John Steinbeck; A.B.D’li yazardır (Salinas, Kaliforniya, 1902-New York, 1968). Alman ve İrlanda asıllı bir aileden gelen John Steinbeck, çocukluğunu Big Sur ve Salinas bölgesinde geçirdi. Genç yaşta Büyük Vadi’nin (Great Valley) meyve bahçelerinde gündelikçi ve çiftlik işçisi olarak çalıştı. Böylece çiftlik sahiplerini, tarım işçilerini, rodeo binicilerini, İtalyan balıkçılarını, Kaliforniya ikliminin tüm ince ayrıntılarını ve Kaliforniya manzaraları tanımış oldu.
“Çöküntü” döneminde, 1929 iktisadi bunalımının yarattığı kargaşa sırasında, başlıca gereksinimin, doğduğu yer Kaliforniya’nın insan gerçeğiyle ilişkiyi koparmamak olduğunu anlayan Steinbeck önce Cennet Çayırları (The Pastures of Heaven, 1932), daha sonra da Yukarı Mahalle (Tortilla Fiat, 1935) adlı yapıtlarını yayımladı. Montereyli paisonoslarm serüven dolu öyküsünü bir gülmece anlayışı içinde anlattığı Yukarı Mahalle’de ustalığını ortaya koydu.
Bir işçi grevindeki toplumsal yönü ele aldığı Bitmeyen Kavga (İn Dubious Battle, 1936) adlı romanından sonra, acıklı ve yalın, sert ve sevecen bir öykü olan Fareler ve İnsanlar’ı (Of Mice and Men, 1937) yayımladı. Söz konusu yapıtın başlığı Robert Burns’ın şiirlerinden birinin bir bölümünden alınmıştı: “İnsanların ve farelerin en iyi tasarlanmış planları her zaman gerçekleşmez.” Romanın kişileri (Lenny ve George) bir çiftlikte birlikte çalışan ilkel yaradılışta iki gündelikçidir. Bunların gizli ve olmayacak düşleri, birkaç yüz dolar biriktirmek ve bu parayla bir gün küçük bir çiftlik satın almaktır. Öykü, yıkımın yakınlığını dile getirir ve kaçınılmaz son bu büyük yapıtta insan yalnızlığının ve büyük mutsuzluğun şiirsel bir anlatımıyla ortaya konur.
Steinbeck’in kuşkusuz en ünlü yapıtı olan Gazap Üzümleri (The Grapes of Wrath, 1939), 1930 yıllarının bunalımı, toprağın verimsizleşmesi ve kum fırtınası yüzünden her şeyini yitirmiş köylü bir ailenin, Oklahoma’yı terk etmek zorunda kalmasını ve iş bulmak için Kaliforniya’ya gelmesini serüvenlerle dolu olaylar zinciri biçiminde anlatır. Ama, sonuçta, büyük toprak sahipleri tarafından aç bırakılan, güç durumlara sokulan ve sömürülen göçmenler, umutlarını bağladıkları Kaliforniya’nın yavaş yavaş büyük bir hapishaneye dönüştüğünü görürler. Bu savlı romanda, Steinbeck içinde yaşadığı kapitalist iktisat sistemini ve tarımın makineleşmesini eleştirir. Böylece söz konusu yapıtın tümünde, “öncüler” döneminin yalın yaşamına duyulan özlem ve toplumsal bir devrime çağrı birbirine karışır. Söz konusu romanın özgünlüğü Cennet Yolu’n-daki (East of Eden, 1952] gibi, kesin düşüncelerin olmasından ya da karmaşık kişüerin yaratılmasından değü, özellikle destansı gücünden, gönül yüceliğinden, inanç ve coşku gücünden kaynaklanır.
kaynak:nkfu
Itrî, asıl adı mustafa, Buhurizade Mustafa Efendi olarak da bilinir (d. 1640?, İstanbul -ö. 1711/12, İstanbul), klasik Türk müziğinin en büyük bestecilerindendir.
Dedesi ya da babasının buhurculuk yaptığı, lakabının buradan kaynaklandığı sanılır. Yaşamının ilk yıllarına ilişkin ayrıntılı bilgi yoktur. Başlıca müzik öğretmeninin Hafız Post olduğu söylenirse de, bu kesin değildir. Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Cami Ahmed Dede Efendiye (ö. 1671′) bağlanan Itrî, IV. Mehmed döneminde (1648-87) hanende olarak saraydaki fasıl heyetine alındı. Bestecilikte gittikçe yayılan bir ün kazandı. Müzik düşkünü padişahlardan büyük ihsanlar aldı; padişah musahipliğine kadar yükseldi. Kırım hanı I. Selim Giray da onun hayranlarındandı. Itrî’ye, oldukça kazançlı bir iş olan esirciler kethüdalığı verildi. Bu işi, dünyanın dört bir köşesinden getirilmiş esirlerden, çeşitli ülkelerin geleneksel müziklerini dinlemek için istemiş olduğu rivayet edilir. Uzun yıllar Enderun’da ders veren Itri, 1690’a doğru saraydan ayrıldı. Bu tarihten sonra yaşamına ilişkin kesin bilgi yoktur.
Itri mahlasıyla divan ve âşık tarzında şiirler yazan Mustafa Efendi, döneminin belli başlı şairleri arasına girdi. Şiirlerinden, çeşitli şuara tezkirelerinde ve mecmualarda dağınık olarak yer alanlar günümüze değin ulaştı. Itri, Siyahi Ahmed Efendi’den meşk ederek hat sanatını da öğrenmiş, talik yazıda başarı kazanmıştı. Hafız Post’un güfte mecmuasına eklediği güfteler, Itrî’nin çok iyi bir hattat olduğunu gösterir. Itrî’nin bir başka uğraşı da meyvecilik ve çiçekçilikti. Ünlü Mustabey armudunu, aşılama yoluyla ilk kez onun yetiştirdiği söylenir.
Bini aşkın beste yaptığını yazan kaynaklar varsa da, günümüze iki kâr, on üç beste, sekiz ağırsemai, beş yürüksemai, dört saz eseri ve 10 dinsel yapıt olmak üzere, toplam 42 yapıtı ulaşabilmiştir. Bunların her biri, türlerinin en yetkin örneklerindendir. Cami müziğinin en parlak iki yapıtı olan Bayram Tekbiri ve Salat-ı Ümmiye bütün islam dünyasına yayılmıştır. Nât-ı Mevlânâ’sı Mevlevi ayinlerinin başında günümüze değin okunagelmiştir. Itrî’nin Mevlevi müziğinin başyapıtlarından olan bir başka parçası da Segâh Mevlevi Ayinidir. Dinsel yapıtlarından Mâye Cuma Salatı ve Dilkeşhaveran Sabah Salatı da önemlidir.
kaynak:nkfu
Igor Stravinsky; Önce Fransız, sonra da A.B.D. uyruğuna geçen Rus bestecisidir (Oranienbaum, Petersburg yakınları, 1882 – New York, 1971).
Petersburg İmparatorluk Operası’nda birinci bas bir baba ile önemli bir piyanocu ailenin çocuğu olan İgor Stravinski (ya da Stravinsky) Rimski-Korsakov tarafından yetiştirildi. Bestecilik yaşamına bir senfoniyle başladı; bunu kısa süre sonra Şenlik Ateşi izledi (1908). Bununla birlikte, Sergey Diaghilev’le karşılaşması, yaşamında bir dönüm noktası oluşturdu; daha sonra Rus balelerinin kurucusu kendisine Ateş Kuşu (1910) ve Petruşka (1911) balelerini ısmarladı. Bu iki yapıt Beşler Grubu’nu oluşturan müzikçilerin etkilerini yansıtır; bu müzikçiler henüz anlayış açısından folklora bağlıdırlar. Ama, Stravinski‘nin özgün kişiliği, uyum ve orkestralama tekniğindeki incelikte kendini belli eder.
Stravinski’nin 1913’te gerçekleştirmiş olduğu İlkbahar Ayini birçok bakımdan, temasıyla olduğu kadar müziksel anlayışıyla da son derece gerilimli bir yapıttır; ritmik öğeler giderek karmaşıklaşmıştır; armonik dil atonalliğe yaklaşmıştır. Yapıt ilk olarak Champs-Elysees Tiyatrosu’nda 29 Mayıs 1913’te dinleyicilere sunulduğunda skandal yaratmıştır; bu tepki temelde yapıtın anlatım yollarıyla benimsetilmeye çalışılan kesin ve ani kopma olgusundan kaynaklanmıştır. Bu tarihten sonraki üç yıl boyunca, besteci bir yandan Bülbül operasını tamamlarken, öte yandan da Trois poésies de la lyrique japonaise’i, yaylılar dörtlüsü için üç parça ve çeşitli ezgiler bestelemiştir.
Belli bir tarihten sonra şair Ramuz’ le ortaklaşa çalışmaya başlayan Stravinsky böylece çalgı sayısı sınırlı Düğün (ancak 1923’te tamamlandı) ve Tilki gibi yapıtlarını oluşturdu; bu sonuncu yapıt, 1922’de Opera’da Rus baleleri tarafından temsil edildi; gene aynı biçimde Ramuz’nun bir metni üstüne hazırladığı Askerin Öyküsü’nde metin, müzik ve dans iç içedir ve gene çalgı sayısı azdır.
kaynak:nkfu
25 Eylül 1906, Petersburg — 9 Ağustos 1975, Moskova
Eğitimini Leningrad Konservatuvarında Nikolayef, Steinberg ve Glazunof’un öğrencisi olarak yapmıştır. On dokuz yaşında bestelediği ilk senfonisiyle dünya çapında ün kazanmış, daha sonraki yapıtlarıyla Sovyetler Birliği’nln baş bestecisi durumuna yükselmiştir. Bu arada «Mzensk’li Lady Macbeth» operası Sovyet makamlarınca bayağılıkla suçlanmış, Beşinci senfonisiyle yeniden göze girmiş, piyanolu kentetiyle Stalin Ödülü’nü kazanmış, 1948 yılında «Batı’nın çökmekte olan biçimciliğine taviz vermekle» suçlanmış, af dilemek zorunda kalmış, yeniden göze girmiştir. İlk yapıtlarında Orta Avrupa anlatımcı okulunun etkileri ve atonalité eğilimleri sezilmekle birlikte sonraki yapıtlarında Beethoven, Qaykovski, Mahler ve Prokofiyef etkileri görülür. Başlıca yapıtları arasında 15 senfoni, (en tanınmışları, «Şimşek» ve «Leningrad») piyano konçertosu, «Altın Çağı» bale müziği.
İlk yorumu: 1937 Leningrad.
Bestecinin senfoni biçiminde ilk geniş yankılar yapan, ona büyük başarı sağlayarak adını yurdu dışındaki meraklı kitlelere ileten yapıttır. Senfoni pek çok kimsede programlı olduğu izlenimini bırakmış, Şostakoviç’in «otobiyografi»si olarak yorumlanmıştır. Genel inanç «kişiliğin oluşumu»nu belirtmek amacıyla yazıldığı yolundadır.
İlk bölüm (Moderato) zengin düşün ve duygu malzemesiyle işlenmiştir. Kahramanca ve acılı bir karakteri vardır. İkinci bölüm (Allegretto) tam bir «scherzo»dur. Neşeli, canlı, zarif, törensel ses bileşimleri geçen yüzyılı hatırlatır. Üçüncü bölüm (largo) ilâhiye, duaya benzer melodi ve akorlarla gerçekten duygulu bir tablo çizer. Senfoninin dördüncü bölümü (Allegro) geniş ölçülerle kükreyen, haykıran tınısı, Mahler ve Skriyabin’i hatırlatan orkestra düzeni ve tekniğiyle gerçekten güçlü bir etki bırakır.
kaynak:nkfu
Aleksandr Soljenitsin; Rus yazarıdır (d. Klislovodsk, 1918 – ö. 3 Ağustos 2008, Moskova, Rusya).
Köylü kökenli bir ailenin çocuğu olan ve çok küçük yaşta babasını yitiren Aleksandr İsayeviç Soljenitsin, zor koşullar altında yetişti. Ortaöğrenimini Rusya’nın güneyinde, Rostov-na-Donu’da yaptıktan sonra, on sekiz yaşında Moskova Üniversitesi’nin Matematik ve Fizik Bölümü’ne girdi. Aynı zamanda edebiyat, tarih, felsefe ve tiyatroyla da ilgilendi. 1941’de, tam öğrenimini tamamladığı sırada,ülkesinin ikinci Dünya savaşma katılması üzerine cepheye asker olarak gitti; bir süre sonra topçu subayı oldu ve Leningrad, Orel, Beyaz Rusya’da yararlık gösterdi (bu dönemde cephede aldığı notlar sonradan polis tarafından yok edildi).
1945 Şubatında başarılarıyla adını duyurmuş olduğu Doğu Prusya cephesinde, bir arkadaşına gönderdiği mektupta üstü kapalı olarak Stalin’in savaşı yönetiş biçimini eleştirdiği için tutuklandı. Rütbesi alınarak, Moskova’ya gönderildi; Lubianka’da hapsedildikten sonra yargılandı ve yaşamının bir bölümünü bir çalışma kampında geçirdi. Önce bir şantiyede çalıştı (Ivan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün [Odin den iz jizni İvana Denisoviça, 1962] adlı yapıtında, burada geçirdiği günleri anlattı), sonra telefon konuşmalarını dinleme sisteminin geliştirildiği bir bilimsel araştırma kurumuna gönderildi [İlk Çember [ingilizcesi The First Circle, 1968; fransızcası Le premier cercle]).Çalışma kampında sekiz yıl geçirdikten sonra, Orta Asya’ya sürgün edildi (Kanserliler Koğuşu [ingilizcesi Cancer Word, 1968]; fransızcası Le pavillon des cancéreux]); kansere yakalandı ve bir ameliyat geçirdi. Stalin’in ölüm günü olan 5 Mart 1953’te özgürlüğüne kavuştu. Ancak, bir süre sonra yeniden Kazakistan’da bir köye sürgüne gönderildi.(bu kez sürgün edilme nedenini de bilmiyordu) ve burada iki yıl süreyle öğretmenlik yaptı. Ölüm derecesinde hastalanınca, Taşkent Hastanesi’ne kaldırıldı ve yeniden kanser ameliyatı geçirdi. 1957’de özgürlüğüne kavuştu ve resmi olarak aklandı.
“İLK ÇEMBER” VE “İVAN DENİSOVİÇ’İN HAYATINDA BİR GÜN”
kaynak:nkfu
The French author Victor Hugo, is regarded by many as the supreme poet of French romanticism (a style in the 1800s that emphasized a free form of writing and expressed strong emotions, experiences of common people, and imaginative expressions and passion). He is known for producing large amounts of work, the ability to easily write poetry or novels, and his incredible vision.
Victor Marie Vicomte Hugo was born in Besançon, France, on February 26, 1802, to Joseph Leopold Sigisbert Hugo and Sophie Trebuchet. He and his two older brothers, Abel and Eugène, lived with their mother in Paris, France, while their father, a general and the governor of the Italian province of Avellino, lived in Italy. Hugo’s mother had a special friendship with General Victor Fanneau Lahorie, who became an enemy of the French government.
She let him hide in their house, and it was during this time he became a teacher for the Hugo boys. The boys frequently traveled to see their father and these trips caused breaks in their education. As a young boy, Hugo showed an interest in writing poetry. When he was twelve years old, Victor and his brothers were sent to school at the Pension Cordier. There they studied the sciences and spent their leisure time writing poetry and plays. When Victor was fifteen, he won the poetry contest held by the Académie Française and the next year placed first in the Académie des Jeux Floraux’s contest. Victor’s reputation as a poet developed early in his life, and he received a royal salary in 1822.
In 1822 Hugo married his childhood sweetheart, Adèle Foucher, one and a half years after the death of his mother, who had opposed their marriage. The couple later had four children. Their apartment in Paris became the meeting place for the ambitious writers of the Romantic Movement. In 1822 Hugo also published his first signed book, Odes et poésies diverses.
In 1824 a few of Hugo’s friends began a group called Muse française. All were young writers who were beginning to break with neoclassicism (a style of writing that was based on the styles of ancient Greece and Rome in which logical, clear, and well-ordered writing was valued). After his visit to Alphonse de Lamartine (1790–1869) and his discovery of German balladry (putting stories to music in an artistic way), in 1826 Hugo published Odes et ballades, in which his rejection of neoclassicism was clear.
kaynak:nkfu
Tanınmış bir Alman yazarıdır. Viyana’da doğdu. Babası zengin bir sanayiciydi. Yahudi olan Zweig’ler, çocuklarını çok iyi yetiştirdiler. Stephan hem edebiyata, hem tarih ve felsefeye karşı büyük bir ilgi duyuyordu. Dada çocuk denecek yaşta, birçok Avrupa Stefan Zweig memleketlerini gezdi; birkaç yabancı dil öğrendi. İlk eserleri, daha doğrusu ilk edebiyat çalışmaları çevirilerdir. Bilhassa Belçikalı şair Emile Verhaeren’in duygulu şiirlerini Almanca’ya büyük bir başarıyla aktardı. Rimbaud, Baudelaire, Verlaine gibi Fransız şairleri, onun süzgecinden geçerek Alman okuyucularının karşısına çıktılar. Kendisi de şiirler yazıyordu. Bol bol tiyatroya gidiyor, ünlü Alman tiyatro yazarlarının eserlerini seyrediyordu.
Birinci Dünya Savaşı patladığı zaman, Zweig, aydınların fikirler etrafında birleşmeleri fikrini savundu. Bir yandan piyes, hikaye ve roman yazıyordu. 1934’te Londra’ya yerleşti. 1940’ta da İngiltere vatandaşlığına geçti. Bir müddet Amerika’da oturdu. 1941 yılında, huzursuzluk içinde geçen hayatını huzura kavuşturmak için karısıyla Brezilya’ya gitti ve Petropolis şehrine yerleşti. «Dünkü Dünya» adını verdiği kendi hayat romanını Bitirdikten sonra, İngiliz olan ikinci karısıyla yattıkları odada havagazını açık bırakarak intihar ettiler.
Stefan Zweig, bir fikir adamı, bir tarihçi, metotlu düşünen bir insan, ruh tahlillerini büyük bir dikkatle ve Freud’un koyduğu temellere dayanarak başaran bir romancı sıfatıyla dünya edebiyatının sayılı isimlerindendir.
Stefan Zweig (Viyana 1881-Brezilya/Rio de Janeiro/ Petropolis 1942)
Avusturyalı yazardır. Varlıklı bir Yahudi ailesinden gelmenin olanaklarını iyi kullandı; Berlin ve Viyana’da merak duyduğu her dalın öğrenimini izledi. (Alman edebiyatı, felsefe, Roman dilleri ve edebiyatları), renkli geziler yapma fırsatlarını da buldu (Avrupa, Hindistan, Kuzey Afrika, Kuzey ve Orta Amerika, SSCB…). 1919-1934 arasını da Nazizmin gelişimini, yayılmasını Salzburg’dan izleyerek İngiltere’ye geçti (1934). Savaşın ikinci yılında olabildiğince uzağa kaçabilme güdüsüyle Brezilya’ya kadar uzaklaştıysada Hitler’in uzun süren zaferleri moralini bozduğu için sarılacak umut kalmadığını sandı, ikinci eşiyle birlikte canına kıyarak yaşamına son verdi (21 Şubat).
Şiir ve oyun denemelerinden romana geçti: Acımak (Ungeduld des Herzens dilimize ilkin Merhamet adıyla çevrilmişti) 1938. Asıl ustalığını anlatı (tahkiye) türünde gösterdi (yaşamöykülerini de aynı ustalıkla gerçekleştirecektir): Amok (1922), (Dağınık Duygular) , Satranç Oyuncusu 1942. Sonunda kendine özgü anlatı türünü buldu. Drei Master (Üç Büyük Adam), Dostoyevski, Balzac, Dickens (1920); İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar (Sternstunden der Menschheit) 1927, Vertaine (1905), Verhaeren (1910), Romain Rolland (1920), Fransız İhtilâlinde Bir Politikacının Portresi; Fouche(1929), Marie Stuart (1935), Marie Antionette (1932), Hölderlin, Kleist, Nietsche (dilimize Demon’la Muharabe diye çevrildi) 1925. Avrupa kültürüne kökünden yakın olma şansına erişmiş bir yazı ustalığı ve çağdaş psikolojik (Freud) yöntemlerin ışığıyla canlandırdığı her kişinin iç dünyasını aydınlattı; bilinç derinliklerine, kişilik ipliklerine yaklaşmayı başardı. Die Welt der Gestern (Dünün Dünyası) adlı özyaşamsal anlatısı, anılara dönük özlemleri ölümünden sonra yayımlanınca dünyanın bütün dillerine çevrildi (1943).
kaynak:nkfu
Richard Georg Strauss (d. 11 Haziran 1864 Münih – ö. 8 Eylül 1949 Garmisch-Partenkirchen) edebi alt yapıya sahip uzun senfonik şiirleri ve operaları ile ünlü Alman Romantik Dönem bestecisi. Ayrıca Strauss önemli bir orkestra şefi ve tiyatro yönetmeniydi.
Richard Strauss 11 Haziran 1864 tarihinde Münih’de doğdu. Babası Münih Saray Orkestrası’nda birinci hornist olarak çalışan ve 1871 yılından itibaren akademi profesörü olan Franz Strauss’du (1822-1905) ve annesi Josephine (1838–1910) Münih’in en zengin ailelerinden bira imalatçısı Dynastie Pschorr ailesinin kızıydı. Ailenin müzikle ilgisinin çok olması nedeni ile Richard altı yaşında iken tek başına beste yapmaya başlamıştı. Münih orkestra şefi Friedrich Wilhelm Meyer’den bestecilik dersleri aldı. Hocasının yol göstermesi ve teşviki ile, başlangıçta yaptığı klavyeli çalgılar ve şarkı bestelerinden sonra, ilk büyük besteleri ortaya çıktı: Konser müzikleri, bir adet sonat, bir adet dört yaylı çalgı için eser, iki senfoni ve bir üflemeli çalgı serenadı. Strauss’un ilk resmi Opus 1 bestesi büyük orkestra için festival marşıydı ve bu marşı bestelediğinde Strauss oniki yaşındaydı.
1882 yılında Münih Üniversitesi’nde felsefe, sanat tarihi bölümüne başladı; fakat kısa süre sonra okulu bıraktı. 1882 yazında babasını Bayreuth Festivali’nde izledikten sonra müzisyen olmaya karar verdi. Daha 1883 yılında ilk eseri, diğer müzisyenlerin yanı sıra, Münih Saray Orkestrası şefi Hermann Levi tarafından Münih’te çalındı. 1883 yılında Dresden ve Berlin’e sanatsal bir gezi için gitti. Bu seyahati esnasında, yol göstericisi ve hocası olan Meininger Saray Orkestrası şefi ve yönetmeni Hans Bülow gibi önemli şahsiyetlerle tanıştı. Hans Bülow genç besteciyi kendi eserlerinden birisinin orkestra şefliğini yapması konusunda cesaretlendirdi ve Kasım 1884’de genç Strauss’u orkestra şefi olarak Meininger’e getirdi. Kısa bir süre sonra Bülow görevi bıraktığında, Strauss kısa bir zaman için onun yerine geçti.
Meiningen’de Johannes Brahms’la tanıştı. Meiningen’de Wagner’in koruyucusu Julie Ritter’in oğlu ve Richard Wagner’in kuzeni Franziska Wagner ile evli olan, birinci kemancı Alexander Ritter ile arkadaş oldu. O güne kadar Robert Schumann veya Brahms stilinde besteler yapan Strauss, Wagnerci Ritter’lerin etkisi ile Wagner’e yöneldi ve Franz Liszt‘in senfonik şiirlerini Wagner’in orkestra stili ile çalmayı denedi.
Strauss, Nisan 1886 tarihinde Meiningen’den ayrıldı. Münih Saray Tiyatrosu’ndan orkestra şefliği teklifi aldı. Önce İtalya’ya gitti ve orada Aus İtalien isimli dörtlü orkestra fantazisini besteledi. Bir yıl sonra Münih’de prömiyeri yapıldı. 1 Ekim 1886 tarihinde Münih Saray ve Bayern Ulusal Tiyatro’nun şef kürsüsüne ilk defa çıktı ve burada üç yıl boyunca üçüncü şef olarak görev yaptı. Bu zaman içerisinde Tondichtung olarak adlandırdığı edebi alt yapıya sahip uzun senfonik şiirlerden oluşan orkestra eserleri besteledi. Bu tarz eserlerinin ilki olan Macbeth’de yaşadığı zorluklar sonucunda Don Juan ve en önemlisi Ölüm ve Aydınlanma – Tod und Verklärung’da, kendisinin çok hızlı ünlenmesine neden olan, değişmez tarzını buldu.
Münih’de artık tam bir Wagner tarzı ile beste yapmaya başlamışdı. İlk operası Guntram, kendi yazdığı, ortaçağda geçen bir şövalyenin hikâyesiydi. 1887 yılında Gustav Mahler ve önce talebesi, daha sonra eşi olan ve kendisine bir çok şarkı bestelediği, genç şarkıcı Paulin de Ahna’yı tanıdı. Bu genç besteciye, Richard Wagner’in gençlik eseri Periler – Die Feen’in Münih’de dünya prömiyerini yapma görevi verildi. Genel provadan önce görevden alınınca, istifa etti ve Weimar’dan gelen teklifi kabul etti. 1889 Bayreuth Festivali’ne, oyunların müzikal asistanlığını yapması için, davet edildi. Çok yararlı olduğu bu görev Richard Wagner’in eşi ve festival yöneticisi Cosima Wagner’in kendisine çok değer vermesini sağladı, öyle ki Cosima Wagner, Richard Strauss’un kızı Eva ile evlenmesini istedi.
1 Ekim 1889 tarihinde Weimar Büyük Dükalık Orkestrası’nın başına geçtiğinde Wagner’in eserlerini sahnelemek için çalışmalar yaptı ve Tannhäuser, Lohengrin ve Tristan ve Isolde operalarını sahneye koydu. 23 Aralık 1893’de Engelbert Humperdinck’in Hänsel ve Gretel operasının prömiyerini, kendi senfonik şiirlerinin prömiyerlerini ve 12 Mayıs 1894 tarihinde, Freihild bölümünü, nişanlısı Pauline’in okuduğu, kendisinin ilk operası olan Guntram operasını yönetti. 1894 Bayreuth Festival oyunlarında ilk defa beş kez Tannhäuser sahnelemelerini yönetti. Pauline burada Elisabeth rolünü okudu. Festival bitince, Pauline ile evlendi ve yeniden Münih Saray Orkestrası’nın başına geçti. Münih’deki bu görevi esnasında 1894 yılında ölen hocası Hans von Bülow’un yerine Berlin Filarmoni Orkestrası’nı da yönetti.
Münih’de görevli olduğu zamanlar, Köln ve Frankfurt’da çok büyük bir başarı elde eden, Till Eulenspiegels lustige Streiche (1895), Also sprach Zarathustra (1896) ve Don Quixote senfonik şiirlerini yazdı. Richard Strauss artık besteci olarak ünlenmişti ve orkestra şefi olarak da tüm Avrupa’da aranan bir isim olmuştu. Münih’de Hermann Levi’den boşalan yere getirilmeyince, Prusya Kraliyet Saray Orkestrası’nın teklfini kabul etti ve Berlin’e gitti.
Berlin’deki ilk sahnelemesi 5 Kasım 1898 tarihinde Unter den Linden Kraliyet Operası’nda Tristan ve Isolde idi. Berlin’de çağdaş bestecilerin eserlerine yer vermeye özen gösterdi ve Berlin Senfonik Sanatçılar Orkestrası’nı kurdu. Strauss, sanatçıların daha iyi koşullarda çalışmalarını ve toplumda hak ettikleri yerlere gelmelerini sağlamak amacıyla Alman Besteciler Kooperatifi’nin kurucularından oldu. 1901 yılında Alman Müzik Derneği (ADM) başkanlığını devraldı ve telif hakları ile ilgili düzenlemeleri (GEMA) hayata geçirdi.
Berlin yılları, Kuzey Amerika, Yunanistan, ve İtalya gibi ülkelere yaptığı seyahatler ve Ein Heldenleben, Sinfonia domestica ve Alpensinfonie senfonilerini ve kendisine uluslararası bir ün getiren Feuersnot (1901), Salome (Dresden’de Prömiyer 1905) ve Elektra (Dresden’de Prömiyer 1909) operalarını bestelemekle geçti. Paris’te, Rosenkavalier (Dresden’de Prömiyer 1911) gibi bir çok operanın librettosunu birlikte yazdığı, Hugo von Hofmannsthal ile tanıştı.
1908 yılında, Garmisch’de yeni yatırdığı eve taşındı. 1910 yılında Münih’de ilk Strauss Haftası yapıldı. Bu haftalar daha sonra Dresden ve Viyana’da da yapılmaya devam etti. 1912 yılında Ariadne auf Naxos operasının prömiyeri Stuttgart’da ve Josephslegende balesinin prömiyeri Paris’te yapıldı. Mayıs 1918’de, Franz Schalk’la birlikte yönetmek üzere, yeni operası Die Frau ohne Schatten’in prömiyerinin de yapıldığı, Viyana Devlet Operası’na gitmek üzere Berlin’den ayrıldı.
1917 yılında Strauss, dekorcu Alfred Roller ve orkestra şefi Franz Schalk ile birlikte, rejisör Max Reinhardt ve Hugo von Hofmannsthal tarafından başlatılan Salzburg’da bir festival düzenlenmesi girişimini destekledi. Tüm karşı çıkmalara ve kaybedilen savaştan sonraki ekonomik krize rağmen, Strauss ve arkadaşları 1920 yılında ilk festivali gerçekleştirdiler. İlk yıl sadece Jedermann oyunu oynandı. 1921 yılında konserler de festival kapsamına alındı ve 1922 yılında Strauss, Don Giovanni operasını, Salzburg Festival’inde oynanan ilk opera olarak yönetti.
1924 yılında Viyana’daki opera müdürlüğü görevini bıraktı ve kendisini Almanya’da ve dış ülkelerde orkestra yönetmeye ve besteler yapmaya adadı. Bu dönemde Intermezzo, Die ägyptische Helena, Arabella, Die schweigsame Frau, Capriccio, Friedenstag ve Daphne operaları ortaya çıktı.
Nasyonel sosyalistler iktidara geldikten sonra, uluslararası bir üne sahip olan Richard Strauss’u kendi amaçları için kullanmak istediler. Nisan 1933’de Strauss, Thomas Mann’ın denemesi “Richard Wagner’in Acıları ve Gücü”‘ne karşı “Richard Wagner – Münih Şehri” protestosunu imzalayanlar arasındaydı.15 Kasım 1933 tarihinde Strauss İmparatorluk Müzik Odası başkanlığına getirildi. Bayreuth’da Arturo Toscanini kabul etmeyince, Parsifal’ın yönetimini üstlendi. Die schweigsame Frau operasının librettosunu birlikte yazdığı Stefan Zweig’la çalışması, Strauss’u nasyonel sosyalistlerin gözünden düşürdü. Gestapo, Stefan Zweig’a 17 Haziran 1935 tarihli kritik bir mektup yazdığında, Strauss İmparatorluk Müzik Odası başkanlığı görevini bırakma baskısına maruz kaldı.Strauss, 1936 Olimpiyat Yaz Oyunları açılış müziğini besteledi. Sözlerini Robert Lubahn’ın yazdığı açılış müziği 1 Ağustos 1936 günü olimpiyat stadını çınlattı: Halklar! Halkların misafiri olun.
Naziler tarafından işgal altındaki Polonya’nın, daha sonra Nürnberg mahkemeleri’nde suçlu bulunarak, 1946’da idam edilen genel valisi Hans Frank için, 1943 yılında, sözlerini kendisi yazdığı bir teşekkür şarkısı besteledi.Ağustos 1944 tarihinde, ikinci dünya savaşının sonlarına doğru, Hitler tarafından “Doğuştan Yetenekliler Listesi”‘ne alındı. Ayrıca “Özel Liste”‘ye en önemli üç müzisyen statüsünde alındığı için tüm askeri yükümlülüklerinden kurtulmuştu.
Son yılları hastalıklar ve kaplıcalarda kalmakla geçti. Garmisch’deki evine çekildi. Savaşın sonlarına doğru, geçici olarak İsviçre’ye gitti. 1949’da Garmisch’e geri döndü. Son bestelerinden Metamorphosen für Streichorchester 25 Ocak 1946’da Zürih’de prömiyer yaptı. Yaşamını konu alan bir film için, 1949’da Münih Radyo Evi’nde orkestra şefi değneğini son defa eline aldı. 8 Ağustos 1949’da Garmisch’de öldü ve Garmisch-Partenkirschen mezarlığına defnedildi.
Senfonik şiirler
Macbeth (1888/90)
Don Juan (1889)
Tod und Verklärung (1891)
Till Eulenspiegels lustige Streiche (1895)
Also sprach Zarathustra (1896)
Don Quixote (1898)
Ein Heldenleben (1899)
Sinfonia domestica (1904)
Eine Alpensinfonie (1915)
Diğer orkestra besteleri
Symphonie d-Moll (1880)
Symphonie f-Moll op. 12 (1883)
Aus Italien, op. 16 (1886)
Burleske für Klavier und Orchester, d-Moll (1886),
Parergon zur Sinfonia Domestica op. 73 Klavyeli çalgılar ve orkestra için
Panathenäenzug op. 74 Klavyeli çalgılar ve orkestra için
Festliches Präludium op. 61 Büyük orkestra ve org için(Viyana Konser salonu açılışı için bestelendi, 1913)
Japanische Festmusik
Hornkonzert Nr.1 Es-dur op. 11
Hornkonzert Nr.2 Es-dur
Konzert für Obua und Orchester D-Dur (1945)
Duett-Concertino Klarnet, Fagot ve Orkestra için.
Festival müzikleri, Aradabir yapılan besteler, Fanfarlar, Suitler
Orkestra suitleri: Sahne eserlerinde enstrümental seçmeler.
Sessiz film müziği Der Rosenkavalier (1926) (orkestra çalışması) (1925)
Bale müzikleri
Josephslegende op. 63. Kostüm Harry Graf Kessler ve Hugo von Hofmannsthal. İlk gösterim 14 Mayıs 1914 Paris
Schlagobers op. 70. Libretto: Richard Strauss. İlk gösterim 9 Mayıs 1924 Viyana
Koro müzikleri
Zwei Gesänge op. 34 16 sesli karışık koro için (1897):
Nr. 1: Der Abend („Senke, strahlender Gott“). Text: Friedrich Schiller
Nr. 2: Jakob („Jakob! Dein verlorner Sohn“). Text: Friedrich Rückert
Zwei Männerchöre op. 42 (1899). Texte: Johann Gottfried Herder’in Volkslieder’inden. (1778, Stimmen der Völker in Liedern)
Nr. 1: Liebe („Nichts Bessers ist auf dieser Erd“)
Nr. 2: Altdeutsches Schlachtlied („Frisch auf, ihr tapferen Soldaten“)
Drei Männerchöre op. 45 (1899). Texte: Johann Gottfried Herder’in Volkslieder’inden (1778)
Nr. 1: Schlachtgesang („Kein selig’r Tod ist in der Welt“)
Nr. 2: Lied der Freundschaft („Der Mensch hat nichts so eigen“)
Nr. 3: Der Brauttanz („Tanz, der du Gesetze unsern Füßen gibst“)
Eine deutsche Motette („Die Schöpfung ist zur Ruh gegangen“) op. 62 4 Solo ve 16 sesli karışık koro için (1913). Text: Friedrich Rückert
Cantate („Tüchtigen stellt das schnelle Glück hoch empor“) 4 sesli erkek korosu için (1914). Text: Hugo von Hofmannsthal
Drei Männerchöre (1935). Texte: Friedrich Rückert
Nr. 1: Vor den Türen („Ich habe geklopft an des Reichtums Haus“)
Nr. 2: Traumlicht („Ein Licht im Traum hat mich besucht“)
Nr. 3: Fröhlich im Maien („Blühende Frauen, lasset euch schauen“)
Die Göttin im Putzzimmer („Welche chaotische Haushälterei“) 8 sesli karışık koro için (1935). Text: Friedrich Rückert
Durch Einsamkeiten („Durch Einsamkeiten, durch waldwild Gehege“) 4 sesli erkek korosu için (1938). Text: Anton Wildgans
An den Baum Daphne („Geliebter Baum! Von ferne winkst du“). Daphne için Sonsöz (1943). Text: Joseph Gregor
kaynak:nkfu
Sir Edward Elgar (1857-1934)
Çağımızın ünlü İngiliz bestecilerindendir. Worcester’li bir orgçunun oğludur. Sanata büyük bir sevgiyle bağlanarak öğrenimini tek başına yapmıştır.
Müzik teorisini öğrenen, çeşitli çalgıları başarıyla çalan Elgar 20 yaşlarında Londra’ya geldi. Bir kemancıdan kısa bir süre için ders aldı. Müzik hayatında başkasından edindiği bilgi bundan ibaret kalmıştır. Daha sonra Worcester’e dönen Elgar orada beş yıl orkestra üyesi olarak çalıştı, 1899’da Londra’da çalınan “Enigma Varyasyonları” adlı eseriyle tanındı. “Gerontius’un Rüyası” adlı bir oratoryosu ile, Elgar’ın eserleri İngiltere’den çıkarak Avrupa’ya yayıldı. Bu başarı iki yüz yılda beri dünya çapında bir besteciden yoksun olan İngiltere için çok önemli sayılırdı. Elgar verimine devam ederken Cambridge ve Oxford üniversiteleri tarafından “fahri doktor” ünvanları verildi. Kral 7. Edward kendisine “Sir” payesini verdi.
Elgar’ın bütün eserlerinde Brahms, Wagner’e olan derin hayranlığının izleri görülür. Buna rağmen parlak orkestrasyon buluşları, armonik özellikleri, tipik ingiliz melodileri kendine has bir üslubun doğmasını sağlamıştır. Ünlü orkestra şefi Constant Lambert sanatının ana hatlarını şöyle özetliyor:
“Elgar, verimiyle her sınıftan, her çeşit halkla temas kurabilen önemli bestecilerden biridir. Fakat asıl önemi kendi milli duygularını bütün dünyanın anlayabileceği bir dille ifadelendirebilmiş olmasıdır.”
Elgar’ın başlıca eserleri şunlardır:
Senfoniler, bir keman, bir viyolonsel konçertosu “Üç Bavyera Dansı”, “Enigma Varyasyonları”, “Pomp and Circumstances” marşları, “Cockaigne” adlı konser uvertürü, yaylı çalgılar için “Elegie” ve “Introduction and Allegro”, “Gerontius’un Rüyası”adlı oratoryo. “Sabah Şarkısı”, “Akşam Şarkısı” ve “Aşk Selamı” gibi küçük parçaları her yerde pek sevilen eserleri arasındadır.
kaynak:nkfu
Türk edebiyatının en ünlü şairlerinden biridir. 2 aralık 1884’te Usküp’te doğdu. Babası, Niş’li Yunus Beyzade İbrahim Naci Bey’dir. Mensup olduğu aile, Niş, Leskofça ve Vranya havzasına yayılmıştı. Baba tarafı Niş’Ii, anne tarafı Vrariya’lıdır. Yahya Ke-mal’in ceddi, hem baba hem anne tarafının birleştiği, III. Mustafa devrinin sancak beylerinden Şehsüvar Paşa’dır.
Yahya Kemal, ilk ve orta tahsilini doğduğu memlekette gördükten sonra İstanbul’a geldi. 1903’te Paris’e giderek orada Jön Türklerin muhitine girdi, aynı zamanda, Siyasal Bilgiler Okulu’na devama, Sorbonne’da da tarih derslerini takibe başladı. Tahsilini bitirdikten sonra 1912 ye kadar Paris’te kaldı, edebiyatla meşgul oldu.
1912’de Türkiye’ye dönen Yahya Kemal Beyatlı, ertesi yıl Darüşşafaka’da öğretmenliğe başladı. Sonra Sultan Selim’de açılan Medrese-tül-Vaızîn’de müderris vekili olarak Medeniyet Tarihi derslerini okuttu (1914). Bu arada, bir yandan da gazete ve dergilere yazılar yazıyordu. 1916-1919 yılları arasında, Darülfünun’da (Üniversite’de), önce Medeniyet Tarihi, daha sonra Batı Edebiyatı Tarihi, ondan sonra da Türk Edebiyatı Tarihi kürsülerinde müderrislik etti.
Birinci Dünya Savaşı’nın bizi 1918’de uğrattığı mağlubiyet faciasından sonra, Yahya Kemal, Üniversitedeki öğrencileriyle birlikte, daha ilk andan itibaren Millî Mücadeleye bağlandı. 1918’den sonraki yıllarda çoğu «Tevhid-i “Efkâr» gazetesinde olmak üzere, gündelik gazetelerde, Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen yazılar yazdı. Ayrıca, «Dergâh» dergisini çıkaran gençlere fikir bakımından yardımda bulundu. Mühim bir kısım yazılarını «Dergâh» ta yayınladı.
Yahya Kemal Beyatlı’nın fikir hayatından siyasi hayata atılışı da aynı faaliyetin bir sonucu olmuştur. 1922’de Lausanne (Lozan) Konferansına giden Türk heyetinde müşavir olarak bulundu. Lausanne’dan döndükten sonra, 1923’te, ikinci Büyük Millet Meclisi’ ne Urfa’dan milletvekili seçildi. 1925’te Türkiye – Suriye sınır tahdidi heyetine murahhas tayin edildi.
Yahya Kemal ondan sonra Varşova’ya ortaelçi olarak gönderildi. Bu vazifede üç yıl kaldıktan sonra 1929’da Madrid ortaelçiliğine tayin edildi. Aynı zamanda, uhdesine Lizbon elçiliği de verilmişti.
Yahya Kemal Beyatlı, bu son elçilik vazifesinden sonra, 1934’te Yozgat’tan milletvekili seçildi. Aynı yılın sonunda Tekirdağ’ dan milletvekili seçilen şair 1943 yılına kadar Büyük Millet Meclisinde bulundu. 1946′ da İstanbul’da yapılan ara seçiminde İstanbul’dan milletvekili oldu, sonra kısa bir müddet Pakistan büyükelçiliğinde bulundu, 1948’de emekliye sevkedildi.
Gençliğinin mühim bir kısmını Paris’te geçiren şair, Fransız edebiyatını çok iyi hazmetmiş, Divan edebiyatının olduğu kadar, Fransız Parnassien şairlerinin de bütün inceliklerini ve sanat oyunlarını iyiden iyiye benimsemişti.
Yahya Kemal’in Sanatı
Yahya Kemal henüz 18 yaşındayken ilk şiirini, 1 eylül 1902 tarihli «İrtica» dergininde yayınlamıştır. II. Abdülhamit’in tahta çıktığı günü kutlamak için birçok manzumelerin yayınlandığı bu sayıda şairin bu ilk şiiri «Üsküp Belediye Reisi İbrahim Naci- Beyzade Agah Kemal» imzasıyla çıkmıştır.
Türk şiirine hakiki «Lirik poem» i bütün halinde getiren şair, çok geniş bir tarih kültürü ve tamamen dahice bir dil ve ahenk seziş ve zevkiyle Türk medeniyetini en büyük kuvvetle dile getirmiştir. «Açık Deniz», «Rindlerin Ölümü» gibi parçaları, beşer dehasının yarattığı en tanınmış poemlerle kolayca mukayese edilebilir. Bu bakımdan Yahya Kemal’i bütün Türk şairlerin en büyüğü saymak mümkündür.
Yahya Kemal Beyatlı son derece hazır cevap, son derece nükteli konuşur bir insandı. Bulunduğu her meclisi, bu özellikleriyle doldururdu. Şiirlerinde, aşkı olduğu kadar, tabiatı da, tarihi olduğu kadar felsefeyi de en derin telleriyle dile getiren şair, geçirdiği müteaddit aşk maceralarına rağmen evlenmemişti. 1 kasım 1958’de öldü., Rumelihisarı Mezarlığında gömülüdür.
Bibliyografya;
Eserleri — 24. Şiir ve Leylâ (1932); Kendi Gök Kubbemiz (1961).
Hakkındaki Eserler — Yahya Kemal,Hayatı, Sanatı ve Şiirleri (A. Cevat, 1937); Yahya Kemal, Hayatı ve Eserleri (Orhan S. Orhon, 1937); Yahya Kemal, Hayatı ve Eseri (Zahir Güvemli, 1943); Yahya Kemal (Cemil S. Ongun, 1945) ; İstanbul Fethini Gören Üsküdar (Nihat S. Banerli, 1958). Yahya Kemal (Z. Güvemli, 1959).
kaynak:nkfu
FARABİ (870-950)
Farabi; Türk ırkından büyük bir İslam filozofudur. Tam adı “Ebu Nasr Muhammet Farabi” dir. Türkistan’da Farab (Otrar) da doğdu. Babası Uzluk-oğlu Tarhan-oğlu Muhammet, subaydı. Farabi öğrenimini memleketinde, İran’da ve Bağdat’ta yaptı. Zamanının bütün bilimlerini öğrendi. Türkçe, Arapça, Farsça ve Grekçe’den başka diller bildiği de söylenir. Yunan felsefesini, Aristo (Aristoteles) ve Eflatun (Platon) un eserlerini 40, hatta 100 kere okuyarak iyice inceledi. Halep’e gelip ünlü Hamdani hükümdarı Seyfüddevle tarafından himaye edildi. Şam’da 950 Aralık ayında öldü, Babu’s-Sagir’de gömüldü. Türk kılığını Arap ülkelerinde de hayatının sonuna kadar bırakmamıştır.
Farabi’nin eserleri derhal büyük bir alan yayıldı. İbni Sina, Farabi’nin eserlerini okuyarak yetiştiğini kendisi söyler. Felsefede en önemli rolü Farabi oynamıştır. Eserleri hızla İbrani diline, Latinceye çevrilip Avrupa’ya yayıldı. Farabi batı dünyasında “Alfarabius” diye büyük ün kazandı. Orta Çağ’da Avrupalılar Yunan Felsefesinin Araplardan öğrenmişlerdi. Farabi’nin eserleri bu alanda ilk hizmeti görmüştür. Bazı kitapları sayılamayacak kadar çok kere Latinceye çevrilen, 16. yüzyıldan başlayarak aynı zamanda basılan Farabi, yakın zamanlarda da büyük rağbet gördü, kitapları Batı ve Doğu dillerine çevrildi.
Farabi, Yunan felsefesini (bilhassa Aristo’yu) incelemiş, açıklamış, nakletmiş, daha aydın, anlaşılır hale getirmiş, fakat kendinden de çok şey katmıştır. Bilhassa mantıktaki, siyaset felsefesindeki fikirleri beşer düşüncesinde bir hamle sayılır. Kelam denen esas İslam felsefesinin Farabi ile hiçbir ilgisi yoktur. O eski felsefenin bugünkü felsefeye aktarılmasında pek önemli bir halka olmuş, Spinoza Montesquieu gibi en büyükleri de dahil olmak üzere, Batı fikir adamlarını etkilemiştir. Bu bakımdan, bütün insanlığın yetiştirdiği en büyük dehalardan biri olduğunda, Batı ve Doğu bilginleri birleşir.
Farabi müzikte Yunan müziğinin kurallarını açıklamış, bu ölü müziği, Doğu müzik sistemiyle hiçbir ilgisi olmadığı halde tutmuştur.
Farabi’nin eserleri başında “İhsa-ul Ulum” (İlimlerin sayımı) gelir. Farabi’ye Aristo’dan sonra mantık (ilimler felsefesi) ilminin ikinci kurucusu sıfatını kazandıran küçük, fakat çok önemli bir eserdir. Bu kitaptaki tasnifleriyle Farabi, Aristo’yu çok geçmiştir. Bütün eserleri gibi bu da Arapça’dır. Diğer başlıca eserleri şunlardır:
Fusus’ul-Hikem, Siyasetu’l-Medeniye, Kitabu’t- Tenbih, Tahsil-us-Saade, Medin-el Fazıla, İsbat-ul Mefarakat, Talakaat, El-Medhal fi’l-Musiki
kaynak:nkfu
Osman Dede Efendi (1652-1729)
Kutb-ı Nayi diye tanına büyük bir Türk dini eserler bestecisidir. Ünlü bir Mevlevi ailesindendir. Konya’dakinden sonra Mevlevi dergahlarının en büyüğü olan Galatalı Mevlevihanesinde 1679-1697 arasında 18 yıl neyzenbaşı, 1697-1729 arasında 32 yıl da şeyh olmuştur.
Osman Dede Bey Efendi, devrinin büyük ney virtüozu olarak tanınmıştır. Bu arada bir “elifba notası” icat etmiş, bu nota hakkında bir de kitap yazmıştır. Ayrıca, Farsça manzum “Rabt-ı Tabirat-ı Müsiki” adıyla bir nazariyat kitabı bırakmıştır. Her çeşitten yüzlerce eser bestelemişse de bestelerinden zamanımıza kalanları Segah Miraciye, Hicaz, Uşşak, Rast ve Çargah makamlarında 4 Mevlevi ayini, 10 dini Peşrev, 1 dini saz semavisi, güftesi Şirazlı Sadi’nin olan 1 Nakış Yürük Semai’den ibaret 18 parçadır. Şaheseri klasik Türk müziğinde şimdiye kadar yazılmış eserlerin en büyüğü sayılan “Miraciye” dir. Segah’la başlayıp Isfahan’la biten, 30 makam bölümünü, binlerce makam geçkisini içine olan bu muazzam eserin 122 beyitlik bir mesnevi şeklinde olan güftesini de kendi yazmıştır. Eser Hz. Peygamber’in miracını anlatır. Bu büyük eser, edition critique denilen ilmi metodla Dr. S. Ezgi tarafından yayınlanmıştır.
kaynak:nkfu
CAHIZ, Ebû-Osman Amr (766?-869)
Büyük bir Arap mütefekkiridir. Bir Zencinin torunudur. Basra’da doğup gene orada ölmüştür. Mutezile mezhebinden olduğu için bu mezhebi kabul eden Halife Me’mun ve haleflerinden pek iltifat görmüş, fakat Abbasiler tekrar Sünnî’liğe dönünce itibarını kaybetmiştir.
Cahiz, Mutezile Kelamı’nın (dini felsefesinin) başlıca şahsiyetlerindendir. Diğer dini ve tabii ilimler ve edebiyatla da ilgilenmiş, Yunan felsefesini de iyice incelemiştir.
Türkler’i öven «Fezâili’l-Etrâk» (Türkler’in Faziletleri) adındaki risalesi (2 kere Türkçe’ye çevrilmiştir) ilgiye değer.
kaynak:nkfu
AHMET RASİM (1864-1932)
Büyük yazar ve gazetecilerimizdendir. İstanbul’da doğdu. Kıbrıslı bir posta memuru olan babası, oğlu henüz doğmadan annesini boşayarak İstanbul’dan ayrıldığı için küçük Ahmet Rasim annesi tarafından zorluklar içinde büyütüldü. İlkokuldan sonra Darüşşafaka’ya girerek orasını birincilikle bitirdi. Posta-Telgraf Nezareti’ ne memur oldu. Fakat daha okul sıralarında heves ettiği yazı yazmak onu pek çektiğinden bu memuriyette bir yıldan fazla kalamadı, istifa ederek gazeteciliğe girdi. Sırasıyla «Tercüman-ı- Hakikat», «Saadet», «İkdam», «Sabah», «Malumat», «Servet», «Servet-i Fünun», «Tanin», «Hak», «Tasvir-i Efkar» gazetelerinde çalıştı. Bu arada değişik mecmualara da şiir, makale, tercüme yazılar yazdı. Ayrıca çeşitli konular üzerinde, kendi incelemelerine ve görgülerine dayanan kitaplar da yayınladı.
Ahmet Rasim, son günlerinde girdiği milletvekilliği hariç, hayatı boyunca sadece yazıları ile geçinen, bu sebeple pek çok yazı yazan gazetecilerimizden biridir. Genel kültürü ve bilhassa İstanbul folkloruna ait bilgisi çok geniş olduğu için yazıları zevkle okunurdu. Ciddi yazılarının yanında, o zaman için gayet büyük bir zevkle okunan mizah yazıları da yazardı. Sayısız makalelerinden, şiirlerinden başka kitap, şeklinde çıkmış yüzden fazla eseri vardır. «Şehir Mektupları» onun mizah alanındaki kabiliyetine en güzel örnektir. Bu eserde o zamanki İstanbul hayatının bütün izleri vardır. Okullar için yazdığı dört ciltlik «Osmanlı Tarihi» devrinin en faydalı tarih eserlerinden biri olmuştur. Metin dışı olarak devrin adetlerine, kıyafetlerine, silahlarına dair ilave ettiği notlarla bu eser daha da değer kazanmıştır.
Ahmet Rasim’in yirmi kadar ders kitabından başka her çeşit bilgi alanına ait çeşitli eserleri vardır. Ayrıca, şiirlerinden bir kısmını kendisi bestelemiştir, ki bugün hala alaturka musikinin en güzel parçalarından olarak çalınır ve söylenir. Bunlar 65 kadardır.
Ahmet Rasim’in hala dillerde dolaşan ve çoğu kendisi tarafından bestelenmiş birçok şarkıları vardır. Bunlardan en çok tanınan ve sevilenlerden birinin güftesi şöyledir.
SUZİNAK
Pek revadır sevdiğim ettiklerin
Aşıkı günlerce beklettiklerin
Gelmeyip ağyar ile gittiklerin
Gez görüş eğlen sıkılma zevke bak
Bir gelir insan cihana durma çak
Gül gibi ruhsar-ı hüsnün solmadan
Nevcivan kalbinde gam yer bulmadan
Ben gibi mahzunu devran olmadan
Gez görüş eğlen sıkılma zevke bak
Bir gelir insan cihana durma çak.
1927 de milletvekili olan Ahmet Rasim son yıllarda, devamlı hasta olduğu için, Büyük Millet Meclisine ancak birkaç defa gidebilmişti. 1932 yılının 23 eylülünde Heybeliada’da öldü, oraya gömüldü.
Eserleri:
Meyl-i Dil (roman, 1892), Nakam (roman, 1899), Kitabe-i Gam (roman, 1899-1900), Hamamcı Ülfet (roman, 1922); Tarih ve Muharrir (1913), Şehir Mektupları (1912-1913), İki Hatırat, Üç Şahsiyet (1916), Gülüp Ağladıklarım (1924), Fuhş-i Atik (1924), İstibdattan Hakimiyet-i Milliyeye (1924-1925), Şair, Muharrir, Edip (1924), Falaka (1927)
kaynak:nkfu
AHMET VEFİK PAŞA (1823 – 1891 )
Türk devlet adamı ve yazarlarındandır. İstanbul’da Mühendisanenin ilk kısmında okuduktan sonra babası ile Parise giderek orada St. Louis Lisesine devam etti. 1837 de İstanbula dönünce Tercüme Odasına girdi. 1840 ta elçi katibi olarak Londra’ya gönderildi. Sırbistan ve Memleketeyn’de (Eflak ve Buğdan’da) bulundu. 1847 de, gösterdiği başarılardan dolayı, Tercüme Odası başmütercimliğine getirildi. 30 yıl müddetle birçok devlet memurluklarında başarı ile çalışan Ahmet Vefik Paşa 1878 de ilk Meclis-i Mebusan’a başkan oldu. Aynı yıl başvekil tayin edildi. 1879 da Bursa Valiliğine gönderildi. 1882 de tekrar başvekilliğe getirildiyse de bu defaki başvekilliği sadece üç gün sürdü. Ahmet Vefik Paşa Türkiyede «Başvekil» ünvanını alan ikinci devlet adamıdır. Söylendiğine göre, «sadrazam» ünvanının «başvekil» e çevrilmesinde kendisi ısrar etmiştir.
Ahmet Vefik Paşa 1882 de devlet hizmetinden ayrılarak özel çalışmaya başlamış, dokuz yıl sonra da ölmüştür. Devlet hizmetlerinden çok edebiyata yaptığı hizmetlerle tanınmıştır. Edebiyat alanında en büyük şöhretini Moliere’den yaptığı tercüme ve adaptasyonlarla sağlıyan Vefik Paşa’nın başka yazarlardan dilimize çevirdiği eserler de vardır.
Ahmet Vefik Paşanın telif eserlerinin en önemlisi «Lehçe-i Osmani» dir. Türkçeyi Osmanlıcadan ayrı bir bütün olarak ilk o ele almıştır. Aynı şekilde Türk tarihinin sadece Osmanlılara has olmayıp bütün Türkleri içine alması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu konuda «Hikmet-i Tarih» adlı bir eseri vardır. Ayrıca, Ebügazi Bahadır Han’ın «Şecere-i Evşal-i Türkiye» adlı eserini Osmanlı Türkçesine çevirmiştir. «Fezleke-i Tarih-i Osmani» adlı bir de okul kitabı vardır.
Moliere’den yaptığı tercüme ve adaptasyonlara gelince; Vefik Paşanın hem Fransızcaya, hem de Türkçeye olan nüfuzu bunlara gerçek bir telif eser hüviyeti kazandırmıştır. Eserlerdeki tipler son derece ustalıkla hayatımıza aktarılmıştır. Doğrudan doğruya halkın kullandığı dille yazması da eserlerinin büyük başarı kazanmasının başlıca sebeplerindendir.
Ahmet Vefik Paşa dürüst ahlaklı, biraz garip ve sert huylu bir insandı. Hareketli bir zekası vardı. Resmi memuriyetleri ve edebiyat alanındaki çalışmalarıyla fikir ve siyaset tarihimizin unutulmaz simaları arasına girmiştir.
Eserleri:
Hikmet-i Tarih (Tasviri Efkar’da tefrika), Şecere-i Evşal-i Türkiye (Ebül gazi Bahadır Han’ın eserinin Osmanlı diyeleğine çevrilmesi 1864), Fezleke-i Tarih-i Osmani (1869), Hikaye-i Hikemiye-i Mikromega (Voltaire’den 1871), Telemak (Fenelon’dan 1881), Gil Blas dö Antillani’nin Sergüzeşti (Le Sage’den 1886), Ernani (Victor Hugo’dan), Lehçe-i Osmani (1876,1888,1889).
Moliere’den adapte piyesleri: Zor Nikah, Zoraki Tabip, İnfial-i Aşk, Don Civani, Tabib-i Aşk, Adamcıl, Tartüf Azarya, Yorgaki Dandini, Okunmuş Kadınlar, Dekbazlık, Merakı, Kocalar Mektebi, Kadınlar Mektebi, Savruk, Dudu Kuşları.
kaynak:nkfu
AISOPOS [Ezop] (M.Ö. 620-560)
Eski Yunan yazarlarındandır. Genel olarak öğretici, eğitici bir gayeyle yazılmış hayvan masalları o günden çağımıza kadar gelmiştir. Doğum yeri belli değildir, doğum, ölüm tarihleri de tahminidir. (Aisopos adı bu kelimenin Fransızcadaki şekli olan Aesop’tan dolayı eskiden dilimizde Ezop olarak tanınmıştır.)
Aisopos, Samos’lu (Susam Adalı) İadmon’un kölesiydi. Sonradan Delphililer tarafından feci bir şekilde öldürülmüştür. Şehirde çıkan bir veba salgını, Aisopos’un öldürülmesinin sebebi olarak gösterilmektedir. Ancak, Herodotus, tarihinde onun ölüm sebebini kaydetmez. Aisopos’un hayatına feci bir ölümle son verildiği hususunda bütün yazarlar aynı fikirde olmakla beraber, sebebi hakkında çeşitli iddialar vardır. Peisistratus’un saltanatı zamanında Atina’ya geldiği, vatandaşlarını bu ‘hükümdarı değiştirmeye kışkırtmak için «Kral Arayan Kurbağalar» masalını söylediği rivayet edilir. Sonraları Atinalılar onun bir heykelini dikmişlerdir, ancak, bu heykelin Aisopos’un vücut yapısındaki şekilsizliği de belirtmesi şiddetli tartışmalara yol açmıştır.
Aisopos’un hayatının karanlıklar içinde olduğunu kabul etmek gerekir. O kadar ki bazı yazarlar böyle bir kimsenin yaşadığını bile kabul etmezler. Aisopos’un söylediği masalları kendisinin kaleme almadığı sanılmaktadır. Phalerum’lu Demetrius (M.Ö. 345-283) Aisopos’un masallarını on ciltte toplamış, fakat bu eser sonradan kaybolmuştur. O tarihten sonra Aisopos Masalları birçok defa toplanmış, basılmış, Latinceye çevrilmiştir.
Aisopos Masalları da, bizdeki Nasrettin Hoca Masalları gibi, halk arasında geniş ölçüde yayılmış, kendisine ait olmayanlar bile ona yakıştırılmıştır. Bu masallar son derece kısa ve özlüdür. Sokrates cezaevindeyken bu masalları nazım halinde yazmaya çalışmıştır. Daha sonra Babrius nazım haline girmiştir. Aisopos tarzında masal yazma geleneğini Fransada La Fontaine devam ettirmiştir. La Fontaine’den sonra Florian da ,aynı tarzda manzumeler yazmıştır.
kaynak:nkfu
AKALIN, Dr. Besim Ömer (1861-1940)
Tanınmış doktorlarımızdandır. Türkiye’de çocuk bakımı ve kadın hastalıkları ilminin kurulmasında ve yayılmasında büyük hizmetleri olmuştur. İstanbul’da doğdu. Kosova askeri, rüştiyesinde okuduktan sonra 1883 te Askeri Tıbbiye’yi bitirdi. İki yıl sonra Paris’e giderek dört yılda Doktor Besim ihtisasını tamamlayıp döndü. Askeri Tıbbiyeye öğretmen oldu. Bundan sonra bütün hayatını ilme ve mesleğine veren Besim Ömer özel hayatında hiç evlenmediği gibi meslek hayatında da Tümgeneralliğe kadar yükseldi. Meclis-i Sıhhiye-i Umumiye ve Meclis-i Tıbbiye-i Mülkiye üyesi oldu, sonradan bu iki kurulun reisliğini yaptı. Daha sonraları, Sıhhiye Umum Müdürlüğü, Tıp Fakültesi başkanlığı, Cumhuriyetin ilanından sonra Darülfünun rektörlüğü gibi önemli vazifelerde bulundu. Kızılay’a büyük hizmetleri dokundu. Elli yıla yaklaşan meslek hayatından emekliye ayrıldıktan sonra, Büyük Millet Meclisi’nin beşinci devresine İstanbul’dan milletvekili seçildi. Ankara’da bir lokantada yemek yerken kalp sektesinden birdenbire öldü.
Elliden fazla eseri vardır. Bunların çoğu çocuk ve aile sağlığına dair halk için yazılmış kitaplardır. Bunlardan başka, sağlıkla ilgili her alanda kitap yazdığı gibi ayrıca «Nevsal-î Afiyet» adıyla 1899 da Türkiyede ilk sağlık yıllığını, da o çıkarmış, bu eser dört yıl devam etmiştir.
Eserleri:
Sıhhatnüma-yı İzdivaç (Evlilik sağlığı), Sıhhatıaüma-yı Etfal (Çocuk sağlığı), Sıhhatnüma-yı Tenasül (Tenasül sağlığı), Çocuk Büyütmek, Seririyat-ı Viladiye (Doğum kliniği), Emraz-ı Nisa (Kadın hastalıkları), Hıfz-ı Sıhhat (Sağlık koruma), Tabib-i Etfal (Çocuk doktoru), Türk Çocuğu Yaşamalıdır; Türk çocuğunu nasıl Yaşatmalı.
kaynak:nkfu
ALİ SUAVİ (1838-1878)
Türk yazar ve gazetecilerindendir. İstanbul’da doğdu. Çankırılı Hüseyin Efendinin oğludur. Eğitimini tamamladıktan sonra bir süre de Filibe’de öğretmenlik yapan Ali Suavi yeniden İstanbul’a dönerek «Muhbir» adlı gazetede devrin idaresini tenkid eden yazılar yazmaya başladı. Bu yazılar yüzünden Kastamonu’ya sürüldü, 1869 da buradan kaçarak Avrupa’ya gitti.
Avrupa’da bulunduğu sırada, Mustafa Fazıl Paşadan gördüğü yardımlarla, Londra’da «Muhabir», Paris’te de «Ulum» gazetelerini yayınladı. Daha sonra Lyon’a geçen Ali Suavi orada da «Muvakkaten» adı altında bir gazete çıkarmaya başladı. 1876 da V. Murat’ın tahta çıkması üzerine, İstanbul’a gelerek «Basiret» gazetesinde Mithat Paşa aleyhinde yazılar yazdı. Sarayın hoşuna giden bu yazılar sayesinde Mekteb-i Sultani’ye (bugünkü Galatasaray Lisesine) müdür olduysa da idaresizliği ve taşkın hareketleri yüzünden 1877 de vazifesine son verildi.
Ali Suavi, bundan sonra işsiz kaldığı altı ay içinde V. Murat’ı tekrar tahta çıkarmak için bir takım gizli faaliyetlerde bulundu, etrafına topladığı 500 kadar Rumeli muhaciriyle 20 mayıs 1878 de Çırağan Sarayına hücum etti. Başarı ile sonuçlanmayan bu teşebbüsü sırasında, olay yerinde Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa tarafından sopayla öldürüldü.
Ali Suavi’nin milli ve siyasi konularla ilgili çeşitli yazıları, din ve felsefe konularında bazı küçük kitapları vardır. Paris’teyken çıkarmaya teşebbüs ettiği ve ancak 80 sayfasını çıkarabildiği «Kamus-ül Ulum vel-Maarif» adlı eseri resimli bir ansiklopedi olacaktı. Bu, Türkiyedeki ilk resimli ansiklopedi teşebbüslerindendir. Eser, «Ulum» gazetesine ilave olarak forma forma yayınlanmaya başlanmıştı.
Zeki, heyecanlı, ve atılgan bir zat olan Ali Suavi’nin Arapça ve Farsça’dan başka Fransızca İle İngilizceyi de gayet iyi bildiği söylenir.
kaynak:nkfu
AREL Hüseyin Sadettin (1880-1955)
Türk bestekarı ve müzik bilgini. İstanbul’da doğmuştur. Kazasker Dardağanzade Mehmet Emin Efendi’ nin (1829-1910) oğlu ve Adliye Nazırı Ali Haydar Arsebük’ün kardeşidir. Hukuk Fakültesini bitirmiştir. Devlet Şurası mülkiye dairesi başkanıyken 1922’de devlet hizmetinden ayrılıp avukatlıkla meşgul olmuştur. 1943 – 1498’de İstanbul Konservatuvarı başkanlığında bulunmuştur.
Arel, Türk milletinin şimdiye kadar yetiştirdiği bestekarların ve müzik bilginlerinin en büyüğüdür. Türk müziği ilminin hakiki kurucusu olup, bu müziğe çoksesliliği tatbika şiddetle taraftar olmuştur. Batı müziğine olan fevkalade vukufu ona bu zemini açmıştır.
Batı ve Türk müziklerinde teksesli ve çoksesli olarak 2000 kadar eser bestelenmiştir. Türk müziğinde çoksesli olarak yazdığı parçalar, bu yeniliğin ilk eserleridir. 51 Mevlevi ayin-i şerifi, 108 durak, 88 ilahi, 23 peşrev, 108 saz semaisi, 45 oyun havası, 19 tasviri saz eseri, 20 taksim, 52 gazel, 130 şarkı, 200 çoksesli oda müziği eseri, pek çok polifonik parça ile, Türk bestekarlarının en büyüğü sayılmasına hak kazandıran çalışmaları vardır. Bu birbirinden güzel eserler, bestekarın tamamen şahsına mahsus bir özellik taşımaktadırlar.
Arel’in Türk müziği ilmini kuran eseri «Türk Musikisi Nazariyatı» dır. Bu eser basılmamıştır. Eserlerinin en mühimleri şunlardır: «Türk Musikisi Kimindir?», «Armoni Dersleri», «Kontrpuan Dersleri», «Füg Dersleri», «Solfej Dersleri», «Eski Musiki Tarihi».
Arel hukuk bilgini ve edip olarak da tanınmıştır. Meşrutiyetten sonra çıkardığı «Şehbal» dergisi, baskısının nefaseti ve içindeki yazılar bakımından eşsiz kalmıştır. Arapça, Farsça, Almanca, Fransızca, İngilizce’yi anadili derecesinde bilir, daha birkaç dili anlardı.
Türkiye’nin en zengin özel kütüphanelerinden olan kütüphanesini İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’ne bağışlamıştır. Bu kitaplar özellikle müzik üzerine yazılmış eserler yönünden paha biçilemez kıymettedir. Türk müziğine ait binlerce parçanın notalarını İhtiva etmekte olup, bunların önemli kısmı yeryüzünde tek nüshadır.
kaynak:nkfu
Walt Disney (1901-1966)
Sinemada çizgi filmleri ve canlı resimleri ile tanınmış Amerikalı bir ressamdır. Walt (Walter) Disney Chicago’da doğdu. Öğrenimi Kansas City’de Chicago’daki Güzel Sanatlar Akademisinde yaptı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’daki Amerikan Kuvvetlerinin Kızıl Hacında görevliydi. Savaştan sonra Amerika’ya dönünce 1919-1922 yılları arasında Kansas City’de film reklamları yapan bir ressam olarak çalıştı. 1923’de Hollywood’a giderek hareketlendirilmiş resimlerden meydana gelme “Alice” komedilerini, “Oswald The Rabbit” (Tavşan Kardeş) çizgi filmlerini hazırladı.
Walt Disney’in ilk başarılı sesli filmi 1928 de yaptığı “Steamboat Willie” (Willie Vapuru) dur. Bundan sonra hazırladığı “Silly Symphony” (Gülünç Senfoni) adlı renkli filmi sinema dünyasının en beğenilen seri filmlerinden biri olmuştur. Kısa zamanda Walt Disney’in yarattığı “Mickey Mouse” (Miki Fare) ve “Donald Duck” tipleri dünyaca tanındı ve çok sevildi.
Walt Disney daha sonra tanınmış çocuk hikayelerinin resimli filmlerini yaptı. Bunlar arasında en çok beğenilenler Pinokyo, Bambi, 1938 de yaptığı Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’dir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Walt Disney Alexander de Seversky’ın ünlü bir kitabına dayanan Yeni Savaş Anlayışında uçakların önemli yerini belirten “Victory Through Air Power” (Hava Kuvvetleri İle Kazanılan Zafer) adında bir film hazırladı. Bu başarılı çalışmasından dolayı Amerikan Hükümeti onu askerlerin eğitimi ile ilgili bir çok bilgi verici filmler hazırlamakla görevlendirdi.
Walt Disney’in savaştan sonraki filmlerinin en önemlileri Sinderella (Kül kedisi), Alis Harikalar Diyarında ve Robin Hood’dur. Bu çalışmaları yarattığı şaheserler sayesinde Walt Disney birkaç yıl üst üste Oscar kazandı.
Bu ünlü sanatçı hayatının son yıllarında hazırladığı filmlerde gerçek tip ve olaylarla kendi resim kabiliyetini birleştirdiği yeni bir teknik kullanmaya başladı. Walt Disney Amerika’daki Walt Disney Dünyası hizmete girmeden bir kaç yıl evvel gırtlak kanseri sebebiyle 15 Aralık 1966’da öldü. Ölümünden sonra bedeni dondurularak özel bir şekilde korumaya alınmıştır. Gerçek adı Walter Elias Disney’dir.
kaynak:nkfu
İgor Fiyodoroviç STRAVİNSKY Sovyet kökenli ABD’li bestecidir. (St. Petersburg/ Orianenbaum 1882 – New York 1971). Babası Çarlık Operası’nda bas olduğu için küçük yaşlarda müzik dolu bir ortamda bulundu. 1891’de piyano dersleri almaya başladı, kendi kendini yetiştirdi. 1906-1908 arasında Rimski-Korsakov ile yaptığı çalışmaların önemli etkileri oldu. 1908lde Rimski-Korsakov’un ölümü beste çalışmalarını etkileyecek kadar sa!rstı. 1909’da Diaghilev’in Rus Baleleri için yaptığı çalışmaların başarı kazanmasıyla dikkatleri üstüne çekti. 1910’da Paris’te seslendirdiği Ateş Kuşu adlı bale müziğiyle büyük bir ün kazandı, ertesi yıl Petruşka ile ününü pekiştirdi. 1913’te ilk kez seslendirilen Bahar Ayini ise müzik tarihinin önemli olayları arasında seçkin bir yer aldı. Birinci Dünya Savaşı’nı İsviçre ve İtalya’da geçirdikten sonra 1919’da Paris’e yerleşti, oda müziği ve sahne müziği türünden besteler yaptı: SSCB’ye dönmeme kararı almasından sonra sanat anlayışında önemli değişme oldu. 1920’de Nefesli Çalgılar Senfonisi’ne kadar süren dönemde müziğine, kural dışı, ancak başarılı ritmik denemeler, parlak bir orkestrasyon ve Sovyet halk kaynaklarına dayanan bir hava egemendi. Buna karşın Pulcinella adlı bale müziği için yaptığı çalışmalar sırasında, Diaghilev’in isteği üzerine Yeni Klasik olarak adlandırılan değişik bir müzik üslubuna yöneldi. 1925’te ABD’ ye bir gezi yaparak kendi eserlerinde oluşan programda New York Filarmoni Orkestrası’nı yönetti. 1924’te bestelediği Piyano Konçertosu’nu da Boston Senfoni Orkestrası’nın eşliğinde solist olarak seslendirdi. 1939-1940 arasında Harvard Üniversitesi’nde görev aldı, daha sonra Hollywood’a yerleşti ve 1945’te ABD yurttaşlığına geçti. İlk önemli eseri sayılan Birinci Senfoni Rimski-Korsakov’ın denetiminde yazılmış olmakla birlikte Rus Beşleri’nin etkisinden uzak akademik nitelikte bir çalışmadır. 1953’ten başlayarak Anton Weber’in eserlerini incelemesi, onun dizisel tekniğin bazı ilkelerini benimsemesine yol açtı. Bu dönemdeki çalışmalarında çoğunlukla dinsel öğelerden esinlenen bestecinin 1957’de yazdığı Agon adlı bale müziği, son dönem çalışmalarının en önemli eseri niteliğini taşır. Müzikte sürekli olarak yeni arayışlar içinde bulunmasıyla yalnız çağdaş müzikçileri değil, 20. yüzyılın tüm sanatçılarını etkiledi.
Başlıca eserleri: Bale Müziği: Le Baiser de la föe (Perinin Öpüşü) 1928, Orpheus (1947). Orkestra Müziği: Scherzo Fantastigue (1908), Feux â’Artifice (1908). Piyano Sanatı (1924), Kerfıan Konçertosu (1931), İki Piyano Konçertosu (1935), Senfoni No. 2 (1940), Yaylı Çalgılar Konçertosu (1946). Opera: Kral Oidipus (1927), The Rake’s Progress (1951), The Flood (Tufan) 1962, Çeşitli: Histoire du Soldat (Askerin Öyküsü) 1917, Sekizli, nefesli çalgılar için (1922), Piyano Sanatı (1924), Sonat iki piyano için (1944), Yedili, piyano yaylı ve nefesli çalgılar için (1953), Canticum sacrum oratoryo (1955).
kaynak:nkfu
SCHRÖDİNGGER Ervin, Avusturyalı fizikçi (Viyana 1887-ay.y. 1961), 1906’da Viyana Üniversitesi’ne girdi, 1910’da doktor unvanını aldı, 1911’de Viyana Üniversitesi Fizik Enstitüsü’nde asistanlığa geçti, dört ay sonra Stuttgart Üniversitesine öğretim üyesi oldu. 1921’de Breslau Üniversitesinden profesör olarak Zürich Üniversitesi’nde Fizik Enstitüsü Başkanlığı’na getirildi. 1927’de Berlin Üniversitesi’nde Planck’tan boşalan Kuramsal Fizik Kürsüsü Başkanlığı’nı üstlendi.
1933’te Naziler’in iktidara gelmesiyle tehlike olmamasına karşın Almanya’yı terkedip İngiltere’ye gitti ve Oxford Üniversitesi’ne girdi. 1936’da Graz Üniversitesi’nin çağrısını kabul ederek Avusturya’ya döndü. Hitler’in Avusturya’yı Almanya’ya katması üzerine 1938’de üniversitedeki görevine son verilince İtalya’ya geçmek zorunda kaldı. Daha sonra Dublin’e giderek İrlanda Krallık Akademisi’nde kuramsal fizik profesörü oldu (1940).
17 yıl boyunca bu görevde kaldıktan sonra ülkesine dönerek Viyana Üniversitesi’nde kendisi için oluşturulan Kuramsal Fizik Kürsüsü’nün başına getirildi. Ertesi yıl yaş sınırından emekliye ayrıldı.
Schrödinger renklerin fizyolojik incelemesi ve kuvantum kuramı üzerine çalıştı. Ancak asıl çalışma alanı, dalga mekaniği ve bunun atoma uygulanmasıyla ilgiliydi. Gerek ışık, gerek maddeyle ilgili olarak, fiziksel olayların dalgalı yapısıyla cisimcik yapısı arasındaki koşutluğu derinleştirdi. Luis de Broglie’nin dalga mekaniğiyle Heisenberg’in matris mekaniğinin birbirinden farklı olmadığını gösterdi. Belli bir alan içinde yer değiştiren bir cisimciğin dalga fonksiyonunu hesaplamaya yarayan ve kendi adını taşıyan yayılma denklemini kurarak, kuvantum mekaniğinin bugünkü yöntemlerini hazırladı. 1933’te Nobel Fizik Ödülü’nü P.A.M. Dirac ile paylaştı.
Başlıca eserleri: Abhandlungen zur Wellenmechanik (Dalga Mekaniği Konusunda Makaleler) 1927, Science and Humanism (Bilim ve Hümanizm) 1951, Nature and the Greeks (Doğa ve Eski Yunanlılar) 1954, Epanding Üniverses (Genişlemeyen Evreler) 1956, Statistical Thermodynamics (İstatiksel Termodinamik) 1957, Mind and Matter (Düşünce ve Madde) 1958, Meine Weltansicht (Dünya Görüşüm) öl.s. 1961, Die Wellenmechanik (Dalga Mekaniği) öl.s. 1963.
kaynak:nkfu
TAŞLICALI YAHYA BEY, divan şairi (Arnavutluk/Taşlıca ?-İzvornik 1582). Arnavutluk topraklarından devşirilip yeniçeriliğe alınan, böylece askerlik mesleğindeyken zamanının bilgilerine de sahip olmaya çalışan yayabaşı (bölük k.) Yahya’nın, bir kasidesini müftü ibn-i Kemal’in huzurunda bu kılık ve kimliğiyle okuduğu Aşık Çelebi (1520-1572) tezkeresinde, ayrıntılarla anlatılır (Meşâirü’ş-Şuârâ). Bunun dışında ailesi, doğum yeri ve tarihi, ilk gençliği üzerinde kesin bilgi yoktur. Bu ara mütevellilik (vakıf yöneticiliği) yaptığı, zamanın şairlerinden hemşerisi Hayali ile çekiştiği, Hicaz dönüşünde Filistin’den geçerken Yusuf ile Züleyha mesnevisini yazdığı (1534-1535), Kanuni’nin Bağdat seferine katıldığı (1535), yine aynı padişahın büyük oğlu Şehzade Mustafa’yı boğdurtması (6 Ekim 1553) üzerine ünlü terkibibentini (ağıt) yazdığı, Rüstem Paşa’nın kininden kurtulmak için küçük bir zeametle Macar sınırında görev aldığı bilinir. Söz konusu Mersiye ve Günümüz Türkçesi ile açıklaması için TIKLAYIN
İran Edebiyatı’nın taklidinden kurtulup yerel renklerle özgünleşen kişilikli şiirler yazdığı, siyasal ve toplumsal olaylan konu edinerek yeni bir güç kazandığı, gazel ve mesnevi alanında çağının en ilginç birikimlerini sağladığı, edebiyat tarihçileriyle eleştirmenlerin topluca kabul ettiği niteliklerdir. Hamsesi (beş mesnevi) şu eserleri içerir: Şâh ü Gedâ, Yusuf ve Züleyha (bas. 1979, Mehmet Çavuşoğlu), Cencîne Râz, Gülşen-i Envâr, Nâz ü Niyâz, Edirne ve İstanbul Şehrengiz’leri, Divan (bas. 1977, Mehmet Çavuşoğlu), Divan’ından Örnekler (1983, Mehmet Çavuşoğlu).
kaynak:nkfu
SİNAN MİMAR (KOCA), Osmanlı mimarı (Ağırnas Köyü/Kayseri 1490- İstanbul 1588). 1512’de Yavuz Sultan Selim döneminde devşirme olarak İstanbul’a getirilerek Acemi Oğlanlar Ocağı’na yazdırıldı. 1514 Çaldıran Savaşı’na, 1516-1520 arasında Mısır Seferi’ne katıldı. İstanbul’a dönüşünde Yeniçeri Ocağı’na alındı. 1521 Belgrat ve 1522 Rodos seferinde gösterdiği başarılardan dolayı, atlı sekban sınıfına alındı. 1526’da katıldığı Mohaç Seferi’nden sonra zemberekçibaşılığa (baş teknisyenlik) getirildi. 1529’da Viyana, 1529-1532 arasında Almanya, 1532-1535 arasında Irak, Bağdat ve Tebriz seferlerine katıldı. Bu son seferinde Van Gölü’nden geçecek olan üç geminin yapımında gösterdiği başarılardan dolayı sefer dönüşünde hasekiliğe getirildi. 1537’de Puglia ve Korfu, 1538’de Karabuğdan seferlerine katıldı. Bu seferler sırasında Prut Irmağı’ nın üstünde kurduğu köprüyle Kanuni’den büyük övgü gördü ve sefer dönüşünde, Mimarbaşı Acem Ali’nin yerine, yaşamının sonuna kadar sürdüreceği saray başmimarlığına getirildi. Yeniçerilikten bir anda mimarbaşılığa kadar yükselebildiğine göre, Sinan’ın daha önce bu alanda kendini kanıtlamış olması gerekir. Sinan’ın mimarlık alanında nasıl yetiştiğine ilişkin elde bilgi bulunmamakla birlikte, bu alandaki ilk bilgilerini Acemi Oğlanlar Ocağı’nda edindiği sanılır. Bu ocakta yapım işlerini yürütmekte olan birimlerde çalıştı. Gerek bu birimlerin, ordunun usta-çırak ilişkileri içinde yapım ve onarım gereksinmelerini karşılaması sırasında edindiği bilgiler, gerekse katıldığı seferlerde doğu ve batının değişik kentlerine girmesi, görgüsünü artırma fırsatını sağladığı söylenebilir. Burada gördüğü örnekleri incelemiş, gördüklerini deneylerle birleştirdiği kuşkusuzdur. Mimarbaşılığa getirildikten sonra onun yalnızca yapıların tasarımı ile ilgilenmediği, tasarımın yanı sıra işçilerin bulunması, ücretlerinin ödenmesi, kaliteli malzemenin sağlanması gibi ayrıntı sayılan konularla da ilgilendiği görülür. Mimar Sinan’ın gerçekleştirdiği yapıların saptanmasında Mustafa Sai’nin tezkiresiyle anonim yazmalardan yararlanılır. Eldeki belgelere göre, Sinan’ın gerçekleştirdiği yapıların sayısı 360’ı aşar. 50 yılı aşkın bir zaman dilimi içinde yapılan bu yapılar şöyle gruplandırılabilir:
Camiler, mescitler, medreseler, türbeler, saraylar, kervansaraylar, köprüler, köşkler, hamamlar, okullar, imaretler, darüşşifalar, mahzenler.
Bu yapıların 280’den fazlası İstanbul ve yakın çevresiyle Trakya’dadır. Tüm Osmanlı mimarlığının en büyük ustası sayılan Sinan’ın yaptığı başlıca eserler:
Eserleri: 1535-1537 tarihli Diyarbakır Ali Paşa Külliyesi, 1538-1539 tarihli İstanbul Haseki Külliyesi, çıraklık dönemi eserim dediği ilk anıtsal yapı olan 1543-1548 tarihli İstanbul Şehzade Camisi, 1548 tarihli İstanbul Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Külliyesi, 1553 tarihli Tekirdağ Rüstem Paşa Külliyesi, kalfalık dönemi eserim dediği Klasik Osmanlı mimarlığının en önemli örneklerinden biri olan 1550-1557 tarihli İstanbul Süleymaniye Külliyesi, 1561-1562 tarihli İstanbul Eminönü’ndeki Rüstem Paşa Külliyesi, 1563 tarihli Konya Karapınar’daki II. Selim Külliyesi, 1562-1563 tarihli Erzurum Lala Mustafa Paşa Camisi, 1564 tarihli Lüleburgaz Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi, 1562-1565 tarihli İstanbul Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camisi. 1561-1565 tarihli Babaeski Semiz Ali Paşa Külliyesi, 1571-1572 tarihli İstanbul Kadırga’daki Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi, 1573 tarihli İstanbul Kasımpaşa’daki Piyale Paşa Camisi, 1574 tarihli Hatay Payas’taki II Selim / Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi, ustalık dönemi eserim dediği Osmanlı Klasik mimarlığının başeseri sayılan 1569 -1575 tarihli Edirne Selimiye Camisi, 1577 tarihli İstanbul Azapkapı’daki Sokullu Mehmet Paşa Camisi, 1580 tarihli İstanbul Üsküdar’daki Şemsi Paşa Külliyesi, 1580 tarihli İstanbul Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Külliyesi, 1581 tarihli İstanbul Toptaşı’ndaki Atik Valide Camisi, 1585 tarihli İstanbul Fatih’teki Mesih Mehmet Paşa Camisi
Camilerin dışında Sinan’ın yaptığı 52 mescidin adı bilinmemektedir. Tümü İstanbul’da olan bu mescitlerden günümüze gelen çok azdır.
Medreseler: 1538-1539 tarihli İstanbul Haseki Külliyesi Medresesi, 1543-1548 tarihli Şehzade Külliyesi Medresesi, 1548 tarihli İstanbul Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Külliyesi Medresesi, 1550 tarihli İstanbul Cağaloğlu’ndaki Rüstem Paşa Medresesi, 1550-1557 tarihli İstanbul Süleymaniye Külliyesi Medresesi, 1564 tarihli Lüleburgaz Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi-Medresesi, 1571 tarihli İstanbul Kadırga’daki Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi, 1569-1575 tarihli Edirne Selimiye Külliyesi Medresesi, 1580 tarihli İstanbul Üsküdar’daki Şemsi Paşa Külliyesi Medresesi, 1580 tarihli İstanbul Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Külliyesi Medresesi.
Hamamlar: 1546 tarihli İstanbul Zeyrek’te Hayrettin Paşa/Çinili Hamam, 1547 tarihli İstanbul Samatya’da Ağa Hamamı, 1551 tarihli Silivrikapı’daki Hadım Süleyman Paşa Hamamı, 1556 tarihli İstanbul Sultanahmet’teki Haseki/Ayasofya Hamamı, 1550-1557 tarihli İstanbul Süleymaniye Külliyesi Hamamı, 1561 tarihli İstanbul Fındıklıdaki Molla Çelebi Hamamı, 1563 tarihli Konya Karapınar’daki II. Selim Hamamı, 1565 tarihli İstanbul Edirne-kapı’daki Mihrimah Sultan Hamamı, 1579 tarihli İzmit Pertev Paşa Yeni Cuma Hamamı, 1580 tarihli istanbul Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Hamamı, 1583 tarihli İstanbul Toptaşı’ndaki Valide Sultan Külliyesi Hamamı.
Öteki yapılar: Mağlova Sukemeri, 1567/1568 tarihli Küçükçekmece Köprüsü, Edirne Rüstem Paşa Kervansarayı, 1574 tarihli Hatay Payas’taki II. Selim/Sokullu Mehmet Paşa Kervansarayı, 1571 tarihli Siyavuş Paşa Köşkü, 1578 tarihli Topkapı Sarayı III. Murat Köşkü, İstanbul Haseki Sultan Külliyesi Şifahanesi, İstanbul Süleymaniye Külliyesi Şifahanesi, İstanbul Toptaşı’ndaki Atik Valide Külliyesi Şifahanesi.
Osmanlı Devletinde yaşamış en ünlü mimardır. Yaptığı camiler, adlarını taşıyan kişilerin hayat hikayesini yansıtırdı. Ayrıca yapıldığı bölgenin havasına uyar ve o bölgeye çok özellik katardı. O bizim için yüzyıllardan beri gelen bir tarih ve mimari klasiğidir. Sadece Osmanlı Devleti’nin değil dünyanın en büyük mimarlarından biridir.
Kayseri’de doğmuş ama doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. 1588’de İstanbul’da ölmüştür.
Osmanlıda üç padişah zamanında mimar başılık yapmıştır. İlk kez Atatürk ona ilişkin bilimsel araştırmalar yapılmasını ve onun bir heykelinin yapılmasını istemiştir. 1982’de İstanbul’daki yeni üniversiteye onun adı verilmiştir. Çeşitli kaynaklara göre Sinan 84 cami, 52 mescit, 57 medrese,7 okul,22 türbe,17 imaret, 3 darüşifa, 7 su kemeri,8 köprü, 29 kervansaray, 35 köşk ve saray, 48 hamam olmak üzere üçyüzelliyi aşkın yapı gerçekleştirmiştir.Osmanlı ordusu ile pek çok sefere katılmış, hem Anadolu’da, hem Balkanlarda hem de Orta Doğuda tüm mimari eserleri görüp inceleme olanağı bulmuştur. İlk büyük eseri İstanbul’daki Şehzade Camii’dir. Edirne’deki Selimiye Camii Ustalık eseridir. Uzun yıllar yaşayan ve hem sanatına hem de yaşına gösterilen saygıdan dolayı “koca” lakabı ile anılan Mimar Sinan’ın eserlerinin bir kısmı bir zamanlar Osmanlı Devletinin sınırları içinde iken günümüzde başka devletlerin sınırları içinde kalmıştır.
kaynak:nkfu
SİNAN PAŞA, Divan edebiyatı düzyazı (nesir, inşâ) sanatçısı (Bursa, Edirne 1437 -İstanbul 1486). Asıl adı: Yusuf Sinaneddin. İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Bey’in oğludur. Babasının yolundan gitti, medrese öğrenimiyle müderrislik ve kadılık haklarını kazandı. Edirne’de çalışırken (1470) İstanbul’a çağrılarak Fatih Sultan Mehmet’e musahip ve hoca oldu, vezirlik rütbesi kazandığı için paşa diye anıldı, matematik ve astronomi gibi alanlarda da yetki sahibi olduğu için Hoca Paşa unvanı takıldı. Doğa olayları üzerindeki gözlemleriyle bazı sorunların nedenlerinin tanrısal olmayabileceğini ileri sürmesi dönemin bağnaz güçlerince suçlandı, etki altında kalan padişahın buyruğuyla bir süre hapsedildiği, çağdaşı olan aydın müderrislerin ağırlıklarını koymalarıyla bağışlanıp görevle Sivrihisar’a gönderildiği yazılıdır; II. Bayezit’in tahta çıkması üzerine (1841) Edirne’deki müderrislik görevine gönderildiği bilinir. Zamanın isteklerine uyarak şiirler de yazmışsa da bu ürünleriyle aranmaz. Bilimsel diye nitelenen ürünleri de Arapçadır. Tazarûnnâme (Yakarış Kitabı) adlı düzyazı (mensur) eseri ise divan inşâsına giden süslü, gösterişli seci denen uyaklarla uyumlu özel bir özenle yazılmıştır. Yine din-tasavvuf konusunda Risale-i-Ahlâk (Ahlâk Kitabı) Tezkeretü’l-Evliya (Erenler Derlemesi). Maarif nâme Tezarrûnâme ise günümüz diline aktarıldı.
kaynak:nkfu
Charles Dickens; İngiliz yazardır (Portsmouth/Landprt 1812 – Rochester/Gadshill 1870)
1827’de noter katibi oldu. 1831’den sonra “Morning Herald” gazetesinde önce adliye, sonra da parlemento muhabiri olarak çalışmaya başladı. Bir yandan da popüler dergilerde yazıları çıktı. 1835’de ilk kitabı Boz’un Skeçleri’ni yayımladı. Bay Pickwick’in Serüvenleri yada bugünkü adıyla Pickwick Papers birden ünlendi. Bunu Oliver Twist 1838, Nicholas Nickleby’in Serüvenleri 1839 ve çok başarılı olan Antikacı Dükkanı 1840 izledi. 1840-1841 arasında Amerika’da bulundu, tam bir demokrasi bulacağını sanırken köleci, para hırsına kapılmış zalim bir toplumla karşılaşması onu iyiden iyiye şaşırtıp etkiledi ve tarihsel romanı Barnaby Rudge’ın (1841) hemen ardından yayınlanan American Notes (Amerikadan Notlar) 1842, özellikle Amerika üzerine olan romanı Martin Chuzzlewit’in Yaşamı ve Serüvenleri 1843 duygularını, uğradığı düş kırıklığını açık seçik dile getirdi. Gezisini tamamlayıp döndükten sonra bir ara ruhsal bunalım geçirdi. Yılbaşı Öyküleri (Christmas Carol) 1843, bir sosyal devrimin rüzgarlarını estiren The Chimes (Can Sesleri) 1843 ve The Cricket of The Heart (Kalbin İçindeki Cırcır Böceği) 1845 bu dönemini belirleyen eserlerdir. Aynı yıl İtalya’ya gidip geldi. 1846’da liberal Daily News gazetesini kurdu, bir yandan gazetesine İtalya gezisi izlenimlerini yazarken, bir yandan da yeni romanı Dombey ve Oğlu’nu 1848 kaleme aldı. Bunun hemen ardından büyük bölümü özyaşamöyküsü olan ve babasını elinden iş gelmeyen zayıf Bay Micawber olarak tanımladığı David Copperfield (1849-1850), Dert Evi 1852, Zor Yıllar 1854, Küçük Dorrit 1857 gibi üstün eserler dizisi yazdı. İki Şehrin Hikayesi (A Tale Of Two Cities) 1859, Büyük Umutlar (Great Expectations) 1861 ve Ortak Dostumuz 1864 onun radikal toplum görüşü açısından para kazanma hırsının yıkıcı gücünü vurgulamasının yanısıra büyük düşkırıklığını, karamsarlığını yansıtır. 1870’de Edwin Drood’un Gizi adlı romanını tamamlayamadan öldü. Kusursuz olmamakla birlikte dünyanın her yaştan ve her ulustan insanı yüzyılı aşkın bir süredir yer yer güldürüp ağlatarak, zaman zaman duygulandırıp, öfkelendirerek oyalayan, gerçekçi olduğu kadar renkli ve çarpıcı romanların ünlü yazarı olarak bilinir.
Başlıca Eserlerinin Özetleri:
David Copperfield: Roman olayı anlatan David’in yetim çocukluğundan başlar, üvey baba elinden çektiği acıları, çok sert ve kötü biçimde yönetilen yatılı okuldaki sıkıntılarını, 10 yaşında annesinin de ölümü üzerine içine düştüğü sonsuz yalnızlığı anlatır.
Amansız iş koşullarından kurtulup evlerine sığınma olanağı bulduğu halası Trotwood’un yanında rahata kavuşur. İyi bir okulda yetişir, hukukçu olur. İlk eşi Dora’nın ölümünden bir kaç yıl sonra çocukluk arkadaşı Agnes ile mutlu bir yuva kurar, başarılı bir yazar olur. Geniş çapta özyaşamsal öğeler taşıyan eser yazarın en beğenilen, en çok okunan eseri oldu.
Oliver Twist; Yazarın özyaşamdan gerçekler taşıyan David Copperfield romanının (1849-1850) bir çeşit taslağı gibidir ve Dickens’ın toplum sorunlarına derinliğine inişini yansıtır. Romana adı katılan Oliver, ana babası bilinmeyen, kimsesiz ve mirassız bırakılmış bir çocuktur ve doğal tehlikelerden sakınamayacağı apaçık bellidir. Kimsesizler yurdundan çıkar çıkmaz ondan yararlanmak isteyen dilenci ve haydutların eline düşer. Kendisine acıyan yaşlı kişinin ilgisi sırasında onun ailesinden olduğu anlaşılınca (David Copperfield de bu yolla mutluluğa ulaşacaktır) feraha çıkan, okuyucuya İngiliz toplumundaki en alt kat insanlarının yaşamlarını sergiledikten sonra sahneden çekilmiş olur.
kaynak:nkfu
Joseph Pulitzer, Macar kökenli ABD’li gazetecidir. (Macaristan/Mako 1847 – Güney Carolina / Charleston 1911). Kuzey ordularında görev alma koşuluyla ABD’ye göçmen olarak katıldığı iç savaştan sonra gazeteciliği seçti, muhabirliğini yaptığı Westliche Post adlı Almanca gazetede dikkati çekti (St. Louis), politikaya atılarak eyalet mecilsine seçildi (Missouri). Satın aldığı St. Louis Post ile Saint Louis-Diuspatchı birleştirip (1878) Post-Dispatchı başarıyla yönetti; kumara, talih oyunlarına, vergi kaçakçılığına karşı yayın yaparak kamusal görevini yerine getirdi, iyi bir ün edindi. 1883’de New York’a geçti, World gazetesine sahip oldu, hem magazin renkliliğine hem doğru haber yönetimine önem vererek yayın organını güçlendirdi. Pazar nüshalarını 625 binlik tiraja yükselterek aradığı başarıya kavuştu. Halktan yana tutumuyla Pennsylvania’daki çelik grevini destekledi (1892), ABD’nin dıştaki yayılımına karşı çıktı (1898), sigorta şirketlerinin yetkilerini kötüye kullandıklarını kanıtlayarak bu konuda gerekli yasaların çıkarılmasına önayak oldu, toplumdaki zenginlik hakkının belli ellerde toplanmasını eleştirdi, tekellerin ve tröstlerin halkın zararına yürüyen örgütlenmelerini yerdi ve uzun süren bir kampanya ile bu mücadeleyi aksatmadan sürdürdü (ölümüne kadar), görme duyusunun gittikçe zayıfladığı son yıllarda gazetecilik mesleğinin temelli bir öğrenime dayanması gerektiğini savunarak New York’taki Columbia Üniversitesi’ne önemli bağışlarda bulundu (kuruluşu öl.s. 1912), bıraktığı mirasla adını taşıyan gazetecilik ve özel sanatlar alanındaki düzenli ödüllerin gereğince işlenmesini sağladı (başarılı gazete ile değişik dallardaki 8. gazetecilik; müzik eseri, yaşam öyküsü, tarih, roman, tiyatro oyunu, şiir derlemesi 14 ayrı türde o yılın en iyilerinin derlemesi ayrı türde o yılın en iyilerinin seçimiyle 500-1.000 dolar; zamana uygun olarak uyarlanır).
kaynak:nkfu
Ebubekir Zekeriya Razi , İranlı felsefeci ve bilgindir. (Dey 841-7926). Müzikle ilgilendi, dönemin ünlü bilginlerinden tıp öğrenimi gördü. Bağdat Hastanesi başhekimliğine getirildi. Hippokrates ve Galenos üzerinde çalıştı. İran, Hint ve Yunan felsefesini, özellikle Pythagoras, Tales, Anaksagoras ve Anaksimenes gibi doğacı filozoflar üzerinde araştırmalar yaptı. Tıp ve kimya alanında deneye ve gözleme önem verdi. İslâm düşüncesinin ilk görgücü (ampirist) filizoflarından biri olar Razi’ye göre, insan bilgisinin kaynağı duyulardır, duyular ise deney ve gözlemin konusu olan dışı evrenle ilgili izlenimlerin alınış odağıdır. Dış evren maddedir ve gerçektir. Tin ile Tanrı bu evrenin dışındadır. Varlık bütününü oluşturan beş ilke vardır. Bunlar da Tanrı, boşluk (mutlak mekân), süre (mutlak zaman), tin (ışık, aydınlık), madde (karanlık) gibi belli özellikler taşıyan varlıklardır. İnsan aklı bu varlık alanlarını kavramada olduğu gibi yaşamı düzenlemede de yeterlidir, onun tüm eylem ve girişimlerinde en güvenilir kılavuzdur. Bu nedenle halkı uyarmak, aydınlatmak için olağanüstü güçlerler donatılmış birtakım kimselerin varlığına inanmak, onları beklemek gereksizdir. Nitekim peygamberlerin düşünceleri de akıl ilkeleriyle bağdaşmadığı için yeterli ve gerçek değildir. Felsefe araştırmalarında tümevarım yöntemini benimseyen Razi’nin tüm görüşleri doğa olaylarına, doğa denen varlık bütününün tanınmasına, incelemesine dayanır. Ona göre yaratma eylemiyle ortaya konan tüm varlıkların başlangıcı salt ışıktır (nur); madde (heyula), bireysel öz (nefs) ve doğal ışık onunla vardır. Tinsel (ruhani) bir nitelik taşıyan yalın tözler (cevher) ondan doğar. Tinsel varlığın kaynağı (ruhani heyula) denen bu ilk ve salt nur’dur (ışık). Razi’nin felsefe çalışmalarının yanı sıra kimya ve fizik sorunlarıyla da ilgili çözümleri vardır. İslâm düşüncesinde gözlem ve deney anlayışının gelişmesine, maddeciliğin yayılmasına öncülük etti.
Başlıca eserleri: Kitab fı’t-tıbbı’r-ruhani (Manevi Hekimlik Kitabı), El-Havi (kuşaktan), El-Ilim-ül-Ilahi-(Tanrı Bilimi).
kaynak:nkfu
RAUF YEKTA BEY, müzikçidir (İstanbul 1871-ay.y. 1935). Asıl adı: Mehmet Rauf. Öğrenimi sırasında hat sanatı konusunda icazet (diploma) aldı. Yekta takma adını bu sıralarda kendisine hocası verdi Fransızcanın yanı sıra özel dersler alarak Arapça ve Farsça öğrendi. Uzun yıllar Sadaret Dairesi’nde çeşitli görevlerde bulunduktan sonra, 1922’de emekliye ayrıldı. Aynı yıl Darüllelhan’a atandı. Bu kuruluşun ilk Türk müziği kuramcısı ve Türk müziği tarihi öğretmeni oldu. 1926’dan ölümün ekadar Türk Müziği Eserlerini Sınıflama ve Saptama Kurulu’nun başkanı olarak çalıştı. Günümüzde kullanılan Türk Müziği kuramının kural ve terimlerini saptadı. Yeni bir nota sitemi geliştirerek pek çok eseri bu sistemle notaya geçirdi, değerli ve zengin bir kitaplık ve nota koleksiyonu oluşturdu. Rast makamı dizisini Klasik Türk Sanat Musikisi’nin temel dizisi olarak kabul etti.
Başlıca eserleri: Hoca Zekâi Dede Efendi (1900), Dede Efendi (1924), Türk Musikisi Nazariyesi (1924), İlahiler (1933), A. R. Çağatay, S. Ezgi, A. Irsoy ile birlikte, Bektaşi Nefesleri-(1934) A. R. Çağatay S. Ezgi, A. Irsoy ile birlikte, Mevlevi Ayinleri (1934). Besteleri: Yegâh Mevlevi Ayini, Tahir Buselik Kâr, dört Peşrev, dört Saz Semai, Nakıs Beste, üç Ağır Semai, bir İlahi, bir Tekbir, dört Mart, bir Fantezi, dört Şarkı.
kaynak:nkfu
Gioacchino Antonio ROSSİNİ , İtalyan bestecisidir. (Pesaro 1792-Paris/Passy 1868) Bologna’da Liceo Musicale’de Mattei’nin öğrencisi oldu. 18 yaşında ilk operası La Cambiale di Matrimonioyyu (Evlilik Senedi) besteledi. Bu tek perdelik güldürücü operadan üç yıl sonra Tancredi adlı eseriyle opera seria (ciddi opera) alanındaki ilk büyük başarısını kazandı.
Bunu izleyen L’Italiana in Algeri (Cezayir’de Bir İtalyan Kızı) 1913 operasıyla ünü daha da yaygınlaştı. 1815’te yaptığı anlaşma gereği her yıl iki opera bestelemeye başladı. İki hafta içinde tamamladığı II Barbiere di Siviglia (Sevil Berberi) 1816, Roma’da ilk sahnelenişindeki başarısızlığa karşın, çok geçmeden çarpıcı, melodileri, pırıltılı orkestralaması, neşesi ve imzalarıyla geniş kitlelere mal oldu. Bu eserler İtalyan opera buffa (güldürücü, gülünçlü opera) sanatına doruğuna ulaştıran Rossini, döneminin en ünlü bestecileri arasına girdi. 1822’de Viyana’da coşkuyla karşılanan sanatçı, ertesi yıl Paris’e gitti. Burada iki yıl boyunca İtalyan Operası’nı yönetti. Daha sonra krallık müzik işleri müfettişi oldu. 1829’da Paris’te sog operası Guillaume Telli besteledi. Büyük Fransız operası çığrını açan eserlerden biri sayılan bu operadan sonra yalnız birkaç dinsel eser, kantat ve piyano parçası dışında ürün vermedi.
1836’da İtalya’ya dönerek özel yaşamına çekildi. 1853’te yeniden Paris’e yerleşerek yaşamının sonuna kadar bu kentte kaldı. Rossini 40 opera besteledi. Başlıcaları: Othello (1816), La Cenerentola (Külkedisi) 1817, La Gazza Ladra (Hırsız Saksağan) 1817 ve Le Siege de Corinthe (Korint Kuşatması) 1826 anılmaya değer.
kaynak:nkfu
Gaetano Donizetti; İtalyan bestecisidir (Bergamo 1797 – ay. y. 1848).
İlk müzik bilgilerini Bergamo Müzik Enstitüsü’nde Prof. Johann Simon Mayr’dan aldı; sonra Bologna’da ünlü müzikçi Stanislao Mattei’nin yanında eğitim gördü. İmpesario Paolo Zancla’nın isteği üzerine bestelediği ve librettosunu Bartolemeo Merelli’nin yazdığı Enrico di Borgogna operası 1818’de Venedik’te sahnelendi. Ardından 1822’de Roma’da sahnelenen Zoraide di Granata eleştirmenlerce övgüyle karşılanınca tüm çalışmalarım opera üzerinde yoğunlaştırdı. Daha kişisel ve dramatik bir üslup geliştirerek Rossanini etkisinden sıyrılan Anna Bolena operasının 1830’da Milano’da sahnelenmesi üzerine Avrupa’da geniş bir ün yaptı. 1834-1837 arasında Napoli Müzik Koleji’nde öğretmenliğinin ardından Paris’e yerleşti, daha yoğun bir çalışmaya girdi. 1845’te sağlık durumu bozuldu ve bir süre akıl hastanesinde yattı.
Bir bölümü günümüzde de sahnelenen 40’ı aşkın operasından başlıcaları: l’Elisir dAmore (Aşk İksiri) 1832; Lucrezia Borga (1833); Parisina (1833); Torquoto T as so (1834); Lucia di Lamermoor (1835); Compa-nello di Notte (Gece Çanı) 1836; la Fille du Régiment (Alayın Kızı) 1840; Don Pasquale (1843).
kaynak:nkfu
Aşık Veysel Şatıroğlu; Saz şairidir (Sivas/ Şarkışla İlçesi’nde Sivrialan Köyü 1894-ay.y. 1973). Aşık Veysel, yedi yaşındayken kör kaldı. Çevre geleneğinin aracı olan sazla oynadı, oyalandı. Ezberlediği usta şiirlerini okudu, müziğe uydurdu. İlk evliliği mutsuz bir yalnızlığa dönüşünce saz şairi olarak uygun mevsimlerde gezip dolaşmaya başladı. Cumhuriyet’ in 10. yıldönümünde (1933) Ankara’ya geldi, yavaş yavaş duyulan adını çeşitli kentlerde yayılan bir üne dönüştürdü. Ahmet Kutsi Tecer’in Sivas’taki öğretmenliği sırasında (1930-1934) düzenlenen Sivas Halk Şairleri Bayramı’nda (1932) dikkati çekti; geleneksel biçimlerle ve saz eşliğinde söylenen şiirlerindeki özlü anlam ve özgün buluşlarla yeteneğini kanıtladı. Köy Enstitüleri’nde saz ve türkü öğretmenliği yaptı (1942 sonrası); ilk kitabı 1944’te basıldı Deyişler. Sonraki ürünleri Sazımdan Sesler kitabında toplandı (1950). Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Dostlar Beni Hatırlasın adıyla derleyip bölümlere ayırarak bir arada topladığı (1970) şiirleri gördüğü ilginin genişliğiyle birkaç kez basıldı.
Dostlar Beni Hatırlasın Âşık Veysel’in “bütün şiirleri” (1970). Önsözü yazan ve kısa kaynakça veren Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından (1926-1985) derlenerek hazırlandı. Şiirler yazılış (basım) yıllarına göre değil, konu ve özleri bakımından kümelenerek sıralanmıştır; her birine uygun bir ara başlık konmuş olan 12 bölüm = Tanrı’ya deyişler; varlık-yokluk üstüne; kader-talih-gönül üstüne; birlik-doğruluk-iyilik üstüne; dünya-devran; sevda ve güzellik; ayrılık-gurbet; doğa; vatan-millet-Atatürk; değişik konular; kendisi için. Sazıma şiiri; toplam 144 şiir. İlgi gören kitap birkaç kez basıldı.
kaynak:nkfu
Falih Rıfkı Atay; Yazardır. (İstanbul 1894-ay.y. 1971). Mercan İdadisi’nden sonra Dârülfunun Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi (1912). İkinci Meşrutiyeti gerçekleştiren İttihat ve Terakki Fırkası’nın yandaşlarından olduğu için kolayca bulduğu memurluklar (Sadaret ve Dahiliye kalemlerinde kâtiplik) yanı sıra Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin gazetesinde çalışmaya başladı (1913). Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’ nın özel kâtibi ve emir subayı oldu (1914-1917), İstanbul’a dönünce Bahriye Nazırı olan paşanın özel kaleminde görev aldı (1917). Çarkçı Okulu’nda da öğretmenlik yaptı (1918). Mütareke yıllarında arkadaşlarıyla kurduğu Akşam (1918) gazetesinde Milli Mücadele’yi destekleyen sert ve inançlı yazılarla kişiliğini buldu. Divanı Harp tarafından idamı istenecek kadar aşırı millici olmak suçlamasından İnönü Zaferleri’nin yarattığı güven havasıyla kurtuldu. İzmir’in kurtuluşundan sonra buluşabildiği (1922) Atatürk’ün çevresinde yer alarak uzun süre mebusluk (1922-1950) ve Hakimiyet-i Milliye, Milliyet ve Ulus gazetelerinde başyazarlık yaptı. 1952’de Bedii Faik Akın ile birlikte kurduğu Dünya gazetesinde aynı görevi ölümüne kadar sürdürdü.
Edebi Kişiliği:
Bütün yazı örneklerini değerlendiren tutumuyla F. R. Atay, önce gazetecidir. Gördüğü, yaşadığı, izlediği olayları, kendilerine özgü yer ve zaman koşullarıyla birlikte özel bir anı, röportaj, gezi notları biçimine dönüştürerek ilk başarıyı kazanır; askerlik yaptığı Kudüs cephesinden ilginç izlenimler: Ateş ve Güneş (1918), Zeytindağı (1932).
Tanin’do başladığı İstanbul Mektupları’nda kısa düşünce yazılarının en iyi örneklerini vermesi, daha o günlerde Türkçenin başarılı kullanımını göstermesi, yoğun ve etkili bir biçimde gösteriş ve süsten kaçınması, başlıca özellikleridir. F. R. Atay’ı edebiyatımıza kazandıran başlıca tür ise, büyük bir bilgi-görgü-sunuş bileşimiyle, başarı düzeyine kimsede rastlanmayan gezi türündeki eserleridir. Dil ve anlatım ustalığıyla düzyazımızın en güzel örneklerini verirken dünyayı tanıyıp değerlendiren doğru yöntemli bakışıyla da konularını zenginleştirir: Faşist Roma-Kemalist Tiran-Kaybolmuş Makedonya (1930), Deniz Aşırı (Brezilya 1931), Yeni Rusya (1931), Moskova-Roma (1932), Bizim Akdeniz (1934), Taymis Kıyıları (İngiltere 1934), Tuna Kıyıları (1938), Hind (1944), Yolcu Defteri (ABD 1946), Gezerek Gördüklerim (seçmeler 1970). Cumhuriyet sonrasındaki savruk İstanbul yaşamının alafrangalık lüksünü sergileyen gazeteciliğinin etkisiyle röportaj tekniğini kullanır. Kısa fıkra türünün ustası da Atay’dır; Eski Saat (1933), Niçin Kurtulmamak (1953), Çile (1955), İnanç (1965), Kurtuluş (1966), Pazar Konuşmaları (1966), Bayrak (1970) derlemelerindeki örnekler bu gerçeği kanıtlar. Ali Suavi’yi değerlendiren Başveren İnkılapçı (1954), Kemalizm ilkelerini açıklayan Atatürkçülük Nedir? (1966), devrimci gazeteciliğinin gerektirdiği çalışmalardır. Aynı gereksemeyle yakınında bulunma talihini yaşadığı Atatürk ile ilgili anı derlemelerinde en çok inanılan, güvenilen kalem olur: Atatürk’ün Bana Anlattıkları (1955), Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri (1955), Çankaya (2. cilt, 1961-1969), Batış Yılları (1963), Atatürk’ün Hatıraları, 1914 -1919 (1965), Atatürk ne idi ? (1958).
Başlıca eserlerinin özetleri:
Çankaya, anı kitabı (1. cilt 1961, 2. cilt 1969): Bu eserinde, kitabın adının da belirlediği gibi, Atatürk ve Ankara’ yı konu edinir. Hakimiyet-i Milliye ve Ulus gazetelerinin başyazarlığıyla milletvekilliği (1923-1950) döneminde Atatürk’ün yakın çevresinde bulunma olanağının verdiği güzel fırsatları değerlendirir. Belgesel değeri yüksek, güvenilir düzeyde olan eser, yazarının özlü ve özgün üslubunun getirdiği yazış güzelliğiyle bir kat değerlenir.
Deniz Aşırı, gezi izlenimlerini derleyen 2. kitabı (1931): Eskiden seyahatname denen gezi notlarını, hem yararlı, hem güzel nitelikleriyle bir edebiyat eseri düzeyine yükselten Atay’ın edebiyatımızda eşi olmayan etkili eserlerinin başında gelir. Brezilya’da toplanan uluslararası bir konferansta görevli olma zorunluğunu yazar, Türk okuyucusuna Latin Amerika’nın özelliklerini gereğince tanıtan, tarih ve coğrafya koşullarıyla oluşmuş ulusal bileşimi değerlendiren bir topluma dönüştürür. F. R. Atay’a özgü; yalın ve özlü, etkili ve güçlü, kolaylıkla izlenirken okuyucuya haz veren Türkçe anlatım, eserin önde gelen özelliklerindendir.
Zeytindağı, Birinci Dünya Savaşı sırasında yazarın yedek subay askerlik görevini yanında yaptığı İttihatçı Cemal Paşa’nın (1872-1922) 4. Ordu Komutanlığı’ndaki emir subaylığı sırasında edindiği gözlem, izlenim ve anıları derleyen eseridir (1932). Suriye cephesindeki yenilgimizle sonuçlanan bu savaş yılları, Anadolu’nun umarsız yazgısını da yazara anımsatır. İmparatorluğun yıkılış serüvenini değerlendiren bu çok güzel yazılış anı-izlenim-gezi ürünü, yazarın en güzel eserleri arasında yer alır. Özellikle bağımsız son bölümü: Allahaısmarladık. Yeni Türkçenin başeserlerinin ilklerinin başında gelir. Kitabın adı, 1517-1917 arasında Osmanh toprağı olan Kudüs’teki, Hz. İsa’nın çarmıha gerilip göğe çıktığına inanılan yerin adından gelir: Zeytinlikler Dağı da denir.
kaynak:nkfu
Hakkı Atamulu Heykeltraştır. (d Nevşehir/Derinkuyu 1912 – ö. aynı yer 2006 ). 1934’te girdiği İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü’nde önce Mahir Tomruk’un, sonra Belling’in öğrencisi oldu. 1938’de Almanya’da bir süre Garbo ve Arnobrekker ile çalıştı. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle yurda döndü; 1960’ta doğduğu yere (Derinkuyu) yerleşti ve belediye başkanı seçildi. Burada nonfigüratif heykelleriyle bir kültür-park oluşturdu. 1967’de heykel çalışmalarına ağırlık verdi. Tok ve dolu kitlelerin ağır bastığı eserlerinde, güçlü bir teknikle malzemeye egemen olduğu ve uyum içindeki ayrıntıları işlediği gözlenir. Son zamanlarda tümüyle soyut çalışmaya yöneldi.
Başlıca eserleri: İnönü ve Atatürk Heykelleri (1946; Malatya), Damat İbrahim Paşa Heykeli (bronz; 1946, Nevşehir), Soyut Heykel (1960, Derinkuyu Kültürparkı), Rölyef Baş (taş; İstanbul Resim ve Heykel Müzesi), İlk Adım Anıtı (bronz; 1981, Samsun).
Hakkı Atamulu’nun Erzurum’da yapmış olduğu Atatürk Heykeli
kaynak:nkfu
Amedeo Avogadro; İtalyan fizikçi ve kimyacısıdır (Torino 1776-ay.y. 1856). 1789’da felsefe, 1792’de hukuk felsefesi diploması aldıktan sonra, 1796’da din hukuk doktorasını verdi. Fen bilimlerine karşı büyük ilgisi nedeniyle, 1800-1805 arasında matematik ve fizik öğrenimi gördü. 1806’da Torino’daki bir kolejde fizik öğretmeni, 1809’da Vercelli Krallık Koleji profesörü oldu. 1820’de Torino Üniversitesi’nde, İtalya’da ilk kez kurulan Matematiksel Fizik Kürsüsü Profesörlüğü’ne atandı. Politik olaylar iki yıl sonra Torino’daki kürsünün kapanmasına neden olunca, yeniden Vercelli Koleji’ne döndü ve 1850’de buradan emekli oldu.
Gay-Lussac’ın gaz tepkimeleri konusundaki bulgularının, Dalton’un atom kuramıyla çelişkisini çözdü. Elementer gazların bileşik gazlar olduklarını, başka bir anlatımla moleküllerinde birden fazla atom içermeleri gerektiğini düşünerek “özdeş sıcaklık ve basınç koşullarında eşit hacim kaplayan tüm gazlarda eşit sayıda molekül bulunur” yasasını ortaya koydu. Kimyasal formüllerin yazımına ve doğru atom ağırlıklarının saptanmasına açıklık getiren Avogadro Yasası, çok basit ve açıklayıcı olmasına karşın benimsenmedi. Ancak 50 yıl sonra Karisruhe Kongresi’nde, kabul edilmesiyle kimyasal formüllerin yazımındaki karmaşa ortadan kalktı.
Başlıca eserleri: “Essai d’une Maniere de determiner les masses relativesdes molecules elemantaires des carps et les proportions selon lesguelles entrent dans les combinaisons” (Cisimlerin Temel Moleküllerinin Bağıl Kütlelerini ve Bilimlere Katılma Oranlarını Belirleme Yöntemi Üzerine Deneme) Journal de Physique dergisi, 1811; Fisica dei corpi ponderabili assia trattato della constituzione generale dei corpi (Tartılabilir Cisimler Fiziği ve Cisimlerin Genel Bileşimi Üzerine İnceleme) 4 cilt, 1837-1841.
Avogadro Sayısı: Fizik ve kimyada maddenin belirli miktarlarındaki atom ya da molekül sayısının hesaplanmasında kullanılan değişmez sayıdır. Avogadro Yasası’na göre, olağan koşullarda (76 cm Hg basınç ve 0°C sıcaklık) tüm gazların her mol-gramında aynı sayıda 6.02214199 x 1023molekül bulunur. Na ya da nA simgelerinden biriyle gösterilen değeri (Mol)’dir. Buna göre maddenin 1 mol gramında tam 6.02214199 x 1023 molekül ve 1 atom-gramında da aynı sayıda atom bulunur.
Avogadro Yasası: A. Avogadro’nun ortaya koyduğu, fiziko-kimyanın temel gaz yasalarından biridir. Buna göre, değişik yapıda gazların eşit hacimleri, aynı basınç ve sıcaklık koşullarında aynı sayıda molekül içerir. Başka bir deyişle, aynı basınç ve sıcaklıktaki, tüm ideal gazların hacimlerini eşit ölçüde değiştirebilmek için, molekül sayılarını da eşit ölçüde değiştirmek gerekir. Basınç ve sıcaklığın değişmediği durumda, gazın hacmi (V) ile molekül sayısı (n) arasında:
V1/n1 = V2/n2
bağıntısı vardır. Bir mol gram, yani Avogadro sayısı kadar molekül içeren gaz, normal koşullarda (60 mmHg basıncı ve 0°C) 22.41 litre yer kaplar. Buna molar hacim adı verilir.
kaynak:nkfu
George Atwood; İngiliz matematikçisi ve fizikçisidir. (Londra 1746-ay.y. 1807). Cambridge’de okudu, daha sonra aynı üniversitede öğretim üyesi oldu, 1776’da Royal Society’ye üye seçildi. 1784’te Cambridge’den ayrılarak William Pitt’in yardımıyla gümrükte iyi bir işe atandı. Düşen cisimlerin hareketine egemen olan temel ilkeleri saptamak için icat ettiği aygıtı (Atwood Makinesi) tanımlayan A Treatise on the Rectilinear Motion and Ratation of Bodies (Cisimlerin Dönel ve Doğrusal Hareketi Üzerine Bir Bilimsel İnceleme) 1784, Analysis of a Course of Lectures on the Principles of Natural Philosophy (Doğal Felsefe İlkeleri Üzerine Olan Konferans Kurslarının Bir İncelemesi) 1784, Dissertation on the Construction and Properties of Arches (Kemerlerin Yapımı ve Özellikleri Üzerine Bir Tez) 1801, başlıca eserleridir. Ayrıca, matematikle ilgili birkaç bilimsel incelemesi de vardır. “Atwood Makinesi”ni bulan kişi olarak tanınır.
Atwood Makinesi: Fizikte, düzgün hızlanan hareketi incelemekte kullanılan düzenektir. Çok basit bir yapısı olan Atwood Makinesi, yatay bir eksen çevresinde dönen durağan bir makarayla, bu makaradan geçen ve her bir ucuna kütleleri eşit (M) birer ağırlık asılmış ince bir ipten oluşur. Düzenek bu durumda hareketsizdir. Hareketin ivmesini saptamak için ağırlıklardan birisine, kütlesi m olan küçük bir ağırlık eklenir. Bu durumdaki düzen, kütlesi daha büyük (M+m) yanında aşağıya doğru harekete başlar. Bunun düzgün hızlanan bir hareket olduğu, eşit zaman aralıklarında alınan yolların ölçülmesiyle saptanabilir. M ve M+m kütleleri sırasıyla F1= Mg+Ma; F2= (M+m)a kuvvetleri etki eder. Her iki eşitlikte birinci terimler yerçekimi kuvvetlerini; ikinci terimler ise eylemsizlik kuvvetlerini gösterir. Bu kuvvetlerin etkisi altındaki düzen;
a=M/(2M+m) x g ivmesi ile hareket eder. 1784’de ilk kez İngiliz Matemetikçisi George Atwood, kendi adıyla anılan makinasında bu eşitlikten yararlanarak g yerçekimi ivmesini ölçtü. Özellikler labratuvarlarda bir ders aracı olarak kullanılan Atwood Makinası ile sağlıklı bir sonuç elde edebilmek için, döner makinasının olabildiğince sürtünmesiz hareket etmesi sağlanmalıdır.
kaynak:nkfu
Juan Gris’in greçek adı José González’dir. 23 Mart 1887 yılında Madrid’de doğmuştur. Kendisi ünlü bir İspanyol ressamdır. Resime başlamadan önce 1904 yılına kadar matematik, fizik ve mühendislik üzerine eğitim almıştır. 1906 yılında Paris’e taşındı. Burada geçimini gazeteler için karikatürler çizerek sağladı. 1910 ile 1912 yılları arasında yaptığı (Kübizm akımı) Kübist tarzındaki eserleri Section d’Or sergisinde beğeniye sunuldu. Eserleri Kübist hareketinde oldukça önemlidir.
1913 yılında kendine özgü tarzını geliştirdi. Gris’in çalışmaları bir mimarın binayı dizayn etmesindeki gibi sistematik bir yapıya sahiptir. Birinci Dünya Savaşı sırasında çalışmaya devam etti ve 1919 yılında ilk tek kişilik sergisini Paris’te açtı.
1920 yılında sağlık problemleri nedeniyle çoğu zamanını Fransa’nın güneyinde geçirdi. Bununla birlikte zamanla ustalaşarak (Keman ve Meyve Tabağında olduğu gibi) resim yapmaya devam etti.
Gris aynı zamanda heykel yapımında, çizimlerde, balerinler için kostüm dizaynı ve sahne dekorasyonunda da başarılı çalışmalar yapmıştır. 1927 yılının baharında 40 yaşında Paris’te ölü.
kaynak:nkfu
Mahmut Abdülbaki (Baki); Divan şairi (İstanbul 1526 – ay. y. 1600). Cami ve medrese derslerini izledi. Tanınmış şair Zâti’nin (1477-1546) meclislerinde bulundu. Kanuni Sultan Süleyman’a sunduğu (1554) ilk kasideden başlayarak yeteneğini kabul ettirmeyi başardı. 1564’ten sonra müderrislik yaptı. 1576 -1582 arasında Mekke ve Medine kadısı oldu.
1584’teki İstanbul Kadılığı’ndan sonra önce Anadolu (1585) sonra Rumeli Kazaskerliği’ne (1591) yükseldi, zaman zaman yitirdiği görevine yeniden döndüyse de şeyhülislamlık makamına ulaşamadı. Bu özlemini şiirlerinde dile getirildiği kabul edilir. Ömrünün 1566’ya kadarki ilk kırk yılında Sultanü’s-şuhara ustalığı açıkça kabul edilmiş bir önemdeyken kendisini değerlendiren Kanuni’nin ölümü üzerine duyduğu büyük acıyı hem görkemli bir üslup, hem çok içten bir lirizmle dile getirdi. Sekizer beyitlik yedi bentten oluşan bu güçlü terkib-i bent, aradaki vasıta beyitlerinin de özgün eklentisiyle Divan Edebiyatı’nın en seçkin örneklerinin başında gelir. İran Edebiyatı’nın etkisinde ve izinde giden ilk sözcülerden sonra Bâki, Türk Divan şiirine Türkçenin uyum olanaklannm, aruz ustalığını kattı; özgün buluşlara dayalı duygu zenginliğiyle şiirimize bize özgü hava ve üslubu kazandırdı. Dil kusursuzluğu, “taze mazmun” özgünlüğü, din dışı yaşam konularındaki canlı söyleyişi edebiyat sanatları açısından yenilik ve özelliği sanatının başlıca özellikleridir.
Şiirlerini Divanda topladı. Münacaat, naat gibi dinsel konularda eser vermemiş olan Bâki’nin en önemli ürünleri kaside ve gazelleridir. Çeşitli yazma nüshaları karşılaştırılarak ve bazı eksikliklerle 1859 ve 1910’da basıldı. Tam basımını Sadettin Nüzhet Ergun gerçekleştirdi (1935;659 şiir).
kaynak:nkfu
Zahirüddin Muhammed Babur; Baburlular Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümdarıdır (1483-1530). Cengiz Han’ın oğlu Çağatay Han’ın torunlarından olan Babur, babasının 1494’te bir kaza sonucu ölümü üzerine tahta geçti. Ancak daha ilk günlerinde amcası Sultan Ahmet ve dayısı Mahmut Han’ın saldırılarına uğradı. Karşılaştığı güçlükleri biraz da şansının yardımıyla atlatan Babur, Orta Asya’daki politik karışıklıkları değerlendirdi. Topladığı kuvvetleri Hindukuş Dağları’nı geçti. Kâbil’i kan dökmeden ele geçirdi (1504). Hindukuş ile Gazne arasındaki topraklara egemen olan Kâbil’de devletinin temellerini attı. 1505’te Sind kıyılarına kadar ilerledikten sonra Özbeklerin Horasan’dan çekildiğini duyunca Horasan üzerine yürüdü. Ancak Kâbil’de çıkan ayaklanmalar üzerine başkente dönmek zorunda kaldı (1506). 1507’de padişah unvanını alıp Şeybanilerin Şah İsmail’ce bozguna uğratılması üzerine Safevilerin de desteğiyle Maveraünnehir’e yöneldi. Buhara ve Semerkant’ı ele geçirdiyse de (1511) sonraki yıllarda Özbekler yeniden güçlendi. Safevilerin yardımına karşın Özbeklere yenilmekten kurtulamadı. 1514’te Kâbil’e döndü. 1519 ve 1520’de iki kez Pencap üzerine yürüdü ve bazı kentleri ele geçirdi. 1524’te Lahor’u alıp tüm Pencap’ı adamları arasında paylaştırdı. 1526′ da Panipat Savaşı’nda Deltü Sultanı İbrahim Lodi’yi yendi, sonraki yıllarda da Hindistan’ın içlerine seferlerini sürdürdü. 1530’da oğlu Hümayun’u kendine veliaht atadı ve devlet adamlarından onu hükümdar tanıyacakları konusunda belge aldı, kısa bir süre sonra öldü (1530). Çağatay Lehçesi’nin Ali Şir Nevai’den sonra ikinci üstün şairi sayılan Babur, klasik divan şiiri biçimleri içine günlük yaşam olaylarını da katmayı bilmiştir. Gazel, rubai, tuyug biçimindeki şiirleri Divan’nıda toplanmıştır: Anıları Babürnâme (Vekayi) kitabındadır. Aruz Risalesi, Mübeyyen (Fıkıhla ilgili eksik bir mesnevi) ele geçen eserleridir.
Babürnâme; Hint-Türk Devleti’nin kurucusu Zahirettin Muhammet Babur Şah’ın (1483-1530) anılarıdır. Bütünüyle özyaşamsal nitelikler taşıyan eser, Çağatay Lehçesi ile düzyazıyla saptanmış yalın dili, içten ve inandırıcı, doğal ve gerçekçidir. Babur 12 yaşında (1494) Fergana’da padişah olduğunu belirttiği günden başlayarak tüm yaşamını, gördüğü ve gezdiği yerleri, siyasal çekişmeleriyle savaş çarpışmalarını, çevresindeki insanlar üzerine yargılarıyla kişisel düşüncelerini doğrulukla anlatır; yer yer pişmanlıklarla kendi yanlışlarını da değerlendirip eleştirir. Bir adı da Vekayi (Olaylar) olan eserin değişik yazmaları birkaç kez bastırıldı; Batı dillerine olduğu gibi Türkiye Türkçesine de çevrildi: Vekayi (R.R. Arat, TTK yayınları, 2 cilt, 1943-1946); Babürnâme (R.R. Arat, Babur’un Hatıratı Bin Temel Eser dizisi, MEB, üç kitap 1970).
kaynak:nkfu
Robert Doisneau (doğum 1912 – ölüm 1994) Val-de-Marne,Gentilly Fransa’da doğdu. Bir ilaç firmasının reklam departmanında fotoğrafçılığı öğrendi. 1930 yılında nesnelerin detayları fotoğraflamaya başladı. 1932 yılında Excelsior gazetesine yaptığı ilk fotoğraf hikayesini sattı. Heykeltraş Andrei Vigneaux’ın kamera asistanı oldu ve 1934 yılında Billancourt’daki Renault otomobil fabrikası için reklam fotoğrafçılığı yaptı. 1939 yılında onun hayatını kazanmak için serbest reklam ve kartpostal fotoğrafçılığı yapmaya başladı.
Paris’in işgalini ve kurtuluşunu fotoğrafladı. Savaştan hemen sonra Life ve diğer önde gelen uluslararası dergiler için serbest çalışmaya döndü. Kısa bir süre için İttifak fotoğraf ajansına katıldı. Kendi eğilimlerinin farklılığına karşın, Doisneau 1948 den 1951 e kadar Paris Vogue için yüksek toplum ve moda fotoğrafçılığı yaptı. Yaptığı röportajların yanı sıra, Giacometti, Cocteau, Leger, Braque ve Picasso gibi birçok Fransız sanatçıyı fotoğrafladı.
Robert Doisneau 1947 yılında Prix Kodak kazandı. 1956 yılında Prix Niepce ile ödüllendirildi ve Expo ’67 de Kanada için bir danışman olarak çalıştı. 1973 yılında Le Paris de Robert Doisneau isimli bir kısa filmi çekildi.
İlk eserleri 1992 yılında Oxford Modern Sanatlar Müzesi’ne alındı. Le baiser de l’hôtel de ville adlı yapıtı çeyrek milyon dolara satılmıştı.
kaynak:nkfu
Franz Babinger; Alman tarihçisi ve Türkoloğudur (Weiden 1891-Durazzo 1967). Alman üniversitelerinde İslâm sanatı tarihi ve Doğu dilleri öğrenimi gördü. Birinci Dünya Savaşı yıllarında gönüllü subay olarak Türkiye’de görev yaptığı sürede bilgilerini geliştirme fırsatını buldu, savaş sonunda çeşitli üniversitelerde yetkili öğretim üyesi olarak çalıştı (1920-1933); Nazilerin etkisiyle bir süre Romanya’da kaldı (1933-1945); Münih’te Yakındoğu tarihi ve Türkoloji profesörlüğüne getirildi (1947). İslam Ansiklopedisinin Türkler ve Türklükle ilgili lOO’den fazla önemli maddesini yazdı.
Başlıca eserleri: Şeyh Bedreddin (1921); Die Geschihtschreiher der Osmanen und ihre werke (Osmanlı Tarihçileri ve Eserleri) 1927; Rumeische streifen (Rumeli Akınları) 1937; Mehmed der Eroberer und Seine Zeit, Weltenstürmer Einer Zeitenwende (Fatih Sultan Mehmet ve Zamanı; Bir Çağ Sonunun Akıncısı) 1953; Aufsatze und Abhandlungen zur Gesch Südasteuropas und der Levante (Güneydoğu Avrupa ve Levanten Üzerine Bilimsel Araştırma ve Makaleler) 3 cilt, 1962-1976.
kaynak:nkfu
Şevket Süreyya Aydemir; yazardır (Edirne 1798 – Ankara 1976). Edirne Öğretmen Okulu öğrencisiyken Birinci Dünya Savaşı’na yedek subay olarak katıldı (1914-1918), okulunu bitirdikten (1919) sonra Azerbaycan’da öğretmenlik yaptı (1919-1920). Moskova İktisadi ve Sosyal Bilimler Okulu’ndaki öğrenimi (1921-1924) sonunda yurda döndü; sürekli yazdığı Aydınlık dergisinin Takrir-i Sükun Kanunu yüzünden kapatılması üzerine (12 Mart 1925) İstiklal Mahkemesi tarafından 10 yıl hapse mahkum olduysa da genel aftan yararlandı (1927) ve Milli Eğitim Bakanlığı’nda görev aldı (1928). Ankara Ticaret Lise Müdürlüğü, Ankara İktisat Müdürlüğü, İktisat Vekâleti Sanayi Tetkik Heyeti Başkanlığı, Umumi Murakebe Heyeti üyeliği gibi görevlerdeki devlet memurluğundan emekliye ayrıldı (1951). Ankara yakınlarındaki çiftliğine çekilerek zamanını yazı çalışmalarına ayırmak fırsatını buldu; bu yüzden önemli eserlerinin hepsi 1961 sonrasında yayımlandı. Suyu Arayan Adam (1961) büyük ilgi gördü. Biyografi türünde verdiği eserlede hem ulusal odak olan kişileri gereğince tanıttı, hem kendi koşul ve zamanları içinde başarılara ulaşmış olan özelliklerini değerlendirdi; Tek Adam (Atatürk, 3 cilt 1963-1965); İkinci Adam (İsmet İnönü, 3 cilt 1966-1968); Menderes’in Dramı (1969) Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa (3 cilt 1970-1972). Emeklilik sonrası toprak uğraşını bir anı-roman biçiminde anlatan Uyanırsa (1963), Anadolu’nun kalkınmasında öncülük edecek kişilerin davranışı ve tutumlarını da belirler.
Dikkate değer öteki eserleri: İnkılap ve Kadro (inceleme, 1932,1968); ihtilâlin Mantığı ve 27 Mayıs İnkılabı (Deneme, 1973); Kahramanlar Doğmalıydı (Denemeler, 1974).
Başlıca eserlerinin özetleri:
Suyu Arayan Adam, yazarın özyaşam öyküsüdür (1961); yazarının nitelemesiyle “bir ömrün hikâyesi içinde bir çağın tarihi”. Gerçekten yaşam yazgısı gereği, 20. yüzyılın Türklükle ilgili bütün aşamalarını görmek-yaşamak-bilmek olanaklarına kavuşmuş olan yazarın kendi yaşam çizgisine koşut Türkiye’ nin yazgısı, yarı belgesel doğrulukta izlenim ve anılar toplamı olarak verildiği için bu türün tek örneği sayılabilir.
Tek Adam, Atatürk’ü konu edinen geniş yaşamöyküsüdür (3 cilt, 1963-1965). İlk cilt, doğumundan (1881) Samsun’a çıkış gününe (19 Mayıs 1919) kadar uzanan, adlandırmak gerekirse hazırlık dönemini içerir. Çağının olayları ve koşulları içindeki yaşam başlangıcını, okuyup yetişmesi, askerlik görevleri, cephe zaferleri, ileriye dönük tasarılarıyla kimliğinin belirgin yanlan verilir; kişisel özellikleri açıklanır.
İkinci cilt; Milli Mücadele döneminin bütün aşamalarını izleyerek İzmir’in kurtarılışına kadar (9 Eylül 1922) uzanır. Bu yıllardaki komutanlık ve önderlik görevleri değerlendirilir, yeterli bir destek kadroya sahip olmamasına karşın kişiliğinin ayrıksı (istisnai) üstünlükleri değerlendirilir. Bir kişinin yaşamı çevresinde bütün toplumun yaşadığı dram canlandırılır.
Son cilt; ölümüne bağlanan Cumhuriyet yıllarındaki devlet adamı ve devrimci Atatürk’ü konu edinir. Düşünsel ve eylemsel açıdan yalnız kendisinin gerçekleştirebileceği özel atılımları yüceltir. Atatürk’ün ölümünden otuz yıl sonra yazılan eser, her çeşit yas edebiyatından, duygusal davranışlardan uzak, nesnel ve belgesel kanıtlara dayalı; tarihi ve maddi koşularla kabul eden dürüst bir anlayışın eseridir.
kaynak:nkfu
Giuseppe Donizetti İtalyan bestecisi ve bando yönetmenidir (İtalya/Bergamo 1788 – İstanbul 1856).
İtalyan bestecisi Gaetono Donizetti’nin ağabeyidir. İlk müzik öğrenimini amcası Carini’den aldı. 1808’de İtalyan alayının bandosunda Napolyon’un Avusturya ve İspanya’daki savaşlarına katıldı. Aşırı ölçüde bağlandığı Napolyon‘un sürülmesi üzerine kendi isteğiyle Elbe Adası’na gitti. Sonra imparatorla birlikte gizlice Fransa’ya döndü; Waterloo Savaşı‘na katıldı. Napolyon‘un yenilgisi üzerine 1815’te İtalya’ya döndü. Sardunya Krallığı (Piyemonte) Ordusu’na bando şefi olarak atandı. Sardunya Krallığı’nın İstanbul’daki elçisinin aracılığıyla İstanbul’a çağrıldı. Osmanlı Hükümeti’ nin gönderdiği özel bir yelkenliyle 17 Eylül 1828’de İstanbul’a geldi. Mızıkayı Hümayun’u kurdu. İlk Türk bandosunu gerçekleştirdi. II. Mahmut‘a Mahmudiye Marşı 1828, Abdülmecit’e Mecidiye Marşı nı 1839 besteledi, 1841’de miralay, kısa bir süre sonra liva (paşa) rütbesi verildi.
kaynak:nkfu
Aşık Hasan; Saz şairidir (17. yüzyıl). Çeşitli araştırmacıların derlediği şiirlerden yaşadığı çağı, olayları, karıştığı savaşlan öğreniyor; dilinin, üslubunun özelliklerine bakarak askerliği meslek edinmiş, sınır boylarında savaşmış bir ordu şairi olduğunu anlıyoruz. İkinci Viyana Kuşatması (1683), bu yenilginin ardından Tamaşvar, Uyvar, Eğri, Estergon’un yitirilmesi, şiirlerinin kırgın ve biraz başkaldıran edası içinde dile getirdiği konular ve toplumsal acılardır. Budin’in (1686) ve Belgrad’ın düşmesi (1688) üzerine yarattığı ürünler uzun süre dillerde gezmiş izlenimini vermektedir. 1699 Karlofça Antlaşması’ndan sonra ordudan çekilip Tamaşvar yakınlarında çiftçilikle geçindiğini belirleyen kayıtlar vardır. Cönklerde adının geçtiği şiirlerinin bir bölümü. Hasan Dede, Kul Hasan, Sefil Hasan gibi Bektaşi şairlerinin ürünleriyle karıştırılmıştır.
kaynak:nkfu
Stefan Zweig (Viyana 1881-Brezilya/Rio de Janeiro/ Petropolis 1942)
Avusturyalı yazardır. Varlıklı bir Yahudi ailesinden gelmenin olanaklarını iyi kullandı; Berlin ve Viyana’da merak duyduğu her dalın öğrenimini izledi. (Alman edebiyatı, felsefe, Roman dilleri ve edebiyatları), renkli geziler yapma fırsatlarını da buldu (Avrupa, Hindistan, Kuzey Afrika, Kuzey ve Orta Amerika, SSCB…). 1919-1934 arasını da Nazizmin gelişimini, yayılmasını Salzburg’dan izleyerek İngiltere’ye geçti (1934). Savaşın ikinci yılında olabildiğince uzağa kaçabilme güdüsüyle Brezilya’ya kadar uzaklaştıysada Hitler’in uzun süren zaferleri moralini bozduğu için sarılacak umut kalmadığını sandı, ikinci eşiyle birlikte canına kıyarak yaşamına son verdi (21 Şubat).
Şiir ve oyun denemelerinden romana geçti: Acımak (Ungeduld des Herzens dilimize ilkin Merhamet adıyla çevrilmişti) 1938. Asıl ustalığını anlatı (tahkiye) türünde gösterdi (yaşamöykülerini de aynı ustalıkla gerçekleştirecektir): Amok (1922), (Dağınık Duygular) , Satranç Oyuncusu 1942. Sonunda kendine özgü anlatı türünü buldu. Drei Master (Üç Büyük Adam), Dostoyevski, Balzac, Dickens (1920); İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar (Sternstunden der Menschheit) 1927, Vertaine (1905), Verhaeren (1910), Romain Rolland (1920), Fransız İhtilâlinde Bir Politikacının Portresi; Fouche(1929), Marie Stuart (1935), Marie Antionette (1932), Hölderlin, Kleist, Nietsche (dilimize Demon’la Muharabe diye çevrildi) 1925. Avrupa kültürüne kökünden yakın olma şansına erişmiş bir yazı ustalığı ve çağdaş psikolojik (Freud) yöntemlerin ışığıyla canlandırdığı her kişinin iç dünyasını aydınlattı; bilinç derinliklerine, kişilik ipliklerine yaklaşmayı başardı. Die Welt der Gestern (Dünün Dünyası) adlı özyaşamsal anlatısı, anılara dönük özlemleri ölümünden sonra yayımlanınca dünyanın bütün dillerine çevrildi (1943).
kaynak:nkfu
Edgar Allan POE, ABD’li şair ve yazardır (Boston 1809-Baltimore 1849). İki yaşındayken yitirdiği ana babası gezici tiyatrolarda oyunculuk yapıyorlardı. Çocuğun bakımını üstlenen zengin tacir John Allan ona adını verdi. İngiltere’de (1815-1820), sonra Richmond’da okuttu, Virginia Üniversitesi’ndeki öğrenciliğine kadar destekledi (1826). West Point’deki Harp Okulu’na girdiyse de (1830) disipline uymadığı için oradan da uzaklaştırıldı (1831), bir yandan şiire emek verirken, bir yandan da gazetecilik yaşamına girdi, bazı yayın organlarının yönetimlerinde görev aldı (1835-1836), evine sığındığı teyzesinin 14 yaşındaki kızı Virgina Clemm ile evlendi (1836). Philadelphia’da çıkan dergilerde çalıştı (1841-1843), hiçbir yerde rahat edemeyen tedirgin mizacının etkisiyle New York’a geçti (1844), vazgeçilmez bir tutkuyla kendini içkiye kaptırdı, eşinin vakitsiz ölümünden (1847) sonra kendini büsbütün kapıp koyuverdi, bir sabah Baltimor meyhanelerinden birinin kapısında can çekişirken bulundu, kurtarılamadı (7 Ekim).
Edebiyata Byron etkisinde görünen romantik şiirlerle başlamıştı: Tamerlane and Other Poems (Timurlenk ve Başka Şiirler) 1827, Ali Araff Tamerlane and Minör Poems (Araf, Timurlenk ve Başka Şiirler), Poems (Şiirler) 1831. Gittikçe gelişen yeteneğiyle yitirilmiş güzellikler ardından duyulan karasevdalı tutkuları şiirleştirmede daha büyük başarı gösterdi: The Raven ana Other Poems (Kuzgun ve Başka Şiirler) 1845. Eureka: A Prose Poem (Eureka: Düzyazı Şiir) 1848. İkinci başarı türü, küçük öykü oldu. İlkin gazete, dergilerde yayımlanan bu ürünleri zamanla polis öykülerinin ilk ve en olgun örneklerinden sayıldı: İşitilmedik Hikâyeler (Tales of the Erotesque and Arabesque), 2 cilt, 1840; Tales (Öyküler) 1845; The Narrative of Arthur Gordon Pym (A.G.P.’in Anlatısı) 1838, uzun öykü; The Literati (Eleştiriler, öl. s. 1850). Adının ve eserinin yayılıp yankılanmasında Fransız şairi Charles Baudelaire’nin (1821-1867) büyük etkisi oldu.
Onun ve Mallarme’nin çevirileri Fransızca yoluyla dünya edebiyat çevrelerini etkiledi, o yolla bizim dilimize de yansıdı (Melih Cevdet Anday’ın çevirdiği Annabel Lee şiirinin çevirisi çok kişinin ezberindedir).
kaynak:nkfu
Theodore Herman Albert Dreiser; Alman kökenli ABD’li yazardır (Indiana/Terre Haute 1871 – Hollywood 1945). Yoksul bir Alman göçmeninin oğluydu. Yerel devlet okullarında okudu ve yardımsever bir kadının sağladığı parayla Indiana Üniversitesi’ne bir yıl gidebildi. 1890’lı yıllar boyu Chicago ile New York’ta gazeteci olarak çalıştı. İlk romanı Kızkardeşim Carrie (Sister Carrie) 1900, müstehcenlik (edebe aykırılık) gerekçesiyle denetimce yasaklanıp toplattırıldı. Toplumda kadının ekonomi ve cinsel özgürlüğünü işleyen ikinci romanı Jennie Gerhardt (1911), para tutkusunun iğrençliğini yansıtan Financier (Banker) 1912 ile The Titan (Dev) 1914, bir üstün adamın çöküşünü dillendiren The Genius (Dahi) 1915, hem eleştirmenlerin hem denetimin gazabına uğramaktan kurtulamadılar. Bir katilin ruhunu inceleyen An American Tragedy (Bir Amerika Trajedisi) 1925 ile hem denetim-eleştirmen engelini aştı, hem bol para kazandı. 1927’de SSCB’yi gidip gördü, dönünce Komünist Partisi’ne girip Chains (Zincirler) 1927 romanını yayımladı. Gerçekçi ve olağanüstü canlı üslubunu A Traveler at Forty (Kırk Yaşında Bir Gezgin) 1913, A Hoosier Holiday (Indiana’da Bir Tatil) 1916, Twelve Men (Oniki Adam) 1919, A Book About Myself (Kendimle İlgili Bir Kitap) 1922, Dreiser Looks at Russia (Dreiser’in Gözüyle Rusya) 1928, America is Worth Saving (Amerika Kurtarılmaya Değer) 1941, gibi gezi kitaplarında ve özyaşam öykülerinde de bulmak olasıdır.
Bir Amerika Trajedisi, yazarın sağlığında basılan son romanıdır. Roman kahramanı Clyde Griffiths, gezici vaiz olan ana babasının yoksul çevresinden ayrılıp başarılı ve varlıklı bir insan olma amacıyla çeşitli işlere girip çıkar. Zengin amcasının fabrikasında çalışırken gebe bıraktığı işçi kız Roberta Alden ile sevişirse de yüksek sosyeteden Sandra Finekley ile tanışınca bu eski ilişkiden kurtulma yolları arar. Planlayıp gerçekleştirmeyi düşündüğü bir kaza sonucunda Roberta boğulunca kendini suçsuz sayarsa da bilerek, isteyerek ölüme neden olmaktan ötürü idamla cezalandırılır. Zenginliğin yaşam başarısına ve mutluluğa yeteceğini sanan yanlış düşün kurbanı olan Clyde, yaşadığı toplumun genel yargılarının gerçek bir temsilcisidir, romanın etkisi buradan gelişir. Dilimize filminin Türkçe adıyla İnsanlık Suçu diye çevrilen eser (1970) ilk kez sinemaya aktarıldı; George Stevens’in yönettiği, Montgomery Cliff ile Elizabeth Taylor’un oynadıkları (1951) ikinci film, TRT’de de gösterildi (1982).
kaynak:nkfu
Moliere, Fransız yazarıdır (Paris 1622-ay.y 1673). Asıl adı Jean Baptiste Poqvelin. Clermont Koleji’nde Cizvitlerin disiplinli öğretiminden geçti, Latince ve Yunancayı da anlayabilir düzeye geldi, o dillerin tiyatro eserlerini izledi. 20 yaşlarında baba mesleği, saraya girmesini sağladıysa da güçlü bir sevgiyle yaklaştığı Bejart ailesinin içinde tiyatroya ısınarak daha çok mutluluk duydu. Madeiline Bejart ile birlikte kurdukları ilk tiyatronun adı İllustre-Theatre oldu (Haziran 1643). İki yıllık başarısız çalışmalardan sonra taşra illerine çıkmak zorunda kaldılar (1645). Moliere takma adını da bu dönemde edindi (Ağustos 1644). Borç yüzünden hapse atılması, baba desteğiyle bu suçlamadan aklanıp Paris dışında geçim ve başarı araması da aynı dönemin olayları arasındadır. Bir tiyatro oyuncusu, grup yöneticisi ve bir tiyatro yazarı olarak Moliere’in bu dönemi (1645-1638) yeterince açık, aydınlık ve belgelenmiş değildir; yaşama; ve yaratıcı, ancak Paris’e dönüp temsiller vermeye başladıktan sonra doğrulukla izlenebilir. ‘İllustre Theatre” gezici bir kumpanyaydı. 1645’den 1658’e kadar illerde dolaştılar. Kumpanyayı önce Ducd’Epernon koruyordu. 1653’ten sonra bu koruyuculuk Moliere’in Cizvit okulundan arkadaşı olan Pren de Conti’ye geçti. Çoğunlukla Fransız trajedilerini, italyan farsların oynuyorlardı. 1655’de Moliere’in yazdığı L’Etourdi (Şaşkın) adlı oyunu sahneye koydular, arkasından Le Depit Amoureux (Küskün Aşıklar) geldi. Kumpanyayı kralın kardeşi Duc d’Orleans korumaya başladı. Moliere ile arkadaşların 1658’de Paris’in Louvre Sarayı’nda XIV. Louis’nin karşısına çıkardı. 24 Ekim 1658 günü, Moliere’in yaşamında önemli bir dönüm noktasıdır. O gün genç kralın karşısında da eksiksiz bir başarıya ulaştı. İkinci oyun olarak sunulan Moliere’in kendi eseri le Docteur Amoureux (Aşık Hekim) öylesine beğenildi ki kral, kumpanyanın Paris’te kalmasını, kendi koruduğu İtalya oyunculara ayrılmış olan Salle du Petit-Bourbon’u onlarla paylaşmasını istedi. Moliere, komedilere dönünce Paris halkı tiyatroyu doldurmaya başladı. L’Etourdi ile Le Depit Amoureux’nün kazandığı başarı Moliere’i oyunlar yazmaya zorladı. Moliere’in komedilerinde toplamsal yerginin yer alması, saray çevrelerini, soyluları, papazları ona düşman etti; zaman zaman yasalara, geleneklere, Tanrı’ya karşı gelmekle suçlanmasına yol açtı. Bu saldırılar ancak kralın Moliere’i tutmasıyla atlatılabiliyordu. XIV. Louis, 1665 yazında, daha da ileri giderek kumpanyayı kendi koruyuculuğuna aldı. Troupe de Roi (Kralın Topluluğu) adını verdi. Buna karşın Tartuffe’ün tepkileri 1664-1669 arasını doldurdu, kilisenin direnişi karşısında kral bile çaresiz kaldı. Moliere, ölümden az önce hastayken Le Malade İmaginaire (Hastalık Hastası) adlı oyununu yazdı, oyunun rolünü oynadığı bir gün perde kapandıktan sonra öldü. Oyunculuğu Hristiyanlığa aykırı bulan kilise, onun tövbe etmeden öldüğünü, tövbe etmemiş oyuncuların Hıristiyan dininin gerektirdiği törenle gömülmeyeceklerini bildirdi. XIV. Louis’nin baskısıyla yapılan çok basit tören ise güneş battıktan sonra, iki papazın katıldığı bir gömme töreni olmaktan ileri gidemedi, cenaze kiliseye sokulmadı. Fransa’nın yetiştirdiği en büyük oyun yazarının nerede gömülü olduğunu da kimse bilmiyor.
Moliere’in ilk verdiği eser: Gülünç Kibarlar (Les Precieuse Ridicules, bir perdelik düzyazıyla fars; bilgiçlik özentisindeki kibar salonların yergisi, 1659); Sganarelle ou le Cocu imaginaire (S. ya da Kuruntulu Boynuzlu, bir perdelik mazımla oyun, Kasım 1661), ilk başeseri sayılan Kadınlar Mektebi (l’Ecole des Femmes, 5 perde, nazımla 1662-1663).
Oyunculuğu, başarılı tiyatro yöneticiliği, şairliği bir yana, Moliere’i çağının ötelerine taşıyan ölümsüzlüğü, klasik tiyatronun kuramsal ilkelerine sırt çevirerek doğaya ve yaşama bakışından doğmuştur. Komedinin yalnızca bir güldürme aracı olmadığını, düşündürerek düzeltme (ıslah, katharsis) görevini de taşıması gerektiğini bütün eserlerinde gösterir. Dili gündelik konuşmaya indirir, doğal olmayan bütün yapmacıklarla katılaşmış bütün bağnazlık biçimlerini kıyasıya eleştirir. Toplumda gördüğü bütün sahte değerleri, sağduyu ve sağbeğeni açısından insafsızca sergilerken kendinden önce var oluş katı kurumlara (kilise, soyluluk, aile yapısı…) sataşmış olur. XIV. Louis gibi bir kralın sonsuz yetkisine karşın onu dinsel törenle gömmeyi kabul etmeyen kilisenin, din yobazlarının, ana kraliçeye dayalı bütün bu çeşit kurumların direnişi, aslında Moliere’in evrensel üne sahip eserlerinin gücünden gelir. Belirsiz olan mezarından onun olduğuna inanılan kemikler alınarak Pere-Lachaise’e götürülmüş, adına belirten bir mezar ancak devrim yıllarında gerçekleştirilebilmiştir (1792).
Öteki eserleri: Don Juan ou le Festin de Pierre (1665), Sevda Hekimi (l’Amour Medecine) 1665; Le Misant-hrope (İnsandan Kaçan) 1666; Zoraki Hekim (Le Medecine Malgre Lui) 1666; Arnphirtryon (1668), Cimri (l’Avare) 1668; Les Amants Magnifiques (Şanlı Aşıklar) 1670; Scapin’in Dolapları (Les Fourberies de Scapin)) 1671, Bilgiç Kadınlar (Les Femmes Savants) 1672, Hastalık Hastası (Le Malade İmaginaire) 1673, Moliere’in bütün eserleri Tanzimat’tan başlayarak (Ahmet Vefik Paşa, Ali Bey), günümüze kadar (Orhan Veli) süreklilikle dilimize çevrildi.
Başlıca eserlerinin özetleri:
Cimri, varlıklı ama aşırı tutumlu Haragon’un tefecilikle geçinme yolu; onu, parasını kullanmayan yordama götürür; cimrilik tutkusuna saplandırır. Çevresindeki sıkıntı üçken kızı Elise, oğlu Cleante, kahyası Valere, aşçısı ve arabacısı Jacques İste çeşitli ilişkilerle yer alırlar. Drahomasız evlilik, masrafsız şölen, “yaşamak için yemeli, yemek için yaşamamalı” paradoksuna yaslanan Harpagon’un bencil tutumu örnekleri, çeşitli komedi öğeleri olarak sergilenir. Cleante sevdiği Mariane ile, Elise Valere ile birleşir; Valere ile kardeş çıkan Mariane, varlıklı babaları Anselme’in desteğine kavuşurlar. Gülünçten çok düşündürücü kişiliklerin bu usta sergilenişi, eleştiri ve gözlem gücüyle büyük etki taşır.
Kibarlık Budalası, para kazanmanın yollarını bulmuş ama yeterince bilgi, incelik, kültür ve sanat beğenisi kazanamamış olan M. Jourdain, kendisini eğitip salonlarda gereğince göze çarpmak amacıyla çeşitli öğretmenler tutar; sahip olmadığı bir kaynağa ivedilikle soyluluğa özenir. Soylu saymadığı için kızını vermediği Cleonte’un uşağı -her zaman olduğu- Coville, kılık değiştirttiği efendisinin Türk şehzadesi olduğuna inandırarak evlilik sözünü almayı başarır. Oyunun gücü, kişileri tam inandırıcılıkla canlandırması, yalancı değerler ardında koşanların düştüğü gülünçlüğü apaçık göstermesindedir.
Tartuffe, sahte sofu, iki yüzlü, çıkarcı ve düzenbaz Tartuffe, hoşlarına gittiği biçimde görünmesini bilerek Orgon’un evine yerleşir; malına konmak, kızını elde etmek, eşini ayartmak üzeredir. Son dakikada gerçek ortaya çıkar ve kralın işe karışmasıyla aile varlığına yeniden kavuşur. Tartuffe adı iki yüzlü (mürai), yalancı insan tipinin simgesi olarak hemen hemen sıfatlaşmıştır.
kaynak:nkfu
Claude Monet, Fransız ressamdır. (Paris 1840 – Giverny 1926). 1859’da Paris’te Akademie Suisse’de resim öğrenimine başladı. Burada C. Pissarro ile tanıştı ve dostluk kurdu. 1962’de Le Havre’da Çalıştı. Paris’e döndükten sonra A. Renoir ve A. Sisley ile dost oldu ve onlarla birlikte açık havada çalıştı. 1870’ten sonra Argenteuil’de çalıştı, çok geçmeden açık hava ressamlığının ve izlenimciliğin (empresyonizm) öncüsü oldu. 1874’te bir limanın sabah sisleri arasından görünümünü yansıtan Impression, Soleil Levant (İzlenim, Güneşin Doğuşu; 1872, Paris Marmottan Müzesi) tablosuyla Salon’a kabul edilmeyen otuz ressamın Nadar fotoğraf atölyesinde açtığı sergiye katıldı. Bir eleştirmenin Monet’nin tablosunun adını özellikle gülünç bulması ve sergiye katılan tüm ressamlardan “izlenimciler” diye söz etmesi üzerine, bu tanımlama onların adı olarak kalacaktı. Monet, 1882’ye kadar izlenimcilerin tüm sergilerine katıldı. 1883’ten başlayarak bugün müze olan Giverny’ deki evinde (Paris’in kuzey batısında) yaşadı. Framoz’nun çeşitli yörelerine, Londra ve Venedik’e kısa süreli geziler yaptı. 1889’da Rodin ile birlikte Paris’ te başarılı bir sergi açtı. 1876-1878 arasında yaptığı Sain-Lazare Garı dizisinden sonra 1892-1895 arasında Katedraller dizisini oluşturdu. Giverny’deki evinin bahçesindeki beyaz nilüferler, 1899’dan yaşamının sonrasına kadar uğraştıran tek resim motifi ve ışık araştırmalarının doruk noktası oldu. 1923’ten sonra görme duyusunu kısmen yitiren sanatçı ölene kadar çalışmayı sürdürdü. Geliştirdiği kısa fırça darbesi tekniği ile doğrudan doğruya yan yana sürülen tamamlayıcı renklerle ışığın geçici oyunlarını yansıtma olanağı buldu. Geç dönem resimlerinde (Thames Irmağı, Venedik, nilüferler) somut nesneleri her şeyi kapsayan ışık hareketi yararına giderek eritti. Monet’nin resimlerinin en büyük koleksiyonu Louvre’ın İzlenimciler Müzesi’ndedir. 8 duvar resminden oluşan Nilüferler Dizisi (1915-1924) Tuileries’nin Orangerie’sindedir.
Öteki eserleri: Argentuil’de Yelkenli Yarışı (1872; Paris, Louvre) Şemsiyeli Kadın (1875; ay.y), Kayık (1887; Paris, Mormottan Müzesi), Kayıkta Genç Kızlar (1887; Tokyo, Ulusal Modern Sanat Müzesi), Günbatımında Soğuk Havada Saman Yığınları (1891; özel kol.), Rouen Katedrali (1894; Paris, Louvre), Londra, Parlamento Binası (1904; ay.y.).
kaynak:nkfu
Mary Wortley Montagu; İngiliz kadın şair ve yazarıdır (Thoresby/ Nottinghamshire 1689 – Londra 1762). Soylu bir ailedendi. Latinceyi öğrenmek için çaba harcadı, arkadaşı Anne Montagu ile mektuplaşırken yazdıklarından etkilenen ağabeyi Edward Wortley Montagu’nun da gönlünü kazanarak onunla evlendi (1712), eşinin iş arkadaşlığını da yerine getirdi. Salonu ilgi çekici kişilerle doldu (1715 sonrası), eşi İstanbul’a elçi gönderilince birlikte geldi, Osmanlı başkentindeki yaşamın gözlem sınırları içine giren bölümlerini özel bir dikkat ve eleştiriyle dile getiren mektupları adını yaşatmaya yetti (1716-1718, II. Ahmet dönemi). Çiçek aşısının Osmanlılardaki uygulanış doğruluğunu görüp yurduna taşıması, şiirleriyle oyunları, bu dikkatli ve yetenekli yazarın öteki başarılarıdır. 1739’da eşinden ayrılıp İtalya’ya yerleştiği zaman kızı Lady Bute ile düzenli mektuplaşması da yazışmalarının ayrı bir bölümüdür. İlkin kızının yayımlattığı bu mektuplar (1763-1767) günümüzde yeniden bir araya getirildi. The Complate Letters Of Lady Mary Wortley Montagu (3 cilt. 1965-1967); Türkiye ile ilgili mektuplarını Ahmet Refik Altınay çevirdi (1933).
kaynak:nkfu