Bir çekirge kararlığında doğru sıçrayışlarla hayatını şekillendiren, 204 film ve 28 dizideki rollerin sahibi, kararlı adımlarla ünlenen adam, Fikret Hakan ya da gerçek adıyla Bumin Gaffar Çıtanak.
O şansıyla doğduğu ailesinin içinde kendi şansını yine kendisi yarattı. Kolay yolu seçmiş gibi görünürken aslında belki de yönünü daha zor olana çevirdi, kim bilir. Yine de o, üstlendiği her işin altından layıkıyla kalktı ve her zaman kendi doğruları için yaşadı.
Bu özelliği ile belki de özenilesi bir karakterdi…
Fikret, 23 Nisan 1934’te, tüm dünyanın şenlikle kutladığı o güne, Gaffar ve Fatma Belkıs’ın çocuğu olarak Balıkesir’de doğdu. O, her şeyden önce doğduğu günün çocuğuydu. Anne ve babası doğduğunda ona “Bumin Gaffar Çıtanak” adını verdi.
Eğitimli bir ailenin çocuğu olarak şanslı bir evde dünyaya gelmişti. Babası Edebiyat Öğretmeni, annesi de Başhemşireydi. Onun bu güzel çiftten öğrendiği çok şey olacak, ancak yine de Fikret kendi yolunda yürüyecekti.
Babası Gaffar Bey, Balıkesir’den Galatasaray Lisesi’ne atandığında ailecek İstanbul’a taşındılar. Artık hayatı burada şekillenecekti. İlk ve orta eğitiminden sonra liseye geçtiğinde aklı başında ve ne istediğine daha bu yaşlardan karar veren bir delikanlıydı.
Lisede gazetecilik merakına düşmüştü. Yazdıkları ve araştırdıkları da azımsanacak şeyler değildi. O dönem Abdi İpekçi, Halit Kıvanç gibi yaşıtlarıyla bir arada İstanbul Ekspres Gazetesi’nde röportajlarını ve küçük öykülerini yayınladı. Ancak erken yaşta kazandığı para ona tatlı gelmeye başlamıştı. Giderek okuldan daha da uzaklaştı. Sonunda Taksim Lisesi’nden ayrıldığında henüz 16 yaşındaydı.
Fikret okulu henüz bırakmıştı ki, gazetecilik serüveninin yanına bir de tiyatro sahnelerini ekledi. Okulu bırakmasıyla ilk kez sahneye çıkışı aynı zamana denk geliyordu. İlkez,1950’de “Üç Güvercin” operetinde palyaço rolüyle “Ses Tiyatrosu” sahnesindeydi. İşte o gün aynı zamanda adını “Fikret Hakan” olarak değiştirmeye karar verdi. Önsezisi kuvvetli bir gençti belli ki, dolu dolu bir hayat onu bekliyordu.
Bundan sonra yaşamını özgür düşünceleriyle şekillendirecek, hayat okulunda yoğurulacaktı.
Tiyatro sahnesindeki varlığından hoşnuttu Fikret, kendine verdiği yeni isimden de. “Ses Tiyatrosu, Cep Tiyatrosu, Küçük Sahne, Çığır Sahne, kendi kurduğu Sahne 8 ve Fikret Hakan Tiyatrosu”nda 1980 sonuna kadar sahneye çıktı.
Kendisini çok güzel tanımlıyordu: “Hayatımda üç sıçrayış yaptım; Babıali (Gazetecilik), Pera (Tiyatro) ve sinema”
Erken yaşta gazetecilik girişimiyle başladığı hayatında bahsettiği üçüncü sıçrayışı, 1953’te “Köprüaltı Çocukları” adlı sinema filmi oldu. Bu filmin ardından “Beyaz Mendil, Gelinin Muradı, Dokuz Dağın Efesi” ve “Üç Arkadaş” geldi.
Fikret Hakan, sinemada da aranan bir yüz olacağını kanıtlamıştı. Para kazanmaya başladıkça yaşam şeklini ve anlayışını da değiştirdi. Artık gece hayatı yaşamının bir parçası olmuştu örneğin ve sosyetenin kadınları da giderek ünlenen bu gencin etrafında şen kahkahalarla dolanıyordu.
1958’de askere gitmek için verdiği ara hariç sürekli sinema oldu hayatında. Ama artık onu daha yoğun bir çalışma temposu bekliyordu. Çünkü 1960’da oynadığı “Yılanların Öcü” ve “Karanlıkta Uyananlar” adlı sosyal içerikli sinema filmlerinden sonra artık neredeyse tanımayan, bilmeyen kalmamıştı Fikret Hakan’ı.
Yılda 15 film derken bu sayı 20’lere çıkmıştı ve Fikret yazmak yeteneğinden giderek uzaklaşıyordu. Hatta “Değil yazmak, uyumaya bile zaman bulamıyordum” şeklinde açıklayacaktı yıllar sonra bu günlerini.
Artık Fikret Hakan’ın yönü daha çok sinemaya dönmüştü.
Fikret Hakan evlendi
Herkesin kendisinden bahsettiği bir ünü yaşıyordu Fikret Hakan. Bahsettiğim gibi kadınlarla da arası daha iyiydi artık. Öyle ki kadınlarla ilişkileri flörtle sınırlı kalmayacak, birçok evlilik yapacak ve nihayetinde Yeşilçam’ın en çok evlenen aktörü olarak anılacaktı.
Bir sevgilisi vardı Fikret’in, Neşecan Paşmak. Neşecan’ın diğerlerinden farkı, 1962’de kızları Elif’i dünyaya getirmiş olmasıydı. Bu olay karşısında tüm gözler Fikret Hakan’a çevrilmişti, evlilik haberi bekleniyordu.
Çok zaman geçmeden gerçekten de evlilik haberi geldi, ama evlendiği kadın Neşecan değildi. Fikret Hakan, Valikonağı Caddesi’ndeki evinde tüm gözlerden uzakta yıldırım nikahı ile evlenmişti. Bu kişi Lale Sarı idi. Ancak bu evlilik 1 yıl bile sürmeden bitti.
Fikret, ikinci evliliğini 1963’te ünlü bir isimle yaptı; Semiramis Pekkan. O dönem en az Fikret Hakan kadar bahsediliyordu Semiramis Pekkan’dan.
İki ünlünün evliliğiydi yaşanan ve sadece 66 gün sürebildi. Üstelik yine gözlerden uzak bir nikahtı. Hoş dördüncü evliliği dışında hepsini bu şekilde gerçekleştirdi.
Fikret Hakan’ın sanat hayatı dolu dolu bir serüvendi. Kendisini tanımlarken kullandığı o üç sıçrayışın arasına 45’lik plaklar ve sunuculuk da sığdıracaktı.
Biz onu en çok aktör olarak tanımış olsak da, o bizim tanıdığımız Fikret Hakan olmak için kendini tanımladığı yollardan geçip de geldi. İşte bu süreçte onurlandığı ödüller de aldı.
1965’te “Keşanlı Ali Destanı”ndaki performansı için “Antalya Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı. Aynı ödülü bir kez daha 1968’de “Ölüm Tarlası” filmi ile de alacaktı.
1970’te ünlü yönetmen Peter Collinson, başrollerini Tony Curtis ve Charles Bronson’un paylaştığı “Paralı Askerler” filmi için Türkiye’ye geldiğinde Türk oyuncular için bir fırsat doğdu. Çünkü yönetmen filmin tamamını özellikle Türkiye’de çekmek istiyordu.
Bu fikre karşı ilgi de büyüktü. Hal böyle olunca “Şan Tiyatrosu” oyuncu seçme yarışması düzenledi. Bu yarışmanın sonunda “Fikret Hakan, Aytekin Akkaya, Erol Keskin, Salih Güney” gibi isimler başarılı bir performans sergileyerek ilk elemeyi geçmiş oldular ve sonunda büyük rolü kapan isim, Fikret Hakan oldu. Fikret Hakan bu dönemde artık sadece oyuncu değil, yönetmen ve yapımcı kimliği ile de boy gösteriyordu.
Fikret’in İngilizcesi çok zayıftı, ama mimikleri çok kuvvetliydi. Uyumlu dudak hareketleriyle “Albay Ahmet Elçi” rolünün hakkını vermeyi bilmişti. Özellikle yönetmenin ilgisini fazlasıyla çekmişti. Peter Collinson’un gözünde uzun yıllar Hollywood’da bulunmuş oyunculardan farksızdı. Bu güzel izlenimlerin sonucunda Fikret Hakan’ın daha başka projelerde bulunmak için teklif alması da kaçınılmaz oldu.
Ancak çekilen bu film zamanın koşullarına yenik düştü. İstanbul, İzmir, Nevşehir yörelerinde çekilen film, çekim öncesi zamanın sansür kurulu tarafından ince eleyip sık dokundu ve sonunda gösterimi Türkiye’de yasaklandı. Bu durum da haliyle Türkiye – Hollywood arasındaki bağları zayıflattı. İngilizce zaten en büyük engeldi ve nice yetenekleri gölgede bırakmaya yetiyordu.
İşte bu sebepten Fikret Hakan, teklifin cazibesine aldırmadı ve Türkiye’de kalmayı tercih etti. Salih Güney de filmde Fikret Hakan’ın oynadığı Albay Ahmet Elçi’nin yardımcısı rolünü hiç İngilizce bilmediğinden konuşmadan oynadı. Hal böyle olunca diğer yapımlar için de bir teklif almadı.
Fedailerden birini oynayan Aytekin Akkaya ise çok az göründüğü sahnelerde ilgi çekmeyi başarmış ve İngilizce öğrenmesi koşuluyla teklif almıştı. Ancak kurslara zaman ayıramayan Aytekin Akkaya da Türkiye’de kaldı.
Bir Hollywood macerası da böylece sonlandı.
Fikret, üçüncü evliliğini kendisinin ilk evliliğinden önce bir çocuk sahibi olduğu Neşecan Paşmak ile yaptı. Valikonağı Caddesi’nde gizli saklı, iki şahit eşliğinde bir yıldırım nikahı daha gerçekleşti. Fikret ve Neşecan evlendi. Ancak 1 yıl sonra boşandılar.
Bu Fikret’in dördüncü evliliği olacaktı. Aynı zamanda gözlerden uzak durma çabası sarfetmediği ilk ilşkisi. Hümeyra, dönemin ünlü pop yıldızıydı. Hümeyra ve Fikret, 1971’de evlendi. Ancak bu evlilik sadece bir ay sürdü.
Yıllar sonra bir itiraf şeklinde “Asla Unutmadım” adlı kitapta yazdı bu aşkı Fikret Hakan; şöyle anlatacaktı içindeki pişmanlığı: “Hümeyra ile öyle tutkulu bir aşk yaşamıştık ki bir daha da öyle tutkulu bir şey yaşamadım. O büyük aşkta kıskançlıktan katil bile olabilirdim. Bu nedenle Hümeyra’ya şiddet uyguladım. Attığım o yumruğu ben de unutamadım, o da unutmadı. 37 yıldır bunun pişmanlığını yaşıyorum. Hatalıydım. Hatasız kul olmuyor.
Hümeyra güzel bir kadın değildi. Ama güzelliğin çok ötesindeydi. Karizmatikti, beni çok derinden etkiledi. Şimdi havaya girecek. Yine asılıyor mu diye düşünecek. Bana hala kızgın olduğunu biliyorum. Öfke duyduğunu biliyorum… Hümeyra hala çok güzel.”
Bundan sonra Fikret Hakan, uzun bir süre evlenmedi. 1989’da Fatma Zeynep Mirgün ile beşinci kez evlendi. Bu evlilik 1991’e kadar devam etti ve Fikret Hakan’ın son evliliğiydi.
Fikret Hakan oyunculuğundan sonra haneye bir de şarkıcılığı ekledi. 1971’de gazino sahnelerinde şarkı söylemeye başladı. Bu dönemler Yeşilçam için en verimli zamanlardı. 1960 ve 1970’lerde “Sadri Alışık, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik” gibi birçok isim sinemanın yanında plak da dolduruyordu.
İşte bu dönemde Fikret Hakan da o isimler arasına katıldı ve birkaç 45’lik doldurdu. Sesi konusunda da en az oyunculuğu kadar başarılıydı.
Art arda “Cemo / Dedikleri Gerçek İmiş (1972 ), Kardaşlar orkestrası “Löberde / Dostun Gülü (Radyofon Plak 1974 ), Aşk Uğultusu / Sancı (Yavuz Plak 1975)” plaklarıyla sesini duyurmuştu.
1975 ve sonrasında bir dönem Yeşilçam’da seks furyasını doğurdu. Buna dahil olmak isteyen isimler olduğu gibi kaçanlar da vardı. Fikret Hakan, kaçma yanlısıydı, 1977’de Valikonağı Caddesi’ndeki evini satıp Marmaris’e yerleşti. Burada geçimini teknecilikle sağladı ve dönemin bitişiyle 1980’de sinemaya geri döndü.
Artık yeniden setlerdeydi ve oyuncu arkadaşları ile bir aradaydı. Bir gün Türk sinemasının altı jönü bir projede buluştu. “Fikret Hakan, Göksel Arsoy, Cüneyt Arkın, Ediz Hun, Kartal Tibet, ve İzzet Günay”, “Feyzan Ersinan Top”un kitabı “Asla Unutmadım”da unutamadıklarını anlattı.
Fikret Hakan’ın en ilgi çeken yazıları “Çolpan İlhan” ve “Hümeyra” ile ilgili olandı. Hümeyra’nın bölümünü biraz önce aktardım.
Çolpan İlhan ile ilgili olan kısım ise şöyleydi: “Çolpan İlhan’la nişanlıydık. Askere giderken, Baylan Pastanesi’nin önünde Çolpan’ı, Sadri Alışık’a emanet ettim. Sivas’ta askerliğimi yaparken, Çolpan’dan mektup geldi. Mektupta ‘Biz Sadri’yle evleniyoruz’ yazılıydı. Çok şaşırdım. Büyük bir acı hissettim. Çolpan’la güzel şeyler yaşamıştık. Ardından da birçok filmde oynadık. Asla da bir gün ‘Neden?’ diye sormadım. Hiç bir şey olmamış gibi davrandık. Birbirlerini gerçekten sevmişler demek ki bu evlilik Sadri ölünceye kadar devam etti.”
Yeşilçam jönlerinden olan Fikret Hakan’a Kültür Bakanlığı tarafından 1998’de “Devlet Sanatçısı” ünvanı verildi. Sonrasında da Fikret Hakan, İstanbul Kültür Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Ömrü başarısına başarı eklemekle geçti Fikret Hakan’ın. Aldığı ödül ve ünvanlarla hep onurlandırıldı. 13 Kasım 2009’da da Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fikret Hakan’a Karşılaştırmalı Edebiyat Anabilim Dalı’ndan, “Fahri Doktor” ünvanı verdi.
Fikret Hakan son zamanlarda Akciğer kanseri tedavisi görüyordu. Tüm düşünceleri, duygularıyla artık hasta yatağındaydı.
Nefesi yoruldu ve Fikret Hakan 11 Temmuz 2017 gecesi saat 02:00’da hayat veda etti. Bu taze ölüm tüm sevenlerini ve oyuncu arkadaşlarını yasa boğdu.
Yolun ışık olsun adam…
Bu dünyadan, her sıçrayışınla, iyi ki geçtin…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Memleket sevdasına düşüp Kayseri’nin yolundan suyuna, suyundan elektriğine her bir ihtiyacına ses veren, fiziksel görünüşü sebebiyle kimse ona güven duymasa da herkesi şaşırtan, taş üstünde taş bırakmayan adam, Osman Kavuncu.
O, Kayseri’nin göz bebeği, her kalpte bir yeri olan özel siyasetçilerdendi. Derdi günü Kayseri’yi insanın gözüne batıra batıra geliştirmekti ve kuşkusuz ki bu yönde pek derdi de kalmayacaktı. Çünkü o, şehirleşmenin yaşayan ve hiç ölmeyecek yüzü olacaktı.
Sazından kopup gelen her bir ezgi ile memleketini karış karış, parsel parsel yeniledi. Geriye de milletinin zevk-ü sefasını seyretmek kaldı. Ancak dünya gözüyle bu seyir pek mümkün olmayacak, muhtemelen yarım kalanları gökyüzünden takip edecekti…
Osman, 1918’de Kayseri’de, Sadık Efendi Hoca’nın oğlu Murat Efendi ve Akçakayalızade Esat Bey’in kızı Ulviye Hanım’ın oğlu olarak dünyaya geldi.
Osman, doğuştan hasta görünümlüydü. İleride de çelimsiz bir adam olacaktı. Çünkü hiçbir zaman kırk kiloyu aşamamıştı. Adeta yemeyen, içmeyen, uyumayan bir bünyeydi. Günlük neredeyse iki saat uykuyla dururdu. Bütün ömrü boyunca okuyacak ve çalışacaktı.
Lise eğitimini tamamlayana kadar Kayseri’deydi. İlkokula o dönemde Arap harfleriyle eğitim veren üç yıllık ‘’Terakki Mektebi’’nde başladı. 4. sınıfa geçtiğinde ise, İnönü Okulu’na gitti ve ilkokulu burada bitirdi. Ortaokul eğitimi için de önce Kız Ortaokulu’na gitti. Ancak sonra kız ve erkek öğrencilerin ayrılmasıyla eğitimini bugünkü Kayseri Lisesi’nin ortaokul bölümünde tamamladı. Lise eğitimine de burada devam etti.
Kayseri Lisesi’nde lise eğitimini de tamamladıktan sonra geleceğini şekillendirmek için İstanbul Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu’na gitti. Mezun olduğunda çalışmak için Kayseri’ye geri döndü.
Osman, iş hayatına ilk adımı Kayseri Uçak Fabrikası’na Muhasebe Şefi olarak attı. Şef olarak çalıştığı dönem boyunca sadece fabrikanın muhasebesini tutmakla yetinmedi. Beyninin içinde dolaşıp duran fikirlerin muhasebesini de tutmalıydı.
Gördüğü her haksızlık, işittiği her söz onu derinden yaralıyordu. . Çünkü o Cumhuriyet’in ilk yıllarının çocuğuydu. Bir şeyler yapabilmeliydi. Öyleyse burada durması anlamsızdı. Kendini yönlendireceği alanlar için bu yer, onu ancak köreltir ve sinir sahibi yapardı. Çözümü istifa etmekte buldu ve ilk adım olarak siyasi ‘’Doğruyol Gazetesi’’ni çıkardı.
Osman Kavuncu istifasının ardından 4 Eylül 1945’te Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü olduğu Doğruyol Gazetesi’ni çıkarmıştı. Artık siyasi mücadelesine başlamıştı ve özgün fikirleri olan, yenilikçi bir adam olarak tanınmasına ramak kalmıştı. Her haksızlığın karşısında dimdik duruşu ve yılmayışıyla Kayseri basınındaki yerini almıştı.
Gazete, Salı ve Cuma günleri olacak şekilde 79 sayı boyunca haftalık olarak yayınlandı. Özellikle gençlerin ilgisini çekmişti.
Kendisi gazetesini şu sözlerle tanımlıyordu: ‘’Doğruyol ile dilsiz Kayseri dile gelecektir. Doğruyol ile kör Kayseri her şeyi görecektir. Doğruyol ile Kayseri’nin duran kalbi çarpacak ve dimağı işleyecektir. Doğruyol adında ve yolunda yürürken şehirlerine ve büyüklerine güvenecektir’’
Osman Kavuncu tam bir Kayseri aşığıydı ve yurduna, taşına, toprağına bağlı inatçı bir adamdı. Ancak hiçbir zaman kibirli olmadı. Aksine hayatını böyle insanlara karşı savaşarak, gururlu, inançlı, ahlaklı bir insan olarak yaşadı.
Osman Kavuncu içinde taşıdığı sevgiyi sanatla birleştirmişti. Onunki gerçek bir memleket sevgisiydi. Öyle ki ona saraylar verseler o yine de ata yadigarı topraklarından, içinde taşıdığı sevgisinden, özleminden vazgeçmezdi.
Belediye Başkanlığı dönemleri de dahil, ikindi vakitleri doğruca Eğribucak’taki bağa gider ve dut ağaçlarının altında türküler söylerdi. En sevdiği ve en iyi çalıp söylediği türkü, Gesi Bağları idi.
Türküler üzerine bir de hayali vardı: Kayseri Türkülerini tüm yurda öğretmek. Bir gün bu hayali de gerçek olacaktı.
Osman Kavuncu, Anadolu turnesine çıkan Muzaffer Sarısözen ile tanıştı bir gün tesadüfen. Onunla bir ayrı ilgilenmişti turnenin Kayseri ayağında. Fikrini Muzaffer Sarısözen’e söylediğinde onun da ilgisini çekmişti.
Sonunda radyonun ‘’Yurttan Sesler’’ programını yöneten Muzaffer Sarısözen, Kayseri Türkülerini radyo repertuarına almıştı. Artık radyoyu açan herkesin kulağına bu türküler dolacaktı.
Osman Kavuncu, belli ki yaptığı onca güzel şeyi içinde taşıdığı sanat aşkına borçluydu. İçinde biriktirdiği onca güzellik ona gururlu sıfatlar kazandıracak ve Osman Kavuncu bir gün ‘’Kayseri’nin Efsane Adamı’’ ve ‘’Türk Belediyeciliğinin Yıldız İsmi’’ olarak anılacaktı.
1943’te dönemin Belediye Başkanı Emin Molu idi. Alman Şehircilik Uzmanı Prof. Dr. Orsner’e çizdirdiği şehrin ilk planının uygulaması Osman Kavuncu’ya kısmet olacaktı.
Çünkü 3 Eylül 1950 yerel seçimlerinde Demokrat Parti kazandı. Bu dönemin seçim sistemine göre belediye meclisi içinden iki isim aday olacaktı ve bu isimler Osman Kavuncu ve Av. Enver Aktan idi. Yapılan oylama sonucunda Osman Kavuncu Belediye Başkanı seçildi. 9 Eylül 1950 – 7 Şubat 1954 ve 7 Şubat 1954 – 17 Eylül 1957 arası olmak üzere iki dönem boyunca Kayseri Belediye Başkanı olarak görevini sürdürecekti.
Osman Başkan’ın dönemi, modern Kayseri’nin temellerini atacaktı.
Osman Kavuncu, Belediye Başkanı seçilmişti. Ancak bir kesime göre bu çelimsiz adam başkanlık işinin altından kalkamayacaktı. Şehrin gelişmeye ve yeni günler görmeye ihtiyacı vardı. Bu cüssesiz adamdan bunları yapmasını bekleyemiyorlardı.
Ama cüssesi küçük aklı büyük adam, Osman Kavuncu, ona oy verenleri dahi şaşırttı. Öyle ki, Kayseri’nin altını üstüne getirecek ve ona yenilikler katacaktı.
Osman Kavuncu, iki dönem boyunca kazanmış olduğu Belediye Başkanlığı’na başladığında, belediyenin bir milyon lira bütçesi vardı ve o, aynı yıl dolmadan bu bütçeyi 14 milyon liraya çıkardı.
Caddeler, meydanlar, yollar boyu uzanan sokaklar, kooperatifler, fabrikalar… Bugünün Kayseri’sinde modern yaşam hissiyatını uyandıran ne varsa, hepsi onun o güzel beyninin eseriydi. Hatta bu işlerin yapımında bizzat fiziksel gücünü de kullanarak çalışanlara yardım ediyordu.
Geliştirdiği faaliyetlerle sadece Kayseri’nin göz bebeği olmakla kalmamış, dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in de ilgisini çekmişti. Adnan Menderes, Osman Kavuncu’yu tüm Türkiye’ye örnek göstermişti.
Osman Kavuncu şehirleşmeye damgasını vuran o adamdı.
Osman Kavuncu, Belediye Başkanlığı döneminde birçok proje hayata geçirmişti. İlk işi, bugünkü adı ”Osman Kavuncu” ve ”Sivas Caddesi” olan meşhur iki caddeyle birlikte birçok cadde ve sokağın yapımı için istimlak çalışmalarını başlattı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın talimatı ile bir milyon lira kredi temin edildi be 1500 adet dükkan, her biri 4500 lira olmak üzere kooperatif üyelerine mal edildi. Bu dükkanlar ileride büyük ticarethanelere dönüşecekti.
Yine Osman Kavuncu döneminde Cumhuriyet Mahallesi’nin büyük bir kısmı bügünkü iş yerlerine dönüştürüldü. Her şey bir çarklının dişleri gibi işliyordu. Bu mahallede yaşayan insanlar belediyenin yaptırdığı evlere, Sahabiye Mahallesi’ne yerleştirildi. Kayseri, giderek gelişiyordu.
Merkez ve Halk Bankaları’nın olduğu binaların alanı istimlak edildi ve bankalar yeni binalarına geçiş yapmış oldu. Bundan başka Kayseri’ye yakışmadığı düşünülen ve değiştirilmek istenen bir yer daha vardı; Şekerciler Çarşısı. Bu çarşı da böylece yıkılacaktı.
Osman Kavuncu, halkın istekleri doğrultusunda ve kendi ilkeleriyle dur durak bilmeden çalışıyordu. Şehir Mezarlığı’nı da yaptırdıktan sonra en önemli sorun içme suyuydu.
Osman Kavuncu göreve başladığında şehrin su ihtiyacı yedi ayrı bölgeden sağlanıyordu ve düzensizdi. Kara Avgın denilen üstü açık kanallarla şehre taşınan su, pörhenklerle çeşmelere dağıtılıyordu. Pörhenklerin tıkanması durumunda bu sorun talaşla çözülüyordu.
Bu düzensiz gidişatı bir hale yola koymak isteyen Osman Bey, Gültepe’de bir su deposu yaptırdı ve açılışı Başbakan Adnan Menderes yaptı. Bundan sonra su, kaynağından bu depoya kapalı borularla getirilecekti.
Sudan sonra ikinci en önemli eksik, elektrik ihtiyacıydı. Kayseri’nin elektrik ihtiyacı, 1929’de Bünyan’da 90 metre yükseklikte Sarımsaklı Şelalesi üzerine kurulu 1200 litre saniyelik santralden karşılanıyordu. Ancak bu yetmiyordu ve halk şikayetçiydi.
Bunun yanında yenilenen şehir, gelişen sanayi yeni ihtiyaçlar doğuruyordu ve bunların hepsinin yolu elektrik santrallerini de genişletmekten geçiyordu. Bu sebeple Osman Kavuncu, 1954’te Bünyan Santrali’ni genişletmek için Sızır Suyundan yararlanmayı düşünmüş ve Sızır Hidro – Elektrik Santrali projesini hazırlatmıştır. Ancak 7 yıl sürecek bu projenin açılışı 1961’de o dönemin Valisi ve Belediye Başkanı Sedat Tolga’ya kısmet olacaktı.
Yenilikçi düşüncesiyle ”Erciyes Telesiyej Tesisleri” de yine bu dönemde yaptırıldı ve ilk kez at yarışları yapılacaktı.
Osman Kavuncu şehirleşmeye damgasını vuran adam olarak tanınacaktı.
1954’te karasinekler şehri istila etti. Osman Bey, bütçeden karasinekle mücadele için 30 bin lira ayırdı ve halktan kilosu 30 liraya getirdiği sinekleri aldı. Sonra da sinekleri imha etti. Bu Osman Bey’in şehri konusunda yaptığı hizmetler arasında en ilginç olanıydı.
Osman Kavuncu, kalbi güzel bir adamdı. Şehri güzelleştirirken içinde yaşayan insanları unutmazdı. Kursaklarından geçecek lokmadan, evde yanacak sobaya kadar her şeyi düşünürdü. Mahallelerin yoksul evlerini tespit etmek için muhtarları görevlendirmişti. Zabıta araçları ile bu evlere ihtiyaçları dağıtılırdı.
İki dönem süren Belediye Başkanlığı görevinden sonra Osman Bey, 1957 dönemi seçimlerinde Demokrat Parti listesinden Kayseri Milletvekili olarak meclise girdi. Kayseri için temelleri atmıştı. Artık ufkuna başka bir koltuktan da ışık tutabilirdi.
Beyninde gelişen fikirlerle birlikte önce Kayseri, sonra da tüm ülke gelişmeliydi.
Osman Kavuncu, Adnan Menderes ve diğer Demokrat Parti üyeleriyle birlikte 1960 Askeri Harekatı’nda Yassıada’da yargılananlar arasındaydı. 7 yıl hapis ile cezalandırıldı ve Kayseri Cezaevi’ne gönderildi.
Osman Kavuncu’nun acı dolu günleri başlamıştı. İkinci perdede hayat onun için daha kısa ve zorlu geçecekti. O güne dek zaten çelimsiz vücuduyla hastalıklı bir hayat sürmüştü. Cezaevi koşullarında yaşayacak bir bünyesi yoktu. Sağlığı iyice bozulmuştu. Bu nedenle 2 Ekim 1962’de tahliye edildi.
Hasta bir bünye ile dışarıda da yaşamak kolay değildi. Bir iş yapmalı, hayatına devam edebilmeliydi. Cumhuriyet Mahallesi’nde bir sigorta temsilciliği açtı. Artık sigorta işleri yapacaktı.
Cezaevinden miras hastalığı bir daha yakasından hiç düşmedi. Artarak çoğalıyor, bünyesini iyice güçsüzleştiriyordu.
O güzellikler dolu kafayı taşıyan beden en fazla 11 Kasım 1966’ya kadar dayanabilmişti. Ve Osman Kavuncu, öldü.
Nice güzellikleri önce kalbine, sonra da beynine özenle yerleştirmişti Osman Kavuncu. Baktığında güven vermeyen çelimsiz bedenine inat yaşadı o hayatını. İşte bundandır ki, tüm Kayseri onu hep çok sevdi.
Çünkü o, Kayseri’ye yeni bir hayat ve o hayatı kolaylaştıracak imkanları verdi. Ne kadar sevseler, ardı sıra ne kadar dua etseler az elbet.
Çünkü o, kendi hayatından çalıp, memleketine verdi. Hiç evlenmedi. Hatta ona neden hiç evlenmedin diye sorduklarında Belediye’yle evlendim ben diyordu. Onun kalbini belli ki memleket sevdası doldurmuştu.
Yaptığın tüm güzellikler için,
Beyninden hep doğruyu, kalbinden hep güzeli geçirdiğin için,
Minnetle…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün 11 Ekim 2017; “Kaptan” öleli tam 12 yıl oldu. 12 yıldır yeni hiçbir şey yazmadı. Ama yine de biz onu hiç unutmadık.
Çok sevdiğimiz biri ölünce kendimize bahaneler buluruz ya hani. Ben de onun öldüğünde babasına kavuşmuş olduğunu ve gülümsediğini düşünmek istiyorum. Ne tuhaf, Franz Kafka için de tam tersini dilemiştim. Hayat her zaman aynı yerden baktırmıyor insana. Ama neyse ki onlar var oldular ve cümleleri sonsuza kadar var…
Attila İlhan’ı, yazdıklarını, sonsuz sevgi ve minnetle anıyorum.
Ölüm yıl dönümünde yazdıklarımdan bu yana aylar geçmiş; Attila İlhan bugün 93 yaşında. İyi ki doğdun yüreği, kalemi güzel adam…
Attila, 15 Haziran 1925’te İzmir Menemen’de, Memnune Perihan Hanım ve Bedri Bey’in oğlu olarak doğduğunda ailesi ona “Attila Hamdi İlhan” adını verdi. Attila, baba tarafından kökenleri Kafkaslara dayanıyordu.
Bedri Bey, döneminin yenilikleri pek ciddiye almayan, aruzla şiirler yazan bir Divan şairiydi. Evde hep şiir hakimdi. Bu yüzden Attila, naif ve şiire düşkün bir çocuk olarak büyüdü.
Bir gün kendisi ünlü bir şair ve yazar, kardeşi “Çolpan İlhan” ise, ünlü bir oyuncu olacaktı…
Attila, okul hayatına İzmir’de, Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu’nda başladı. Daha sonra da Karşıyaka Orta Mektebi’ne devam etti.
Şiirle yatıp şiirle kalkan, kendi halinde bir çocuktu. Lisenin ilk senesine kadar da her şey normal seyrediyordu. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıftayken, bir gün, mektuplaştığı kıza yazdığı mektuplardan biri ele geçti. Aslında iki kanı kaynayan gencin masumane cümlelerini içeriyordu. Ama ucuna iliştirilmiş bir Nazım Hikmet şiiri de vardı. 1941 Şubatı’ydı; Attila tutuklandı.
Ülkenin aldığı bazı kararlar vardı. Nazım, yasaklıydı. Attila, üç hafta gözaltında kaldıktan sonra, iki ay da hapiste yattı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge de çıkartılmıştı adına. Eğitim hayatına zorunlu bir ara vermişti.
Danıştay kararı 1944’te bozdu ve Attila okuma hakkını kazanır kazanmaz İstanbul Işık Lisesi’ne kayıt edildi.
1946’da liseden mezun olduğunda, üniversite tercihi İstanbul Hukuk Fakültesi’nden yanaydı. Aslında başarılı bir öğrenci olmuştu hep. Ama yine de mezuniyetini alamadı. Onun gönlü kelimelerin dansından yanaydı. Bir mumun alevinde kelimelerini coşturmaktan başka gayesi yoktu.
Şiire ilk aşk
Attila, babasından aldığı bayrağı taşımaya niyet etmiş, kalemini defterini almış, ilk şiirini yazmıştı. “İlkbahar”. Kalemi küçücük parmaklarına yük olacak yaştaydı. Attila ilk şiirini yazdığında, henüz ilkokul üçüncü sınıf öğrencisiydi.
Babasıyla aralarında Attila kalemi ilk eline aldığında gizlice yapılmış bir anlaşma belirdi. Her şey aşikardı, ama kimse bir cümle kurup dile getirmedi. İlk şiirini babasına okumuştu; bedri bey beğenmedi, hatta “Böyle şiir olmaz” dedi. Oğlunun şiirlerini pek beğenmezdi ya da beğenisini diline dolamazdı. Sadece Divan şiiri kurallarına uygun şiirlerini okuyordu Attila’nın, Bedri Bey. Onu da mümkün mertebe gizlemeye özen göstererek…
Hapiste kaldığı dönemde kendini daha çok hissettirmişti aralarındaki o sessiz anlaşma. Babası ona hiç tepki göstermedi. Sadece bir telgraf çekti: “Üzülme geçer”.
Bilirdi Attila babasının sevgisini, şiire karşı ölçülü duruşunu. Belli ki eğer oğlunun da gönlü düşecekse şiire, bunu layıkıyla yapmasını istiyordu.
Attila bu naiflikle, hele babası böyle şiirle dolaşırken evin içinde, annesi bunca hayranken babasına, nasıl gönlü kaymasındı şiire! Annesi evindeki erkeklerin durumundan özellikle memnundu. O Nedim’i severdi, ezbere bilirdi. Çünkü Bedri Bey, ilk gecelerinde okumuştu Memnune Hanım’a…
İlk takdirini lise son sınıfa giderken aldı Attila. Amcası ondan gizli, “Cebbaroğlu Mehemmed” adını verdiği şiirini CHP Şiir Armağanı Yarışması’na gönderdi. Pek çok ünlü ismin şiiri de vardı yarışmada. Attila onları geride bırakarak ikincilik ödülünü kazandı.
Bu, Attila’nın yazmak konusunda cesaret kazandığı olaydı. Daha incelikli, daha düşkün yazdı artık şiirlerini, yazılarını. Üniversitede “Yığın” ve “Gün” dergilerinde ilk kez şiirlerini yayınlamaya başladı.
1948’de de “Duvar” adını verdiği ilk şiir kitabını, kendi imkanlarıyla, yayımladı…
Attila, 1948’de ilk kez yurt dışına çıktı. Henüz üniversite ikinci sınıftaydı. Paris’te Nazım Hikmet’i kurtarma hareketi başlatılmıştı. Ön saflardaki yerini almak için düştü Paris yollarına.
Koşulları zor günlerdi. Ama biliyordu, bu onun tercihiydi. Yıllarca yazdığı her şiirin, her metnin karakterlerini işte burada şahit oldukları, gözlemledikleri belirleyecekti.
Nazım’ın yeri onda ayrıydı. Şiire babasından aldığı hevesle başlamış, ama kendini bulana kadar hep Nazım’ın izini sürmüştü. Hatta belki yeri gelmiş taklit etmişti. İşte babasının kızdığı da buydu aslında; kendisini örnek almasını çok istemişti.
Attila aslında başlarda halk şiiri yazdı. Sonra Divan şiirleri okudu. Hatta aruz ölçüsüne heves edip 200 kadar gazel de yazdı. Ama sonra gönlünü Nazım’ın yoğurt yiyişine kaptırdı; ta ki kendi soluğunu keşfedene kadar 150 Nazım kokan şiir yazdı…
Fransa günleri
Attila, 1951’de Gerçek gazetesinde yazdığı bir yazıdan dolayı soruşturmaya uğramıştı. Bu olayın ardından Paris’e tekrar gitti. Bu kez Nazım’a sadece sevgi duyarak, kendi yolunu bilerek…
Attila, bu yıllarda Fransızcayı öğrendi. Sonra Maksizm ile tanıştı. Paris – İstanbul – İzmir arasında adeta mekik dokuyordu.
Bu gidiş gelişler, yazmaktan hiç vazgeçemeyişler ona bir ün kazandırmıştı. Yine bir yandan sürüncemede olan Hukuk Fakültesi’ni de bu süreçte tamamlamak istiyordu. Ancak gönlünü kaptırdığı çok fazla meslek vardı. Son sınıftayken gazeteciliğe başladı ve fakülteyi yürütemeyeceğini anladı. Sonra sinema merakına kapıldı. Bütün bunlar sökülen bir çorap gibi birbirini takip ediyordu. 1953’te “Vatan” gazetesinde kelimelerini sinema eleştirileri için kullanmaya başladı.
Attila, 1957’de Erzincan’da askerliğini yaptı ve İstanbul’a döndü. Kalemi bu dönemde sinema sektörüne ağırlık vermek niyetindeydi.
15 kadar senaryo yazdı. Ancak imzasını Ali Kaptanoğlu olarak atıyordu. Azımsanmayacak bir rakamdı aslında. Ama içini coşturacak o hissi sinemada bulamamıştı. 1960’da tekrar Paris’e gitti. Televizyonculuğu bir de incelemek istiyordu.
Attila, televizyonculuk gayesiyle düştüğü Paris yollarından, gözünün nuru babacığının ölüm haberi ile döndü. İzmir’e döndü. Ona bütün hayatını yaşamak için gayesini bulmasına sessiz saygısıyla olanak veren babası, artık hayatta değildi…
Bu haberin ardından şehrinden ayrılamadı. Önündeki 8 yılı İzmir’de geçirdi Attila. Bu dönemde Demokrat İzmir gazetesinin genel yayın yönetmeni olarak görev aldı ve başyazar olarak yazdı.
Yine bu dönemde kitaplar yazmaya da devam etti. “Yasak Sevişmek” ve “Aynanın İçindekiler” dizisinden “Bıçağın Ucu” adlı eserimi yayımladı.
“Ben sana mecburum” adını verdiği, hepimizin diline pelesenk olmuş, hafızalarına kazınmış o mükemmel şiiri, aynı zamanda kitabın da adı olmuştu. “Ben sana mecburum” 1960’da basıldı. Benim gibi bir 90 kuşağının bile ezberinde olan bu aşk kokan şiir kadar mükemmeldi kitaptaki diğer şiirler de.
Attila İlhan’ın olduğu her yer aşk, her yer tutkuydu… Ama bu kitapta sadece aşk yoktu; gerilim de vardı, siyaset de, özgürlüğe duyulan özlem de, sınırsızlığın direnişi de… İstanbul’un semtlerinde dolanıp, Paris’te tanık olduğu insanlara tutunup, Cezayir’de kurşuna dizilmişti. İşte hepsi Attila İlhan’dı; her yanı sade ve sadece, insan.
Aşkın ne manaya geldiğini hissettiğim günden beri bu şiirin varlığını bilmek ne güzel. Ustaya minnetle, bir kuplecik buraya bırakayım; ama siz tamamını hissederek okuyun olur mu?
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum…”
Onca şiire hayat veren, aşkı kelimelerle yaşayan adam, Attila, Biket İlhan ile 1968’de evlendi.
Bu evlilik 15 yıl sürdü ve çiftin hiç çocuğu olmadı.
1970’lerde Türkiye’de televizyon yayını başlamıştı. Attila’nın da senaryo yazma merakı alev aldı ve çalışmalara başladı.
“Kartallar Yüksek Uçar, Sekiz Sütuna Manşet ve Yarın Artık Bugündü” izleyicisinin beğenisini kazanan diziler oldu.
Söz konusu yazmaksa, her alanda iyi olabileceğini kanıtlamıştı.
Attila, 1973’te Ankara’ya taşındı. Burada “Bilgi Yayınevi”nin danışmanlığını yapacaktı. 1981’e kadar burada kaldı.
Bu süreçte “Sırtlan Payı” ve “Yaraya Tuz Basmak” adını verdiği eserlerini yazdı. “Fena Halde Leman” adını verdiği romanını tamamladıktan sonra da İstanbul’a yerleşti.
İstanbul’da yaşamaya başladığında Gazeteci kimliğine bürünmüştü. 2 Mart 1982’de “Milliyet”te yazmaya başladı ve 15 Kasım 1987’ye kadar devam etti. Daha sonra “Gelişim Yayınları” ile sürdürdü çalışmalarını.
1993 – 1996 yılları arasında sürdürdüğü “Meydan” gazetesindeki görevine başlamadan önce bir süre Güneş gazetesinde de yazdı.
1996’dan 2005’e kadar “Cumhuriyet” gazetesinde yazdı, bu son gazete olacaktı.
Attila İlhan’ın yayınlanan ilk romanı, “Sokaktaki Adam”dı. Ama kimsenin bilmediği, gün yüzüne çıkarmadığı 10 romanı vardı. O yayınlamasa da hep yazdı.
Yine de bunun bir sebebi olmalıydı. Yıllar sonra 1996 Haziran’da, bir söyleşide şu cümlelerle anlatacaktı bu sebebi: “Birçok roman yazdım daha önceden. Ama neden yayınlamadım? Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki, yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatır. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır.”
Attila İlhan, romanlarında şehir insanını anlatıyordu. En çok İstanbul ve İzmir vardı kitaplarında, elbette bir de Paris. Ancak bununla yetinmedi. Batı kültürünün Türkiye’de nasıl yansıdığını kurguladığı karakterlerle anlattı.
Bir küçük nokta var. Onun tamamen kişiliğiyle, bir gününü nasıl yaşadığıyla ilgili. Attila, her gün 10.00’da kafede oluyordu ve 12:00’de evine dönüyordu. İşte böylesine muntazam bir düzen içinde yazılıyordu onca eser. Bu özelliğini huy haline çok küçük yaşlarda getirmişti. Çünkü ne varsa sorumluluk adına, çocuk yaşta öğrenmişti. Ama belli ki hamurunda da vardı.
Çok özel bir kalemdi o. Elbette ödülleri de olacaktı…
İlk ödülü en başında bahsettiğim gibi 1946’daki “CHP Şiir Armağanı Yarışması”nda ikincilik oldu. 1974’te “Tutuklunun Günlüğü” ile “TDK Şiir Ödülü” ve “Sırtlan Payı” ile de “Yunus Nadi Roman Armağanı”na layık görüldü.
2003’te “Sertel Demokrasi Ödülü”nü aldı.
2007’de ise, o hayatta yokken, “Attila İlhan Bilim ve Sanat Kültür Vakfı” kuruldu…
Ayrıca adına konmuş bir de ödül var; “Attila İlhan Edebiyat Ödülleri”.
Attila, ilk kez kalp krizi geçirdiğinde takvimlerin mührü 1985’i gösteriyordu. Hissetmeye, çok sevmeye, çok kızmaya doyuramadığı kalbi işte o zamanlar yorulmaya başladı; çok erkendi.
Ne sigara kullanıyordu ne de alkolden haz ederdi; kendi deyimiyle “Temiz çocuk”tu. Sadece Fransa’da mecburen şarap içmişti. Öğrencilerin doldurduğu lokantalar bile sürahiyle şarap veriyordu.
Burayı bir röportajında anlatmış Attila: “Su yok mu?’ diye sordum. “Fransa’da suyu inekler içer” demişlerdi. Biz de içtik, ama 10 gün oteli bulamadım”
Bir de enfarktüsten sonra reçeteyle viski içti. Oysa yine kendi deyimiyle “Cenabetin” kokusunu da sevmezdi. Doktorlar ilaç diyordu; bakalım, içiyordu.
2004’e kadar hassasiyetle gelen kalbi, artık hastaydı. Tüm ömrü boyunca iki kez kalp krizi geçirdi. İkincisinde tarih 10 Ekim 2005’i gösteriyordu ve bu kez sondu.
Attila İlhan, öldü; 80 yaşındaydı. Ölümü kayıtlara 11 Ekim 2005 olarak geçti.
Aşka doyamayışıyla, yazdığı her cümleyle, gamzelendiği her gülüşle, hep çok sevişle bir Attila İlhan geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Küçükken ne şaşırırdım küçücük bir kutunun içinde güldüren, ağlatan insanlara. Hatta onlar o kutunun içinde yaşıyor, orası onların evi sanırdım. Sadece perdelerini açıp bizim onları izlememize izin veriyorlarmış gibi gelirdi. Evlerinin de bir adı vardı sadece; televizyon. Çocuk aklı işte…
Çocukken her sabah Şirinler’i izlediğim Kanal, şimdilerde Demirören’e geçmiş meğerse. Hoş o zaman da sorsan sahibi kim bilemezdim ya… Bu bilgi haliyle hayatımızda izlediğimiz dizileri, filmleri, reklamları ve daha nicesini değiştirmeyecek. Yayın akıp gidecek. Ve lakin ekonomi değişiverdi işte. Aydın Doğan artık sahip olduklarının sahibi değil. Onun sahibi şimdi Erdoğan Demirören…
Erdoğan, 28 Ağustos 1938’de Bursa’nın İnegöl ilçesinde dünyaya geldi. Orta öğretimini Saint Benoit Lisesi’nde tamamladı. Sonrasında onu genç yaşta çok çalışması gereken bir hayat bekliyordu. İleride Türkiye’nin tanıdığı bir isim olacak; esnaf olan babasının kazancını katlayacaktı…
Hep top peşinde koşmaya bayılan bir çocuktu. Sokaklarda tek kale maçtan profesyonelliğe taşıyacaktı bu zevkini. 1956-1957 döneminde Beşiktaş ve Emniyet’te profesyonel futbolcu olarak yer aldı.
1957’de babası Şükrü Bey öldüğünde, hayatındaki bütün taşların yeri değişti. Erdoğan, babasının yarıda bıraktığı hayatı için bir şey yapamazdı; ama yarım kalan işler için gayretli olmalıydı. Sirkeci’de oto yedek parça ithalatı ve pazarlaması yapan “Kolaylık Oto”nun başına geçti. Henüz 19 yaşındaydı.
Ancak gerekli gayreti de göstermişti. Çok çalıştı ve giderek büyüdü. 1971’de Türkiye’nin ilk gaz şirketini devren satın aldı. Yaptığı yatırımlarla Türkiye’de gaz sektörünü, en büyük sektör haline getirdi. Likit petrol gazı dağıtımı yapmak için kurulan Demirören Grubu, daha çok büyüyecekti…
Zamanla Milangaz LPG Dağıtım Ticaret ve Sanayi AŞ., Milangaz AŞ., Likidgaz AŞ., Mutfakgaz AŞ., Güneşgaz AŞ. LPG depolama ve dağıtım şirketlerini bünyesinde bulunduran bir grup olan Demirörenler, Türkiye genelinde 24 dolum tesisi, 2950 ana bayii, 450 bin tona ulaşan satış ve 40 bin ton stoklama kapasitesine, belki daha da fazlasına sahip olacaktı.
Türkiye’nin dışına da açılan Demirören Group, Azerbaycan’da da en büyük petrol dağıtım şirketi Azpetrol’ü ve en büyük ağır sanayi fabrikalarından Azereleltroterm’i de aldı.
Yıllar ona bolca zenginlik katmıştı. Çok şeye sahip oldu. Gaz sektöründe bir anda 48 şirkete çıkan Demirören, 1980’de açıklanan 24 Ocak Kararlarından sonra küçülmeye gitti.
Erdoğan, Tülin Hanım ile hayatını birleştirdi. Bu evlilikten Yıldırım, Tayfun ve Meltem adını verdikleri 3 çocukları oldu.
Yıldırım Demirören de en az babası kadar adını duyuracaktı. Biz onu Beşiktaş Spor Kulübü Başkanı olarak tanıyacaktık.
Gaz sektörü ile büyük bir yükselişe geçen Demirören’in diğer yatırımlarının yanında adı bir de AVM yapımı ile anılmaya başladı. Yaptığı yatırımlar, girdiği ihalelerle zenginliğine zenginlik kattı. Haliyle Türkiye’nin en zenginleri listesinde yerini aldı.
2006’da yapımı başlayan bina, 2011’de Demirören AVM olarak açıldı.
Milliyet ve Vatan gazeteleri Doğan Gazetecilik bünyesinde bulunuyordu. Mayıs 2011’de Demirören ve Karacan gruplarına satıldı. Milliyet için 48, Vatan için ise 26 milyon dolar ödediler.
Doğan Yayın Holding, medyada küçülmeye gitmek istediklerini, bu düşünce doğrultusunda da Milliyet ve Vatan’ı satmaya karar verdiklerini açıklamıştı. Satışını uzun bir süre sağlamak isteyen isim ise, Ali Karacan’dı. Babası Ercüment Bey’in yıllar önce Aydın Doğan’a sattığı Milliyet tekrar bünyelerine geçsi istiyordu. Daha sonra Demirören ailesinin de katılımıyla, ikili gazeteleri ortaklaşa satın aldı. Ali ve Ömer Karacan kardeşler, babalarının sattığı Milliyet’in tekrar yarı hisseli ortağı oldu.
Demirören ise, daha önce medya sektöründe adını hiç geçirmemişti. Atılan bu adımla, Demirören de medya sektöründe anılmaya başladı.
Bunun yanında Demirören Grup, adını eğitim alanında da duyurdu. 1958’de İstanbul Etiler’de kurulan Ata Koleji’nin de sahibi Demirören’di. Yatırımlara, ihalelere ve buralarda başarılarını katmerleyen Erdoğan Demirören’in, şirketlerine ait 800’ü aşkın aracı ve 4 tane de gemisi olduğu bilgisi es geçilecek gibi değildi.
Medya sektöründe Doğan Yayın Holding’den satın aldığı gazetelerle yer edinen Demirören, ilk adımın üstünden 7 yıl sonra 21 Mart 2018’de Doğan Yayın Grubu’nun tamamını satın aldı.
Doğan Holding Onursal Başkanı Aydın Doğan, Demirören Grubu’n kurucusu Erdoğan Demirören’le anlaşma sağladı. Doğan Medya Grup bünyesinde bulunan Kanal D, CNN Türk, Dream TV, Dream Türk, Hürriyet, Posta, Fanatik, Doğan Burda Dergi, Doğan Kitap ve Dergi de böylece Demirören bünyesine katılmış oldu.
Bizler halk olarak o televizyonu sadece izliyoruz, kitapları okuyoruz, dergileri şöyle bir karıştırıyoruz. Gerçek şu ki, pek azımız ilgileniyor bu kuruluşların sahibinin kim olduğuyla. Oysa o renkli görüntüler öyle kolay dönmüyor, kitapların kapakları öyle kolay çevrilmiyor işte. Her birinin ardında bir isim var.
Erdoğan Demirören de bu isimlerden, ülkenin sayılı zenginlerinden sadece biri. Hayat onu bir noktada bıraktı ve yaşamı boyunca adı iyi ya da kötü birçok haberde geçen Erdoğan Demirören, babasından mecburen devraldığı geminin dümenini zenginliğe çevirip hiç karaya uğramadan yol aldı…
Demirören, rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldı. Solunum yetmezliği sebebiyle 31 Mayıs 2018 itibarıyla Florence Nightingale Hastanesi yoğun bakımına alınan Demirören’in tıbbi destek ve tedavisi sağlanıyordu.
Ancak artık yorgun düşmüş bedeni daha fazla dayanamadı ve Demirören’in 08 Haziran, 11.53’te aramızdan ayrıldığı haberi verildi. Hastane başhekimi Özgür Şamilgil açıklamasında, ailesinin ve hastane personelinin yakın ilgi ve alakası ile Demirören’in ıstırap çekmeden son günlerini geçirdiği belirtti.
Bir can daha yeryüzünden ayrılmıştı işte. Küçükken Şirinler’i izlediğim kanalın sahipliğini yeni üstlenmişti oysa. Öyle ya, yayın yine akmaya devam edecek…
Ailesinin ve tüm sevenlerin başı sağ olsun. Allah sabır versin…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi