Etiket: çocuk

Didem Madak Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Didem Madak, 8 Nisan 1970’de İzmir’de doğar. Annesi Füsun, Madak doğduktan 6 yıl sonra şiirlerinde bahsettiği ‘uzun siyah saçlı kız’ Işıl’ı dünyaya getirir. Öğretmen olan anne babaları ile birlikte çok mutlu olan bu iki kız kardeş aynı zamanda çok iyi arkadaştırlar.

 

“Işıl çocuktu o zaman, ben de öyle,

Mevsim kesin yazdı, karpuzdan feneriyle,

Hani her çocuğu başka bir çocuğa yaklaştıran bir şarkı vardır ya,

Kıyıya yanaşan bir gemi gibi.”

Zorluklarla geçen çocukluk yılları

Didem Madak’ın çocukluğu fırtınalı geçmiştir. 12 Eylül döneminde babası okul müdürüyle tartıştığı için Uşak’a sürülür. Fakat annesi Füsun Hanım’ın tayini çıkmadığı için kızlarıyla birlikte Burdur’da kalır.

Ülkenin çok karışık bir süreçten geçtiği bu dönemde yalnız kalan Füsun Hanım ve kızları korku dolu günler geçirir. Füsun Hanım bir gün, geceleri onları uyutmayan arka bahçedeki mısır yapraklarının hışırtılarını engellemek için bıçakla hepsini yok eder.

Madak’ın her şiiri yaşanmış bir anıdır… Bu olayla ilgili de şu dizeleri yazmış defterine;

“Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim.

Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu

Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri

Diye başlayan bir çocuk romanında.”

Annesini kaybettiği (onu şiire iten) yıllar

Didem Madak 13 yaşındayken, henüz 38 yaşında olan annesini beyin kanseri nedeniyle kaybeder. Madak’ın zorlu günleri başlamıştır.

“Ölen her kadın için şiir yazdım.

Onları Muc’a evin karşılığında verdim,

Çok ucuza.

Artık bütün üzgün oluşlarımın adı: Anne!”


Füsun Hanımın ölümünden kısa bir süre sonra babası ikinci evliliğini yapar. Bu evlilik artık Didem ile babasının arasına bir duvar örmüştür.

“O günleri hatırlayınca Edip Cansever’in şu dizesi gelir aklıma: ‘Bir azarlamayla ölümü düşünen çocuklar gibi…’ Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi.” Hayatın elini beline koymuş sinirli bir üvey anne gibi bizi azarladığını ve kardeşimle el ele tutuşup hayallerden balkonumuza sığındığımızı hatırlıyorum.”

Bu olay sonrasında babası için de tabii ki birkaç dize yazmıştır Didem Madak;

“Babam…

Çıkarılmış bir adam bütün fotoğraflardan.

Kader neydi sanki o zaman,

Masada açık unutulmuş Turuncu kulaklı bir makastan başka…”

“Yaşasaydın, hayatının ortasına Güller yığan bir adam olsun isterdim babam.”


Bir gün Işıl’la oturup annesinden onlara bir şey kalmamasından yakınırken, teyzeleri onlara hayatlarını değiştirecek birkaç hediye verir. Bu hediyeler el yazması bir şiir defteri ve Varlık Dergisi koleksiyonudur. Bu andan sonra Didem Madak şair olur işte…

Üniversite yılları ve ilk evliliği

Tüm yaşadıklarını kaleme dökmeye başlayan Madak Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlar. Üvey anne ve babasıyla yaşadığı evden ayrılmak istediği için kendince bir yöntem bulur. Birinci sınıfta tanıştığı biriyle gizlice evlenir, evden ayrılır ve okulu bırakır.

“Ardımda kırık bir ayna Üvey anneleri hayatımın. Batsın diye güneşe tempo tutan o kız çocuğu… Evden kaçışımın pembe spor ayakkabıları vardı. Hüzün neydi sanki o zaman Artık kullanılmayan dikiş makinası annemden kalma.”


Evden kaçışı sonrasında çok zor dönemler geçiren Didem Madak, birçok farklı işte çalışır geçimini sağlamak için. Genç yaşta yaptığı evliliği pişmanlıkla sonuçlanır ve boşanır. Boşandıktan sonra maddi sorunlarla boğuşur ve bir bodrum katında yaşamaya başlar. Bu eve taşındıktan sonraki halini “Birden yazmaya başladım.” diye ifade eder.

Bodrum katında yaşadığı tüm zorlukları anlatır şiirlerinde. Bir söyleşide “Rutubete dayanıldığı sürece şiir yazmak için çok iyi yerler.” diye bahseder bodrum katından.

Didem Madak, bu dönemde çok yalnız kalır. Kardeşi Işıl, sadece süt ve çikolata yiyerek ayakta durduğunu, hayattan memnun olmadığını, hiçbir şeyin istediği gibi gitmediğini anlattığını söyler.

Didem Madak, üç yıl boyunca kaçar sevdiklerinden. Yakın arkadaşı Müjde Bilir bir röportajda onun kaçışını şöyle anlatıyor: “Didem beni bir akşam aradı ve annesini özlediğini anlattı. Taksiye binip bana gelmesi için ikna ettim. Geldiğinde mahcup ve çekingendi. Anne şefkatine duyduğu özlem derinden belli oluyordu. ‘Çok mutsuzum’ dedi. Ertesi gün buluşmak için sözleştik. Ancak Didem gelmedi. Didem’in evine gittiğimde duvara iliştirilmiş bir not buldum. ‘Sevgili Müjde, Maviş Anne içimden hiçbir şey söylemeden gitmek geldi. Seni seviyorum. Dün gecenin şiiri zaten yazılmıştı, ben sadece kaleme alacağım.’”

Müjde Bilir için yazdığı şiirde şöyledir;

“İki kendim varmış maviş anne

Biri benmişim biri mutsuz

Ben ölürsem maviş anne, mutsuz için dünyanın bütün sabahlarına bir bilet al.

Ben ölürsem mutsuza iyi bak! “

“Kadınlık kimliğimden sıyrıldım”

Sonraki üç yıl boyunca Madak’tan haber alınamaz. Sadece kardeşi Işıl’ın yanına gider ara sıra. Gidişlerinden birinde Işıl’ı çok şaşırtır. Örtünmüş olarak çıkar karşısına.

“Örtündüm ben… Her şeye karşı… Kadın kimliğimden de sıyrıldım. Bu beni rahatlattı.” der.

Didem Madak, bu dönemde tasavvufla ilgilenir. Kardeşi Işıl Madak’ın bu dönemiyle ilgili “Çok umutsuzdu. Kapanarak bu durumdan bir çıkış yolu bulacağını umdu. Ablam o dönemden inanarak kurtuldu. Yoksa kayıp gidecekti. Hukuk Fakültesi’ni de bu dönemde bitirebildi.” der.

Bu durumu da şiirlerinde şöyle anlatıyor şair:

“Allah benim çaresizliğimdi, artık konuşabileceğim kimsem kalmadığı için konuştuğumdu.”

Çok şey yaşadığı bu dönemi “Ah’lar Ağacı” şiiriyle anlatır:

“Ben acılarımın başını

Evcimen telaşlarla okşadım bayım.

Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.

İnsan kaybolmayı ister mi? Ben işte istedim bayım.”


“Grapon Kağıtları”

Bu dönemde kardeşi Işıl, ‘İnkılap Kitapevi 2000 Şiir Ödülü’ yarışmasından bahseder.

Didem Madak bununla ilgilenmeyince kendisi bütün şiirlerini toplayarak yarışmaya gönderir. Üstünden bir süre geçtikten sonra “Grapon Kağıtları” dosyasının yarışmayı kazandığı haberi gelir.

Didem Madak, bu süreçte internette şair ve avukat olan biriyle tanışır. Şair olmasından çok etkilenerek bu adamla buluşur. Günün sonunda genç adam bir şiir yazmalarını teklif eder. Adam, ikinci buluşmada kendi şiirini okur. Sıra ona geldiğinde ise Didem şu şiiri okur;

“Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca

Alt katında uyumayı bir ranzanın

Üst katında çocukluğum…

Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden

Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.

Aşk diyorsunuz,

Limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!”

“Kadın kimliğine geri dönüş”

Ödül töreni için İstanbul’a giden Madak, yarışma öncesinde örtüsünü çıkarır. Bu bir nevi onun tabiriyle “kadın kimliğine geri dönüş” sayılabilir.

Didem Madak, ödülünü aldıktan sonra İstanbul’da yaşamaya başlar. Bir süre sonra eşi Timur ile evlenir ve 3 yıl sonra kızı Füsun’u dünyaya getirir.

Anne kokan şiirleriyle veda ettiği yıllar

Kızının doğumundan sonra şiir yazamayan Madak tıpkı annesi gibi kansere yakalanır. 24 Temmuz 2011’de yani 41 yaşında kolon kanseri nedeniyle yaşamını yitirir.

Didem Madak’ın ödül töreni sırasında tanıştığı arkadaşı Şükran Yücel’e gönderdiği e-postadaki metin şöyledir:

“Canım Kızım Sana mektup yazacağım. Çünkü artık başka bir şey yazamıyorum. Bu konuda pek de dertli değilim doğrusunu istersen. Sen bana belki bugüne kadar yazdığımdan başka türlü bir yazı yazmayı öğretirsin. Kendimi bir sonbahar ağacı gibi hissediyorum. Mutlu bir sonbahar ağacıyım ben. Yere düşen yapraklarımı eğilip topluyorum. Saçıma tutuyorum. Bakın yakışmış mı diye soruyorum. Sonra yaprakları havaya savuruyorum. Ben iki kişilik bir kabilenin me isimli kölesiyim. Çünkü sen acıktığında me diye ağlıyorsun ve bu ismimi seviyorum reis! Canım kızım, cehaletimden şair oldum…

Annesizlikten.

Sen sakın şair olma!”

“Anlatarak bitiriyorum hayatımı

Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat.

Bir çiçek çizdim bu akşam avucuma,

İsmini her şey koydum.

Simli ojeler sürdüm yanlızlıktan sıkıldığımdan,

Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım,

Yıldızlı bir gecenin”

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

J.K Rowling Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Onun için pop yıldızlarının sahip olduğu türden bir şöhrete sahip olduğu söyleniyor. Öyle ya J. K. Rowling, sadece kitap yazarak dolar milyarderi olmuş ilk yazar.

Kuşkusuz Joanne, büyücülük dünyasının farkında olmadığı, evine gelen bir davetiye üzerine sıkıcı hayatından uçarak uzaklaşan çocuğu yazarken, bu hikayeye çok da uzak değildi. Tüm bu his, bu yazdıkları, onun hayatı ve hayalleri arasında bir yerdeydi. Hayalini kurduğu o hayatı yazmıştı Joanne ve küçük büyük herkesin kalbine dokunmuştu. Çünkü aşinası olduğu bu hayatın samimisiydi.

Zorlu geçen şu çocukluk yıllarına bir selam çaktı ve yeni bir yola çıktı Joanne. Bir kere geldiği şu hayat, biraz da onun rotasından geçmeliydi. Nihayet her şey umduğu gibi ilerlediğinde, Joanne, artık kıskanılan o isim olmuştu. Büyük Britanya Kraliçesi’ne bile fark atacak bir servete, yapmaktan mutlu olduğu yeteneği sayesinde kavuştu: Yazmak.

52 yıl önce bugün dünyaya gelen Joanne, dünyaya geliş sebebini bulmuştu belli ki. O zaman iyi ki doğdun J. K. Rowling! Hayal gücümüze bir Harry Potter kattığın için teşekkürler…

(Annesi ve kardeşi ile)

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Joanne, 31 Temmuz 1965’te, Chipping Sodburry, İngiltere’de, Anne Volant ve Peter’in çocuğu olarak dünyaya geldiğinde, ailesi ona “Joanne Kathleen” adını verdi.

Çilli suratı, tombul vücudu ve şişe dibi gözlükleriyle Joanne, silik bir çocuktu. Hangi spor aktivitesine katılsa başarısız olurdu ve belki de bu sebepten her zaman içine kapanıktı. Bir çocuk olarak onu en mutlu eden şey Di diye hitap ettikleri küçük kız kardeşi Dianne ile Wye Nehri kıyısında keşif gezilerine çıkmaktı. İşte bu geziler, onun hayal gücünü geliştirecekti.

Liseyi Wyedean Comprehensive’de okudu ve ardından yüksek öğrenimi için Exeter Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı’na kaydoldu.

Eğitim hayatını tamamladığında Londra’ya yerleşti. İki dil biliyordu; İnsan Hakları Örgütü’nde sekreter olarak çalışmaya başladı…

Peki ya tüm bunların zamana yayılan duygulu kısmı?

İlk hikaye: Tavşan

Joanne, ilk hikayesini kardeşi Di için yazmış ve ona Tavşan adını vermişti. Henüz 6 yaşındaydı…

Kardeşiyle şu çocukluk yaşlarında en çok istedikleri şey canlı bir tavşanları olmasıydı. İşte bu istek ateşledi hayal gücünü. İnce espriler ve biraz da umut yüklü hikayesinde Di, bir tavşan deliğine düşüyor ve tavşan ailesi onu çileklerle besleyerek misafir ediyordu…

Bu hikaye, Joanne’nin ilk emeğiydi.

Joanne’nin öğretmen korkusu

Okula başladığı zamanlar Joanne için tam anlamıyla kabus günleriydi. Bir kere Rowling ailesi, kızlarının doğduğu yerden, Winterbourne’ye taşındı. Joanne gibi özel bir çocuğu ilk etkileyen şey bu olmuştu.

İkincisi sınıfındaki çocuklar. Üçüncüsü ve en etkilisi de, öğretmeni Bayan Morgan. Joanne, Bayan Morgan’dan fena halde nefret ediyordu. Çünkü Bayan Morgan, öğrencilerini kendince zeka kapasitelerine göre hak ettikleri yere oturtuyordu ve bu durum Joanne’ye ziyadesiyle korkunç geliyordu, ki öyleydi de.

Joanne, yeni okulundan nefret ediyordu. Oturduğu sıra öğretmen kürsüsünün en sağındaydı ve bu zekanın en gerisinin onda olduğu anlamını taşıyordu. Ezildiğini fazlasıyla hissederek geçen zor bir yılın ardından Joanne ikinci yılında nispeten akıllı bir sıraya terfi ettiğinde kendini bir nebze daha iyi hissediyordu. Ancak bu durum da çok uzun sürmedi. Bu kez de arkadaşlarının hedefindeydi; kıskançlığa, öfkeye bulanmıştı her yanı…

Çocuklukta bir soyadı klişesi

Rowling, İngilizcede “yuvarlanan” anlamına gelen Rolling sözcüğüyle kafiyeliydi ve bu çocuklar için mükemmel bir malzemeydi. Çünkü Joanne’nin soyadı demekti ve Joanne tombul bir çocuktu. Onun o yuvarlanan görüntüsü, belli ki diğer çocukları çok eğlendiriyordu.

Bir de “Potter”ler vardı. Joanne’nin dahil olduğu arkadaş gurubunda bulunan biri kız biri erkek iki kardeşin soyadıydı bu. Kendisiyle soyadıyla ilgili dalga geçiledursun, onlar Joanne’nin gözünde kusursuz bir soyadına sahipti.

Elbette her üç çocuktan biri buna benzer bir hikaye yaşıyordu. Çünkü çocuklar acımasızdı. Onlar sevginin safını bildiği gibi kalp kırmanın da, öfkelendirmenin de safını biliyordu. Joanne’nin de bu soyadı macerası bir yana, Potter soyadı, duyduğu hayranlık onunla uzun yıllara uzanacak ve hatta şöhretli bir yazarlık serüveninin kapılarını açacaktı…

J. K. Rowling'in hayat hikayesi

Teneffüslerde anlatılan hikayeler

Joanne, ilkokuldan sonra Wyedean Okulu’na devam etti. İstisnasız her teneffüs kendisi gibi okulun pek popüler olmayan kesiminden olan arkadaşlarını çevresine toplar ve onlara hikayelerini anlatmaya başlardı. Bu hikayeler, gerçekte yapmaya asla cesaret edemeyeceği şeylerdi.

Sonra zaman ilerdi. Joanne büyüyordu ve büyürken ilk iş kavanoz dipli gözlüklerinden kurtuldu. Artık kontak lens kullanıyordu. Yıllar sonra bu konuda tatlı bir de itirafta bulunacaktı Joanne. Şükürler olsun ki gözlüklerini çıkarmıştı. Böylece lensler, en çok o gözlüklü zamanlarında suratına yumruk yemek üzerine geliştirdiği paranoyasının önüne geçecekti.

J. K. Rowling'in hayat hikayesi

Hep yazdı, ama paylaşmadı

Tüm ergenlik zamanlarında Joanne için en özel eylem yazmak oldu. Sürekli yazıyor, ancak kesinlikle kimseyle paylaşmıyordu. Başlangıç olarak sadece gözlüklerinden sıyrılmıştı, yoksa çekingen yanı onun yansıyan ruhu olmaya devam ediyordu.

Bu sırada üniversite seçimi zamanı gelmişti. Ailesine göre en doğru karar Exeter Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı idi. Ailesinin yönlendirmesi ile üniversite tercihi de bu şekilde sonuçlandı; Joanne Exeter Üniversitesinden mezun oldu.

Büyük bir hata olarak değerlendirdiği bu tercih için ise çok sonra şöyle bir değerlendirmede bulunacaktı: ‘‘Onlar, yabancı lisanın, iyi bir sekreterin kariyerinde elzem olduğu fikrinden yola çıkıyorlardı. Oysa bir türlü organize olmayı beceremeyen bendeniz, bu dünyada sekreterlik yapabilecek son kişiyim’’.

Sekreterlik Joanne’ye göre bir meslek değildi işte. Uzun süren toplantılarda not tutma görevinden çoktan sıyrılmış oluyor ve elindeki not kağıtlarına hayal dünyasındaki hikayeleri karalamaya başlıyordu. Hal böyle olunca bu sekreterlik işi pek uzun sürmedi.

Yıllar sonra bu kısa süreli işin güzel tarafını da açıklayacaktı. Bu süreç ona hikayelerini daktilo ile yazma imkanı vermişti ve bu Joanne için bulunmaz nimetti.

Yazarlığa adım adım

Sekreterlik mesleğini zirvede bırakmıştı ve şimdi yeni bir iş yapması gerekiyordu. Ancak yazarlık işini de iyiden iyiye kafasına taktığından edebi çalışmalarını sürdürmesine imkan tanıyacak bir iş de olmalıydı. Bunun üzerine eğitici olabileceğine karar verdi ve İngilizce Öğretmeni olarak Portekiz’e gitti.

Yazıyor, yazıyor ancak bir türlü beğenemiyordu. Çok kötü bulduğu için kimselere göstermediği iki romanını yok etmişti. Onu tanıyacağımız Harry Potter aksine bu iki romanı, yetişkinler için yazmıştı.

(İlk eşi ve kızı)

Özel hayatı

Joanne, Portekiz’de, televizyon muhabirliği yapan, bu ülkenin vatandaşı Jorge Arantes ile tanıştı. Çift 16 Ekim 1992’de evlendi ve 27 Temmuz 1993’te Joanne, anne oldu. Kızlarına Jessica adını veren çift, 1995’te boşandı.

Artık bekar bir anneydi. Boşanma aşamasında kız kardeşine de yakın olmak için Edinburgh’a taşındı. İlk kitabını işte burada bulunan Nicolson’s Cafe adlı bir kafede yazdı. Bir yandan da Edinburgh Üniversitesi’nde yüksek lisansa başlamıştı ve 1996’da mezun oldu.

Sadece kızı, kitabı ve okulu arasında geçen yıllardan sonra Joanne, 26 Aralık 2001’de, Neil Murray adında bir doktorla Pertshire’deki evinde küçük bir törenle evlendi.

2001 yılı aynı zamanda Harry Potter roman serisinin film serisine dönüşmeye başladığı yıl oldu. Harry Potter ve Felsefe Taşı yayınlanan ilk filmdi ve kuşkusuz kitaplarının satışına da katkısı büyük olacaktı.

Bu evlilikten 23 Mart 2003’te David adını verdikleri bir çocukları oldu. Joanne’nin üç çocuğu olması gibi bir hayali vardı. 23 Ocak 2005’te Mackenzie Jean adını verdikleri kızıyla bu hayali de gerçekleşmiş oldu.

(Kafenin bugünkü kullanımı)

Harry Potter yolculuğu

Joanne, Manchester’den Londra’ya bir uzun tren yolculuğunda düşürdü kalbine Harry Potter’in karakterini. Hemen kafasında hikayenin peşine düştü. Çünkü Harry’i çok net bir şekilde gördüğüne emindi. Onun kesinlikle bir büyücü olduğunu biliyordu ve büyücülük okulunun nasıl bir yer olduğunu hayal etmeye başladı. Raylar üzerinde hızla dönen tekerler, hızın gücü… Şu anda her şey onun için ilham kaynağıydı. Öyle ki bu yolculuk sona erdiğinde Joanne trenden inerken karakterlerin çoğunu planlamıştı ve 7 kitaptan oluşan bir roman serisi yazacağının biliyordu.

Müthiş bir heyecan sarmıştı bedenini. Kuşkusuz bu Joanne’nin hayatında yaptığı en anlamlı yolculuktu. Fikrini hemen hayata geçirdi. Elbette öyle karar verdiği an kadar kolay olmayacaktı. Romanını yazmak için oturduğu kafelerde ona eşlik eden bir küçük bebeği vardı. Romanını yazarken, masanın yanına yerleştirdiği pusetinde uyuta uyuta büyüttü küçük kızını Joanne ve Felsefe Taşı 5 yılın sonunda bitti. Bu sürenin 4 yılı içinde hem çalışıyor hem de serinin diğer kitaplarının konusunu düşünüyordu. Kuşkusuz kızından sonra hayatının en değerli varlıkları olacaktı.

Sırlar Odası 2 yılını alacaktı, ki hala öğretmenlik yapmaya da devam ediyordu bu sürede. Azkaban Tutsağı ise 1 yıl sürecekti. Giderek daha da profesyonelleşmekti bu galiba. Joanne’nin en hızlı yazdığı kitabı ise, Ateş Kadehi olacaktı.

Kitaplar her ne kadar çocuk kitabı kategorisinde basılsa da, yıllar sonra bu seriyi herkes okumaya başladığında “Kitaplarda yer alan tamamen bana ait bir espri anlayışı” diye açıklayacaktı yetişkinlerin de yadsınamayan ilgisini. İyiyle kötünün mücadelesini düşünerek kurguladığı bu hikaye, yaş fark etmeksizin herkesin beğenisini kazanacaktı…

(Hermione)

Kendinden bir parça

Bir röportajında ona fikirleri nereden bulduğu sorulduğunda, “Keşke fikirleri nereden bulduğumu bilseydim, gider orada yaşardım” diye yanıtlamıştı Joanne. Yine de bilmemekten memnundu aslında. Belki de büyüsü buradaydı. Bazen bir şeylerin açıklamasını bildiğinde gizemli olduğu zamanlardaki kadar ballı lokma tatlısı olmayabiliyordu. Bu hayatın Joanne’ye geri yansımasıydı; aynadan aksinin muntazam yansıması. Bu işin eğlencesinin bozulmaması en doğrusuydu.

Yine de karşı konulmaz bir istekle, en çok Harry, Hagrid ve Profesör Lupin ile tanışmak istiyordu. Kurguladığı kötü karakterler de dahil hepsini çok seviyordu elbet. En nötr kalabildiği ise, Hermione idi. Çünkü onu zaten tanıyordu; Hermione, kendi çocukluğuydu…

Harry Potter ile gelen şöhret

Yazmak için geçirdiği 5 yılın lezzetini de yadsıyamazdı elbet Joanne; ama bütün bu serüven boyunca en mutlu olduğu an, kuşkusuz yazdıklarının basılacağını öğrendiği o muhteşem andı. Joanne, fenomen bir yazar olmak üzereydi.

Joanne, belki hayalinin bile ötesinde bir şöhrete kavuşmuştu. Kavanoz dipli gözlüklerinin, tombul vücudunun intikamını alır gibi hissetmiş miydi acaba hiç?

Adı ilk kitabının basımında yayımcısının fikri ile J. K. Rowling şeklinde yer aldı. Çünkü yayınevi erkek okuyucuların, kadın bir yazarı okumaktan çekineceğini düşünüyordu. Yazarın erkek olduğu izlenimini uyandırmak okunmasını sağlayacaktı. Yayınevi bile Joanne’nin bu kadar okunacağını muhtemelen tahmin edemezdi. Çünkü Harry Potter serisi tüm dünyada 400 milyon sattı…

Joanne, Charles Dickens’ten sonra, ilk kez kapılarda ucu bucağı görünmeyen kuyruklar oluşturan bir yazar olmuştu. Katıldığı okuma günlerinde bile tablo giderek ilginçleşebiliyordu. Çünkü söz konusu J. K. Rowling olduğunda, bu küçük okuma etkinliği, 16 bin kişinin doldurduğu stadyumlara taşınabiliyor, dev ekranlara ihtiyaç duyulabiliyordu.

Öyle ki bu şöhret giderek Joanne’yi bunaltan bir hal alıyordu…

Sıkılmaya başladığında

Bu sıkılma aşamasını şöyle anlatmıştı Joanne: ‘‘İlk iki sene, başıma gelenleri idrak etmeye çalışmakla geçti. Epey zorlandım. Şimdilerdeyse, bütün bu patırtının günün birinde biteceği düşüncesiyle avunmaya çalışıyorum’’.

Aslında bu şımarıklık değildi. Sadece Joanne, kafelerde yazarken kendini rahat hissediyordu ve bundan mahrum kalmak istemiyordu, hepsi bu.

Galiba hepsi en sevdiğimiz kitaplar hakkında hissiyatımızla ilgili. Hepimiz okuduğumuz kitaplar bizim için yazılmış olsun istiyoruz. Joanne de kendisine hayıflanan küçük bir kızdan sonra daha net anlamıştı bu durumu. Edinburgh’daki bir imza günündelerdi ve yanına yanaşan küçük kız: “Burası neden bu kadar kalabalık?” diye söylendi Joanne’ye. Çünkü küçük kıza göre Harry Potter sadece onun kitabıydı ve bu kadar insanın burada olması anlamsızdı.

Ancak hayat yine de bazı alışkanlıkları döngüsü içine alma konusunda ustalığını gösteriyordu. Zaman geçti, J. K. Rowling, kendi içine bürünmek istedikçe artan şöhretine alışmanın yollarını buldu. Neyse ki Edinburgh’daki insanlar bu konuda onu çok zorlamıyordu…

Başarılı günler

Joanne, kitaplarının muhteşem satışlarından sonra kitap yazarak dolar milyarderi olan ilk yazar olarak tarihe geçti. Ayrıca bunun yanında onun için Birleşik Krallık’ın en zengin kadını olarak da anılıyordu.

Edindiği bu servetle Uluslararası PEN Kulübü’nü kurdu.

Parmaklarıyla bütünleşen kalemindeki sihre inanan Joanne hala yazmaya, üretmeye devam ediyor. Hayallerde yaşamanın sağlıklı olan yanını keşfetmenin huzuruyla da muhtemelen hep yazmaya devam edecek.

Sınırsız hayal gücü ile büyüleyen, küçük büyük herkesin sevgilisi bir J. K. Rowling geçiyor bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Instagram: biyografivekitap

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , ,

Kemal Kılıçdaroğlu Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Düşünün ki bir çocuk doğmuş aşiretin ortasına, adına Kemal demişler. Ailede dedelik geleneği sürüp giderken o büyüdüğü yolda kendini siyasete adamak istemiş.

Biz bugün sorulsa kuvvetle muhtemel hiçbir SSK Genel Müdürü’nün adını ezbere sayamayız. Ama 90’larda kimin bu görevde olduğunu dededen toruna herkes bilmekte. Bazen bir şey başarırsın ya da başaramazsın ve o şey senin üzerine biçilmiş bir gömlek gibi uyar kalır. İşte Kemal’in de üzerine biçilmiş bir gömleği vardı.

Sonra bir gün hiç iktidara getiremediği, ama hep hayalini kurduğu bir partiye lider oldu. İşte bu, Hesap Uzmanlığı’ndan Ana Muhalefet Parti Liderliği’ne kadar uzanan bir hayatın hikayesiydi.

Çocukluğu

Kemal, 17 Aralık 1948’de, Tunceli ilinin Nazımiye ilçesine bağlı Ballıca köyünde, Ev Hanımı Yemuş Hanım ve Tapu Memuru Kamer Bey’in yedi çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geldiğinde ona “Kemal Karabulut” adını verdiler. Kemal’den 10 dakika ikizi doğmuştu. Onun da adı “Adil” idi.

Yaşadıkları köyde neredeyse herkesin soyadı Karabulut’tu. Babası Kamer Bey de çözümü değiştirmekte buldu. 1950’lerde Karabulut olan soyadı Kılıçdaroğlu olarak değiştirildi. Soyu Oğuzlar’ın Bozok kolunun Beğdili boyundan geliyordu ve Ehl-i Beyt’e kadar uzanan Seyyid’in soyuna dayanıyordu. Ailesinin kökenlerinde aşiretlik vardı; Horasan’dan göç ederek Anadolu’ya yerleşen Tunceli aşiretlerinden Kureyşan aşiretine mensuplardı.  Horasan’dan önce Konya Akşehir’e gelmişlerdi. Daha sonra bu aşiret, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında yaşanan çatışma sebebiyle bugünkü yerleri olan Tunceli’ye göçtüler.

Kureyşanlılar’ın, bilinen Kureyş kabilesi ile bir bağı yoktu ve bu aşiret, bölge halkı için kutsal bir ocaktı. Dedelik yapanlara “Horasanlı Baba Kureyş” denirdi. Alevi geleneğindeki dedelik makamının da buradan geldiği söyleniyordu. Bu kültürde büyüyen çocukların tabiatında bir sakinlik vardı. Kemal de sakin bir tabiatla büyüdü. Kemal’in ailesinde dedelik makamında bulunan kimseler vardı. Ama Kemal bunu sadece kültür olarak benimseyecek, bambaşka bir yolda yürüyecekti.

Kemal’in ailesi Dersim’de “Cebeligiller” lakabı ile tanınıyordu. Muhtemelen bu lakap aileden birisinin Osmanlı’da askerlik yapmasından kaynaklanıyordu. Bir ihtimal de Osmanlı’nın dedesinin dedesi eşkıyaydı ve muhtemelen babası da soyadını büyük dedesine dayandırarak değiştirmişti.

Aşiretin yapısında yetişen gelişen bir aile oldu Kılıçdaroğlu ailesi. Kardeşler içinde üniversite mezunu olan sadece Kemal olacaktı yıllar sonra. Kemal’in de en büyük arzusu kız kardeşlerinden Fikriye’yi okutmaktı. Ama bu pişmanlıkları hanesine yazılacaktı.

Eğitim ve çalışma hayatı

Kemal, ilk ve orta eğitimini Tunceli, Erciş, Elazığ gibi Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde tamamladı. Lise eğitimini ise, 1967’de “Elazığ Ticaret Lisesi”nde birincilikle bitirdi.

Üniversite tercihi sırası geldiğinde, bugünkü adı Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi olan “Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi”ndeydi; 1971’de mezun oldu.

Lisansını tamamlar tamamlamaz iş hayatı başladı. Artık ne çocukluk ne de gençliğin deli çağları kalmıştı. Mezuniyetiyle aynı sene Hesap Uzman Yardımcılığı Sınavı’na girdi ve Maliye Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. Kısa bir süre sonra da Hesap Uzmanı oldu. Ardından bir yıl kalmak üzere Fransa’ya gitti. Bu görevi 1983’e kadar sürdürdü ve yine 1983’te Gelirler Genel Müdürlüğü’ne atandı. Önce Daire Başkanı, daha sonra da kurumun Genel Müdür Yardımcısı oldu.

Kemal evlendi

Kemal, 1974’te Selvi Kılıçdaroğlu ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı ve bir oğlu oldu.

Evlilik yaşamından çok siyasi yönüyle tanınacaktı…

SSK Genel Müdürü oldu

Kemal, Gelirler Genel Müdürlüğü’nden sonra 1991’de Bağ-Kur’a Genel Müdür olarak atandı. 1992’de de Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü’ne geçiş yaptı ve 1999’a kadar kaldığı görevinde rekor zarara ulaştı. İşte bu yüzden Kemal Kılıçdaroğlu, bugüne kadar SSK Genel Müdürlüğü’ne gelmiş herkesten daha çok tanındı; büyük bir başarısızlıktı. Çünkü SSK Genel Müdürlüğü, bir önceki yıl kâr açıklayan bir kurumken, zarar tablosunu açıklar olmuştu; 128 bin lira kâr ile devraldığı kurumu, 1 milyar 111 milyon zarar ile devretti.

Evet, Kemal Kılıçdaroğlu 1992’de kurumu 128 bin lira ile devraldı. İlk yıl 2 milyon 556 bin lira zarar açıklaması yapıldı. Zarar açıklaması diğer yıllarda da maalesef devam etti; 1993’te 8 milyon 84 bin lira, 1994’te 19 milyon 399 bin lira, 1995’te 81 milyon 335 bin lira, 1996’da 144 milyon 383 bin lira, 1997’de 336 milyon lira, 1998’de 447 milyon lira ve 1999’da 1 milyar 111 milyon lira idi.

Üstelik halk hastanelerin durumundan, ihtiyaçlarının karşılanmamasından da oldukça şikayetçiydi. Ayrıca Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Müdür olduğu SSK döneminde tahsil edilemeyen primlerin tutarı da rekor kırmıştı. 1992’de 8.7 milyon lira prim alacağı bulunan SSK’nın 1999’da ulaştığı rakam 220 milyondu. Yapılan bunca şeyin üzerine halkın hala memnun olamayışı büyük bir kaostu.

Kemal’in başarısızlığı artık daha fazla hükümetin gözünden kaçamadı. Normal bir insan aklının alamayacağı kadar uzun bir süre verilen bu zararın üzerine, dönemin hükümeti olan 57. Hükümet tarafından görevden alındı. SSK, Türkiye’nin en çok zarar eden kurumu olmuştu.

Kemal Kılıçdaroğlu yaşananları kabullenmek istemiyordu; görevden alınmasının üzerine hemen Danıştay’da dava açtı. Ancak Kemal’in SSK’yı zarara uğrattığı devletin resmin yazışma ve raporlarına dahi girmişti. Çalışma Bakanlığı’ndan Danıştay 5. Dairesi’ne gönderilen yazıda da Kemal Kılıçdaroğlu’nun SSK’yı basiretsiz yönettiği için görevden alındığına ilişkin ibarelere yer verdi. Gönderdiği açıklamada Çalışma Bakanlığı, SSK’nın Hazine’den 1994’te 15 milyon lira, 1995’te 60 milyon lira, 1996’da ise 90 milyon lira yardım almak zorunda kaldığını da açıklıyordu. Ayrıca yine bu yönetim döneminde SSK ilk kez değeri 5 milyon lirayı aşan gayrimenkulleri satmak zorunda kalmıştı.

Kemal Kılıçdaroğlu, kendi isteğiyle SSK’den emekli olmak durumunda kaldı.

SSK macerası sırasında kısa bir süre Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı olarak da bulundu. Doğrusuyla yanlışıyla ekonomi de siyaset de devam ediyordu yaşamında. 1994’te Kemal Kılıçdaroğlu “Ekonomik Trend” dergisi tarafından “Yılın Bürokratı” seçmişti.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Adayı

Devlette bulunduğu önemli konumlardan sonra Kemal Kılıçdaroğlu, “DSP’nin yıldızları” arasında anılmaya başladı. 1999 Türkiye Genel Seçimleri’nde DSP’nin Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından milletvekili adayı olacağı belirtildi. Ancak Bülent Ecevit, Kemal Kılıçdaroğlu’nu aday göstermedi. Bir süre “Vatandaşın Vergisini Koruma Derneği”nin Genel Başkanlık görevini üstlendi. 2002 Türkiye Genel Seçimleri’nde meclise sadece iki parti girebildi; Kemal Kılıçdaroğlu da CHP’den İstanbul Milletvekili olarak meclise kendine bir koltuk buldu. 2007 Türkiye Genel Seçimleri’nde bir kez daha CHP İstanbul Milletvekili olarak meclisteydi.

Kemal Kılıçdaroğlu, SSK Genel Müdürlüğü ile özdeşleşmiş ikonik bir isimdi. Ayrıca o dönemlerden kalma yakınlarını işe yerleştirdiği, hatta ihalelerde usulsüzlük yaptığı yönünde iddialar vardı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun buna cevabını ise şu cümlelerle vermişti: “SSK Genel Müdürü olarak çizdiğim performans başarılıdır. Kurumda 65 bin kişi çalışıyor. Ben Tunceli’de de sınav yaptım. Bir tek akrabam Tunceli’de sınava girmedi; hiçbirine izin vermedim, torpil olur, söz olur diye. 65 bin kişinin çalıştığı kuruma eğer ben yakınlarımı, akrabalarımı doldurmak isteseydim, kurum tarihinde ilk kez ÖSYM aracılığıyla sınav yapmazdım. Kimin sınav kazandığının belgelerini, isimlerini noter huzurunda açtıran benim.

Ben Genel Müdür olmadan önce de yakınlarım vardı. Ama hiç kimse şu yakınını şurada müdür yapmıştır diyemez. Sınavı kazanmıştır, gelmiştir. Düz memurdur, çok istediği halde, asla müdür olmamıştır”.

Bu iddialar uzun süre devam ededursun, Kemal’in gözü İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndaydı. “30 Mart’ta inşallah İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturacağım” diyordu. Üstelik Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın kapısına beş kuruş dahi talep etmek için gitmeyeceğini de özellikle vurguluyordu. Mümkün değil ihtiyacı olmayacaktı. Bu kentin 10 milyar dolar bütçesinin yeteceğini düşünüyor ve ekliyordu; “Ben burada iddialıyım. 10 milyar dolara İstanbul’u İstanbul yapacağım. Zaten Tayyip Bey’in de korkusu da o. Acaba diyor, bu adam gelir, gerçekten beş yılda bizim on beş yılda yapamadığımızı yaparsa ne olacak?”

Ne de olsa Kemal Kılıçdaroğlu bir hesap uzmanıydı.

Bu düşünceler, cümleler havada uçuşadursun, “Bu üçlü çok güçlü” sloganıyla başlatılan bir üçlü yönetim vardı. 29 Mart 2009 Seçimleri’nden sonra İstanbul’u yönetmeye aday olmuşlardı. Belediye Başkanlığı görevinde Kemal Kılıçdaroğlu, Meclis Başkan Vekilliği’nde Gürsel Tekin ve Genel Sekreterlik görevinde de Alper Ünlü vardı. Ancak daha seçilmeden bu üçlüden Gürsel Tekin, genel merkezle ihtilafa düştü; istifanın eşiğinden döndü. Neredeyse diğerlerini yarı yolda bırakıyordu. Kemal Kılıçdaroğlu bu duruma şu cümlelerle açıklık getirdi: “Aday belirleme sürecinde her partide olduğu gibi kırgınlıklar olur. Birisi gider, öbürü gelir; bunlar işin doğası gereği. Bizim üçlüde bir ayrılık yok. Ben şahsen liste işine girmiyorum. Çünkü ben öyle partinin iç sorunlarına girersem başkan adaylığımı yapamam”.

2009 Türkiye Yerel Seçimleri’nde Kemal Kılıçdaroğlu CHP İstanbul Milletvekili ve Grup Başkanvekili olarak partisinden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday oldu. Ancak seçimi %44,7 oyla 2004’ten beri İstanbul Belediye Başkanlığı’nı üstlenen AK Parti adayı Kadir Topbaş kazandı. Bu seçimde Kemal Kılıçdaroğlu da %36,80 oy almış ve partinin 2004 seçimlerinde aldığı oy oranını %25’in üstünde bir oranda artırmıştı.

Bu dönemde Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim propagandasında kullandığı şarkıyı, sanatçı Onur Akın hazırlamıştı.

Kitap yazdı

Kemal Kılıçdaroğlu, SSK Genel Müdürü olduğu zaman dilimine 3 de kitap sığdırdı. Ayrıca çok sayıda yayınlanmış makalesi de vardı.

Ocak 1993’te “İşsizlik Sigortası Kanunu – Yorum ve Açılamalar, TÜRMOB”, Eylül 1997’de “1948 Türkiye İktisat Kongresi, 1. Baskı DPT, 2. Baskı SPK” ve Ekim 1997’de de “Kayıt Dışı Ekonomi ve Bürokraside Yeniden Yapılanma Gereği, TÜRMOB” kitaplarını yayınladı.

Mal bildirimi

Kemal Kılıçdaroğlu, 2003, 2005, 2007, 2009 ve 2010 yıllarında mal bildirimini kamuoyuna açıkladı. En son Ocak 2010’da verdiği beyana göre Kemal Kılıçdaroğlu’nun üzerine kayıtlı iki konut, bir arsa, üç kooperatif hissesi ve 2.733 TL değerinde 8 tablo bulunmaktaydı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu

6 Mayıs 2010’da saat gece yarısını geçerken internete Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Cumhuriyet Halk Partisi’nin tepesine kara bulutlar gibi çökecek bir kaset düştü. Kasette partiyi 1992’de yeniden kuran 18 yıllık Genel Başkan Deniz Baykal’ın, uzun yıllar Kalem Müdürlüğü’nü yapan ve 2007’de Ankara Milletvekili seçilen Nesrin Baytok ile görüntüleri vardı. Bu görüntüler Deniz Baykal’ın ailesini ayrı, sevenlerini ayrı, partisini ise apayrı bir dehşete düşürmüştü.

Özellikle CHP’de şok etkisi yaratan bu kaset internette bir virüs gibi yayılırken yapılan montaj ya da komplo açıklamalarına her kulak sağır, her göz kör oldu bir süre. Bu kadar ucuz kurtulabilecekleri bir hadise değildi bu; olamazdı. Elbette ilk refleks olarak partinin üyeleri genel başkanlarına sahip çıktı. Ancak olay kontrolden çıktıkça kaset parti içinde de çıkmaza yol açmıştı. Üzerlerine toplanan kara bulutlar şimşekler çaktırıyor, bir kasırga etkisi oluşturuyordu.

Bir yandan da olaya bir çözüm getirmek gerekirdi. Öncelikle kasetin yayılmasını önlemeye yönelik hukuki önlemler alınmak istendi, ama sonuçsuzdu. Deniz Baykal da üç gün evine kapanmış, sessizliğe bürünmüştü; bir karar vermeye çalışıyordu. Bu süreçte yanında dimdik duran, bu olayı soğukkanlılıkla çözüme kavuşturmaya çalışan isim ise, Deniz Baykal’ın yarım asırlık yol arkadaşı, 10 yıllık Genel Sekreteri Önder Sav idi.

Deniz Baykal üç günlük suskunluğunun ertesi günü 10 Mayıs 2010’da, kameralar önünde kasetin montaj olayın komplo olduğunu savunup suçu AKP ve Başbakan’ın üzerine attıktan sonra Pensilvanya’daki Fettullah Hoca Efend’ye de bir selam çakarak istifasını sundu. Ayrıca her bir cümlesinin içinde “Dönebilirim” mesajı saklıydı. Bir istifa mı değil mi kafalar iyice karışmıştı.

Dönebilme ihtimali üzerine bırakılmış açık kapı, özellikle parti içindeki birçok kişiyi harekete geçirdi. Deniz Baykal istifa etmesin diye evinin önünde açlık grevi başlattılar. Bir kaos ortamı almış başını giderken Önder Sav ipleri tamamıyla eline aldı.

Bu süreçte Kemal Kılıçdaroğlu da aday olarak gösterildi, ancak kendisi sürekli “Aday Değilim” açıklamalarında bulunuyordu. İşte burada devreye giren Önder Sav, CHP’yi içinde bulunduğu kaostan çıkarmak, olanları gündem dışı bırakabilmek için kolları sıvadı. Süreci tüm ayrıntıları ile planlayarak Kemal Kılıçdaroğlu’nu Genel Başkanlık koltuğuna kendi elleriyle oturtacaktı.

Kemal Kılıçdaroğlu ve Önder Sav, kimsenin bilemeyeceği bir yerde, karılarına dahi haber vermeden birkaç kez buluştu. Ne kadar ketum kalınırsa o kadar sağlıklı sonuç alınacağını düşünüyordu Önder Sav. Parti içinde de desteği oluşturmuştu. “Aday değilim” açıklamaları yapan Kemal Kılıçdaroğlu, 17 Mayıs 2010’da birden CHP Grup Başkanvekilliği’nden istifa ederek kurultaya Genel Başkanlık için aday olacağını açıkladı.

Kemal Kılıçdaroğlu, 22 Mayıs 2010’da yapılan 33. Olağan CHP Kurultayı’nda, 1249 delegeden 1200’ünün imzasını aldığı ve tek aday olarak girdiği kurultayda geçerli 1189 oy ile CHP’nin 7. Genel Başkanı oldu.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri

2014’te yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP aday olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu gösterdi. Ancak seçim sonunda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan oldu.

Yaşanan bu olay üzerine parti içinde Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı eleştiriler artmaya başladı. Her gün yeni bir söz ile sarsılan Kemal Kılıçdaroğlu, tüzükteki yetkisini kullandı ve olağanüstü kurultay çağrısı yaptı. Karşısındaki aday Eski Grup Başkanvekili ve Yalova Milletvekili Muharrem İnce’ydi. 5 – 6 Eylül 2014’te Ankara’da yapılan CHP 18. Olağanüstü Kurultayı’nda Kemal Kılıçdaroğl, 740 oy ile tekrar CHP Genel Başkanı oldu.

Muharrem İnce ise 415 oy aldı.

2015 Türkiye Genel Seçimleri

Türkiye 2015’te Haziran ve Kasım aylarında iki genel seçim süreci yaşadı. Haziran 2015 Genel Seçimleri’nde CHP’nin sloganı “Anadolu’nun Kemal’i” idi. Asgari ücretin 1500 TL olacağını, dini bayramlarda işçilere birer maaş verileceğini vaat ediyordu. Ancak ülke vaatleri yeterli bulmamış ya da belki de güven duymamış olacak ki, 7 Haziran 2015’te sandığa gidildiğinde CHP %24,95 oy oranı ile ikinci sırada kaldı.

Seçim sonuçlarını değerlendiren Kemal Kılıçdaroğlu, “Seçimin kazananı “demokrasi”, mağlubu ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Oy sonuçlarından memnunum, istifa etmeyeceğim” dedi.

Kasım 2015’te ise CHP, “Milletçe Alkışlıyoruz” ve “Önce Türkiye” sloganlarını kullandı. Ayrıca bir de reklam filmi vardı; Kemal Kılıçdaroğlu, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Memleket İsterim” şiirini okuyordu. Haziran’da verdiği vaatlere ekonomik temelli başkalarını da ekledi. 1 Kasım 2015’te yapılan seçimde CHP, %25,32 oy oranı ile tekrar ikinci sırada yerini aldı.

Bu seçimden sonra da yöneltilen “İstifa edecek misiniz?” sorusunu şu cümlelerle yanıtladı Kemal Kılıçdaroğlu: “CHP’yi diğer partilere benzetmeyin. Demokrasiyi bu ülkeye getiren partiyiz. Kurallar neyi gerektirirse, o kurallar aynen çalışır. Oyumuz arttı, milletvekillerimiz arttı, ama kendimizi başarılı görmüyoruz. Bizden çok ilgili partilerin kendi alanına girer oy düşüşleri. Önümüzdeki süreçte oy alanımızı göreceğiz”.

Guguk kuşu

Siyasetle ilgilenen her bireyin kaderidir eleştirilmek, tiye alınmak ya da bazen mizahının yapılması…

1 Kasım 2015 Türkiye Genel Seçimleri’den 2 ay sonra toplanan 36. CHP Kurultayı’nı baz alarak Yılmaz Özdil 17 Ocak 2016’daki Sözcü Gazetesi’ndeki köşesinde Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştiren bir yazı yazdı. Yazının başlığını da “Sıkın dişinizi… En fazla dokuz kurultay sonra tamamdır bu iş” koymuştu. Üstelik Kemal Kılıçdaroğlu için “Guguk Kuşu” benzetmesi yapıyordu. “Guguk Kuşu” başlıklı yazısını da 5 Kasım 2015’te kaleme almıştı.

Şöyle başlıyordu yazısı: “Guguk kuşu. En tehlikeli… En sinsi kuş türüdür”.

Yılmaz Özdil’in tabiriyle Guguk kuşu, belki de gerçekten Atatürk’ün kurduğu partiye, CHP’ye zarar veriyordu.

Suikaste maruz kaldı

Kemal Kılıçdaroğlu, 8 Nisan 2014’te TBMM’de yumruklu saldırıya uğramıştı. Bu olay 2016 yılında yaşayacaklarının yanında hafif kalacaktı.

Kemal Kılıçdaroğlu, 8 Haziran 2016’da Vezneciler’de bombalı araç saldırısında hayatını kaybeden polislerin Fatih Camisi’ndeki cenaze törenine katıldı. İşte bu sırada kurşunlu saldırıya uğradı. Neyse ki sağlığı yerindeydi.

Bu olay hala tazeliğini korurken, 25 Ağustos 2016’da Artvin Ardanuç’ta Kemal Kılıçdaroğlu’nun konvoyuna silahlı saldırı yapıldı. Ardanuç yolu üzerindeki Yanıklı köyünden geçildiği sırada ormanlık alandan konvoy üzerine uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. CHP heyetinden yaralanan olmadı. Ancak bölgede güvenlik önlemi sağlayan jandarma ekiplerinden, 1 asker şehit düştü ve 2 asker de yaralandı. Bu olayı kimin gerçekleştirdiği merak konusuyken, PKK saldırıyı üstlendi ve hedefin Kemal Kılıçdaroğlu olmadığını söyledi.

Atatürk’ün emanetini yaşatmak, Cumhuriyet’e sahip çıkmak için kurulan parti bugün hala var ve Genel Başkanı da hala Kemal Kılıçdaroğlu. Tunceli’den çıkıp parti koltuklarına uzanan bir hayat da işte böyle geçiyordu, bazen eleştirel, bazen mizahi, ama hep siyasi…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Naim Süleymanoğlu Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Çocukluğunu geleceğinin başarılarına hibe etmek çok zor bir karar. İnsan aklı ermeye başladığında belki pişmanlıklara bile bürünebilir. Ama o sadece bunu içine ince bir sızı yapıp gözünü ulaşabileceği madalyalara dikti. Sonuçta herkesin vardı insanın içini burkacak bir hikâyesi; varsın onunki de böyle olsundu. Belki de alkışlarla avuttu kendini ya da ülkesinin gururu olmakla gururlandı da geçti sızısı.

Hem kocaman bir gerçek ortada duruyordu işte; o tarihe daha yaşarken geçmiş bir isimdi. Cep Herkülü’nü kimse unutmayacaktı…

Çocukluğu

Naim, 23 Ocak 1967’de Bulgaristan Kırcaali’de Ahatlı köyünde, Hatice Hanım ve Süleyman Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ona verdikleri isim “Naim Süleymanoğlu”ydu. Ancak daha sonra 1985’te Bulgaristan’da isim değişikliği uygulaması başladığında, artık “Naum Sulejmanow” olacaktı. Muharrem adında bir de kardeşi vardı.

Ailesi Ahatlı köyünden Mastanlı şehrine yerleşti; Naim 2 yaşındaydı. Süleyman Bey, Mastanlı – Kırcaali otobüs hattında şoförlük yapmaya başlamıştı.

Konuşmayı pek sevmeyen sakin bir çocuktu Naim. Yıllar sonra herkesin tanıdığı “Naim Süleymanoğlu” olduğunda da çocukluğunu hiç yaşayamadığını fark edecekti. Bir şampiyon olmanın bedeli vardı. Yaşıtlarının sokakta top koşturduğu, taştan topraktan oyunlar kurduğu zamanlarda o antrenmanlardaydı.

9 yaşındaydı haltere başladığında. O suskun çocuk yaşına, boyuna posuna bakmadan ağırlık kaldırmaya başlamıştı ve belki de yıllar sonra kendi ağırlığının çok çok üstünde ağırlık kaldırabileceğini bilmiyordu…

Haltere nasıl başladı

Naim 9 yaşındaydı ve okulda arkadaşlarının halter sporuna başladıklarını duydu. Bir arkadaşında gördüğünün içinde bir heyecan fırtınası kopardığı yaşlardı. Arkadaşları Naim’i antrenörle tanıştırdı. Naim, ortamı da antrenörü de sevmişti. Ayrıca yurtdışına gidileceğini de öğrenmişti. İçine yayılmış merak dalgasına karşı koyamadı ve gönlünü bu spora oracıkta kaptırdı. Artık spor yapacak, ülke ülke gezecek ve çok güçlü olacaktı; hayalini kurmaya başlamıştı bile.

Çok çalışıyordu tüm incelikleri öğrenmek için. Antrenmanlar, okul derken çocuk olduğunu unutmuştu. Hayat nedir, nasıl yaşanır, çalışmak nasıl olur çok erken öğreniyordu.

En Genç Dünya Rekortmeni

Naim çalışmalarının karşılığını çok erken yaşta alacaktı. Onca çaba boşuna değildi. 1982’de Brezilya’da düzenlen “Dünya Gençler Halter Şampiyonası”na katıldığında 15 yaşındaydı ve 52 kiloda iki altın madalya alarak şampiyon oldu.

16 yaşında bir rekor daha kırdı. Böylece halter tarihinde “En Genç Dünya Rekortmeni” unvanını aldı. Ayrıca 1984’te silkme kategorisinde vücut ağırlığının üç katını kaldıran ikinci halterci olarak tarihe geçti.

Gencecik yaşına rağmen kırdığı rekorlar bütün Halter otoritelerini Naim’e hayran bırakmıştı. Herkesin gözü onun üzerindeydi. “Yıldız hastalığına katılmak” denirdi ünlüler arasında; Naim de tutulmuştu, hem de nasıl. 15 yaşında kazanılmış dünya şampiyonluğu dile kolaydı. Ancak bütün çalışmalarında yanında olan Hocası yine yanındaydı. Toparlanması için Naim’i bir silkeledi ve kendine getirdi. Bundan sonra başaracakları için bu sarhoşluğa kapılmaması gerekiyordu. İyi ki de ensesinde boza pişiren, iyiliği için onun yanında olan böylesine yetkin biri vardı. Naim, madalyalarına madalya ekleyebilecekti. O, kaybolmayacaktı.

1984’te bir kez daha olimpiyatlar için geri sayım başladı. Naim, 17 yaşındaydı ve 20-24 yaş aralığındaki takım arkadaşlarıyla her gün 10 – 12 saat çalışıyordu. Antrenman sabah 8’de başlıyor, gece yarısına kadar devam ediyordu. Yorgunluktan adım atamayacak hallere düşüyor, antrenörlerin yardımıyla otele dönebiliyordu. Ama başarıya giden yolun kolay olduğunu kimse söyleyemezdi zaten. Bunca yoran çalışmaları boşa çıkmayacaktı ayrıca. 1983 – 1986 yılları arasında gençlerde 13, büyüklerde 50; toplam 63 rekor kırdı. Dünya ve Avrupa şampiyonalarında 52-56-60 kilolarda şampiyonluklar elde etti. 1984 – 1985 – 1986 yıllarında dünya çapında “Yılın Haltercisi” ilan edildi.

Türkiye’ye ilticası

1985’te Bulgaristan’da orada yaşayan Türklerin Bulgar ismi alma zorunluluğu geldi. Bir Türk olan Naim’in de adı Bulgaristan’da “Naum Sulejmanow” oldu. Bulgarlar, aslında Naim ile iyi geçinirlerdi; ama çözmüştü sebebini. Bulgaristan, bir nevi kazandırdığı madalyalar için kendisine mecburdu. Ama bu isim değişikliği olacak işi değildi.

İşin rengi değişmişti. Başarılı olmaya devam etmeli ve ait olduğu yere gitmeliydi; Türkiye’ye. Aklına koymuştu; bir dahaki gittikleri ülkede yarışırken kaçacaktı. Bulgarlar da ona güveniyordu aslında; kaçacağından şüphe etmezlerdi. Naim, kafasındaki planı ailesine dahi anlatmadı. Çünkü kimsenin onu yolundan döndürmesini ya da kendisi için endişe duymasını istemiyordu. Hem burada artık yeri yoktu, gitmeliydi. Ailesini de ne kadar çabuk giderse o kadar kolay yanına aldıracağını hesaplamıştı. Zaten ismini değiştirmelerine izin verişi de planının bir parçasıydı.

1986’da ilk adımını attı; Melbourne’deydi. Burada Türk Büyük Elçiliği’ne sığınma talebinde bulundu. Elçilik yarına kadar beklemesi gerektiğini, Ankara’dan gelecek cevaba göre hareket edebileceklerini bildirdi. Ertesi gün Naim’in sabırsızlıkla beklediği o haber geldi; Naim’in başvurusu olumlu değerlendirilmişti.

1986’da bir Cumartesi günü dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın gönderdiği, içinde danışmanlarından Can Pulak ve Selim Ereğli’nin de bulunduğu özel uçakla Londra Havalimanına indi. Buradan da İstanbul Atatürk Havalimanı’na inişi planlanıyordu; ancak Mürted Askerî Havalimanı’na indi ve Üs Komutanı tarafından karşılandı. Koruma altına alınarak plakasız bir araçla TBMM’ye götürüldü. O sırada Turgut Özal, Bakanlar Kurulu ile toplantıdaydı ve Naim salona girdiğinde bir anlık sessizlikten sonra herkes avurtları patlayana dek alkışladı. Hepsi ayaktaydı.

Naim, başarmıştı.

Türkiye günleri

Naim Türkiye’ye iltica etmesinin de sonuçları olacaktı elbet. IWF yönetmenliğinin 16.maddesindeki “Göç eden halterciler bir yıl süre ile uluslararası müsabakalara katılamaz” ibaresi sebebiyle Naim bir yıl boyunca müsabakalara katılamayacaktı.

Elbette antrenmanlarının hızını kesmedi; bir yılı iyi değerlendirdi. Süre dolduğunda Aralık 1987’de “Türk vatandaşı” olarak Antalya’daki Uluslararası Halter Turnuvası’na katıldı. 60 kg sıkletinde 150+188 kg sonuç ile dünya rekoru kırdı.

Sırada 1988’deki Avrupa Halter Şampiyonası ve Seul Olimpiyatları vardı. Özellikle Seul Olimpiyatları’na katılmayı çok istiyordu; ama bu iş biraz sorunlu olacak gibiydi. Çünkü Türkiye adına katılabilmesi için Bulgaristan’dan bedelini ödeyerek izin almak gerekiyordu. Türk Hükümeti 1 milyon dolar bedeli ödeyerek gerekli izinleri aldı ve Naim müsabakaya katıldı. 60 kg koparmada 145 kg, 150,5 kg, 152,5 kg; silkmede 175 kg, 188,5 kg, 190 kg kaldırarak 9 dünya, 6 olimpiyat rekoru kırdı. Bu muhteşem bir zaferdi; Türkiye’ye olimpiyatlar tarihinde güreş dışında ilk altın madalya getiren sporcu olmuştu Naim Süleymanoğlu.

Avrupa Halter Şampiyonası’nda da üç altın madalya kazandı. Ayrıca 1989’da Dünya Şampiyonası’nda 60 kg’da koparmada 150 kg kaldırarak dünya rekorunu da kırdı.

Emekli oldu

Naim, 1989’daki Dünya Şampiyonası’ndan sonra emekliye ayrılmaya karar verdi; 22 yaşındaydı. Belli ki çok yorulmuştu, dinlenmeye ihtiyacı vardı.

Başlarda verdiği kararın doğruluğundan emindi. Ancak çok gençti. Başka bir mesleği olsa bu yaş, neredeyse işe başlama yaşıydı. Naim ise, emekliye ayrılıyordu; ironik bir durumdu.

Daha fazla halterden uzak kalamadı. 1992’de Barcelona’da düzenlenen olimpiyat ile geri döndü. Dönüşü muhteşem olacaktı…

Dünyanın En İyi Sporcusu

Naim, başarılara da madalyalara da doyamıyordu. 1992’deki Barcelona Olimpiyatları’nda rakiplerine ezici bir üstünlük sağladı ve altın madalyayı Türkiye’ye kazandırdı. Yine bu yıl, “Uluslararası Halter Basın Komisyonu”, Naim Süleymanoğlu’nu “Dünyanın En İyi Sporcusu” seçti. Aldığı unvanlar onu kulvarında tek kılmaya yetip artıyordu.

1993’te yine Melbourne’deydi. Burası onun kendi içinde özgürlüğünü bulduğu o şehirdi, yeri ayrıydı. Dünya Şampiyonası’ndan 3 altın madalya ve 2 dünya rekoru ile döndü.

1994’te ise Bulgaristan’daydı. Hayat, insanı bulunduğu yerlerden hiç tahayyül edemeyeceği yerlere bırakıp, üzerine bir kez daha başladığı yere döndürerek şaşırtan garip bir şeydi. Bulgaristan’da yapılan Avrupa Halter Şampiyonası’nda sadece üç kaldırış yaptı ve 3 dünya rekoru kırdı. Yine 1994’te 66.’sı İstanbul’da düzenlenen Dünya Halter Şampiyonası’nda, bu kez sakat olmasına rağmen, 3 dünya rekoru kırdı ve 3 altın madalya kazandı. Bu kez de “Dünyanın En Güçlü Sporcusu” unvanını kazanmıştı. Üstelik bu müsabaka, ilk kez Türk seyircisi önüne çıktığı için de ayrıca anlamlıydı.

1995’te Avrupa Halter Şampiyonası’nda hala sakat olmasına rağmen 1 altın, 2 de gümüş madalya kazandı ve Türkiye’nin takım halinde birinci olmasında katkısı şüphesizdi. Sakatlığı devam ediyordu. Yine aynı yıl Çin’de düzenlenen Dünya Şampiyonası’nda 3 altın madalya kazandı.

Elbette sadece başarı olan bir hayat mümkün değildi; Naim, Sidney Olimpiyatları’nda başarısız oldu. Sakatlığı devam ediyordu. 1996 Atlanta Olimpiyatları’nda 64 kg’da 4 dünya rekoru kırdı. Üçüncü kez olimpiyatlarda madalya kazanıyordu ve adı tarihe geçti.

Tekrar emekliye ayrıldı

Naim Süleymanoğlu, 1996’daki son başarı ve başarısızlığından ikinci kez emekliliğe ayrıldı. Atlanta Olimpiyatları’nın sunucusu Lynn Jones, finali “Az önce tarihin en büyük halter müsabakasına tanıklık ettiniz” anonsu ile noktalamıştı. Gerçekten de tezahüratlar da müsabakanın nasıl mükemmel olduğunun habercisiydi.

Naim, aynı zamanda çok alçakgönüllü bir sporcuydu. Yine katıldığı bu son müsabakanın finalinde efsanevi Yunan Halterci Valerios Leonidis’i teselli eden de oydu. Naim, 187,5 kg’ı kaldırarak Valerios’u yenmişti. Valerios 190 kg’ı kaldıramayınca gözyaşlarına boğuldu. Rakibini yendiğinde onun üzüntüsünü görmezden gelecek kadar kendi sevincinde boğulamazdı Naim.

2000’lerde Naim Süleymanoğlu

7 – 9 Aralık 2000’de Uluslararası Halter Federasyonu kongresi Atina’da toplandı. Naim Süleymanoğlu, bu kongrede astbaşkanlığa seçildi ve bu görevi 4 yıl sürdürecekti.

Emekliye ayrıldıktan sonra spordan kopmak istemedi; ama spor hocalığı yapmak da istememişti. Zaten çok önce kendine bir söz vermişti: Eğer bir gün sporu bırakırsa yalnızca idareci olmayı seçecekti. Spor Hocası olmak meşakkatli bir işti. Sporcu olmak tamam; ama hocalık yapmak onun için akıl kârı değildi.

Naim Süleymanoğlu bir ara siyasete atılmaya da karar verdi. 2004 Yerel Seçimlerinde MHP’den Büyükçekmece Kıraç Beldesi Belediye Başkanlığı’na adaylığını koydu; ancak seçilmedi. 2007 Genel Seçimlerinde de yine MHP’den İstanbul Milletvekili adayı oldu. Ancak yine seçilmedi. O da daha fazla zorlamadı; tadında bıraktı.

Cep Herkülü Naim

Naim, 1.47 m boyundaydı. Bir bu sebepten bir de güçlü olduğundan ona “Cep Herkülü” demek uygun görülmüştü; artık böyle anılacaktı.

İlk zamanlar neden bu kadar kısayım diye düşünüp çok üzülüyordu; hatta kompleks yapıyordu. Ama Allah onu da böyle yaratmıştı ve muhtemelen daha uzun boylu ya da farklı bir ergonomide olsaydı halterci olamazdı. Bütün bunları düşünerek kompleksini üzerinden atmıştı.

Sonuçta o “Times”a kapak olmuş bir sporcuydu. Kariyeri boyunca 3 Olimpiyat altın madalyası, 7 Dünya Şampiyonluğu ve 6 Avrupa Şampiyonluğu kazandı. Ayrıca tam 46 kez de dünya rekoru kırmıştı. Tüm bunlar yadsınamaz başarılardı ve kazanmaya çok erken yaşlarda başlamıştı.

Özel hayatı

Naim hiç evlenmedi; ama 4 çocuğu oldu. 3 çocuğu bir kadından, bir çocuğu da başka bir kadındandı. 3 çocuğu Türkiye’de annesinin yanında; diğer çocuğu ise yine annesiyle, ancak yurt dışında yaşıyordu. Elbette babalarının soyadını taşıyorlardı.

Evlilik dışı olduğu için çocuklarından hiç bahsetmedi. Zaten özel hayatıyla gündeme gelmek de istemiyordu. Kendince çocuklarını gözden uzak ve daha iyi yetiştirmek istemişti. Ya da belki çocuklar da görünmek istememişti ki hiç görünmediler.

Naim Süleymanoğlu öldü

Naim, 28 Eylül’de siroza bağlı karaciğer yetmezliği sebebiyle Ataşehir’de bir hastanenin yoğun bakım ünitesinde tedaviye başladı. 6 Ekim’de tedavi gördüğü hastanede organ nakli gerçekleştirildi.

Ancak 11 Kasım’da beyindeki kanama ve buna bağlı artan ödem sebebiyle acilen ameliyata alındı. Ancak 18 Kasım’da gelen haber Naim Süleymanoğlu’nun öldüğünü bildiriyordu.

Bütün madalyaları, başarılarını ülkesine bırakıp sonsuzluğa gitti Cep Herkülü. Sanatçılar, Sporcular, kısaca tanınmış ve çok sevilmiş kişiler kendilerine ülkelerinden, hatta dünyadan bir aile ediniyor. Bu yüzdendir ki bu insanların ölüm haberi hepimizi sarsıyor.

İşte böyle… Sevdikleri, saydıkları, genç yaşında başardıklarıyla, övünç kaynağı bir Naim Süleymanoğlu geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Jose Mauro de Vasconcelos Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

“Onu düşünmekten kendimi alamıyorum, şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi”.

Şeker Portakalı’ndan bu paragrafla acının, belki de hayatının salt tanımını yapmıştı Jose. Acı, insanın birlikte yaşamayı, sonra da birlikte öğrenmesi gereken o şeydi. Jose, yoksulluğundan, yaşadığı acılardan, kararlarından ve tüm kararsızlıklarından tam 13 kitap çıkardı ortaya. Biz onun adını en çok Şeker Portakalı ile duyduk. Oysa Jose, hissettiği her bir duygunun bütünüyle var oldu yeryüzünde; hepimiz gibi…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Jose, 26 Şubat 1920’de Rio de Janeiro yakınlarındaki Bangu Kasabası’nda, yarı Kızılderili yarı Portekizli yoksul bir ailenin 11 çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. İki ayrı kültürün de izlerini taşıyordu. Maddi anlamda şanslı olduğu bir koşula doğmamıştı Jose. 10 kardeşe sahip olmak, hayatta bazı ayrıcalıklardan, yaşayabileceklerden yoksun kalmak demekti. Jose de kendi şansını yaratacaktı…

Haliyle 11 çocuğun bakımı, eğitimi oldukça zordu. Ailesi Jose’yi, eğitim alması için Brezilya’nın kuzeydoğusunda bulunan Natal’da yaşayan amcasının yanına gönderdi. Jose, zeki bir çocuktu ve okumayı okula gitmeden kendi çabalarıyla zaten öğrenmişti. Onun en büyük serveti, sahip olduğu hayal gücüydü…

Jose, Natal’da liseyi tamamladı. Daha sonra üniversitede tıp eğitimine de yine burada başlayacak; ancak sadece iki yıl devam edecekti.

Natal, Jose’nin hayatı yaşamayı öğrendiği yer oldu. İçine işleyecek her bir duygu bu topraklarda kazındı kalbine ve beynine. 9 yaşındayken Potengi Irmağı’nda yüzmeyi öğrendi. O gün Jose, ilk büyük hayalini de kurdu; ileride bir gün yüzme şampiyonu olacaktı…

Tıp eğitimini tamamlamayan Jose, eğitim hayatına resim, hukuk, bir ara da felsefe alanında devam etmek istese de bu fikirler de ona pek cazip gelmedi. Büyük hayaller kurmayı 9 yaşında öğrenmişti. Sıra kurduğu hayallerin peşine düşmeye gelmişti. Jose, yeni hayaller peşinde Rio de Janeiro’ya gitti…

Rio de Janeiro günlüğü

Jose, eğitim hayatını sonlandırmış ve iş hayatına atılmıştı. İlk olarak boks antrenörlüğü ile başladı. Kafasında dönen çok şey vardı; ama bir yandan da yaşamak için para kazanmalıydı. Bir ara tarım işçiliği yaptı. Sonra garsonluk, balıkçılık derken Jose, yaşamı boyunca gocunmadan birçok işte çalıştı ve hep çocukluk zamanlarını düşündü. Bu günler, o zor zamanların uzantısı gibiydi. Bir gün elbet o da ışığa doğru giden bir yol keşfedecek ve her şey yoluna girecekti. En azından Jose’nin inanmak istediği gerçek buydu.

Bugüne kadar yaşadığı hayatın yanında kalbinden ve aklından geçenleri dökmenin yollarını aramak üzerineydi Jose’nin hayalleri. Kabına sığmayan şeyler vardı içinde; hissediyordu. Bir yolunu bulduğunda huzura kavuşacaktı sanki ve o yol, yazmaktı.

Jose, yaşadığı durumları roman ve hikayelerinin değerli kaynakları olarak kullandı. Tüm bu yaptığı işler sayesinde değişik ortamlarda, başka başka karakterde insanlarla tanıştı. Gözlemci yönü öylesine kuvvetliydi ki, her birinden bir karakter çıkardı. Jose, yaşadıklarını yazmakla, yazdıklarını yaşamak arasında duygularını yöneten bir ince çizgide yürürken buldu kendini.

Jose, kendi çok yönlü kişiliğinin ve yaşadıklarının yansıması hikayeleriyle en çok çocukları ve çocuk kalmayı bilenleri kalbinden yakaladı…

Eserleri

Jose, küçük bir çocukken de, genç bir delikanlı olduğunda da, hayatının her döneminde çok güçlü bir hayal gücüne sahipti. Yazarlık konusundaki yeteneğini de genç yaşta ortaya çıktı. Kendini yazarak ifade etmeye karşı büyük bir tutkusu oluşmuştu. İlk eseri “Yaban Muzu”nu 1942’de yayımladı; 22 yaşındaydı. Yazarlığa ilk adımı olan bu kitap, oldukça başarılı bulunmuştu. Onu, 1945’te en çok beğenilen eserlerinden biri olan “Beyaz Toprak” izledi.

Şöhretinin doruğuna ise, 1961’de yayımladığı “Kayığım Rosinha” ile ulaştı. Dünya çapında tanınmaya da kalplerimizi titreten Zeze’nin hikayesi, “Şeker Portakalı” ile başlayacaktı…

Yazdığı kitaplar, özellikle Brezilya’da birçok filmin de ilham kaynağı ve konusu olacaktı…

Şeker Portakalı

Şeker Portakalı, yoksul bir ailenin 11 çocuğundan biri olan, 9 yaşında yüzmeyi öğrendiğinde, bir gün yüzme şampiyonu olacağının hayalini kuran Zeze’nin yaşam hikayesini anlatıyordu. Bu hikaye size tanıdık geldi mi? Evet, Jose, nihayet kendini tam anlamıyla açmaya karar vermişti. Şeker Portakalı ise, bir üçleme romanın ilkiydi ve Jose, onu sadece 12 günde yazmıştı. 2012’de beyaz perdeye de aktarılacaktı.

Jose, bu kitabı, “O Meu Pe de Laranja Lima” orijinal adıyla 1968’de paylaştı. Özellikle bu eserine derinden bağlıydı Jose; Zeze onun kalbinden kopmuştu ve onun hayata tutunmaya çalışan yanıydı. İşte bu sebepten 12 günde yazdığı Şeker Portakalı’nı sevgi dolu şu cümle ile tanımlıyordu: “Ama onu 20 yıldan fazla yüreğimde taşıdım”.

Şeker Portakalı, her ne kadar çocuk kitabı olarak geçse de aslında içinde çocukluğunu yaşatan yetişkinlerin kitabı olmalı…

(Jose Mauro de Vasconcelos’un “Şeytanın Boğazı” filmindeki aktör deneyimi)

Ve sonrası

Jose, romanlarında genellikle karakterlerinin zorlu yaşam koşullarını işliyordu. Yoksulluğu ve şiddeti tüm gerçekliği ve her bir nüansı ile anlatıyordu. Ah o yoksulluk yok muydu… Jose’nin çocukluktan beri kalbine işlemişti. Ailesiyle bir çatı altında bulunamayışının sebebi de o değil miydi işte? Jose, böylesine hisli olmasını, hayallerinin güçlenmesini işte bu yoksulluk denen gerçeğe bir bakıma borçluydu. Bir şeyin yokluğu acıyı, acı da gücü getiriyordu…

Şeker Portakalı, özellikle kendi hayatından kesitler sunuyordu. Jose, kitabındaki duygunun devamını getirdi. Güneşi Uyandıralım ve Delifişek gibi romanları, yoksulluk, şiddet gerçeklerinin yanında duygusallık ve iyimserlik de içeriyordu. Brezilya ormanlarında, step bölgelerinde yaşayan insanların, elmas avcılarının, yerlilerin, denizcilerin ya da şahsına münhasır insanların yaşamları, ruh halleri onun hep dikkatini çekti. Gözlem yeteneğinin hayal gücüyle birleşimi ise, onu, bugün hayatımızın bir parçası kitapların yazarı yapıverdi…

Jose Mauro öldü

Jose, 24 Temmuz 1984’te, akciğerindeki iltihaplanma nedeniyle hayata veda etti. Çocukluğundan bu yana yitirmediği gibi çoğalan duygusallığı ile acıyı keşfetmiş ve başkalarının da keşfine vesile olmak için uğraşmıştı hep. Çünkü o, acının varlığını öğrenmişti artık ve bu güçlü duyguyu paylaşmazsa zararı kendineydi.

Yaşadığı hayattan öğrendiği ne varsa yazdı. Kimi zaman eleştirildi; ama hep sevildi. Acının olduğu yerde sevginin de olması kaçınılmazdı. Bu hayatın en özel gerçeklerinden olsa gerekti. Acının varlığını öğrenmekle yetinmeyip dönüştürmeyi ve onu paylaşmayı bilen bir Jose Mauro de Vasconcelos geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Nazım Hikmet Ran Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Doğum ve ölüm tarihi arasında ne çok şey değişti hayatımda; hayatımızda… İnsan ömrüne, aşklarına, vazgeçtiklerine vurgusuydu belki şiirleri. işte bu sebepten bir kere daha öne çekiyorum Nazım Hikmet biyografisini…

Keyifle…

“Nazım Hikmet ve aşkları”nı yazdım; biyografi yazmayacaktım. Ama dayanamadım yine. Aldım aşklarını çocukluğu, yaşadıkları ile yoğurdum; bugün onun doğum günü diye…

Yaşadığı aşklarla, vazgeçtikleriyle, tutunduklarıyla bir Nazım doğdu, yaşadı ve şiirlerini bırakıp gitti bu dünyadan.

Doğum günün kutlu olsun Nazım Hikmet Ran…

 

Çocukluğu

Nazım, 15 Ocak 1902’de Selanik’te Ayşe Celile Hanım ve Hikmet Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi. Celile Hanım, Hasan Enver Paşa ve Alman kökenli Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa, yani Ludwing Karl Friedrich Detroit’in kızı Leyla Hanım’ın kızıydı; çok iyi Fransızca konuşuyor, piyano çalıyor ve resim yapıyordu. Nazım da annesine çekecek, sanatsal yönü ağır basacaktı.

Babası Hikmet Bey, Çerkez Nazım Paşa’nın oğluydu; Matbuat Umum Müdürlüğü ve Hamburg Şehbenderliği yapmıştı. Nazım’a göre, babası Türk’tü. Annesi ise, Alman, Fransız, Gürcü, Polonyalı, Çerkez kökenli idi.

Hikmet Bey, Selanik’in son valisiydi. Nazım henüz çocukken memuriyetten ayrıldı ve ailecek Nazım’ın dedesinin yanına Halep’e yerleştiler. Burada onları yeni bir hayat bekliyordu. Hikmet Bey, yeni işler peşine düştü. Ancak buraya tutunamadılar ve yeni güzergah İstanbul’du. Buradaki iş kurma çalışmalarının da sonucu iflas olmuştu. Hiç hoşuna gitmese de memuriyete geri dönecekti. Fransızca bildiğinden kolayca Hariciye’ye atandı.

Nazım da bu süreçte annesinden aldığı güzelliklerle besleniyor ve büyüyordu…

Eğitim hayatı

Nazım, artık okula gidecek yaşa gelmişti. Eğitim hayatına başladı. Ancak bir şey daha vardı hayatında başlayan.  Nazım, daha küçücük bir çocukken, 3 Temmuz 1913’te, “Feryad-ı Vatan” adını verdiği ilk şiirini yazdı. 1913’te aynı zamanda Mekteb-i Sultani’de ortaokula başladı.

Bir gün aile meclisi toplanmıştı; Bahriye Nazırı Cemal Paşa da oradaydı. Nazım, gururlu tavırlarıyla denizciler için yazdığı kahramanlık şiirini okudu. İşte o an, Nazım’ın Bahriye Mektebi’ne gitmesine karar verildi; Nazım, 25 Eylül 1915’te Heybeliada Bahriye Mektebi’ne kaydoldu. Pek çalışmazdı; ama zeki bir öğrenciydi. Ahlaki tavırları iyiydi, ancak çok sinirli bir yapısı vardı. Genel anlamda öğretmenleri tarafından sevilirdi.  1918’de ise, 26 kişiden sekizinci olarak mezun oldu.

Mezun olur olmaz dönemin okul gemisi Hamidiye’de güverte subayı stajyeri olarak atandı. Ancak aşırıya kaçan tavırları sebebiyle ordu ile ilişiği kesildi.

1920’de arkadaşı Vâlâ Nureddin ile Milli Mücadeleye katılmak için Anadolu’ya gitti. Bu durumdan ailesinin haberi yoktu. Nazım, önce bir süre Bolu’da öğretmenlik yaptı ve daha sonra Batum üzerinden Moskova’ya gitti. Burada Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler ve İktisat okuyarak yükseköğrenimini tamamladı.

Moskova’da ilk şiir kitabı

Nazım, Moskova’ya yükseköğrenimi için gelmişti; bir de aşkı Nüzhet vardı. Yıl 1921’di, devrimin ilk yılları yaşanıyordu. Nazım, komünizm ile resmen tanıştı. Bundan sonra hayatındaki her şey bu noktadan merkez alarak hayat çemberini çizecekti.

1924’te ilk şiir kitabı, “28 Kanunisani” yayımlandı. Aynı zamanda sahneye de aktarıldı. Artık Türkiye’ye dönme vakti gelmişti. Türkiye’ye döndü ve Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başladı.

Nazım’ın yazı dili

Nazım, ilk şiirlerini hece ölçüsünde yazmaya başlamıştı. Ancak burada da derli toplu görünen bir başına buyruktu. Çünkü içerik bakımından diğer Hececiler’den başka tarzda yazıyordu.

Şiirleri çoğaldıkça hece ölçüsü ona yetmedi. Şiiri için kendine özgü bir tavır arayışına geçti. Sovyetler Birliği’ne gittiği ilk yıllarda, özellikle 1922 – 1925 yılları arasında bu arayışı zirve yaptı. Hem içerik hem de biçimi bakımından diğer şairlerden farklıydı. Artık serbest ölçü ile yazacaktı.

İlk aşkı Nüzhet

“O mavi gözlü bir devdi.

Minnacık bir kadın sevdi.

Kadının hayali minnacık bir evdi,

Bahçesinde ebruli hanımeli açan bir ev.

…”

Bu şiir, Nazım’ın ilk aşkını anlatıyordu. Bahçesinde ebruli hanımeli açan o minnacık evde Nazım ile yaşamak isteyen minnacık kadının adı Nüzhet’ti; henüz 15 yaşındaydı. Nüzhet ve Nazım, gazeteci Muhittin Birgen sayesinde tanıştı.

Nüzhet, Tiflis’e gitti. Nazım da hemen ardından yetişti. Moskova Üniversitesi’nde okuyan genç bir delikanlıydı Nazım ve bütün güzel kızların gözü üzerindeydi. Ama yüreği yanmıştı bir kere, kor kor öbeklenmiş, mengenelere sıkıştırılmıştı işte. Böyle bir hissi, ilk kez, Nüzhet’e karşı duyuyordu. Kaçınılmaz son gerçekleşti; Nazım ve Nüzhet, 1921’de evlendi. Anyuta adını verdikleri bir kızları oldu.

Ancak kaçınılmaz başka sonlar da vardı; ayrılık gibi. Nüzhet’in İttihatçı yakın bir akrabası Nazım’a duyduğu öfke ve nefrete engel olamıyor, genç kıza sürekli evine dönmesini söyleyen mektuplar yazıyordu. Çok gençti ve bu kadar baskıyı kaldıramadı Nüzhet. Nazım’ı terk ederek evine döndü…

Hapis istemi ve ömürlük davaları

Bu ilk olmayacaktı; daha hapis yatacağı günler de vardı. Yolunu açmıştı bir kere Nazım. Aydınlık Dergisi’nde yayımlanan şiir ve yazıları başına dert açmıştı. Nazım’ın 15 yıl hapsi isteniyordu. Daha topraklarında mevsim dönmeden Nazım, bu kez de Sovyetler Birliği’ne gitti. Ancak 1928’de Af Kanunu’ndan yararlandığı müjdesini aldığında Türkiye’ye dönebilmişti. Çalışacağı yeni dergi, “Resimli Ay”dı.

Açılışı 1925’te yapmıştı. Daha birçok kere yargılanacaktı. 1938’de orduyu ayaklanma için kışkırttığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. 13 yıl İstanbul, Ankara, Bursa Cezaevleri’nde kalacak; 1950’de de af yasasından yararlanıp özgürlüğüne kavuşacaktı.

Ülkeler ayrılığı, Lena

Nazım da Nüzhet’in ardından Türkiye’ye dönmüştü. Ancak yüreği ne bu ayrılığı ne de Nüzhet’in bir profesörle evlendiğini görmeyi kaldırabildi. Moskova’ya geri döndü.

Burada METLA Tiyatrosu’nda Ludmilla Yurçenko ile tanıştı. Onun için adı Lena’ydı. Bir süre sonra evlendiler. Aslında her şey iyi gidiyordu.

Elbet yine ayrılık vakti gelip çatacaktı. 1928’de Nazım’ın Türkiye’ye dönmesi gerekiyordu. Ancak Lena için vize vermediler. Böylece ülkeler arasında sessiz sedasız, şiirlerde çağlayacak bir ayrılık yaşandı.

Ve büyük aşkı Piraye

Piraye, 16 yaşındaydı Sedat Örfi ile evlendiğinde ve şimdi de boşanmıştı işte. 2 çocuklu yalnız bir kadındı. İşte bu dönemde tanıştı Piraye ve Nazım; 1930’da.

Delice bir sevdaydı aralarındaki; tarifsiz bir tutku. Kalbinin kızıl saçlı bacısı olarak tarif ediyordu onu. Ancak evlilikleri sürecinde 13 yıl boyunca Nazım hapisteydi. Kim bilir, belki de onca şiiri yazdıran da işte bu aşkın uzak yaşanışıydı.

Ona mektuplar yazdı; sandıklar, kutular tablolar yaptı Nazım. 24 yaşındaki güzeller güzeli Piraye de Nazım’ı için kitap, temiz çamaşır taşıyordu. Piraye, Nazım’ın tek moral kaynağıydı.

Sonra bir gün, öylesine sıradan bir gün, dayısının kızı Münevver, Nazım’ı ziyarete geldi. İkisi de evliydi. Ancak yine de aralarında bir kıvılcım oluşmasına engel olmamıştı. Ötesi yok, Nazım sırılsıklam âşıktı işte.

1948’de bir af bekleniyordu. Nazım, Münevver’e kocasından boşanmasını söyledi. Birlikte yeni bir hayata başlamayı teklif etti. Piraye’ye de bir mektup yazıp her şeyi olduğu gibi anlattı.

Piraye, her zamanki gibi kocasından gelen aşk mektubunu açtı; ancak okudukları karşısında yıkılmıştı. Yine de hiç ses etmedi ve boşanma isteğini kabul etti.

Ancak işler Nazım’ın planladığı gibi gitmedi. Beklenen af gerçekleşmemişti. Münevver de böyle bir riske girmek istemedi ve kocasına döndü. Nazım da Piraye’yi kaybettiğiyle kaldı.

Ona af dilemek için bir mektup yazdı. Anca Piraye, ölse de aşkından, bir daha Nazım’a hiç dönmedi…

Bir kısmı şöyleydi mektubunun:

“Pirayem, Kızıl saçlı bacım benim,

Seni arkadan bıçakladım. Bir damlası benim damarlarımdaki bütün kana bedel kanınla boyandı ellerim. Yeryüzündeki hiçbir insan hiçbir insana benim sana yaptigim kötülüğü yapmamıştır. Bütün bunlara rağmen gel. Sana ” Gel ” diyecek kadar yüzsüz ve alcaksam ne halt edeyim öyleyim işte. Fakat gel. Oğlumuz Memet’in başı için gel ve ben kalan ömrümde ona layık bir baba olmak fırsatını kazanabileyim. Senin yüzüne nasıl bakabilecegimi bilemiyorum. Seninle karşılastığım anda ayaklarının dibine yıkılacağım belki. Belki de sadece bayrağını kendi eliyle düşmana teslim etmiş bir hainin cesaretiyle yüzüne bakmaya calışacağım. Belki de tek kelime söylemeden gözlerimi iskarpinlerine dikip oturacağım. Fakat gel. Hayatım yalnız kendime ait olsaydı gebermeyi çoktan tercih ederdim.

…”


Affın ardından Münevver ile Nazım

Piraye ile yaşadığı bu durumdan sonra, nihayet af çıkmıştı. Nazım ile Münevver, evlendi. Bu evlilikten Mehmet Nazım doğdu.

Nazım, daha Mehmet 3 aylıkken Rusya’ya kaçtı. 1951’den sonra da çıkan kararla Türkiye’ye dönmek hayal olmuştu. Münevver, ancak 1961’de İtalyan yazar Joyce Lussu’nun yardımıyla Nazım’ın yanına Varşova’ya gitti. Ancak Nazım, aşktan beslenmeye devam etmiş, burada kendine yeni bir hayat kurmuş, Vera ile evlenmişti…

Nazım vatandaşlıktan çıkartıldı

Bu kez de askerlik bir sorun olup karşısına geçti. Sürekli izlenmiş ve çürüğe ayrılmıştı. Ancak buna rağmen 48 yaşında yeniden askerliğe çağırıldı ve öldürüleceği yolunda duyumlar alıyordu. Başka çare bulamamıştı; Rusya’ya kaçtı. Münevver’i ve oğlunu ardında bırakmıştı. 17 Haziran 1951’de Bakanlar Kurulu, Nazım Hikmet’in vatandaşlıktan çıkartılmasına karar verdi. Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde, sonra da eşi Vera ile Moskova’da yaşayacaktı.

Doktoru Galina

Nazım, Türkiye’den kaçtığı ilk zamanlarda doktoru Galina Grigoryevna ile evlendi. Nazım’ın hayatını paylaştığı; ama hiç şiir yazmadığı tek kadındı.

Münevver bu aşamayı kaçırmış, Vera ile karşılaşmıştı.

Son aşkı Vera

Nazım ve Vera, 1956’da, Vera henüz 24 yaşında iken tanıştılar; 1960’ta evlendiler. Bundan sonra tüm şiirlerini Vera için yazdı Nazım…

Aşktı, gerçekti. Ölüm gerçekliği ile karşılaşana kadar, Vera ile doyasıya yaşayacaktı aşkını. Vakitleri az kalmıştı aslında. Nazım 3 Haziran 1963’te hayata ve Vera’ya veda edecekti.

“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim, kaldım, güldüm, öldüm…”

Nazım Hikmet öldü

3 Haziran 1963 sabahıydı, saat 06.30’u gösteriyordu. Nazım, ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına kadar gazetesini almak için indi. Tam gazetesini almak için eğilmişti ki, kalbi o anda yaşamaktan vazgeçti. Nazım Hikmet, yaşadığı gibi bir sincap kararlığında ve ani ölüvermişti. Vera hep yanıbaşındaydı.

Cansız ve şiir dolu bedeni ünlü Novodevici Mezarlığı’na defnedildi. Ona özel siyah granitten bir mezar taşı tasarlanmıştı. “Rüzgara karşı yürüyen adam” figürü bu siyah taş üzerinde ölümsüzleştirildi.

Ölümünün ardından

Şiirlerinden birçoğu “Cem Karaca, Fikret Kızılok, Fuat Saka, Ezginin Günlüğü, Zülfü Livaneli” gibi birçok sanatçı tarafından kendilerine özgü bir yorumla bestelendi…

2006’da Bakanlar Kurulu, Türk vatandaşlığından çıkartılmalar üzerine bir düzenleme yapılmasını gündeme getirdi. Bir umut doğmuştu; Nazım Hikmet’in Türk vatandaşlığına tekrar alınacaktı. Ancak bunun üzerine Bakanlar Kurulu, bu düzenlemenin sadece yaşayan kişiler için olacağını bildirdi.

2008’in ilk günlerinde, Piraye’nin torunu Kenan Bengü, Piraye’nin sakladığı hatıralar arasında “Dört Güvercin” adlı şiirini ve tamamlanmamış 3 adet roman taslağını bulmuştu. Piraye, aşkının emeği üzerine her şeyi özenle saklamıştı.

5 Ocak 2009’da “Nazım Hikmet Ran’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılması üzerine Bakanlar Kurulu kararını yürürlükten kaldırılmasına ilişkin önerge” Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Nazım Hikmet’in Bakanlar Kurulu onayınca tekrar vatandaşlığa alındığını duyurdu. Bu durum, 10 Ocak 2009’da Resmi Gazetede yayımlandı.

Nazım, 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı olmuştu…

Ve kalbine geçiremediği sözlerle, Piraye’siyle, Vera’sıyla, aşkla vücut bulan bir Nazım Hikmet geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Elon Musk Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Yazdıkça kafamda hayali bir karaktere bürünen, gerçek olması neredeyse imkansızmış gibi görünen sayılı insanlardan biri Elon Musk. Bir şeye yürekten inanmak, hayata geliş nedeninin o çok inandığın şey olduğunu kabullenmek ve çalışmaktan asla yorulmamak ne kadar önemli şu hayatta. Ellon Musk, bunu başarmışa benziyor ve belli ki başarmaya da devam edecek. İlk kez 12 yaşında küçük bir çocukken başardıklarını göz önünde bulundurursak, Elon, hayal ettiklerine ulaşabilmek için durmayacaktır…

Çocukluğu

Elon, 28 Haziran 1971’de, Güney Afrika’nın başkenti Pretoria’da Kanadalı annesi Maye ve Güney Afrikalı babası Errol’un oğlu olarak dünyaya geldi.

Elon, sürekli gözlerini bir noktaya sabitleyen ve asla konuşmayan bir çocuktu. Ailesi onun çok uzun bir zaman sağır sandı. Ancak çok sonra anlaşıldı ki, Elon sadece hayal kuruyordu. Annesi bu konuyu şöyle özetleyecekti yılla sonra: “Sanki zihni başka bir evrene geçiş yapardı. Bu konuda artık üzerine gitmiyorum çünkü böyle zamanlarda yeni bir roket ya da benzer bir şey tasarladığından emin oluyorum“.

Arkadaşları kendine oyunlar kurarken de Elon, yazılım programlarına olan düşkünlüğü ile ön plana çıkan bir çocuktu. Öyle hevesliydi ki, kendi çabasıyla yazılım programlamayı, kodlamayı öğrendi. Bu merakını bir işe dönüştürüp para kazandığında ise, sadece 12 yaşında bir çocuktu. Blaster adını verdiği bir uzay oyunu yazmıştı ve yaklaşık 500 Dolara sattı.

Elon, Bryanston High Scholl’un ardından Pretoria Boys High School’a geçiş yaptı ve buradan mezun oldu.

Okul hayatı boyunca acımasız çocuklarla bir aradaydı Elon. Sınıf arkadaşları tarafından şiddete uğradığı zamanlar oldu ve asla sıradan değildi. Bunlar ciddi darbelerdi. Öyle ki, Ellon, deforme olan septum bölgesinden 41 yaşında ameliyat olacaktı yıllar sonra.

Evden ayrıldı

1988’de Elon’un Güney Afrika ordusuna katılması gerekiyordu. Henüz 17 yaşındaydı ve orduya katılarak askerlik yapmak yerine evden ayrılmayı tercih etti. Bu kararını ise şu cümlelerle açıklayacaktı: “Askerlik yapmakla ilgili bir sorunum yok; ancak Güney Afrika ordusuna askerlik yapıp siyahi insanları bastırmaya çalışmak bana vakit geçirmek için iyi bir yol gibi görünmedi”.

Gözü Amerika’daydı; orayı “Orası muhteşem şeylerin mümkün olduğu yer” olarak tanımlıyordu. Hayalinde hep uzay vardı…

Eğitim hayatı

Elon, 1992’de Kingston, Ontario’daki Queen’s Üniversitesi’nde iki yıl eğitim aldı. Ancak neden sonra Pennsylvania Üniversitesi’nde İşletme ve Fizik okumaya karar verdi; Kanada’dan ayrıldı.

Üniversiteye kayıt oldu; ekonomi alanından lisans diplomasını aldı. Ayrıca Fizik alanında da yan dal yaptı. Adeta bulunduğu alandan keyif alıyordu. Doktorasını Uygulamalı Fizik ve Malzeme Bilimi alanında yapmaya karar verdi. Bunun için de Kaliforniya’da Silikon Vadisi bölgesine taşındı. Ancak doktora yarım kalacaktı.

Ayrıca üniversite boyunca kazancını ilginç bir yoldan sağladı. Elon, ev partileri düzenliyor ve giriş ücreti olarak da 5 dolar alıyordu. Kirasını ve ihtiyaçlarını bu şekilde karşıladı bir süre. İşini de ciddiye alıyordu. Bu partilerde sorumluluğunu bilir ve asla alkol almazdı.

Yöneldiği 3 alan

Lisans eğitimi Elon’a çok şey katmıştı. Bunun yanında ilham kaynağı çok insan vardı. “Nikola Tesla, Thomas Edison, Steve Jobs, Bill Gates, Walt Disney”, onun fikirleriyle beynini coşturduğu insanlardı.

Çalışmaları için “İnsanlığın geleceğini en çok etkileyecek sorunlardan” üç alan tespit etti. Elon’a göre, “internet, uzay ve temiz enerji” konuları kollarını bağlamış, ayaklarını yere vurur ritimde insanlığı bekliyordu.

Kariyer başlangıcı

Elon, doktoraya 1995’te Stanford Üniversitesi’nde başlamıştı. Ancak iş hayatı da çekiyordu. Üstüne bir de henüz doktoraya başlayalı iki gün olmuştu ki, kardeşi Kimbal, ona Zip2 projesine başlama teklifinde bulundu. Elon, yeni organizasyonlar için çevrimiçi içerik yayınlama yazılımı olan bu projeye başlamak için doktorayı bıraktı.

Böylece kariyerini de başlatmış oldu. Kardeşiyle hummalı bir çalışma içine girdiler. 1999’da projelerini Compaq’ın AltaVista birimi, 370 milyon dolar nakit ve 34 milyon dolarlık hisse senedi ödemesi karşılığında satın aldı.

Attığı ilk adım başarılı olmuştu. Mart 1999’da, bir çevrimiçi finans ve ödeme servisi olan X.com’un ortak kuruculuğuna soyundu. Ertesi yıl da bu proje, Paypal’ı oluşturacaktı. Bunu 50/50 birleşme anlaşmasına dayanan bir açık arttırma sistemi Confinity’i bünyesine katarak yapmıştı.

Kilit isim Elon Musk

Elon, kilit isim olmuştu. Çevrimiçi aktarım ya da P2P teknolojisine olan inancı büyüktü. Alımın organize edilmesi Elon sayesindeydi ve ona göre, Confinity alt markası olan X.com kişiden kişiye ödeme platformu kurulmalıydı. Mutlaka geliştirilmeliydi.

Bir araya gelen şirketler, alışkanlıklarını bir anda bırakamadılar; X.com’dan vazgeçememişlerdi. Sonunda Şubat 2001’de PayPal Inc. İsmini almaya karar verdiler. Bu projede Elon’un hisse payı yüzde 11.7 idi. Küresel ödeme sistemindeki süreçten finansal tekliflerin ayrılmasına kadar her yerde geçen isim de Elon Musk olmuştu. Yine PayPal’ın hızla yayılmasında da Elon’ın etkisi büyüktü. İnternette yürüttüğü büyüme kampanyaları sonuç verdi ve proje, Ekim 2002’de 1.5 milyon dolarlık hisse senedi karşılığında eBay tarafından satın alındı.

Elon Musk ve evlilikleri

Elon’un özel hayatı, en az iş hayatı kadar hızlı ve sürükleyici geçecekti. Elon ilk olarak 2000’de Justine ile evlendi. Ancak evlilikleri 8 yıl sürdü.

Ardından 2010’da Talullah Riley ile evlendi. 2 yıl sonra boşandılar; ama sadece 1 yıl ayrı kalabildiler. 2013’te tekrar evlendiler. Ancak bu kez de yürütemediler ve 2016’da boşandılar.

Elon’un bu iki evlilikten toplamda 6 çocuğu oldu. İsimleri ise şöyleydi: Nevada Alexander, Xavier, Saxon, Griffin, Damian ve Kai.

Elon Musk’un gözünden uzay

Çocukluğundan bu yana gönlünü uzaya kaptırdığı için sıra dışı kabul edilen insanlardan biri olduğunun farkında mı bilinmez, Elon, uzayı keşfetmenin insanlığın bilincini korumasa da genişleteceğine inanıyordu. Bu, insanlık için müthiş derecede önemli bir adımdı. Kendi deyimiyle, çok gezegenli hayat, insan ırkının hayatta kalmasını tehdit edecek unsurlar için doğru bir önlemdi.

Öyle ki, bu konuda “Bir asteroid veya büyük bir volkan bizi yok edebilir. Ayrıca dinozorların hiç görmediği risklerle karşı karşıyayız; mühendislik ürünü bir virüs, yanlışlıkla oluşturulmuş bir mikro karadelik, küresel ısınma ya da sonumuzu getirecek henüz bulunmamış bir teknoloji. İnsan ırkı milyonlarca yıldır evrimleşmekte; fakat son 60 yılda atomik silahlar kendimizi tüketmek için bir potansiyel oluşturdu. Er ya da geç hayatı mavi-yeşil topun ötesine genişletmek zorunda kalacağız  ya da soyumuz tükenecek” diyordu.

2011’de verdiği bir röportajda ise, “10-20 yıl içinde Mars’a insan göndermeyi umuyoruz” şeklinde konuşacaktı.

Üçüncü şirketi

Kendisine de yapmak istediklerinin değerine de o kadar inanıyordu ki… 2001’de Mars’ta küçük bir sera kurmayı, bitki yetiştirmeyi planlıyordu örneğin. Bir sincap kararlılığında yaşadığı hayatın içinde “Mars Vahası” adını verdiği düşüncesinden, insanlığın uzayda dolaşmasını engelleyen roket teknolojisinin gelişmemesi olduğunu anladığından da vazgeçmedi. Sadece bir süre ertelemeye karar verdi. Amacına ulaşmak istiyorsa, ki istiyordu; o zaman önce yolunu ve yönünü tıkayan sorunlara çözüm getirmeliydi.

Elon Musk, Haziran 2002’de, şu an hala CEO ve CTO’su olduğu üçüncü şirketi SpaceX’i kurdu. Hızla yükseliyordu.

SpaceX, fırlatma araçları üretip geliştiriyordu. Odak noktasında roket teknolojisinin stabil durumunu ilerletmek vardı. Ürettikleri ilk iki fırlatma aracına Falcon1 ve Falcon9 roketi adını verdi. İlk uzay aracı ise Dragon’du. Elon, dünyanın ötesinde gezinmek istiyordu.

Elon, başarılarında sınırları aşmıştı. Amerika’yı her şeyin mümkün olduğu yer olarak tanımlamakta haksız değildi belki de. Elbette bunlar özünde sadece motivasyondu; cevher, Elon’un ruhunda asılı bir madalyondu ve iki yüzü de uzayı işaret ediyordu.

2011’de Space Shuttle’in kullanımını durduran şirket, yerine Falcon 9 roketi ve Drogon’u koydu. 23 Aralık 2008’de, Uluslararası Uzay İstasyonu’na gerçekleştireceği 12 uçuş için, şirket, 1.6 milyon dolar değerindeki NASA anlaşması ile ödüllendirildi. Astronot taşımak için tasarlanmış bu fırlatma araçları, hayal ettiği değere ulaşıyordu.

Eylül 2009’da Falcon1 roketi, Dünya yörüngesine uydu yerleştiren ilk sıvı yakıtlı fırlatma aracı olmuştu. Uluslararası Uzay İstasyonu’na astronot gönderimi üzerinde yoğunlaşılmıştı. Elon’un asıl hedefi ise, Mars’ın keşfi ve iskanını başarmaktı.

25 Mayıs 2012’de de, Dragon, Uluslararası Uzay İstasyonu’na girdi ve SpaceX, buraya bir araç gönderen ve yanaştıran ilk ticari şirket olarak adını tarihe yazdırdı.

Tesla’nın izinden

Elon, ilham kaynağı olan Nikola Tesla’nın izinde kurulan Tesla Motors’un da ortak kurucularından biri olmuştu. Özellikle ürün tasarımı başkanıydı. Elektrikli araçlara olan ilgisi ise çok öncesine, çocukluk yaşlarına, Tesla’yı ilk keşfettiği zamanlara dayanıyordu. Böyle bir projeye soyunduğunda işe CEO olarak Martin Eberhard’ı işe almakla başladı. Bir yandan da başlangıcının temelinde büyük risk yatıyordu. Anaparanın neredeyse tamamını Tesla’nın ilk iki yatırım turuna harcadı.

Başarı kadar, başarısızlık da mümkündü. Bu projenin ilham kaynağı belliydi; hiçbir koşulda vazgeçmek olmazdı. 2008’de yaşanan ekonomik krizde de işte bu yüzden dayandı. Zorunlu işten çıkarmalar başlamıştı. Sonunda mecburen CEO görevinin altını da kendisi doldurdu.

Tesla Motors’un ürettiği ilk olarak ürettiği araba Tesla Roadster idi. Elektrikle çalışıyordu ve 31 ülkede yaklaşık 2500 adet satıldı. Ardı da geldi; üretimler devam etti. Bunun yanında Elon, sonunda Mercedes ve Toyota’ya sağladığı elektrik motorları ve güç aktarım organları ile uzun vadeli yatırımcı olarak bünyesine kazandırmayı da başarmıştı.

Vizyonu ise, öncelikli olarak varlıklı müşterileri kazanıp Tesla Roadster ile para kazanmak ve bu parayı daha düşük fiyatlı elektrikli araçların Ar-Ge’sine yatırmaktı. İşte bu yüzden Tesla Motors’un  yola çıktığı günden beri, temel fiyatı Tesla Roasdster’in yarısı olan dört kapılı aile arabası Model S’in destekçisiydi.

Açıklanan raporlara göre, Elon’un Tesla projesinde yüzde 21 hissesi vardı; değeri ise 29 Mayıs 2013 itibarıyla 12 milyar dolar olarak belirlenmişti.

Küresel ısınma ile savaş

Elon’un, kuzeni Lyndon Rive’yi CEO’su ve ortak kurucusu olarak seçtiği şirketin adı SolarCity idi; Birleşik Devletler’in en büyük güneş enerjisi sağlayıcısıydı. Bu şirketi kurmaktaki asıl amacı ise, küresel ısınma ile savaşmaktı. Tıpkı Tesla’da olduğu gibi. Elon, bu şirketlere yatırım yapmasının altındaki en büyük motivasyon, çevreye karşı duyarlılığıydı.

2012’de Tesla Motors ve SolarCity’nin çatısındaki güneş panellerinin elektrik şebekesine etkisini yumuşatmak için elektrikli araç bataryalarını kullanmaya karar verdiğini açıkladı ve gerekli iş birliklerini de başlatmıştı.

Mars’ta hayat kurmak

Eylül 2015’te Elon, The Late Show With Stephen Colbert isimli televizyon programına katıldı ve kendisine Mars ile ilgili yöneltilen bir soruya şöyle cevap verdi: “Sonuçta, Mars’ı Dünya’ya benzer bir gezegene dönüştürebilirsiniz. Sıcaklığını artırabilirsiniz”.

Biraz daha detaylandırması istendiğinde, “Bunu yapmanın bir hızlı bir de yavaş olmak üzere iki yolu var. Hızlı yol Mars’taki çukurlara termonükleer bombalar atmak” dedi. Ancak daha sonra konuya bir açıklık getirdi ve bu fikrin sadece nükleer füzyon yoluyla Mars’ın yanında iki güneş oluşturmak olduğunu açıkladı.

Hayırsever yönü

Elon, sadece çevreye değil, yardıma ihtiyaç duyan herkese ya da her şeye duyarlıydı. Kazanmak istediklerinin temelinde hep bir şeylere dönüştürmek vardı.

Öncelikle başkanlık ettiği vakıftan bahsedelim; Musk Vakfı. Bu vakıf, çocuk sağlığı, bilimsel eğitim ve temiz enerji üzerine hayır işleri yapılması amacıyla kuruldu. Bununla birlikte, X Prize Vakfı’nın da yönetimi kendisine verilmişti. Burada da yenilenebilir enerjiye teşvik konusunda çalışmalar yürütülüyordu. Bunun gibi daha birçok vakfa da üyeydi ve buralarda hiçbir kâr amacı güdülmüyordu.

Sonunda Elon Musk, Nisan 2012’de The Giving Pledge’ye (Verme Yemini) katıldı ve servetinin çoğunu hayır işlerde harcayacağının yeminini verdi.

Verdiği yemin, küçücük bir çocukken kendine verdiği sözlerle eşdeğerdi sanki ve belli ki çocukluğuna dönmenin iç huzurunu da yaşıyordu. Hatta belki kim bilir Elon Musk, büyüdüğünü, çok şey başardığını ve daha başaracaklarını Nisan 2012’de dünya gözüyle görmüş oldu. Yine de şu an biliyor ve hissediyorum ki, onun gönlü dünya gözüyle görecekleriyle yetinecek kadar dar bakamıyor hayata. Görmek, bilmek, tanımak, bir selam verip dönmek istediği koskoca bir evren var.

İlhamlarına olan saygısı, sürdüğü izler ve başarılarıyla bir Elon Musk geçiyor bu dünyadan…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Sunay Akın Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Oyuncak Müzesi’ne adım attığınızda sizi karşılayan bir naif yürek vardır. İşte o naif yüreğin adı, Sunay Akın. Özellikle bir okul öğrencilerini getirmişse, onları önüne katar ve dört katın tüm oyuncaklarını çocuklarla birlikte gezer. Tüm hayalini döktüğü bu müze, onun insan sevgisinin en gerçek örneği. İşte bu biyografi de aslında tüm bu sürecin hikayesi…

Mükemmel örnek bir anne ve tam zamanında bulduğu gerçek aşk ile hayatını şekillendiren, kurduğu hayallerle yolunu çizen bir örnek insan o. Şair, yazar, söz cambazı… Hepsinden de öte, özgürlüğü keşfettiği için mutlu olan ve mutluluk dağıtan biri. Öyle ki, bir gün “Özgürlüğü elinden alınmış çocuğa ‘büyük’ denir” diye uğurlamaya başladı seyircilerini Sunay Akın. Çünkü o, özgürlüğü keşfetmişti.

Özgür ruhunu martılara eş tuttuğun bir ömrün olsun güzel adam…

Doğum günün kutlu olsun…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Sunay, 12 Eylül 1962’de, Trabzon Maçka’da, Tülay Hanım ve Tuncay Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona “Şükrü Sunay” adını verdi. Dünyaya geliş serüvenini aslında en iyi kendisi anlatacaktı yıllar sonra. İlk görüşte aşkın tatlı meyvelerinden biri olarak dünyaya gelmenin tarifi, ancak bu kadar güzel yapılabilirdi.

İşte şöyle anlatacaktı Sunay bu serüveni: “Ben kendimi Terzi Tuncay’la anlatıyorum. Trabzon’un en ünlü terzisiydi Tuncay Bey. Herkes ona elbise diktirmek isterdi. Bir gün 17 yaşında bir genç kız girdi dükkana, yanında annesiyle. Kız, bordo renkli bir ceket diktirmek istiyordu. Terzi Tuncay, siparişi kabul etti. Çünkü kız çok güzeldi. Kızı yalandan yere provaya çağırdı; hem de kaç kez. Terzi Tuncay, bu güzel genç kıza aşık olmuştu. Uzun süren provalardan sonra o bordo ceket dikildi. Üç tane düğmesi o bordo ceketin; işte ben ortanca düğmesiyim”.

Sunay’a göre, bu aşkın nişanesiydi bu ceket. İşte bu sebepten naifliğine yaraşır bir hareketle bu ceketi hep evinde saklayacaktı…

Sunay, ortanca düğmeydi. İlk düğmeye Kutay, son düğmeye de Yüksel adını vermişti ailesi. Sunay’ın çocukluğu 10 yaşına kadar Trabzon’da geçti. Ailesi, çocuklarının daha iyi bir eğitim alabilmesi için İstanbul’a taşınmaya karar verdi. İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde okudu ve yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Fiziki Coğrafya Bölümü’nde tamamladı.

Kitap kurdu bir çocukluk

Sunay, annesi sayesinde adeta bir kitap kurdu olarak büyüdü. Bu günlerine gelişindeki en önemli katkı, kuşkusuz annesine aitti. Çünkü Tülay Hanım, her okul dönüşünde çocuklarını en güzel elbiseleri içinde, en bakımlı haliyle beklerdi ve haftanın bir günü mutlaka kitap almaya giderlerdi. Komşuları bile biliyordu artık bu rutini.

Tülay Hanım, çocuklarına kitap sevgisi aşılamak için tıpkı bir düğüne gider gibi özenli ve süslü oluyordu. Bu, Sunay’ın çocukluğuna dair hatırladığı en canlı ve en güzel anısıydı. Yıllar sonra bunları paylaşırken, “Bunu yapan annem, ilkokul mezunuydu” diye bitirecekti anısını…

İlk şiiri

Sunay, öyle çok kitap okuyordu ki, sonunda kalemi de eline almıştı. İlk şiirini yazdığında henüz 7 yaşındaydı. Anne ve babasının odasındaki elbise dolabındaki boş duran tek askılığa yazmıştı şiirini. “Üşümüyor musun?” diye sesleniyordu yalnız askıya. Tutku dolu ruhu işte ilk o zaman, oracıkta çıktı açığa…

1984’te de bir şiiri ilk kez yayımlandı. O da sobanın içinde kütürdeyen odunu anlatıyordu. Sunay, nasıl başladıysa, öyle duygu yüklü devam etti. Benzetmeleri hep ilgi çekecekti.

İlk şiir kitabı

İlk şiir maceralarını, ilk şiir kitabı heyecanı takip etti. 1989’da yayımladığı ilk şiir kitabının adı “Makiler” oldu. Ona, bu adı Cemal Süreya vermişti.

Ardından “Antik Acılar”, “Kaza Süsü”,”62 Tavşanı” şiir kitapları geldi.

Şiir, Sunay’ın ruhunun en büyük ihtiyacıydı demek tam yerinde bir saptamaydı. Konu şiirse, Sunay, kabına sığamıyordu. 1989’da, “Yeni Yaprak Dergisi”ni işte bu heyecandan aldığı cesaret ile çıkardı. Sonra 1990’da çıkardığı dergiye de “Olmaz” adını verdi.

Orhan Veli’nin izinde

Sunay’ın şiir adına güçlü bir refleksi vardı. Anlık olaylara dayanan ve genellikle kısa şiirler yazıyordu; tıpkı Orhan Veli gibi. Orhan Veli’nin sürdürücüsü olacaktı…

Yumuşak, lirik bir tonu vardı şiirlerinin. Özellikle inceden yergilerinde o kadar rahattı ki…

Belki Orhan Veli’nin sürdürücüsüydü; ancak bir yandan Cemal Süreya’nın da etkisindeydi. Bu şiirlerde de, dil oyunları yapıp küçük alaylarla şaşırtıyordu.

Şiirleriyle hep ilgi çeken Sunay, özel şairlerin izinde yürüttüğü yolculuğuna ödüllerle başlamıştı aslında. 1987’de Noktalı Virgül eseri ile “Halil Kocagöz Şiir Ödülü”; 1990’da da, Makiler şiiri ile “Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü”ne layık görüldü.

İlk ve sonsuz aşk

Sunay, ilk aşkını tattığında 19’undaydı. Üniversiteye başlayalı birkaç ay olmuştu. Bir sonbahar akşamüstünde, arkadaşı Gülay ile otobüs durağına doğru yürürken Gülay, durakta bekleyen sırtı dönük iki kızı gördü. Tanımıştı arkadaşını; “Belgin” diye seslendi. O an, dünyasını güzelleştireceğinden habersiz, bu güzel kıza bakakaldı Sunay. Uzun sarı saçları ve bej pardösüsüyle Belgin de gülümseyerek karşılık verdi bu bakışa. Gözlerindeki ışıltı, adeta büyülemişti Sunay’ı. 17’sindeydi.

Sunay Akın’ın yıllar sonra dile getireceği gibi onlarınki mahalle kültürüyle beslenmiş bir aşktı. Nasıl zordu aşklarını yaşamak ve nasıl da lezzetliydi. 26 Ocak günü, Edebiyat Fakültesi’nin koridorunda Sunay, arkadaşlık teklif ettiğinde Belgin, kabul edeceğini, ama hiçbir yere gidemeyeceklerini, sadece okul, otobüs ve vapurda görüşebileceklerini söylediğinde bile her şeye değerdi işte. Her gün okuldan Belgin önde, Sunay arkada çıktılar; otobüs durağında buluştular. Otobüsten önce Belgin, sonra Sunay indi. Yine Belgin önde, Sunay arkada iskeleye yürüdüler. Vapurda yan yana oturmak ne büyük şanstı…

Bu düzen böyle 4 sene devam etti. Nihayet bu güzel aşkı evlilikle taçlandırdılar. Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlendiklerinde ise, Sunay 23, Belgin 21 olmuştu. Onları kutlamaya gelen davetliler arasında Cemal Süreya da vardı.

Bu evlilikten Ozan ve Ilgın adını verdikleri iki çocukları oldu. İlk aşkları, sonsuz aşkları olmuştu…

Başka hayaller peşinde

Tuncay Bey, İstanbul’a geldiklerinde büyük oğlu Kutay ile birlikte bir inşaat şirketi kurmuştu. Oğullarının geleceğini düşünüyor, zamanı gelince şirketin başına onlar geçsin istiyordu; ama gel gör ki, Sunay’ın aklı, kitaplar yoluyla dalıp gittiği hayallerdeydi. Sürekli kitap okuyor, araştırmalar yapıyor, bambaşka planların gölgesini takip ediyordu.

Zaman geçti, Sunay evlendi, çocuğu oldu. Bazı günler oğlu Ozan’ı da yanına alıp gitti şirkete. Odasına girer girmez kapıyı kapatıyor, yeşil kanepesine uzanıp kitaplarında uzun bir yolculuğa çıkıyordu. Ozan’a da ufacık boyuyla masa başında inşaatçılık oynamak düşüyordu.

Gündüz ofiste kitaplara dalan Sunay, geceleri de sabahlara kadar dört duvarı kitaplarla çevrili odasında hiç durmadan daktilo başında oluyordu. Belgin, hep destekçisi oldu. Yine de sabahın dördünde yükselen daktilo sesi, onu delirtmiyor değildi.

Sunay’ın hayalleri bambaşkaydı. Onun yolu başka, yokuşları başkaydı. Sadece kendi çocuklarını değil, ülkesindeki her bir çocuğun geleceğini dert ediyordu. İşte bugünün Sunay Akın’ı aslında bu hayalden doğdu. O, sadece bir şair olmayacaktı. Haftanın bir gecesi evindeyse, altısını Türkiye’yi gezerek, Anadolu’daki çocuklarla buluşarak hayalinin çıkış noktasını keşfetmeye hazırlanıyordu…

Hedefine adım adım

Türkiye’yi, dünyayı gezdi Sunay; gezdikçe de ülkesindeki eksikleri ve yapabileceklerini not alıyordu. Hepsinin sonunda fark etti ki, ülkesinin bir hafızası yoktu. Çocuklar, kendisini var eden tarihindeki değerlerin farkında değildi. Her şeyi sadece bilgi olarak biliyor; ama hiçbirini tanımıyordu. Çünkü eksik olan şuydu; okumuyordu.

Madem onlar okumuyordu, “Öyleyse ben okurum, anlatırım” fikriyle düştü yollara bu kez. Ülkemizi karış karış gezdi; hikayelerini anlattı.

Babası yeni binaların inşası için bir inşaat şirketi kurmuştu; ancak Sunay, çocuklara yeni bir gelecek inşa etmenin peşine düşmüştü. Her şey önce bir hayal, sonra da gerçek oluveriyordu. Rol model aldığı annesinden gördüğü ne varsa, üstüne katacak ve o da aktaracaktı. Gülen yüzü, yumuşacık sesiyle, her çocuğa bir bellek oluşturmanın peşine düştü. Henüz yeni başlamıştı; ne çok şey vardı yapacağı…

Oyuncak Müzesi

Sunay, bundan yirmi yıl önce iş seyahatlerinden birini Almanya’ya yaptı. Nürnberg’de gezdiği oyuncak müzesi, bugüne dek kurduğu hayallerin karşılığı gibi duruyordu karşısında. Çünkü orada gezerken gezdiği sadece bir müze değildi. O, aslında çocukluğunda, geçmişinde kurduğu her bir düşün içinde gezintiye çıkmıştı.

Bir antikacıdan beyaz oyuncak atını aldı, bindi ve ülkesine döndü. Çocukların beyaz atlı prensi olmak için attığı ilk adımdı bu.

Eve döndüğünde bavulunu açmaya başladı Sunay’ın. Yıpranmasın diye gazete kağıdına sarılmış beyaz at ile ilk o zaman karşılaştı Belgin. “Bu antika oyuncakla ne yapacaksın?” diye sordu şaşkınlığını gizleyemeden. Sunay kararlılıkla, “İstanbul’da bir oyuncak müzesi açacağım. İşte bu da o müzenin ilk oyuncağı” dedi ve başladı yolculuk…

Sonra gazete yazıları, kitapları, tiyatro gösterileri, radyo ve televizyon programından kazandıklarıyla antika oyuncaklar almaya devam etti. Öyle ki birkaç sene sonra evine sığmaz oldu bu oyuncaklar. Sonra anne ve babasının boş bir odasına yerleştirmeye başladılar. O gün, o odada İstanbul Oyuncak Müzesi doğdu aslında. Bundan sonra her yeni oyuncak aldığında anne ve babasının kapısını çaldı.

Sonra o kapı, en anlamlı olacak tarihte, 23 Nisan 2005’te kapılarını gelip görmek isteyen herkese açtı. Bu müzeyi kurmak için yaşadığı tüm süreci ise sorulduğunda şu cümlelerle anlatacaktı:

“Oyuncak müzelerinde düşlerin ve hayallerin tarihi var. İnsan önce hayal eder sonra gerçekleştirir. Her şey hayallerle başlar. Ben bunu gördüm ve çok etkilendim. Sonra oyuncağın tarihini araştırdım. Oyuncakla ilgili kitaplar okudum. Kütüphanelerde araştırmalar yaptım ve ülkeme bir oyuncak müzesi kazandırmak istedim. Bir sanatçı, yazar olarak; gösterilerimden, sahne oyunlarımdan, kitaplarımdan, yaptığım televizyon programlarımdan kazandığım her şeyle de gördüğünüz bu oyuncakları satın aldım”.


İnsanın hayalini kurduğu şeyi plana dökmesi, dünyaya geliş amacını keşfettiğinin en güzel göstergesi kuşkusuz. Kız Kulesi’ne duyduğu hayranlık, çocukların geleceğine duyduğu kaygı, oyuncak müzesi ve daha yapacağı birçok çalışmanın ışığında bir Sunay Akın geçiyor bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Instagram: biyografivekitap

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , ,