Sevgi dolu kalbi, hep gördüğümüz güçlü kadın rolleri ve artık erkeksi tavırları kendisiyle özdeşleştirmeyi başarmış kadın, Sezer Sezin.
Kim olduğuna ve bundan sonra ne olacağına karar verdiğinde daha çocuktu yaşı. Küçücükken bir anda tiyatro sahnesinde Kral’ın kızı olarak devleşiverdi ve yıllar sonra da hepimizin severek izlediği Şoför Nebahat oldu, Canımız Nebahat abla…
O erkeksi tavırlar, sert mizacı ve buna inat bakışının altından sızan sıcacık ışık hüzmesi ile o tam anlamıyla bir kadındı. Bize kendini sevdirmeyi bildi. Tek kötü yanı sinemaya erken veda edecekti, tıpkı erken başladığı gibi…
Sezer, 25 Ekim 1929’da İstanbul Eyüp’de doğduğunda anne ve babası ona Mesure Sezen adını verdi. Ama sanat yaşamına erkenden başlayacak olan Mesure, soyadını adı olarak kullanacaktı.
Sezer, ele avuca sığmayan çok yetenekli bir çocuktu. İlk ve ortaokula Eyüp’te gitti. Ancak bundan sonrasına devam etmedi. Okulu bıraktı. 90’ların furyası bunu gerektiriyordu sanırım. Yeteneği neredeyse ona yöneldi. Tıpkı dün yazdığım Harun Kolçak gibi.
Oyunculuğa ilgi duyuyordu. Bu sebepten tiyatroyla başladı ve bunun yanında bale dersleri de alacaktı.
İlk kez sahneye 1940’ta Eminönü Halkevi Tiyatrosu’nda çıktı. Henüz 11 yaşındaydı ve “Kral Oidipus” adlı oyunda Kralın kızını oynuyordu.
Henüz bir çocuktu ve hayat onun için erken başlamıştı. Bütün bunlar ona bir oyun gibi geliyordu belki. Ama ne olursa olsun, sonuçta adını Yeşilçam’a yazdıracaktı.
1944’te sinemaya ilk adımını attı. Bundan sonrası pek şenlikli olacak, herkes bu güzel kızı tanıyacaktı. İlk filmi 1944 yapımı “Hürriyet Apartmanı” oldu. 1945’te ise iki filmde oynadı, “Yayla Kartalı” ve “Köroğlu”. Küçük rollerde yer alıyordu. Bu bir bakıma çocuk yaşta olduğu düşünülürse, iyi bir şeydi. Yavaş yavaş, sağlam adımlarla ilerleyecekti.
Sezer, yine 1945’te Atilla Revüsü’nün “Bale Grubu”na katıldı. Bu gruptan Bakanların en büyük revüsü diye bahsediliyordu.
1946’da ise henüz 15 yaşında yeni yetme bir genç kızken “Vedat Örfi Bengü” ile birlikte “Sezer Tiyatrosu”nu kurdu. Bu tiyatro sadece bir yıl açık kalacaktı, ama nihayetinde bu cesur bir adımdı ve bu bir yıl boyunca da turneler yaptı.
Sezer, sinemada yükselişini 1948’de yani 17 yaşındayken yaşadı. 1948 yapımı “Damga” ile ciddi bir adım atmıştı. “Seyfi Havaeri”nin yönetmen koltuğuna oturduğu filmde Sezer, başrolü “Memduh Ün” ile paylaştı.
1949’da Lütfi Akad’ın yönettiği “Vurun Kahpeye” ile de herkesin tanıdığı ünlü biri olmuştu. Bundan sonra 1952 yapımı “Tahir ile Zühre” ve “Arzu ile Kamber” filmlerinde başrol oynadı.
Sezer, “Tahir ile Zühre” ve “Arzu ile Kamber” filminde Kenan Artun ile başrolü paylaştı. Film çekimleri için Bağdat’talardı ve filmde başlayan aşkın sonu evlilikle taçlandı.
Geri döndüklerinde, hiç zaman kaybetmeden hemen evlendiler. Bu evlilikten Sezer’in çocuğu olmadı. 1963’te de boşandılar.
Sezer Sezin, “Lütfi Akad, Memduh Ün, Atıf Yılmaz, Semih Evin” gibi Türk sinemasının önemli yönetmenlerinin en iyi çıkış yapan filmlerindeki isimdi.
Sanki oynadığı film çıkış yapıyor, yönetmenine de uğur getiriyordu. İşte tüm bu filmlerin toplamındaki başarısından ötürü Sezer Sezin’i, 1955’te “Film Dostları Derneği”, “Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu” ödülüne layık gördü
Giderek başarısını kanıtlıyordu Sezer. 1956’da kendisi gibi oyuncu eşi Kenan Artun ve İlham Filmer ile “Türk Eksport Film” şirketini kurdular ve bu şirketin prodüksüyonu ile 3 film çektiler.
Bu üç filmden biri olan “Kıbrıs’ın Belası Kızıl EOKA”, Kıbrıs sorununa değiniyordu ve bu konuda çekilmiş ilk filmdi. Ama Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan yumuşama ile film gösterimi fazla uzun sürmedi.
Bu hitap Sezer Sezin’in 1960’ta “Şoför Nebahat” isimli filmindeki rolünden sonra dillere pelesenk oldu. Hatta muhtemelen çoğumuz Sezer Sezin’i asıl bu rolle hahtırlar bugün.
Öyle ki, filmdeki Nebahat karakterinin erkeksi tavırlarını kendisiyle harmanlaması çok sevildi. Bundan böyle kendisine sonradan verdiği ismin yerini dahi alacak bir isim kazanmıştı, Şoför Nebahat.
Film çok beğenilmişti. Ee çok beğenilen şeylerin tadını damakta bırakmak olmaz. Bu sebepten 1964 – 1965’te iki devam filmi çekildi.
Sezer’in yıllar önce bir röportajında belirttiği üzere bu tipleme aslında “Atilla İlhan”a aitti. Ama Sezer’e de bir başka yakışmıştı. Zaten tüm sinema hayatı için şöyle bir genelleme yapabiliriz ki, Sezer Sezin hep güçlü kadın rollerindeydi. Sadece içlerinde “Şoför Nebahat” biraz daha fazla sevildi.
Sezer ikinci kez bu ödüle layık görülüyordu. Sadece bu sefer ödülü İzmir’den alacaktı. 1962’de oynadığı “Üç Tekerlekli Bisiklet” filmindeki başarısından dolayı, 1965 “İzmir Film Festivali”nde, “En Başarılı Kadın Oyuncu” ödülünü aldı.
Bundan başka bir de yabancı ortalığı olan bir filmde rol aldı. Sezer, 1963’te “L’immortelle” yani çevirisiyle “Ölümsüz Kadın” filminde oynadı. Bu film İstanbul’da çekiliyordu, ancak İtalyan – Fransız – Türk ortak yapımı bir filmdi.
Sezer Sezin, 1965’te ikinci kez Üner İlsever ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı oldu.
Sezer, eşiyle birlikte “Kadıköy İl Tiyatrosu”nu kurdu. Sevdiği adamları işine ortak etmeyi, onlarla beraber çalışmayı seviyordu belli ki.
Sezer, ilk önce 1967’de sinemayı bıraktı. 1970’lerin ortalarında da tiyatroya veda etti ve sonra da deri ticaretine atıldı.
Ama yine de sanat hayatı onu unutmadı. 1984’de “21. Altın Portakal Film Festivali”nde “Onur Ödülü” Sezer Sezin’e verildi. Yine 1993’te “12. İstanbul Film Festivali”nde “Jüri Onur Ödülü”ne layık görüldü.
O ne kadar oyunculuğu bıraktığını söylese de geçmişinin başarıları hala ödüllendiriliyordu.
Sezer Sezin 40 yıl sonra yeniden kamera karşısındaydı. Bir nevi jübilesini yaptı. 2007’de Safa Önal’ın yönetmen koltuğuna oturduğu “Hicran Sokağı” adlı dram filminde konuk oyuncu olarak rol aldı.
2008’de ise “Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali”nde “Sinema Onur Ödülü” ile ödüllendirildi.
2014’te Sezer Sezin yaşlılığa bağlı enfeksiyon tedavisi görmeye başladı. Bunun yanında Alzheimer de yakasına yapışmıştı.
Üç yıl boyunca devam eden tedavi sürecine dün yenik düştü. 20 Temmuz 2017’de yaşlılığı sebebiyle hayata gözlerini kapadı.
Güçlü kadın modelini canlandırdığı filmlerinin dışında, güçlüydü; yeryüzündeki her kadın kadar. Bize kendini sevdiren, erkeksi tavırlarıyla gönlümüzü çelen kadın, yolun ışık olsun.
Bu dünyadan güçlü, sevgi dolu bir kadın geçti. Adı, Mesure idi; Sezer idi; ama hepimize göre en çok Şoför Nebahat idi.
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bir çekirge kararlığında doğru sıçrayışlarla hayatını şekillendiren, 204 film ve 28 dizideki rollerin sahibi, kararlı adımlarla ünlenen adam, Fikret Hakan ya da gerçek adıyla Bumin Gaffar Çıtanak.
O şansıyla doğduğu ailesinin içinde kendi şansını yine kendisi yarattı. Kolay yolu seçmiş gibi görünürken aslında belki de yönünü daha zor olana çevirdi, kim bilir. Yine de o, üstlendiği her işin altından layıkıyla kalktı ve her zaman kendi doğruları için yaşadı.
Bu özelliği ile belki de özenilesi bir karakterdi…
Fikret, 23 Nisan 1934’te, tüm dünyanın şenlikle kutladığı o güne, Gaffar ve Fatma Belkıs’ın çocuğu olarak Balıkesir’de doğdu. O, her şeyden önce doğduğu günün çocuğuydu. Anne ve babası doğduğunda ona “Bumin Gaffar Çıtanak” adını verdi.
Eğitimli bir ailenin çocuğu olarak şanslı bir evde dünyaya gelmişti. Babası Edebiyat Öğretmeni, annesi de Başhemşireydi. Onun bu güzel çiftten öğrendiği çok şey olacak, ancak yine de Fikret kendi yolunda yürüyecekti.
Babası Gaffar Bey, Balıkesir’den Galatasaray Lisesi’ne atandığında ailecek İstanbul’a taşındılar. Artık hayatı burada şekillenecekti. İlk ve orta eğitiminden sonra liseye geçtiğinde aklı başında ve ne istediğine daha bu yaşlardan karar veren bir delikanlıydı.
Lisede gazetecilik merakına düşmüştü. Yazdıkları ve araştırdıkları da azımsanacak şeyler değildi. O dönem Abdi İpekçi, Halit Kıvanç gibi yaşıtlarıyla bir arada İstanbul Ekspres Gazetesi’nde röportajlarını ve küçük öykülerini yayınladı. Ancak erken yaşta kazandığı para ona tatlı gelmeye başlamıştı. Giderek okuldan daha da uzaklaştı. Sonunda Taksim Lisesi’nden ayrıldığında henüz 16 yaşındaydı.
Fikret okulu henüz bırakmıştı ki, gazetecilik serüveninin yanına bir de tiyatro sahnelerini ekledi. Okulu bırakmasıyla ilk kez sahneye çıkışı aynı zamana denk geliyordu. İlkez,1950’de “Üç Güvercin” operetinde palyaço rolüyle “Ses Tiyatrosu” sahnesindeydi. İşte o gün aynı zamanda adını “Fikret Hakan” olarak değiştirmeye karar verdi. Önsezisi kuvvetli bir gençti belli ki, dolu dolu bir hayat onu bekliyordu.
Bundan sonra yaşamını özgür düşünceleriyle şekillendirecek, hayat okulunda yoğurulacaktı.
Tiyatro sahnesindeki varlığından hoşnuttu Fikret, kendine verdiği yeni isimden de. “Ses Tiyatrosu, Cep Tiyatrosu, Küçük Sahne, Çığır Sahne, kendi kurduğu Sahne 8 ve Fikret Hakan Tiyatrosu”nda 1980 sonuna kadar sahneye çıktı.
Kendisini çok güzel tanımlıyordu: “Hayatımda üç sıçrayış yaptım; Babıali (Gazetecilik), Pera (Tiyatro) ve sinema”
Erken yaşta gazetecilik girişimiyle başladığı hayatında bahsettiği üçüncü sıçrayışı, 1953’te “Köprüaltı Çocukları” adlı sinema filmi oldu. Bu filmin ardından “Beyaz Mendil, Gelinin Muradı, Dokuz Dağın Efesi” ve “Üç Arkadaş” geldi.
Fikret Hakan, sinemada da aranan bir yüz olacağını kanıtlamıştı. Para kazanmaya başladıkça yaşam şeklini ve anlayışını da değiştirdi. Artık gece hayatı yaşamının bir parçası olmuştu örneğin ve sosyetenin kadınları da giderek ünlenen bu gencin etrafında şen kahkahalarla dolanıyordu.
1958’de askere gitmek için verdiği ara hariç sürekli sinema oldu hayatında. Ama artık onu daha yoğun bir çalışma temposu bekliyordu. Çünkü 1960’da oynadığı “Yılanların Öcü” ve “Karanlıkta Uyananlar” adlı sosyal içerikli sinema filmlerinden sonra artık neredeyse tanımayan, bilmeyen kalmamıştı Fikret Hakan’ı.
Yılda 15 film derken bu sayı 20’lere çıkmıştı ve Fikret yazmak yeteneğinden giderek uzaklaşıyordu. Hatta “Değil yazmak, uyumaya bile zaman bulamıyordum” şeklinde açıklayacaktı yıllar sonra bu günlerini.
Artık Fikret Hakan’ın yönü daha çok sinemaya dönmüştü.
Fikret Hakan evlendi
Herkesin kendisinden bahsettiği bir ünü yaşıyordu Fikret Hakan. Bahsettiğim gibi kadınlarla da arası daha iyiydi artık. Öyle ki kadınlarla ilişkileri flörtle sınırlı kalmayacak, birçok evlilik yapacak ve nihayetinde Yeşilçam’ın en çok evlenen aktörü olarak anılacaktı.
Bir sevgilisi vardı Fikret’in, Neşecan Paşmak. Neşecan’ın diğerlerinden farkı, 1962’de kızları Elif’i dünyaya getirmiş olmasıydı. Bu olay karşısında tüm gözler Fikret Hakan’a çevrilmişti, evlilik haberi bekleniyordu.
Çok zaman geçmeden gerçekten de evlilik haberi geldi, ama evlendiği kadın Neşecan değildi. Fikret Hakan, Valikonağı Caddesi’ndeki evinde tüm gözlerden uzakta yıldırım nikahı ile evlenmişti. Bu kişi Lale Sarı idi. Ancak bu evlilik 1 yıl bile sürmeden bitti.
Fikret, ikinci evliliğini 1963’te ünlü bir isimle yaptı; Semiramis Pekkan. O dönem en az Fikret Hakan kadar bahsediliyordu Semiramis Pekkan’dan.
İki ünlünün evliliğiydi yaşanan ve sadece 66 gün sürebildi. Üstelik yine gözlerden uzak bir nikahtı. Hoş dördüncü evliliği dışında hepsini bu şekilde gerçekleştirdi.
Fikret Hakan’ın sanat hayatı dolu dolu bir serüvendi. Kendisini tanımlarken kullandığı o üç sıçrayışın arasına 45’lik plaklar ve sunuculuk da sığdıracaktı.
Biz onu en çok aktör olarak tanımış olsak da, o bizim tanıdığımız Fikret Hakan olmak için kendini tanımladığı yollardan geçip de geldi. İşte bu süreçte onurlandığı ödüller de aldı.
1965’te “Keşanlı Ali Destanı”ndaki performansı için “Antalya Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı. Aynı ödülü bir kez daha 1968’de “Ölüm Tarlası” filmi ile de alacaktı.
1970’te ünlü yönetmen Peter Collinson, başrollerini Tony Curtis ve Charles Bronson’un paylaştığı “Paralı Askerler” filmi için Türkiye’ye geldiğinde Türk oyuncular için bir fırsat doğdu. Çünkü yönetmen filmin tamamını özellikle Türkiye’de çekmek istiyordu.
Bu fikre karşı ilgi de büyüktü. Hal böyle olunca “Şan Tiyatrosu” oyuncu seçme yarışması düzenledi. Bu yarışmanın sonunda “Fikret Hakan, Aytekin Akkaya, Erol Keskin, Salih Güney” gibi isimler başarılı bir performans sergileyerek ilk elemeyi geçmiş oldular ve sonunda büyük rolü kapan isim, Fikret Hakan oldu. Fikret Hakan bu dönemde artık sadece oyuncu değil, yönetmen ve yapımcı kimliği ile de boy gösteriyordu.
Fikret’in İngilizcesi çok zayıftı, ama mimikleri çok kuvvetliydi. Uyumlu dudak hareketleriyle “Albay Ahmet Elçi” rolünün hakkını vermeyi bilmişti. Özellikle yönetmenin ilgisini fazlasıyla çekmişti. Peter Collinson’un gözünde uzun yıllar Hollywood’da bulunmuş oyunculardan farksızdı. Bu güzel izlenimlerin sonucunda Fikret Hakan’ın daha başka projelerde bulunmak için teklif alması da kaçınılmaz oldu.
Ancak çekilen bu film zamanın koşullarına yenik düştü. İstanbul, İzmir, Nevşehir yörelerinde çekilen film, çekim öncesi zamanın sansür kurulu tarafından ince eleyip sık dokundu ve sonunda gösterimi Türkiye’de yasaklandı. Bu durum da haliyle Türkiye – Hollywood arasındaki bağları zayıflattı. İngilizce zaten en büyük engeldi ve nice yetenekleri gölgede bırakmaya yetiyordu.
İşte bu sebepten Fikret Hakan, teklifin cazibesine aldırmadı ve Türkiye’de kalmayı tercih etti. Salih Güney de filmde Fikret Hakan’ın oynadığı Albay Ahmet Elçi’nin yardımcısı rolünü hiç İngilizce bilmediğinden konuşmadan oynadı. Hal böyle olunca diğer yapımlar için de bir teklif almadı.
Fedailerden birini oynayan Aytekin Akkaya ise çok az göründüğü sahnelerde ilgi çekmeyi başarmış ve İngilizce öğrenmesi koşuluyla teklif almıştı. Ancak kurslara zaman ayıramayan Aytekin Akkaya da Türkiye’de kaldı.
Bir Hollywood macerası da böylece sonlandı.
Fikret, üçüncü evliliğini kendisinin ilk evliliğinden önce bir çocuk sahibi olduğu Neşecan Paşmak ile yaptı. Valikonağı Caddesi’nde gizli saklı, iki şahit eşliğinde bir yıldırım nikahı daha gerçekleşti. Fikret ve Neşecan evlendi. Ancak 1 yıl sonra boşandılar.
Bu Fikret’in dördüncü evliliği olacaktı. Aynı zamanda gözlerden uzak durma çabası sarfetmediği ilk ilşkisi. Hümeyra, dönemin ünlü pop yıldızıydı. Hümeyra ve Fikret, 1971’de evlendi. Ancak bu evlilik sadece bir ay sürdü.
Yıllar sonra bir itiraf şeklinde “Asla Unutmadım” adlı kitapta yazdı bu aşkı Fikret Hakan; şöyle anlatacaktı içindeki pişmanlığı: “Hümeyra ile öyle tutkulu bir aşk yaşamıştık ki bir daha da öyle tutkulu bir şey yaşamadım. O büyük aşkta kıskançlıktan katil bile olabilirdim. Bu nedenle Hümeyra’ya şiddet uyguladım. Attığım o yumruğu ben de unutamadım, o da unutmadı. 37 yıldır bunun pişmanlığını yaşıyorum. Hatalıydım. Hatasız kul olmuyor.
Hümeyra güzel bir kadın değildi. Ama güzelliğin çok ötesindeydi. Karizmatikti, beni çok derinden etkiledi. Şimdi havaya girecek. Yine asılıyor mu diye düşünecek. Bana hala kızgın olduğunu biliyorum. Öfke duyduğunu biliyorum… Hümeyra hala çok güzel.”
Bundan sonra Fikret Hakan, uzun bir süre evlenmedi. 1989’da Fatma Zeynep Mirgün ile beşinci kez evlendi. Bu evlilik 1991’e kadar devam etti ve Fikret Hakan’ın son evliliğiydi.
Fikret Hakan oyunculuğundan sonra haneye bir de şarkıcılığı ekledi. 1971’de gazino sahnelerinde şarkı söylemeye başladı. Bu dönemler Yeşilçam için en verimli zamanlardı. 1960 ve 1970’lerde “Sadri Alışık, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik” gibi birçok isim sinemanın yanında plak da dolduruyordu.
İşte bu dönemde Fikret Hakan da o isimler arasına katıldı ve birkaç 45’lik doldurdu. Sesi konusunda da en az oyunculuğu kadar başarılıydı.
Art arda “Cemo / Dedikleri Gerçek İmiş (1972 ), Kardaşlar orkestrası “Löberde / Dostun Gülü (Radyofon Plak 1974 ), Aşk Uğultusu / Sancı (Yavuz Plak 1975)” plaklarıyla sesini duyurmuştu.
1975 ve sonrasında bir dönem Yeşilçam’da seks furyasını doğurdu. Buna dahil olmak isteyen isimler olduğu gibi kaçanlar da vardı. Fikret Hakan, kaçma yanlısıydı, 1977’de Valikonağı Caddesi’ndeki evini satıp Marmaris’e yerleşti. Burada geçimini teknecilikle sağladı ve dönemin bitişiyle 1980’de sinemaya geri döndü.
Artık yeniden setlerdeydi ve oyuncu arkadaşları ile bir aradaydı. Bir gün Türk sinemasının altı jönü bir projede buluştu. “Fikret Hakan, Göksel Arsoy, Cüneyt Arkın, Ediz Hun, Kartal Tibet, ve İzzet Günay”, “Feyzan Ersinan Top”un kitabı “Asla Unutmadım”da unutamadıklarını anlattı.
Fikret Hakan’ın en ilgi çeken yazıları “Çolpan İlhan” ve “Hümeyra” ile ilgili olandı. Hümeyra’nın bölümünü biraz önce aktardım.
Çolpan İlhan ile ilgili olan kısım ise şöyleydi: “Çolpan İlhan’la nişanlıydık. Askere giderken, Baylan Pastanesi’nin önünde Çolpan’ı, Sadri Alışık’a emanet ettim. Sivas’ta askerliğimi yaparken, Çolpan’dan mektup geldi. Mektupta ‘Biz Sadri’yle evleniyoruz’ yazılıydı. Çok şaşırdım. Büyük bir acı hissettim. Çolpan’la güzel şeyler yaşamıştık. Ardından da birçok filmde oynadık. Asla da bir gün ‘Neden?’ diye sormadım. Hiç bir şey olmamış gibi davrandık. Birbirlerini gerçekten sevmişler demek ki bu evlilik Sadri ölünceye kadar devam etti.”
Yeşilçam jönlerinden olan Fikret Hakan’a Kültür Bakanlığı tarafından 1998’de “Devlet Sanatçısı” ünvanı verildi. Sonrasında da Fikret Hakan, İstanbul Kültür Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Ömrü başarısına başarı eklemekle geçti Fikret Hakan’ın. Aldığı ödül ve ünvanlarla hep onurlandırıldı. 13 Kasım 2009’da da Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fikret Hakan’a Karşılaştırmalı Edebiyat Anabilim Dalı’ndan, “Fahri Doktor” ünvanı verdi.
Fikret Hakan son zamanlarda Akciğer kanseri tedavisi görüyordu. Tüm düşünceleri, duygularıyla artık hasta yatağındaydı.
Nefesi yoruldu ve Fikret Hakan 11 Temmuz 2017 gecesi saat 02:00’da hayat veda etti. Bu taze ölüm tüm sevenlerini ve oyuncu arkadaşlarını yasa boğdu.
Yolun ışık olsun adam…
Bu dünyadan, her sıçrayışınla, iyi ki geçtin…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Lumière kardeşler, Auguste Marie Louis Nicolas (19 Ekim 1862, Besançon, Fransa – 10 Nisan 1954, Lyon) ile Louis Jean (5 Ekim 1864, Besançon, Fransa – 6 Haziran 1948, Bandol), ilk film yapımcıları arasındadırlar.
Lumiére kardeşler ilk özel sinema sunumlarını ise 22 Mart 1895 tarihinde, halka açık olan ve izleyiciden ücret alınan ilk gösterimlerini Paris’te Salon Indian Du Grand Café’de 28 Aralık 1895 tarihinde gerçekleştirmişlerdir.
Tarihe geçen bu genel sunum, Lumiére kardeşlerin ilk filmi olan Sortie des Usines Lumière à Lyon (Lumiére Fabrikasından Çıkan Işçiler) ve bir trenin istasyona yaklaşmasını kesit alan (bu tren filmi izleyenleri o kadar etkiledi ki izleyiciler yerlerinden kalkıp salondan dışarı cıkmak istediler)filmin de aralarında bulunduğu on kısa metrajlı filmden oluşuyordu.
Her film 17 metre uzunluğundaydı ve yansıtıcı ile çevrildiklerinde 46 saniye sürüyorlardı.
Lumiére kardeşlerin, ilk filmlerini, gösterim yılıyla aynı olan 1895’te, Léon Bouly’nin bir yıl önce patenti alınan sinematograf cihazı ile kaydettikleri düşünülmektedir. Daha sonra Lumiére kardeşler tarafından da geliştirilen sinematograf, filmlerin kaydedilebildiği, düzenlenebildiği ve yansıtılabildiği bir cihazdı.
Bioskop’un mucitleri Max ve Emile Skladanowsky, bir ay önce (1 Kasım 1895) para ödeyen bir topluluğa hareketli görüntü sunumu yaptıkları halde, sinema tarihçileri Lumiére kardeşlerin Grand Café’deki sunumlarını sinemanın gerçek doğuşu olarak kabul ederler.
Çünkü Skladanowsky kardeşlerin çift sistemli film yansıtıcıları oldukça kullanışsızdır ve yerini kısa sürede sinematografa bırakmıştır.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Korku kitapları ve filmlerine benim gibi belirli bir mesafe uzaklıktan bakıyorsanız dahi en az birini okumuş ya da izlemişsinizdir. Öyleyse her hâlükârda Stephen King’den bir şeylere rastlamışsınız demektir.
Kariyeri boyunca “Hayvan Mezarlığı”, “Kujo”, “Sadist” gibi birçok korku romanına imza atarak ülkemizde de hatırı sayılır bir hayran kitlesi oluşturan King’in, bunun yanında masalsı bir fantezi kitabı olan “Ejderha’nın Gözü” ve “Kara Kule” gibi eserleri en çok ilgi görenler arasındaydı.
“Esaretin Bedeli” ve “Yeşil Yol” gibi başyapıt kabul edilen sinema filmlerinin de yazarı o. Hayran olmamak, sevmemek ne mümkün. Her koşulda her bir kalbin ince bir noktasına dokunmayı öyle güzel başarmış ki… Kuşkusuz en büyük başarısı işte bu yöndeydi; Stephen King, “sinematografik roman” tarzındaki çalışmalarıyla dokunmadık kalp bırakmadı…
Ve bugün 71 yaşına girdi. Cümlelerin etkisinde ve bambaşka bir kafayla geçmiş 71 yıl… Ama iyi ama kötü günler geçirdi elbet; her insan kadar. Onu, başkalarından ayıransa, sadece bakmıyordu, görüyordu da. Onu bize bunca sevdiren de, gördüklerinden sonrasını bizimle paylaşması oldu…
İyi ki doğdun Stephen King…
Korku dolu nice yaşlara…
Stephen, 21 Eylül 1947’de, ABD’de Portland, Maine’de, Nellie Ruth Pillsbury ve Donald Edwin çiftinin oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ailesi, ona “Stephen Edwin King” adını verdi. gözlerini açtığı hayat, ona, her insana yaptığı gibi bazen sevinç, bazen gözyaşı getirecekti…
King çifti boşandığında Stephen, henüz 2 yaşındaydı ve kardeşi David ile birlikte annesinde kaldı. Anne ile baba arasında mekik dokuyan o çocuklardan biriydi. Hem uzayan yollar, hem başa çıkmak zorunda kaldığı ikiye bölünmüş duygularıyla attı adımlarını. Annesi Portland Maine, babası da, Indiana Fort Wayne’de yaşıyordu.
Annesi ve David ile Durham’a taşındığında ise, Stephen, 11’indeydi. Lise bitene kadar süren eğitimini burada tamamladı. 1966’da artık üniversite için bir tercih yapması gerektiğinde, Orono Maine Üniversitesi’nde, Bilim okumaya başladı…
Stephen’i yazmaya teşvik eden, babasına ait olduğunu öğrendiği H. P. Lovecraft’ın “The Lurker Of The Threshold” öykü kitabı idi. Bu kitabı, bir yaramaz çocuk edasında evlerinin tavan arasında bulmuştu. Üzerinde de bir iblis resmi vardı.
Okuduğunda öylesine etkilenmişti ki, anne ve baba arasında ikiye bölünmüş hayatında Stephen, içinden çıkamadığı her bir duygunun çözümünü yazmakta buldu. İlk hikayelerini yazmaya başladığında, 16’sında gencecik bir delikanlıydı. Başkalarının okumaya başlaması için henüz zamana ihtiyacı vardı; ama belli ki bu durum ona iyi geliyordu. Üstelik yetenekliydi de.
Yazdığı bu hikayeleri yayımlamak için 1967’de bir fırsat doğduğunda, ilk profesyonel kısa öykü satışını, “The Glass Floor” adını verdiği öyküsüyle, Starling Mystery Stories’e yaptı.
1970’de üniversiteden mezun olduğunda ise, iş bulamamıştı; bir laboratuvarda geçici olarak gördüğü bir işe başladı. Bir yandan da yazmaya devam ediyordu. Artık dergilerde de yayımlıyordu hikayelerini. İşte bir hikayeci olarak tanınmaya da bu sırada başladı…
Bu arada ilk yazmaya başladığında “Richard Bachman” adını kullanıyordu. Bu imza ile yazdığı ilk kitaba “Rage” adını vermişti; sınıf arkadaşını silahla vuran bir lise öğrencisini anlatıyordu. Ancak daha sonra Jeffrey Lyne Cox adlı bir lise öğrencisi, sınıf arkadaşlarını esir aldı ve bu kitaptan etkilendiği ortaya çıktı. Buna benzer bir olay üç kez daha tekrar edince, bu kitabın Amerika’da bir daha basılmamak üzere yasaklandı.
Stephen King, daha sonra kendi kimliğiyle yazmaya karar verdiğinde, Bachman’ı, kanser sebebinden ölümüyle emekliye ayırdı.
(Stephen King ve ailesi – 1979)
Stephen ve Tabitha Spruce, üniversitede tanıştı. Belki ses getirmiyordu; ama özünde sakin ve tutkulu bir aşk doğmuştu aralarında.
1970’te üniversiteden mezun olduktan bir yıl sonra bu aşkı evlilikle taçlandırdılar. Bu evlilikten Owen ve Joe Hill adını verdikleri iki oğulları ile Naomi adını verdikleri bir kızları oldu.
“Televizyon fena değil, ona karşı değilim, ama insanı dünyadan koparıp yalnızca kendi camına bağlamasını sevmiyorum. En azından o bakımdan radyo daha iyiydi”. Bu cümle, Stephen King’in “Yeşil Yol” sinematografik romanından. Gerçekten de böyle düşünüyordu aslında. Öyle ki, Tabitha ile Maine’deki evlerinde kendi kurdukları üç radyo istasyonu vardı…
Üniversiteden sonra hemen iş bulamamıştı; ancak hikayeleri vardı. Tabii onlar da bir yere kadardı. Neyse ki 1971’in sonunda Main’de bulunan Hamden Koleji’nde öğretmen olarak çalışmaya başladı. Elbette yazarlık konusunda kendini geliştirecek yollar aramaya da devam ediyordu.
Yazmayı sürdürdü ve nihayet 1973 baharında “Carrie” (Göz) adını verdiği ilk romanını yayımladı. Aslında Carrie’yi öncelikle bir hikaye olarak kaleme almıştı. Sonra nedense memnun kalmadı ve kaldırıp attı. Ancak sevgili karısı Tabitha, hikayedeki potansiyeli görmüştü. Stephen’i yazmaya devam etmesi konusunda yüreklendirdi. Bu roman, işte böyle ortaya çıktı. Basılacağı sırada da Stephen, elbette romanını karısı Tabitha’ya adadı.
Resmi olarak atılmış bu büyük adımla artık daha da özgüvenliydi. Romanı çıkar çıkmaz yenisini yazmaya başlamıştı bile. Bunun için Colorado’ya taşındı ve “Shining” (Medyum) adını verdiği romanını tamamladığında, ki bu bir yıl sürmüştü, tekrar evine, Maine’ye döndü. Yıl dolmadan üçüncü romanı “The Stand”i de (Mahşer) yayımladı.
Daha sonra BBC’ye verdiği bir röportajda açıklayacaktı ki, o güne dek yarattığı karakterler içinde kendisine en yakın olanı, “Medyum” romanındaki “Jack Torrance” idi. Romanını yazdığı sıralarda, kendisi de tıpkı Jack gibi, sürekli içiyordu. Yazdığı dönemi yansıtan en belirgin özellik buydu.
Evet, 80’li yıllar, Stephen’in alkole düşkün olduğu zamanlardı. Hatta “The Onion”, yayınladığı bir makalede, Stephen King’in “Şeffaf” adlı romanını nasıl yazdığını hatırlamadığı iddiasında bulundu. Stephen, bu iddiayı kabullenmiş, sadece o değil, “Kujo” da dahil nasıl yazdığını hatırlamadığı birçok romanı olduğunu itiraf etmişti…
Yazarlıkta sağlam adımlarla ilerleyen Stephen, maddi açıdan da iyi duruma gelmişti. 1977’de yeni bir eve taşındılar. Şehir değiştirmediler, ancak evleri bir öncekinden çok daha iyiydi.
1980’den sonra da, kendini tamamen yazarlığa adadı. Adeta seri üretimde bir makine gibiydi. “The Dead Zone” (Çağrı), “Fşrestarter” (Tepki), “Pet Sematary” (Hayvan Mezarlığı), “The Dark Half” (Hayatı Emanet Karanlık), “Needful Things” (Ruhlar Dükkanı), “Rose Madder” (Çılgınlığın Ötesi), adını verdiği birçok roman ve hikayesini art arda yazdı.
1981’de, “Dance Macarebe” adını verdiği eserini yayımladı. Dilimize çevrilmeyen bu eser, Amerikan Edebiyat ve Sineması’nda korkunun nasıl işlendiğini karşılaştırmalı analizlerle ayrıntılı bir şekilde anlatıyordu. Bu eseriyle “Hugo B. N. Ödülü”ne layık görüldü. 1999’da da, “Bag of Bones” adlı romanıyla da, “Bram Stoker Ödülü”nü kazandı.
Her zaman kimsenin görmediğini gören gözü sayesinde böylesine başarılı ilerliyordu kuşkusuz Stephen. Mesela ünlü romanı “O”daki dehşet saçan palyaçoyu ortaya çıkarırken, Mc Donalds’ın maskotu, Ronald Mc Donald’dan esinlenmişti…
En merak uyandıran serisi “The Dark Tower”i (Kara Kule) ise, 1982’de yazmaya başladı. Büyük yankı uyandıracak eserlerin hazırlık aşaması hiç kuşkusuz meşakkatli oluyordu. Stephen, bu seriyi 2004’te tamamladı.
1967’de resmi olarak başlattığı yazarlık kariyerine bugün hala devam eden Stephen, edebiyata 60’tan fazla roman ve hikaye kazandırdı. Bu eserlerin öylesine etkileyici bir yönü vardı ki, birçoğu beyaz perdeye uyarlandı. Uyarlamalarla birlikte dizi veya film haline getirilmiş öyküleri de 70’i aştı…
İlk sinema uyarlaması, 1976’da Brian dfe Palma tarafından çekilen “Carrie” idi. En çok bilinenlerinden ilki ise, 1980’de çekilen, yönetmen koltuğunda Stanley Kubrick’in bulunduğu “Shining” oldu. Ardından en çok beğeni toplayanlar arasında, 1990’da “Misery”, 1994’te “The Shawshank Redemption”, 1999’da “Green Mile” (Yeşil Yol) – ki başrolünde Tom Hanks vardı – 2004’te “Secret Window” (Gizli Pencere) – başrolde Johnny Deep – 2007’de “1408” – başrolde John Cusack ve Samuel Jackson – yine 2007’de “The Mist” geldi.
Sinema ve TV sektörü için adeta bulunmaz bir madendi o. Hal böyle olunca, adı en zengin yazarlar arasında anılıyordu. Neredeyse bütün kitaplarının dilimize çevrilmesi ve alt yazılı filmler ile Stephen King, edebiyatımızda bir parçamız oldu. Öyle ki Türkiye’de hayran kulüpleri dahi kuruldu. Onun roman ve filmlerini böylesine çekici kılan, orta sınıfın saygın insanlarının sessiz dünyasını, şehir merkezinden uzak kasabaların doğasını, inançlı kimseleri ve daha nicesini en ufacık bir ayrıntıyı dahi atlamadan anlatıyor olmasıydı. Şehrin karmaşasından kopmuyor, ama gündelik yaşamı da ihmal etmiyordu. Böylece Amerika toplumunu tam kalbinden fethediyordu. Evrensel yaralara bastığı parmak, kuşkusuz onun sesinin daha geniş coğrafyalarda yankılanmasını sağlamıştı. Bazen de coğrafya tek başına kader olmayabiliyordu işte. İnsan ulaşmak istediği coğrafya ile kendi kaderini, kendisi yazabiliyordu.
Bir Başak Burcu’nun nelere ne kadar takıntılı olabileceğinin sınırı yok kuşkusuz. Stephen King de, Triskaidekafobi ile başı dertte olanlardan. Ancak bu takıntı onun hayatına öyle bir yerleşmiş ki, Stephen, 13 sayısından kesinlikle korkuyor. Bu korkusunu ise, şöyle açıklıyor:
“13 sayısı söz konusu olduğunda omurgamda aşağı yukarı hareket eden o ürperti asla geçmez. Yazarken 13. ya da 13’ün katı olan bir sayfaya geldiğimde asla durmam, ‘güvenli’ bir rakama kadar yazmaya devam ederim. 13 yerine 12 adım atmış olmak için evimin merdivenindeki son iki basamağı tek adımda çıkarım. Okurken 94., 193., 382. ya da rakamları toplamı 13 yapan hiçbir sayfada durmam”.
Stephen King, 2002’de, kendisini tekrar ettiğini düşündüğü için yazarlığı bıraktığını açıklamıştı. Tabii hayal gücü hala işliyordu ve yazmayı durduramazdı. Elbette yaptığı açıklamasına aldırış etmeden yeni eserler vermeye devam etti. Son olarak 2016’da, “End Of Watch”ı yayımladı.
Belli ki Stephen King yazmaktan hiç vazgeçmeyecek. Kuşkusuz biz de onu okumaktan ve hayal gücünün hayatımıza katacaklarını beklemekten…
Gerilim ve korkuyu hayatımıza nakşetmiş, hayal gücü gözlerinden fışkıran, alanında uzman kimliğiyle bir Stephen King geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
O bizim “Damat Feritimiz”… Tatlı dilli, güler yüzlü, yakışıklı mı yakışıklı Yeşilçam’ın göz bebeği oyunculardan biri; en sevdiklerimizden. Bugün ölümünün birinci yıl dönümü.
Sevgi, saygı ve özlemle anmak istedim…
…
Ve bir yıl daha geçti bile…
Özlemle…
Tarık 13 Aralık 1949’da İstanbul’da annesi Yaşar Hanım ve babası Hüseyin Yaşar Bey’in üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ebeveynleri ona “Tarık Tahsin Üregil” adını verdi. Bir ablası ve bir abisi vardı.
Babası subaydı ve görevi nedeniyle Tarık, Erzurum Dumlupınar’da çocukluğun yaşadı. İlkokula burada başladı. Ancak babasının tayini Kayseri’ye çıkınca taşındılar ve Tarık, ilkokulu burada tamamladı. Babasının mesleğinden kaynaklı disiplinli ve göçebe bir çocukluk yaşadı.
Babası emekli olduğunda Tarık ortaokul çağına gelmişti. Emeklilikten sonra İstanbul Bakırköy’e taşındılar. Tarık, ortaokul ve lise eğitimini burada tamamladı.
Üniversite eğitimi için Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü tercih etti. Buradan sonra İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi.
Tarık, 1970’de “Ses” dergisinin düzenlediği “Sinema Artist” yarışmasına katıldı ve birinci oldu. Artık sinema için ilk adımını atmıştı ve ardı başarılarla dolu bir şekilde gelecekti.
1971’de ilk kez kamera karşısına geçtiğinde “Filiz Akın” ve “Ekrem Bora” başroldeydi. Tarık, “Emine” filmiyle oyunculuk kariyerine başladı.
Ama oyunculuk yolculuğu başlamadan önce Tarık, Bakırköy plajlarında cankurtaranlık yaptı. Bir yandan da sokaklarda işportacılık yapıyordu.
Gönlü artık sinemadan yanaydı, ancak sinema sektörünün iyi gitmediği 1978 – 1981 yılları arasında buradan para kazanamayacaktı. Bu süreçte de ticari taksi alarak kiralama sistemi ile ticaret yapmaya devam edecekti.
Tarık, yönetmen koltuğunda “Mehmet Dinler”in oturduğu, başrollerini “Fatma Girik” ve “Münir Özkul”un paylaştığı 1971 yapımı “Solan Bir Yaprak Gibi” filminde “Murat” karakteri ile Yeşilçam’a merhaba dedi. Bu filmden sonra da adını “Tarık Akan” olarak kullanmay aabaşladı. Ayrıca yine bu yıl “Vefasız”, “Melek mi Şeytan mı?” adlı filmlerde rol oynadı.
Bundan sonra her şey çok hızlı gelişti. 1972’de ilk başrolünü “Hülya Koçyiğit” ile “Beyoğlu Güzeli” filminde oynadı.
1970’te “Ertem Eğilmez” ile tanışmak ona “Ferit” karakterini getirdi ve Tarık, ailemizin Damat Ferit’i oluverdi. Adı Ertem Eğilmez’in her filminde “Ferit” oldu. Bu, Ertem Eğilmez’in ölen oğlunun adıydı. Bu yüzden her filminde “uzun oğlum” diye sevdiği tarık ile oğlunun adını yaşatacaktı…
Giderek Yeşilçam’ın aranan yakışıklı oyuncularından biri oluyordu ve başrolleri paylaştığı kadınlar dönemin hem en ünlü hem de en güzel kadınlarıydı. Tarık, “Türkan Şoray” ile ilk başrolünü de “Sisli Hatıralar”da oynadı; yıl 1972 idi.
Tarık, 1972 yapımı “Suçlu”da oynadığında ödüllendirileceği ilk büyük başarısını da yakalamış oldu. Yönetmen koltuğunda Mehmet Dinler oturuyordu ve başrolü “Fatma Belgen” ile paylaşmıştı. Ayrıca film, Tarık’ın oynadığı ilk romantik komediydi.
Bu film, 1973’te Tarık Akan’a “Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü kazandırdı.
Artık oyunculuğu da tescillendiğine göre, Tarık kesinlikle ünlüydü. Uzun boyu, çekici tavırları ve gözden kaçmayacak yakışıklılığıyla Tarık kısa sürede uzun bir yol yürümüştü…
Tarık, artık başarısına başarı katıyordu. 1972’de oynadığı “Sev Kardeşim” filminde “Adile Naşit, Münir Özkul, Hulusi Kentmen ve Hülya Koçyiğit” gibi güzel isimler de yer alıyordu. Yine aynı yıl “Tatlı Dillim” filminde “Filiz Akın” ile başroldeydi ve bu film aynı zamanda “Kemal Sunal”ın ilk filmiydi. Aynı zamanda kadroda “Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe” gibi isimler de vardı.
Güzel ve başarılı kadın oyuncularla başrol paylaşmaya da devam ediyordu Tarık. 1972’de “Emel Sayın” ile ilk başrolünü “Feryat” filminde oynadı. Yine de eminim sizin de aklınızda bugün hala “Yalancı Yarim” var Emel Sayın ve Tarık Akan denilince. O naiflik, gözünün ondan başka kimseyi görmeyişi, aşkın sel olup akıp gidişi…
1973’teki isim ise “Necla Nazır”dı ve film de “Umut Dünyası”. 1974’te de “Hale Soygazi” ile “Oh Olsun”…
Her filmi bir başka güzeldi, eminim hepiniz için Yeşilçam filmleri öyledir. Ama yürekleri dağlayan bir film vardı hani, çok bilinen. Hasta küçük kardeşin çok istediği televizyona hepimiz ağlamışızdır içli içli. Çünkü film hakkını vermişti ve gözyaşlarımız boşuna değildi. Yeşilçam klasikleri arasına girdi ve en iyi drama filmlerinden biri oldu.
Evet, “Canım Kardeşim”. 1973’te “Halit Akçatepe” ve dönemin çocuk oyuncusu “Kahraman Kıral” ile başrolü paylaştılar bu filmde.
Nasıl ki “Yalancı Yarim” unutulmazsa, Emel Sayın ve Tarık Akan bir arada düşünüldüğünde “Mavi Boncuk” da hemen gelir akıllara. Hatta unutulmaz replikleri ve oyuncu kadrosuyla muhtemelen ilk sırayı çeker.
Özellikle Emel Sayın’ın kaçırıldığı sahne hafızalara adeta kazındı. Emel Sayın’ın “yalnız benim için bak yeşil yeşil” diye söylediği o şarkı… “Ben bu dertten ölürsem söyle küçük bey” diye içlenişi… Kemal Sunal’ın “soğuktan kapında donabilirim”leri…
Ah bu filmler, iyi ki vardı…
A bu arada heyecana kapılıp filmin içinde kaybolmuş da tarih bile vermemişim. “Mavi Boncuk”, 1975’te çekildi ve Yeşilçam’ın en iyi filmlerinden biri olarak gösterildi. Bunu söylemek için kadrosu bile yeterliydi çünkü: “Adile Naşit, Münir Özkul, Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe…”
Gösterime girdiği anda hasılat rekorları kıran ve serisi çekilen o mükemmel filmden bahsetmeden olmaz tabii; “Hababam Sınıfı”
1975’te “Ertem Eğilmez” yönetmenliğinde çekilen film ile her rolde beğendiğimiz Tarık, artık “Damat Ferit”ti. Her karakteri ayrı değerli, her sahnesi ayrı komik film, bugün bile sıkılmadan izlediğimiz klasikler arasında.
Şahsına münhasır karakterler oyuncuların üzerine yapışıp kaldı adeta: “Hafize Ana, Kel Mahmut, İnek Şaban, Güdük Necmi, Tulum Hayri, Hayta İsmail…”
Yeşilçam’ın en iyi romantik komedilerinden biri kabul edildi “Ah Nerede”. Filmde “Gülşen Bubikoğlu” ve Tarık Akan başrolü paylaşıyordu. 1975’te vizyona girmiş ve hasılat rekorları kırmıştı.
Çünkü kadın dünyalar güzeliydi ve adam çok yakışıklıydı. Nice hatalar yapmış, ama dönüp doğruyu bulmuştu. Zehra’dan sonra her şey başkaydı ve doğru olan ne varsa o yaşanmalıydı. Yani hayatın ta kendisiydi, aşkın ta kendisi…
Adam sonunda bir binanın tepesine çıktı ve “Seni seviyorum Zehra” diye atladı. Demek ki istenilen aşk böyle bir şeydi ve biz işte bu duyguyu pek sevdik. Bu yüzden “Ah Nerede” en iyi romantik komediler arasına girdi…
1976’da Yeşilçam’ın neredeyse bir araya toplandığı bir kadro ile bir film çekildi; “Bizim Aile”. Gerçekten de bir Türk ailesi vardı ekranda. Sevgi sonsuzdu.
Ne mutlu ki, Tarık da işte bu kadrodaydı. Bugün bile hala keyifle izlenen film, klasikler arasındaki yerini aldı.
Tarık, oynadığı romantik komedilerle büyük bir ün kazanmıştı. Üstelik bu rollere de çok yakışıyordu. 1976’dan sonra ciddiyetle bir karar aldı ve uyguladı. Artık romantik komedi çizgisinden ayrılıp daha ciddi rollere soyunmaya karar verdi ve henüz 28 yaşındaydı.
İlk iş imajını değiştirdi, bıyık bıraktı. Bir yandan eski tarzına da devam etti, ama ruhunun asi olduğuna karar vermiş ve yeteneğini daha başka filmlerde göstermeye karar vermişti. Ama bunun da hakkını verecekti.
Bıyıklı haliyle oynadığı ilk film, “Baraj” oldu; bir dram, gerilim filmiydi. 1978’de “Cüneyt Arkın” ile oynadığı “Maden” filmi büyük başarı elde etti. Yeşilçam tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyordu.
1978’de çekilmeye başlanmış, 1979’da vizyona giren bir “Zeki Ökten” yapımı olan “Sürü” filminde “Tuncel Kurtiz” ve “Melike Demirağ” ile başrolü paylaştı. Büyük ses getiren bu film de Yeşilçam’ın en iyileri arasına girmeyi başarmıştı. Ancak bu kez tek ödül bu değildi. 12 Ekim 2011 “Altın Portakal Film Festivali”, “Geç Gelen Altın Portakallar Gecesi”nde “En İyi Film Ödülü” aldı. Filmin ödülü tam 31 yıl sonra verilmişti. Çünkü 12 Eylül Darbesi yaşanmış ve 1980’de ödül gecesi yapılamamıştı.
1978’de “Fikret Hakan” ile başrol paylaşma şansı oldu. “Demiryol” adlı bu film, “Altın Portakal Film Festivali”nde 4 dalda ödül aldı. En İyi Erkek Oyuncu ödülü Fikret Hakan’ın oldu.
12 Eylül dönemi birçok alanı olduğu gibi Yeşilçam’ı da yavaşlatmıştı; çok az film çekiliyordu. Tarık da bu sebepten bu süreçte hiçbir filmde rol almadı.
1981’de “Müjde Ar” ile başrol paylaştığı “Deli Kan” filmi ile geri döndü.
Darbeden sonra Almanya’da yaptığı bir konuşmadan dolayı Türkiye’ye döndüğünde tutuklandı ve 2,5 ay cezaevinde kaldı. 31 Mart 1982’de beraat etti.
1982’de yönetmenliğini “Yılmaz Güney ve Şerif Gören”in yaptığı “Yol” filminde “Şerif Sezer” ile başrolü paylaştı. Oldukça ses getirdi. Dönemin yaşananlarını konu alıyordu. Bu filmin yeri ayrıydı. Çükü dünyanın en prestijli ödül törenlerinden biri olan “Cannes Film Festivali”nde en önemli ödül olan “Altın Palmiye”ye layık görüldü. Bu Türkiye için bir ilkti. Böylece dünya çapında izlenmeye başladı, ancak bu sefer de 1983’te Türkiye’de gösterimi yasaklandı. 1999’a kadar da bu yasak devam etti.
1984’te “Zeki Ökten”in yönetmenliğindeki “Pehlivan” filminde oynadı Tarık. Bu film ona “21. Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü getirdi.
Artık sert mizacı iyice oturmuştu yüzüne. Her film ayrı bir başarı demekti. Tarık Akan asla unutulmayacak oyuncular arasına çoktan girmişti…
Onca filmin arasında elbette bir de özel hayatı vardı. Gözler önünde olan yakışıklı bir erkekti ve onun yanında olmak için can atacak çok kadın olurdu. Ancak onun gönlü Yasemin Erkut’u seçti.
Tarık ve Yasemin 1986’da evlendi. Bu evlilikten aynı yıl “Barış Zeki Üregül” adını verdikleri oğulları geldi dünyaya. 1988’de de “Yaşar Özgür ve Özlem Üregül” adını verdikleri ikizleri…
Ancak yine de evlilikleri uzun sürmedi. Tarık ve Yasemin 1989’da boşandı.
Tarık, 1990’da Acun Günay ile birlikte yaşamaya başladı ve bu birliktelik o ölene dek sürdü…
Tarık, 90’larda daha az sinema filminde görüldü, ancak yine de vardı. Ancak bir yenilik vardı. Artık Tarık Akan, televizyon dizilerinde de görülecekti.
1992’de ilk kez “Taşların Sırrı” adlı dizide çıktı seyircisinin karşısına, bir yıl sürdü. Sinema filmleri de devam ediyordu bir yandan, sadece eskisi kadar sık değildi.
2000’e geldiğinde oyunculuğa 2 yıl ara verdi ve 2002’de sinemaya geri döndü. Yine sadece sinema değildi, bir yandan da TRT 1’de yayınlanan “Koçum Benim” adlı gençlik dizisinde oynuyordu.
Bir de “Vizontele” klasikleri var. “Yılmaz Erdoğan” filmlerinden “Vizontele Tuuba”da “Güner Sernikli” rolüyle yer aldı.
2009’da en son “Yol” filminde birlikte rol aldığı “Şerif Sezer” ile bir kez daha “Deli Deli Olma” filminde tekrar karşılaştı ve bu film de oldukça iyi bir hasılat elde etti. Ayrıca bu film Tarık için ayrıca değerliydi. Çünkü filmde gençliğini oğlu “Barış Zeki Üregül” oynuyordu…
Tarık, ömrüne 111 sinema filmi ve 4 dizi sığdırdı. İşte bunların yanına bir de kitap iliştiriverdi. Zamanında darbe döneminde ne yaşadıysa onu kaleme aldı ve 2002’de yayınladı.
Kitabı da tıpkı filmleri gibi ilgi çekmişti. Otobiyografi dalında yazdığı “Anne Kafamda Bit Var” onlarca baskı sattı.
Artık iyiden iyiye yaş alıyordu ve bir de üstüne akciğer kanseri olmuştu. Sonra tam akciğer kurutuldu derken kanser karaciğere de sıçradı.
16 Eylül 2016’da hayata gözlerini kapadı, 66 yaşındaydı.
Bugün ölümünün yıl dönümü. Tam 1 yıldır yok. Böyle sevilen insanlar hiç ölmüyor aslında ya da insan pek anlayamıyor. İstediğin her an bir filmiyle karşında olabileceğini bilmenin verdiği bir his belki de bu. Ama sonuç olarak o artık hayatta değil ve bir yıl geçti bile…
Zaman gerçekten de çok acımasız. Sanki daha dün ölüm haberini görmüşüm de boğazıma düğümler dolanmış gibi… Hangimizin çocukluk aşkı değildi ki yarattığı karakterler, hangimiz gülüşüne tutulmadık…
Dili, dini, ırkı, inanışı ne olursa olsun insan dediğin başka; ama sanatçı dediğin bambaşka… Bizden farklı olanı sevmemeye hep meyilli yürekler taşıyoruz. Oysa ki hayat senden farklı olanla çeşitlenip güzelleşiyor…
E o zaman Sevgili Damat Ferit, canım Tarık Akan, nurlarda uyu…
Hep yaptığım kapanışlar gibi, bolca özlem ekleyerek bir ucuna, diyorum ki, bir Tarık Akan geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Onun için pop yıldızlarının sahip olduğu türden bir şöhrete sahip olduğu söyleniyor. Öyle ya J. K. Rowling, sadece kitap yazarak dolar milyarderi olmuş ilk yazar.
Kuşkusuz Joanne, büyücülük dünyasının farkında olmadığı, evine gelen bir davetiye üzerine sıkıcı hayatından uçarak uzaklaşan çocuğu yazarken, bu hikayeye çok da uzak değildi. Tüm bu his, bu yazdıkları, onun hayatı ve hayalleri arasında bir yerdeydi. Hayalini kurduğu o hayatı yazmıştı Joanne ve küçük büyük herkesin kalbine dokunmuştu. Çünkü aşinası olduğu bu hayatın samimisiydi.
Zorlu geçen şu çocukluk yıllarına bir selam çaktı ve yeni bir yola çıktı Joanne. Bir kere geldiği şu hayat, biraz da onun rotasından geçmeliydi. Nihayet her şey umduğu gibi ilerlediğinde, Joanne, artık kıskanılan o isim olmuştu. Büyük Britanya Kraliçesi’ne bile fark atacak bir servete, yapmaktan mutlu olduğu yeteneği sayesinde kavuştu: Yazmak.
52 yıl önce bugün dünyaya gelen Joanne, dünyaya geliş sebebini bulmuştu belli ki. O zaman iyi ki doğdun J. K. Rowling! Hayal gücümüze bir Harry Potter kattığın için teşekkürler…
(Annesi ve kardeşi ile)
Joanne, 31 Temmuz 1965’te, Chipping Sodburry, İngiltere’de, Anne Volant ve Peter’in çocuğu olarak dünyaya geldiğinde, ailesi ona “Joanne Kathleen” adını verdi.
Çilli suratı, tombul vücudu ve şişe dibi gözlükleriyle Joanne, silik bir çocuktu. Hangi spor aktivitesine katılsa başarısız olurdu ve belki de bu sebepten her zaman içine kapanıktı. Bir çocuk olarak onu en mutlu eden şey Di diye hitap ettikleri küçük kız kardeşi Dianne ile Wye Nehri kıyısında keşif gezilerine çıkmaktı. İşte bu geziler, onun hayal gücünü geliştirecekti.
Liseyi Wyedean Comprehensive’de okudu ve ardından yüksek öğrenimi için Exeter Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı’na kaydoldu.
Eğitim hayatını tamamladığında Londra’ya yerleşti. İki dil biliyordu; İnsan Hakları Örgütü’nde sekreter olarak çalışmaya başladı…
Peki ya tüm bunların zamana yayılan duygulu kısmı?
Joanne, ilk hikayesini kardeşi Di için yazmış ve ona Tavşan adını vermişti. Henüz 6 yaşındaydı…
Kardeşiyle şu çocukluk yaşlarında en çok istedikleri şey canlı bir tavşanları olmasıydı. İşte bu istek ateşledi hayal gücünü. İnce espriler ve biraz da umut yüklü hikayesinde Di, bir tavşan deliğine düşüyor ve tavşan ailesi onu çileklerle besleyerek misafir ediyordu…
Bu hikaye, Joanne’nin ilk emeğiydi.
Okula başladığı zamanlar Joanne için tam anlamıyla kabus günleriydi. Bir kere Rowling ailesi, kızlarının doğduğu yerden, Winterbourne’ye taşındı. Joanne gibi özel bir çocuğu ilk etkileyen şey bu olmuştu.
İkincisi sınıfındaki çocuklar. Üçüncüsü ve en etkilisi de, öğretmeni Bayan Morgan. Joanne, Bayan Morgan’dan fena halde nefret ediyordu. Çünkü Bayan Morgan, öğrencilerini kendince zeka kapasitelerine göre hak ettikleri yere oturtuyordu ve bu durum Joanne’ye ziyadesiyle korkunç geliyordu, ki öyleydi de.
Joanne, yeni okulundan nefret ediyordu. Oturduğu sıra öğretmen kürsüsünün en sağındaydı ve bu zekanın en gerisinin onda olduğu anlamını taşıyordu. Ezildiğini fazlasıyla hissederek geçen zor bir yılın ardından Joanne ikinci yılında nispeten akıllı bir sıraya terfi ettiğinde kendini bir nebze daha iyi hissediyordu. Ancak bu durum da çok uzun sürmedi. Bu kez de arkadaşlarının hedefindeydi; kıskançlığa, öfkeye bulanmıştı her yanı…
Rowling, İngilizcede “yuvarlanan” anlamına gelen Rolling sözcüğüyle kafiyeliydi ve bu çocuklar için mükemmel bir malzemeydi. Çünkü Joanne’nin soyadı demekti ve Joanne tombul bir çocuktu. Onun o yuvarlanan görüntüsü, belli ki diğer çocukları çok eğlendiriyordu.
Bir de “Potter”ler vardı. Joanne’nin dahil olduğu arkadaş gurubunda bulunan biri kız biri erkek iki kardeşin soyadıydı bu. Kendisiyle soyadıyla ilgili dalga geçiledursun, onlar Joanne’nin gözünde kusursuz bir soyadına sahipti.
Elbette her üç çocuktan biri buna benzer bir hikaye yaşıyordu. Çünkü çocuklar acımasızdı. Onlar sevginin safını bildiği gibi kalp kırmanın da, öfkelendirmenin de safını biliyordu. Joanne’nin de bu soyadı macerası bir yana, Potter soyadı, duyduğu hayranlık onunla uzun yıllara uzanacak ve hatta şöhretli bir yazarlık serüveninin kapılarını açacaktı…
Joanne, ilkokuldan sonra Wyedean Okulu’na devam etti. İstisnasız her teneffüs kendisi gibi okulun pek popüler olmayan kesiminden olan arkadaşlarını çevresine toplar ve onlara hikayelerini anlatmaya başlardı. Bu hikayeler, gerçekte yapmaya asla cesaret edemeyeceği şeylerdi.
Sonra zaman ilerdi. Joanne büyüyordu ve büyürken ilk iş kavanoz dipli gözlüklerinden kurtuldu. Artık kontak lens kullanıyordu. Yıllar sonra bu konuda tatlı bir de itirafta bulunacaktı Joanne. Şükürler olsun ki gözlüklerini çıkarmıştı. Böylece lensler, en çok o gözlüklü zamanlarında suratına yumruk yemek üzerine geliştirdiği paranoyasının önüne geçecekti.
Tüm ergenlik zamanlarında Joanne için en özel eylem yazmak oldu. Sürekli yazıyor, ancak kesinlikle kimseyle paylaşmıyordu. Başlangıç olarak sadece gözlüklerinden sıyrılmıştı, yoksa çekingen yanı onun yansıyan ruhu olmaya devam ediyordu.
Bu sırada üniversite seçimi zamanı gelmişti. Ailesine göre en doğru karar Exeter Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı idi. Ailesinin yönlendirmesi ile üniversite tercihi de bu şekilde sonuçlandı; Joanne Exeter Üniversitesinden mezun oldu.
Büyük bir hata olarak değerlendirdiği bu tercih için ise çok sonra şöyle bir değerlendirmede bulunacaktı: ‘‘Onlar, yabancı lisanın, iyi bir sekreterin kariyerinde elzem olduğu fikrinden yola çıkıyorlardı. Oysa bir türlü organize olmayı beceremeyen bendeniz, bu dünyada sekreterlik yapabilecek son kişiyim’’.
Sekreterlik Joanne’ye göre bir meslek değildi işte. Uzun süren toplantılarda not tutma görevinden çoktan sıyrılmış oluyor ve elindeki not kağıtlarına hayal dünyasındaki hikayeleri karalamaya başlıyordu. Hal böyle olunca bu sekreterlik işi pek uzun sürmedi.
Yıllar sonra bu kısa süreli işin güzel tarafını da açıklayacaktı. Bu süreç ona hikayelerini daktilo ile yazma imkanı vermişti ve bu Joanne için bulunmaz nimetti.
Sekreterlik mesleğini zirvede bırakmıştı ve şimdi yeni bir iş yapması gerekiyordu. Ancak yazarlık işini de iyiden iyiye kafasına taktığından edebi çalışmalarını sürdürmesine imkan tanıyacak bir iş de olmalıydı. Bunun üzerine eğitici olabileceğine karar verdi ve İngilizce Öğretmeni olarak Portekiz’e gitti.
Yazıyor, yazıyor ancak bir türlü beğenemiyordu. Çok kötü bulduğu için kimselere göstermediği iki romanını yok etmişti. Onu tanıyacağımız Harry Potter aksine bu iki romanı, yetişkinler için yazmıştı.
(İlk eşi ve kızı)
Joanne, Portekiz’de, televizyon muhabirliği yapan, bu ülkenin vatandaşı Jorge Arantes ile tanıştı. Çift 16 Ekim 1992’de evlendi ve 27 Temmuz 1993’te Joanne, anne oldu. Kızlarına Jessica adını veren çift, 1995’te boşandı.
Artık bekar bir anneydi. Boşanma aşamasında kız kardeşine de yakın olmak için Edinburgh’a taşındı. İlk kitabını işte burada bulunan Nicolson’s Cafe adlı bir kafede yazdı. Bir yandan da Edinburgh Üniversitesi’nde yüksek lisansa başlamıştı ve 1996’da mezun oldu.
Sadece kızı, kitabı ve okulu arasında geçen yıllardan sonra Joanne, 26 Aralık 2001’de, Neil Murray adında bir doktorla Pertshire’deki evinde küçük bir törenle evlendi.
2001 yılı aynı zamanda Harry Potter roman serisinin film serisine dönüşmeye başladığı yıl oldu. Harry Potter ve Felsefe Taşı yayınlanan ilk filmdi ve kuşkusuz kitaplarının satışına da katkısı büyük olacaktı.
Bu evlilikten 23 Mart 2003’te David adını verdikleri bir çocukları oldu. Joanne’nin üç çocuğu olması gibi bir hayali vardı. 23 Ocak 2005’te Mackenzie Jean adını verdikleri kızıyla bu hayali de gerçekleşmiş oldu.
(Kafenin bugünkü kullanımı)
Joanne, Manchester’den Londra’ya bir uzun tren yolculuğunda düşürdü kalbine Harry Potter’in karakterini. Hemen kafasında hikayenin peşine düştü. Çünkü Harry’i çok net bir şekilde gördüğüne emindi. Onun kesinlikle bir büyücü olduğunu biliyordu ve büyücülük okulunun nasıl bir yer olduğunu hayal etmeye başladı. Raylar üzerinde hızla dönen tekerler, hızın gücü… Şu anda her şey onun için ilham kaynağıydı. Öyle ki bu yolculuk sona erdiğinde Joanne trenden inerken karakterlerin çoğunu planlamıştı ve 7 kitaptan oluşan bir roman serisi yazacağının biliyordu.
Müthiş bir heyecan sarmıştı bedenini. Kuşkusuz bu Joanne’nin hayatında yaptığı en anlamlı yolculuktu. Fikrini hemen hayata geçirdi. Elbette öyle karar verdiği an kadar kolay olmayacaktı. Romanını yazmak için oturduğu kafelerde ona eşlik eden bir küçük bebeği vardı. Romanını yazarken, masanın yanına yerleştirdiği pusetinde uyuta uyuta büyüttü küçük kızını Joanne ve Felsefe Taşı 5 yılın sonunda bitti. Bu sürenin 4 yılı içinde hem çalışıyor hem de serinin diğer kitaplarının konusunu düşünüyordu. Kuşkusuz kızından sonra hayatının en değerli varlıkları olacaktı.
Sırlar Odası 2 yılını alacaktı, ki hala öğretmenlik yapmaya da devam ediyordu bu sürede. Azkaban Tutsağı ise 1 yıl sürecekti. Giderek daha da profesyonelleşmekti bu galiba. Joanne’nin en hızlı yazdığı kitabı ise, Ateş Kadehi olacaktı.
Kitaplar her ne kadar çocuk kitabı kategorisinde basılsa da, yıllar sonra bu seriyi herkes okumaya başladığında “Kitaplarda yer alan tamamen bana ait bir espri anlayışı” diye açıklayacaktı yetişkinlerin de yadsınamayan ilgisini. İyiyle kötünün mücadelesini düşünerek kurguladığı bu hikaye, yaş fark etmeksizin herkesin beğenisini kazanacaktı…
(Hermione)
Bir röportajında ona fikirleri nereden bulduğu sorulduğunda, “Keşke fikirleri nereden bulduğumu bilseydim, gider orada yaşardım” diye yanıtlamıştı Joanne. Yine de bilmemekten memnundu aslında. Belki de büyüsü buradaydı. Bazen bir şeylerin açıklamasını bildiğinde gizemli olduğu zamanlardaki kadar ballı lokma tatlısı olmayabiliyordu. Bu hayatın Joanne’ye geri yansımasıydı; aynadan aksinin muntazam yansıması. Bu işin eğlencesinin bozulmaması en doğrusuydu.
Yine de karşı konulmaz bir istekle, en çok Harry, Hagrid ve Profesör Lupin ile tanışmak istiyordu. Kurguladığı kötü karakterler de dahil hepsini çok seviyordu elbet. En nötr kalabildiği ise, Hermione idi. Çünkü onu zaten tanıyordu; Hermione, kendi çocukluğuydu…
Yazmak için geçirdiği 5 yılın lezzetini de yadsıyamazdı elbet Joanne; ama bütün bu serüven boyunca en mutlu olduğu an, kuşkusuz yazdıklarının basılacağını öğrendiği o muhteşem andı. Joanne, fenomen bir yazar olmak üzereydi.
Joanne, belki hayalinin bile ötesinde bir şöhrete kavuşmuştu. Kavanoz dipli gözlüklerinin, tombul vücudunun intikamını alır gibi hissetmiş miydi acaba hiç?
Adı ilk kitabının basımında yayımcısının fikri ile J. K. Rowling şeklinde yer aldı. Çünkü yayınevi erkek okuyucuların, kadın bir yazarı okumaktan çekineceğini düşünüyordu. Yazarın erkek olduğu izlenimini uyandırmak okunmasını sağlayacaktı. Yayınevi bile Joanne’nin bu kadar okunacağını muhtemelen tahmin edemezdi. Çünkü Harry Potter serisi tüm dünyada 400 milyon sattı…
Joanne, Charles Dickens’ten sonra, ilk kez kapılarda ucu bucağı görünmeyen kuyruklar oluşturan bir yazar olmuştu. Katıldığı okuma günlerinde bile tablo giderek ilginçleşebiliyordu. Çünkü söz konusu J. K. Rowling olduğunda, bu küçük okuma etkinliği, 16 bin kişinin doldurduğu stadyumlara taşınabiliyor, dev ekranlara ihtiyaç duyulabiliyordu.
Öyle ki bu şöhret giderek Joanne’yi bunaltan bir hal alıyordu…
Bu sıkılma aşamasını şöyle anlatmıştı Joanne: ‘‘İlk iki sene, başıma gelenleri idrak etmeye çalışmakla geçti. Epey zorlandım. Şimdilerdeyse, bütün bu patırtının günün birinde biteceği düşüncesiyle avunmaya çalışıyorum’’.
Aslında bu şımarıklık değildi. Sadece Joanne, kafelerde yazarken kendini rahat hissediyordu ve bundan mahrum kalmak istemiyordu, hepsi bu.
Galiba hepsi en sevdiğimiz kitaplar hakkında hissiyatımızla ilgili. Hepimiz okuduğumuz kitaplar bizim için yazılmış olsun istiyoruz. Joanne de kendisine hayıflanan küçük bir kızdan sonra daha net anlamıştı bu durumu. Edinburgh’daki bir imza günündelerdi ve yanına yanaşan küçük kız: “Burası neden bu kadar kalabalık?” diye söylendi Joanne’ye. Çünkü küçük kıza göre Harry Potter sadece onun kitabıydı ve bu kadar insanın burada olması anlamsızdı.
Ancak hayat yine de bazı alışkanlıkları döngüsü içine alma konusunda ustalığını gösteriyordu. Zaman geçti, J. K. Rowling, kendi içine bürünmek istedikçe artan şöhretine alışmanın yollarını buldu. Neyse ki Edinburgh’daki insanlar bu konuda onu çok zorlamıyordu…
Joanne, kitaplarının muhteşem satışlarından sonra kitap yazarak dolar milyarderi olan ilk yazar olarak tarihe geçti. Ayrıca bunun yanında onun için Birleşik Krallık’ın en zengin kadını olarak da anılıyordu.
Edindiği bu servetle Uluslararası PEN Kulübü’nü kurdu.
Parmaklarıyla bütünleşen kalemindeki sihre inanan Joanne hala yazmaya, üretmeye devam ediyor. Hayallerde yaşamanın sağlıklı olan yanını keşfetmenin huzuruyla da muhtemelen hep yazmaya devam edecek.
Sınırsız hayal gücü ile büyüleyen, küçük büyük herkesin sevgilisi bir J. K. Rowling geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün 90’larda tanıdığımız yüzlerden biri, Ciguli, öleli 3 yıl olmuş. Bildiğim tek şarkısı “Binnaz” sanırdım, meğer hakkında ne çok şey biliyormuşum. Eminim sizlere de öyle gelecek.
Çocukluğumda haliyle şarkılar şimdiki kadar anlamlı değildi. İnsan çocukluğunda fark edemediği duygularıyla “Çalgıcı karısı Binnaz” diyen bir şarkıya anlam yükleyebiliyormuş. Aslında insanın duyduğu özlem, nasıl geçerse geçsin, çocukluğunaymış. Biyografi yazmaya başladığım günden beri beğendiğim ya da beğenmediğim sanatçı diye bir şey kalmadı; yazdıkça sevdiğim “insanlara” dönüşüyorlar. Öyle ki, sanki yıllardır Ciguli hayranıymışım da, bir benim haberim yokmuş gibi… E hadi o zaman, bir açın da klibini izleyin, onu, şarkısını dinleyerek analım, olmaz mı?
İnsan ne çok şaşıyor bazen; ama en çok kendine. Bizi buluşturan tüm notalara, izlediğimiz filmlere, okuduğumuz kitaplara minnetle…
Ruhun şad olsun adam…
Ciguli, 1957’de Bulgaristan’da beş çocuklu bir aileye doğduğunda ailesi ona resmi olarak “Angel Jordanov Kapsov” adını verdi. Oysa babası oğlunun adı “Ahmet” olsun istiyordu. Ama doğduğu yıllar Bulgaristan’da İslami ve Türkçe isimlere getirilmiş bir yasak vardı. Bu baskıdan dolayı oğluna vermek istediği ismi kayıtlara geçemedi. Yine de ailesi için evde hep Ahmet’ti.
Hayat içinde bir isme ait olamadan yaşayacaktı aslında. Çocukluktan akordeon çalmaya başlamıştı ve bunu çok iyi becermişti. Çok hızlı ve kıvrak hareketleri vardı. İşte bu yüzden ona, o dönem Bulgaristan’da popüler olan Sovyet AvtoVAZ firmasının ürettiği VAZ-2101 MODEL SEDAN arabanın daha çok bilinen adı, “Ciguli” (Zhiguli) verildi. Artık Ciguli olarak anılacak, öyle tanınacaktı… Ben de yazım boyunca ona, onu tanıdığımız isimle hitap etmeyi seçiyorum.
Babası Hüseyin Bey, hamallık, annesi de süpürgecilik yapıyordu. Babasını erken kaybettiler, Hüseyin Bey 1972’de öldü. Ciguli, 15 yaşındaydı. Ailesiyle birlikte hayata devam etmeliydi ve artık çalışmalı, eve para getirmeliydi. 11 yaşından beri ara ara düğünlere gider çalgıcılık yapardı. Bunu artık iş haline getirdi ve para kazanmak için daha çok çalışmaya başladı.
Eğitimi hakkında iki farklı bilgi edindim. İlki ilkokul 7. Sınıfa kadar okuduğu, ikincisi ise lise mezunu olduğu yönünde. Bu bir ikilem olabilir. Bence ilginç olan, Bulgarca yazmayı Türkçe okumayı öğrenmesi. Bu konudaki üzüntüsünü yıllar sonra gelmeyi çok istediği Türkiye’de bir röportajı sırasında şu cümleyle dile getirdi: “Ne yapalım, o dönem bize Türkçeyi okutmadı Bulgarlar”. Bu yüzden Türkiye’ye geldiğinde, o hep Bulgarca yazacak ve Türkçe’ye çevirisi yapılacaktı.
Türkiye’ye özlemle yıllarını geçirecek ve bir gün geldiğindeyse çok sevilecekti. Neyse ki gelecek ve yaşayacaktı…
Ciguli, 1974’te Ayten’le evlendi. Henüz 18’ini doldurmamış gencecik bir delikanlıydı. Evlilik hayatı da iş hayatı gibi erken başlamıştı. Ama pek sevdiler birbirlerini, güvendiler.
Bu evlilikten iki çocukları oldu. Ciguli, İbrahim Tatlıses ve Ferdi Tayfur hayranıydı. Bu yüzden çocuklarına “İbrahim ve Ferdi” adını verdi. En azından kendisi oğullarına Türkçe isim verebilmişti.
90’lar da Ciguli için zordu, ama hayatı değişecekti. Türkiye onun gözünde cennetti, İstanbul da masal şehri…
İlk iş pasaport çıkardı. Her anı ayrı heyecan dolu bir serüvendi bu Ciguli için. İstanbul otobüsüne bindiğinde sanki bunları yaşayan kendisi değilmiş gibi hissediyordu. Artık hayatı İstanbul’da yaşayacaktı. Henüz haberi yoktu, ama onu Türkiye tanıyacaktı.
Yıllar sonra bu ilk geldiği zamanları şu cümlelerle anlatacaktı: “O gece otelde kaldık; su var, banyo var, yumuşak yatak var… Hemen beni götürdüler bir düğüne. Bana o gece 50 bin lira verdiler. Nasıl sevindik biliyon mu?”
Yaşadıklarına inanamıyor, yaşayacaklarını da tahayyül edemiyordu. Üstü başı perişandı, ayağında kenarları yırtılmış pabuçlar… Ama bunları fark ettirmeyen kocaman bir gülümsemesi de vardı. Yaşadığı ne varsa içine bir yerlere istifliyor, daha da güleç oluyordu sanki.
İstanbul’da müzik hayatına 1991’de Çakıl Gazinosu’nda “Hülya Avşar”a akordeon çalarak gazino hayatıyla başladı.
Kaçınılmaz son olarak Ciguli de kendini Kumkapı’da buldu. Burada ilk günü çok eğlenceli geçmişti. İnsanlar kendisine çok gülüyordu. İnsanların gülüşleri o akordeon çalmaya başladığında dudaklarında donup kaldı.
Hint filmlerini çok seviyordu Ciguli ve bu filmlerden ince ince sesler çıkarmayı öğrenmişti; dinleyenleri donuk yüzü çözülmüştü. Kumkapı’da Üçler Restoran’da iş bulmuştu.
Kumkapı’da 8 yıl çalışacaktı.
Kumkapı meyhanelerinde çalıştığı zamanlarda akordeonuyla, sesiyle ve şen şakrak yüzüyle oldukça ilgi çekmişti. İlk albümünü aslında 1993’te yaptı. Ama albümü beğenmemişti, bu yüzden asla sahiplenmedi. Promosyon amaçlı bir klip çekilmek istendi, ancak klipte kadın rolünde olması bekleniyordu. Çünkü sesini incelterek kadın sesiyle söylemişti şarksını. Ama bunu kabu etmedi ve bu video klip asla çekilmedi.
İlk denemesi başarısız olmuştu, daha doğrusu hayal kırıklığıydı. Kumkapı’da çalışmaya devam etti. 1998’de İzmir Fuarı’na katıldığında müzik camiasında kendine bir yer buldu. Fuar’da “İbrahim Tatlıses ve Sibel Can”ın müzisyenliğini yaptı. Bu iki programda da sergilediği performansla en az onlar kadar ön planda olmuştu.
Uzaktan görünen ışık giderek yaklaşıyordu. Türkiye’nin ismini duyacağı zamanlara az kalmıştı.
İzmir Fuarı sonrası artık müzik camiasında duyulmuş bir adı vardı Ciguli’nin. Bu renkli keşif sonrası kaseti bir milyon satan albümü Ocak 1999’da geldi. Aslında kasetine kendi adını vermişti. Kaset bir ilaç gibi paketlenmişti ve üzerinde “Stres ve üzüntünün tedavisinde Ciguli” yazıyordu. Biliyordu, insanın en çok gülmeye,eğlenmeye ihtiyacı vardı.
Ama biz onu çıkış şarkısı olan “Binnaz” ile tanıdık.
“Çalgıcı karısı Binnaz,
Esnaf karısı Binnaz…”
Binnaz, Ciguli’nin klarnetçisi, “Gırnatacı Ahmet Babati”nin karısıydı. Belki de yaşayan bir şarkı oluşuydu onu dillere mühürleyen. Binnaz, özellikle renkli klibiyle çok dikkat çekmişti, hatırlayanlar vardır.
Binnaz klibinin ardından ikinci klip Eylül’de “Yapma Bana Numara” şarkısına çekildi. Bu şarkı da en az Binnaz kadar beğenilmiş, Ciguli’nin halk ile enerjisi tutmuştu.
Arkasında sabırlı bir bekleyiş barındıran bu hızlı giriş, Ciguli’ye “6. Kral TV Video Müzik Ödülleri”nde “En İyi Çıkış Yapan Erkek Sanatçı” ödülünü getirdi.
Ardından 2000’de “Horozum”, 2003’te “Sabır Yaa Sabır”, 2006’da “Ben Akordiyonum”, 2007’de “Tersoyum Safinaz”, 2010’da “Sensiz Kaldım Şimdi” albümlerini çıkardı.
Hiçbir albümü “Binnaz” kadar tutmadı, ama Ciguli de Binnaz da hiç unutulmadı.
Ciguli, aslında albümden önce kamera karşısına geçti. 1998’de Star TV’de yayınlanan “Bizim Sokak” dizisinde rol aldı. Fazlasıyla karakteristik bir yüzdü ekran için. 2003’te “Neredesin Firuze” adlı filmde müzisyen rolündeydi. 2004’te “Biz Boşanıyoruz” adlı dizideydi.
2012’de “Bu Son Olsun” filmindeki müzisyen rolü performansı dillere destan olmuştu. 2014’te “Olur Olur” ve “Limonata” filmlerindeydi.
Ali Atay’ın yönetmen koltuğuna oturduğu “Limonata” gösterime Ciguli aramızdan ayrıldıktan sonra, 24 Nisan 2015’te girecekti…
Ciguli, en son 2014 yazında, Açıkhava’da “Güldür Güldür” gösterisine konuk olarak çıktı. Yine yüzünde o kocaman gülüşü vardı. Tüm Açıkhava’yı bir kez daha “Binnaz” ile coşturdu; esprileri ile güldürdü.
Sonra bir sessizlik oldu sanki, birkaç ay süren. 31 Ekim 2014’te de Ciguli’nin Sofya’da geçirdiği kalp rahatsızlığı sonrası narkozun etkisinden çıkamayarak öldüğü haberi geldi. Sonrası uzun soluklu bir sessizlik… Bu kez, Ciguli’nin gülüşü hafızalarımızda dudaklarında donmuş şekilde kaldı. Doğduğu topraklara gömüldü…
90’ları ucundan kıyısından yakaladıysanız, “Bre Binnaz” diye pencerelerden yükselen o sesleri duyarak büyümüşsünüz demektir. Şimdi çok uzaklarda kaldığından mıdır bilmem, daha bir keyifli ve özlem duyulası geliyor. Çünkü bir şeyler yok olup gitmeden, insan değerini bilemiyor…
Öyle işte, içimde eskiye bir özlem; bir de kulaklarımda çınlayan “Bre Binnaz sen bu gece şaşırdın mı?” nidası…
Hayatı saran, acılarını saklayan gülüşüyle bir Ciguli geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Özgürlüğü sahnede buldu ve ondan vazgeçmeyecek kadar da cesaretliydi Al Pacino; her şeye rağmen. Annesine, babasına, hayata ve en çok da kendisine rağmen…
Onu öyle iyi tanıyorsunuz ki, hem hakkında hiçbir girizgah cümlesine gerek yok, hem de söylenecek ne çok söz var. Dahası onun hayatından öğrenecek ne çok şeyimiz var…
Yaralar alsak da kalkmayı öğrenmeliyiz mesela. Parçalanmış bir aileden yara alarak çıktıktan sonra da hayata tutunmanın birden fazla yolu olduğunu öğrenmeliyiz. İnsanın kendi gururunu, kendi inadını kırmanın yollarını arayacak kadar yüce gönüllü olabileceğini öğrenmeliyiz…
Hayatın herhangi bir aracı ile öğretecek ne çok şeyi var; önce bakmasını, sonra görmesini öğrenmeliyiz…
Al Pacino, 25 Nisan 1940’ta Doğu Harlem’de, Sicilya kökenli Salvatore ve Rose Pacino’nun tek çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ona “Alfredo James Pacino” adını verdiler.
Alfredo, aslında bir aşkın meyvesiydi. Babası bir sabah evi terk edip gitmeseydi, belki çok farklı bir çocukluk yaşardı. Bir sabah babası gitti, California’ya yerleşti ve annesi onu alıp Bronx Hayvanat Bahçesi yakınlarında yaşayan ailesinin yanına taşındı. Parçalanmış bir ailenin çocuğu olarak büyüyecekti.
Babasına kızgın bir çocuktu Al; neredeyse bütün enerjisini ona kızarak geçirdi. Araları hiçbir zaman iyi olmadı. İçini rahatlatan, daha az yara almasını sağlayan tek şey, babasının evi onun yüzünden terk etmediğiydi. Elbette çok üzgündü, çocuk aklıyla babasına karşı öfkeliydi. Ama yine de aldığı yaralar hayat içinde kendini kotaracaktı.
Utangaç bir çocuktu. Belki de yalnızlığın getirdiği bir utangaçlıktı bu, içine kapanıyordu. Annesi varını yoğunu oğluna adamaya kararlıydı. Maddi manevi yatırımını ona yapacaktı. Al, henüz 3 yaşındayken Rose onu sinemaya götürmeye başlamıştı; neredeyse her akşam gidiyorlardı. Bir filmi seyredip eve döndüklerinde Al’ın yaptığı ilk şey, aynanın karşısına geçip beğendiği sahneleri canlandırmaktı.
Küçücük bedeniyle aynanın karşısında kendi kendine konuşuyordu ve bu anneannesini çok korkutuyordu. Bir süre sonra Al abartmış, anneannesi de o aynanın karşısına geçer geçmez oda değiştirmeye başlamıştı. Bir gün kızı Rose’yi karşısına aldı, “Al, bütün gün kendi kendine konuşuyor” diyerek endişesini anlattı. Ama Rose bunun bir sorun olduğunu düşünmüyordu, oğlunu teşvik etmesi gerektiğini düşünüyordu. Hayatının ilk 7 yılı, yalnızlığın portresi olarak duvarda asılı durdu.
Al’ın hayatında oyunculuk, yemek yemek, su içmek kadar doğal bir eylemdi. Kendi deyimiyle, “sinema salonuna doğmuş gibi” hissediyordu.
Küçükken bir şeyleri taklit etmeyi hepimiz severdik muhtemelen ve yaptığımız ne olursa olsun insanları güldürür. Oysa biz o anı ciddiyetle yaşıyoruzdur. İşte Al’ın ki de böyle bir şeydi. Henüz 6 yaşındayken “Lost Weekend”in neredeyse tamamını oynadığında, insanların kendisine neden güldüğünü anlayamıyordu.
Kendini ilk kez yine “kendisi” keşfetti. Bir gün, henüz 5 – 6 yaşlarındayken, yine aynanın karşısına geçmiş bir filmden kareler canlandırıyordu. Bir palyaço edasında durdu ve aynadaki suretine daha anlamlı baktı; 6 yaşında bir çocuk anlamlandırmasından öte olduğunu hissediyordu, bir şeyler fazlaydı. Sonra birden aynadaki yansımasına, gözlerinin içine bakarak, “Bu olamaz! Ben çok iyiyim. Kimse bu kadar iyi olamaz!” dedi. İşte bugünün Al Pacino’su, belki de o günün kararlığından doğacaktı.
Al’ın gözünde okul, arkadaşların olduğu, yalnızlığını gidereceğini bildiği bir masal diyarıydı. Ama oraya gitmeye başladığında pek de beklediği gibi çıkmadı. İyi yanları vardı elbette, artık yalnız değildi; ama okulun disipliniyle de bir türlü barış sağlayamıyordu. Küçücük bedeni ve kalbiyle acı çekiyordu Al, kafası çok karışıyordu. Oysa ileride filmlerini göstereceği insanları tanımaya, onları biriktirmeye başlamıştı. Tek sorun, bir türlü başının beladan kurtulmayışıydı…
Al, okul hayatına ısınamamıştı. Annesi anlayışlı bir kadın olmasa, yaşadıklarından sıyrılamazdı. İlk kez evden kaçtığında 11 yaşındaydı ve bu son olmadı. Rose, bu konuda da oğlunun yanında oldu, onu anlamak için uğraştı. Al’ın içinde kopan fırtınaların, her çocuğun kendine özgü oluşunun farkındaydı. Üstelik Al, kendi çocuğuydu. Özel olması için yeterliydi.
Hayatını değiştiren günü yaşadığında Al, 14 yaşındaydı. Bronx’a bir gezici sinema geldi; Martı filmiyle. Al, aslında filmi pek beğenmemişti, ama o gün Al tüm hayatının değişeceğini anladı. Çünkü böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyordu. Ogün oyuncu olmak istediğinden tamamen emin oldu. Annesi de onun her koşulda yanındaydı. Oğlunun kaybolup giden çocuklardan olmaması için her şeyi yapardı Rose. Sürekli okuyor, kendini geliştiriyordu. Al oyuncu olmak istiyorsa, elbette o da istiyordu.
Yaşadıkları bölgede her ulustan insan bulunuyordu. İlkokula başlayana kadar dışarı neredeyse hiç çıkmadı. Anneannesi çıkmaz, Al’ın da çıkmasına izin vermezdi. Dışarıda dayak yiyeceğini Al da biliyordu, çünkü burası kavganın kol gezdiği bir bölgeydi. 14 yaşında, hayatını değiştiren o günden sonra, bir senaryo yazmaya karar verdi. Hayatı olduğu gibi anlatmak istiyordu, evden kaçışları, yaşadığı mahalleyi, okula başladıktan sonra tanımaya başladığı bu mahalleyi, bir çocuğun gözüyle yazacaktı.
Hayat gelişti, ilerledi… 17 yaşında gittiği Güzel Sanatlar Okulu’ndan ayrıldı. Bundan sonra bulduğu işlerde çalışacak ve en önemlisi oyunculuk dersleri alacaktı…
Elbette bizim sevdiğimiz ünlü isimler öyle bir anda ünlü olmuyorlardı. İnsanız, hepimizin zorlu yollardan geçmesi gerekiyordu.
Al 16 yaşındaydı annesi ciddi sağlık sorunları yaşamaya başladığında. Önce çalışmayı bıraktı, sonra da oğluna herkesin hayalperest gördüğü konularda destek olmayı. Bunca yıl nasıl annesi kendisine baktıysa, şimdi sıranın kendisinde olduğunu biliyordu Al. Ancak annesinin oyunculukla ilgili hayaller kurmaktan vazgeçmesini istemesinden hiç hoşlanmıyordu.
Sanki daha düne kadar yanında olan annesi değildi. Al, evi terk etti. Okulu bırakmıştı. Bir işten diğerine koşturarak çalıştı. Bütün kazancını da annesi için eve gönderiyordu. Sadece para değil, bunun yanında umutlar da gönderiyordu; çok yakında büyük işler yapıp zengin olacağını söylüyordu. Unutmasındı, ona çok iyi bakacaktı.
Annesi 43 yaşındayken maalesef öldü. Birlikte yapacak çok şeyleri vardı oysa. Annesi, onun her şeyiydi. Her ne kadar gençliğinin verdiği çözümle evden çıkıp gitse de ondan asla vazgeçmemişti. Ama sonuçta hayat da yaptığımız hataların ve çıkardığımız derslerin toplamıydı. Annesiyle çok zaman geçirememişti, ama onu hep yanında hissediyordu.
Annesi ölmeden bir süre önce Greenwich köyündeki küçük gösterilerde rol almaya başlamıştı Al. Oyunculuk dersleri de alıyordu. İçi tarifsiz bir şekilde rahattı. Belki de hayallerinden annesine rağmen vazgeçmeyerek aslında annesine en güzel hediyeyi vermiş, tek başına da bu hayatı yaşayabileceğini kanıtlamıştı. Al, büyüyordu. Çünkü konuşabildiğini fark ettiği, nefes aldığını hissettiği yerdeydi; sahnede.
Al, oyunculuk derslerini oldukça ilerletmişti. Artık gösterilerde küçük de olsa roller alıyordu. Kendini günden güne geliştiriyordu. Tüm çabalarının sonucu olarak 1966’da “Actors Studio”da eğitim alma hakkı kazandı. Al, annesinin kendisiyle gurur duyacağı biri olmak için çok çalışıyordu.
Artık yolu açıktı, bir star yetişecekti. 1967 – 1968 tiyatro sezonunda “The Indian Wants the Bronx”ta zalim bir sokak serserisini canlandırdı. Bu rol Al’a, “Obie Ödülleri”nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü getirdi. Başarısı ödülle taçlandırmadan geçilemezdi.
Al, Broadway’da sahneye ilk kez “Does the Tiger Wear a Necktie” oyununda topluma uyum sağlayamayan bir uyuşturucu bağımlısını canlandırdığı rolü ile çıktı. Bu oyun sadece 40 gösterimden sonra kaldırıldı. Ancak Al’a “Tony Ödülü”nü kazandırmaya yetmişti.
Al’ın kariyerinin ilk filmi 1969 yapımı “Me Natalie”i oldu. Kendini öylesine kanıtlamış, performansından o kadar söz ettirmişti ki, yapımcıların dikkatinden kaçamazdı. İşte bu başarı Al’a, onu ünlendiren filmi getirdi, “The Godfather (Baba)”.
Yapımcılığını Paramount’un üstlendiği bir “Francis Ford Coppola” filmi olan “The Godfather”de “Michael Corleone” rolünü almıştı. Ama hayatında bir şeylerin eksikliğini de hissediyordu. Annesini hissetmeye çok ihtiyacı vardı.
Al’ın hayattaki en büyük kavgası kendisiyleydi, hepimiz gibi. Gururunun hayattaki birçok şeyi kaçırma sebebi olduğunu kavramıştı. Belki bunca gururlu olmayı annesinden öğrenmişti. Sonuçta o da çocuğunu tek başına büyütmek zorunda kalmış yalnız bir kadındı. Al, kimseyi suçlamadı. Sadece yük olarak taşıdığı, ona fazla gelen bu gururu kırabilmek istiyordu. Çözümü babasına gitmekte buldu. The Godfather çekimleri devam ediyordu ve Al belli ki hayatında “baba” sözcüğünün karşılığını arıyordu.
Babasını pek tanımıyordu, belki kargacık burgacık birkaç anı parçası, hepsi bu. Babası kötü birine de benzemiyordu. Ama birine “baba” diyebileceğini de düşünmüyordu Al. Bu yüzden ona adıyla seslendi. Bundan da pek hoşlanmamıştı. Birinin ona annesinin baktığı gibi bakmasını özlemişti.
Çünkü Al “anne”yi işte şu duygusal sözlerle tanımlıyordu: “Ne yaptığınızın hiç önemi yoktur, anneniz size anne gibi bakar. Sizi gerçekten gördüğünü bilirsiniz. Fotoğrafınızı değil, sizi görür. İşte öyle bakılmasını istiyorum bana”.
Neyse ki babasıyla da bir orta yol buldu Al; bir tür aile duygusunu hissedebilmişti. Bunu kan bağı ile tanımlamıştı içinde. İşte bu bağı hissetmek, ona hayatının rolünü oynattı aslında. Baba filmindeki rolüne daha çok sahip çıkmasını sağlamıştı. Üstelik artık annesini de daha yakınında hissediyordu, dünyalara değerdi.
1972 yapımı The Godfather, Türkiye’de 2 Kasım 1973’te gösterime girdi. Bu film ile Al, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülü için Oscar’a aday gösterildi. “The Godfather II”, 1974’te çekildi. “The Godfather III” ise, 1990’da çekildi, ancak Türkiye’de vizyona 1991’de girdi.
Al’ın, “Jill Clayburgh, Marthe Keller, Diane Keaton, Penelope Ann Miller, Debra Winger, Kathleen Quinian” gibi ünlü isimlerle beraberlikleri oldu.
İlk birlikteliği “Jan Tarant”tan, “Julie Marie” adını verdikleri bir çocukları oldu.
Ocak 2001’de de, 1997’de birlikteliklerinin başladığı “Beverly D’Angelo”dan “Olivia ve Anton” adını verdikleri ikiz çocukları oldu.
Al, yeteneğinin farkındaydı. Sadece Al değil, seyircisi ve yapımcılar da. “The Godfather II” ile üçüncü kez Oscar’a aday gösterildi.
1975 yapımı “Dog Day Afternoon” filminde homoseksüel sevgilisinin cinsiyet değiştirme parasını karşılamak için banka soyan bir aşığı oynadı. Başarılı bir kariyer grafiği vardı Al’ın. Ancak 1977 yapımı, konusu araba yarışları olan “Bobby Deerfield”de beğenilmemişti. Göklere çıkaranlarla seni taşlayanlar maalesef aynı kişiler olabiliyordu.
Al, çözümü Broadway oyunlarına dönmekte buldu. Onca başarının içinde çıkan birkaç sevilmeyen iş onu oyunculuktan vazgeçirtecek değildi. “The Basic Training of Pavlo Hummel”deki başrolü ile ikinci kez “Tony Ödülü”ne layık görüdü.
Hayat inişleri ve çıkışları ile vardı; başarının yanında başarısızlık da… Al’ın daha sonra homoseksüel bir seri katilin peşinde olan polis memuruna hayat verdiği 1980 yapımı “Curising” ve 1982 yapımı “Author Author” adlı komedi de başarılı olmadı.
Ama 1983 yapımı, yönetmen koltuğuna “Brian De Palma”nın oturduğu şiddet dolu ”Sacrface” filmi ilk gösterildiği andan itibaren sinemanın kült filmleri arasına girdi.
Bir başarı, bir başarısızlık yer ediyordu hayatında. 1985 yapımı “Revolution”dan sonra gözlerden uzaklaştı. Bu süreçte “The Local Stigmatic” adını verdiği film ile yönetmenliğe soyundu, ancak bu filmi piyasaya sürmedi.
Uzun bir sessizlikten sonra dönüşü 1989 yapımı “Sea of Love” ile oldu. Al, bu filmdeki performansı ile oldukça sükse yaptı. Hemen ardından 1990’da gösterişli bir gangsteri canlandırdığı “Dick Tracy” çekildi. Bu film ile altıncı kez “Oscar”a aday gösterildi.
1991’de romantik komedi türündeki “Frankie ande Johnny” ve hemen ardından çekilen “Glengarry Glen Ross” beğeni toplayan filmleri oldu. Tüm bunlardan sonra ve uzun süren sessizlikten sonra başarısı 1992 yapımı “Scent of a Woman” filmindeki rolüyle layık görüldüğü “Oscar” ile taçlandı. Al, “En İyi Drama Erkek Oyuncu Oscarı”nı aldı.
1993’te “Carlito’s Way”de rol aldı. 1995’te ise “Michael Mann”in yazıp yönettiği, “Robert De Niro”nun hayat verdiği bir hırsızın peşindeki polisi canlandıran “Heat” ile oyunculuğa devam etti. Başarı grafiği yükselişteydi. 1996’da politik bir dram filmi olan “City Hall”da idi. Ancak asıl yine bu sene yazdığı, yönettiği ve oynadığı “Looking for Richard” ile adından ayrıca söz ettirdi.
1997’de genç Hollywood starları ile gündeme geldi; Johnny Depp ile “Donnie Brasco”, Keanu Reeves ile “The Devil’s Advocate”. 1999’da da “The Insider” filminde, Russell Crowe ile başrolü paylaştı…
Al, milenyuma girişini 2000’de yönetmenliğini “Oliver Stone”un yaptığı “Any Given Sunday” ile yaptı. Bu filmde “Tony D’Amato” adında futbol aşığı bir koça hayat verdi. Ayrıca “Cameron Diaz, Jmaes Woods ve Dennis Quaid” gibi oyuncularla bir aradaydı.
2002’de “Andrew Niccol”un yönetmen koltuğuna oturduğu “S1M0NE” adlı filmde Al, Hollywood yıldızlarının kaprislerine karşı eline geçen her fırsatı değerlendirerek tepki göstermeyi amaçlayan “Viktor Transky” adında bir yönetmeni canlandırdı.
2003’te genç yıldız “Colin Farrell” ile “Çaylak” adlı filmdeydi. Yine 2003’te “Angels in America” adlı mini dizide rol aldı ve bu dizi ile Al ilk kez “Emmy” ödülü aldı. Ayrıca dizi 12 ayrı dalda “Emmy” ödülü aldı.
2003, Al için şanslı bir yıldı. “Venedik Taciri” adlı film de yine bu yıl çekildi ve Al, “Yahudi Tefeci Shylock” rolündeydi.
Biraz mola verdi ve 2005’te “Kirli Para” adlı filmde yer aldı. Ancak bu film pek beğenilmedi. 2007’de ise tekrar başrol oynadı; “Jon Avnet”in yönetmen koltuğuna oturduğu “88 Dakika” filmindeydi. Rolü, üniversitede hoca olan bir cinayet psikiyatristi idi.
2008’de ise en son 1995’te çalıştığı “Robert De Niro” ile tekrar başrolü paylaştılar. 2008 yapımı “Righteous Kill” filminde yönetmen koltuğunda bu kez “Jon Aventin” vardı.
Mesleğine olan aşkını ve bağlılığını tanımladığı çok güzel bir tanımı var Al’ın: “Benim için hayat burada, sahnede… Ve oyunculuk ip üstünde yürümekten farklı değil; ikisinde de yaparsın ya ölürsün”.
“Uçan Wallendalar” adlı trapez topluluğunun şefi Karl Wallenda’ya onca yaralar üzerine ısrarla neden mesleğe devam ettiği sorusuna verdiği cevaptan sonra bu tanımı uygun görmüş Al. Wallenda’nın cevabı kısa ve netmiş çünkü; “Hayat ipin üzerinde”…
İşte böyle cesaretli olabilmek gerek hayatta. Bir ipin üzerinde yürüyormuşçasına; tüm yaraları ve bantlarıyla…
Vazgeçmeyen yüreği ve göz kamaştıran yeteneği ile bir Al Pacino geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Perran Kutman, hangi açısından bakarsan şanslı ya da şansız bulacağın bir çocukluk yaşadı. Hiç arkadaş bulamadığı için şanssız; ailesinin sonsuz sevgisini tattığı için de şanslıydı. Sadece oyuncaklarını arkadaş edinebilmek taklit yönünü geliştirecekti Perran’ın ve o bir gün ülkesinin sayılı kadın komedi oyuncularından biri olacaktı…
Bir diğer şansı da, hayatının aşkını bulacak ve mutlu bir hayat sürecekti…
Perran, 30 Kasım 1949’da, İstanbul Aksaray’daki 11 odalı bir konakta, Sabriye Hanım ve Rıdvan Bey’in ilk çocukları olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona “pervane” anlamına gelen “Perran” adını verdi; “Perran Kanat”. Annesi, Perran’ın doğumu öncesinde üç gün üç gece sancı çekti. Dünyaya gelişi bir hayli zor oldu yani. Öyle ki Sabriye Hanım’ın, sancılar arasında “Bir doğsun, yüzüne tokat atacağım!” diye söylendiği de olmuştu.
Sabriye Hanım, İETT muhasebesinde çalışıyordu. Bir yandan da kadın mecmuası çıkarıyordu. Kendini yetiştirmiş, aydın bir kadındı. Babası Rıdvan Bey ise, Milli Eğitim Basınevi Müdürü idi. Perran iki kişilik dünyalarına sekizinci harikaları olarak girmişti. El bebek gül bebek büyüttüler; ilk göz ağrılarıydı. Ne alınırsa çifter çifter alınıyordu.
Ailesi zamanla bu özeni abarttı ve Perran’ın bir tek canlı arkadaşı yoktu. Japonya’dan getirilmiş oyuncakları arkadaşı olmuştu; odasında yapayalnızdı. Çünkü ailesi onu terbiyesi bozulmasın diye asla sokağa çıkarmaz, başka çocuklarla görüştürmezdi. Perran, envaiçeşit oyuncaklarını kimseyle paylaşamadan, yalnız bir çocuk olarak büyüdü. Yıllar sonra bu günlerini “Masanın bacaklarıyla konuşurdum” itirafıyla anlatacaktı…
Perran, kah masanın bacaklarıyla kah oyuncaklarıyla konuşarak 8 yaşına kadar gelmişti. Bu yaşı, anne ve babasının boşandıkları zamana denk geldi. Evet, Sabriye Hanım ve Rıdvan Bey ayrıldılar; ama küsmediler. Rıdvan Bey ikinci kez evlendiğinde de dostlukları devam etti. Hatta kızı Berna, Sabriye Hanım’a “Cici Anne” diyecekti. Perran ise, hayatlarında başrolden hiç inmedi. Onunla ilgili bütün kararlarını ortaklaşa almaya devam ettiler.
Elbette değişen şeyler de vardı. Perran, anne ve babasının yoğun olan iş hayatı sebebiyle babaannesinde kalmaya başlamıştı. 15 yaşına gelene kadar babaannesinin koynunda uyudu Perran. Sonra da hep aynı odada…
Çok seviyorlardı birbirlerini, ölesiye düşkünlerdi. Babaannesinin gerçekçi ya da tüm hayalleri, hep Perran üzerine kuruluydu. En çok bir gün torununu Kraliçe Elizabeth’in oğlu ile evlendirme hayalleri kuruyordu. Çünkü onun torunu, canının içi kızı, bir prensesti.
Perran, yalnız kalınca çareyi kendi kendine taklitler yapmakta bulmuştu. Taklitlerini çalışıyor, sonra da ailesine sunuyor; onları eğlendiriyordu. Annesi, Perran’ın yeteneğini keşfetmişti, ailecek konservatuara gitmesi gerektiğine karar verdiler. Perran, “İstanbul Belediye Konservatuarı”na kaydoldu.
Perran artık konservatuara başlamıştı. İlk günler nasıl da çekilmez gelmiş, hiç sevmemişti. Ama sonra alıştıkça sevdi, sevdikçe daha da bağlandı. Çok iyi bir öğrenci olmuştu. Öğrencilik yıllarından bulacaktı sahneye çıkma şansını…
Perran, ilk kez sahneye çıkıyordu. Şu konservatuara girişi daha dün gibi kapıda duruyor, o günden şu ana geçen zaman hafızasından usul usul akıyordu. Bu anı yıllar sonra bir röportajında şu cümlelerle anlatacaktı:
“Gülriz Sururi ve Engin Cezzar da konservatuarda oldukları için, beni “Kurban” oyununda oynattılar. Hiç unutmam korodaydım. Kara çarşaflı kızlardan biriydim. Hiçbir yerim görünmüyordu. Anneannem, beraber getirdiği arkadaşlarına “Torunum efendim!” diyerek benimle gurur duyardı”.
1967’de konservatuardan mezun oldu. Hemen ardından da “Ulvi Uraz Tiyatrosu”nda sahnedeydi. Burada da oyunculuk sınavını geçmişti. Perran’ın gözünde Uraz, mükemmel bir hocaydı. Ondan sahne tahtasına saygı duymayı öğrendi.
Perran, 1969’da “Nisa Serezli”, 1973’te “Sezer Sezin” tiyatro topluluklarında çalıştı. Hayatının aşkını da 1980’de “Müjdat Gezen” ile çalışırken tanıyacaktı. Bu meslek, ona hayatın tüm lezzetlerini getirecekti.
Perran, son tiyatro oyunu “Artiz Mektebi”ni ise 1987’de oynayacaktı.
Perran birçok dizide, filmde, tiyatro oyununda oynayacaktı elbet; ama ilkler özeldi. 1972’de sinema için ilk kez kamera karşısına “Şehvet Kurbanı” filmi için geçti; yönetmen koltuğunda Nejat Saydam oturuyordu.
Zamanla sinemada klasikler arasına girecek, “Köyden İndim Şehire, Salak Milyoner, Hababam Sınıfı, Gırgıriye” birçok filmde rol alacak, hanemize konuk olacaktı…
1972 senesi, Perran’ın hayatında bir yeniliği daha barındırıyordu. Perran, aynı sahneyi paylaştığı 42 yaşındaki oyuncu “Hüseyin Kutman” ile evlendi. Kendisi ise, 23 yaşındaydı. Tanınmaya başladığı zamanlardı ve biz onu işte bu sebepten “Perran Kutman” olarak tanıyacaktık.
Aralarındaki yaş farkına rağmen gerçekleşen bu evlilik, 1979’da boşanma ile sonuçlandı. Perran ise, “Kutman” soyadı ile tanındığı için, eski eşinin soyadını taşımaya devam edecekti.
Bu ayrılığın üzerinden birkaç ay geçmişti ki, gazetelerde “Oyuncu Perran Kutman ile Yazar Engin Ardıç nişanlandı” haberleri verildi. Ancak bu nişan evlilikle sonuçlanmayacaktı.
Perran, nişanını yeni atmış bir kadındı ve hayatının aşkı “Koral Sarıtaş” ile çok geçmeden tanıştı.
Perran, o zamanlar Müjdat Gezen ile Miyatro adını verdikleri tiyatroyu kurmuşlardı. Burada Marşantiz adlı bir müzik grubu vardı ve Koral, bu grubun davulcusuydu. Büyük aşktı onlarınki; daha ilişkilerinin bir yılı dolmadan nikah masasına oturdular.
O zaman haberleri yoktu tabii; ama bu aileye iki kardeş gelin olacaktı. Perran’ın babasının ikinci evliliğinden olan kız kardeşi Berna da, Koral’ın kardeşi Özden ile evlenecekti. Hiç çocuk sahibi olmayacaklar; ama Berna ve Özden sağ olsun, çocuk sevgisini tadacaklardı.
Perran Kutman, 35 yıl sonra evliliğini bir röportajında şöyle özetleyecekti: “Aşk gidiyor; ama bitmiyor. Köklü bir sevgiye dönüşüyor. Aşk, küçük heyecanlardır. Halbuki sevgi, çok köklü ve vazgeçilmezdir. Koral’ı kaybetmekten korkarım. Büyük ihtimalle o da beni kaybetmekten korkuyor. Bizde artık hayat arkadaşlığı başladı. Onun hissi de bambaşka…”
Belli ki Perran, ömürlük aşkı bulmuştu…
Bir serisini izledik biz Gırgıriye’nin. Şenlik, cümbüş, eğlence, ne ararsak bulduk. “Sabahat”, Gırgıriye’nin dilinde “Sabayat” karakterine can verdi Perran Kutman. Evet, zaten bir ünü vardı; ama burada “Münir Özkul, Adile Naşit, Müjdat Gezen, Gülşen Bubikoğlu, Ayşen Gruda, Şener Şen” gibi güzel isimlerle bir aradaydı ve ününe ün kattı. Hepsi bir bütün olduğunda o mükemmel eğlence çıkıyordu ortaya…
Perran Kutman, önce Türk filmlerinin komedi yüzü olarak kendini gösterse de, 1986’da TRT2’de bir dizi ile çıktı seyircisinin karşısına; Perihan Abla. Mahalle kültürü içinde yaşayan, bütün mahallenin sevgilisiydi Perihan Abla. Öylesine samimi, öylesine bizden biriydi ki; çok geçmeden seyircisinin gönlünü fethetmiş, hepimizin Perihan Ablası oluvermişti.
Perran Kutman, artık beraberinde anılacağı bir ada kavuşmuştu. Dizi de TRT2’den TRT1’e geçti.
Bu dizi ile 1987’de Altın Kelebek Ödülleri’nde “Yılın Kadın Komedi Sanatçısı” ödülünü aldı.
Perran Kutman, her dönemde bir rolüyle ikonikleşmeye devam ediyordu. Artık 2000’lere gelmiştik ve Perran Kutman 2003’te bu kez “Hayat Bilgisi” dizisinde karşımıza “Afet Güçverir” karakteriyle çıktı karşımıza. “Hoca camide!” ünlemiyle bir anda hayatımıza girdi ve bu kez de 2006’ya kadar hepimizin öğretmeni oldu.
2010’da, “Deli Saraylı”, 2012’de ise, “Canımın İçi” dizisi ile kamera karşısındaydı…
Yaşam Boyu Onur Ödülü
Bunca başarının elbette ödülü de olmalıydı. Perran Kutman, bu ülkenin komedi dalında yetiştirdiği o güzel isimlerden biriydi. Sanat yaşamı boyunca birçok ödül aldı. Ancak muhtemelen en anlamlısı 8 Ekim 2011’de Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde layık görüldüğü “Yaşam Boyu Onur Ödülü”ydü.
Bizi güldüren yüzüyle, büründüğü karakterlerden kalbimize dokunuşuyla bu ödülü gerçekten hak etmişti.
Kah Perihan Abla, kah sevenleri ayıran Sabayat, kah Neriman Abla, kah Afat Hoca… Bol kahkahası ve yeteneğiyle bir Perran Kutman geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
En son ölüm yıl dönümün için anmışız seni; ama bugün senden bahsetmek daha güzel. Çünkü bugün “İyi ki doğdun! İyi ki seni tanıdık!” dediğimiz o güzel gün…
…
Bugün hepimizin babası Nejat Uygur’un sonsuzluğa uğurlanışının yıl dönümü. Hep kahkahalarla anılmak isteyen bir adam olarak doğmadı belki, gülmenin değerini anlaması zamanını aldı. Ama olsun bunu bilerek ve hatta yıllarca yaşamış olarak doğdu.
Televizyonda çocuk aklımla tekrar yayınlarını izlerdim tiyatro gösterilerinin. Tabii şimdi internet daha yaygın kullanılıyor. Ama ne bileyim, Nejat Baba’nın hakkında daha detaylı bilgilere ulaşıp, bir de hayatını yazma imkânı bulunca kendimi 90’lar kuşağından olduğum için ayrıca şanslı hissettim. Dilerim miras bıraktığı kahkahalar bir gün hepimizi sarar.
İyi ki o güzel gönlünle var oldun Nejat Baba!
İyi ki bu dünyadan o güzel kahkahanla geçtin!
İyi ki dünyaya geliş nedenini, sen zamanından önce buldun…
Keyifli okumalar…
Nejat, 10 Ağustos 1927’de Kilis’te Fikret Naciye Hanım ve Behzat Bey’in ortanca çocuğu olarak dünyaya geldi. Naciye Hanım öğretmen, Behzat Bey de subaydı.
Babasının görevi dolayısıyla Anadolu’nun çeşitli şehirlerini görerek büyüdü. İlkokula Siirt’te başladı; Ezine ve İntepe’de devam ederek tamamladı. Her müsamerede rol alan bir çocuktu. İlkokulu tamamladıktan sonra, Nejat, ailesinin gezdiği şehirler dolayısıyla ortaokulu Sarıyer ve Çanakkale’den geçerek Manisa’da tamamladı.
Farkındalığı yüksek bir çocuktu Nejat. Mesleğine bile karar vermişti, pilot olacaktı. Çocuk aklı, uçmanın gizemini keşfetmiş, bunu bir an önce gerçekleştirmenin peşindeydi. Üstelik abisi Zeki Ayhan’da kapılmıştı bu sevdaya. Bir gün abisiyle karar verdiler; uçacaklardı. Manisa’da oldukları yıllardı. Yatak çarşaflarını alıp olanca güçleriyle uç uca bağladı iki kardeş. Planları da hazırdı; yüksek bir yer bulup oradan uçacaklardı.
Gözlerine kestirdikleri, uçmaya yetecek kadar gördükleri bir yüksekliğe çıktılar. Tecrübe pilotu elbette abiydi; önce o atlayacaktı. Gözü kara Zeki Ayhan, hiç düşünmeden kendini boşluğa bıraktı ve… Yere çakıldı! Abisinin uçacağını büyük bir hevesle bekleyen Nejat da bu manzara karşısında dersini almış bir şekilde abisinin yanına ayaklarını kullanarak indi; Zeki’nin ayağı kırılmıştı. Pilotluğun düşündükleri gibi bir şey olmadığına acı bir şekilde karar verdiler böylece…
Nejat’ın kurduğu hayaller bitmeyecek, bir gün “Nejat Uygur” olmak istediğini anlayana kadar başka hülyalara da dalacaktı. Zeki Ayhan da, Türkiye’de Deniz Kuvvetleri’nde Tabip Albayı olacak; emekliliğinden sonra da Amerika’ya yerleşecek ve ünlü bir beyin cerrahı olarak anılacaktı…
Nejat, 1943’te, Sarıyer Halkevi’nde boksla spor yapmaya başladı. Büyümek için çırpınan gencecik bedeni ringe çıkmakla yetinmedi; atletizme, sonra su topuna da merak sardı derken aynı zamanda iyi bir at binicisi de oldu.
Tüm bu çocukluk zamanlarından sonra, Nejat, “Güzel Sanatlar Akademisi, Heykel Bölümü”ne girdi. Hâlâ kendini tam olarak keşfetmiş değildi; mezun olmadı. Onu bekleyen bambaşka bir hayat vardı, hissediyordu.
Nejat’ın gençlik döneminde herkeste Amerika’ya gitme isteği çok yoğun bir şekilde seyrediyordu. Nejat uçamamıştı belki ama yüzen bir geminin içinde olabilirdi; Nejat, gemici olabilirdi…
Hiç vakit kaybetmeden bir liman cüzdanı çıkarttı ve gemici oldu. Bu gemicilikte başlayan bir serüvenle Nejat’ın aslında insanların yüzünü güldürmeye tutkuyla bağlanışının hikâyesi olacaktı.
Mesela Panama şilebinde çalıştı. Gemide kimsenin canı sıkılmıyordu; çünkü Nejat oradaydı. Onun anlattığı fıkralar, yaptığı taklitler herkesi öylesine güldürüyordu ki… Bu gülüşler, Nejat’ın da içini ısıtıyordu.
Sonra askere gitti. Mekân ve Nejat’ın görevleri değişiyordu belki, ama değişmeyen bir şey vardı: İnsanların yüzündeki gülüş! Nejat, artık ne yapmak istediğine karar vermişti. Nerede olursa olsun, O, hep insanları güldüren yüz olmalıydı.
Bu tutku içinde büyüdü, büyüdü, büyüdü ve kocaman bir tutku oldu…
Nejat, Sarıyer Halkevi’nde sadece spora başlamadı; hayatını geçireceği uzun soluklu mesleğinin ilk adımını da burada “Avni Dilligil Tiyarosu”nda attı. Ustalarından bir diğeri de ünlü tuluat sanatçısı “Ahmet Yekta” idi.
Artık ne yapmak istediğini biliyordu ve bunun için nerede bulunması gerektiğini de. 1949’dakurduğu “Nejat Uygur Tiyatrosu” profesyonel olarak oyunculuk yaşamını başlattı. Ömrümüze ömür katacak kahkahaların yayılmasının da başlangıcıydı bu.
En güzel yanı, onu keşfeden biri yoktu. O, Nejat olarak Nejat’ın iç dünyasını, kim olduğunu ve daha da önemlisi kim olmak istediğini keşfetti. Örnek aldığı, çok sevdiği emektar tiyatrocular oldu elbet. Bunlardan en özeli, “İsmail Dümbüllü”ydü. 60’lı yıllarda, Şehzadebaşı’ndaki “Güneş Sineması”nda oynuyordu Nejat. Yılbaşlarında, Ramazan zamanlarında İsmail Dümbüllü, hep onu izlemeye gelir ve takdirini de alkışını da, hatta gururunu da esirgemezdi.
Nejat, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun içine doğmuş ve onun her bir harfini hissederek yutuyordu. Ailesinin, sevenlerinin, senin, benim, herkesin ondan öğrenecek çok şeyi vardı ve bu öğretiler gülüşlerle taşındığından asla zamanın içinde kaybolmayacaktı…
Nejat ve Necla, 1950’de evlendi. Bu evlilikten, 13 yıl süren Anadolu turneleri sürecinde, deyim yerindeyse, aslanlar gibi beş oğulları oldu. Onlara, “Ahmet, Süheyl, Süha, Kemal ve Behzat” adını verdiler. Süheyl ve Süha ikizdi.
Nejat, gülüşlerinin verdiği tatla eğlenceli; tiyatro yapmanın verdiği sorumlulukla da otoriter bir babaydı. Bu ince çizgiyi çocuklarına öyle doğru aktarmıştı ki, çocukları onun sevgisinden asla şüphe etmedi.
Ne şanslı çocuklardı… Bazı akşamlar ya plak dinlerler ya da film izlerlerdi mutlaka hep beraber. Çocukları haftanın iki üç günü babaları eve film getirecek diye, heyecanla beklerdi. Bazı akşamlar da, ki buna ve fotoğrafına bayılıyorum, bütün aile kitap okurlardı.
Çocuklukları, kulislerden oyunları izleyerek ve otel odalarında geçti. Oyuncu anne ve babaya sahip olmak böyle bir şeydi demek. Bu geçen zamandan sonra babasının izinden giden, Nejat Uygur’un deyimiyle, “Armut ağacının dibine düşmüş” olan çocukları Süheyl ve Behzat oldu. Bugün tanınan ve hala tiyatro yapmaya devam eden mükemmel kardeşler…
,
Nejat Uygur’un tiyatro yolculuğu 60 yıldan fazla sürecekti ve bu yıllar öyle kolay, hep gülerek geçemezdi. Hayatın kanuna, insanın doğasına uymazdı bir kere.
Onun tiyatrosu, iki darbe dönemini de gördü. Hatta bir turne sırasında darbe olunca, baktı ki ekibi aç kalıyor Celal Bayar’ın maskını yapıp satmaya başladı. Yapmasın da ne yapsındı; sadece soyadını taşıyan ailesinden sorumlu değildi ki. İyi bir tiyatrocu olarak ayakta kalmanın, iyi bir insan olmanın zorlukları olacaktı elbet.
1974’te de İzmir’delerdi tiyatro için. Kıbrıs çıkarması oldu ve karartma olduğu için bütün tiyatrolar ayrıldı. Ama Nejat Uygur, tiyatroyu kapatmadı; oyununu mavi ışıkta oynadı. Bu sefer çocukları büyümüş, birer genç olarak yanındalardı, gücünü daha sağlam buluyordu kalbinde. Yeri geldi elbisesini sattı, oyuncuların yevmiyelerini ödedi; asla işinin başından ayrılmadı. Çünkü insanların en çok ihtiyacı olan şeyin ne olduğunu biliyordu; gülmek!
Çocuklarına da, eğitiminden geçen bütün oyunculara da ayırım yapmaksızın aynı öğüdü verdi Nejat Uygur: “Bu işi yapacaksanız kesinlikle pes etmeyeceksiniz; meşakkatli bir iştir”.
Komedi, toplumun sorunlarına ve sıkıntılarına değinmenin en etkin yoluydu. Türk Tiyatrosu’nda hicvin yeri hep oldu; ama Nejat, hep daha çok pencere açıp bakmak gerektiğine inandı. Mizahını yapacağın siyasetçi her kimse, o da bu mizaha gülebiliyorsa, işin içinde hakaret yoksa tamamdı.
Başka türlüsünü asla yapmazdı.
Nejat Uygur, asla sıradan bir oyuncu değildi. Çünkü O, sanata devrim niteliğinde yenilikler kazandırdı. Bugün her birimizin severek izlediği televizyon programlarının önünü açan isimdi O. “Evinde Tiyatro” diye girdi söze önce. Televizyonunu açan herkes, bilet almada tiyatro izleyebilecekti. Madem bu televizyon denen merete bu kadar çabuk bağlanılmıştı; bari işin rengi kahkahalara boğulsundu.
Hem artık sinemanın da tiyatronun da yerini almıştı bu televizyon. Ekonomik imkânlar daraldıkça insanlar eğlenceyi bu küçük kutuda bulmuştu. Nejat Uygur da, tiyatronun kurtuluş biletinin bu kutuda olduğunu fark etti ve televizyona programlar hazırladı.
Ayrıca bir döneme de “Devekuşu Kabare” gibi büyük oyunları video kasetleri damga vurdu. Yeni bir çağ başlamıştı tiyatro için. Nejat Uygur, tiyatro formatında televizyon programları ile bir akşam vakti, ailecek çay-çekirdek ya da meyve keyfi yaparken ekrandan yüzümüzü güldürecekti.
Onunla en çok özdeşleşen oyunları ise, “Minti Minti” ve elbette “Cibali Karakolu” olacaktı…
Nejat Uygur, gerçekten “efsane” diye anılacak mükemmel bir isimdi. 60 yılı aşkın sanat hayatı boyunca, 2 kez ABD, 4 kez Avrupa ve 35 yıla yakın da Anadolu turnesi yaptı. Ona göre tiyatro denilen şey sadece İstanbul, Ankara, İzmir’de değil; her yerde, her insana yapılmalıydı. Sonuçta herkesin canı candı, patlıcan değil.
Televizyonda da yine tiyatrodan kopmadan bulundu tabii; ama sinemada da bulundu. Tunç Başaran’ın yönetmen koltuğuna oturduğu 1970 yapımı siyah beyaz bir film olan “Cafer Bey”de, başrol oynadı. 1971’de “Cafer Bey İyi, Fakir ve Kibar”da başroldeydi ve bu sefer bir Feyzi Tuna filmiydi. Ardından 1974’te “Cafer’in Nargilesi” ile yine başroldeydi ve bu kez bir Fikret Uçak filmi olarak tamamlandı.
2000’lere geldiğimizde yaş almış; ama performansından hiçbir şey kaybetmemiş usta bir sanatçıydı Nejat Uygur. 2004’te Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele Tuuba”sında; 2007’de de Mahsun Kırmızıgül’ün “Beyaz Melek” filminde oynadı.
Sanat yaşamı boyunca 50’den fazla ödül aldı büyük ustamız, babamız Nejat Uygur. Ben günümüze yakın olanlarından bahsetmek istiyorum.
1998’de Kültür Bakanlığı, Nejat Uygur’a “Devlet Sanatçısı” unvanını layık gördü, ki bunu kesinlikle hak etmişti.
1999’da “22. Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri’nde “Belkıs Dilligil Onur Ödülü”nü aldı. Hocasının adının verildiği bir ödül töreninde ödül almak çok onur verici olsa gerekti. 2006’da “Kemal Sunal Kültür Sanat Ödülü” gecesinde “En İyi Tiyatrocu” seçildi. 2007’de ise, “Altın Kelebek TV Yıldızları Yarışması, Tiyatroya Destek Yılı Özel Ödülü”nü büyük ustaya uygun gördü…
Nejat Baba, 10 Eylül 2007’de, beyin damarlarında meydana gelen bir tıkanıklık sebebiyle vücudunun sol tarafında oluşan kısmi felç geçirdi. Verilen bilgilere göre, sol kolunu hareket ettiremiyor, bacağını ise çok az hareket ettirebiliyordu. Ancak konuşması ve yüzünde oluşan kaymaya rağmen gözlerindeki gülüşte bir şey değişmemişti.
Daha sonra, bir zaman sonra işte, Süheyl ve Behzat Uygur kardeşler bir açıklama yaparak babanın artık geçmişiyle yaşadığını söylediler. Anneleri Necla Hanım, bir an olsun elini bırakmadı sevgilisinin. Gözlerinin içine hep sevgisiyle, aşkıyla baktı…
31 Ocak 2005’te hayatını kaybeden İsmail Hakkı Şen’in cenazesinde ona uzatılan bir mikrofona şunları söylemişti Nejat Baba: “Bir bakmışsınız benim cenazemde başka sanatçılarla röportaj yapmışsınız. Gün gelecek bütün tiyatro sanatçıları İsmail Hakkı Şen gibi, benim gibi ölecek. Tiyatro perdesi üstümüze üstümüze yıkılacak hatta. Seyirci üzülmesin. Ben ve benim arkadaşlarım, onların bütün kederini alıp götürecek. Onlara sadece gülmek kalacak”.
Sonra böyle oldu işte. Nejat Uygur, 18 Kasım 2013 saat 19.57’de, solunum yetmezliği sonucu Kavacık’ta bir hastanede tiyatro perdesinin üzerine örtülmesiyle dünyaya gözlerini kapadı; 86 yaşındaydı. Cenazesi Teşvikiye Camii’nden kaldırıldı ve Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.
Söylenecek ne çok sözcük var; hepsi gerekli, hepsi boş gibi. Şimdi tam da onun istediği gibi üzülmek vakti değil aslında. Bir gün öldüğünde bütün yaşamı boyunca olduğu gibi sadece ailesini değil, bizleri de düşünmüş sonuçta. Şimdi sadece onu güzel güzel anma, dualar gönderme vakti…
Bol gülüşü, içten kahkahaları, hepimizi düşünen o güzel kalbiyle bir Nejat Uygur geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Ve son söz, ustaya ait olsun istiyorum ve kendisinin cümlesiyle iletiyorum:
“Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden, ortancaların da alnından öperim”.
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi