderme.
Kısa Öyküleri: Eğrisi Doğrusu (Getting Even) (2010), Tüysüz (Without Feathers) (2009), Yan Etkiler (Side Effects (2009), Sırf Anarşi (Mere Anarchy)(2008)
kaynak:nkfu
En çok prim alan Alman yönetmeni Wenders’in 70’li ve 80’li yıllardaki filmleri genellikle “Road-Movie” stilinde sakin yapıtlardır. Wenders’in en çok sevdiği konu, modern toplumda yabancılaşma ve insanın kendi benliğini bulmasıdır.
Wenders Düsseldorf ta dünyaya gözlerini açtı. Tıp ve Felsefe tahsilini yanda bırakarak Paris Yüksek Film Akademisine girebilmek için boşuna çaba harcadı. Münih Üniversitesi Televizyon ve Sinema Fakültesine devam ederken (1967-70) yıllarında ilk kısa filmlerini çekti. 1971’de, kendi filmlerinin prodüksiyonunu ve dağıtımını bizzat düzenlemek isteyen bir grup yönetmenin kurduğu “Filmverlag der Autoren” (Yaratıcı Yönetmenlerin Film Yayınevi) adı altındaki kuruluşun kurucu üyeleri arasında yer aldı.
1970: Deneme Mahiyetindeki İlk Filmi Wenders’in ilk uzun metrajlı filmi aynı zamanda üniversitedeki tez çalışmasını oluşturdu. Summer in the City (Kentte Yaz, 1970) belgesel niteliğindeki siyah/beyaz fotoğraflarla hapishaneden çıkıp geçmişiyle yüzleşen bir adamın başından geçenleri anlatır. Dramaturjik zirvelerden ve sürekli bir konu yapısından yoksun olan bu yapıtta yönetmen, sonraki filmlerinde de yinelenen hareket, kısa diyaloglar, ağır kamera ayan gibi motif ve stil öğelerini kullandı.
1971’den Sonra: Edebiyattan Uyarlamalar Wenders, filmin senaryosunu da yazan Peter Handke’nin romanından uyarladığı Die Angst des Tormanns beim Elfmeter (Kalecinin Penaltı Korkusu, 1977) adlı yapıtla ilk profesyonel prodüksiyonunu gerçekleştirdikten sonra, büyük bir şevkle edebiyattan film uyarlamaları yapmaya koyuldu. Bu filmden sonra, büyük masraf ve zengin dekorlarla gerçekleştirilen Der scharlachrote Buchstabe (Kızıl Harf, 1972) adlı televizyon yapıtını Wenders başarısız olarak niteledi. 1974’te Goethe’nin “Wilhelm Meisters Lehrjahre” (Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları) adlı yapıtından Falsche Bewegung (Yanlış Hareket) başlığı altında serbest bir çalışma ortaya koydu. Bu film, ilham arayışında olan bir yazarın Federal Almanya Cumhuriyeti’nde seçkin bir toplulukla yaptığı yolculuğu anlatır. Bu çalışmayla, Peter Handke’nin senaryosuna dayanarak film ve edebiyatın kendine özgü bir sentezi gerçekleştirilmiş oldu.
1973’ten Sonra: Road Movies (Yol Filmleri) 70’li yılların ilk yarısında çektiği iki film Wenders’in yapıtları için tipik olan içerikleri ve stil öğelerini ortaya koydu. Alice in den Staedten’de (Alis Kentlerde, 1973) bir kız çocuğun bir adamla birlikte dedesini arayışları anlatılmaktadır. Im Lauf der Zeit (Zamanın Akışında, 1975) adlı filmde bir kamyonda birlikte yolculuk eden iki erkeğin öyküsü anlatılır. Her iki yapıt insanların hareketlerine yoğunlaşan yolculuk filmleridir. Bu filmler dramaturjik ve ideolojik zorlanmalar olmaksızın, kendi başlarına buyruk insanların günlük hayatını ve az konuşmalı karşılaşmalarını konu alıyordu. Wenders uzun kamera ayarlamalarıyla ve montaj kullanmamak suretiyle, izleyicinin aşırı dikkatli olmasını gerektiren ritmik, belgesel ve aynı zamanda yapay bir fotoğraf (görüntü) dünyası yaratıyordu. Bu yapıtlarıyla aynı zamanda, arayışında olduğu “değişik vizüel bir sinema”yı da inandırıcı bir biçimde gerçekleştirdi.
I977’den Sonra: Amerika’nın Yolları Wenders 70’li yılların sonunda polisiye uyarlamalarla ve gangster filmleriyle Amerikan Sinemasına bir köprü kurmaya çalıştı. Patricia Highsmith’in bir romanından sinemaya uyarlanan Der amerikanische Freund (Amerikalı Arkadaşım, 1976) adlı yapıtın gerçekleştirilmesinde Bruno Ganz’ın yanı sıra Denis Hopper, Samuel Fuller ve Nicholas Ray adlı yönetmenler de katkıda bulundular. Bu filmde, onulmaz bir hastalığa tutulduğunu öğrenen bir erkek, iki kişiyi öldürmek için kiralık katil olmayı kabul eder.
Polisiye romanı yazarı Dashiell Hammett’in hayatını ve eserlerini konu alan Hammen (1979-82) ile Wenders, Kara Diziyle bağlantı kurmak istedi. Ne var ki bu filmi uyarlarken Hollywood’un değirmenlerine takıldı. Yapımcılığı Francis Ford Coppola tarafından üstlenilen bu yapıtın çekimine ancak çetin girişimlerden ve sayısız değişiklikten sonra izin verildi. Sonunda da, Wenders’inkinden ziyade Coppola’nın izlerini taşıyan bir film ortaya çıktı. Alman yönetmen, Amerikan stüdyo sistemleriyle edindiği cesaret kinci deneyimlerin bilançosunu 1982’de Der Stand der Dinge (Olayların Gidişi) adlı filminde çıkarttı.
1984’ten Sonra: Uluslararası Başarıları Wenders bu tarihe kadarki en büyük başarısına, Cannes Film Şenliğinde Altın Palmiye ile ödüllendirilen Paris-Texas ile ulaştı. Burada Travis adlı (Harry Dean Stanton) garip bir adam, küçük oğlu ve eski kansı (Nastassja Kinski) ile kısa bir süre için bir araya gelince geçirdiği kimlik krizini aşar. Wenders bu yapıtıyla 70’li yıllarda çektiği yol filmleriyle ilişki kurmakla beraber, anlatım tarzı eskiye oranla çok daha karakteristiktir.
Yine Peter Handke’nin senaristliğini üstlendiği Der Himmel über Berlin (Berlin Üzerindeki Gökyüzü, 1987) adlı filmi de Cannes’da ödül aldı. Wenders, kendine özgü, siyah/beyaz görüntülerle çalıştığı ve iki melekten (Otto Sander, Bruno Ganz) birinin âşık olunca insana dönüştüğü bu şiirsel filminin devamını 1993’te In Weiter Ferne, so nah! (Öylesine Uzak, Öylesine Yakın) ile çekti.
Antonioni ile birlikte çektiği Al di lâ delle Nuole (Bulutların Ötesinde, 1995) filminden sonra The end of Violence hotel (1997), The million dolar (1999) ve Buena Vista social club adlı filmleri gerçekleştirdi. Sonraki filmleri; 2002 Ode to Cologne: A Rock ‘N’ Roll, 2002 Ten Minutes Older, 2003 The Soul of a Man, 2004 Land of Plenty,
2005 Don’t Come Knocking, 2008 The Palermo Shooting, 2011 Pina
kaynak:nkfu
Alman oyuncu ve yönetmen von Trotta, kadın filmi denilen türün en başta gelen temsilcileri arasında yer almaktadır. Von Trotta, yapıtlarında çoğu kez kadınların ilişkilerindeki sorunları ele almaktadır.
Von Trotta, Alfred Roloff adlı ressamın kızı olarak Berlin’de dünyaya gözlerini açtı. Moskova doğumlu olan annesi Elisabeth von Trotta’nın yanında büyüyen Margarethe, Düsseldorf ta ticaret lisesine devam etti. Birkaç ay bir büroda çalıştıktan sonra Paris’e giden von Trotta, burada sinemayla ilgili ilk deneyimlerini yaşarken, kısa filmlerde de boy gösterdi. Von Trotta 60’lı yılların başında Almanya’ya dönerek liseyi bitirdi ve kısa bir müddet devam ettiği sanat eğitimine başladı. Arkasından Münih ve Paris’te Alman filolojisiyle Latin dilleri ve edebiyatı okudu. Münih’te de tiyatro okuluna devam etti.
1967’den Sonra: Oyunculuk Yılları Von Trotta 1965’te Stuttgart’ta tiyatro oyunculuğuna başladı. İki yıl sonra da Traenen trocknet der Wind (Rüzgâr Gözyaşını Kurutur) adlı filmde ilk rolünü alabildi. H. G. Schier’in yönettiği bu filmde von Trotta, bir deniz subayına âşık olup bir cinayete adı karışan striptiz dansçısı rolündedir. 1969’da tanıştığı yönetmen Volker Schlöndorffla 1971’de evlendi. Schlöndorff un Bertolt Brecht’in Baal adlı piyesinden sinemaya uyarladığı yapıtta rol aldı. Bunu izleyen yıllarda çoğu kez bir kriz içinde bulunan kadınları canlandıran von Trotta, Genç Alman Sineması denilen akımın en ünlü oyuncularından biri oldu. Başkaları yanında, Herbert Achternbusch, Reinhard Hauff ve Rainer Werner Fassbinder’in filmlerinde rol aldı.
1975: Eşiyle Birliktik Yaptığı Yönetmenlik Çalışmaları Von Trotta sadece oyunculukla tatmin olmadı. 1970’te ilk kez SchlöndorfPun Der plötzliche Reichtum der armen Leute von Kronbach (Kronbach’lı Fakirlerin Aniden Zenginliğine Kavuşması) adlı yapıtının senaryo çalışmalarına katıldı. Bir yıl sonra da Die Moral der Ruth Halbfass (Ruht Halbfass’ın Ahlakı) adlı filmde reji asistanlığı yaptı. 1975’te ilk kez yönetmen olarak dikkatleri çekmekle birlikte burada da yine Schlöndorff un yanında ve hatta gölgesindeydi: Die verlorene Ehre der Katharina Blum (Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru) adlı filmde von Trotta yönetmenliği paylaştı.
1977’den Sonra: Kadınların Kaderleri Trotta ilk defa 1977’de kendi başına bir filmin yönetmenliğini üstlendi. Das zweite Erwachen der Christa Klages (Christa Klages’in İkinci Uyanışı) adlı filmde bir çocuk mağazası açabilmek için banka soymaya kalkan ve bu arada birini rehine alan genç bir kadının öyküsü anlatılmaktadır. Daha sonraki filmlerinde de olduğu gibi, von Trotta burada da kadın karakterlerinin geliştirilmesi için büyük bir duyarlılık gösterdi. İki yıl sonra çevirdiği Schwestern oder die Balance des Glücks (Kizkar-deşler veya Mutluluğun Dengesi) adlı dramda daha çok kadın baş kahramanlarının iç dünyalarına önem verdi. Bu filmde mesleğinde çok başarılı olan Maria, kız kardeşinin üniversite tahsilini finanse ederek kendisine bağımlı olmasına ve sonunda intihan seçmesine neden olur. Mutluluğunu başkalarının kendisine olan bağımlılıkları üzerine kuramayacağını ne yazık ki çok geç anlar.
1981: Terörist Bir Kadının Yaşantısından Kesitler Von Trotta, uluslararası üne 1981’de çektiği Die bleierne Zeit (Ağır Zamanlar) ile kavuştu. Bu filmde yine, ilk filminde olduğu gibi, terörizm konusuna eğildi. RAF teröristlerinden Gudrun Ensslin’in yaşamından beyazperdeye sahneler getirmekle bu filme özellikle siyasal bir boyut kazandırdı. Her ne kadar bu filmde, Adenauer döneminden başlayarak, öğrenci hareketlerine ve Baader-Meinhof grubuna kadar savaş sonrası Almanyası’nın bir bölümüne belgesel nitelikli bir ışık tuttuysa da, von Trotta burada ilk planda iki kızkardeşin portresini çizdi. Her ikisi de politikaya karışmakla beraber, biri (Jutta Lampe) bir kadın dergisinin redaktörü olarak “küçük adamların politikası”na yöneltir; diğeriyse (Barbara Sukowa), gerektiğinde şiddet kullanmak suretiyle de olsa, radikal değişiklikler istemektedir.
1985: Devrimci Bir Kadının Yaşantısından Kesitler 1985’te çevirdiği, kahramanının adını taşıyan Rosa Luxemburg adlı filminde sosyalist önder bir kadının yaşamı anlatılmaktadır. Luxemburg (Barbara Sukowa) radikal düşünceleri ve kararlı barışçı tutumuyla Almanya Sosyal Demokrat Partisi içinde istediklerini kabul ettiremeyince, 1918 yılında Karl Liebknecht ile birlikte Almanya Komünist Partisini kurdu ve bir yıl sonra Liebknecht ile birlikte Reichswehr askerleri tarafından vahşice öldürüldü. Trotta burada tarihsel bütünlükten çok, Luxemburg’u siyasete doğru iten duygu ve motifler üzerinde durdu.
1989’dan Sonra: Von Trotta 1987’de Christel Buschmann, Helke Sander ve Helma Sanders-Brahms ile birlikte epizodlardan oluşan Felix adlı filmi çevirdikten bir yıl sonra Anton Çehov’un “Üç Kızkardeş” adlı sahne yapıtından motifler alarak İtalya’da Paura e amore adlı filmi gerçekleştirdi. Von Trotta, Schlöndorfftan ayrıldıktan sonra, 90’lı yılların başında İtalya’ya yerleşti.
Lungo silezio’dan (1993) sonra çevirdiği Das Verspechen (Vaat, 1994) ile von Trotta en iyi filmini gerçekleştirdi. Berlin duvarının inşasından kısa süre sonra Batı’ya kaçarken yolları ayrılan, biri Batı’da diğeri Doğu’da paralel yaşamlar süren ve otuz yıl boyunca ancak birkaç kez görüşüp duvarın yıkıldığı gece son kez buluşan iki âşığı konu alan bu filmde yönetmen ulusal bir konuya zekice eğilmektedir. Daha sonra Winter kind (1997), Mit fünfringküssen Männer Anders (1998) ve Dunkle Tage (1999) adlı filmleri çekti.
kaynak:nkfu
İshak Sükuti; (d. 1868, Diyarbakır – ö. Şubat 1902, San Remo, İtalya), gazeteci, siyaset adamı ve doktordur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çekirdeğini oluşturan İttihad-ı Osmani Cemiyeti’nin kurucusudur.
İlköğrenimini Diyarbakır’da yaptıktan sonra Kuleli Askeri Tıbbiye İdadisi’ni bitirdi. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de (Askeri Tıbbiye) öğrenimini sürdürürken Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, Mehmed Reşid ve öbür arkadaşlarıyla birlikte İttihad-ı Osmani adlı gizli örgütü kurdu (1889). Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde çalışırken siyasal etkinlikleri nedeniyle askerlikten atıldı ve 1896’da Rodos’a sürüldü. Aynı yılın sonlarında Paris’e kaçtı. 1897’de Abdullah Cevdet, Tunalı Hilmi, Mizancı Murad ve arkadaşlarıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Cenevre şubesini kurdu ve Osmanlı gazetesini çıkarmaya başladı. Aynı yıl Mısır’a giderek örgütün Kahire şubesinin kurulması için sürdürülen çalışmalara katıldı.
1898-99 yıllarında Osmanlı hükümeti yurtdışındaki İttihat ve Terakki etkinliklerine son vermek amacıyla, örgüt yöneticileriyle pazarlığa oturdu, ishak Sükûti bu pazarlık sonunda Roma elçiliği hekimliğini kabul ettiyse de örgüt içindeki etkinliklerini de sürdürdü. Ama bu pazarlık nedeniyle özellikle örgütün Paris şubesinin ve Ahmed Rıza’nın ağır eleştirilerine uğradı. Uzun süre önce yakalandığı verem hastalığının tedavisi için gittiği San Remo’da öldü. Ölümünden sonra tüm belgeleri Osmanlı yönetimince Yıldız Sarayı’na getirildi. Meşrutiyet’in ilanından (1908) sonra da Heyet-i Mebusan üyelerinden Rıza Nur’un çabasıyla, kemikleri San Remo’dan İstanbul’a getirilerek Sultan Mahmud Türbesi mezarlığına gömüldü.
kaynak:nkfu
Marion King Hubbert; (d. 5 Ekim 1903, San Saba, Texas – ö. 11 Ekim 1989, Bethesda, Maryland, ABD), akışkanların yüzeyaltı kayaçlar içindeki göç hareketine ilişkin kuramıyla tanınan ABD’li jeofizikçi ve jeologtur. Petrolün göç etmesi ve yataklarda toplanması, dünya mineral kaynaklarının işletilmesinin toplumsal sonuçları gibi konularda önde gelen bir otoritedir.
Texas’taki Weatherford College’da ve Chicago Üniversitesi’nde öğrenim gördü. 1931-40 arasında Columbia Üniversitesi’nde jeofizik kürsüsünde ders verdi. 1943-64 arasında Shell Oil Company’de petrol araştırmacısı olarak çalıştı. Daha sonra California’ daki Stanford Üniversitesi’nde profesörlük yapan Hubbert, ardından Baltimore’daki Johns Hopkins Üniversitesi’ne geçti. Başlıca yapıtları. Theory of Ground-Water Motion (1940; Yeraltı Suyu Hareketi Kuramı) ve Energy Resources’dır (1962; Enerji Kaynakları).
kaynak:nkfu
Victor Amazaspoviç Ambartsumian; (d. 18 Eylül 1908, Tiflis, Gürcistan – ö. 12 Ağustos 1996, Byurakan, Ermenistan), yıldızların ve yıldız sistemlerinin kökeni ve evrimiyle ilgili kuramlarıyla tanınan Ermeni asıllı astronom ve astrofizikçidir. Sovyetler Birliği’ndeki kuramsal astrofizik okulunun kurucusudur.
Edebiyat öğretmeni olan babası tarafından fizik ve matematik dallarındaki belirgin yeteneklerini geliştirmeye özendirilen Ambartsumyan, 1925’te, yaşamını astrofizik alanındaki araştırmalara adamak isteğiyle Leningrad Üniversitesi’ne girdi. Ertesi yıl, öğrencilik yıllarında yayımladığı 10 çalışmanın ilkini, Güneş’teki etkinliklere ilişkin bir makalesini yayımladı. 1928’deki mezuniyetinin ardından, Leningrad (bugün Petersburg) yakınlarındaki Pulkovo Gözlemevi’nde, A. A. Belopolski’nin gözetiminde astrofizik dalında yüksek lisans öğrenimi gördü.
1931’den 1943’e değin, astrofizik bölümünün başkanlığım da üstlendiği Leningrad Üniversitesi’nde ders veren Ambartsumyan 1932’de, sıcak yıldızlardan yayılan morötesi ışınları ile bu yıldızları çevreleyen gaz katmanının etkileşimine ilişkin kuramını geliştirdi. Bu kuram, gaz bulutları fiziği üzerine bir dizi yazıya kaynaklık etmiştir. Ambartsumyan 1934-36 arasında, yıldız sistemleri üzerine bir istatiksel çözümleme geliştirdi. Yıldız sistemlerinin fiziksel özellikleri de göz önüne alınarak yapılan çözümlemelerin ilki olan bu çalışma, çiftyıldızların ve yıldız kümelerinin evrimi gibi ilintili problemlere de uygulanabildi. Bu başarıları nedeniyle 1939’da SSCB Bilimler Akademisi’nin yazışma üyeliğine seçilen, 1941’de Leningrad Üniversitesi’nde rektör yardımcılığına getirilen Ambartsumyan, 1943’e değin sürdürdüğü bu görevi sırasında, ışığın kozmik uzaydaki saçılımına ilişkin kuramı ortaya koydu. Bu kuramdan jeofizikte, uzay araştırmalarında ve özellikle astrofizikte, örneğin yıldıziararası madde üzerine yapılan çalışmalarda büyük ölçüde yararlanılmıştır.
Ambartsumyan, 1943’te Ermenistan’ın başkenti Erivan’daki Ermeni Bilimler Akademisi’ne katıldı ve Erivan Devlet Üniversitesi’nde ders vermeye başladı. 1946’da Erivan yakınlarındaki Byurakan Astronomi Gözlemevi’nin kuruluşunu yönetti. Ambartsumyan, Byurakan’da yeni bir bilimsel etkinlik dönemine girdi. 1947’de önceden bilinenlere oranla daha genç bir yıldız sistemi türünün varlığını saptadı ve bu türe “yıldız oymağı” adını verdi. Bu çalışmalarında, Güneş sistemini de kapsayan gökadadaki yıldız oluşumunun bugün de sürmekte olduğu ve çoğu yıldızın oluşumunun kökeninde yıldız gruplarının değişen sistemlerinin yattığı sonucuna vardı.
Ambartsumyan daha sonra, yıldız atmosferindeki parlaklık, kütle ve yoğunluk gibi olguların fiziksel özelliklerindeki değişimleri inceledi. Bu değişimlerin, yıldızların dış katmanlarından yıldızlararası uzaya doğrudan enerji yayılmasıyla ilişkili olduğunu saptadı. Gökadalardaki durağan olmayan süreçler konusunda da, gerek gökadaların evrimi sorununun açıklanması, gerek maddenin henüz bilinmeyen özelliklerinin araştırılması açısından büyük önem taşıyan çalışmalar yaptı.
Ambartsumyan’ın ilk kez 1958’de yayımladığı Kuramsal Astrofizik adlı ders kitabı birçok kez basılmış ve çeşitli dillere çevrilmiştir. Bu kitap onun, karmaşık ve güç astronomi problemlerine yaklaşımındaki kendine özgü ve yararlı yöntemlerinden örnekler içerir. Samanyolu Gökadası dışından gelen radyo sinyalleri üzerinde de incelemeler yapan Ambartsumyan, bu sinyallerin, genellikle sanıldığı gibi çarpışan yıldız sistemlerini değil, gökadalarda oluşan çekirdek bölünmesi sürecini yansıttığı sonucuna vardı. Bu yüzden de radyo gökadaların, yıldızların yapısındaki maddelerin aşırı yoğunlaşmasıyla oluşan ve yakın mesafelerde etkileşen yıldız sistemleri olabileceğini düşündü. Görüşünü güçlendirmek amacıyla belirli gökadaların çevresinde, yıldızların gelişiminin ilk aşamalarına özgü mavimsi renkte püskürmelere, yoğunlaşmalara ve ışık sütunlarına rastlandığını gösterdi.
Ambartsumyan’m sonraki yıllarda yayımlanan Problemy sovremennoi kosmogonii (1969; Modern Kozmogoninin Sorunları) ve Filosofskie voprosy nauki o Vselennoi (1973; Evrenin İncelenmesinin Felsefi Sorunları) adlı iki kitabı daha vardır.
Ambartsumyan uluslararası sempozyumlara katıldığında en yoğun matematik konularıyla yüklü konferanslarını bile klasik ve çağdaş şairlerden yaptığı alıntılarla zenginleştirerek dinleyicinin ilgisini sürekli canlı tutmayı bilir ve her zaman kalabalık bir dinleyici kitlesi toplardı.
Pek çok resmi ödül ve nişan kazanan Ambartsumyan, 1947’de Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bilimler Akademisi başkanlığına ve Sovyet Ermenistanı Parlamentosu üyeliğine seçildi. 1950’de SSCB Yüksek Sovyeti’ne girdi ve bu görevini aralıksız sürdürdü. 1953’te SSCB Bilimler Akademisi’nin tam üyesi oldu. Uluslararası Astronomi Birliği’nde 1948-56 arasında başkan yardımcılığı, 1961-63 arasında da başkanlık yaptı; 1968’de Uluslararası Bilimsel Birlikler Konseyi’nin başkanı oldu. Birçok yabancı akademinin ve bilimsel derneğin etkinliklerine katkıda bulunan Ambartsumyan’a, ülkesinin bilim yaşamına hizmetlerinden dolayı, iki kez Stalin Ödülü ve beş kez Lenin Nişanı verilmiştir.
Sovyet Ermenileri arasında yaygın bir üne sahip olan Ambartsumyan’ın 60. yaş günü 1968’de ulusal bir olay olarak kutlandı.
kaynak:nkfu
Germán Arciniegas; (d. 6 Aralık 1900, Bogotá – ö. 30 Kasım 1999, Bogotá, Kolombiya), Kolombiyalı tarihçi, deneme yazarı, devlet adamı ve diplomattır. Amerika kıtasındaki İspanyolca konuşulan ülkelerin en seçkin yazarlarındandır. Uzun yıllar başarıyla yürüttüğü gazetecilik ve kamu hizmeti etkinliğiyle ülkesinin 20. yüzyıldaki kültürel gelişimini büyük ölçüde etkilemiş, yurt dışında da eğitimci ve diplomat olarak yaptığı çalışmalarla Amerika’nın İspanyolca konuşulan ülkelerinin tarihi ve çağdaş kültürünün Kuzey Amerikalılar ve Avrupalılarca tanınmasında önemli rol oynamıştır.
1924’te Bogotá’daki Ulusal Üniversite’nin hukuk bölümünü bitirdikten kısa bir süre sonra ülkesinde adını duyurdu. Çeşitli gazete ve dergilerde denemeler yazdı. I928’dc Bogota’da Universidad adlı dergiyi çıkardı; 1939’da aynı kentte yayımlanan El tiempo gazetesinin yazı işleri müdürü oldu. Eğitim alanında da etkinlik gösteren Arciniegas, 1941-42 ve 1945-46’da eğitim bakam olarak görev yaptı; başta Chicago (1944) ve Columbia (1947-57) üniversiteleri olmak üzere, ABD’nin çeşitli üniversitelerinde ders verdi. 1959’da İtalya’ya elçi olarak atandı. Daha sonra İsrail, Venezuela ve Vatikan’da görev yaptı. 1979’da Bogotâ’daki Los Andes Üniversitesi’nin Felsefe ve Edebiyat Fakültesi dekanı oldu.
Latin Amerika’yı anlamaya ve yorumlamaya yönelik yoğun bir ilgiyle yazdığı çeşitli kitaplarda, özgün kavrayışı ve geniş bilgisiyle bu bölgenin tarihsel ve kültürel özelliklerini değişik yönleriyle inceledi. Biografia del Caribe (1945; Karayipler Tarihi) ve El contınente de siete colores (1965; Yedi Renk Kıtası) gibi yapıtlarıyla, Latin Amerika üzerine kapsamlı görüşlerini uluslararası düzeyde duyurdu.
kaynak:nkfu