Yazmaya başladığımdan beri Boğaziçi’nin umutsuzlar merdivenine bir serçe edasında tünemiş ve günün hangi saatinde olduğu fark etmeksizin Slyvia Plath’i düşünen bir Nilgün Marmara var gözlerimin önünde. Orada duruyor öylece, kalemi kağıdı elinde, içinden geçen ne varsa yazıyor ve her bir kelimesini sır gibi saklayacağının muzipliğini dudak kıvrımına yerleştiriyor.
Ve karşıma çıkan tesadüf bir cümlesi içimi ürpertiyor: “Biliyorum, bir gün dayanamayacak küçük kalbim; arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye veda edeceğim”.
Doğum gününde onu anmak istedim; ama bu kez de benim kafamda Nilgün Marmara ile tarifsiz sorular var. Acaba gerçekten Slyvia Plath’i tanıdığı andan beri intiharı düşünüyor muydu ya da planladı mı? Bir anlık çığlıksız vazgeçişten ibaret miydi yoksa her şey? Gerçekten inanıp güvendiği her şeye veda etmenin bir yolunu bulmuş muydu? Taşlar yerine oturmuş muydu? Ne yazık ki bunların ardındaki gerçeği kimse bilemeyecekti.
Nilgün Marmara, yazdıklarından ibaretti bizim için. Bildiğim kadarı ve hafızamda canlanan haliyle iyi ki doğdun Nilgün Marmara…
Nilgün, 13 Şubat 1958’de İstanbul Moda’da, Balkan göçmeni Perihan Hanım ve Fikri Bey’in iki kızından biri olarak dünyaya geldi. Büyük kütüphanesi olan bir evde, Schubert ninnileri ile büyütüldü. Sanki doğduğu anda belliydi kısacık ömründe ne çok şey yaşayacağı, iç dünyasını dışa vurmak için çabalayacağı…
Kendini büyütmeye çalışan narin bir çocuktu. Önce elleri büyüdü, hayatı kavradı; sonra ayakları, sağlam adımlar atmak için ve en son gözleri ki, gördükten sonra birçok şeyi, bir yerlere konumlandıramadığı bedenini yükseklerden bırakabilsin diye…
Nilgün, ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesi’nde bitirdi. Okulun ele avuca sığmaz, öğür ruhlu, özgün kızıydı. Dışarıdan baktığınızda onu sıradan bir öğrenci zannedebilirdiniz. Öylesine fütursuzca arşınlıyordu okul yolunu. Kimse fark etmiyordu ki, zaman ona göre ağır ilerliyor ve bu durum onu boğuyordu.
Neyse ki üniversite zamanı gelmişti. Tercihini Boğaziçi Üniversitesi Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları’ndan yana kullandı. İçine çöreklenmişi kırgınlıklardan kurtulmanın yolunu nihayet bitirme tezini hazırlarken bulacaktı…
Ama bir de ülkesiyle birlikte içinden geçeceği bir dönem vardı; 12 Eylül 1980 darbesi. Üniversitenin kırmızı salonundaki edebiyat, şiir tartışmaları sona ermiş; yerini gizli ev toplantılarına bırakmıştı. Bohem bir hayat tarzını yaşıyorlardı.
Bu dönemde şiir yazmaya başladı; ama yazdıklarını kimseye göstermedi.
(Slyvia Plath)
Slyvia Plath, Nilgün’ün içinde tortu bırakmış her bir acı zerresinin karşılığıydı sanki. Hayatın üzerine incelemeler yaptığı Slyvia Plath’a içinden bir kez bile sormadı “Ölümden başka yol yok muydu?” diye… “Slyvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi” konulu tezi, onu giderek içine çekiyordu.
Slyvia’nın hayatı, Slyvia’nın düşünceleri, onun sorgulamadan kabullendikleri; her şey Nilgün’de özel bir yer etmişti. Şiirlerinden çeviriler yaptı. Bir yandan da “yaşama karşı ölüm” temalı şiirler yazmaya başlamıştı; her bir kelimesi buram buram intihar kokuyordu. Bu koku, ziyadesiyle keskindi. Yazgısının Slyvia ile ortak olduğuna inanıyordu. Aralık 86’da yazdığı şiirine, “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım…” diye başlayacaktı mesela.
Yazdığı şiirleri, çeşitli dergilerde yayımlamaya başladı. Slyvia’nın bireyin yalnızlığı ve bunun yanında var oluşu üzerine olan görüşü, Nilgün’ü çok fazla etkisi altına almıştı. Bitirme tezini tamamladığında, artık Nilgün’ün hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…
Nilgün, 1982’de, Endüstri Mühendisi Kağan Önal ile evlendi. Kızıltoprak’ta bir ev kurdular. Artık o güzel şiirlerini döken şairlerin uğrak yeri olmuştu evleri; Cemal Süreya, Ece Ayhan, Edip Cansever, Tomris Uyar, İlhan Berk, Küçük İskender, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya… Bütün edebiyatçılar, ev toplantılarında bir araya geliyor ve şiir konuşuyorlardı.
Pazar günlerinin ritüeline “but partisi”ni koydular. Fırında tavuk budu yaptıklarından partinin adını böyle seçmişlerdi. Nilgün, içinde tanımlayamadığı acıyı ve yalnızlığı bu toplantılarla bir nebze olsun unutuyordu.
Nilgün, bu günlerde şarkı söylemeye başladı. En az kelimelerle dansı kadar yetenekliydi. Cemal Süreya, Nilgün’e, caz gırtlağı sesi ve bunun yanında tavırlarından dolayı, “Çılgın Zelda” diyordu. Nilgün’ü Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald’ın ele avuca sığmayan karısı Zelda’ya benzetmişti.
Bundan sonra Cemal Süreya için, o, Zelda idi.
Sonra bir süreliğine kocasının işi nedeniyle Libya’ya taşındılar. Ülkenin baskıcı yaklaşımı, Nilgün’ün hiç sebepsiz yer bile boğulan ruhunu daha da boğmaya başlamıştı. Hemen Türkiye’ye döndüler.
Ama çok geçti; Nilgün geri dönüşü olmadığını hissettiği o yola girmişti. Psikolojisi günden güne kötüleşti. Psikiyatr yollarını aşındırmaya başladı. Teşhisi manik depresyondu. Hepsinin de önerisi ortak oldu; okuma yazmaya ara vermeliydi. Aa, bir de ilaçlar vardı tabii. Şu neden içmesi gerektiğini bir sürü anlamlandıramadığı ilaçlar…
Asla katlanamazdı. Söz dinlemedi. Ne ilaçları kullandı, ne okumaktan, yazmaktan vazgeçti. Sadece daha da yalnızlaştı. Şimdi yeni arkadaşı alkoldü; ona sığındıkça, daha da yalnızlığa gömdü ruhunu. Teslimiyetine az kalmıştı…
Ve bir gün, tarih 13 Ekim 1987’yi gösteriyordu. Kağan eve geldiğinde, ecza dolabında ne kadar ilaç vara hepsinin masanın üzerinde olduğunu gördü. İlaçlar yerlere de tane tane dökülmüştü ve takip ettiğinde lavabonun içinde de ilaçlar buldu.
Sonra yatak odasına yöneldi. Ev çok sessizdi; neredeyse içinden ölüm sessizliği diye geçirecekti ki; soluğunu tuttu. Odada hiç kullanmadıkları pencerenin arasına perdenin sıkışmış olduğunu fark etti. Bir hışımla perdeyi açtı ve aşağı baktı…
Son günlerde Nilgün, yazıyor ve yine yazdıklarını Kağan dahil kimselere göstermiyordu. Her zaman olduğu gibi konusu bireyin düşle gerçek arasında sıkışıp kalmış kırgınlıklarıydı. Tüm yaşayanlardan habersiz, yaşamı ve ölümü irdeliyordu…
Yıllardır bir gün bile aklından çıkarmadığı gibi, o gün de Slyvia Plath’i ve yazgılarının benzerliğini düşündü. Slyvia yaşamın ağırlığını, manik depresyonu ve nihayetinde kocasının bir başka kadınla olan ilişkisini kaldıramamış, çocuklarıyla kiraladığı evde, hayatına son vermişti. Çocuklarının baş ucuna bolca kurabiye ve süt bırakıp kapılarını sıkıca bantladı. İçeriye gidip hava gazı fırınının içine kafasını soktu…
Sürekli düşünmek fazlaydı ve sonunda düşünmekten vazgeçti Nilgün. 13 Ekim 1987’de, henüz 29 yaşındayken, kendini altıncı kattaki evlerinden aşağı bıraktı. Bir çığlık bile atmamıştı…
Ardından rüzgarın savurduğu perde, pencereye sıkıştı. Kağan fark edip aşağı baktığında, karısının hayattan vazgeçmiş bedeni ile karşılaştı.
Ruhu hayattan vazgeçeli çok olmuştu zaten diye düşünmüş müydü acaba?
Nilgün’ün intiharı hem üniversite sıralarından beri planlıydı, hem de bir anda oluvermişti.
Ölmeden kısa bir süre önce yazdığı ne varsa kocasına vermişti. Ölümünün hemen ardından metinleri ve şiirleri ayrılıp düzenlendi. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” ve “Metinler” olarak iki ayrı kitap halinde yayımlandı.
Daha sonra annesinin isteğiyle günlükleri, “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla yayımlandı. Editörlüğünü ise, arkadaşı Gülseli İnal üstlendi.
Günlüklerinin yayımlanması, en az intiharı kadar etkili bir etik tartışmasını da beraberinde getirmişti. Ne olursa olsun, yazdıklarını gölgede bırakıyordu yaşadığı her şey…
“Önce, Nilgün Marmara’yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu renkte bir giysiyle, bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni’nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Sırası belki önlerdedir ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı geçmiştir. Ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara ile 1987 Ekim’inin 13’ünde, kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul’da, Kızıltoprak’ta, en ufak bir çığlık bile atmadan korkunç ölümünden sonra da! Herhangi bir ikirciğe düşmeden, hiç çekinmeden şunu diyorum: “bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı.” o nedenle de yazımın başlığını şiirdeki gibi “128 Nilgün Marmara!” koydum”.
…
“Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel; ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan şöyle söz ettim: Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim; bugün ortaya çıkıyor”. (841. Gün)
Acısını o kadar zaman saklamış ki içinde, nasıl da yansımamış yüzüne. En sevdikleri bile hastalığını belki sıradan bir depresyon olarak gördü. Öyle ya, kim en sevdiğinin intihar etme ihtimalini düşünürdü ki? Ölümün gerçek olduğu bir dünyada hiç ölmeyecek gibi yaşayan insanlarız sonuçta.
Yazdıklarını kimsenin okumasını istemedi, bunun için ölmesi gerekiyordu belli ki. O da öldü. Şimdi onu hepimiz tanıyoruz.
Kısacık ömrüne sığdırdığı sınırsız çelişki ve bu çelişkilerinin doğurduğu hisli cümleleri ile bir Nilgün Marmara geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
O bizim “Damat Feritimiz”… Tatlı dilli, güler yüzlü, yakışıklı mı yakışıklı Yeşilçam’ın göz bebeği oyunculardan biri; en sevdiklerimizden. Bugün ölümünün birinci yıl dönümü.
Sevgi, saygı ve özlemle anmak istedim…
…
Ve bir yıl daha geçti bile…
Özlemle…
Tarık 13 Aralık 1949’da İstanbul’da annesi Yaşar Hanım ve babası Hüseyin Yaşar Bey’in üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ebeveynleri ona “Tarık Tahsin Üregil” adını verdi. Bir ablası ve bir abisi vardı.
Babası subaydı ve görevi nedeniyle Tarık, Erzurum Dumlupınar’da çocukluğun yaşadı. İlkokula burada başladı. Ancak babasının tayini Kayseri’ye çıkınca taşındılar ve Tarık, ilkokulu burada tamamladı. Babasının mesleğinden kaynaklı disiplinli ve göçebe bir çocukluk yaşadı.
Babası emekli olduğunda Tarık ortaokul çağına gelmişti. Emeklilikten sonra İstanbul Bakırköy’e taşındılar. Tarık, ortaokul ve lise eğitimini burada tamamladı.
Üniversite eğitimi için Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü tercih etti. Buradan sonra İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi.
Tarık, 1970’de “Ses” dergisinin düzenlediği “Sinema Artist” yarışmasına katıldı ve birinci oldu. Artık sinema için ilk adımını atmıştı ve ardı başarılarla dolu bir şekilde gelecekti.
1971’de ilk kez kamera karşısına geçtiğinde “Filiz Akın” ve “Ekrem Bora” başroldeydi. Tarık, “Emine” filmiyle oyunculuk kariyerine başladı.
Ama oyunculuk yolculuğu başlamadan önce Tarık, Bakırköy plajlarında cankurtaranlık yaptı. Bir yandan da sokaklarda işportacılık yapıyordu.
Gönlü artık sinemadan yanaydı, ancak sinema sektörünün iyi gitmediği 1978 – 1981 yılları arasında buradan para kazanamayacaktı. Bu süreçte de ticari taksi alarak kiralama sistemi ile ticaret yapmaya devam edecekti.
Tarık, yönetmen koltuğunda “Mehmet Dinler”in oturduğu, başrollerini “Fatma Girik” ve “Münir Özkul”un paylaştığı 1971 yapımı “Solan Bir Yaprak Gibi” filminde “Murat” karakteri ile Yeşilçam’a merhaba dedi. Bu filmden sonra da adını “Tarık Akan” olarak kullanmay aabaşladı. Ayrıca yine bu yıl “Vefasız”, “Melek mi Şeytan mı?” adlı filmlerde rol oynadı.
Bundan sonra her şey çok hızlı gelişti. 1972’de ilk başrolünü “Hülya Koçyiğit” ile “Beyoğlu Güzeli” filminde oynadı.
1970’te “Ertem Eğilmez” ile tanışmak ona “Ferit” karakterini getirdi ve Tarık, ailemizin Damat Ferit’i oluverdi. Adı Ertem Eğilmez’in her filminde “Ferit” oldu. Bu, Ertem Eğilmez’in ölen oğlunun adıydı. Bu yüzden her filminde “uzun oğlum” diye sevdiği tarık ile oğlunun adını yaşatacaktı…
Giderek Yeşilçam’ın aranan yakışıklı oyuncularından biri oluyordu ve başrolleri paylaştığı kadınlar dönemin hem en ünlü hem de en güzel kadınlarıydı. Tarık, “Türkan Şoray” ile ilk başrolünü de “Sisli Hatıralar”da oynadı; yıl 1972 idi.
Tarık, 1972 yapımı “Suçlu”da oynadığında ödüllendirileceği ilk büyük başarısını da yakalamış oldu. Yönetmen koltuğunda Mehmet Dinler oturuyordu ve başrolü “Fatma Belgen” ile paylaşmıştı. Ayrıca film, Tarık’ın oynadığı ilk romantik komediydi.
Bu film, 1973’te Tarık Akan’a “Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü kazandırdı.
Artık oyunculuğu da tescillendiğine göre, Tarık kesinlikle ünlüydü. Uzun boyu, çekici tavırları ve gözden kaçmayacak yakışıklılığıyla Tarık kısa sürede uzun bir yol yürümüştü…
Tarık, artık başarısına başarı katıyordu. 1972’de oynadığı “Sev Kardeşim” filminde “Adile Naşit, Münir Özkul, Hulusi Kentmen ve Hülya Koçyiğit” gibi güzel isimler de yer alıyordu. Yine aynı yıl “Tatlı Dillim” filminde “Filiz Akın” ile başroldeydi ve bu film aynı zamanda “Kemal Sunal”ın ilk filmiydi. Aynı zamanda kadroda “Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe” gibi isimler de vardı.
Güzel ve başarılı kadın oyuncularla başrol paylaşmaya da devam ediyordu Tarık. 1972’de “Emel Sayın” ile ilk başrolünü “Feryat” filminde oynadı. Yine de eminim sizin de aklınızda bugün hala “Yalancı Yarim” var Emel Sayın ve Tarık Akan denilince. O naiflik, gözünün ondan başka kimseyi görmeyişi, aşkın sel olup akıp gidişi…
1973’teki isim ise “Necla Nazır”dı ve film de “Umut Dünyası”. 1974’te de “Hale Soygazi” ile “Oh Olsun”…
Her filmi bir başka güzeldi, eminim hepiniz için Yeşilçam filmleri öyledir. Ama yürekleri dağlayan bir film vardı hani, çok bilinen. Hasta küçük kardeşin çok istediği televizyona hepimiz ağlamışızdır içli içli. Çünkü film hakkını vermişti ve gözyaşlarımız boşuna değildi. Yeşilçam klasikleri arasına girdi ve en iyi drama filmlerinden biri oldu.
Evet, “Canım Kardeşim”. 1973’te “Halit Akçatepe” ve dönemin çocuk oyuncusu “Kahraman Kıral” ile başrolü paylaştılar bu filmde.
Nasıl ki “Yalancı Yarim” unutulmazsa, Emel Sayın ve Tarık Akan bir arada düşünüldüğünde “Mavi Boncuk” da hemen gelir akıllara. Hatta unutulmaz replikleri ve oyuncu kadrosuyla muhtemelen ilk sırayı çeker.
Özellikle Emel Sayın’ın kaçırıldığı sahne hafızalara adeta kazındı. Emel Sayın’ın “yalnız benim için bak yeşil yeşil” diye söylediği o şarkı… “Ben bu dertten ölürsem söyle küçük bey” diye içlenişi… Kemal Sunal’ın “soğuktan kapında donabilirim”leri…
Ah bu filmler, iyi ki vardı…
A bu arada heyecana kapılıp filmin içinde kaybolmuş da tarih bile vermemişim. “Mavi Boncuk”, 1975’te çekildi ve Yeşilçam’ın en iyi filmlerinden biri olarak gösterildi. Bunu söylemek için kadrosu bile yeterliydi çünkü: “Adile Naşit, Münir Özkul, Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe…”
Gösterime girdiği anda hasılat rekorları kıran ve serisi çekilen o mükemmel filmden bahsetmeden olmaz tabii; “Hababam Sınıfı”
1975’te “Ertem Eğilmez” yönetmenliğinde çekilen film ile her rolde beğendiğimiz Tarık, artık “Damat Ferit”ti. Her karakteri ayrı değerli, her sahnesi ayrı komik film, bugün bile sıkılmadan izlediğimiz klasikler arasında.
Şahsına münhasır karakterler oyuncuların üzerine yapışıp kaldı adeta: “Hafize Ana, Kel Mahmut, İnek Şaban, Güdük Necmi, Tulum Hayri, Hayta İsmail…”
Yeşilçam’ın en iyi romantik komedilerinden biri kabul edildi “Ah Nerede”. Filmde “Gülşen Bubikoğlu” ve Tarık Akan başrolü paylaşıyordu. 1975’te vizyona girmiş ve hasılat rekorları kırmıştı.
Çünkü kadın dünyalar güzeliydi ve adam çok yakışıklıydı. Nice hatalar yapmış, ama dönüp doğruyu bulmuştu. Zehra’dan sonra her şey başkaydı ve doğru olan ne varsa o yaşanmalıydı. Yani hayatın ta kendisiydi, aşkın ta kendisi…
Adam sonunda bir binanın tepesine çıktı ve “Seni seviyorum Zehra” diye atladı. Demek ki istenilen aşk böyle bir şeydi ve biz işte bu duyguyu pek sevdik. Bu yüzden “Ah Nerede” en iyi romantik komediler arasına girdi…
1976’da Yeşilçam’ın neredeyse bir araya toplandığı bir kadro ile bir film çekildi; “Bizim Aile”. Gerçekten de bir Türk ailesi vardı ekranda. Sevgi sonsuzdu.
Ne mutlu ki, Tarık da işte bu kadrodaydı. Bugün bile hala keyifle izlenen film, klasikler arasındaki yerini aldı.
Tarık, oynadığı romantik komedilerle büyük bir ün kazanmıştı. Üstelik bu rollere de çok yakışıyordu. 1976’dan sonra ciddiyetle bir karar aldı ve uyguladı. Artık romantik komedi çizgisinden ayrılıp daha ciddi rollere soyunmaya karar verdi ve henüz 28 yaşındaydı.
İlk iş imajını değiştirdi, bıyık bıraktı. Bir yandan eski tarzına da devam etti, ama ruhunun asi olduğuna karar vermiş ve yeteneğini daha başka filmlerde göstermeye karar vermişti. Ama bunun da hakkını verecekti.
Bıyıklı haliyle oynadığı ilk film, “Baraj” oldu; bir dram, gerilim filmiydi. 1978’de “Cüneyt Arkın” ile oynadığı “Maden” filmi büyük başarı elde etti. Yeşilçam tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyordu.
1978’de çekilmeye başlanmış, 1979’da vizyona giren bir “Zeki Ökten” yapımı olan “Sürü” filminde “Tuncel Kurtiz” ve “Melike Demirağ” ile başrolü paylaştı. Büyük ses getiren bu film de Yeşilçam’ın en iyileri arasına girmeyi başarmıştı. Ancak bu kez tek ödül bu değildi. 12 Ekim 2011 “Altın Portakal Film Festivali”, “Geç Gelen Altın Portakallar Gecesi”nde “En İyi Film Ödülü” aldı. Filmin ödülü tam 31 yıl sonra verilmişti. Çünkü 12 Eylül Darbesi yaşanmış ve 1980’de ödül gecesi yapılamamıştı.
1978’de “Fikret Hakan” ile başrol paylaşma şansı oldu. “Demiryol” adlı bu film, “Altın Portakal Film Festivali”nde 4 dalda ödül aldı. En İyi Erkek Oyuncu ödülü Fikret Hakan’ın oldu.
12 Eylül dönemi birçok alanı olduğu gibi Yeşilçam’ı da yavaşlatmıştı; çok az film çekiliyordu. Tarık da bu sebepten bu süreçte hiçbir filmde rol almadı.
1981’de “Müjde Ar” ile başrol paylaştığı “Deli Kan” filmi ile geri döndü.
Darbeden sonra Almanya’da yaptığı bir konuşmadan dolayı Türkiye’ye döndüğünde tutuklandı ve 2,5 ay cezaevinde kaldı. 31 Mart 1982’de beraat etti.
1982’de yönetmenliğini “Yılmaz Güney ve Şerif Gören”in yaptığı “Yol” filminde “Şerif Sezer” ile başrolü paylaştı. Oldukça ses getirdi. Dönemin yaşananlarını konu alıyordu. Bu filmin yeri ayrıydı. Çükü dünyanın en prestijli ödül törenlerinden biri olan “Cannes Film Festivali”nde en önemli ödül olan “Altın Palmiye”ye layık görüldü. Bu Türkiye için bir ilkti. Böylece dünya çapında izlenmeye başladı, ancak bu sefer de 1983’te Türkiye’de gösterimi yasaklandı. 1999’a kadar da bu yasak devam etti.
1984’te “Zeki Ökten”in yönetmenliğindeki “Pehlivan” filminde oynadı Tarık. Bu film ona “21. Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü getirdi.
Artık sert mizacı iyice oturmuştu yüzüne. Her film ayrı bir başarı demekti. Tarık Akan asla unutulmayacak oyuncular arasına çoktan girmişti…
Onca filmin arasında elbette bir de özel hayatı vardı. Gözler önünde olan yakışıklı bir erkekti ve onun yanında olmak için can atacak çok kadın olurdu. Ancak onun gönlü Yasemin Erkut’u seçti.
Tarık ve Yasemin 1986’da evlendi. Bu evlilikten aynı yıl “Barış Zeki Üregül” adını verdikleri oğulları geldi dünyaya. 1988’de de “Yaşar Özgür ve Özlem Üregül” adını verdikleri ikizleri…
Ancak yine de evlilikleri uzun sürmedi. Tarık ve Yasemin 1989’da boşandı.
Tarık, 1990’da Acun Günay ile birlikte yaşamaya başladı ve bu birliktelik o ölene dek sürdü…
Tarık, 90’larda daha az sinema filminde görüldü, ancak yine de vardı. Ancak bir yenilik vardı. Artık Tarık Akan, televizyon dizilerinde de görülecekti.
1992’de ilk kez “Taşların Sırrı” adlı dizide çıktı seyircisinin karşısına, bir yıl sürdü. Sinema filmleri de devam ediyordu bir yandan, sadece eskisi kadar sık değildi.
2000’e geldiğinde oyunculuğa 2 yıl ara verdi ve 2002’de sinemaya geri döndü. Yine sadece sinema değildi, bir yandan da TRT 1’de yayınlanan “Koçum Benim” adlı gençlik dizisinde oynuyordu.
Bir de “Vizontele” klasikleri var. “Yılmaz Erdoğan” filmlerinden “Vizontele Tuuba”da “Güner Sernikli” rolüyle yer aldı.
2009’da en son “Yol” filminde birlikte rol aldığı “Şerif Sezer” ile bir kez daha “Deli Deli Olma” filminde tekrar karşılaştı ve bu film de oldukça iyi bir hasılat elde etti. Ayrıca bu film Tarık için ayrıca değerliydi. Çünkü filmde gençliğini oğlu “Barış Zeki Üregül” oynuyordu…
Tarık, ömrüne 111 sinema filmi ve 4 dizi sığdırdı. İşte bunların yanına bir de kitap iliştiriverdi. Zamanında darbe döneminde ne yaşadıysa onu kaleme aldı ve 2002’de yayınladı.
Kitabı da tıpkı filmleri gibi ilgi çekmişti. Otobiyografi dalında yazdığı “Anne Kafamda Bit Var” onlarca baskı sattı.
Artık iyiden iyiye yaş alıyordu ve bir de üstüne akciğer kanseri olmuştu. Sonra tam akciğer kurutuldu derken kanser karaciğere de sıçradı.
16 Eylül 2016’da hayata gözlerini kapadı, 66 yaşındaydı.
Bugün ölümünün yıl dönümü. Tam 1 yıldır yok. Böyle sevilen insanlar hiç ölmüyor aslında ya da insan pek anlayamıyor. İstediğin her an bir filmiyle karşında olabileceğini bilmenin verdiği bir his belki de bu. Ama sonuç olarak o artık hayatta değil ve bir yıl geçti bile…
Zaman gerçekten de çok acımasız. Sanki daha dün ölüm haberini görmüşüm de boğazıma düğümler dolanmış gibi… Hangimizin çocukluk aşkı değildi ki yarattığı karakterler, hangimiz gülüşüne tutulmadık…
Dili, dini, ırkı, inanışı ne olursa olsun insan dediğin başka; ama sanatçı dediğin bambaşka… Bizden farklı olanı sevmemeye hep meyilli yürekler taşıyoruz. Oysa ki hayat senden farklı olanla çeşitlenip güzelleşiyor…
E o zaman Sevgili Damat Ferit, canım Tarık Akan, nurlarda uyu…
Hep yaptığım kapanışlar gibi, bolca özlem ekleyerek bir ucuna, diyorum ki, bir Tarık Akan geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün 90’larda tanıdığımız yüzlerden biri, Ciguli, öleli 3 yıl olmuş. Bildiğim tek şarkısı “Binnaz” sanırdım, meğer hakkında ne çok şey biliyormuşum. Eminim sizlere de öyle gelecek.
Çocukluğumda haliyle şarkılar şimdiki kadar anlamlı değildi. İnsan çocukluğunda fark edemediği duygularıyla “Çalgıcı karısı Binnaz” diyen bir şarkıya anlam yükleyebiliyormuş. Aslında insanın duyduğu özlem, nasıl geçerse geçsin, çocukluğunaymış. Biyografi yazmaya başladığım günden beri beğendiğim ya da beğenmediğim sanatçı diye bir şey kalmadı; yazdıkça sevdiğim “insanlara” dönüşüyorlar. Öyle ki, sanki yıllardır Ciguli hayranıymışım da, bir benim haberim yokmuş gibi… E hadi o zaman, bir açın da klibini izleyin, onu, şarkısını dinleyerek analım, olmaz mı?
İnsan ne çok şaşıyor bazen; ama en çok kendine. Bizi buluşturan tüm notalara, izlediğimiz filmlere, okuduğumuz kitaplara minnetle…
Ruhun şad olsun adam…
Ciguli, 1957’de Bulgaristan’da beş çocuklu bir aileye doğduğunda ailesi ona resmi olarak “Angel Jordanov Kapsov” adını verdi. Oysa babası oğlunun adı “Ahmet” olsun istiyordu. Ama doğduğu yıllar Bulgaristan’da İslami ve Türkçe isimlere getirilmiş bir yasak vardı. Bu baskıdan dolayı oğluna vermek istediği ismi kayıtlara geçemedi. Yine de ailesi için evde hep Ahmet’ti.
Hayat içinde bir isme ait olamadan yaşayacaktı aslında. Çocukluktan akordeon çalmaya başlamıştı ve bunu çok iyi becermişti. Çok hızlı ve kıvrak hareketleri vardı. İşte bu yüzden ona, o dönem Bulgaristan’da popüler olan Sovyet AvtoVAZ firmasının ürettiği VAZ-2101 MODEL SEDAN arabanın daha çok bilinen adı, “Ciguli” (Zhiguli) verildi. Artık Ciguli olarak anılacak, öyle tanınacaktı… Ben de yazım boyunca ona, onu tanıdığımız isimle hitap etmeyi seçiyorum.
Babası Hüseyin Bey, hamallık, annesi de süpürgecilik yapıyordu. Babasını erken kaybettiler, Hüseyin Bey 1972’de öldü. Ciguli, 15 yaşındaydı. Ailesiyle birlikte hayata devam etmeliydi ve artık çalışmalı, eve para getirmeliydi. 11 yaşından beri ara ara düğünlere gider çalgıcılık yapardı. Bunu artık iş haline getirdi ve para kazanmak için daha çok çalışmaya başladı.
Eğitimi hakkında iki farklı bilgi edindim. İlki ilkokul 7. Sınıfa kadar okuduğu, ikincisi ise lise mezunu olduğu yönünde. Bu bir ikilem olabilir. Bence ilginç olan, Bulgarca yazmayı Türkçe okumayı öğrenmesi. Bu konudaki üzüntüsünü yıllar sonra gelmeyi çok istediği Türkiye’de bir röportajı sırasında şu cümleyle dile getirdi: “Ne yapalım, o dönem bize Türkçeyi okutmadı Bulgarlar”. Bu yüzden Türkiye’ye geldiğinde, o hep Bulgarca yazacak ve Türkçe’ye çevirisi yapılacaktı.
Türkiye’ye özlemle yıllarını geçirecek ve bir gün geldiğindeyse çok sevilecekti. Neyse ki gelecek ve yaşayacaktı…
Ciguli, 1974’te Ayten’le evlendi. Henüz 18’ini doldurmamış gencecik bir delikanlıydı. Evlilik hayatı da iş hayatı gibi erken başlamıştı. Ama pek sevdiler birbirlerini, güvendiler.
Bu evlilikten iki çocukları oldu. Ciguli, İbrahim Tatlıses ve Ferdi Tayfur hayranıydı. Bu yüzden çocuklarına “İbrahim ve Ferdi” adını verdi. En azından kendisi oğullarına Türkçe isim verebilmişti.
90’lar da Ciguli için zordu, ama hayatı değişecekti. Türkiye onun gözünde cennetti, İstanbul da masal şehri…
İlk iş pasaport çıkardı. Her anı ayrı heyecan dolu bir serüvendi bu Ciguli için. İstanbul otobüsüne bindiğinde sanki bunları yaşayan kendisi değilmiş gibi hissediyordu. Artık hayatı İstanbul’da yaşayacaktı. Henüz haberi yoktu, ama onu Türkiye tanıyacaktı.
Yıllar sonra bu ilk geldiği zamanları şu cümlelerle anlatacaktı: “O gece otelde kaldık; su var, banyo var, yumuşak yatak var… Hemen beni götürdüler bir düğüne. Bana o gece 50 bin lira verdiler. Nasıl sevindik biliyon mu?”
Yaşadıklarına inanamıyor, yaşayacaklarını da tahayyül edemiyordu. Üstü başı perişandı, ayağında kenarları yırtılmış pabuçlar… Ama bunları fark ettirmeyen kocaman bir gülümsemesi de vardı. Yaşadığı ne varsa içine bir yerlere istifliyor, daha da güleç oluyordu sanki.
İstanbul’da müzik hayatına 1991’de Çakıl Gazinosu’nda “Hülya Avşar”a akordeon çalarak gazino hayatıyla başladı.
Kaçınılmaz son olarak Ciguli de kendini Kumkapı’da buldu. Burada ilk günü çok eğlenceli geçmişti. İnsanlar kendisine çok gülüyordu. İnsanların gülüşleri o akordeon çalmaya başladığında dudaklarında donup kaldı.
Hint filmlerini çok seviyordu Ciguli ve bu filmlerden ince ince sesler çıkarmayı öğrenmişti; dinleyenleri donuk yüzü çözülmüştü. Kumkapı’da Üçler Restoran’da iş bulmuştu.
Kumkapı’da 8 yıl çalışacaktı.
Kumkapı meyhanelerinde çalıştığı zamanlarda akordeonuyla, sesiyle ve şen şakrak yüzüyle oldukça ilgi çekmişti. İlk albümünü aslında 1993’te yaptı. Ama albümü beğenmemişti, bu yüzden asla sahiplenmedi. Promosyon amaçlı bir klip çekilmek istendi, ancak klipte kadın rolünde olması bekleniyordu. Çünkü sesini incelterek kadın sesiyle söylemişti şarksını. Ama bunu kabu etmedi ve bu video klip asla çekilmedi.
İlk denemesi başarısız olmuştu, daha doğrusu hayal kırıklığıydı. Kumkapı’da çalışmaya devam etti. 1998’de İzmir Fuarı’na katıldığında müzik camiasında kendine bir yer buldu. Fuar’da “İbrahim Tatlıses ve Sibel Can”ın müzisyenliğini yaptı. Bu iki programda da sergilediği performansla en az onlar kadar ön planda olmuştu.
Uzaktan görünen ışık giderek yaklaşıyordu. Türkiye’nin ismini duyacağı zamanlara az kalmıştı.
İzmir Fuarı sonrası artık müzik camiasında duyulmuş bir adı vardı Ciguli’nin. Bu renkli keşif sonrası kaseti bir milyon satan albümü Ocak 1999’da geldi. Aslında kasetine kendi adını vermişti. Kaset bir ilaç gibi paketlenmişti ve üzerinde “Stres ve üzüntünün tedavisinde Ciguli” yazıyordu. Biliyordu, insanın en çok gülmeye,eğlenmeye ihtiyacı vardı.
Ama biz onu çıkış şarkısı olan “Binnaz” ile tanıdık.
“Çalgıcı karısı Binnaz,
Esnaf karısı Binnaz…”
Binnaz, Ciguli’nin klarnetçisi, “Gırnatacı Ahmet Babati”nin karısıydı. Belki de yaşayan bir şarkı oluşuydu onu dillere mühürleyen. Binnaz, özellikle renkli klibiyle çok dikkat çekmişti, hatırlayanlar vardır.
Binnaz klibinin ardından ikinci klip Eylül’de “Yapma Bana Numara” şarkısına çekildi. Bu şarkı da en az Binnaz kadar beğenilmiş, Ciguli’nin halk ile enerjisi tutmuştu.
Arkasında sabırlı bir bekleyiş barındıran bu hızlı giriş, Ciguli’ye “6. Kral TV Video Müzik Ödülleri”nde “En İyi Çıkış Yapan Erkek Sanatçı” ödülünü getirdi.
Ardından 2000’de “Horozum”, 2003’te “Sabır Yaa Sabır”, 2006’da “Ben Akordiyonum”, 2007’de “Tersoyum Safinaz”, 2010’da “Sensiz Kaldım Şimdi” albümlerini çıkardı.
Hiçbir albümü “Binnaz” kadar tutmadı, ama Ciguli de Binnaz da hiç unutulmadı.
Ciguli, aslında albümden önce kamera karşısına geçti. 1998’de Star TV’de yayınlanan “Bizim Sokak” dizisinde rol aldı. Fazlasıyla karakteristik bir yüzdü ekran için. 2003’te “Neredesin Firuze” adlı filmde müzisyen rolündeydi. 2004’te “Biz Boşanıyoruz” adlı dizideydi.
2012’de “Bu Son Olsun” filmindeki müzisyen rolü performansı dillere destan olmuştu. 2014’te “Olur Olur” ve “Limonata” filmlerindeydi.
Ali Atay’ın yönetmen koltuğuna oturduğu “Limonata” gösterime Ciguli aramızdan ayrıldıktan sonra, 24 Nisan 2015’te girecekti…
Ciguli, en son 2014 yazında, Açıkhava’da “Güldür Güldür” gösterisine konuk olarak çıktı. Yine yüzünde o kocaman gülüşü vardı. Tüm Açıkhava’yı bir kez daha “Binnaz” ile coşturdu; esprileri ile güldürdü.
Sonra bir sessizlik oldu sanki, birkaç ay süren. 31 Ekim 2014’te de Ciguli’nin Sofya’da geçirdiği kalp rahatsızlığı sonrası narkozun etkisinden çıkamayarak öldüğü haberi geldi. Sonrası uzun soluklu bir sessizlik… Bu kez, Ciguli’nin gülüşü hafızalarımızda dudaklarında donmuş şekilde kaldı. Doğduğu topraklara gömüldü…
90’ları ucundan kıyısından yakaladıysanız, “Bre Binnaz” diye pencerelerden yükselen o sesleri duyarak büyümüşsünüz demektir. Şimdi çok uzaklarda kaldığından mıdır bilmem, daha bir keyifli ve özlem duyulası geliyor. Çünkü bir şeyler yok olup gitmeden, insan değerini bilemiyor…
Öyle işte, içimde eskiye bir özlem; bir de kulaklarımda çınlayan “Bre Binnaz sen bu gece şaşırdın mı?” nidası…
Hayatı saran, acılarını saklayan gülüşüyle bir Ciguli geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Düşünün ki bir çocuk doğmuş aşiretin ortasına, adına Kemal demişler. Ailede dedelik geleneği sürüp giderken o büyüdüğü yolda kendini siyasete adamak istemiş.
Biz bugün sorulsa kuvvetle muhtemel hiçbir SSK Genel Müdürü’nün adını ezbere sayamayız. Ama 90’larda kimin bu görevde olduğunu dededen toruna herkes bilmekte. Bazen bir şey başarırsın ya da başaramazsın ve o şey senin üzerine biçilmiş bir gömlek gibi uyar kalır. İşte Kemal’in de üzerine biçilmiş bir gömleği vardı.
Sonra bir gün hiç iktidara getiremediği, ama hep hayalini kurduğu bir partiye lider oldu. İşte bu, Hesap Uzmanlığı’ndan Ana Muhalefet Parti Liderliği’ne kadar uzanan bir hayatın hikayesiydi.
Kemal, 17 Aralık 1948’de, Tunceli ilinin Nazımiye ilçesine bağlı Ballıca köyünde, Ev Hanımı Yemuş Hanım ve Tapu Memuru Kamer Bey’in yedi çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geldiğinde ona “Kemal Karabulut” adını verdiler. Kemal’den 10 dakika ikizi doğmuştu. Onun da adı “Adil” idi.
Yaşadıkları köyde neredeyse herkesin soyadı Karabulut’tu. Babası Kamer Bey de çözümü değiştirmekte buldu. 1950’lerde Karabulut olan soyadı Kılıçdaroğlu olarak değiştirildi. Soyu Oğuzlar’ın Bozok kolunun Beğdili boyundan geliyordu ve Ehl-i Beyt’e kadar uzanan Seyyid’in soyuna dayanıyordu. Ailesinin kökenlerinde aşiretlik vardı; Horasan’dan göç ederek Anadolu’ya yerleşen Tunceli aşiretlerinden Kureyşan aşiretine mensuplardı. Horasan’dan önce Konya Akşehir’e gelmişlerdi. Daha sonra bu aşiret, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında yaşanan çatışma sebebiyle bugünkü yerleri olan Tunceli’ye göçtüler.
Kureyşanlılar’ın, bilinen Kureyş kabilesi ile bir bağı yoktu ve bu aşiret, bölge halkı için kutsal bir ocaktı. Dedelik yapanlara “Horasanlı Baba Kureyş” denirdi. Alevi geleneğindeki dedelik makamının da buradan geldiği söyleniyordu. Bu kültürde büyüyen çocukların tabiatında bir sakinlik vardı. Kemal de sakin bir tabiatla büyüdü. Kemal’in ailesinde dedelik makamında bulunan kimseler vardı. Ama Kemal bunu sadece kültür olarak benimseyecek, bambaşka bir yolda yürüyecekti.
Kemal’in ailesi Dersim’de “Cebeligiller” lakabı ile tanınıyordu. Muhtemelen bu lakap aileden birisinin Osmanlı’da askerlik yapmasından kaynaklanıyordu. Bir ihtimal de Osmanlı’nın dedesinin dedesi eşkıyaydı ve muhtemelen babası da soyadını büyük dedesine dayandırarak değiştirmişti.
Aşiretin yapısında yetişen gelişen bir aile oldu Kılıçdaroğlu ailesi. Kardeşler içinde üniversite mezunu olan sadece Kemal olacaktı yıllar sonra. Kemal’in de en büyük arzusu kız kardeşlerinden Fikriye’yi okutmaktı. Ama bu pişmanlıkları hanesine yazılacaktı.
Kemal, ilk ve orta eğitimini Tunceli, Erciş, Elazığ gibi Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde tamamladı. Lise eğitimini ise, 1967’de “Elazığ Ticaret Lisesi”nde birincilikle bitirdi.
Üniversite tercihi sırası geldiğinde, bugünkü adı Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi olan “Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi”ndeydi; 1971’de mezun oldu.
Lisansını tamamlar tamamlamaz iş hayatı başladı. Artık ne çocukluk ne de gençliğin deli çağları kalmıştı. Mezuniyetiyle aynı sene Hesap Uzman Yardımcılığı Sınavı’na girdi ve Maliye Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. Kısa bir süre sonra da Hesap Uzmanı oldu. Ardından bir yıl kalmak üzere Fransa’ya gitti. Bu görevi 1983’e kadar sürdürdü ve yine 1983’te Gelirler Genel Müdürlüğü’ne atandı. Önce Daire Başkanı, daha sonra da kurumun Genel Müdür Yardımcısı oldu.
Kemal, 1974’te Selvi Kılıçdaroğlu ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı ve bir oğlu oldu.
Evlilik yaşamından çok siyasi yönüyle tanınacaktı…
Kemal, Gelirler Genel Müdürlüğü’nden sonra 1991’de Bağ-Kur’a Genel Müdür olarak atandı. 1992’de de Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü’ne geçiş yaptı ve 1999’a kadar kaldığı görevinde rekor zarara ulaştı. İşte bu yüzden Kemal Kılıçdaroğlu, bugüne kadar SSK Genel Müdürlüğü’ne gelmiş herkesten daha çok tanındı; büyük bir başarısızlıktı. Çünkü SSK Genel Müdürlüğü, bir önceki yıl kâr açıklayan bir kurumken, zarar tablosunu açıklar olmuştu; 128 bin lira kâr ile devraldığı kurumu, 1 milyar 111 milyon zarar ile devretti.
Evet, Kemal Kılıçdaroğlu 1992’de kurumu 128 bin lira ile devraldı. İlk yıl 2 milyon 556 bin lira zarar açıklaması yapıldı. Zarar açıklaması diğer yıllarda da maalesef devam etti; 1993’te 8 milyon 84 bin lira, 1994’te 19 milyon 399 bin lira, 1995’te 81 milyon 335 bin lira, 1996’da 144 milyon 383 bin lira, 1997’de 336 milyon lira, 1998’de 447 milyon lira ve 1999’da 1 milyar 111 milyon lira idi.
Üstelik halk hastanelerin durumundan, ihtiyaçlarının karşılanmamasından da oldukça şikayetçiydi. Ayrıca Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Müdür olduğu SSK döneminde tahsil edilemeyen primlerin tutarı da rekor kırmıştı. 1992’de 8.7 milyon lira prim alacağı bulunan SSK’nın 1999’da ulaştığı rakam 220 milyondu. Yapılan bunca şeyin üzerine halkın hala memnun olamayışı büyük bir kaostu.
Kemal’in başarısızlığı artık daha fazla hükümetin gözünden kaçamadı. Normal bir insan aklının alamayacağı kadar uzun bir süre verilen bu zararın üzerine, dönemin hükümeti olan 57. Hükümet tarafından görevden alındı. SSK, Türkiye’nin en çok zarar eden kurumu olmuştu.
Kemal Kılıçdaroğlu yaşananları kabullenmek istemiyordu; görevden alınmasının üzerine hemen Danıştay’da dava açtı. Ancak Kemal’in SSK’yı zarara uğrattığı devletin resmin yazışma ve raporlarına dahi girmişti. Çalışma Bakanlığı’ndan Danıştay 5. Dairesi’ne gönderilen yazıda da Kemal Kılıçdaroğlu’nun SSK’yı basiretsiz yönettiği için görevden alındığına ilişkin ibarelere yer verdi. Gönderdiği açıklamada Çalışma Bakanlığı, SSK’nın Hazine’den 1994’te 15 milyon lira, 1995’te 60 milyon lira, 1996’da ise 90 milyon lira yardım almak zorunda kaldığını da açıklıyordu. Ayrıca yine bu yönetim döneminde SSK ilk kez değeri 5 milyon lirayı aşan gayrimenkulleri satmak zorunda kalmıştı.
Kemal Kılıçdaroğlu, kendi isteğiyle SSK’den emekli olmak durumunda kaldı.
SSK macerası sırasında kısa bir süre Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı olarak da bulundu. Doğrusuyla yanlışıyla ekonomi de siyaset de devam ediyordu yaşamında. 1994’te Kemal Kılıçdaroğlu “Ekonomik Trend” dergisi tarafından “Yılın Bürokratı” seçmişti.
Devlette bulunduğu önemli konumlardan sonra Kemal Kılıçdaroğlu, “DSP’nin yıldızları” arasında anılmaya başladı. 1999 Türkiye Genel Seçimleri’nde DSP’nin Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından milletvekili adayı olacağı belirtildi. Ancak Bülent Ecevit, Kemal Kılıçdaroğlu’nu aday göstermedi. Bir süre “Vatandaşın Vergisini Koruma Derneği”nin Genel Başkanlık görevini üstlendi. 2002 Türkiye Genel Seçimleri’nde meclise sadece iki parti girebildi; Kemal Kılıçdaroğlu da CHP’den İstanbul Milletvekili olarak meclise kendine bir koltuk buldu. 2007 Türkiye Genel Seçimleri’nde bir kez daha CHP İstanbul Milletvekili olarak meclisteydi.
Kemal Kılıçdaroğlu, SSK Genel Müdürlüğü ile özdeşleşmiş ikonik bir isimdi. Ayrıca o dönemlerden kalma yakınlarını işe yerleştirdiği, hatta ihalelerde usulsüzlük yaptığı yönünde iddialar vardı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun buna cevabını ise şu cümlelerle vermişti: “SSK Genel Müdürü olarak çizdiğim performans başarılıdır. Kurumda 65 bin kişi çalışıyor. Ben Tunceli’de de sınav yaptım. Bir tek akrabam Tunceli’de sınava girmedi; hiçbirine izin vermedim, torpil olur, söz olur diye. 65 bin kişinin çalıştığı kuruma eğer ben yakınlarımı, akrabalarımı doldurmak isteseydim, kurum tarihinde ilk kez ÖSYM aracılığıyla sınav yapmazdım. Kimin sınav kazandığının belgelerini, isimlerini noter huzurunda açtıran benim.
Ben Genel Müdür olmadan önce de yakınlarım vardı. Ama hiç kimse şu yakınını şurada müdür yapmıştır diyemez. Sınavı kazanmıştır, gelmiştir. Düz memurdur, çok istediği halde, asla müdür olmamıştır”.
Bu iddialar uzun süre devam ededursun, Kemal’in gözü İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndaydı. “30 Mart’ta inşallah İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturacağım” diyordu. Üstelik Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın kapısına beş kuruş dahi talep etmek için gitmeyeceğini de özellikle vurguluyordu. Mümkün değil ihtiyacı olmayacaktı. Bu kentin 10 milyar dolar bütçesinin yeteceğini düşünüyor ve ekliyordu; “Ben burada iddialıyım. 10 milyar dolara İstanbul’u İstanbul yapacağım. Zaten Tayyip Bey’in de korkusu da o. Acaba diyor, bu adam gelir, gerçekten beş yılda bizim on beş yılda yapamadığımızı yaparsa ne olacak?”
Ne de olsa Kemal Kılıçdaroğlu bir hesap uzmanıydı.
Bu düşünceler, cümleler havada uçuşadursun, “Bu üçlü çok güçlü” sloganıyla başlatılan bir üçlü yönetim vardı. 29 Mart 2009 Seçimleri’nden sonra İstanbul’u yönetmeye aday olmuşlardı. Belediye Başkanlığı görevinde Kemal Kılıçdaroğlu, Meclis Başkan Vekilliği’nde Gürsel Tekin ve Genel Sekreterlik görevinde de Alper Ünlü vardı. Ancak daha seçilmeden bu üçlüden Gürsel Tekin, genel merkezle ihtilafa düştü; istifanın eşiğinden döndü. Neredeyse diğerlerini yarı yolda bırakıyordu. Kemal Kılıçdaroğlu bu duruma şu cümlelerle açıklık getirdi: “Aday belirleme sürecinde her partide olduğu gibi kırgınlıklar olur. Birisi gider, öbürü gelir; bunlar işin doğası gereği. Bizim üçlüde bir ayrılık yok. Ben şahsen liste işine girmiyorum. Çünkü ben öyle partinin iç sorunlarına girersem başkan adaylığımı yapamam”.
2009 Türkiye Yerel Seçimleri’nde Kemal Kılıçdaroğlu CHP İstanbul Milletvekili ve Grup Başkanvekili olarak partisinden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday oldu. Ancak seçimi %44,7 oyla 2004’ten beri İstanbul Belediye Başkanlığı’nı üstlenen AK Parti adayı Kadir Topbaş kazandı. Bu seçimde Kemal Kılıçdaroğlu da %36,80 oy almış ve partinin 2004 seçimlerinde aldığı oy oranını %25’in üstünde bir oranda artırmıştı.
Bu dönemde Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim propagandasında kullandığı şarkıyı, sanatçı Onur Akın hazırlamıştı.
Kemal Kılıçdaroğlu, SSK Genel Müdürü olduğu zaman dilimine 3 de kitap sığdırdı. Ayrıca çok sayıda yayınlanmış makalesi de vardı.
Ocak 1993’te “İşsizlik Sigortası Kanunu – Yorum ve Açılamalar, TÜRMOB”, Eylül 1997’de “1948 Türkiye İktisat Kongresi, 1. Baskı DPT, 2. Baskı SPK” ve Ekim 1997’de de “Kayıt Dışı Ekonomi ve Bürokraside Yeniden Yapılanma Gereği, TÜRMOB” kitaplarını yayınladı.
Kemal Kılıçdaroğlu, 2003, 2005, 2007, 2009 ve 2010 yıllarında mal bildirimini kamuoyuna açıkladı. En son Ocak 2010’da verdiği beyana göre Kemal Kılıçdaroğlu’nun üzerine kayıtlı iki konut, bir arsa, üç kooperatif hissesi ve 2.733 TL değerinde 8 tablo bulunmaktaydı.
6 Mayıs 2010’da saat gece yarısını geçerken internete Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Cumhuriyet Halk Partisi’nin tepesine kara bulutlar gibi çökecek bir kaset düştü. Kasette partiyi 1992’de yeniden kuran 18 yıllık Genel Başkan Deniz Baykal’ın, uzun yıllar Kalem Müdürlüğü’nü yapan ve 2007’de Ankara Milletvekili seçilen Nesrin Baytok ile görüntüleri vardı. Bu görüntüler Deniz Baykal’ın ailesini ayrı, sevenlerini ayrı, partisini ise apayrı bir dehşete düşürmüştü.
Özellikle CHP’de şok etkisi yaratan bu kaset internette bir virüs gibi yayılırken yapılan montaj ya da komplo açıklamalarına her kulak sağır, her göz kör oldu bir süre. Bu kadar ucuz kurtulabilecekleri bir hadise değildi bu; olamazdı. Elbette ilk refleks olarak partinin üyeleri genel başkanlarına sahip çıktı. Ancak olay kontrolden çıktıkça kaset parti içinde de çıkmaza yol açmıştı. Üzerlerine toplanan kara bulutlar şimşekler çaktırıyor, bir kasırga etkisi oluşturuyordu.
Bir yandan da olaya bir çözüm getirmek gerekirdi. Öncelikle kasetin yayılmasını önlemeye yönelik hukuki önlemler alınmak istendi, ama sonuçsuzdu. Deniz Baykal da üç gün evine kapanmış, sessizliğe bürünmüştü; bir karar vermeye çalışıyordu. Bu süreçte yanında dimdik duran, bu olayı soğukkanlılıkla çözüme kavuşturmaya çalışan isim ise, Deniz Baykal’ın yarım asırlık yol arkadaşı, 10 yıllık Genel Sekreteri Önder Sav idi.
Deniz Baykal üç günlük suskunluğunun ertesi günü 10 Mayıs 2010’da, kameralar önünde kasetin montaj olayın komplo olduğunu savunup suçu AKP ve Başbakan’ın üzerine attıktan sonra Pensilvanya’daki Fettullah Hoca Efend’ye de bir selam çakarak istifasını sundu. Ayrıca her bir cümlesinin içinde “Dönebilirim” mesajı saklıydı. Bir istifa mı değil mi kafalar iyice karışmıştı.
Dönebilme ihtimali üzerine bırakılmış açık kapı, özellikle parti içindeki birçok kişiyi harekete geçirdi. Deniz Baykal istifa etmesin diye evinin önünde açlık grevi başlattılar. Bir kaos ortamı almış başını giderken Önder Sav ipleri tamamıyla eline aldı.
Bu süreçte Kemal Kılıçdaroğlu da aday olarak gösterildi, ancak kendisi sürekli “Aday Değilim” açıklamalarında bulunuyordu. İşte burada devreye giren Önder Sav, CHP’yi içinde bulunduğu kaostan çıkarmak, olanları gündem dışı bırakabilmek için kolları sıvadı. Süreci tüm ayrıntıları ile planlayarak Kemal Kılıçdaroğlu’nu Genel Başkanlık koltuğuna kendi elleriyle oturtacaktı.
Kemal Kılıçdaroğlu ve Önder Sav, kimsenin bilemeyeceği bir yerde, karılarına dahi haber vermeden birkaç kez buluştu. Ne kadar ketum kalınırsa o kadar sağlıklı sonuç alınacağını düşünüyordu Önder Sav. Parti içinde de desteği oluşturmuştu. “Aday değilim” açıklamaları yapan Kemal Kılıçdaroğlu, 17 Mayıs 2010’da birden CHP Grup Başkanvekilliği’nden istifa ederek kurultaya Genel Başkanlık için aday olacağını açıkladı.
Kemal Kılıçdaroğlu, 22 Mayıs 2010’da yapılan 33. Olağan CHP Kurultayı’nda, 1249 delegeden 1200’ünün imzasını aldığı ve tek aday olarak girdiği kurultayda geçerli 1189 oy ile CHP’nin 7. Genel Başkanı oldu.
2014’te yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP aday olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu gösterdi. Ancak seçim sonunda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan oldu.
Yaşanan bu olay üzerine parti içinde Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı eleştiriler artmaya başladı. Her gün yeni bir söz ile sarsılan Kemal Kılıçdaroğlu, tüzükteki yetkisini kullandı ve olağanüstü kurultay çağrısı yaptı. Karşısındaki aday Eski Grup Başkanvekili ve Yalova Milletvekili Muharrem İnce’ydi. 5 – 6 Eylül 2014’te Ankara’da yapılan CHP 18. Olağanüstü Kurultayı’nda Kemal Kılıçdaroğl, 740 oy ile tekrar CHP Genel Başkanı oldu.
Muharrem İnce ise 415 oy aldı.
Türkiye 2015’te Haziran ve Kasım aylarında iki genel seçim süreci yaşadı. Haziran 2015 Genel Seçimleri’nde CHP’nin sloganı “Anadolu’nun Kemal’i” idi. Asgari ücretin 1500 TL olacağını, dini bayramlarda işçilere birer maaş verileceğini vaat ediyordu. Ancak ülke vaatleri yeterli bulmamış ya da belki de güven duymamış olacak ki, 7 Haziran 2015’te sandığa gidildiğinde CHP %24,95 oy oranı ile ikinci sırada kaldı.
Seçim sonuçlarını değerlendiren Kemal Kılıçdaroğlu, “Seçimin kazananı “demokrasi”, mağlubu ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Oy sonuçlarından memnunum, istifa etmeyeceğim” dedi.
Kasım 2015’te ise CHP, “Milletçe Alkışlıyoruz” ve “Önce Türkiye” sloganlarını kullandı. Ayrıca bir de reklam filmi vardı; Kemal Kılıçdaroğlu, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Memleket İsterim” şiirini okuyordu. Haziran’da verdiği vaatlere ekonomik temelli başkalarını da ekledi. 1 Kasım 2015’te yapılan seçimde CHP, %25,32 oy oranı ile tekrar ikinci sırada yerini aldı.
Bu seçimden sonra da yöneltilen “İstifa edecek misiniz?” sorusunu şu cümlelerle yanıtladı Kemal Kılıçdaroğlu: “CHP’yi diğer partilere benzetmeyin. Demokrasiyi bu ülkeye getiren partiyiz. Kurallar neyi gerektirirse, o kurallar aynen çalışır. Oyumuz arttı, milletvekillerimiz arttı, ama kendimizi başarılı görmüyoruz. Bizden çok ilgili partilerin kendi alanına girer oy düşüşleri. Önümüzdeki süreçte oy alanımızı göreceğiz”.
Siyasetle ilgilenen her bireyin kaderidir eleştirilmek, tiye alınmak ya da bazen mizahının yapılması…
1 Kasım 2015 Türkiye Genel Seçimleri’den 2 ay sonra toplanan 36. CHP Kurultayı’nı baz alarak Yılmaz Özdil 17 Ocak 2016’daki Sözcü Gazetesi’ndeki köşesinde Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştiren bir yazı yazdı. Yazının başlığını da “Sıkın dişinizi… En fazla dokuz kurultay sonra tamamdır bu iş” koymuştu. Üstelik Kemal Kılıçdaroğlu için “Guguk Kuşu” benzetmesi yapıyordu. “Guguk Kuşu” başlıklı yazısını da 5 Kasım 2015’te kaleme almıştı.
Şöyle başlıyordu yazısı: “Guguk kuşu. En tehlikeli… En sinsi kuş türüdür”.
Yılmaz Özdil’in tabiriyle Guguk kuşu, belki de gerçekten Atatürk’ün kurduğu partiye, CHP’ye zarar veriyordu.
Kemal Kılıçdaroğlu, 8 Nisan 2014’te TBMM’de yumruklu saldırıya uğramıştı. Bu olay 2016 yılında yaşayacaklarının yanında hafif kalacaktı.
Kemal Kılıçdaroğlu, 8 Haziran 2016’da Vezneciler’de bombalı araç saldırısında hayatını kaybeden polislerin Fatih Camisi’ndeki cenaze törenine katıldı. İşte bu sırada kurşunlu saldırıya uğradı. Neyse ki sağlığı yerindeydi.
Bu olay hala tazeliğini korurken, 25 Ağustos 2016’da Artvin Ardanuç’ta Kemal Kılıçdaroğlu’nun konvoyuna silahlı saldırı yapıldı. Ardanuç yolu üzerindeki Yanıklı köyünden geçildiği sırada ormanlık alandan konvoy üzerine uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. CHP heyetinden yaralanan olmadı. Ancak bölgede güvenlik önlemi sağlayan jandarma ekiplerinden, 1 asker şehit düştü ve 2 asker de yaralandı. Bu olayı kimin gerçekleştirdiği merak konusuyken, PKK saldırıyı üstlendi ve hedefin Kemal Kılıçdaroğlu olmadığını söyledi.
Atatürk’ün emanetini yaşatmak, Cumhuriyet’e sahip çıkmak için kurulan parti bugün hala var ve Genel Başkanı da hala Kemal Kılıçdaroğlu. Tunceli’den çıkıp parti koltuklarına uzanan bir hayat da işte böyle geçiyordu, bazen eleştirel, bazen mizahi, ama hep siyasi…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Çocukluğunu geleceğinin başarılarına hibe etmek çok zor bir karar. İnsan aklı ermeye başladığında belki pişmanlıklara bile bürünebilir. Ama o sadece bunu içine ince bir sızı yapıp gözünü ulaşabileceği madalyalara dikti. Sonuçta herkesin vardı insanın içini burkacak bir hikâyesi; varsın onunki de böyle olsundu. Belki de alkışlarla avuttu kendini ya da ülkesinin gururu olmakla gururlandı da geçti sızısı.
Hem kocaman bir gerçek ortada duruyordu işte; o tarihe daha yaşarken geçmiş bir isimdi. Cep Herkülü’nü kimse unutmayacaktı…
Naim, 23 Ocak 1967’de Bulgaristan Kırcaali’de Ahatlı köyünde, Hatice Hanım ve Süleyman Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ona verdikleri isim “Naim Süleymanoğlu”ydu. Ancak daha sonra 1985’te Bulgaristan’da isim değişikliği uygulaması başladığında, artık “Naum Sulejmanow” olacaktı. Muharrem adında bir de kardeşi vardı.
Ailesi Ahatlı köyünden Mastanlı şehrine yerleşti; Naim 2 yaşındaydı. Süleyman Bey, Mastanlı – Kırcaali otobüs hattında şoförlük yapmaya başlamıştı.
Konuşmayı pek sevmeyen sakin bir çocuktu Naim. Yıllar sonra herkesin tanıdığı “Naim Süleymanoğlu” olduğunda da çocukluğunu hiç yaşayamadığını fark edecekti. Bir şampiyon olmanın bedeli vardı. Yaşıtlarının sokakta top koşturduğu, taştan topraktan oyunlar kurduğu zamanlarda o antrenmanlardaydı.
9 yaşındaydı haltere başladığında. O suskun çocuk yaşına, boyuna posuna bakmadan ağırlık kaldırmaya başlamıştı ve belki de yıllar sonra kendi ağırlığının çok çok üstünde ağırlık kaldırabileceğini bilmiyordu…
Naim 9 yaşındaydı ve okulda arkadaşlarının halter sporuna başladıklarını duydu. Bir arkadaşında gördüğünün içinde bir heyecan fırtınası kopardığı yaşlardı. Arkadaşları Naim’i antrenörle tanıştırdı. Naim, ortamı da antrenörü de sevmişti. Ayrıca yurtdışına gidileceğini de öğrenmişti. İçine yayılmış merak dalgasına karşı koyamadı ve gönlünü bu spora oracıkta kaptırdı. Artık spor yapacak, ülke ülke gezecek ve çok güçlü olacaktı; hayalini kurmaya başlamıştı bile.
Çok çalışıyordu tüm incelikleri öğrenmek için. Antrenmanlar, okul derken çocuk olduğunu unutmuştu. Hayat nedir, nasıl yaşanır, çalışmak nasıl olur çok erken öğreniyordu.
Naim çalışmalarının karşılığını çok erken yaşta alacaktı. Onca çaba boşuna değildi. 1982’de Brezilya’da düzenlen “Dünya Gençler Halter Şampiyonası”na katıldığında 15 yaşındaydı ve 52 kiloda iki altın madalya alarak şampiyon oldu.
16 yaşında bir rekor daha kırdı. Böylece halter tarihinde “En Genç Dünya Rekortmeni” unvanını aldı. Ayrıca 1984’te silkme kategorisinde vücut ağırlığının üç katını kaldıran ikinci halterci olarak tarihe geçti.
Gencecik yaşına rağmen kırdığı rekorlar bütün Halter otoritelerini Naim’e hayran bırakmıştı. Herkesin gözü onun üzerindeydi. “Yıldız hastalığına katılmak” denirdi ünlüler arasında; Naim de tutulmuştu, hem de nasıl. 15 yaşında kazanılmış dünya şampiyonluğu dile kolaydı. Ancak bütün çalışmalarında yanında olan Hocası yine yanındaydı. Toparlanması için Naim’i bir silkeledi ve kendine getirdi. Bundan sonra başaracakları için bu sarhoşluğa kapılmaması gerekiyordu. İyi ki de ensesinde boza pişiren, iyiliği için onun yanında olan böylesine yetkin biri vardı. Naim, madalyalarına madalya ekleyebilecekti. O, kaybolmayacaktı.
1984’te bir kez daha olimpiyatlar için geri sayım başladı. Naim, 17 yaşındaydı ve 20-24 yaş aralığındaki takım arkadaşlarıyla her gün 10 – 12 saat çalışıyordu. Antrenman sabah 8’de başlıyor, gece yarısına kadar devam ediyordu. Yorgunluktan adım atamayacak hallere düşüyor, antrenörlerin yardımıyla otele dönebiliyordu. Ama başarıya giden yolun kolay olduğunu kimse söyleyemezdi zaten. Bunca yoran çalışmaları boşa çıkmayacaktı ayrıca. 1983 – 1986 yılları arasında gençlerde 13, büyüklerde 50; toplam 63 rekor kırdı. Dünya ve Avrupa şampiyonalarında 52-56-60 kilolarda şampiyonluklar elde etti. 1984 – 1985 – 1986 yıllarında dünya çapında “Yılın Haltercisi” ilan edildi.
1985’te Bulgaristan’da orada yaşayan Türklerin Bulgar ismi alma zorunluluğu geldi. Bir Türk olan Naim’in de adı Bulgaristan’da “Naum Sulejmanow” oldu. Bulgarlar, aslında Naim ile iyi geçinirlerdi; ama çözmüştü sebebini. Bulgaristan, bir nevi kazandırdığı madalyalar için kendisine mecburdu. Ama bu isim değişikliği olacak işi değildi.
İşin rengi değişmişti. Başarılı olmaya devam etmeli ve ait olduğu yere gitmeliydi; Türkiye’ye. Aklına koymuştu; bir dahaki gittikleri ülkede yarışırken kaçacaktı. Bulgarlar da ona güveniyordu aslında; kaçacağından şüphe etmezlerdi. Naim, kafasındaki planı ailesine dahi anlatmadı. Çünkü kimsenin onu yolundan döndürmesini ya da kendisi için endişe duymasını istemiyordu. Hem burada artık yeri yoktu, gitmeliydi. Ailesini de ne kadar çabuk giderse o kadar kolay yanına aldıracağını hesaplamıştı. Zaten ismini değiştirmelerine izin verişi de planının bir parçasıydı.
1986’da ilk adımını attı; Melbourne’deydi. Burada Türk Büyük Elçiliği’ne sığınma talebinde bulundu. Elçilik yarına kadar beklemesi gerektiğini, Ankara’dan gelecek cevaba göre hareket edebileceklerini bildirdi. Ertesi gün Naim’in sabırsızlıkla beklediği o haber geldi; Naim’in başvurusu olumlu değerlendirilmişti.
1986’da bir Cumartesi günü dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın gönderdiği, içinde danışmanlarından Can Pulak ve Selim Ereğli’nin de bulunduğu özel uçakla Londra Havalimanına indi. Buradan da İstanbul Atatürk Havalimanı’na inişi planlanıyordu; ancak Mürted Askerî Havalimanı’na indi ve Üs Komutanı tarafından karşılandı. Koruma altına alınarak plakasız bir araçla TBMM’ye götürüldü. O sırada Turgut Özal, Bakanlar Kurulu ile toplantıdaydı ve Naim salona girdiğinde bir anlık sessizlikten sonra herkes avurtları patlayana dek alkışladı. Hepsi ayaktaydı.
Naim, başarmıştı.
Naim Türkiye’ye iltica etmesinin de sonuçları olacaktı elbet. IWF yönetmenliğinin 16.maddesindeki “Göç eden halterciler bir yıl süre ile uluslararası müsabakalara katılamaz” ibaresi sebebiyle Naim bir yıl boyunca müsabakalara katılamayacaktı.
Elbette antrenmanlarının hızını kesmedi; bir yılı iyi değerlendirdi. Süre dolduğunda Aralık 1987’de “Türk vatandaşı” olarak Antalya’daki Uluslararası Halter Turnuvası’na katıldı. 60 kg sıkletinde 150+188 kg sonuç ile dünya rekoru kırdı.
Sırada 1988’deki Avrupa Halter Şampiyonası ve Seul Olimpiyatları vardı. Özellikle Seul Olimpiyatları’na katılmayı çok istiyordu; ama bu iş biraz sorunlu olacak gibiydi. Çünkü Türkiye adına katılabilmesi için Bulgaristan’dan bedelini ödeyerek izin almak gerekiyordu. Türk Hükümeti 1 milyon dolar bedeli ödeyerek gerekli izinleri aldı ve Naim müsabakaya katıldı. 60 kg koparmada 145 kg, 150,5 kg, 152,5 kg; silkmede 175 kg, 188,5 kg, 190 kg kaldırarak 9 dünya, 6 olimpiyat rekoru kırdı. Bu muhteşem bir zaferdi; Türkiye’ye olimpiyatlar tarihinde güreş dışında ilk altın madalya getiren sporcu olmuştu Naim Süleymanoğlu.
Avrupa Halter Şampiyonası’nda da üç altın madalya kazandı. Ayrıca 1989’da Dünya Şampiyonası’nda 60 kg’da koparmada 150 kg kaldırarak dünya rekorunu da kırdı.
Naim, 1989’daki Dünya Şampiyonası’ndan sonra emekliye ayrılmaya karar verdi; 22 yaşındaydı. Belli ki çok yorulmuştu, dinlenmeye ihtiyacı vardı.
Başlarda verdiği kararın doğruluğundan emindi. Ancak çok gençti. Başka bir mesleği olsa bu yaş, neredeyse işe başlama yaşıydı. Naim ise, emekliye ayrılıyordu; ironik bir durumdu.
Daha fazla halterden uzak kalamadı. 1992’de Barcelona’da düzenlenen olimpiyat ile geri döndü. Dönüşü muhteşem olacaktı…
Naim, başarılara da madalyalara da doyamıyordu. 1992’deki Barcelona Olimpiyatları’nda rakiplerine ezici bir üstünlük sağladı ve altın madalyayı Türkiye’ye kazandırdı. Yine bu yıl, “Uluslararası Halter Basın Komisyonu”, Naim Süleymanoğlu’nu “Dünyanın En İyi Sporcusu” seçti. Aldığı unvanlar onu kulvarında tek kılmaya yetip artıyordu.
1993’te yine Melbourne’deydi. Burası onun kendi içinde özgürlüğünü bulduğu o şehirdi, yeri ayrıydı. Dünya Şampiyonası’ndan 3 altın madalya ve 2 dünya rekoru ile döndü.
1994’te ise Bulgaristan’daydı. Hayat, insanı bulunduğu yerlerden hiç tahayyül edemeyeceği yerlere bırakıp, üzerine bir kez daha başladığı yere döndürerek şaşırtan garip bir şeydi. Bulgaristan’da yapılan Avrupa Halter Şampiyonası’nda sadece üç kaldırış yaptı ve 3 dünya rekoru kırdı. Yine 1994’te 66.’sı İstanbul’da düzenlenen Dünya Halter Şampiyonası’nda, bu kez sakat olmasına rağmen, 3 dünya rekoru kırdı ve 3 altın madalya kazandı. Bu kez de “Dünyanın En Güçlü Sporcusu” unvanını kazanmıştı. Üstelik bu müsabaka, ilk kez Türk seyircisi önüne çıktığı için de ayrıca anlamlıydı.
1995’te Avrupa Halter Şampiyonası’nda hala sakat olmasına rağmen 1 altın, 2 de gümüş madalya kazandı ve Türkiye’nin takım halinde birinci olmasında katkısı şüphesizdi. Sakatlığı devam ediyordu. Yine aynı yıl Çin’de düzenlenen Dünya Şampiyonası’nda 3 altın madalya kazandı.
Elbette sadece başarı olan bir hayat mümkün değildi; Naim, Sidney Olimpiyatları’nda başarısız oldu. Sakatlığı devam ediyordu. 1996 Atlanta Olimpiyatları’nda 64 kg’da 4 dünya rekoru kırdı. Üçüncü kez olimpiyatlarda madalya kazanıyordu ve adı tarihe geçti.
Naim Süleymanoğlu, 1996’daki son başarı ve başarısızlığından ikinci kez emekliliğe ayrıldı. Atlanta Olimpiyatları’nın sunucusu Lynn Jones, finali “Az önce tarihin en büyük halter müsabakasına tanıklık ettiniz” anonsu ile noktalamıştı. Gerçekten de tezahüratlar da müsabakanın nasıl mükemmel olduğunun habercisiydi.
Naim, aynı zamanda çok alçakgönüllü bir sporcuydu. Yine katıldığı bu son müsabakanın finalinde efsanevi Yunan Halterci Valerios Leonidis’i teselli eden de oydu. Naim, 187,5 kg’ı kaldırarak Valerios’u yenmişti. Valerios 190 kg’ı kaldıramayınca gözyaşlarına boğuldu. Rakibini yendiğinde onun üzüntüsünü görmezden gelecek kadar kendi sevincinde boğulamazdı Naim.
7 – 9 Aralık 2000’de Uluslararası Halter Federasyonu kongresi Atina’da toplandı. Naim Süleymanoğlu, bu kongrede astbaşkanlığa seçildi ve bu görevi 4 yıl sürdürecekti.
Emekliye ayrıldıktan sonra spordan kopmak istemedi; ama spor hocalığı yapmak da istememişti. Zaten çok önce kendine bir söz vermişti: Eğer bir gün sporu bırakırsa yalnızca idareci olmayı seçecekti. Spor Hocası olmak meşakkatli bir işti. Sporcu olmak tamam; ama hocalık yapmak onun için akıl kârı değildi.
Naim Süleymanoğlu bir ara siyasete atılmaya da karar verdi. 2004 Yerel Seçimlerinde MHP’den Büyükçekmece Kıraç Beldesi Belediye Başkanlığı’na adaylığını koydu; ancak seçilmedi. 2007 Genel Seçimlerinde de yine MHP’den İstanbul Milletvekili adayı oldu. Ancak yine seçilmedi. O da daha fazla zorlamadı; tadında bıraktı.
Naim, 1.47 m boyundaydı. Bir bu sebepten bir de güçlü olduğundan ona “Cep Herkülü” demek uygun görülmüştü; artık böyle anılacaktı.
İlk zamanlar neden bu kadar kısayım diye düşünüp çok üzülüyordu; hatta kompleks yapıyordu. Ama Allah onu da böyle yaratmıştı ve muhtemelen daha uzun boylu ya da farklı bir ergonomide olsaydı halterci olamazdı. Bütün bunları düşünerek kompleksini üzerinden atmıştı.
Sonuçta o “Times”a kapak olmuş bir sporcuydu. Kariyeri boyunca 3 Olimpiyat altın madalyası, 7 Dünya Şampiyonluğu ve 6 Avrupa Şampiyonluğu kazandı. Ayrıca tam 46 kez de dünya rekoru kırmıştı. Tüm bunlar yadsınamaz başarılardı ve kazanmaya çok erken yaşlarda başlamıştı.
Naim hiç evlenmedi; ama 4 çocuğu oldu. 3 çocuğu bir kadından, bir çocuğu da başka bir kadındandı. 3 çocuğu Türkiye’de annesinin yanında; diğer çocuğu ise yine annesiyle, ancak yurt dışında yaşıyordu. Elbette babalarının soyadını taşıyorlardı.
Evlilik dışı olduğu için çocuklarından hiç bahsetmedi. Zaten özel hayatıyla gündeme gelmek de istemiyordu. Kendince çocuklarını gözden uzak ve daha iyi yetiştirmek istemişti. Ya da belki çocuklar da görünmek istememişti ki hiç görünmediler.
Naim, 28 Eylül’de siroza bağlı karaciğer yetmezliği sebebiyle Ataşehir’de bir hastanenin yoğun bakım ünitesinde tedaviye başladı. 6 Ekim’de tedavi gördüğü hastanede organ nakli gerçekleştirildi.
Ancak 11 Kasım’da beyindeki kanama ve buna bağlı artan ödem sebebiyle acilen ameliyata alındı. Ancak 18 Kasım’da gelen haber Naim Süleymanoğlu’nun öldüğünü bildiriyordu.
Bütün madalyaları, başarılarını ülkesine bırakıp sonsuzluğa gitti Cep Herkülü. Sanatçılar, Sporcular, kısaca tanınmış ve çok sevilmiş kişiler kendilerine ülkelerinden, hatta dünyadan bir aile ediniyor. Bu yüzdendir ki bu insanların ölüm haberi hepimizi sarsıyor.
İşte böyle… Sevdikleri, saydıkları, genç yaşında başardıklarıyla, övünç kaynağı bir Naim Süleymanoğlu geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Ne zamandır yazmak istiyordum onu; ama özellikle bugünü beklemek istedim. Bugün 4 Aralık; Ömer Hayyam’ın ölüm yıl dönümü.
Evet, belki insan dediğin ön plana çıktığı bir tek şey ile ünleniyor bu hayatta. Üstelik kaçıncı yüzyılda yaşadığımızın da bir önemi yok bu konuda. Hayyam da belki hep rubaîleri ile tanındı; öncüsü kabul edildi. Öyle ki kime ait olduğu kestirilemeyen birçok rubaînin altına da onun adını vermek kaçınılmaz oldu.
Oysa Hayyam çok daha fazlasıydı. O, bu dünyadan sadece bir ananın bir babanın oğlu olarak değil; “Şair, Yazar, Matematikçi, Filozof ve Astronom” olarak geçti. Aklının yettiği her yere elini de uzattı.
Hayyam, 18 Mayıs 1048’de İran Nisabur’da doğduğunda ailesi ona “Gıyaseddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam” adını verdi.
Gıyaseddin “İnancın omzu”, Eb’ul “Baba”, Feth “Fetheden”, Ömer ise “Hayat” anlamını taşıyordu. İbni de, kimin oğlu olduğunu bildiriyordu; yani İbrahim’in oğluydu.
Hayyam ise takma adıydı ve “Çadırcı” anlamına geliyordu. Babası İbrahim Khayyam Nayshapuri çadırcılık yaptığı için bu adı da vermişlerdi.
Yüzyıllar öncesinden bugüne kadar gelen birçok ismin doğum tarihinin net bilinmemesine rağmen, Hayyam’ın doğum günü biliniyordu. Çünkü kendisi birçok konuda olduğu gibi takvim konusunda da uzmanlaşacak ve kendi doğum tarihini araştıracak ve net bir tarih bulacaktı.
Bu araştırmacı ruhu Hayyam’a ve dolayısıyla bize çok şey kazandıracaktı…
Hayyam’ın eğitim hayatı – çocukluğunun bir bölümünde – Belh’te ünlü bir araştırmacı olan “Şeyh Muhammed Mansuri”nin yanında başladı. Ardından Nisabur bölgesinin en ulu hocalarından “İmam Nisaburlu Mowaffag”ın yanına geçti.
Daha sonra medresede dönemin ünlü alimi “Muvafakeddin Abdüllatif ibn el Lübad”dan eğitim aldı. Bazı kaynaklara göre medresedeki arkadaşları yaşadığı zamanların ünlü veziri “Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah” idi. Hayatı boyunca da bu iki isimle ilişkisini kesmemişti.
Bu bazı kaynaklara göre ulaşılan bir bilgiydi. Başka kaynaklar ise, Hasan Sabbah’ın Rey kentinde yaşadığını, ayrıca Nizamül-Mülk’ün de Hayyam’dan yaşça büyük olduğunu söylüyordu. Hâl böyle olunca aynı medresede eğitim görmeleri mümkün olmazdı. Ama sadece birlikte eğitim alamazlardı; kaynaklar dostluklarını inkâr etmiyordu. Amin Maalouf “Semerkant” kitabında bu üçlünün ilişkisinden bahsediyordu; ama tabii kurgulamış bir hikâye de olabilirdi.
Hayyam, kendi hakkında bu konuda herhangi bir açıklamada bulunmuyordu. Kesin olan Hayyam’ın İslam kültürüne dayalı bir medrese eğitiminden geçtiğiydi. Sadece o hayatı fazla sorgulamış ve kendi bulgularına ulaşmıştı.
O, “İslam’ın Altın Çağı” döneminden çıkmıştı…
Hayyam, tüm hayatı boyunca yorulmak nedir bilmeden çalışarak, insanlığa ve buluşlarına zemin oluşturacak birçok çalışmada bulundu.
Gündüzleri Cebir ve Geometri alanlarında çalışıyor; gecelerini de Astronomiye adıyordu. Ayrıca Selçuklu Hükümdarı Melikşah’a da danışmanlık yapıyordu.
Bunların yanında Celali Takvim hakkında da çalışıyordu. Hayatının her döneminde üretmekten asla vazgeçmedi.
Hayyam, Allah, dünya, var oluş, toplum sıkıntıları, hayat ve insan adına her konuda özgürce akıl yürütmüş; asla sınır tanımamıştı. Bütün bunlar, Hayyam’ın rubaîlerini oluşturdu.
Rubaîlerini oluştururken içinde yaşadığı toplumla yetinmemiş; daha öncesinde yaşamış toplumları ve belki yaşayacakları da hesaba katmıştı. İnsan aklının düşünürken ona konan sınırlardan hoşnut olamazdı. Bu yüzden insanı ve var oluşunu kendi aklından ve belki de kalbinden geçenlerle yeniden tanımlamıştı.
Hayyam, evreni anlamak için yetiştiği İslam kültürünün anlayışını bir kenara bıraktı; belli ki öğrendiklerinin yanında aklına güvenmek onun için doğru olandı. Kendi içinde harmanladığı her şeyi aklının süzgecinden geçirdi ve eşi benzerine az rastlanır bir edebi başarı ile her şeyi içinden dışarı dörtlükler şeklinde taşırdı.
İşte bu yüzden Hayyam, çağının çok ötesinde “evrenselliğe” ulaşmış bir adamdı. Elbette Felsefenin o dönemdeki değerinin de buna katkısının olduğu su götürmez bir gerçekti.
Hâliyle bu durum Hayyam’ı rubaî konusunda ünlendirmişti. Bu sebepten pek çok rubaî, günümüze gelene kadar onunkilere karışıp gidecekti. Bilinene göre Hayyam’ın 158 rubaîsi vardı; ancak altına onun adının yazıldığı rubaî sayısı binin üzerinde olacaktı.
Hayyam’ın rubaîleri Türkçeye pek çok çevirmen tarafından kaydedilse de; onu asıl sevdiren isim de Sabahattin Eyüboğlu idi.
Hayyam, her ne kadar şiirlerindeki eğlence düşkünlüğünün ön planda oluşundan rubaîleri ile ünlense de; bir yandan da Pasgal üçgeni olarak bildiğimiz Matematik kavramının temelini oluşturan isimdi. Matematiğe Cebir denilen zamanlardı. Hayyam, Binom Açılımını ilk kullanan Bilim İnsanı olarak tarihe geçecekti.
Şu bizim tüm Matematik öğrenim sürecimiz boyunca bir türlü yalnız bırakmaya kıyamadığımız “x” de onun eseriydi. Hayyam, Üçüncü Dereceden Bilinmeyen Denklemler ile ilgili yazdığı eserinde bilinmeyen rakam olan “x”in yerine Arapçada “şey” manasına gelen sözcüğü tercih etmişti. Daha sonra bu eser başka dillere çevrilirken İspanyolcaya “Xay” olarak geçti. En sonunda bu kelime ilk harfine indirgendi ve Matematikte bilinmeyen rakam “x” sembolü kullanılarak göstermeye başlandı. Ve biz duygusal insanlar olduğumuzdan mı; yoksa Matematiğin ne anlatmak istediğini düşünemeyecek kadar tembel olduğumuzdan mı bilinmez, “x”i bir türlü yalnız bırakamadık.
İşte bu Hayyam’ın Matematik alanında daha birçoklarına yol açacak bir zemini, “x”i bize hediye edişinin hikâyesiydi.
Üretmekten hiç vazgeçmeyen ve asla yorulmaktan şikâyetçi olmayan bir beyni vardı Hayyam’ın. Hayatının bir döneminde bugün kullandığımız Miladi Takvimden çok daha hassas olan o takvimi hazırladı; Celali Takvim ya da bir diğer adıyla Hicrî Şems Takvimi.
Hayyam bir kurul düzenledi ve güneş yılı esasına göre hazırladığı bu takvimi Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’a sundu. Kabul gören takvim, 1079’dan itibaren uygulamaya konuldu. 9 Ramazan 471, yani Miladi olarak 15 Mart 1079 yılına denk düşen Nevruz, yılbaşı; Hicret yılı da başlangıç noktası kabul edildi. 1 yıl, 365 gün ve 6 saatti.
Ayrıca matematiksel kurallar yerine astronomik hesaplamalar kullanıldığından, İlkbahar Ekinoksu başlangıcı tayininde Gregoryen Takviminden daha doğruydu.
Hayyam, 4 Aralık 1131’de, doğduğu topraklarda hayatını kaybetti.
O kadar zeki ve çalışkandı ki, ne açıdan bakarsan bak, çok değerli bir kayıptı. Birçok dörtlük bıraktı gerisinde ve birçok icadın da temellerini attı; ama bildik, ama bilemedik.
Yaşam nasıl sınırsızsa ya da insan sınırını göremiyorsa, ölüm de böyleydi. Onun için sanki asıl değer, Allah’ın sana bahşettiği aklın hakkını vermekti. Ölüm için kaleminden şu dörtlük dökülmüştü:
“Yaşamanın sırlarını bileydin
Ölümün sırlarını da çözerdin.
Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok:
Yarın, akılsız, neyi bileceksin?”
Biz bugün Hayyam’ı şarap içip gününü gün eden, işte bir zamanlar birkaç dörtlük karalayan bir Filozof olarak tanıyoruz belki daha çok. Oysa tüm bunlar ve hatta kalemime sığdıramadıklarım, onun çok daha fazlası olduğunun kanıtı.
O sadece haddini bilmeyi, sınırsızlığının içinde kendine sınır çizmeyi bilmiş ve Allah’ın varlığı için de şu dörtlüğü yazmıştı:
“İçin temiz olmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun, kaç para!
Hırka, tespih, post, seccade güzel;
Ama Tanrı kanar mı bunlara?”
O güzel beyni, içine sığdıramayıp taşırdıklarıyla, illa ki buluşlarıyla bir Ömer Hayyam geçti dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün 13 Aralık 2017. Yıllar önce bugün Oğuz Atay hayata gözlerini kapadı. Gün dönmeden anmalıyım…
Aslında çok naif, fazlasıyla romantik ve sanat ruhlu bir kişilikti. İlk engeli babasıydı. İkincisi de hayatı yaşarken tercih ettiği yollar oldu sanırım. Yaşarken hak ettiği şöhrete maalesef kavuşamadı. Oysa bugün adını bilmeyenimiz yok. Çünkü “Tutunamayanlar” raflardan hiç eksilmiyor. Çünkü Olric’in her bir cümlesi dillere pelesenk. Çünkü o artık popüler kültürdeki yerini buldu.
Bir yandan da her şeyin bir zamanı var ve ondan önce hiçbir şey gün yüzüne çıkmıyor işte.
Sevgili Oğuz Atay, ruhun şad olsun…
Oğuz, 12 Ekim 1934’te Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde, Muazzez Hanım ve Cemil Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi. Babası, 11 yıl CHP’de milletvekilliği yapmış, ama kendine ait bir evi dahi olmamış Ağır Ceza Yargıcıydı. Annesi ise İlkokul Öğretmeni idi; Oğuz’un da öğretmenliğini yapacaktı.
Oğuz 5 yaşındayken ailesi Ankara’ya taşındı. Bir de kız kardeşi vardı. Zaten içine kapanık olan Oğuz, kardeşinin doğumundan sonra çocuk bedenini kemiren kıskançlık duygusuyla da tanışmıştı. Doğduğu günden beri kardeşi Okşan’a “Bohça” adını taktı. Onun bir gün evden gideceğini düşünüyordu. Ama o bohça bir türlü evden gitmek bilmiyordu işte. Sonunda isyanını “Alın bu bohçayı buradan, götürün artık. Hâlâ niye burada duruyor?” diye çıkışarak dile getirdi. Küçücük bir çocuğun anne babasını eve yeni girmiş bir başka çocuktan kıskanmaktı onunki. Ailesi de her aile gibi bu duruma gülümsedi.
Ancak gülüp geçmedi. Annesi okula başladığında artık Oğuz’un sadece annesi değil, öğretmeniydi de. Sınıfta “Kardeşini sevmeyen var mı?” sorusuna, oğlunun parmak kaldırışını seyredip onu anlayacak kadar yakındı oğluna. Çünkü Oğuz, dürüst ve duygularının farkında bir çocuk olarak büyüyordu. Cemil Bey bu konularda ketum olmayı tercih ederken, Muazzez Hanım, oğlunun duygusal ve kültürel alt yapısını inşa ediyordu. Oğuz, ileride her duyguyu keskin cümleleriyle anlatabilecek kadar iyi bir yazar olabilecekti.
Tüm çocukluğu boyunca sessizdi; ama çok da zekiydi. Zekâsını en iyi sokakta gördüğü ne varsa karikatürize ederek anlatışıyla seriyordu gözler önüne. Oğuz, ince espri anlayışıyla gençlik yıllarına kadar karikatürler çizdi.
Oğuz, eğitim hayatını Ankara’da sürdürdü. İlköğretimi tamamladıktan sonra Ankara Maarif Koleji’ne girdi. Tüm okul hayatı boyunca başarılı bir öğrenci olmuştu. Çünkü en iyi dostu kitaplardı; sessiz dünyasına onlardan başka kimseyi almayı tercih etmemişti. Liseden yüksek bir ortalama ile mezun oldu ve Shakespeare’in “Hırçın Kız” oyununda sahnedeydi.
Oğuz, buram buram sanat yanan, sanat kokan bir gençti. Eşref Ün ve Turgut Zaim’den resim dersleri de almıştı. Ama babası için bunlar tam anlamıyla “lafügüzaf” idi. Çünkü Cemil Bey güzel sanatların karın doyurmayacağı kanaatindeydi. Bu durum için Eşref Üren’in Oğuz’a kurduğu tek cümle, “Babana söyle sana köşe başında, işlek bir yerde bakkal dükkânı açsın o zaman. İyi para kazanırsın”.
Tüm bu olanlar babası ve Oğuz arasında bir çatışmanın çatırdamalarını oluşturmuştu. Artık Oğuz çocuk değildi; ama babasına pek karşı gelecek güçte de değildi. İçinde koca bir isyan, buna tezat lâl olmuş bir dil…
O gün belki konuşamadı, hayat çizgisini babasından yana çizdi; ama yıllar sonra “Babama Mektup”ta konuştu. Ancak o zaman bile cümlelerinde çekingendi. Annesinin oğlu olduğunu şöyle anlatıyordu: “Çünkü ben babacığım, biraz da duygularımın romantik bölümünü, sen kızacaksın ama annemden tevarüs ettim”.
Yine de hakkında kararını vermişti. Kendisinin vermiş olduğu gibi görünen bu karar babasının gölgesinden izler taşıyordu. Babası tarafından “gerçek bir meslek” olarak kabul görecek bir meslek edinmeliydi. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nde üniversite eğitimine başladı.
Sessizliği burada da devam etti. Amfide tercihi hep arka sıralardan yana oldu. Çünkü derslere karşı hiçbir ilgi besleyemiyordu. Öyle çok renkli ve heyecanlı bir öğrencilik dönemi olmadı yani. İki renkten ibaretti: Biri sessizliği, diğeri de arkadaşı Turhan Tükel sayesinde tanıştığı Marksizm. Bu yeni tattığı ikinci renk, ona yeni kitaplar kazandırmıştı.
Oğuz, 1957’de üniversiteden mezun oldu ve hemen ardından, askere gitti (1957 – 1959). Burada, edebiyata olan düşkünlüğü sayesinde Cevat Çapan ve Vüsat O. Bener ile tanıştı.
Döndüğünde de çalışma hayatı Kadıköy Vapur İskelesi yapımında Tamir ve Kontrol Elemanı olarak başladı. Bir süre sonra görevinden istifa etti ve şimdinin Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi İnşaat Bölümü’nde Öğretim Üyesi oldu. 1975’te de doçentliğini aldı.
Elbette birçok gazete ve dergide makaleleri yayımlanıyordu. Bunun üzerine bir de “Topoğrafya” adını verdiği mesleki bir kitap yazdı.
Bütün bu üniversitede eğitmenlik macerası boyunca yazmak – çizmek işlerine de devam etti. Adres tabii ki askerde kurduğu dostluklar sayesinde “Pazar Postası”ydı. Dergi artık İstanbul’daydı ve gün gelip kapanana kadar Oğuz’un yazıları ve çevirileri imzasız yayımlandı. Belki dergide bir adı yoktu; ama “Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ece Ayhan, İlhan Berk, Attila İlhan” gibi birçok isimle arkadaş olmuştu.
Oğuz Atay ve Fikriye Fatma Gürbüz, 2 Haziran 1961’de ile evlendi. 6 yıl sürecek bu evlilikten Özge adını verdikleri bir kızları oldu.
Arkadaşı Uğur Ünel ile bir şirket kurmuşlardı, o battı. Evliliği bozuldu. Bu süreçte Ünel’in eski eşi Sevin Seydi ile duygusal ve entelektüel açıdan birbirlerini besledikleri bir ilişki başladı aralarında. Zor zamanlardı…
1960’larda yazmak işini hâlâ hobi olarak yapıyordu; ama zamanı gelmişti. Oğuz, artık bir roman yazmalıydı ve bu ilk romanını Sevin’e ithaf etmeliydi; hep ve çok sevdiği kadına. 1968’de, “Tutunamayanlar”ı yazmaya başladı.
Bir diğer ithaf ettiği kişi de intihar eden, çok sevdiği arkadaşı Ural’dı. “Selim Işık” karakteri Ural’ın ta kendisiydi. Selim, neyin peşinden gitse, neye tutunmaya çalışsa onun ne kadar anlamsız olduğunu fark eden, şu modern hayatın içindeki en yalnız insandı. Arkadaşı “Turgut Özben” ise, görünüşe göre kafayı sıyırmış, kafasının içindeki sesle, “Olric”le konuşuyordu. Her şey, şu hayattaki her şey, pamuk ipliğine bağlıydı. Yazılarında çevresindeki herkes ilham kaynağıydı. Hatta karakterlerin her birinde bir parça Oğuz vardı.
Romanını bitirdiğinde ilk kez Vüs’at O. Bener’e okuttu. Ona o kadar güveniyordu ki, tavsiyesiyle romanından bir bölüm çıkardı. Bu bölüm daha sonra kim bilir nerede, nasıl karşımıza çıkacaktı…
Maalesef Ural hayatına kendi isteğiyle son vermişti. Sevin ise Oğuz’un jestine karşılık minnetini gösterebilirdi; ilk kitabın kapağını tasarladı.
Tutunamayanlar 1972’de yayınlandı ve hemen önemli bir tartışmanın odak noktası hâline geldi. Eleştirmen Berna Moran, kitabı “Hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” şeklinde nitelendirmişti. Ona göre Tutunamayanlar’ın edebi yetkinliği Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmişti. Elbette tersini düşünenler de söz konusuydu.
Ancak her ne olursa olsun, Türk Edebiyatı için önemli bir eser olduğu gerçeği değişmiyordu. Tutunamayanlar, “TRT Roman Ödülü”nü kazandı. Bu, dünya gözüyle göreceği tek ödül olacaktı.
Pakize Kutlu, Oğuz Atay ile romanı hakkında Yeni Ortam Dergisi için bir röportaj yaptı ve 30 Eylül 1972’de yayımlandı.
Bir yerde, “Selim öldü. Selimlik de ölmüştür. Başarının insanı sevimsizleştirdiğini yazmıştım bir yerde; fakat tutunamayanlığın sevimliliğine de kimsenin yanaşmadığını görüyorum. Neden yanaşsınlar? Bir arkadaşımın dediğine göre, ben romanda herkesi bir bakıma tutunamayanlığa çağırıyormuşum. Henüz bir karşılık alamadım” dedi Oğuz Pakize’ye.
O an bilmiyorlardı; ama ikisi de birbirine tutunacak, çok değil 2 yıl sonra evleneceklerdi.
Tutunamayanlar ile etkileyici bir başlangıç yapmıştı Oğuz. Bu aslında bir yandan da kendine olan güvenini kazanması, babasının onda yarattığı etkinin bir nebze olsun kırılması adına özellikle etkileyici bir başlangıçtı. Baba konusunda belki “Franz Kafka” kadar şanssız değildi; ama yine de onun da içinde hapsolmuş kendini babasına kanıtlama hırsı vardı. Zaten Kafka’ya ve Dostoyevski’ye olan düşkünlüğü de başkaydı.
Bu etkileyici girişin ardından 1973’te “Tehlikeli Oyunlar”ı yayımladı. Yine aynı yıl “Oyunlarla Yaşayanlar” adını verdiği oyununu da yayımladı. Bu oyun Devlet Tiyatoları’nda sahnelenecekti.
Yazdığı hikâyeleri ise 1975’te “Korkuyu Beklerken” adı altında topladı. Prof. Dr. Mustafa İnan’ın hayatını konu aldığı romanı “Bir Bilim Adamının Romanı”nı da yine 1975’te yayımladı.
Yazdıklarının dışında “Beyaz Mantolu Adam” hikâyesini kısa film olarak çekti; ama ne talihsizlik ki film kayboldu. Ayrıca Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filminin ilk üç dakikasının diyaloglarını da Oğuz yazmıştı.
Oğuz, 1976’nın sonuna doğru şiddetli baş ağrılarının olduğu bir sürece girdi. Başta pek önemsemedi; ama aldığı ağrı kesiciler de bana mısın demiyordu. Bir süre sonra çift görmeye başladığında, doktora gitti. Beyninde iki tane tümör vardı. Ameliyat olmak için 22 Aralık’ta Londra’ya gitti; iki tümörden birini aldılar.
Bir sene sonra 13 Aralık 1977’de arkadaşı Altay Gündüz’ün evindeydiler. Bir ara Oğuz banyoya gitti. Banyoda uzun kaldığını fark ettiklerinde tedirgin olup kapıyı tıklattılar: “Nasılsın Oğuz?” İçeriden cılız bir ses duyuldu: “Sevinmeyin, daha ölmedim”.
Sonra yine bir sessizlik… Altay dayanamadı ve kapıyı kırdı. Oğuz yerdeydi; ölmüştü…
Oğuz Londra’ya giderken kızı 15 yaşındaydı. Özge ona mektuplar yazıyor, Oğuz ise hasta yatağında bile üşenmeden kızının noktalama işaretlerini düzeltiyordu. Özge’den Turgenyev’in “Babalar ve Oğulları”nı okumasını istemişti. “Bitirince konuşuruz” diyecekti. O konuşma hiç yapılamadı ve Özge, babasının ne düşündüğünü hep merak etti…
Oğuz’un hayatı, daha doğusu edebiyat hayatı, aslında öldükten sonra, yıllar sonra başladı. Bugünlerde bu kadar popüler olan Oğuz Atay isminin değeri zamanında bilinmemişti.
Öldükten sonra bile yaşamaya, yazdıkları yayınlanmaya devam etti. 1987’de “Günlük”, 1998’de “Eylembilim” adlı kitapları yayımlandı. Sağlığında “Tutunamayanlar” dahi depolarda beklemişken, şimdi kitapları büyük ilgi görüyordu; defalarca basıldı. 2000’li yıllarda eserleri tiyatro oyunu olarak sahnelenmeye başladı.
Düşle gerçeği büyük bir ustalıkla birbirine karıştıran Oğuz Atay, postmodernist roman kategorisinde eserler veren ilk yazar oldu. Özellikle Tutunamayanlar’da modern yaşamda kaybolan insanın yalnızlığını, kopuşlarını, bir tutunamayışlarını mükemmel bir kurguyla anlatıyordu. 2007’den itibaren de “Oğuz Atay Edebiyat Ödülleri” verilmeye başlandı. Bu yaşamı boyunca fark edilmemiş bir yazarın yarım kalmış hayatının hikâyesiydi…
Babasının içine bıraktığı bir yumrukla, yutkunamayışı, tutunamayışı, hep sürüklenişi ve mükemmel kurgularıyla bir Oğuz Atay geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Fahreddin Paşa, adını tarihe, 400 sene boyunca Türklerin olmuş Medine’nin, yine Türklerde kalması için canla başla çalışmış bir adam olarak yazdırdı. Ülkesini inatçı ve cesur bir şekilde savunması, onun “Medîne Müdâfii”, “Türk Kaplanı”, “Çöl Kaplanı”, “Medine Kahramanı” lakapları ile anılmasını sağlamıştı.
Asker olmak onun küçük yaşlardan beri hayaliydi. Belki çocuk yaşlarda böylesine güzel anılmayı hayal edemezdi; ama başarmıştı. Çünkü asıl önemli olan, savaşın nasıl kazanıldığı ya da kaybedildiği değil, nasıl mücadele edildiğiydi…
Fahreddin, 4 Şubat 1868’de Tuna Nehri kenarındaki küçücük bir kasaba olan Rusçuk’ta, Fatma Adile Hanım ve Ömer Ağa’nın çocuğu olarak doğduğunda, ailesi ona “Ömer Fahreddin Türkkan” adını verdi. Annesi, Mohaç kahramanı Akıncı Beyi Bali Bey’in soyundan geliyordu. Babası da Nizam-ı Cedid Topçubaşısı idi.
1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşı (93 Harbi) yaşandığında Fahreddin henüz 10 yaşındaydı ve çoktan gönlüne asker olma isteği düşmüştü. Bu savaş binlerce Müslümanın hayatını elinden almış, birçoğunu da göçe zorlamıştı. Küçücük bedeninin yanında koca bir çocuk kalbi vardı ve bu kalp, onun bir gün “Fahreddin Paşa” olarak tanınacağı günleri de getirecekti.
Osmanlı Devleti, 14. Yüzyıldan itibaren Balkanları İslamlaştırma ideali ile bölgeye Türkler yerleştirmişti. Ancak 19. Yüzyıldan itibaren bölgenin kaybedilmesi, tersine göçü getirdi ve Türkkan ailesinin payına da İstanbul’a yerleşmek düştü. Sahip olunan her şey gözyaşlarıyla geride bırakılmıştı. Tüm bunlar Fahreddin’in içinde kocaman bir boşluk oluşturdu ve askeri eğitim konusunda hırslandı.
Fahreddin, Mekteb-i Harbiye’yi birincilikle bitirdikten sonra Erkan-ı Harbiye Mektebi’ne geçti. Başarılı bir asker olacaktı.
Fahreddin, eğitimini tamamladıktan sonra 1891’de Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı ordusuna katıldı. Başarılı bir giriş yapmıştı; 1908’e kadar merkezi Erzincan’da bulunan 4. Kolordu’da görevliydi. 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet ilan edildikten sonra Yarbaylığa terfi etti ve İstanbul Selimiye 1. Nizamiye Tümeni Kurmay Başkanlığı’na atandı.
Ardından 1912’de Balkan Savaşları başladı. Fahreddin, bu süreçteki başarılı hizmetleriyle de dikkatleri üzerine çekmişti. Çatalca savunmasında ve Edirne’nin geri alınmasında görev aldı.
Fahreddin, 1900’de Ferik Ahmet Paşa’nın kızı Ayşe Sıdıka Hanım ile evlendi.
Bu evlilikten Suphiye ve Ayşe Nermin adını verdikleri iki kızları ile Mehmed Selim, Mehmed Orhan ve Ayhan adını verdikleri üç oğulları oldu.
Fahreddin, I. Dünya Savaşı başladığında, 4. Orduya bağlı 12. Kolordu Komutanı olarak Musul’daydı. Musul ve havalisinde başarılı hizmetlerde bulundu.
1915’te 4. Kolordu Komutanlığı Vekilliği’ne tayin edildi. Buradaki görevi bölgedeki Ermeni isyanlarına karşı durmaktı. Ne kadar süreceğini kestiremedikleri bu savaşın içinde Fahreddin, var gücüyle çalışıyordu.
23 Mayıs 1916’da artık yeni görev yeri Medine’ydi. 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa tarafından Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Konutanlığı’na atandı. Burası Fahreddin’in ışığını parlatacak, onu yıllar sonra bile tanımamızı sağlayacaktı. İngilizler, Medine’yi ele geçirmek istiyordu. Fahreddin, tüm imkânsızlıklara rağmen bu bölgeyi 2 yıl 7 ay boyunca savundu.
Denir ya, “O müdafaa ki, hayali cihana değer”…
Fahreddin Paşa, 2 yıl 7 ay boyunca tüm gücünü ortaya koydu. Öyle ki, askerinin bile gücüne güç katıyordu. Ne olursa olsun hep başını dik tuttu. Gün geldi askeriyle birlikte çekirge kavurması yedi; gün geldi susuzluğa açtığı kuyulardan çıkardığı suyla deva oldu, zemzem niyetine içti, askerine içirdi. Sadece bunlar değil. Evet, açlık susuzluk büyük dertti. Ama Fahreddin Paşa’ya göre askerin maneviyatı da en az karnının tokluğu kadar önemliydi. Bunun için de gazete çıkardı; vatan ve sancak üstüne şiir yarışmaları düzenledi.
Elbette savaş ortamı tüm gerçekliğiyle devam ediyordu. Fahreddin Paşa, şehrin yağmalanması ihtimaline karşın 100 parçaya yakın kutsal emaneti 2000 askerin koruması altında Medine’den İstanbul’a nakletti. O an önemi çok kavranamasa da, bu fikir, aslında hem kutsal emanetleri British Museum’de sergilenmekten kurtaracak, hem de İslam Tarihi Kültürü’ne yadsınamayacak bir katkıda bulunacaktı.
Fahreddin Paşa, uzun süre en ufacık bir sorunu dahi atlamadan ilgilenerek direndi. Ancak öyle bir an geldi ki, devlet merkeziyle bağı koptu; iletişim kuramıyordu. Yiyecek ve ilaç sıkıntısı had safhaya ulaşmıştı. Medine’nin etrafı da yavaş yavaş isyancıların eline geçmeye başladı. Artık İstanbul’daki Hükümet, Medine’nin boşaltılmasını istiyordu. Fahreddin Paşa, şehirden ayrılmayı kabul edemezdi. “Peygamberin kabrinin bulunduğu Medine’deki Türk Bayrağını kendi elimle indiremem” diyordu.
Bir süre sonra Medine’nin etrafı tamamen kuşatıldı. Türk orduları da kuzeye doğru geri çekilmeye başlamıştı. Fahreddin Paşa ise pes etmek istemiyordu. Etrafındaki Türk birlikleri ile irtibatı tamamen kesildiğinde bile Medine’yi savunuyordu.
Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini imzaladı ve I. Dünya Savaşı’ndan çekildi. 16. Maddeye göre Fahreddin Paşa’nın da teslim olması gerekiyordu. Ama inadında ısrarcıydı Fahreddin Paşa; mütarekeyi tebliği için gönderilen yüzbaşını dahi hapsettirmişti. Teslim olmadı ve şehri savunmaya devam etti. Osmanlı Devleti’nin teslim oluşunun üzerine 72 gün daha geçti; Fahreddin Paşa Medine’yi savunmaya devam ediyordu.
İşin boyutu giderek şekil değiştiriyordu. Ne yiyecek kalmıştı, ne ilaç, ne de cephanelik… Fahreddin Paşa, sonunda kendi askerleri tarafından etkisiz hâle getirildi. Medine 13 ocak 1919’da teslim olmuş oldu.
400 senedir süren Medine üzerindeki Türk hakimiyeti sona ermişti…
Bu inatçı direnişinden sonra Fahreddin Paşa, önce 27 Ocak 1919’da İngiliz kontrolündeki Mısır’a, sonra da 5 Ağustos 1919’da savaş esiri olarak Malta’ya gönderildi.
Sürgün sırasında savaş suçlularını yargılamak üzere İtilaf Devletleri tarafından İstanbul’da kurulan “Kürt Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harbi” mahkemesi, onu ölüme mahkum etti. Ankara Hükümeti’nin gayretiyle 8 Nisan 1921’de bu esaretten ve ölümden kurtuldu.
Eylül 1921’de Milli Mücadeleye katılmak için Ankara’ya geldi. “Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa”, onu Güney Cephesinde Fransızlara karşı savaşan askerleri birleştirmekle görevlendirdi. Ankara Antlaşması ile sonuçlanan savaştan sonra 9 Kasım 1921’de de TBBM tarafından Kabil Büyükelçiliğine atandı. Fahreddin Paşa, “Türk – Afgan” dostluğunun gelişmesi ve pekişmesinde özellikle etkiliydi.
1917’de Kabil’de bir gece vaktiydi. Bütün şehir alev alev yanıyordu ve göğe yükselen alevlerin ışığında buluştu iki kadim dost. Biri I. Dünya Savaşı zamanında dillere pelesenk Medine savunmasıyla tanınan, sonra da TBMM Hükümetinin Kabil sefiri olan Fahreddin Paşa, diğeri ise Harbiye Nazırı olduğu Başkortostan’ın Bolşevikler tarafından işgal edilmesi üzerine dermanı Türkistan’da arayan Zeki Velidi Bey’di…
Bir yangının orta yeri, ellerde kovalar yangının üzerine yürüyen, kendinden evvel ülkesini düşünme konusunda yeminli iki yiğit göz göze geldi. Alevlerin arasında şaşkın bakışları bir cümleyle bozan ilk kişi Zeki Velidi Bey oldu: “Hayrola Paşam, burada ne işiniz var?” Bu Fahreddin Paşa’ya göre şaşkınlığı bozmak için gereksiz tüketilmiş bir nefes gibiydi. “Unutmayın Zeki Velidi Bey, nerede bir hadise var, orada Türk hazırdır!”
Evet, bu şairane bir hikayeydi ve bu günlere taşıyan da Fahreddin Paşa’nın fotoğraf sevdasıydı. Fotoğrafla doğduğu topraklarda tanıştığında 7 yaşındaydı. Ve yine doğruydu; Fahreddin Paşa nerede bir olay varsa mutlaka oradaydı; fotoğraf makinesi de kesinlikle yanındaydı. Mücadeleden vazgeçmeyen, cesur kişiliği ile kahramanlık destanları yazarken bir yandan da o anları hep kaydediyordu. Cam negatiflerle Osmanlının son günlerinin panoramasını oluşturmuştu.
Fahreddin Paşa, 1926’da İstanbul’a döndü ve burada da askeri görevlerine devam etti. O, artık Medine’yi müdafaasıyla tanınan bir Paşa’ydı.
5 Şubat 1936’da Ferik Korgeneral rütbesindeyken TSK’den emekli oldu.
O artık emekliydi; ama ülkesine duyduğu derin bağ asla sarsılamazdı. Gönlü ülkesinin aşkıyla dolmuş bu adam, 22 Kasım 1948’de bir tren yolculuğu sırasında kalp krizi geçirdi ve hayatını kaybetti.
Vasiyetiydi; Aşiyan Mezarlığı’na defnedildi.
Cesareti, asla vazgeçmedikleri, sevdikleri ve saydıklarıyla bir Fahreddin Paşa geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Perran Kutman, hangi açısından bakarsan şanslı ya da şansız bulacağın bir çocukluk yaşadı. Hiç arkadaş bulamadığı için şanssız; ailesinin sonsuz sevgisini tattığı için de şanslıydı. Sadece oyuncaklarını arkadaş edinebilmek taklit yönünü geliştirecekti Perran’ın ve o bir gün ülkesinin sayılı kadın komedi oyuncularından biri olacaktı…
Bir diğer şansı da, hayatının aşkını bulacak ve mutlu bir hayat sürecekti…
Perran, 30 Kasım 1949’da, İstanbul Aksaray’daki 11 odalı bir konakta, Sabriye Hanım ve Rıdvan Bey’in ilk çocukları olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona “pervane” anlamına gelen “Perran” adını verdi; “Perran Kanat”. Annesi, Perran’ın doğumu öncesinde üç gün üç gece sancı çekti. Dünyaya gelişi bir hayli zor oldu yani. Öyle ki Sabriye Hanım’ın, sancılar arasında “Bir doğsun, yüzüne tokat atacağım!” diye söylendiği de olmuştu.
Sabriye Hanım, İETT muhasebesinde çalışıyordu. Bir yandan da kadın mecmuası çıkarıyordu. Kendini yetiştirmiş, aydın bir kadındı. Babası Rıdvan Bey ise, Milli Eğitim Basınevi Müdürü idi. Perran iki kişilik dünyalarına sekizinci harikaları olarak girmişti. El bebek gül bebek büyüttüler; ilk göz ağrılarıydı. Ne alınırsa çifter çifter alınıyordu.
Ailesi zamanla bu özeni abarttı ve Perran’ın bir tek canlı arkadaşı yoktu. Japonya’dan getirilmiş oyuncakları arkadaşı olmuştu; odasında yapayalnızdı. Çünkü ailesi onu terbiyesi bozulmasın diye asla sokağa çıkarmaz, başka çocuklarla görüştürmezdi. Perran, envaiçeşit oyuncaklarını kimseyle paylaşamadan, yalnız bir çocuk olarak büyüdü. Yıllar sonra bu günlerini “Masanın bacaklarıyla konuşurdum” itirafıyla anlatacaktı…
Perran, kah masanın bacaklarıyla kah oyuncaklarıyla konuşarak 8 yaşına kadar gelmişti. Bu yaşı, anne ve babasının boşandıkları zamana denk geldi. Evet, Sabriye Hanım ve Rıdvan Bey ayrıldılar; ama küsmediler. Rıdvan Bey ikinci kez evlendiğinde de dostlukları devam etti. Hatta kızı Berna, Sabriye Hanım’a “Cici Anne” diyecekti. Perran ise, hayatlarında başrolden hiç inmedi. Onunla ilgili bütün kararlarını ortaklaşa almaya devam ettiler.
Elbette değişen şeyler de vardı. Perran, anne ve babasının yoğun olan iş hayatı sebebiyle babaannesinde kalmaya başlamıştı. 15 yaşına gelene kadar babaannesinin koynunda uyudu Perran. Sonra da hep aynı odada…
Çok seviyorlardı birbirlerini, ölesiye düşkünlerdi. Babaannesinin gerçekçi ya da tüm hayalleri, hep Perran üzerine kuruluydu. En çok bir gün torununu Kraliçe Elizabeth’in oğlu ile evlendirme hayalleri kuruyordu. Çünkü onun torunu, canının içi kızı, bir prensesti.
Perran, yalnız kalınca çareyi kendi kendine taklitler yapmakta bulmuştu. Taklitlerini çalışıyor, sonra da ailesine sunuyor; onları eğlendiriyordu. Annesi, Perran’ın yeteneğini keşfetmişti, ailecek konservatuara gitmesi gerektiğine karar verdiler. Perran, “İstanbul Belediye Konservatuarı”na kaydoldu.
Perran artık konservatuara başlamıştı. İlk günler nasıl da çekilmez gelmiş, hiç sevmemişti. Ama sonra alıştıkça sevdi, sevdikçe daha da bağlandı. Çok iyi bir öğrenci olmuştu. Öğrencilik yıllarından bulacaktı sahneye çıkma şansını…
Perran, ilk kez sahneye çıkıyordu. Şu konservatuara girişi daha dün gibi kapıda duruyor, o günden şu ana geçen zaman hafızasından usul usul akıyordu. Bu anı yıllar sonra bir röportajında şu cümlelerle anlatacaktı:
“Gülriz Sururi ve Engin Cezzar da konservatuarda oldukları için, beni “Kurban” oyununda oynattılar. Hiç unutmam korodaydım. Kara çarşaflı kızlardan biriydim. Hiçbir yerim görünmüyordu. Anneannem, beraber getirdiği arkadaşlarına “Torunum efendim!” diyerek benimle gurur duyardı”.
1967’de konservatuardan mezun oldu. Hemen ardından da “Ulvi Uraz Tiyatrosu”nda sahnedeydi. Burada da oyunculuk sınavını geçmişti. Perran’ın gözünde Uraz, mükemmel bir hocaydı. Ondan sahne tahtasına saygı duymayı öğrendi.
Perran, 1969’da “Nisa Serezli”, 1973’te “Sezer Sezin” tiyatro topluluklarında çalıştı. Hayatının aşkını da 1980’de “Müjdat Gezen” ile çalışırken tanıyacaktı. Bu meslek, ona hayatın tüm lezzetlerini getirecekti.
Perran, son tiyatro oyunu “Artiz Mektebi”ni ise 1987’de oynayacaktı.
Perran birçok dizide, filmde, tiyatro oyununda oynayacaktı elbet; ama ilkler özeldi. 1972’de sinema için ilk kez kamera karşısına “Şehvet Kurbanı” filmi için geçti; yönetmen koltuğunda Nejat Saydam oturuyordu.
Zamanla sinemada klasikler arasına girecek, “Köyden İndim Şehire, Salak Milyoner, Hababam Sınıfı, Gırgıriye” birçok filmde rol alacak, hanemize konuk olacaktı…
1972 senesi, Perran’ın hayatında bir yeniliği daha barındırıyordu. Perran, aynı sahneyi paylaştığı 42 yaşındaki oyuncu “Hüseyin Kutman” ile evlendi. Kendisi ise, 23 yaşındaydı. Tanınmaya başladığı zamanlardı ve biz onu işte bu sebepten “Perran Kutman” olarak tanıyacaktık.
Aralarındaki yaş farkına rağmen gerçekleşen bu evlilik, 1979’da boşanma ile sonuçlandı. Perran ise, “Kutman” soyadı ile tanındığı için, eski eşinin soyadını taşımaya devam edecekti.
Bu ayrılığın üzerinden birkaç ay geçmişti ki, gazetelerde “Oyuncu Perran Kutman ile Yazar Engin Ardıç nişanlandı” haberleri verildi. Ancak bu nişan evlilikle sonuçlanmayacaktı.
Perran, nişanını yeni atmış bir kadındı ve hayatının aşkı “Koral Sarıtaş” ile çok geçmeden tanıştı.
Perran, o zamanlar Müjdat Gezen ile Miyatro adını verdikleri tiyatroyu kurmuşlardı. Burada Marşantiz adlı bir müzik grubu vardı ve Koral, bu grubun davulcusuydu. Büyük aşktı onlarınki; daha ilişkilerinin bir yılı dolmadan nikah masasına oturdular.
O zaman haberleri yoktu tabii; ama bu aileye iki kardeş gelin olacaktı. Perran’ın babasının ikinci evliliğinden olan kız kardeşi Berna da, Koral’ın kardeşi Özden ile evlenecekti. Hiç çocuk sahibi olmayacaklar; ama Berna ve Özden sağ olsun, çocuk sevgisini tadacaklardı.
Perran Kutman, 35 yıl sonra evliliğini bir röportajında şöyle özetleyecekti: “Aşk gidiyor; ama bitmiyor. Köklü bir sevgiye dönüşüyor. Aşk, küçük heyecanlardır. Halbuki sevgi, çok köklü ve vazgeçilmezdir. Koral’ı kaybetmekten korkarım. Büyük ihtimalle o da beni kaybetmekten korkuyor. Bizde artık hayat arkadaşlığı başladı. Onun hissi de bambaşka…”
Belli ki Perran, ömürlük aşkı bulmuştu…
Bir serisini izledik biz Gırgıriye’nin. Şenlik, cümbüş, eğlence, ne ararsak bulduk. “Sabahat”, Gırgıriye’nin dilinde “Sabayat” karakterine can verdi Perran Kutman. Evet, zaten bir ünü vardı; ama burada “Münir Özkul, Adile Naşit, Müjdat Gezen, Gülşen Bubikoğlu, Ayşen Gruda, Şener Şen” gibi güzel isimlerle bir aradaydı ve ününe ün kattı. Hepsi bir bütün olduğunda o mükemmel eğlence çıkıyordu ortaya…
Perran Kutman, önce Türk filmlerinin komedi yüzü olarak kendini gösterse de, 1986’da TRT2’de bir dizi ile çıktı seyircisinin karşısına; Perihan Abla. Mahalle kültürü içinde yaşayan, bütün mahallenin sevgilisiydi Perihan Abla. Öylesine samimi, öylesine bizden biriydi ki; çok geçmeden seyircisinin gönlünü fethetmiş, hepimizin Perihan Ablası oluvermişti.
Perran Kutman, artık beraberinde anılacağı bir ada kavuşmuştu. Dizi de TRT2’den TRT1’e geçti.
Bu dizi ile 1987’de Altın Kelebek Ödülleri’nde “Yılın Kadın Komedi Sanatçısı” ödülünü aldı.
Perran Kutman, her dönemde bir rolüyle ikonikleşmeye devam ediyordu. Artık 2000’lere gelmiştik ve Perran Kutman 2003’te bu kez “Hayat Bilgisi” dizisinde karşımıza “Afet Güçverir” karakteriyle çıktı karşımıza. “Hoca camide!” ünlemiyle bir anda hayatımıza girdi ve bu kez de 2006’ya kadar hepimizin öğretmeni oldu.
2010’da, “Deli Saraylı”, 2012’de ise, “Canımın İçi” dizisi ile kamera karşısındaydı…
Yaşam Boyu Onur Ödülü
Bunca başarının elbette ödülü de olmalıydı. Perran Kutman, bu ülkenin komedi dalında yetiştirdiği o güzel isimlerden biriydi. Sanat yaşamı boyunca birçok ödül aldı. Ancak muhtemelen en anlamlısı 8 Ekim 2011’de Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde layık görüldüğü “Yaşam Boyu Onur Ödülü”ydü.
Bizi güldüren yüzüyle, büründüğü karakterlerden kalbimize dokunuşuyla bu ödülü gerçekten hak etmişti.
Kah Perihan Abla, kah sevenleri ayıran Sabayat, kah Neriman Abla, kah Afat Hoca… Bol kahkahası ve yeteneğiyle bir Perran Kutman geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
“Onu düşünmekten kendimi alamıyorum, şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi”.
Şeker Portakalı’ndan bu paragrafla acının, belki de hayatının salt tanımını yapmıştı Jose. Acı, insanın birlikte yaşamayı, sonra da birlikte öğrenmesi gereken o şeydi. Jose, yoksulluğundan, yaşadığı acılardan, kararlarından ve tüm kararsızlıklarından tam 13 kitap çıkardı ortaya. Biz onun adını en çok Şeker Portakalı ile duyduk. Oysa Jose, hissettiği her bir duygunun bütünüyle var oldu yeryüzünde; hepimiz gibi…
Jose, 26 Şubat 1920’de Rio de Janeiro yakınlarındaki Bangu Kasabası’nda, yarı Kızılderili yarı Portekizli yoksul bir ailenin 11 çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. İki ayrı kültürün de izlerini taşıyordu. Maddi anlamda şanslı olduğu bir koşula doğmamıştı Jose. 10 kardeşe sahip olmak, hayatta bazı ayrıcalıklardan, yaşayabileceklerden yoksun kalmak demekti. Jose de kendi şansını yaratacaktı…
Haliyle 11 çocuğun bakımı, eğitimi oldukça zordu. Ailesi Jose’yi, eğitim alması için Brezilya’nın kuzeydoğusunda bulunan Natal’da yaşayan amcasının yanına gönderdi. Jose, zeki bir çocuktu ve okumayı okula gitmeden kendi çabalarıyla zaten öğrenmişti. Onun en büyük serveti, sahip olduğu hayal gücüydü…
Jose, Natal’da liseyi tamamladı. Daha sonra üniversitede tıp eğitimine de yine burada başlayacak; ancak sadece iki yıl devam edecekti.
Natal, Jose’nin hayatı yaşamayı öğrendiği yer oldu. İçine işleyecek her bir duygu bu topraklarda kazındı kalbine ve beynine. 9 yaşındayken Potengi Irmağı’nda yüzmeyi öğrendi. O gün Jose, ilk büyük hayalini de kurdu; ileride bir gün yüzme şampiyonu olacaktı…
Tıp eğitimini tamamlamayan Jose, eğitim hayatına resim, hukuk, bir ara da felsefe alanında devam etmek istese de bu fikirler de ona pek cazip gelmedi. Büyük hayaller kurmayı 9 yaşında öğrenmişti. Sıra kurduğu hayallerin peşine düşmeye gelmişti. Jose, yeni hayaller peşinde Rio de Janeiro’ya gitti…
Jose, eğitim hayatını sonlandırmış ve iş hayatına atılmıştı. İlk olarak boks antrenörlüğü ile başladı. Kafasında dönen çok şey vardı; ama bir yandan da yaşamak için para kazanmalıydı. Bir ara tarım işçiliği yaptı. Sonra garsonluk, balıkçılık derken Jose, yaşamı boyunca gocunmadan birçok işte çalıştı ve hep çocukluk zamanlarını düşündü. Bu günler, o zor zamanların uzantısı gibiydi. Bir gün elbet o da ışığa doğru giden bir yol keşfedecek ve her şey yoluna girecekti. En azından Jose’nin inanmak istediği gerçek buydu.
Bugüne kadar yaşadığı hayatın yanında kalbinden ve aklından geçenleri dökmenin yollarını aramak üzerineydi Jose’nin hayalleri. Kabına sığmayan şeyler vardı içinde; hissediyordu. Bir yolunu bulduğunda huzura kavuşacaktı sanki ve o yol, yazmaktı.
Jose, yaşadığı durumları roman ve hikayelerinin değerli kaynakları olarak kullandı. Tüm bu yaptığı işler sayesinde değişik ortamlarda, başka başka karakterde insanlarla tanıştı. Gözlemci yönü öylesine kuvvetliydi ki, her birinden bir karakter çıkardı. Jose, yaşadıklarını yazmakla, yazdıklarını yaşamak arasında duygularını yöneten bir ince çizgide yürürken buldu kendini.
Jose, kendi çok yönlü kişiliğinin ve yaşadıklarının yansıması hikayeleriyle en çok çocukları ve çocuk kalmayı bilenleri kalbinden yakaladı…
Jose, küçük bir çocukken de, genç bir delikanlı olduğunda da, hayatının her döneminde çok güçlü bir hayal gücüne sahipti. Yazarlık konusundaki yeteneğini de genç yaşta ortaya çıktı. Kendini yazarak ifade etmeye karşı büyük bir tutkusu oluşmuştu. İlk eseri “Yaban Muzu”nu 1942’de yayımladı; 22 yaşındaydı. Yazarlığa ilk adımı olan bu kitap, oldukça başarılı bulunmuştu. Onu, 1945’te en çok beğenilen eserlerinden biri olan “Beyaz Toprak” izledi.
Şöhretinin doruğuna ise, 1961’de yayımladığı “Kayığım Rosinha” ile ulaştı. Dünya çapında tanınmaya da kalplerimizi titreten Zeze’nin hikayesi, “Şeker Portakalı” ile başlayacaktı…
Yazdığı kitaplar, özellikle Brezilya’da birçok filmin de ilham kaynağı ve konusu olacaktı…
Şeker Portakalı, yoksul bir ailenin 11 çocuğundan biri olan, 9 yaşında yüzmeyi öğrendiğinde, bir gün yüzme şampiyonu olacağının hayalini kuran Zeze’nin yaşam hikayesini anlatıyordu. Bu hikaye size tanıdık geldi mi? Evet, Jose, nihayet kendini tam anlamıyla açmaya karar vermişti. Şeker Portakalı ise, bir üçleme romanın ilkiydi ve Jose, onu sadece 12 günde yazmıştı. 2012’de beyaz perdeye de aktarılacaktı.
Jose, bu kitabı, “O Meu Pe de Laranja Lima” orijinal adıyla 1968’de paylaştı. Özellikle bu eserine derinden bağlıydı Jose; Zeze onun kalbinden kopmuştu ve onun hayata tutunmaya çalışan yanıydı. İşte bu sebepten 12 günde yazdığı Şeker Portakalı’nı sevgi dolu şu cümle ile tanımlıyordu: “Ama onu 20 yıldan fazla yüreğimde taşıdım”.
Şeker Portakalı, her ne kadar çocuk kitabı olarak geçse de aslında içinde çocukluğunu yaşatan yetişkinlerin kitabı olmalı…
(Jose Mauro de Vasconcelos’un “Şeytanın Boğazı” filmindeki aktör deneyimi)
Jose, romanlarında genellikle karakterlerinin zorlu yaşam koşullarını işliyordu. Yoksulluğu ve şiddeti tüm gerçekliği ve her bir nüansı ile anlatıyordu. Ah o yoksulluk yok muydu… Jose’nin çocukluktan beri kalbine işlemişti. Ailesiyle bir çatı altında bulunamayışının sebebi de o değil miydi işte? Jose, böylesine hisli olmasını, hayallerinin güçlenmesini işte bu yoksulluk denen gerçeğe bir bakıma borçluydu. Bir şeyin yokluğu acıyı, acı da gücü getiriyordu…
Şeker Portakalı, özellikle kendi hayatından kesitler sunuyordu. Jose, kitabındaki duygunun devamını getirdi. Güneşi Uyandıralım ve Delifişek gibi romanları, yoksulluk, şiddet gerçeklerinin yanında duygusallık ve iyimserlik de içeriyordu. Brezilya ormanlarında, step bölgelerinde yaşayan insanların, elmas avcılarının, yerlilerin, denizcilerin ya da şahsına münhasır insanların yaşamları, ruh halleri onun hep dikkatini çekti. Gözlem yeteneğinin hayal gücüyle birleşimi ise, onu, bugün hayatımızın bir parçası kitapların yazarı yapıverdi…
Jose, 24 Temmuz 1984’te, akciğerindeki iltihaplanma nedeniyle hayata veda etti. Çocukluğundan bu yana yitirmediği gibi çoğalan duygusallığı ile acıyı keşfetmiş ve başkalarının da keşfine vesile olmak için uğraşmıştı hep. Çünkü o, acının varlığını öğrenmişti artık ve bu güçlü duyguyu paylaşmazsa zararı kendineydi.
Yaşadığı hayattan öğrendiği ne varsa yazdı. Kimi zaman eleştirildi; ama hep sevildi. Acının olduğu yerde sevginin de olması kaçınılmazdı. Bu hayatın en özel gerçeklerinden olsa gerekti. Acının varlığını öğrenmekle yetinmeyip dönüştürmeyi ve onu paylaşmayı bilen bir Jose Mauro de Vasconcelos geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Yaramazlıklarla dolu bir çocukluk, ardından bohem bir hayat ve sonrasında küllerinden doğan bir dava adamı… Hayatı boyunca kendi hatalarının bedelini ödedi Necip Fazıl. Aynalar şiirinde şöyle dile getiriyordu kendisine kızgınlığını:
“Suratımda her suç, bir ayrı imza,
Benmişim kendime en büyük ceza!”
Aklına sığmayan fikirleri, hep düşünmekten kaçma çabaları, hayran olduğu kadınlara yazıp sonradan reddettiği şiirler, Paris ve İstanbul’daki o sefil zamanlar; eksiği yok fazlası çok bu zamanlardı bu cezaların sebebi.
İşte tüm bu bedeller, cezalar ve elbette ödülleri arasında dolu dolu yaşadı şiirleriyle yaşadı Necip Fazıl. Dün öldü; bugün de doğdu. Bugün “İyi ki doğdun” demek için ona bütün cümlelerim…
İyi ki doğdun Necip Fazıl…
Necip, 26 Mayıs 1904’te, İstanbul Çemberlitaş’taki konakta, Mediha Hanım ve Abdülbaki Fazıl Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona, büyükbabası Necip Efendi’den mütevellit “Ahmet Necip” adını verdi.
Necip Efendi, bir zamanlar Halep Vilayetine bağlı bir sancak olan Maraş’ın Müftüsüydü. Halep valisi Salim Paşa, bir gün Maraş’a geldiğinde onu Necip Efendi konağında ağırladı. Zekasına ve terbiyesine hayran kaldığı oğlu Mehmet Hilmi Efendi’yi babasını ikna ederek yanında İstanbul’a götürdü. Burada yüksek tahsil yapan Mehmet Hilmi Efendi iyi konumlara geldi ve ardından Salim Paşa’nın kızı Zafer Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Necip Fazıl’ın babası Abdülbaki Fazıl Bey geldi dünyaya. Çemberlitaş’taki bu konak köklenecek, bir gün Necip Fazıl da işte burada açacaktı dünyaya gözlerini. Böylesine köklü, kalabalık ve varlıklı bir aileye doğmuştu işte.
Necip doğduğunda babası bir hukuk öğrencisiydi. Daha sonraki yıllarda Bursa’da Âzâ Mülazımlığı, Gebze Savcılığı ve Kadıköy Hakimliği görevlerinde bulundu. Annesi Mediha Hanım ise, ailesinin tek çocuğuydu.
Bir konakta doğduğundan şanslıydı Necip. Dedesi, ninesi herkes bir arada büyük bir ailenin içindeydi. Ancak 15’ine varana kadar önemli hastalıklarla boğuşacaktı. Bir yandan da çok yaramaz, ele avuca p sığmazdı Necip. Yerinde duramayan bu haşarı çocuk, bir gün kireci kaymak zannedip yiyerek ecel terleri döktürürken, bir gün denize düşüp boğulma tehlikesi geçirerek yürekleri ağızlara getiriyordu. Bir gün de kendisine ömürlük iz bırakacak bir yaramazlığa yeltendi. Babasının arabası tamir ediliyordu ve Necip neyin merakına düştüyse eğilip tekerin altına kafasını soktu. Bir kez daha ölümün kıyısından dönmüştü. Alnına bir yarık açmış, ömürlük mührünü kondurmuştu.
Yaramazlıkları artık bu küçük çocuğun boyunu aşmıştı. 4 yaşında mıydı; belki 5. Ancak durdurmak mümkün olmuyordu. Necip, ninesine “Cici Anne” diye sesleniyordu. Necip’ten en fazla nasibini alan da cici annesiydi. Bu kadıncağızın en büyük korkusu ölümdü ve torunu yakında onun eceli olacaktı. Çözümü Necip’in önüne sepet sepet romanı, bir oyuncak edasında yığmakta buldu. Torununun kitaplarla uysallaşacağını düşünüyordu. Okumayı ona bu yaşlarda dedesi öğretti. Çok geçmeden Necip tutkulu bir okuyucu haline geldi. Hatta sabahlara kadar okuma alışkanlığı ona bugünlerden miras kalacaktı.
Ancak madalyonun bir de öteki yüzü vardı tabii. Ninesi elbette çözümü kitaplarda aramakla doğru bir adım atmıştı. Ancak can havli ve ölüm stresiyle kitapların türünü seçmeye vakti kalmamış olacak ki, Necip, çocuk aklıyla okuduklarının altından kalkamadı. Elbette ki, romanlar küçük bir çocuk için çok fazlaydı. Bu yaramaz çocuk sebebini, ne istediğini bilmeden sadece ağlıyordu artık. Neyse ki sorunu erken fark ettiler ve Necip’e kitapları yasakladılar…
Necip’in pek çok farklı okulda geçecek ilköğretim hayatına, Gedikpaşa’daki Fransız Frerler Mektebi’nde başladı. 1912’de Amerikan Koleji’ne kaydoldu; ancak yaramazlıkları bu okulda kabul edilmedi ve Necip atıldı. Buradan Büyükdere’deki Emin Efendi Mahalle Mektebi’ne; sonra da yatılı bir okul olan Rehber-i İttihat Mektebi’ne devam etti. Daha sonra çok iyi dost olacağı Peyami Safa ile de burada tanıştılar.
Tabii Necip bu okulda da pek uzun kalamadı. Bir sonraki durağı da Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi oldu. Bu kez de seferberlik nedeniyle Gebze’ye gidildi ve Aydınlı Köyü’nün ilk mektebi yeni okulu oldu. Bu sırada kız kardeşi Sema öldü; henüz 5 yaşındaydı. Annesi bu büyük acıya dayanamadı ve vereme tutuldu; ailecek Heybeliada’ya taşındılar. Necip de ilköğrenimini nihayet Heybeliada Numune Mektebi’nde tamamladı.
Uzun soluklu bir ilköğrenimin ardından Necip, 1916’da, sınavla Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhâne’ye (Deniz Harp Okulu) girmeye hak kazandı. Tabii artık genç bir delikanlı olma yolundaydı. Yaramazlıkları da duruldu. Beş yıl bu okulda öğrenim görmeyi başarabilmişti. Burada Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Akseki, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi tanınmış isimler görevliydi. Yıllar sonra Necip Fazıl’ın zıt kutbunda yer alacak Nazım Hikmet Ran da aynı okulda iki üst sınıfta öğrenciydi…
Şiir yazmaya da işte bu okulda başladı. Tek nüshalık elle yazılmış “Nihal” adını verdiği bir dergi çıkararak ilk yayımcılık faaliyetini de başlattı. Okumak onun için çok önemliydi. Yabanı romanları da okumayı istiyordu. Okulda çok iyi derecede İngilizce öğrenerek Oscar Wilde, William Shakespeare, Lord Byron gibi yazarların eserlerini orijinallerinden okudu.
Ahmet Necip olan adı da yine bu okulda Necip Fazıl olarak değiştirdi.
İstanbul’un işgali sırasında annesi ile Erzurum’daki büyük dayısının yanına gittiler. Babası ise, ölmüştü…
Selma minicikti ve hep minicik de kalacaktı. Bundan habersizdi Necip şimdi aktaracaklarımı yaşarken. Necip, minicikken fark etmediği kız kardeşini yaşı ilerledikçe hayatının merkezine oturttu; en büyük vicdan azabı olacaktı.
Necip’in vicdan azabı, Selma’nın masumluğu bir küçük dişlenmiş elmadan geçiyordu. Necip, bir gün büyükbabasından kıpkızıl bir lira çeyreği koparmıştı o gün. Ballandıra ballandıra Selma’ya da gösterdi. Minik Selma’nın elinde de henüz ilk ısırığını aldığı mini mini dişlerinin izlerini bıraktığı bir elma vardı.
Lira çeyrek Selma’nın gözlerinde ışıldamıştı adeta. “Bu elmayı sana vereyim de, o parayı bana ver. Biraz ısırdım; ama ziyanı yok değil mi?” dedi.
Necip, parıl parıl lira çeyreğini Selma’ya verdi; ama elmayı da aldı. Sonra ne yaptığını anladığında çok dövündü. “Niçin o da senin olsun!” diyemediğinin acısını hissetti hep. Hayatının ilk büyük vicdan azabını yüreğinin derinliklerine mühürledi. Hele 5 yaşında hayatını kaybettiğinde o mühür, daha da derinlere saplandı.
Konağın selamlık kapısından küçücük tabutunda beyaz gelin tülleri uçuşan Selma’yı uğurlarken yüreğinde hissettiği o tarifsiz acı, Selma’nın minik dişlerinin elmanın üzerinde bıraktığı izler kadar yaktı yüreğini. O gün, o elmayı dişleriyle bölüp yuttuğunu sandığı lokmalarsa, o tabutun karşısında boğazında düğümlenivermişti…
Annesine verem teşhisi konmuştu ve hastanede kalıyordu. Necip annesini ziyarete gitti. Hemen annesinin yanındaki yatakta yatan genç kızın şiirlerini çok seviyordu annesi. Annesi bayılıyordu onun şiirlerine. Beyaz yatak üzerinde duran siyah kaplı, küçük, eski deftere baktı ve sonra bir an oğlunun gözlerini taradı: “Senin” dedi; “Şair olmanı ne kadar isterdim”.
Necip, o anda annesinin dileğinin 12 yaşına kadar farkında olmadan içinde besleyip büyüttüğü bir istek olduğunu fark etti. Şiir, meğer onun için varlık hikmetinin ta kendisiydi.
Gözlerini, hastane odasının penceresinden gördüğü savrulan kar ve uluyan rüzgara karşı sessizce kararını verdi: “Şair olacağım!”
Oldu da…
İşgaller, kayıplar… Hayatından eksilen çok şey vardı. O, en çok şiir yamaya ve annesine düşkündü. Şiirlerini yazmaya devam etti. Bir de eğitimini tamamlamaya gayret ediyordu.
1921’de, Darülfünûn’un Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesi’ne girdi. Burada da Ahmet Haşim, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Kutsi Tecer, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi dönemin ünlü ve önemli edebiyatçıları ile tanıştır. Yeni Mecmua’da ilk şiirlerini yayımlamaya başladı.
Lise ve Darülfünûn öğrencileri arasından eğitim hayatlarını devam ettirmek üzere Avrupa ülkelerine öğrenciler gönderilmesi planlanıyordu. 1924’te Maarif Vekaleti gidecek ilk grubu belirlemek için sınav açtı. Necip, gösterdiği başarı ile üniversitedeki eğitimini resmen tamamlamış sayıldı ve Paris’e gönderildi.
Paris’te Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne girmişti. Burada da sezgici ve mistik filozof Henri Bergson ile tanıştı. Ancak çocukluğundan kalma yaramaz yönü onu yine dürtmeye başlamıştı ve bu kez bir çocuk değildi. Paris’te bohem bir hayata yönelmişti ve kumara da ilgi duymaya başlamıştı. Çünkü kağıtların verdiği benzersizdi. Bir kadın bile bu denli ipeksi bir tene sahip olamazdı. Necip, kağıtlara her dokunduğunda işte bunu hissediyordu. “Kabur faresi” diye betimlediği bu hayatta kumar, onun için vazgeçilmez ve benzersiz olandı. Aslında kumarın asıl yaptığı şey, onu düşünmekten uzaklaştırıyordu. Gel gör ki, bu illet yüzünden Paris’i şöyle bir gündüz gözüyle de görememişti.
Ah o kumar, Necip’in zayıf yönü oluvermişti. Bir yılın sonunda bursu kesildi ve Necip, yurduna dönmek zorunda kaldı.
Necip, Paris’teki bohem hayatını İstanbul’da da sürdürmeye devam etti; şiirlerine de. 1925’te ilk şiir kitabı “Örümcek Ağı”nı yayımladı.
Elbette para kazanmak için de çalışması gerekiyordu. Bankacılık yeni yeni kendini gösteren bir meslekti. Bir Hollanda Bankası “Bahr-i Sefit”te çalışmaya başladı. Daha sonra Osmanlı Bankası’na geçti. Kısa süre de olsa Ceyhan, İstanbul, Giresun şubelerinde çalıştı. İkinci şiir kitabı “Kaldırımlar”ı da 1928’de yayımladı. Bu kitapla Necip Fazıl adını duyurmuştu, büyük hayranlık topladı.
1929 yazının sonlarına doğru Ankara’ya gitti ve burada İş Bankası’nda “Umum Muhasebe Şefi” olarak çalışmaya başladı. Burada 9 yıl çalışarak müfettişliğe kadar yükseldi. Buradaki yaşamı sırasında siyasal elit ve aydınlarla yakın ilişkiler kurdu. Özellikle Falih Rıfkı Atay ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile sürekli bir aradalardı.
1931-1933 yılları arasında askerlik görevini yerine getirdi ve tekrar Ankara’ya döndü. Hemen “Ben ve Ötesi” adını verdiği üçüncü şiir kitabını çıkardı. Artık ününün zirvesine ulaşmıştı. Dergilerde yayımladığı hikaye yazılarını da “Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil” adını verdiği kitapta topladı.
Necip Fazıl, Nakş’i Şeyhi Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştığında bohem hayatının döngüsünü tamamlamış oldu; bu hayatının dönüm noktasıydı. Necip Fazıl, Abdülhakîm Arvâsî ile Eyüp Sultan’daki Pierre Loti Mezarlığı’nın yanındaki Kaşgari Murtaza Efendi Camii’ndeki sohbetleri sayesinde yadsınamayacak bir fikir ve zihniyet dönüşümü yaşadı. Bu tanışmayı ve sonrasını Necip Fazıl, bir milat kabul etti ve bu tasavvuf şiirlerine de yansıdı.
Bu tasavvufi dönüşümün üzerine hayatında yeni bir dönem açtı ve bu dönemde 1935’te ilk önemli eseri “Tohum” tiyatro oyununu yazdı. İslamcılık ve Türklük vurgusu ön plandaydı. Bu eseri, Muhsin Ertuğrul, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahneledi.
1936’da bir kültür-sanat dergisi olan “Ağaç Mecmuası”nı çıkarmaya başladı. İlk sayısı 14 Mart’ta Ankara’da basılan dergi, ilk altı aydan sonra İstanbul’da çıkarılmaya başlandı.
1937’de “Bir Adam Yaratmak” adını verdiği piyesini tamamladı. İlk kez 1937-38 sezonunda yine Muhsin Ertuğrul tarafından İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelendi ve büyük ilgi gördü.
1938 başlarında yeni bir milli marş yazılması gündemdeydi. Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı beğenilmemiş, onun yerine bir Milli Marş yazılması isteniyordu.
Ulus Gazetesi, bu sebeple bir müsabaka açtı. “Bunu yazsa yazsa Necip Fazıl yazar; ama bir garip adamdır, yazmaz” diyorlardı. Yine de teklif götürdüler. Necip Fazıl; “Akif’in ruhuna ve eserine hürmetim var. Fakat içinde hiçbir has isim geçmemek ve kendi anlayışıma göre yazmak şartıyla milletimden aldığım heyecanı böyle bir marş içinde billurlaştırmak isterim. Razı mısınız? Öyleyse durdurun müsabakayı!” şeklinde cevap verdi.
Gazete, müsabakayı durdurdu. Bunun üzerine Necip Fazıl, “Büyük Doğu Marşı”nı yazdı. Şöyleydi şiirin dizeleri:
“Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.
Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, Kılavuz’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!
Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!
Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!”
Şiirine verdiği bu isim, daha sonra çıkaracağı dergiye de isim olacaktı: “Büyük Doğu”.
Necip Fazıl, 1938 sonbaharında bankacılıktan istifa etti. Haber Gazetesi’ne giderek gazeteciliğe başladı. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel tarafından Ankara Devlet Yüksek Konservatuarı’nda öğretim üyeliğine atandı. Kısa bir süre bu görevi yürüten Necip Fazıl, İstanbul’da bir göreve yerleşmek istedi. Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Mimari kısmına atandı ve Robert Koleji’nde Edebiyat Öğretmenliği yaptı.
1934’te yaşadığı buhranlı dönemi anlatan, “Çile” adını verdiği şiirini 1939’da yayımladı. 1940’ta da TDK hesabına Namık Kemal’in 100. Doğum yıldönümü dolayısıyla, onun şairliği, romancılığı, oyun yazarlığı, fikir adamlığı konularında “Namık Kemal” adını verdiği eserinde yerden yere vurdu.
Necip Fazıl, 1941’de, Fatma Neslihan Balaban ile evlendi. Bu evlilikten Mehmet, Ömer, Osman adını verdikleri üç oğlu; Ayşe ve Zeynep adını verdikleri 2 kızları oldu.
Henüz 1 yıllık evliydi ki, 1942 kışında yeniden askerlik yapmak üzere 45 gün süre için Erzurum’a gönderildi. Askerde kaleme aldığı siyasi bir yazı kaleme aldı. Bu yazı ona ilk hapis cezasını getirdi; Sultanahmet Cezaevi’nde yattı.
1943, Necip Fazıl’ın siyasal tavrını yazılarına dökmeye başladığı yıl oldu. Muhalefet anlayışını ifade etmek için kullandığı araç ise, 17 Eylül 1943’te ilk sayısını çıkardığı Büyük Doğu Dergisi oldu; o dönemde çıkarılan tek İslamcı dergiydi.
İlk zamanlar dönemin ünlü isimleri de yer aldı bu dergide. Ancak daha sonra Necip Fazıl’ın “B.A.B, İstanbul Çocuğu, BÜYÜK DOĞU, Fa, Tenkitçi, N.F.K., ?, Ne-Mu, Ahmet Abdülbaki, Abdinin Kölesi, HA.A.KA, Adıdeğmez, Bankacı, Be-De, Prof. Ş. Ü., Dilci, İstanbullu, Muhbir…” takma adlarla yazdığı yazılar dergide büyük yer kaplamaya başladı.
Büyük Doğu ilk kez Aralık 1943’te “dini neşriyat yapmak ve rejimi beğenmemek” gerekçesiyle birkaç aylığına kapatıldı ve bu süreçte Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki işinden de kovuldu.
Dergi, Şubat’ta tekrar yayımlanmaya başladı. Ancak “rejime itaatsizliği teşvik” suçlamasıyla Mayıs 1944’te Bakanlar Kurulu’nun kararıyla kapatıldı. Necip Fazıl, ikinci kez ikinci askerliğe sevk edildi ve Eğirdir’e sürüldü.
2 Kasım 1945’te “Büyük Doğu” yeniden yayımlanmaya başlandı. Artık dergi daha çok dini yazılara yer veriyordu. Yazıların çoğu “Adıdeğmez” mahlasını kullanan Necip Fazıl’ın kaleminden çıkıyordu. Dergisinin üst üste kapatılmalarından sonra radikalleşen Necip Fazıl, 4 Aralık 1945’te gerçekleşen Tan baskını sırasında, olayları Vakit Yurdu adı verilen binanın penceresinden izledi. Kendisine sevgi gösterisi yaparak binanın önünden geçen gençleri alkışlamayı da ihmal etmedi.
Büyük Doğu, 13 Aralık 1946 tarihli sayısındaki yazısı nedeniyle bir kez daha kapatıldı. Dergide tefrika edilmeye başlanmış olan “Sır” isimli piyesi, “milleti kanlı ihtilale teşvik” suçlamasıyla Necip Fazıl’ın mahkemeye çıkarılmasına sebep oldu.
1947 baharında Büyük Doğu tekrar faaliyete geçti. Ancak 6 Haziran’da Rıza Tevfik’e ait Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat adlı şiirin yayımlanması sebebiyle dergi, mahkeme kararıyla tekrar kapatıldı ve Necip Fazıl yine tutuklandı. Derginin sahibi görünen eşi Neslihan Hanım ile birlikte Padişahlık Propagandası Yapmak – Türklüğe ve Türk Milletine Hakaret’ten yargılanan Necip Fazıl, 1 ay 3 gün tutuklu kaldıktan sonra beraat etti. Bu tarihten sonra dergide sadece İslamcılığı öven yazılar değil; Yahudilik, Masonluk, komünizm düşmanlığı içeren yazılar da yayımlanmaya başlandı.
Yine 1947’de Büyük Doğu’nun çıkmadığı bir dönemde Necip Fazıl, “Borazan” adlı mizah dergisini üç sayı çıkardı. Hakkındaki beraat kararı 1948’de temyiz Mahkemesi tarafından bozuldu. Necip fazıl da geçimini sağlamak için evindeki tüm eşyaları satmak zorunda kaldı.
Necip Fazıl, Büyük Doğu ismini benimsemişti. 28 Haziran 1949’da, Büyük Doğu Cemiyeti’ni kurdu ve derneğin başkanı oldu.
Derneğin ilk şubesi, 1950’de, Kayseri’de açıldı. Kayseri’deki açılışa katılan Necip Fazıl, İstanbul’a döndükten sonra, bir yazısı nedeniyle bir kere daha tutuklandı. “Türklüğe Hakaret Davası”nda verilmiş beraat kararı Nisan’da Temyiz Mahkemesi tarafından bozulunca, eşi Neslihan Hanım ile birlikte hapse girdi. Demokrat Parti’nin çıkardığı Af Kanunu ile hapishaneden serbest bırakılan ilk kişi oldu; 15 Temmuz’da serbest bırakıldı.
18 Ağustos 1950’de Büyük Doğu’yu yeniden çıkarmaya başladı. Necip Fazıl, dergide özellikle Adnan Menderes’e, partiyi İslam ekseninde geliştirmesini öneren açık mektuplar yazıyordu. Yine aynı yıl cemiyetin şubelerini Tavşanlı, Kütahya, Afyon, Soma, Malatya ve Diyarbakır’da açmaya devam etti.
Gençliğindeki kumar tutkusu, yine onu ele geçiriyordu sanki. 22 Mart 1951’de “Kumarhane Baskını” olarak anılan olayda Beyoğlu’nda bir kumarhaneye düzenlenen baskında yakalandı, 18 saat karakolda tutuldu. Daha sonra orada bulunma sebeplerini sıralayan Necip Fazıl, bunun Demokrat Parti’nin bir komplosu olduğunu savundu.
30 Mart 1951’de dergi 51. Sayıya ulaştı. Henüz bayilere dağıtılmamıştı ki, hakkında toplatılma kararı çıktı. Necip Fazıl, bu sayıda yer alan imzasız bir yazısı nedeniyle tutuklandı ve 19 gün tutuklu kaldı.
Ani bir kararla 26 Mayıs 1951’de Büyük Doğu Cemiyeti’ni feshetti. Bir parti kurmaya hazırlanıyordu. Haziran 1951’de dergiye ara verdi. Son sayıda “Müslüman Türklerin günlük gazetesi çıkacak” diye duyurdu. Günlük Büyük Doğu Gazetesi, 16 Kasım 1951’de yayımlanmaya başladı.
1957’de çeşitli davalardan gecikmiş cezaları bulunan Necip Fazıl, 8 ay 4 gün daha hapis yattı.
1960 darbesinden sonra 6 Haziran’da Necip Fazıl evinden alındı. 4.5 ay Balmumcu garnizonunda tutulduktan sonra Basın Affı ile tahliye edildi. Ancak bu kez de Atatürk’e hakaret içerdiği iddia edilen bir yazısı ile mahkumiyet kararı o Balmumcu’da bulunduğu sürede kesinleştiğinden, tahliye edildiği gün tekrar tutuklandı; 1 yıl 65 günlük cezasını doldurdu ve 18 Aralık 1961’de tahliye edildi.
Tahliye edildikten sonra, önce “Yeni İstiklal”, sonra “Son Posta” gazetelerinde yazarlığa başladı. 1963-1964’te Türkiye’nin çeşitli yerlerinde konferanslar vermeye başladı. 1965’te “b.d Fikir Kulübü”nü kurdu. Konferanslar, günlük yazılar, gazetelerde tefrikalarla Necip Fazıl çalışmalarını sürdürmeye devam etti.
1973’te Hac vazifesini terine getirdi. Yine aynı yıl oğlu Mehmet’e “Büyük Doğu Yayınevi”ni kurdurdu. “Esselâm” adlı manzum eserinden başlayarak daha evvel çeşitli yayınevlerince basılmış eserlerinin düzenli yayınına başladı. 1978’de de “SON DEVRE Büyük Doğu” dergisini çıkardı.
26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyat Vakfı, Necip Fazıl’ı “Şairler Sultanı” ilan ederken yine 1982’de yayımlanan “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu” adlı eserleri münasebetiyle “Yılın Fikir ve Sanat Adamı” olarak anıldı.
“İman ve İslam Atlası” adını verdiği eserini yazmak için 1981’de Erenköy’deki evinde odasına kapandı. Yeni bir parti kurmak üzere bulunan Turgut Özal’ı sık sık odasına kabul etti; tavsiyelerde bulundu.
8 Temmuz 1981’de Atatürk’ün manevi şahsına hakaret suçundan hüküm giydi. Karar, Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından onaylandı. “Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin” davaya konu olan kitabıydı ve herhangi bir suç unsuru içermediği mahkemenin atadığı bilirkişi tarafından rapor edildi. Ancak Necip Fazıl, yine de “Atatürk’e hakaret etmeye meyilli olmak” gerekçesiyle mahkum edildi…
Tüm hataları, kendinde eksik buldukları, pişman olduklarının yanında bir muazzam sanat adamı oldu Necip Fazıl. Başta hece şiiri olmak üzere Türk şiirine damga vuran şiirleri, Necip Fazıl’ın aynı zamanda tüm zarafetini de gözler önüne serdi. Türk şiirine yeni bir anlam ve bambaşka bir renk kattı.
25 Mayıs 1983’te de bir çilehane olarak değerlendirdiği bu dünyadan şiirlerini bırakarak göçtü, gitti. Ardında belki birçok şiir bıraktı; ama onun ilk otuz yılından yola çıkarak yazdığı ve yaşadığı hayatını şu iki mısra açıklıyordu:
“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…”
Uçurtman hangi bulutta takılı kaldı bilemiyorum. Umarım sonsuzluğu keşfetmişsindir. Zira sanata bıraktığın her etki, senin gibi güzel insanların güzel eserleriyle birleşip sonsuzluğa yol aldı. Hayatın her aşamasında her duygunun karşılığını yaşayarak öğrenen ve nihayetinde yazan bir Necip Fazıl geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Asırlar öncesinde dünyada 82 yıllık yer kapladığı düşünüyor Yunus Emre’nin. Düşünülüyor diyorum, çünkü şiirleri pek sevilmiş ve dillerden dillere dolaşa dolaşa düşmüş kayıtlara. Bu sebepten onun hayatından çok araştırmalar sonunda kayıtlara düşmüş hayatının efsanesini aktarabiliyorum sizlere.
Her biyografim bir insanın, başka hayatlara dokunarak yürüttüğü yaşamından izler taşıyorsa, bir de yaşama öğretisi sunuyor demek. Yani demem o ki, iyiyi örnek almak her zaman esas görevlerimizden. Yunus Emre’nin yaşamından çıkardığım iki ders var:
Bir, ani kararlar vererek kendine bu kadar güvenmemezlik etme! Ki okuduğunuzda ne demek istediğimi anlayacaksınız. İkincisi de, pişman olduğunda Yunus Emre gibi, “Ben pişman oldum” diye yürüdüğün yolu geri dönmekten asla gocunma. Bu seni ancak yüceltir…
Kendime ve naçizane size notlar da düştüğüme göre, Yunus Emre’nin hayatının efsanesine geçebiliriz…
Keyifle…
Yunus Emre’nin doğduğu yer ve zaman konusunda kesin olan bir bilgi yok. Ancak 13. Yy’ın ikinci çeyreği ile 14. yy’ın ilk çeyreğinde yaşadığı düşünülüyor ve babasının İsmail Efendi olduğu biliniyor.…
Şöyle bir bilgi de var: Yunus Emre, Anadolu tarihinin en karışık dönemlerinden birinde dünyaya geldi. Bâbâîler İsyanı patlak vermişti ve Anadolu Selçuklu Devleti, Kösedağ Savaşı’nda Moğollara mağlup olarak çöküş dönemine girmişti. Resmi kaynaklara göre net bir tarih söylemek gerekirse de, tarih 1238 yılını gösteriyordu. Yine kayıtlara göre Batı Anadolu’da Sakarya nehri çevresinde bir yerlerde doğmuş olabileceği düşünülüyordu; bazı kaynaklara göre ise, Karamanlıydı.
Adına gelince, Yunus adını gerçekten ona ailesi mi vermişti, bilinmez. Ancak günümüze adının ulaşmasını sağlayan şiirleriydi. Çünkü hemen her şiirinde adının Yunus olduğunu söyleyecekti. Emre lakabıysa, on bir şiirinde geçecekti…
Hakkında çok az şey bilindiğinden, zamanla efsaneler onun hayat hikayesini oluşturmaya başladı. Yunus, küçük bir çocukken okula gitti; ancak alfabeyi bir türlü öğrenememişti. Bu sebeple okulu bıraktı ve köyünde çiftçilik yapmaya başladı. Küçücük elleri ile tarlalarda çalışıyor, ağaçlarla, bahçelerle ilgileniyordu. Kıtlık zamanlarıydı ve bu durum bir gün onunda kapısını çalmak için oldukça yaklaşmıştı.
Kıtlıktan etkilendiği sırada Kırşehir’e yakın Sulucakarahöyük’te Hacı Bektaş-ı Veli adında birinin, insanlara yardım ettiğini duydu ve yollara düştü…
Yunus Emre, biraz buğday alabileceğini düşünüyordu. Eli boş gitmek istemediğinden yol boyunca alıç topladı. Az gitti, uz gitti, sonunda Hacı Bektaş-ı Veli’nin dergahına ulaştı.
Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre’nin düşünceli davranışından çok etkilenmişti. Onun buğday için geldiğini düşündüğünde de şöyle dedi: “Sorun bakalım, buğday mı ister, himmet mi?”
Yunus, bu soru karşısında düşünmedi bile. Çünkü söz konusu olan açlıktı. “Himmet karın doyurmaz” dedi ve buğdayını alıp dönüş yoluna düştü. Yolu yürümeye henüz başlamıştı ki, elinin tersiyle düşünmeden reddettiğinin pişmanlığı sardı içini ve bu kez de düşünmeden dergaha doğru yürümeye başladı. Tekrar Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzuruna çıktı.
Pişmanlığını bir solukta anlattı Hacı Bektaş-ı Veli’ye. Ancak aldığı cevap belli ki onu uğraştıracaktı. Hacı Bektaş-ı Veli, “O söylediğin artık geçti; bir o anahtarı Taptuk Emre’ye verdik” demişti. Aynı hatayı ikinci kez yapmayacaktı Yunus. Karnının açlığını unutmuştu ve bu kez Taptuk Emre’yi bulmak için yollara düştü…
Yunus Emre, Taptuk Emre’yi araya araya bulmuştu. Belki çok emek vermesi gerekecek; ama aradığını da bulacaktı. Eskiden her istenilen şey için verilmesi gereken bir emek vardı veşimdiki zaman gibi sabırsız değildi insanlar. Yunus Emre de emek verecek ve emeğinin karşılığına da ulaşacaktı…
Yunus Emre, Taptuk Emre’ye yaşadıklarını ve buraya neden geldiğini anlattı. Onun dervişi olmuştu; görevi ise, dergaha odun taşımaktı. Yunus Emre, sabrın timsaliydi. Tam 40 yıl boyunca dergaha odun taşıdı ve bir tek eğri odun getirmedi…
Yunus Emre, dergahlarda şeyhleriyle manevi yönünü geliştirdi. Aşık Çelebi, Yunus Emre’nin medresede başarılı olamayıp Tanrı mektebinde eğitim gördüğüne açıklık getiriyordu. Evet, belki Yunus’un medresede eğitimini tamamladığı ya da icazet alıp almadığı konusu kesin bir şekilde açıklığa kavuşmuyordu; ancak iyi bir tahsil gördüğü muhakkaktı. Çünkü şiirlerinde devrinin ilmi ve felsefi sistemlerine rastlanıyordu.
Ayrıca onun şiirlerine kafiye zoruyla giren Farsça ve Arapça sözcükler de vardı. Özellikle tasavvufi kelimelere çok sık rastlanıyordu. Farsçası, Mevlana’nın etkisinde kalarak Divan-ı Kebir’den ve İran’ın en büyük şairi Sadi’den tercümeler yapacak kadar iyiydi.
Bunun yanında Kur’an’ı anlayacak ve özümseyecek kadar da Arapçaya vakıftı. İslami bilgiler onun için kutsaldı. Sadece Kur’an’ı değil, hadis kültürünü ve peygamberler tarihini de iyi biliyordu. Eserlerinde tüm bu bilgilerinin yanında Leyla ile Mecnun, Ferhad ile Şirin gibi klasik edebiyatta yer etmiş aşıklardan bahsetmesiyle de dikkat çekiyordu.
Yunus, şeyhleri sayesinde Allah sevgisini öğrenmeye nail olmuştu. Allah sevgisi, aşk ve güzel ahlakla ilgili düşünceleri, eserlerinde İslam tasavvufunu işlemesine vesile olmuştu.
Bazı şiirlerinde şehir şehir yürüyüp dost sorduğunu, Urum’da, Şam’da kendisi gibi bir garip bulamadığını anlatıyordu; aşık olup gurbet ellerde Mecnun gibi geziniyordu…
Kayseri, Tebriz, Sivas, Maraş, Bağdat, Nahcivan, Şiraz şehirlerini ve neredeyse bütün Azerbaycan illerini dolaştıktan sonra bir süre Anadolu’da kışladı. Tarikatlar döneminde bu seyahatler, sufîlerin hayatında nefis terbiyesi için önemli bir unsurdu. Muhtemelen Yunus Emre de bu sebepten geziyor ve gezdikçe yazıyordu…
Yunus Emre, sanat yaşamı ile iç içe geçmiş bir nefis terbiyesindeydi…
Tüm sanat yaşamı boyunca Yunus Emre, halka hitap etti. Halka, kendi konuşma diliyle adeta seslendi.
Şiirlerinde genellikle Allah sevgisi ve bu sevgi uğrunda bir ömür verilmesi gereken çabayı işledi. En azından bundan emin olacak kadar yaşadığı için ne kadar şanslı olduğunu biliyordu. Çünkü bu, tek gerçek sevgiydi.
Ayrıca eserlerinde ölüm, doğum, yaşama duyulan bağlılık, ilahi adalet ve insanın yüreğindeki salt sevgiye yer verdi. Şiirlerinde insanı yürekten gelen bir sesle çağırıyor; iyiye, güzele davet ediyordu…
“Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz!”
Yunus Emre evlendi
Taptuk Emre’nin iki gözünün bebeği bir kızı vardı. Özellikle sabrını ve düzenini takdir ettiği kızını Yunus Emre ile evlendirdi.
Ancak Yunus iç dünyasında kendisini bir türlü ona layık görmedi ve şeyhinin kızına asla elini sürmedi. Onun tek amacı erenler mertebesine ulaşmaktı ve bunu da başaramadığını düşünüyordu. Taptuk Emre’nin yanından ayrılmaktan başka çare göremedi…
Yunus Emre, hayatının ikinci dönüm noktasındaydı. İlkindi Hacı Bektaş Veli’nin karşısına pişmanlıkla çıktığı andı. Şimdi ise, yine benzer bir pişmanlık Taptuk Emre’nin karşısındaydı. Belli ki insanın kendini arayışı hiç bitmiyor; insan kendini belki de hiç tanıyamıyordu.
Yunus Emre, dergahından ve şeyhinden ayrı geçirdiği süreçte başından geçenler ve onlara karşı duruşu sayesinde anladı ki, istediği mertebeye ulaşmıştı. Çoktan mahcup olmuş bir yüzle döndü Taptuk Emre’nin yanına.
Şeyhine kendisini affettirmek için çaba harcaması gerekiyordu ve işe karısının gönlünü almaya çalışarak başladı. Karısının cevabı ise şöyle oldu: “Bilirsin gözleri görmez, sen kapının eşiğine yat. O sabah namazına kalktığında ayağı sana dokunur. ‘Bu kim?’ diye bana sorar. Ben de Yunus derim. Eğer ‘Hangi Yunus?’ derse, çek git. Yok, eğer ‘Bizim Yunus mu?’ derse, kalk, şeyhinin eline sarıl”.
Onun ki bu dünyadan vefalı bir gidişti…
Şeyhine kendisini affettirmenin bir yolunu arıyordu ve karısının söyledikleri aklına yatmıştı. Gittiği ve döndüğü uzun yollar, şeyhini öylece bırakıp gidişi sebebiyle kendine öyle kızıyordu ki…
O sabah, karısının dediği gibi şeyhinin ayağının kendisine dokunacağı anı bekledi. Ve hakkında rivayet edilen efsaneye göre, Yunus Emre’nin ömrü işte buraya kadardı. Şeyhinin ayağı ona değdi ve şeyhi “Bu kim?” sorusundan sonra “Yunus mu?” tepkisini verdiğinde, kalkıp şeyhinin ellerine sarıldı. Ve o elleri minnetle öptükten sonra, oracıkta son nefesini verdi. Şükürler olsun ki, erenler mertebesine ulaştığını fark ederek ayrılmıştı bu dünyadan. Varsayılan kayıtlara göre yıl, 1320 idi.
Belli ki insanın ömrü bir arayıştan ibaretti. Aramak ve şanslıysan aradığını bulmak, bu dünyada çok az insana bahşediliyordu. Yunus Emre, o şanslı isimlerden biriydi. Yaratılmışı hoş görüyordu; yaratandan ötürü. Bu duyguyu taşıyabilmek, öyle kolay kaldırılamazdı…
Yunus Emre öylesine çok sevildi ki, Anadolu’nun birçok yerinde adına mezarlar yaptırıldı. Asırlar öncesinden bahsettiğimiz ve efsanelere yatkınlık düşünülürse, Yunus Emre’nin ne zaman doğduğu, öldüğü ya da nereli olduğunun tam olarak bilinmeyişi çok doğaldı.
Risalettün Nushiye ve Divan adlı iki eseri yayımlandı. Eserlerine başka aşıkların da eserleri karıştı. Zamanla titiz bir çalışmayla ayıklanacak ve bugünkü haline getirilecekti.
Erenler mertebesine erişmek için bir ömrünü insana, hayata, huzura ve ahirete adayan, şiirleriyle yön bulduran bir Yunus Emre geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
“Ne hayatlar var ya hu!” diye en son ne zaman iç geçirdiniz? Ben sanırım bu biyografiyi yazarken. İzlediğimiz her film karesinde nasıl da gerçekten uzaklaşıyormuş insan, yazarken bir kez daha anladım. Öylesine zor bir hayatmış ki Cüneyt Arkın’ınki, her şeyden önce hiç vazgeçmeden yoluna devam etmeyi bildiği için tebrik etmek gerek kendisini.
Gerçekten de her güzel şeyin ardında sonsuz bir emek var. Bunu Cüneyt Arkın’ın yaşamını okuduğunuzda bir kez daha anlayacaksınız. Ben kendi payıma onun yaşamından almam gerekeni aldım. Umarım sizin de kalbinizde ve aklınızda nice güzel duygu uyansın…
Her zorluğun üstesinden gelip hayallerinden vazgeçmediğin için, anne sözü dinlediğin için, koyun kokusunun emeğini kendi değirmeninde sabırla öğüttüğün için çok teşekkür ederim. Şimdi biliyorum ki, tüm bu güzel filmlerin, hayat verdiğin onca karakterin sebebi hep bunlar…
İşte bu yüzden eminim bu hastane günleri de geçecek. Hem sonra, gerçek yıldızlar da zaten hiç kaybolmayacak…
Cüneyt, 8 Eylül 1937’de, Eskişehir’in merkezine bağlı Karaçay köyünde Halise Hanım ve Hacı Yakup Bey’in on üç çocuğundan biri olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona “Fahrettin Cüreklibatır” adını verdi. Babası Hacı Yakup Bey, Kurtuluş Savaşı’na katılmıştı ve aslen Nogay’dı. Nogaylar, Astrahan yöresinde Nogayca konuşan Türk boylarıydı.
Yakup Bey, ince uzun bir adamdı. Okumamıştı. Ama içine doğup büyüdüğü doğa, onu öylesine sabırlı ve bilgili yapmıştı ki… Kocaman elleriyle toprak kadar sabırlı bu adam, koyundan kuşa her hayvanı, ekinleri, yıldızları, yağmuru çok iyi tanırdı. Bereketli elleriyle otlardan ilaçlar yapıyor; doğanın ona öğrettiği ne varsa, o da çocuklarına aktarmaya çalışıyordu. Yıllar sonra “Cüneyt Arkın” olup ünü ülkesini aştığında Cüneyt, anasını, babasını sevgiyle ve sabırlarına duyduğu hayranlıkla anlatacaktı. Yoksulluğun onların hayatına getirdiği acı, insanı taş ederdi. Onlar ise, kalbinin kuzeyini sevgiden şaşırmayan o güzel insanlar oldular…
“Bak ekinler büyüyor oğlum, seslerini duyuyor musun?” diyordu babası oğluna. Yakup Bey, ekinlerin büyüme seslerini duyuyor, oğluna da dinletiyordu. Anadolu insanının emek kokan hayatı vardı onda. Sürekli bozkır güneşine bakmaktan gözleri hep kısıktı ve yüzü kırışıklıklarla doluydu.
Anacığı Halise Hanım, on üç çocuk doğurmuş; ancak yoksulluktan, bakımsızlıktan, biraz da cahillikten onunu toprağa vermişti. Onun da elleri hep çalışmaktan kocaman kocaman nasırlar tutmuştu. Öylesine sessizdi ki… Cüneyt, yıllar sonra anacığından ise, “Asla şikayet etmez; varla yok arasında yaşardı” diye bahsedecekti. Kına ile kapatmaya çalıştığı o nasırlı elleri, kurban olunası, öpülesi, sevilesiydi…
3 koyunları vardı, geçim kaynakları sayılabilecek. Cüneyt, sıfır numara saçları ve güneşten yanmış kapkara yüzüyle bütün gün o koyunların peşinde koşturuyordu. Yokluk ve acının gerçek tanımını öğrenerek yaşadığı çocukluk, neyse ki sevgi doluydu.
Hayatta kalmayı başarmış üç kardeştiler. Yani en azından büyümeyi başarmışlardı. Büyük ablası, annesine benziyordu Cüneyt’in gözünde. Güçlüydü, çalışkandı ve onun da elleri nasır tutmuştu. Kınalı elleriyle ablası, ne çocukluğunu ne de genç kızlığını yaşadı. Cüneyt, hep sessizce, gizli gizli ağladığını düşünürdü ablasının. Onun hayatı yaz kış koyunların peşinde koşmaktan ibaretti. Çok sevdiği ablası bir hastalığa yakalandı ve doktorun olmadığı bu koşullarda yok yere öldü.
Yine de belki nefes aldığı için, yeni bir güne uyandığı için şanslıydı. Çünkü küçük ablası bir gün hiç uyanmamak üzere trajik bir son ile sonsuz bir uykuya dalacaktı. Cüneyt, yıllar sonra ailesini kendi kaleminden anlatırken küçük ablasını, “Bozkır Ağustosunun zerdalisi gibi tatlı çilliydi” diye anıyordu. Üçüncü çocuğuna hamile kalasıya kadar o da bu hayatta bir nefese sahipti. Her şey kocasının bu çocuğu doğurmasını istemediğinde başladı. Bugünkü sağlık koşulları ve teknolojinin tek karşılığı o vakitler kocakarı ilaçlarıydı. Ve maalesef, bu tatlı çilli kadın, kocakarıların ellerinde öldü.
Onu kaybetmek Cüneyt’i çok sarsmıştı. Eskişehir’in dışında, ablasının duvarlarını çamurlu elleriyle sıvadığı bir gecekondu vardı. Genç ellerinin izleri, emeğin izleri vardı bu duvarlarda… Cüneyt Arkın yazısında, “Yıllarca o izleri, ablamın ellerini hasretle öptüm” diyordu.
Bazen eski zamanlarda, ölüm bu kadar kolay ve bu kadar acımasız olabiliyordu; çaresiz bırakıyordu insanı.
Köpekler, kuzular, kuşlar ve bir eşek de, Cüreklibatır ailesinden sayılıyordu. Üç çoban köpeğinden en çelimsizine, anasız büyüdüğü için Öksüz adını vermişlerdi. Cüneyt, onun gözlerine baktığında derin bir keder gördüğünden emindi. Belki bu sebepten ona ayrı bir düşkündü; Öksüz de ona. Bir yabancıyı asla yanına yaklaştırmaz, hep koruma içgüdüsünde Cüneyt’le oyunlar oynardı.
Bir de onsuz yaşayamayacak bir eşeği vardı; o da ailedendi. Sevgi selinden mütevellit, “Sevdam” demişti adına. Birbirlerine ayrı düşkünlerdi; hele Sevdam’ın Cüneyt’e olan düşkünlüğü, tam anlamıyla sevginin, vefanın tanımı gibiydi. Sürekli ahırdan kaçıp okulun önünde çok sevdiği arkadaşını bekliyordu. Ne zamanki o güzel gözleri Cüneyt’i görüyor, her şey kendiliğinden normale dönüveriyordu. Kocaman başını, Cüneyt’in küçük göğsüne bir kerecik yaslayabilmek içindi tüm bu kargaşa.
Gözlerinden hüzün eksilmeyen anasız kuzuları da aileden bellemişlerdi. Analı kuzular hoplayıp zıplarken onların bir kenarda duruşu, çok dokunmuştu içlerine. Ahırlarına yuva yapan bir çift kırlangıç ve onların küçük yavrularını da aldılar ailelerine. Hepsini ailenin bir üyesinden ayırmadan, “sevdiler”.
Tüm bu hayvanlar belki de Cüreklibatır ailesinin kaybettiği çocuklarını temsil ediyordu. Kalplerinde evlatlarının acısını sessiz sedasız biriktiren Halise Hanım ve Yakup Bey, bu hayvanlara ana baba olmayı seçmişti. Ve saf sevgiden kat ettikleri bu yol, evlatlarına kocaman güzel birer kalp olarak dönecekti…
Cüneyt Arkın’ın ailesinden bahsettiği enfes yazıdaki en samimi cümleydi belki de: “Benim ailem işte böyle geniş çeşitliydi. Ben dostluğu, vefayı, sevgiyi, köpeklerimden, eşeğimden, kuzularımdan, kuşlarımdan öğrendim”.
Cüneyt, tüm bu yoksulluğun, yokluğun içinde doktor çıkacaktı. Annesinin ısrarıyla başladı okul hayatı. Eskişehir Necatibey İlkokulu’na gitti. Çocukluğu boyunca en sevdiği hikayeler, menkıbeler oldu. Bir gün kamera karşısında bu kahramanlara can vereceğinden habersiz, Battal Gazi, Köroğlu hikayelerini okuyarak büyüdü.
Daha sonra Eskişehir Atatürk Lisesi’nde eğitim gördü. Sanata merakı da işte bu lise sıralarında çıktı ortaya. Sevdiği hikayeleri sadece okumakla yetinmemişti. Artık onlardan yazmak istiyordu. Bu dönemde hikayeler yazdı ve onları dergilere göndermeye başladı. Ancak bir yandan da babasına yardım etmek için koyunlara bakmaya devam ediyordu. Koyun kokusu, onun teniyle özdeşleşmişti artık; emeğini hep üzerinde taşıyordu. Tabii bu koku, bir başkası için emeğin karşılığı olmayabiliyordu. Kolay kolay kimse yaklaşmazdı yanına; haliyle arkadaşı da yoktu.
İşte bu sıralardaydı büyük ablasının ölümü. Bir yandan yoksulluk, bir yandan doktor yokluğu, ablasının neden öldüğünü bile bilmeyişi… Sonunda sıra üniversiteye geldiğinde, hayatında en çok yokluğunu çektiği şeyin peşine düşmeye karar verdi. 1961’de, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu.
Üniversite zamanları da hiç kolay değildi. Para diye bir gerçek vardı ve maalesef o da onlarda yoktu. İstanbul’da tren garında indiğinde ilk önce sorduğu soru, “İstanbul’da en ucuza nerede yatılır?” olmuştu. Sirkeci cevabını aldıktan sonra, burada bir otel odası buldu ve iki yılını bu odayı inşaat işçileriyle paylaşarak geçirdi. Ders zamanlarında okulda ders dinliyor, geri kalan zamanlarda da inşaatlarda çalışıyordu.
Hikaye yazmaya üniversite de devam etti. Hatta eğitimi sırasında arkadaşlarıyla şiirlerin ve hikayelerin yer aldığı, “Erek” adını verdikleri bir dergi bile çıkardılar. 1957’de, Cemal Süreya ile tanıştı ve öykülerini değerlendirerek Pazar Postası’na gönderdi. Tabii ilerleyişi yazarlık üzerinden olmayacaktı…
Açlığını aslında en güzel ve en kolay balık tutup kendine verdiği ziyafetlerle gideriyordu. Eğitiminde ilerledikçe evlerde hasta bakıcılığı yapmaya başladı. Acı tatlı anılarıyla tamamladığı üniversite hayatı içinde bu günleri şöyle anlatacaktı yıllar sonra: “Evlerde 24 saat ağır hasta bekliyordum. Altlarını temizliyor, kriz anlarında doktorun talimat yazısına göre hemen müdalale ediyordum. İlk gün on lira aldım. Hemen fırına koştum. On liralık ekmek aldım. Oburca, kusacak kadar yedim. Adeta çiğnemeden yutuyordum. Sonunda kustum.Ama yine yedim. Kalanları yatağımın başucuna koydum. Oda arkadaşlarım dalga geçiyorlardı. Umurumda değildi. Ekmekleri orada görmekle açlık korkumu yeniyor, huzur buluyordum.”
Askerlik yaşı gelip çatmıştı. Üniversiteden sonra memleketi Eskişehir’e döndü; askerlik vazifesini yedek subay olarak yerine getirdi. Bu sıralar Halit Refiğ, “Şafak Bekçileri” filmi için yönetmen koltuğundaydı ve bu filmi Cüneyt’in askerlik yaptığı yerde çekiyordu. Başrolünde Göksel Arsoy’un oynadığı film için gerçek subaylar kullanmak istedi ve bu sırada Halit Refiğ’in gözüne yakışıklı Cüneyt takıldı. Filmde oynamadı; ama tanışmış oldular.
Askerlik bittikten sonra Cüneyt de hayatına döndü. Bir süre Adana ve civarında doktorluk yaparak kazandı hayatını. Şöhret pek aklında yoktu belki, ama çok hayali vardı. 1963’te Artist mecmuasının düzenlediği yarışmaya katıldı ve birinci oldu.
Kader ağlarını özenle örüyordu. Yağmurlu bir gündü. Cüneyt, Beyoğlu’nda yürürken Halit Refiğ ile karşılaştı. Ayaküstü sohbette Halit Refiğ, “Gurbet Kuşları” filmini çektiğini söyledi ve Cüneyt’e bir rol teklif etti. Cüneyt de iş arıyordu aslında. Kabul etti ve başladı çalışmaya.
Hala “Fahrettin Cüreklibatır” adıyla yaşıyordu. Sinemaya geçişte hayatında değişen ilk şey adı oldu. Ona bir sahne adı gerekiyordu. Hepimizin onu tanıyıp seveceği Cüneyt Arkın adını ona gazeteci Vecdi Benderli verdi. Cüneyt Gökçer’den adını, Ramazan Arkın’dan da soyadını almıştı.
Böylece Cüneyt Arkın sinemaya girişini yaptı.
“Gurbet Kuşları” filminin sonundaki dövüş sahnesini çekerken kader hala devam ediyordu işleyişine. Çünkü bu sahneden sonra Halit Refiğ, aksiyon filmlerinde yer almasını önerdi. Malkoçoğlular, Battal Gaziler, Kara Muratlar işte bu günün ürünleri olacaktı.
Romantik birkaç filmde de rol aldı aslında; ama bir yandan da bu fikir aklına yatmıştı Cüneyt’in. İstanbul’a gelen Medrano sirkini duyduğunda bir şeyler öğrenebilirim düşüncesiyle orada bir iş bulmak için nerdeyse kapılarında yattı. Akrobasi eğitimleri karşılığında bir sene boyunca geceleri çalıştı bu sirkte. Ahır temizledi, en ağır işleri yaptı; ama hiç gocunmadı. Meziyetlerini geliştirdi burada.
Ardından Kazak sirki geldi. Burada buluğu işte de, at binme tekniklerini öğrendi.
Ayrıca siyah kuşağa ulaştığı 6 sene süren bir karate eğitimi aldı. Malkoçoğlu, Battalgazi filmleri böylesine hummalı bir çalışmaların üzerine doğdu. Türk Sinemasında türlerinin ilk örnekleriydiler onlar. Büyük bir hayran kitlesi bulmuştu kendine. Anadolu’nun esintisi buram buram sardığından sebep, takım elbiseli adamların romantizmlerinden sonraki bu keskin geçişi sevmişti halk. İyi ve kötünün en şiddetli ortamlarda karşı karşıya gelişi, kılıç savaşları ziyadesiyle dikkat çekiciydi. Anadolu’nun değerleri, kahramanın kendini feda eden sonsuz cesareti, bükülmeyen bileği ilk kez sinemadaydı.
Cüneyt Arkın’ın hayatından ve bu filmlerden yola çıkarak verilen mesaj şuydu aslında: İyiler çok çalışırlar ve vazgeçmezlerse, kötülerin kazanma şansı yoktu.
İşte bir sahnede böyle hayatı değişti Cüneyt’in ve Anadolu’da bir Cüneyt Arkın efsanesi yayılmaya başladı.
Dönemin filmlerini çekmek için şimdiki gibi geniş çaplı bir prodüksiyon büyük bir lükstü. Özel efektlere ayrılacak bir bütçe pek mümkün değildi. Bunun yanında Cüneyt de filmlerinde o zor sahnelerin hepsinde kendisi yer almak istemişti. Bu her seferinde kendini büyük tehlikeye atmak demekti. Kolu, bacağı, beli derken ne çok sakatlık yaşayacaktı… “Sakatlıklar serisine bir yenisi daha eklendi” diye atılıyordu manşetler gazetelere. Malkoçoğlu, Kara Murat, Battal Gazi… Hepsi ayrı birer emekti.
(İlk eşi ve kızı Filiz)
Sanat hayatı onun için henüz başlamıştı ki, 1964’te, kendisi gibi doktor olan Güler Mocan ile evlendi. 1966’da, Filiz adını verdikleri kızları geldi dünyaya. Ancak bu evlilik pek de uzun sürmedi. 1968’de boşandılar.
Cüneyt, iyiden iyiye şöhret olduğunun farkındaydı. Kendi deyimiyle, bunu hayatının alt üst oluşundan anlamıştı. Öylesine yok olmak üzere olduğunun farkındaydı ki, neredeyse karşısına çıkan birine “Benimle evlen” diye yalvaracaktı.
Şöyle anlatacaktı daha sonra bu zamana ait duygularını: “Artık kendimi yaşamıyordum. Sinemada var olma kavgası, gereğinden fazla tanınmak, önemsenmek; bütün gençlik hayallerimi, kendim olarak yaşanma isteğimi yok etmişti. Gene de direniyordum. Çoğu kez öylesine bunalıyordum ki, hasretle, yoldan geçen bana sırtı dönük giden bir kadının arkasından koşup, ona usulca dokunayım ve “Ne olur benimle evlen” diye yalvarayım hayalleri kuruyordum”.
(Eşi Betül Hanım ve oğulları ile)
Yok olduğunu, yavaş yavaş eridiğini hissettiği bu süreçte bir partide onu gördü. Usulca yaklaştı. Belki de kafasında hala hayal kurmaya devam ediyordu. Neden sonra karşısındaki bu güzel kadının garip bakışlarını fark ettiğinde sıyrılabildi düşüncelerinden. Yine de derin bir hülyadaydı aslında. Kendini bir çocuk gibi özgür hissediyordu şimdi.
Sadece “Ben Dr. Fahrettin” diyebildi. Karşısındaki kocaman gözlerinden hüzünlü bir mavilik akıtan bu güzel kadın ise, “Betül” dedi ve sonra sustular. Bu ilk görüşte yaşanan şu film aşklarından gibi bir şeydi sanki. Kısa bir süre sonra evlendiler. Artık yalnız olmayacaktı. Onu saran düşüncelerinin ortasında bir ortağı vardı ve “Betül, cennetim oldu” diyecek kadar çok seviyordu.
Bu evlilikten 1975’te dünyaya gelen ilk çocukları dünyaya masmavi gülümsemiş, aşklarını taçlandırmıştı. O sırada Kara Murat’ı çekiyorlardı. Yapımcı Türker İnanoğlu, “Hayırlı olsun! Oğlunun adı Kara Murat olsun” dedi. Murat koydu oğlunun adını.
Aradan bir yıl geçmişti ki, Kaan Polat adını verdikleri oğullarını aldılar kucaklarına. Cüneyt Arkın’ın deyimiyle, Murat, bir gözü, Kaan Polat, diğer gözü olmuştu…
En yakın dostları Yılmaz Güney, Kemal Sunal, Tarık Akan’dı. Cüneyt Arkın için kurduğu dostluk, her şeyden önde geliyordu. Çünkü emeğin değerini en iyi anlayan insanlardandı ve büyüdüğü koşulları hiç unutmadı.
12 Mart (1971) dönemi yaşanıyordu. 1972’de düzenlenen 4. Altın Koza Film Festivali’nde jüri, Yılmaz Güney’i “Baba” filmindeki rolüyle “En İyi Erkek Oyuncu” seçti. Ancak dönemin siyasi baskıları, bu ödülü iptal etti. Ödülün ilk oylamada “Yaralı Kurt” filmindeki performansıyla ikinci seçilen Cüneyt Arkın’a verilmesi kararlaştırıldı. Ancak Arkın, ödülü reddetti. Gerçekten de bir zamanlar manşet oldukları gibi “Kralın halinden kral anlar”dı.
Tarık Akan ile de böyle bir anısı olacaktı. Akan, “Maden” filmini çekmek istiyor, ancak maddi durum sorun oluyordu. Arkın yetişti imdadına. Omuz omuza çektiler filmlerini. Maden, işte böyle doğdu. 1978’de çektikleri bu film, dostu Akan’a, Altın Portakal’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü getirdi.
Aslında işte Yeşilçam’ı yaşatan, büyüten, bugünlere getiren bu birbirine kenetlenen güzel insanların varlığıydı…
Bir yanda ünü, bir yanda ailesi; Cüneyt iki tarafta da dengeyi kurmuştu. Yeryüzünün tüm güzelliklerini yüzünde taşıdığına inandığı karısı, hayatına tarifsiz bir mutluluk getirmişti. O gülümsediğinde, tüm dünyası gülümsüyordu.
Hele çocukları da olduktan sonra, tüm sevgisini onlara vermekle yetinmedi. Her bildiğini de yavaş yavaş aktarmaya başladı. Şu günlerde babasının mesleğinin izinden giden oğlu Murat, ilk kez kamera karşısına geçtiğinde 4 yaşındaydı.
“Vatandaş Rıza” filmi çekilecekti ve bir ana-oğul arayışı başlamıştı. İkisi de ayrı ayrı bulunup getiriliyor; ama bir araya gelince aranan uyum bulunamıyordu. Bir gün Cüneyt eve geldiğinde, karısı da o anda Murat’ı kucağında uyutuyordu. Gözünün önündeki tablo, gözüne cennetten bir resim gibi göründü. Böylece karısı ve oğlu ile Vatandaş Rıza çekimleri başladı.
Bir sahne var sonra onlara ölümsüz bir anı olacak: Aylardan Kasım. Öldüresiye soğuğun içinde yağmurlu bir gecede, itfaiye arabası su sıkıyor. Açlık grevinde Murat, açlık grevine katılan ilk yakını olacak babasının. Tazyikli su ve yağmurun içinden geçip “Beni babamdan kimse ayıramaz” deyip, babasının yanına oturacak.
Murat, gerçekten de küçücük bedeniyle dişleri takırdaya takırdaya, titreyerek “Beni babamdan kimse ayıramaz” dedi ve geldi yanına oturdu.
Bu sanki bir filmin sahnesi değildi. Öylesine duygu yüklü, öylesine gerçekti ki, Cüneyt’in gözyaşları yağmura karıştığından pek anlaşılmamıştı.
İşte o andan sonra, hep “Bizi, birbirimizden kimse ayıramaz” demek düştü onlara. Belki de hayatlarının en muhteşem anlarından birisiydi…
Kaan da bir filmde oynadı: Kaçış. Cüneyt Arkın, hapisten kaçıp oğluna kavuşmak için her türlü zorluğa karşı koyan bir babanın hikayesini anlatıyordu bu film.
Bu filmin can alıcı sahnesinde de, Kaan, uzun sarı saçları, masmavi gözleri ve çilli yüzüyle babasına kavuştuğunda yaşanıyordu.
Kaan, küçük, sıcacık elleri ile babasının yüzünü hasretle okşuyor ve “Babam” diyordu.
Arkın, ailesinden bahsettiği yazısında, “Şimdi kocaman birer herif oldular. Hala öylesine içten ve güzel baba derler ki…” diye veriyordu bu sahnenin hakkını…
Romantik jön filmleriyle başladığı sinema kariyerini hareketli filmlerle sürdüren Arkın, hemen her karaktere can verdi. O, her filmde aranan kan gibiydi.
70’ler, Arkın’ın şöhretinde zirveye ulaştığı zamanlardı. Birçok sosyal içerikli filmde de rol almıştı aslında; ama ünü Malkoçoğlu ile yayıldı. Artık sadece ülkesinde değil, yurt dışına da taşmaya başlamıştı. Özellikle İtalya’da büyük ilgi görmüştü; orada “John Arkin” adıyla tanınıyordu. Ancak dil problemi sebebiyle yurt dışı ünü kısa sürecekti. Oysa Halit Refiğ’e göre, şu dil problemi olmasa dünyaca tanınacak bir oyuncu olabilirdi.
80’ler Ölüm Savaşçısı, Sürgündeki Adam, Kavga, İki Başlı Dev gibi aksiyon filmleriyle geçti. Ancak bir tanesi vardı ki, yeri ayrı olacaktı. 80’lerin başıydı; 1982’de, yönetmen koltuğunda Çetin İnanç’ın oturduğu, Türk sineması için ayrı bir renk, Dünyayı Kurtaran Adam filmiyle sevenlerinin karşısındaydı Arkın. Bu film, dünya sinema tarihinde en kötü 100 film arasına girdi. Zamanla bir kült film olacaktı. Ve yıllar sonra, eğlenceli bir proje ile bu filme bir selam gönderildi. 2006’da, “Dünyayı Kurtaran Adam” filminin devamı niteliğinde “Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu” çekildi. Bu kez Arkın, oğlu Murat ile kamera karşısına geçmişti.
90’lar ise, Arkın’ın polisiye dizilere yöneldiği yıllardı. Televizyon yükselişteydi ve sinema oyuncuları da yavaş yavaş bu tarafa yöneliyordu. Haliyle bunca eğitimden sonra onun başlangıcı polisiye ile oldu. 1992’de “Polis”, 1993’te “Zirvedekiler” ve “Merhamet”, 1995’te “Bizim Ev” gibi dizilerde yer aldı.
1998’de “Gülün Bittiği Yer” adlı filmde oynadıktan sonra, 2000’de yönetmenliğe soyundu ve “Oğulcan” adını verdiği filmi çekti.
Yine 2003’te “Serseri” ve 2005’te “Köpek” adlı dizilerde yer aldı.
Cüneyt Arkın, kuşkusuz Yeşilçam’ın en özel jönlerinden biriydi. Haliyle buralara gelirken geçtiği yollarda ödüllere layık görüldü.
1969’da “İnsanlar Yaşadıkça”, 1976’da da “Mağlup Edilemeyenler” filmiyle, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde; 1972’de ise, “Yaralı Kurt” filmiyle Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En iyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı.
1999’da 36. Antalya Film Şenliği’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü”ne layık görüldü. Bu ödülü 2013’te aldığı 3 ödül izledi: Engelsiz Yaşam Vakfı tarafından “Yaşam Boyu Meslek ve Onur Ödülü”, 18. Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü” ve “2013 Yılı Kültür ve Sanat Ödülü”.
Arkın, romantik jön filmlerden hareketli filmlere doğru seyreden sinema yaşamı boyunca çok çalıştı. Bizlerin bugün bir buçuk saat boyunca ekrana kitlenip izlediğimiz o filmler, hiç de kolay çekilmemişti. Ardında koca bir emek vardı.
Öyle ki Arkın, at binme ve karatede uzman sporcu unvanına sahipti. Canı pahasına dublör kullanmadan çektiği o filmler vücudunda birçok kırığa sebep oldu. Belki tüm bu yorucu çalışma temposu, belki biraz da zamanın etkisi Arkın’ı 2009’da sinir sıkışması sebebiyle hastaneye yatırdı. Tedavisi yaklaşık 3 ay sürdü. Neyse ki her şey normale dönmüştü.
En son geçen hafta bir hastane haberi daha geldi Malkoçoğlu’ndan. Silivri’deki yazlığında tatil yaptığı sırada rahatsızlanan Arkın, hastaneye kaldırıldı. Kalp ve akciğerlerinde sıkıntı yaşayan Arkın’ın tedavisinin sürdüğünü belirten doktoru, şükürler olsun ki güzel haberler verdi.
Kalbimizde yeri ayrı olan isimlerden güzel adam, neyse ki bizi bırakıp gitmedi. Elbette hiçbirimiz ölümsüz değiliz. Ancak yine de insan en sevdikleri konusunda hep pürtelaş. Bir an önce eski sağlığına kavuşmanı ve nice yıllar sağlıklı bir şekilde bizimle kalmanı diliyorum…
İzlemeye doyamadığımız filmleri ile kalbimize taht kurmuş, kimi zaman yakışıklı jönümüz, kimi zaman Kara Murat’ımız, kimi zaman da Malkoçoğlu’muz olarak bir Cüneyt Arkın geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bir suikasta kurban giden hayatın öyküsü bu. İstifasından 2 yıl sonra bir sabah işe giderken çapraz ateşin içinde can verdi Hiram Abas. Ayrıcalıklı çocukluğunun bedelini bu şekilde ödeyecekti belki de.
Aldığı eğitimlerin üstüne yaşadığı hayat, iki istifa ve ardından gelen kanlı ölüm…
Belki de tüm bunlar isminin ağırlığıydı…
Hiram, 1932’de İstanbul’da Fatma Roksan Hanım ve Hilmi Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ona Mustafa Hiram Abas adını verdiler. İran işgalindeki Güney Azerbaycan’dan kaçan bir aileydi onlar. Ona bu ismi veren dedesi “Mübarek Galip Eldem” idi. Galip Bey, Hiram’ın anne tarafından dedesiydi ve aynı zamanda “Osman Hamdi Bey”in de yeğeni idi.
İsmi Hiram konmuştu; çünkü bu isim Yahudi efsanelerinin ünlü ismi “Hiram Usta”dan geliyordu. Yapılan araştırmalardan edinilen bilgiye göre aileden gelen bir masonluk vardı.
Hiram, cevval bir çocuktu, pek yerinde durmazdı. Genç delikanlı zamanları geldiğinde akan bu deli kanı boks yaparak dizginlemeye çalışacak, hatta bu sporda başarılı olacak; ufak da olsa şampiyonluklar kazanacaktı.
Hiram, ağır bir isimdi aslında. Belki bundan sebep Hiram’da adının ağırlığıyla yaşayacak, güç gerektiren işlere düşecekti. Çünkü bu ad, tek başına bir efsanenin adıydı.
Hiram efsanesi, masonluğun kuruluşunu temsil ediyordu. Efsaneye göre, Kral Davud, Kudüs’te Allah’ın evini inşa etmek istiyordu. Bunun için ülkenin dört bir yanından evin yapımında çalıştırmak için 40 bin işçi topladı. İşçilere de “Mason” ismini verdi. Bu “Duvarcı” manasına geliyordu.
Davud her şeyi başlattı, ancak devam ettiremedi. Henüz inşaat devam ederken hayatını kaybetti. Onun yerine de Süleyman geçti. Haliyle her gelen kendince değişiklikler yapacaktı. Süleyman da bu evin adını değiştirdi ve “Süleyman’ın Mabedi” yaptı.
Bu evin inşaatında çalışan ustalardan birinin adı “Adon Hiram Adif” idi. Hiram bir Yahudi’ydi ve dul bir kadının oğluydu. Bilgili ve görgülü biriydi Hiram; çalışkandı. Kendi mahiyetindeki işçilerini çırak, kalfa ve usta diye üçe ayırmıştı. Bilgilerini bölüm bölüm her kesime gerektiği kadarını anlatıyordu. Gerektiği kadardı; çünkü, çıraklar, kalfa ve ustaların, kalfalar da ustaların bildiği sırlara erişmek için bir basamak üste çıkmak zorundaydı. Elbette alacakları ücretler de buna göre değişiyordu.
İnşaat tamamlandığında usta olmayı bekleyen 3 kalfa yeterli başarıyı gösteremediklerinden ustalık mertebesine de erişemedi. Bunun üzerine 3 kalfa ustalığın sırrını Hiram Usta’dan zorla öğrenmeye kalktılar. Hiram Usta’da bilgisine ve ustalığına ihanet etmek istemeyince onu öldürdüler.
Cesedini dağa gömüp mezarının üzerine akasya dalları diktiler ve bundan sonra da bu efsanede yer alan isimler, işaretler, kelimeler birer sembol kabul edildi; masonluk sembolü.
Efsaneye göre, Süleyman Mabedi de buna bağlı olarak Hiram efsanesi de masonluğun temellerinden ikisi demekti…
Hiram, her zaman ayrıcalıklı ve özel bir çocuk oldu. Orta öğretimini “Saint – Joseph Lisesi”nde tamamladı. Bu okulda misyonerler tarafından çok sıkı bir disiplinle eğitim verildiği bilinirdi. Bu sebepten yabancı okullarda okuyanların lügatında burası “Papaz Mektebi”ydi.
Hiram, üniversite eğitimi için Ankara Üniversitesi Sosyal Bilgiler Fakültesi’ni tercih etti. Hemen ardından müfettişlik görevine başladı ve bu görevini İstanbul’da 18 Mayıs 1967’ye kadar sürdürdü. Ancak askere gitmeliydi. Yedek subay olarak vatani görevini tamamlayan Hiram, sonra da MİT’e girdi; Batum, Atina ve Beyrut’ta görev yaptı.
Eğitim ile dolu bir çalışma hayatı başlamıştı. Bir süre İstanbul ve Ankara’da sürdürdü görevini. Ardından da CIA’in çeşitli okullarında eğitim aldı. Bu eğitim, 4 yıl sürdü.
Hiram, eğitimini tamamladıktan sonra 12 Mart 1971’de İstanbul’da görevi başındaydı.
Hiram, 1978’de Namık Kemal Ersun cuntasının tasfiyesiyle ilişkili olarak kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Dönemin TİSK Genel Başkanı Halit Narin’in yanında çalışmaya başladı.
Ülke 12 Eylül döenmini yaşadı. Hiram, 1983’te ikinci kez MİT’e döndü. Tekrar bir süreç başladı, Hiram yine görevinin başındaydı. Ağustos 1986’da Hayri Ündül MİT Müsteşarlığı’na getirildi. Hiram da MİT Müsteşar Yardımcısı görevindeydi.
1986’da Hiram, dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın MİT’in sivilleşmesi operasyonunda sembol isim olmuştu. Hiram, çalışmalarını oldukça disiplinli ilerletiyordu. Örneğin, Suriye’nin PKK’yı barındırması üzerine Müslüman Kardeşler Teşkilatı yöneticilerini Türkiye’ye getirtti. Ama en önemli çalışmaları Dev – Sol örgütü üzerineydi. Zaten ömrünün sonu da buradan gelecekti.
Teşkilat bir güç savaşı içine düşmüştü ve Hiram bu savaşı kaybetmişti. 1988’de yayınlanan MİT raporunda sorunlu isim olarak gösterilmişti. Hiram Abas, raporu kaleme alan Mehmet Eymür ile pasif göreve alınmak istendi. Bu olay üzerine Hiram, ikinci kez emekliliğini istedi.
Hiram, ikinci kez istifa etmiş ve MİT ile olan bağlantısını kesmişti. Amerikan silah firmalarının Türkiye temsilciliğini yapan bir şirkette çalışıyordu.
26 Eylül 1990 sabahı yine işe gitmek için evden çıktı; ancak gidemedi. Evinin yakınlarında belediye işçisi görünümündeki kişilerin açtığı çapraz ateşin içine düştü. Hiram, kendisine düzenlenen bu suikastta olay yerinde yaşamını yitirdi.
Bu korkunç cinayeti, Hiram’ın bir zamanlar üzerinde çalışmalar yürüttüğü Dev – Sol örgütü üstlendi. Bu cinayetin dosyası faili meçhul davaların arasına karıştı…
Böylesine şaibeli bir ölümün ardından elbette birçok iddia öne sürüldü ve popüler kültürdeki yerini de aldı; devlet içinde önemli isimlerden biriydi nihayetinde.
Ergenekon Davası iddianamelerinde yer verildi. Ardından gazetelere verilen röportajlardaki iddialara göre, Hiram Abas’ın katili, 3 Mart 1995’te infaz edilip betona gömüldüğü iddia edilen, MİT Ajanı “Tarık Ümit” idi.
Ayrıca 1999’da Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul tarafından, Hiram Abas’a özellikle yer verilen bir kitap yazıldı. “Bay Pipo” adını verdikleri bu kitap bir araştırma kitabıydı.
Popüler kültürdeki yerini de “Kurtlar Vadisi” adlı dizide buldu; daha doğrusu bu bir iddiaydı. Dizideki “Aslan Akbey” karakterinin Hiram Abas’ı temsil ettiği düşünülüyordu. Ayrıca dizide yine Tarık Ümit’i canlandırdığı düşünülen “Pala” karakteri de dizide tıpkı Hiram Abas’ın kurban gittiği suikast gibi öldürülmüştü.
MİT mensubu olan kişilerin çok şey bildiği düşünülür, belki de gerçekten çok şey de bilir ve işte bir hayat her şekilde son bulur.
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Meral, 18 Temmuz 1956’da İzmit, Gündoğdu’da Sıddıka Hanım ve Tahir Ömer Bey’in kızı olarak dünyaya geldi. Dedeleri 1924’te Yunanistan Makedonyası’ndaki Drama’dan göç etmiş Balkan Türklerindendi ve Kocaeli’ne yerleşmişti. Dedesi Tahir Efendi, Rumeli’nin büyük alimlerinden birisiydi. Savaş ve yokluk yıllarını derinden yaşamışlardı. O günler unutulmasın diye ninesi Balkan Savaşları’nın acı yüklü hikayelerini anlattı hep. Meral hep içli ve meraklı bir çocuktu; gözlerini kocaman kocaman açıp şaşkınlıkla dinlerdi ninesini ve çocuk kalbiyle ne çok üzülürdü. Ama göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak büyümek böyle bir şeydi demek ki, ruhun özümseyene kadar dinlenmeliydi her bir cümle. İşte bu cümleler yıllar sonra ona kim olduğunu anlatan bir hikayenin giriş bölümünü oluşturacaktı…
Çocukluğunun yazları, meyve ağaçlarıyla dolu bahçelerinde geçti. En çok erik ağaçlarını sevdi. Çocuklar taşlamasın diye akşamlara kadar nöbet tutardı başında. Bir gün kuzu otlatmanın hayalini kuruyordu çocuk aklı; ama kız çocuklarını çobanlığa göndermezlerdi öyle. Büyürken küçük bir oyuncak bebeğe sahip olamamanın verdiği o uhdeyi bilirsiniz, işte öyle bir uhde kaldı bu çobanlık işi çocuk Meral’in içinde.
Ortaokula kadar ailesinin yanındaydı Meral; lise eğitimi için Bursa Kız Öğretmen Lisesi’nin sınavlarını kazanana kadar. Başta özellikle abisi Nihat, yatılı okula gitmesine karşı çıktı. Ama Meral, kafasına koyduğunu yapan, inatçı bir kızdı; Rumelili bir kız olmak bunu gerektirirdi.
1970’te başladı liseye; yatılılıkta en güzel zamanlarını geçirdi. Dayanışmanın ve paylaşmanın lezzetini burada yaşayarak öğrendiler.
Meral, bu yıllarda “Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar” romanlarına duyduğu hayranlıkla hikayeler yazmaya başladı. Lise boyunca arkadaşları tarafından “Ayaklı Kütüphane” olarak anıldı. Çünkü Türk, Rus, ve Batı klasiklerini bir bir tarıyordu.
4 yıl geçti gitti; Meral, 1974’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne başladı. İşte burada yazdığı hikayeler onda bir gün Romancı olma isteğini doğurdu. Fakülte yılları boyunca hep kitap yazabilmenin peşinden koştu. Bunu yıllar sonra bir anı şeklinde şöyle dile getirecekti: “Yoldan geçenleri izler, onların hayatını kurgulardım. Bir gün elinde filesiyle şişman bir kadının peşine düştüm. Çok yavaş yürüyordu. Vefa Lisesi’nin oraya geldik; silahlar patladı. Kadın benden hızlı koşuyor. Bir evin boşluğuna sığındık. Korkudan sarıldı bana. Ailemin kökenini anlatan bir roman yazmak isterdim. Bir roman yazıyorum, ismi Ağla Makyavel Ağla. Bir de Mevlana’nın müridi, Muiniddin Pervane’nin eşi Gürcü Hatun’u yazmak isterdim”.
Meral, bir kitap yazmadı, ancak yıllar sonra siyasi kimliği ile kitaplara konu olacaktı. Sabahattin Önkibar, “Asena: Meral Akşener’in Dünü ve Bugünü” adını verdiği kitabında ondan bahsedecek; Saygı Öztürk de, “Belgelerle Dünden Bugüne 28 Şubat” adlı kitabında Meral Akşener’e de yer verecekti.
Meral, aileden öğrenmişti siyasetin varlığını ve o daha lise sıralarındayken başlamıştı merakı. Politika konuları ailenin yemek masası sohbetlerini dahi kapsıyordu. Büyük amcası Hasan Tahsin Argun, İsmet İnönü’nün yakın çevresindendi. Annesinin tarafı ise, DP, AP ve DYP teşkilatında çalışıyordu. Abisi de 12 Eylül’den önce “Kocaeli MHP İl Başkanı” idi.
İşte böyle bir ortamda Meral, gençliğini ülkücü gençler arasında geçirdi. Abisi sayesinde birçok siyasi ismi üniversite zamanlarında tanıdı. Bir zamanlar romanlar yazmak isteyen, ruhu inatçı bir kızdı. Bunlardan vazgeçmedi aslında. Sadece hayat ona başka bir yön sundu ve Meral, üzerine bir de siyaseti ekledi…
Meral, mezun olduktan sonra 1979 – 1982 yılları arasında öğretmenlik yaparak çalışma hayatına başladı. 1982’de “Yıldız Teknik Üniversitesi Kocaeli Mühendislik Fakültesi”nde araştırma görevlisi oldu.
Ayrıca “Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü”nde yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Eğitimcilik alanında çalışmalarını sürdürdü. Kocaeli Üniversitesi’ne “İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı” olarak geldi. Ayrıca ilerleyen süreçte “Zübeyde Hanım şehit Aileleri Vakfı”nın kuruluşunda bulundu ve vakfa başkanlık yaptı.
Meral’in öğretmenliğe başladığı zamanlardı. Tuncer, komşunun oğluydu. Sevdiler birbirlerini, 1980’de de evlendiler.
Tuncer, Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirdi ve Makine Mühendisi oldu. Devrimciydi, ama özellikle Meral siyasete atıldıktan sonra eşini de kendi yanına çekti sade bir hayat yaşamayı tercih ettiler.
Bu sade ve mutlu evlilikten 1984’te Fatih adını verdikleri bir oğulları oldu.
Ailesinin siyasete olan yakınlığı kaçınılmaz son olarak Meral’i de bu fikre yaklaştırmış, daha lise yıllarından onu içine doğru çekmişti. Uzunca bir süre ilgisi ve çalışmaları devam etti. Sonunda 1994 Yerel Seçimlerinde DYP’den “Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı Adayı” oldu.
Siyasete ilk olarak 1995’te Tansu Çiller’in Genel Başkanlığı’nı yaptığı DYP’nin “Kadın Kolları Başkanlığı”nı yaparak başladı Meral Akşener ve bu görevi bir yıl sürdürdü. 1995 – 1999 Türkiye Genel Seçimlerinde “DYP Kocaeli Milletvekili” olarak meclise girdi.
28 Haziran 1996’da Necmettin Erbakan’ın başkanlık ettiği Refah Partisi ve DYP koalisyon oluşturarak 54. Türkiye Hükümeti’ni kurdu. 3 Kasım 1996’da Türkiye’yi sarsan bir olay yaşandı; “Susurluk Kazası”. Bu olay akabinde İçişleri Bakanı Mehmet Ağar görevinden istifa etti. Ardından göreve gelen isim, Meral Akşener idi ve bu durumun şaibeli olduğundan bahsediliyordu.
Bu şaibeye neden olan olayın şu olduğu iddiası vardı; DYP lideri Tansu Çiller’e oldukça yakındı Meral. Tansu Çiller ve eşi Özer Çiller çifti Antalya Beldibi’nde bulunan hazine arazisinde lüks bir otel inşa edeceklerdi. Otelin tüm gelirinin şehit ailelerine bağışlanacağını savunan isimler arasında en yakınında bulunan Meral Akşener de vardı. Yine de çok geçmeden bu lüks otelin işletmesinin Bursalı bir iş adamına verildiği ortaya çıkmıştı.
Ayrıca Meral Akşener göreve koalisyonun iktidarda olduğu hassas bir dönemde gelmişti. Necmettin Erbakan Başbakan, Tansu Çiller Dışişleri Bakanı idi. “28 Şubat 1997” süreci yaşanınca 54. Türkiye Hükümeti dağıldı. Meral Akşener’in görevi de 30 Haziran 1997’de sona erdi. Kısa süreli bir görevdi.
Bu süreçte cesurdu Meral; yeri geldi Refah – DYP Hükümeti’nin en riskli açıklamalarını üstlendi. Üstelik arkasına dönüp baktığında tek bir milletvekili yoktu. Yıllar sonra bu günleri bir röportajında hayıflanarak şu cümlelerle anlatacaktı: “Arkama baktım, bir tek Allah’ın kulu kalmamış. Mecburen tek başına yaptım. Ertesi günlerde partiden istifalar başladı. Milletvekilleri, milletten aldıkları vekaletin hakkını verseler, tam bir dirayetle arkasında dursalar, bugün her şey çok daha farklı olurdu”.
1998’de de başka bir iddia atıldı ortaya; Türkiye’nin haber alma servisi MİT, firarda olan suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı’nın yerini tespit etmişti. Ancak operasyondan hemen önce Alaattin Çakıcı’nın ses kaydı basına sızdı. Ses kaydında, Alaattin Çakıcı, Meral Akşener’in yakalanmadan önce kendisine yerini değiştirmesi için mesaj gönderdiğini iddia ediyordu. Bu kayıt çok konuşuldu…
Meral Akşener biten görevinden sonra 1999 Türkiye Genel Seçimlerinde “DYP İstanbul Milletvekili” olarak tekrar meclise girdi.
4 Temmuz 2001’de de DYP’den istifa etti. Bu sırada Abdullah Gül, Fazilet Partisi’nden kopmuştu. “Recep Tayyip Erdoğan” ile birlikte önderliklerini yaptıkları “yenilikçi kanat” olarak adlandırdıkları bir oluşum kurdular. Meral Akşener de, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının çalışma ofisi de olan “Politik Araştırmalar Merkezi”nde bir basın toplantısı düzenleyerek, bu oluşumun içinde bulunacağını duyurdu.
2002 Türkiye Genel Seçimlerinde DYP, yüzde 9,54 oranında oy alarak barajın altında kaldı. Katıldığı oluşumda, yeni parti kurulumunda oğlu Fatih de parti adı için çalışıyordu. Ancak Meral Akşener, anlaşmazlık sonrası bu yenilikçi oluşumdan ayrıldı. Deneme yanılma yöntemlerinden geçiyor gibiydi…
3 Kasım 2001’de MHP’ye katıldı. 2004 Yerel Seçimlerinde MHP’den “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı”na aday oldu. 2007 Türkiye Genel Seçimlerinde de “MHP İstanbul Milletvekili” olarak meclise girdi. Ayrıca MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin de Başdanışmanı idi.
Meral Akşener, siyasi yaşamında yeni bir yola girmişti. Bir gün kız çocuklarının çoban olamayışını öğrendiğinde içinde kalan uhde, bugün kadın olarak ona bir şeylerin ilkini yaptırma gücü veriyordu sanki.
TBMM’de Türkiye – Çin Parlamentolar Arası Dostluk Grubu üyesiydi. Meral Akşener, 23. Döneminde, 10 Ağustos 2007’de, Güldal Mumcu ile beraber “TBMM Başkanvekili” seçilen kadın milletvekili oldu. 24. Dönemde bu tekrarlandı; 12 Temmuz 2011’de yine Güldal Mumcu ile beraber “TBMM Başkanvekili” seçildi. Bundan önce en son, 1968’de CHP Muş Milletvekili Hayriye Ayşe Neftçi, TBMM Başkanvekili seçilmişti.
15 Temmuz 2016’da, ülkenin üzerine bir anda kara kara bulutlar çöktü. Acısının tarifi zor bir süreç, şükürler olsun ki Türk Milleti’nin azmi ve iradesi ile başlamadan bastırıldı. Peki bu konudan burada neden bahsetmeli? Meral Akşener’in bu konu ile ilişkisi nedir?
Çünkü kendisine “Yurtta Sulh Konseyi” adını veren darbeci FETÖ, 15 Temmuz’da yönetime el koymaya kalktı. Bundan önceki tarihe dönecek olursak, Meral Akşener de aynı sloganı kullanarak, “Ben başbakan olacağım” açıklamaları yapmıştı. MHP’nin Genel başkanı olma konusunda da ısrarcı ve kararlıydı Meral. MHP’nin başına geçmesi halinde partinin iktidar olacağını ve kendisinin de mutlak surette başbakan olacağını söylemekten geri durmuyordu. Hatta MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin olağan kurultay tarihini belirlemesine rağmen Meral Akşener’in kurultayın bir an önce yapılması yönündeki aceleci tavrı da dikkatlerden kaçmamış; bir puzzelin parçaları gibi akıllarda birleşiyordu.
Darbe girişiminden sonra haliyle haberler ve iddialar da arttı. Meral Akşener’in bir FETÖ projesi olarak ortaya çıktığı konuşuluyordu. “Yurtta sulh, cihanda sulh!” cümlesini dilinden düşürmeyişi ve üzerinden çok zaman geçmeden darbe girişiminin de “Yurtta Sulh Konseyi” adıyla TRT’den bildirilişi akıllara soru işareti düşürdü. Üstelik 15 Temmuz’dan sonra da sessizliğe gömülmüştü; iddialı konuşmaları, kurduğu bütün cümleler boşlukta yayılan bir duman gibi dağılmış, parçalanmıştı. Oysa 7 Haziran’dan önce FETÖ medyasında yaptığı bir konuşmada; “İktidara geldiğimizde tutuklu polisleri serbest bırakacağım” diye sözler veriyordu ve özellikle ekliyordu; “Fetullahçı değilim, ama olsaydım gururla bunu söylerdim”.
Daha sonra FETÖ darbe girişimini isim vermeden twitterde şu şekilde eleştirdi Meral Akşener: “Ülkemiz darbelerden geçmişte büyük zarar görmüştür. Yapılan kalkışmanın üzerinden milletimizin feraseti ile gelinecektir. Gün demokrasimize sahip çıkma günüdür”.
Devlet Bahçeli de bu konuda sessiz kalmadı: “15 Temmuz’daki bildiride ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ ifadesi öne çıkıyor. Hanımefendinin neredeyse her toplantısında ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ ifadesini kullanıyor olması tesadüf olamaz”.
İşte bütün bunlardan sonra soğuyan ara daha da gerilerek bozguna uğrayacaktı…
Meral Akşener, MHP ile bir bütünlük kurmuştu. 2011 ve Haziran 2015 Genel Seçimlerinde MHP İstanbul Milletvekili olarak yine meclisteydi. Ancak Kasım 2015 Türkiye Genel Seçimlerinde partisinden milletvekili adayı olarak gösterilmedi.
MHP oy kaybetmiş ve mecliste temsil edilen dördüncü parti olmuştu. Meral Akşener, ay sonunda bir basın toplantısı düzenledi ve kurultay talebinde bulundu. Ayrıca “Üzerime düşen her görevi yapmaya hazırım” diye özellikle vurguluyordu. Mahkeme MHP olağanüstü kongresi yapılmasına karar verdi. Meral Akşener de bu olağanüstü kongre için Genel Başkan Adayı oldu. Tarih 15 Mayıs olarak açıklandı. Ancak, MHP de bu kararı tanımadığını bildirdi.
Meral Akşener, 8 Eylül 2016’da partisinden resmen ihraç edildi. 19 Haziran 2016’da Ankara Nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurdu; ihraç kararına ihtiyati tedbir konulmasını istiyordu. Çocuk aklının nöbet tuttuğu erik ağaçları gibiydi belli ki bu dava, sadece bekledi. 15 Aralık 2016’da Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi davayı reddetti ve Meral Akşener kesinkes partisinden ihraç edilmiş oldu…
Meral Akşener, TBMM’de temsil edilecek beşinci partiyi kurmaya karar vermişti. 2017’de Bağımsız Milletvekilleri Ümit Özdağ ve İsmail Ok ile birlikte bu yeni partinin kurulma çalışmalarını hızlandırdı.
İlk iş bunu kamuoyuna duyurmak gerekiyordu. İsmail Ok, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında yeni kuracakları parti ile ilgili soruları cevaplayarak bu görevi tamamladı. Şöyle diyordu açıklamalarında: “Yeni partinin, artık kurulması yönünde tabiri caizse bir yol ayrımına girilmiştir, başlanılmıştır; inşallah Türk Milleti için hayırlı olacaktır. Türk Milleti de bu yeni partide lider olarak, genel başkan olarak Sayın Meral Akşener’i görmektedir.
Sayın Meral Akşener’in liderliğinde, genel başkanlığında Türkiye’de yeni bir parti kurulacaktır…”
Basın açıklamasıyla da resmen tüm yenilikler açıklanmıştı. Meral Akşener’in kuracağı partinin adı “İyi Parti”ydi.
Meral Akşener, İçişleri Bakanlığı’na dilekçesini verdi ve İyi Parti’yi Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde, 25 Ekim 2017’de kamuoyuna resmen duyurdu…
Partisinin logosu tartışmalara neden oldu; Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin kurumsal kimliğine benziyordu. Hemen akabinde partinin gelecek seçimlerde barajı geçip geçemeyeceği kulislerde konuşulmaya başlandı. Yapılan anketler pek iç açıcı görünmese de, Meral Akşener’in nasıl bir yol izleyeceği merakla beklenenler arasındaydı.
İşte böyleydi göç ederek bu topraklara gelmiş Balkan kızının hayatı…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bazen bir insanın ürettiği ne çok şeyi bildiğinize şaşarsınız ya, Sezen Aksu da benim için işte öyle bir isim. En eski bildiğim şarkısını en fazla 90’larda yazmıştır derken, 70’lerden, 80’lerden Sezen Aksu şarkılarını ezbere bildiğimi fark ettim bu biyografide.
Bazı insanların, belki de bütün sanatçıların demeli, gerçekten yaşı yok. 90 kuşağı bir gencin kalbine böylesine dokunmuş, hala dokunmaya devam ediyor… Ve istiyor ki insan, hep etsin. Güzellikler ne olur tükenmesin.
Minik Serçe’nin doğum günü vesilesiyle çıktığım bu zaman tüneli yolculuğu umarım sizi de en az benim kadar sarhoş etsin. Yaşının bir önemi olmadığından kaç yaşına girdiğiyle ilgilenmeden, “İyi ki doğdun Sezen Aksu” demek istiyorum. Hep en güzel cümleleri seçtiğin, ilk aşkımıza, ilk ökemize, ilk ayrılığımıza şahit olup asla yalnız olmadığımızı hissettirdiğin için, çok, ama çok teşekkür ederim.
Bakalım siz en eski hangi şarkısını biliyorsunuz? Lütfen bu yazıyı fona Sezen şarkılarını alarak okuyun, olur mu?
Sevgimle…
Sezen, 13 Temmuz 1954’te, Denizli Sarayköy’de, Şehriban Hanım ve Sami Bey’in kızları olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona “Fatma Sezen Yıldırım” adını verdi. Annesi, Selanik’ten mübadele ile gelen bir ailenin kızıydı ve Fen Bilgisi Öğretmeni olmuştu. Babası ise, Rizeliydi; Laz kökenliydi. O da Matematik Öğretmeni çıkmıştı. Yolları kesişmiş, evlenmişler ve Sezen’e de eğitimci anne babanın çocuğu olmak nasip olmuştu. Bir de Nihat adında kardeşi vardı.
Sezen 3 yaşına geldiğinde, ailecek İzmir’e taşındılar. İzmir, gönlünde bambaşka yere sahip olacaktı. Üzerine şarkılar yazacak, şarkılar söyleyecek, bu şehri hep çok sevecekti. Sonra annesi ve babasının yönlendirmesi ve içinden gelen bir iştahla, sanata düşkün olacaktı Sezen.
Gençliğe ilk adım attığı zamanlarda sanatsal eğitimler de yoğunlaşmıştı. Bir süre Cengiz Bozkurt’tan resim dersi, ardından tiyatro derken dans dersi aldığında dansöz olma hayalleri kurmaya başladı. Asi kişiliği onu öylesine ele geçirmişti ki, bu konuda ısrarcıydı. Nihayetinde Sezen dansöz olmadı. Ama özellikle babasıyla büyük çatışma yaşadılar. Yıllar sonra bugünleri anarken de şöyle diyecekti Sezen: “Allah babama acıdı da şarkıcı oldum”.
Lisede iyiden iyiye müziğe yönelmişti. 1970’te “Hafta Sonu” dergisi bir ses yarışması açtı. Jüri başkanlığında Ajda Pekkan ismi ışıl ışıl duruyordu. Sezen nasıl olur da bu yarışmada olmazdı; elbette katıldı.
Nihayetinde Sezen, yarışmada altıncı oldu. Birinci olan isim ise, Nilüfer olmuştu. İşte bu sebepten önce Nilüfer’in albümü çıktı. Sezen için de Türkiye için de biraz daha zamana ihtiyaç vardı…
İzmir Kız Lisesi’nden henüz mezun olmuştu Sezen. Üniversiteye girmeyi hayal ediyordu sadece. Müzik lisede hayatına girmişti, ama lisede olan her şey insanın hayatına çöreklenip kalmazdı ya. Onun hayali başkaydı şimdi.
Ancak bu sıra girdi hayatına Hasan Yüksektepe. İlk aşktı, vazgeçilmiyordu. “Okul bitsin, evlenelim” diyorlardı ki, beklemek istemediler. 1972’de, aile arasında evde kıyılan bir yıldırım nikahıyla evlendiler. Ve evliliklerinin sadece üçüncü gününde bunun yürümeyeceğin fark edip, ayrıldılar.
Ama ilk aşktı işte. Çok canı yanıyordu Sezen’in. Müzik aslında belki de o üç günlük evliliğin ardından kendine bulması gereken meşgaleden doğdu. Ayrılır ayrılmaz hayal ettiği gibi üniversiteye de girdi. Ancak belli ki kaderinde müzik vardı.
Hayatında aldığı en büyük darbe ise, ilk aşkının en yakın arkadaşı Bahar ile evlendiğini öğrendiği gündü. Günlerce kendini toplayamadı; ama elbet ayağa kalktı. Belli ki ilk duygu yüklü şarkılarını işte o zaman yazdı Sezen. Acıyı dönüştürmenin bir yolunu bulmuştu…
Sezen’in aklında da, kalbinde de müzik vardı. Yine de 1973’te, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ne girdi. Ancak bir yandan da müzik hayatının vazgeçilmez parçasıydı; çalışmaya, üretmeye devam ediyordu.
1974’te, bir plak şirketine üç şarkısını gönderdi. Aynı yılın Kasım ayında bir de evlilik gerçekleştirdi. Genç yaşta, Hasan Yüksektepe ile yaptığı kısa süreli evliliğin ardından, bu seferki bir başkaydı. Onu tanıyacağımız soyadı, işte bu evlilikle geldi. Ancak bu evlilik de kısa sürecekti.
Bir yanda müzik, bir yanda Ali Engin Aksu ile olan evliliği, okuldan ayrılmasına sebep olmuştu. Ancak 1974 biterken ilk plağı için İstanbul’a yerleşti. Hayallerin peşinde, yeni, yepyeni bir hayat başlıyordu…
Sezen’in ilk 45’liği, 1975’te çıktı. Her şey ziyadesiyle heyecanlıydı; birkaç pürüz dışında. Öncelikle plak, Sezen’e danışılmadan, “Sezen Seley” adıyla çıkarıldı. Plak da istediği gibi satmamıştı. Neyse ki bu isim karışıklığı onunla bir ömür yaşamadı.
Haydi Şansım adını verdiği plağı, istediği satışı yakalamayan Sezen, en azından istemediği bir isimle anılmayacaktı.
Sezen, ilk 45’liğinin üzerine, onu bir ömürlük tanıyacağımız ve seveceğimiz adıyla, Sezen Aksu olarak, ikinci 45’liği Yaşanmış Yıllar / Kusura Bakma’yı çıkardı.
Bu sefer şansı da, başarısı da yüksekti. Hemen ardında, 1976’da, uzun süre plaklar listesinde bir numara kalacağı üçüncü 45’liği Olmaz Olsun / Vurdumduymaz’ı çıkardı.
Dönemin popüleritesi gazinolarda sahneye çıkmayı gerektirirdi. Sezen Aksu da, ilk sahne çalışmasına 1976’da, Bebek Belediye Gazinosu’nda başladı.
Elbette 45’likler de devam ediyordu. 1977’de, Allahaısmarladık / Kaç Yıl Geçti Aradan ve Kaybolan Yıllar / Neye Yarar 45’liklerini çıkardı.
Hemen ardından ilk 33’lüğü olan Allahaısmarladık albümünü sevenleriyle paylaştı. Albümün kapağında ise şöyle yazıyordu:
“Yıllar yılı seviştik de neden mutlu olmadık.
Aşkımıza aşk değil yıllarca yalan kattık.
Sana son bir sözüm var,
O da, ‘Allahaısmarladık’”
Sezen, 1978’de Hurşid Yenigün’ün iki bestesi için söz yazdı. Söz yazarlığı konusunda da giderek ustalaşacak; adeta Türkiye’nin şarkı sözü ihtiyacını karşılayan birkaç isimden birine dönüşecekti. Gölge Etme / Aşk 45’liğini çıkarmıştı. Yine 1978’de, Serçe adını verdiği plağı, çift LP olarak piyasaya sürüldü. Bu albüm, Sezen Aksu’nun en eski albümü olma özelliğini taşıyordu.
1979’da, İlk Gün Gibi / Yalancı ve hemen ardından Allah Aşkına / Sensiz İçime Sinmiyor 45’liklerini çıkardı.
Ve 1979, aynı zamanda onu Minik Serçe olarak tanıyacağımız yıldı…
Sanat konusunda sürekli üretken bir isim olma yılında hızla yükselişteydi Sezen Aksu. Plaklarından sonra sinema sektöründe de yerini almıştı. İlk kez bir Atıf Yılmaz uyarlaması olan Minik Serçe filminde, Sezen, Bulut Aras ile başrolü paylaşıyordu. Film, A Star is Born ( Bir Star Doğuyor) filminden uyarlanmıştı. Bir ünlü doğarken, başka bir ünlünün sönüşünü anlatan film, bu dönemde fazla beğenilmese de, Sezen adına kalıcılığı olmuştu. Bundan böyle Sezen Aksu, ülkede Minik Serçe olarak anılacaktı…
Minik Serçe’nin ardından Sezen bir daha 1989’da beyaz perdede görünecekti. Yavuz Özkan’ın yönetmen koltuğunda olduğu Büyük Yalnızlık filminde Sezen Aksu başrolü bu kez Ferhan Şensoy ile paylaştı. Bu film, 1990 Altın Portakal’da, En İyi Görüntü dalında ödüle layık görüldü.
Ayrıca film müziklerinden Aşk Irmakları’nı, 4 yıl sonra Levent Yüksel, Uçurtma Bayramları adıyla ilk albümünde seslendirecekti…
Minik Serçe, 1980’de, Sevgilerimle adını verdiği albümünü çıkardı. 1981’de ise, Sezen Aksu Aile Gazinosu adlı müzikal için çalışmalara başladı. Bu sırada yine araya bir evlilik detayı girdi. Sezen Aksu, 10 Temmuz 1981’de, Sinan Özer ile Beşiktaş Evlendirme Dairesi’nde ikinci evliliğini yaptı.
Sezen Aksu, bu sırada 4,5 aylık hamileydi. 11 Kasım 1981’de, bir oğulları oldu. Ona Mithat Can adını verdiler.
Ara verdiği müzikal çalışmalarına da geri döndü.
Ve bu evlilik, 1983’te boşanma ile sonuçlandı.
Yıllar sonra 1993’te de Gazeteci Ahmet Utlu ile bir evlilik daha yaptı. Bu onun dördüncü evliliğiydi. Ancak bu da uzun sürmedi.
Sezen, sanatın her dalına ilgisini ve başarısını öncelikle kendine kanıtlamıştı. Oyunculuk yeteneğini, 1982’de, Şan Müzikhol’de, Adile Naşit, Ayşen Gruda, Şener Şen ve Altan Erbulak ile aynı sahneyi paylaştığı Aile Gazinosu’nda 7 farklı karaktere bürünerek göstermiş oldu.
Ayrıca müzikal sonrasında Firuze albümünü çıkardı. Dönemin popüler dergisi Hey ise, onu Yılın Kadın Şarkıcısı seçti…
Bu performansın ardından 1985’te, “Bin Yıl Önce, Bin Yıl Sonra” müzikaline hazırlanmaya başladı. Müzikal, 1986’nın ilk haftasında gösterime girdi. Şan Müzikholü’nde kapalı gişe oynanan müzikalde Sezen Aksu, sahneyi Ayşen Gruda, Şener Şen ve İlyas Salman gibi özel isimlerle paylaştı. Yine başarılı bir oyunculuk sergiledi.
Sezen Aksu, 1983’te, Eurovision’a katılma kararı alan sanatçılar kervanına katıldı. Söz ve müziği Ai Kocatepe’ye ait “Heyamola” şarkısını, Ali Kocatepe ve Coşkun Demir ile birlikte seslendirmişti. Şarkı Türkiye finaline kaldı, ancak Eurovision finalinde Türkiye’yi temsil edemedi. Ancak Heyamola plak olmuştu ve 1983’te Hey Dergisi, onu yılın plağı seçti.
Sezen Aksu, 1984’te tekrar aday oldu. Halay, 1945 ve Merhaba Ümit adını verdiği şarkılar Türkiye finaline kaldı. İlk önce Merhaba Ümit şarkısını eledi Sezen. Sonra 1945 ve Halay’ı seslendirmeye karar verdi. Ancak Türkiye finalinin gerçekleşmesine iki hafta kala onu ziyarete gelen yabancı arkadaşı, ona, 1945’i söylemesini önerdi. Sezen biraz düşündü ve bu fikir aklına yattı. Ancak bu kez de başarılı olamadı.
1985’te, şansını son bir kez daha denedi. Bu sefer şarkısı Küçük Bir Aşk Masalı’ydı ve sözleri kendisine aitti. Özdemir Erdoğan ile birlikte seslendirdikleri bu şarkı da sonucu değiştirmedi. Bu kez de başarılı olamayan Sezen Aksu, bir daha yarışmaya hiç katılmadı.
Sezen Aksu, 6 Eylül 1984’te Sen Ağlama adını verdiği albümünü çıkardı. Yaptıklarıyla, ürettikleriyle Sezen Aksu başarılı bir isimdi. Ancak albümleri TRT’nin denetiminden geçemediğinden televizyonda şarkıları yayınlanmıyordu. 1985’in başından itibaren bu düzen değişti ve şarkıları TRT’de yayınlanmaya başlar başlamaz Sezen’in başarısı katlandı. Şimdi haftalarca listelerin zirvesinde kalacağı günler başlamıştı.
Başarısına duyduğu mutluluğun ötesinde şaşkındı da. Albümünün 56. Haftasında Hey Dergisi’ne verdiği röportajda sevenlerine şu cümlelerle teşekkür ediyordu: “Bekliyordum ama bu kadarını değil… Ne yalan söyleyeyim, 1 yılı aşkın sürece listelerde kalacağımı sanmıyordum. Tüm müzikseverlere candan, gönülden teşekkürlerimi sunuyorum”.
Onyedi Dergisi’nin Ocak 1986 sayısında düzenlediği okuyucu anketinde Sezen Aksu, “1985’in En Büyük Kadın Şarkıcısı” seçildi. 1986’da bu kez Sezen Aksu “Git” albümündeki enfes şarkılarla fırtınalar estiriyordu.
1988’de albümüne Sezen Aksu’88 adını vermişti. Yine 1989’daki albümünün adı ise, Sezen Aksu Söylüyor oldu. İsmine duyduğu güven ve ondan aldığı güç yadsınamazdı. Ve elbette yine çok sevilmişti.
Her şey için en gerekli şey zamandı. Kuşkusuz her şeyi olgunlaştıran zaman, hepimizin olduğu gibi, Sezen Aksu’nun hayatına da olgunluk getirmişti. Ürettiği her şeyin sonunda, sıra şimdi üretmeye devam ederken başka insanlara dokunmaya gelmişti; kendi gibi bu işe gönül verecek genç insanlara…
Böylece 90’lar, Sezen’in olgunluk zamanları oldu. Sezen Aksu, yapımcılığa hiç soyunmasa da yaptığı şarkılarla ölümsüzlüğü keşfetmişti. Ancak Sertab Erener, Harun Kolçak, Levent Yüksel, Aşkın Nur Yengi, Işın Karaca, Yıldız Tilbe, Hande Yener gibi birçok insanın hayatına dokundu. Onlara hep destek oldu…
Yapımcılığın yanında aynı zamanda Kanal 6’da, Sezen Aksu Show programını da yapmaya başladı.
Sezen’in ilk dokunduğu isim, 1990’da Aşkın Nur Yengi oldu. O sıralar Sezen Aksu’nun vokalistliğini yapan Aşkın Nur Yengi, ilk kez Sevgiliye adını verdiği albümü ile görücüye çıktı. Bir Sezen Aksu yapımı olan bu albüm, bir milyon sattı.
Bir yandan kendi albümleri için çalışmalarına da devam ediyordu. 1991’de Aşkın Nur Yengi’nin ikinci albümü Hesap Ver’in yapımını üstlenmişken, kendisi de müzik yönetmenliğini Onno Tunç’un yaptığı Gülümse albümünü çıkardı. 1992’de de, Avrupa’da albümün hit şarkılarından Hadi Bakalım’ın teklsi yayınlandı. Aşkın Nur Yengi’nin albümü yine yüksek satış elde etmişti evet. Ancak Sezen Aksu da, iki milyonu aşan bir satış rakamına ulaşmıştı. Sezen, halkın bir kesimine değil, yine halkın yüreğine hitap ediyordu. Gülümse diyordu; Gülümse, bulutlar gitsin…
Sezen Aksu, vokalistlerinin yapımcısı olmaya devam ediyordu. Sertab Erener’e de Sakin Ol albümünü yapmışlardı ve bu albüm, beklenenin çok üstünde sattı. Bu albümden sonra, 1993’te, Levent Yüksel’in ilk albümü Med-Cezir için çalışıyordu. Yine başarılıydı. Levent Yüksel de 90’larda hit olmuş şarkıcılar arasında anılacaktı.
1993’te kendi albümü Deli Kızın Türküsü’nü çıkardı. Uzay Hepari ile çalışıyorlardı ve farklı tarzlar denemenin peşindeydi. Küçüğüm, Masum Değiliz, işte hep bu albümden çıktı.
Uzay Hepari ile kimyaları uymuştu. Hatta kısa süreli de olsa ses getiren bir aşk da yaşadılar ve nice şarkılar getireceği belli bir şekilde bitti.
Bunların yanında Hepari’nin ömrü de uzun sürmedi. Albümün ses getiren başarısının etkisi devam ediyordu ki, 20 Mayıs 1994’te, Hepari, Oyuncu Demet Akbağ’ın durur vaziyetteki arabasına çarptı ve bitkisel hayata girdi. 31 Mayıs’ta ise, hayata tamamen veda etti.
Hepari, 6 aylık evliydi ve kazadan bir gün önce baba olacağını öğrenmişti. Sezen, kalbindeki ağır ağrı ile onun ardından Yas şarkısını besteledi. Ancak belli ki seslendirmeyi kaldıramamıştı. Okumak yerine şarkıyı Levent Yüksel’in bir sonraki albümüne koydu.
Hayat devam ediyordu. Bu çalkantılı günlere bir paravan koyup, Sertab Erener’in ikinci albümü Lal’in çalışmalarına başladı. Yine başarılı olacak ve 90’ların müziğine yadsınamaz bir katkıda bulunacaktı…
1991’de, Sezen Aksu İzmir’de bir pavyona gitti. Sahnede şarkı söyleyen kadının sesi, onu derinden etkilemişti. Birkaç gün sonra gitti, onu aldı ve İstanbul’a vokalisti olarak getirdi. Kuşkusuz herkes bu kadının Yıldız Tilbe olduğunu biliyor.
Yıldız Tilbe’ye evi de, şöhretin kapılarını da açtı Sezen Aksu. Yıldız Tilbe, yeteneğinin getirisi ile kısa sürede adından söz ettirmeye başlamıştı bile.
Ve o dönemde birlikte çalıştığı Uzay Hepari ile büyük aşk yaşıyordu Sezen. 1992 yılıydı ve bahar tüm sıcaklığıyla Sezen’in aşk dolu kalbini ısıtıyordu. İşte bu dönemde Yıldız Tilbe ve Uzay Hepari arasında doğan yakınlığı öğrendiğinde baharı, kışa dönüverdi. Yıldız Tilbe elbette bu koşullarda evinde kalamazdı; artık vokalisti de değildi.
Sevgilisi Uzay Hepari’yi de terk etti. Sonrası hep şarkılar ve yıllar boyu süren küskünlük…
Uzay Hepari ile küskünlüğü sürmedi, süremedi. 1993’te Modacı Zeynep Tunuslu ile evlenen Hepari, 1994’teki talihsiz kaza ile hayata veda etti. Elbette ölümün olduğu yerde en acı ihanetin bile esamesi okunmazdı.
İlginç bir tesadüftür ki, aynı yıl Yıldız Tilbe de sonsuz şöhretini yakaladı. Delikanlım albümü adeta patlamıştı.
Şimdi iki ünlü kadın vardı ve aslında kimsenin bu yaşanan ihanetten haberi bile yoktu. Ancak Tilbe, yıllar sonra, 2011’de katıldığı Alt Üst Muhabbetler programında, Bir gece sarhoştum ve Uzay Heparı ile birlikte oldum. Sezen de beni evden kovdu” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu itirafın ardından bir türlü soğumayan o ateş, küllerinden doğdu. Zaten şarkılara taşınmış olan bu küskünlük, devam etti. Ta ki, 29 Aralık 2017’ye kadar. Onların barışı, bize hiçbir şeyin sonsuza dek sürmediğini kanıtlar nitelikteydi. Sezen Aksu ve Yıldız Tilbe nihayet barışmıştı. Demek ki her şeyin bir zamanı vardı…
Geriye de bizim kulaklarımıza minnet canım şarkılar kaldı. Kim bu küslükten tamamen şikayet edebilir ki?
1995’te Sezen Aksu, Işık Doğudan Yükselir adını verdiği albümle Anadolu müzikleri kıyısında dolaşıyordu. Yunus Emre’den Mevlana’ya birçok özel ismin eserlerine yeniden hayat vermişti.
Ayrıca bu albümde Bedri Rahmi Eyüboğlu dizeleri de vardı:
“Bu Anadolu var ya bu Anadolu.
Bu misli menendi görülmemiş cömert ana.
Bu her yanı meme, bu her yanı dudak, bu her yanı gül.
Bu zırnık almadan veren, habire veren yedi gül”.
Sezen, 1996’da Nazan Öncel’in Sokak Kızı albümündeki Erkekler de Yanar ve Bırak Seveyim Rahat Edeyim şarkılarında bu kez geri planda durmuş, vokalist olarak eşlik ediyordu. Yine 1996’da, Zerrin Özer’in Paşa Gönlüm şarkısı için çektiği klipte de yer aldı.
1997 Aralık’ta Düğün ve Cenaze albümünü sevenlerinin beğenisine sundu. Ancak bu kez yüksek satış rakamları elde edemedi. Çünkü albümü yoğun eleştiriler almıştı. Sezen, 1998’de, albümün en ses getiren şarkısı Erkekler’in teklisini çıkardı. Yapımcılık kimliğiyle de hayat devam ediyordu. 1998 Nisan’da, Levent Yüksel’in Adı Menekşe albümünü çıkardı.
1998 Aralık’ta Sezen Aksu, 80’lerin melankolik Sezen albümlerini anımsatan lezzette bir albüme daha imza attı ve ona Adı Bende Saklı adını verdi. O’nun adını kalbine gömen her bedenin sesi olmuş gibiydi; her kesim belli ki kendinden bir şey bulmuş ve bu albüm çok beğenilmişti.
Özellikle Selami Şahin imzalı Adı Bende Saklı, Ben Sevdalı Sen Belalı ve Tutuklu, dönemin dillere pelesenk şarkılarından oldu.
Bu başarıyı 1999’da ise Sarı Odalar single’si izledi.
Sezen Aksu, ülkenin müzik ihtiyacına bireysel katkısında, 2 Haziran 2000’de çıkardığı albümüne Deliveren adını verdi. Hala ezbere bildiğimiz, hiç eskimeyen şarkılardan, Oh Oh, Kahpe Kader, Sarı Odalar, Keskin Bıçak gibi şarkılar bu albümün bir parçasıydı. Ve Deliveren’in ne anlama geldiğine de bir açıklamasında yer veriyordu: “İçindeki şeytanla meleği yönlendiren”.
İşte içinin kuzeyini yönlendiren bu albüm, 2 milyona yakın sattı.
Altı yıldır vokalistliğini yapan Işın Karaca’nın ilk albümünü ise, 2001’in sonunda yaptı. Anadilim Aşk adı verilen bu albümde, her bir şarkı Sezen Aksu imzalıydı.
2002’de hepimiz “O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz” diye tüm duygumuzu yine Sezen sayesinde akıtıyorduk. 20 Mayıs 2002’de DMC’den çıkardığı ilk albümdü Şarkı Söylemek Lazım. Hemen ardından bir konser turuna çıktı Sezen Aksu. Türkiye’nin bütün dil ve medeniyetlerini bir araya getiren bu turu, Türkiye Şarkıları adı altında yaptı. Ona, bu konserler sırasında Rum, Ortadoks, Ermeni ve Musevi korolarıyla Diyarbakır Belediyesi Çocuk Korosu da eşlik ediyordu.
Konserler devam ederken albüm çalışmaları da sürdü. 2003 yazı bitmeden Sezen bir albüm daha çıkarmıştı ve ona Yaz Bitmeden demişti. Bu albümün en ses getiren şarkısı kuşkusuz Farkındayım oldu. Şarkının klipi Van’ın Gevaş ilçesinde çekildi.
Sezen Aksu, 2006’da bir şiir kitabı yayımladı ve ona, Eksik Şiir adını verdi. Eksik Şiir, Sezen’in 1975 – 2006 yılları arasında yazdığı tüm şarkı sözlerinin bir arada toplanmış haliydi. Bugüne kadar yazdığı 400’den fazla şiir ve bestesi vardı. Onlar arasından 197’sini seçmişti.
Ve bu kitap, 4 günde 17.000 adet sattı…
Kitabın ikincisi ise, 2016 Kasım’da, Eksik Şiir İkinci Kitap adıyla yayımlandı.
2005’teki albümün adı Bahane’ydi. Şarkılardan birinin adı Perişanım Şimdi’ydi ve hikayesine göre, Sezen Aksu, oğlu ile yaşadığı bir dargınlık sonrası yazmıştı bu şarkıyı. Belki bu içli duygudan kaynaklı, albüm ilk iki hafta 320 bin sattı. Sene sonuna gelindiğinde ise, albüm en çok satan albüm oldu.
2008 Haziran’da bir sonraki albümü Deniz Yıldızı’nı çıkardı. Bu albüm, uzun yıllar birlikte çalıştıkları Onno Tunç’un piyano örnekleri ile renklendi. Aynı zamanda albümde bulunan Sezen Aksu imzalı Tanrı’nın Gözyaşları ile barışa çağrı yapmak istediğini de açıkladı. Toplumsal ve belki siyasi bir mesaj vererek, barış ortamının oluşabilmesi için sınır ötesi operasyonların bitirilmesi gerektiğini açıklamıştı.
2009’da ise, 2 CD’den oluşan albümü Yürüyorum Düş Bahçelerinde adını taşıyordu. Kendi imzasını taşıyan, ancak başka sanatçıların söylemiş olduğu şarkıları, şimdi sahibinin yorumlarıyla dinliyorduk.
Amerikan NPR Radyosu, 2010’da, 50 Büyük Ses listesini açıkladı ve bu 50 ses arasında Sezen Aksu’nun adı da yazılıydı. 2010 Nisan’da Fahir Atakoğlu ile Stockholm’de verdiği konseri, çok sayıda Türk ve İsveçli seyirci izledi.
10 yıllık aranın ardından New York, Newark, Carnegie Hall’de üç konser verdi. tüm bu ABD konserlerinde Minik Serçe’ye Fahri Atakoğlu eşlik etti…
Sezen Aksu, 2011’de yine stüdyoda albüm kaydındaydı. Unuttun mu Beni şarkısı ile çıkış yaptığı albüm Öptüm adını taşıyordu. Cemal Süreya’nın Sayım şiiri de Sezen yorumuyla, bu albümde can buldu.
2013’te Kayıp Şehir, 2014’te de Yeniler ve Yeni Kalanlar single’larını çıkardı. 2015’te Eksik Olma şarkısıyla ise, bu kez Sürdürülebilir Çay Tarımına destek veriyordu. Yaşamın içinde toplumsal sorunlara duyarlı sanatçı kimliğiyle bir ayrı güzeldi…
2016 Ocak’ta İstanbul Volkswogen Arena’da konser veren Minik Serçe, “Her bitiş yeni bir başlangıçtır. Üretmeye devam edeceğim fakat daha önceden söz verdiğim birkaç konseri de yaptıktan sonra sahneye veda ediyorum. İstanbul’da son konserim. Bugün 40 yılın anısına burada benimle olduğunuz için şükranla doluyum” açıklaması ile sahnelere veda edeceğini açıkladı.
Ancak sanat bir kere insanın kanına zuhur etmeye görsün, ondan kurtulmak ne mümkündü. Sezen Aksu, aynı yılın Eylül’ünde, tekrar müzik yapacağını açıkladı ve 2017 Ocak’ta, müziği bırakmasını açıklamasının üstünden tam bir yıl geçmişken, Biraz Pop Biraz Sezen adını verdiği albümünü çıkardı…
Bugüne kadar dünya genelinde 40 milyondan fazla albüm satan özel bir isimdi Sezen Aksu. Kalplerimize dokunmasını hep bildi. Bu belki anlatılmaz yaşanır denen duygulardan biri. Çünkü o bunu gerçekten iyi biliyor.
Hayatın içinde kendi başına yaşarken her kalbe aynı özenle dokunan sözcükleri seçen bir Sezen Aksu geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Sabahattin Ali, Türk Edebiyatı’nda özel bir yer edinmiş o güzel adamlardan biri. Toplumcu gerçekçi yazarlardan biri olarak kabul görmüş. Kürk Mantolu Madonna’yı, sonra İçimizdeki Şeytan’ı Kuyucaklı Yusuf’u yazdı ve hepsi Türk Edebiyatının önemli yapı taşlarından biri oldu. Özellikle Kuyucaklı Yusuf, 100 Temel Eser’den biriydi.
Okumak da yazmak da hayati telaşeleri arasında yer aldı hep. Yemek yer gibi, su içer gibi okudu ve onu güldüren, ağlatan, kızdıran, sevindiren ne kadar duygu varsa, hepsini bir araya toplayıp yazdı. Başka türlüsü mümkün olamazdı…
Sabahattin, 25 Şubat 1907’de, Edirne’nin Gümülcine Sancağına bağlı Eğridere’de, Hüsniye Hanım ve Ali Selahattin Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi.
Ali Bey, Eğridere’de zabit olarak çalışırken tanışmıştı Hüsniye Hanım’la, kendisinden 16 yaş küçüktü. Evlendiler. Ali Bey, dönemin entelektüel kesiminden Prens Sabahaddin ve Tevfik Fikret ile derin bir dostluk içindeydi. Bir gün çocukları olduğunda onlara dostlarının isimlerini vermek istiyordu. Allah gönlüne göre vermişti. İlk oğluna Sabahattin, diğerine de Fikret (1911) adını verdi. Uzun bir aradan sonra 1920’ye gelindiğinde, Süheyla adını verecekleri, ama aile içinde “Süha” diye çağıracakları, kızları da katılacaktı aralarına.
Ali Bey, I. Dünya Savaşı yıllarında “Divan-ı Harb Orfi Reisi” olarak Çanakkale’ye çağırıldı. Ailesini geride bırakmadı, hep birlikte yola düştüler ve 4 yıl orada yaşadılar. Aslında isteği biriktiği parayla İzmir’de tiyatro veya gazino işleriyle uğraşmaktı. Ancak İzmir’in işgali ile yolunda giden şeyler de rayından çıkmıştı. Bunun üzerin Edremit’e, Hüsniye Hanım’ın babasının yanına yerleştiler.
Hüsniye Hanım, evlendiğinde henüz 16 yaşındaydı ve ruhsal sorunlar yaşıyordu. Defalarca intihara kalkıştı. Evet, hayatta kalmayı başarmıştı; ama Sabahattin’in pek yanında olamamıştı. Çok küçük yaşta anne olmasından mütevellit onunla ilgilenememiş; diğer oğlu Tevfik’e daha yakın durmuştu. Bu durum Sabahattin’in içine kapanık bir çocukluk yaşamasına sebep olacaktı. Sabahattin arkadaşlarıyla oynamaktansa evinde kitap okumayı ya da resim yapmayı tercih ediyordu. Yine de başarılı bir öğrenci olmaktan hiç ayrılmadı.
Sabahattin, eğitimine 7 yaşında İstanbul, Üsküdar’da Doğancılar mahallesinde “Füyûzâtı Osmâniye Mektebi”nde başladı. Çanakkale’ye gitmek söz konusu olduğunda eğitimine “Çanakkale İptidai Mektebi”nde devam edecekti. Ancak bu sefer de seferberlik ilan edildi ve okul öğretmensiz kaldığı için kapatıldı. Okulun tekrar açılmasında babası Ali Bey’in çabası yadsınamazdı…
Daha sonra Edremit İptidai Mektebi’nde başarılı bir öğrenci oldu. Okumaya fazlasıyla özeniyordu. Özellikle babasının arkadaşı Mehmet Şah Bey’in özel ilgisi, bu konudaki en güzel teşvikiydi. Her ne kadar sorunlarla karşılaşıp bölünmeler yaşasa da başarılı bir öğrencilik geçirmişti.
1921’de Edremit İptidai Mektebi’nden mezun oldu ve bir yıl kalmak üzere İstanbul’a büyük dayısının yanına geldi. Ardından Balıkesir’e döndü; “Balıkesir Muallim Mektebi”ne kayıt yaptırdı.
Okul hayatı boyunca şiirler, hikâyeler yazmak onun için en büyük keyif kaynağıydı. Muallim Mektebi’nde şiir ve hikâye konularında deneyim kazandı. Artık kendini geliştirmek için gazete ve dergilere yazılarını göndermeye başlamıştı. Bu okul ona yaramıştı. Arkadaşlarıyla birlikte bir okul gazetesi çıkardı. Sessiz geçen çocukluğunun üzerine belki de sosyalleşerek kendini buluyordu.
Günlük tutmaya da başlamıştı. Sanata olan ilgisini ve bağını güçlendirmek için daha çok sinema ve tiyatroya gitti. Ruhu özgürlük için vardı ve okul disiplini onun için biraz fazlaydı. Daha çok sinema ve tiyatro seyretmesinin bir sebebi de buydu. Okul müdürü bunu fark ettiğinde Sabahattin’i ailesinin yanına göndermekle tehdit etti.
Annesinin intihar girişimleriyle büyümüş bir çocuktu o. Blöf olarak nitelendirdiği bu intihar girişiminden arkadaşı ve öğretmenleri sayesinde döndü. Çok geçmeden okul müdürünün yardımlarıyla İstanbul’a naklini aldırdı. Burası onun için daha iyi olmuştu. Edebiyat Öğretmeni Ali Canip Yöntem en büyük destekçisiydi. Eğitimine devam ederken “Çağlayan ve Akbaba” gibi dergilerde şiir ve hikâyeleri yayımlandı. Hayatı bir düzene girmiş gibiydi. Bu sefer de annesinin sağlık sorunları artmıştı.
21 Ağustos 1927’de öğretmenlik diplomasını aldı.
Sabahattin’in ilk görev yeri Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu oldu. Dayısı Rıfat Ali Ertüzün, Yozgat Devlet Hastanesi’ne başhekim olarak atanınca yeğeninin de yanında olmasını sağlamıştı. Bir süre sonra ailesi de Sabahattin’in yanına gitti.
Çevresi dayısının da etkisiyle oldukça genişlemişti; ama Sabahattin’e sorsan onu anlayacak kime yoktu. Çünkü yazdıklarını okutacağı, paylaşacağı birilerini bulmakta zorlanıyordu. Kim bilir belki de içinde tek taraflı aşka dönüşmüş arkadaşı uzaklarda olduğundan böylesine yalnız hissediyordu.
Nahit Hanım ile öğretmenlik stajı sırasında tanışmıştı. Başta ziyadesiyle dostluk havasında olan bu arkadaşlık, zamanla tek taraflı bir aşka dönüştü. Burada yazdığı bütün şiirlerde buram buram Nihat Hanım vardı. Hatta 2 Şubat 1928’de “Servet-i Fünun” dergisinde yayımlanan “Bir Macera” adını verdiği şiirini yine Nihat Hanım’a ithaf etmişti.
Hatta ve hatta karşılık bulamadığı aşkını 1927’de “Ne Kazandık”, “Kalbimde Aşkınız”; 1928’de “Ebedi”, “Yat ve Uyu”, “Bütün İnsanlara”, “Firar”, ve “Kudurmak” adını verdiği şiirlerinde anlattı.
Sabahattin, Yozgat’ta bir yıl geçirdi. İstanbul’a gitmek istiyordu. Dayısı da Ankara’da özel bir hastane açtığı için buradan ayrılıyordu.
Sabahattin, İstanbul’a tatile giderken Ankara’ya uğradı. Niyeti Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki tanıdığı kişilerin yanına gidip Yozgat’tan ayrılma isteğini dillendirmekti. Bu isimler onu dinledi ve genç bir öğretmen oluşunu vurgulayarak Avrupa’ya gitmesi konusuna dikkat çekti.
Sabahattin’in de aklına yatmıştı bu fikir. Kasım 1928’de Türkiye Cumhuriyeti tarafından eğitim amacıyla Almanya’ya gönderildi.
15 gün Berlin’de kaldı ve sonra Potsdam’a yerleşti. Dil öğrenmek en büyük kaygısıydı. Önce yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak yerleşti. Sonra da özel bir kurumda Almanca kursuna başladı.
Bir yandan da İstanbul’u ve karşılıksız aşkını çok özlüyordu. 1 Ocak 1929’da Nahit Hanım’a yeni yıl hediyesi bir şiir gönderdiyse de cevabını alamadı; içi çok kırgın ve özlem doluydu.
Kurstan sonra Berlin’de yatılı bir okula yerleşmişti. Almanya’da 6-7 yıl kadar kalacağını düşünüyordu; ama planlanan süre 4 yıldı. Sabahattin, ikinci yılını tamamlayamamıştı ki, Türkiye’ye döndü.
Nihal Atsız’ın kalemine göre, “Bu parazit Türkleri buradan atmalı!” diyen Alman öğrenciyi dövmüştü. Ayrıca Alman öğrencilere komünizm propagandaları yaptığı iddiası da vardı. Bu yüzden Almanya’dan dönüşü erken olmuştu.
Sabahattin, Mart 1930’da Almanya’dan döndü. İstanbul Yüksek Muallim Mektebi’nde yatılı okuyan “Nihal Atsız, Pertev Naili Boratav, Nihad Sâmi Banarlı ve Orhan Şaik Gökyay” gibi arkadaşlarının yanında kaldı. Bir süre sonra bu okulun müdürünün yardımıyla Bursa Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atandı.
Eylül 1930’da Gazi Terbiye Enstitüsü’nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girdi. Almanya’da geçirdiği süreç, ona Aydın Ortaokulu’nda Almanca Öğretmenliğini getirmişti. Ancak bir süre sonra komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma başlatıldı.
25 Mayıs 1931 tarihli “Vakit” gazetesinde, Sabahattin Ali’nin de adının yazılı olduğu isimlerin mahkeme için İstanbul’a sevk edildiği haberi yazılıydı. İki gün sonra da Sabahattin Ali’nin tutuksuz yargılanacağını yazacaktı. Ancak daha sonra derin soruşturmalar başlatıldı ve Sabahattin tutuklandı. 9 Eylül 1931’e kadar Aydın Hapishanesi’nde kaldı. Üzerinden 21 gün geçtiğinde ise Konya Ortaokulu’na Almanca Öğretmeni olarak atandı.
Aşk hayatı
Bir yazar tavrıyla aşk duygusunun kendisine âşıktı hep Sabahattin. Yozgat’ta olduğu zamanlarda Nahit Hanım’a, Almanya’da olduğu yıllarda Frolayn Puder’e, Aydın’da bir Miralayın kızına, Konya’da da öğrencisi Melahat Muhtar’a ve şarkıcılık yapan Muhsine’ye âşık oldu.
Melahat dışında hepsi de sadece aşka âşık olmaktı; çünkü platonikti. Sadece Melahat’tan aşkına karşılık bulmuştu. “Çocuklar Gibi” şiirini onun için yazdı. Bu şiire göre, Melahat öncesi aşkları birkaç günlük düşkünlüklerdi. Bu aşk da Sabahattin’in tutuklanması ile yarım kalacaktı.
Elbette bir gün aşkın tam karşılığı da gelecekti hayatına…
Sabahattin, 22 Aralık 1932’de, bir toplantıda okuduğu şiiriyle Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi devlet yöneticilerini yerdiği gerekçesiyle tekrar tutuklandı. Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Davaya temyizde üzerine iki ay daha eklenmişti. 14 aylık cezası başlamıştı. Burada Ayşe Sıtkı’ya mektuplar yazıyordu. Bir mektubunda olayı da anlatmıştı:
“Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs’ında falanca yerde Gazi’yi ima ve telmihen tahkiri tazammün eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat lehimde olduğu hâlde, müdde-i umumi yaranmak için mahkumiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkum etti. Temyiz, cezayı aleyhimde nakseti, cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yattım. 11 ayım kaldı demektir”.
Aldığı bu cezanın ardından 29 Nisan 1933’te 1249 sayılı kanun gereğince memurluk kaydı silindi. Daha sonra Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Burada bir iddiaya göre hapishane müdürü, Sabahattin Ali’yi cinayetten hüküm giymiş Mehmet Kuşüzümü adlı bir suçluya emanet etmişti. Kuşüzümü’nün ifadelerine göre Sabahattin Ali, geceleri sürekli okuyor, gündüzleri de bir sandık üzerine kuş gibi tüneyip bir şeyler yazıyordu.
Artık yaşamında değişen her şey Sabahattin’in dilinden geçmiş, kalemine yerleşmişti. Daha az konuşuyor, daha çok yazıyor ve okuyordu. Burada edindiği tecrübeler eserlerine konu olacaktı. Hikâyelerine, “Bir Şaka”, “ Kazlar”, “Kanal”, “Katil Osman”, “Çaydanlık”, “Bir Firar” adını verdi.
Sabahattin Ali, Cumhuriyet’in onuncu kuruluş yıl dönümü sebebiyle çıkan aftan yararlanarak, cezasının onuncu ay yedinci gününde serbest bırakıldı.
Artık tutuklu olduğu zamanlar geride kalmıştı. Sabahattin Ali, önce İstanbul’daki eş, dost, akrabasını ziyaret etti. Sonra da yönünü Ankara’ya çevirdi. Yeniden görevine atanmanın bir yolunu bulmalıydı.
İlk iş dönemin Orta Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemseddin Sirer ve Müsteşar Vekili Rıdvan Nafiz Edgüer’i buldu. Ne yapması gerektiğini öğrenmek istiyordu. Ancak tutuklanma gerekçesi sebebiyle kimse bu işe bulaşmak istemiyordu. Yine de Şemseddin Bey, durumu Hasan Ali Yücel’e aktardı. Yücel’in yardımları ile bir kurul toplandı ve Sabahattin Ali’nin öğretmenlik dışında bir başka göreve getirilmesine karar verildi.
Ancak Maarif Vekili, eski düşüncelerini değiştirmediğine göre atanmasını yanlış buluyordu; kurul kararını reddetti.
Bu arada Sabahattin gelecek iyi haberleri beklemekteydi. Beklerken de boş durmuyordu; küçük küçük tercümeler yapıyordu. Bu süreçte dayısı Rıfat Ali Ertüzün’ün evinde kaldı.
Bu arada Sabahattin Ali’den Atatürk ile ilgili bir kaside yazılması istendi. Bunun üzerine 15 Ocak 1934 tarihli Varlık dergisinin 13. Sayısında “Benim Aşkım” adını verdiği şiiri yayımlandı. Görevine atanabilmek için güzel bir fırsattı. Ancak yine de bir süre daha beklemesi gerekiyordu. Özellikle Maarif Vekilini ikna etmesi gerekiyordu. Sabahattin Ali, kendisine yakıştırılan “komünist” sıfatının doğru olmadığını ispat etmek istiyordu. Bunun için yazılar yazmıştı ve “Esirler” adlı eseri de halkevlerinde sahnelenecekti.
Sabahattin Ali, nihayetinde Atatürk’ten izin aldı ve Mayıs 1934’te Orta Tedrisat Şube Müdürlüğü’ne, daha sonra da asli görevi Milli Talim ve Terbiye’ye atandı.
Sabahattin Ali, görevine atanmak için beklerken arkadaşı Ayşe Hanım’a bir mektup yazdı. Mektubun sonunda da bir not vardı: “Benimle evlenir misin?”
Açık açık teklifini sunmuştu. Ancak gelen cevap pek de iç açıcı değildi. Ayşe Hanım 22 Şubat 1934’te yazmış olduğu mektubunda bu teklifin bir şaka olduğunu kabul ettiğini söyleyerek geri çevirdi. Sabahattin Ali, görevine atanmak amacında zorlanırken bir de üstüne reddedilmek onu üzmüştü.
Nihayet amacına ulaşıp görevine atandıktan sonra aklına yine evlilik fikri düşmüştü. Eski sevdalarından Nahit Hanım da evlenmişti. Belli ki Ayşe Hanım’ın da bu işe gönlü yoktu işte. Aklına Aliye Hanım düşüverdi.
Sabahattin Ali ve Aliye Hanım, İstanbul, Erenköy’de, 1932 yazında Eczacı Salih Başotaç’ın evinde tanışmışlardı. Yıllar sonra Aliye Hanım şöyle anlatacaktı tanışmalarını: “Grup halinde İçerenköy’de yapılan bir sünnet düğününe gittik. Dönmek istediğimizde Sabahattin yanımızda yoktu. Giderken kullandığımız lüks lambalı fenerle bir ağaç altında onu kitap okurken bulduk. Gidiyoruz dendiğinde kalktı ve feneri benim yüzüme tutarak gözlerimin içine uzun uzun baktı”.
Bu bakışlar Aliye Hanım’ın içine akmıştı, ancak yine de ilk görüşte aşk olduğu da söylenemezdi. Ama belli ki, izlerini de taşımıyor değildi. Sabahattin Ali tarafından bakılırsa, onu aklından hiç çıkarmamış, sadece gönlünde kondurduğu yerde kararsızdı. Ancak sonunda kararını verdi.
Şimdi Sabahattin Ali, Aliye Hanım ile evlenmek istiyordu. Ancak Sabahattin’in sicil kaydının bulunması Aliye’nin ailesini rahatsız etmişti; evlenmelerini istemediler. Sonra Aliye Hanım’ın da gönlü olduğu anlaşıldı da, ailesi de razı geldi.
Hemen ardından Sabahattin Ali, Ayşe Hanım’a bir mektup daha yazdı: “Mühim bir havadisim var. Evleniyorum. Hatta nişanlandım bile. Sen benim gibi kelepiri kaçırdığınla kal. Birisi “Niçin evleniyorsun” dese vereceğim cevap şudur: Çalışabilmek için… Ben kendimi her hususta idare edemiyorum. Halbuki muhakkak muntazam ve ölçülü bir hayata muhtacım ve ancak bu şekilde faydalı işler çıkarabilirim”.
Çift, 16 Mayıs 1935’te Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlendi. Ertesi gün de Ankara’da düğünleri oldu. Artık burada, Ulus’ta bir apartman dairesinde yaşamaya başladılar.
(Annesi Hüsniye Şenyuva, eşi Aliye Ali, kızı Filiz Ali ve kız kardeşi Süheyla Conkman)
Sabahattin Ali, seçimine bağlanmış, hayata oradan tutunmuştu. Öyle ki, zamanla Aliye Hanım’a yazdığı mektuplar, en az öyküleri kadar ünlenecekti.
Söz kesildiği andan itibaren başladı Sabahattin Ali’nin mektupları. Her cümlesinde aşkı, artan heyecanı, tarifsiz özlemi vardı. Aliye Hanım’ı hayatının tamamlayıcısı ilan etmişti.
Bir mektubunda şu hisli cümlelerle dile getiriyordu bu aşkı: “Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku. Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin.”
Ailesi, Soyadı Kanunu’nda “Şenyuva” soyadını almıştı. Ancak Sabahattin, babasının adı olan Ali’yi kullanmayı tercih etti. Yazdığı tüm yazıların sonunda imzası “Sabahattin Ali” şeklindeydi. Bu sebepten soyadını Ali olarak düzenlemek istedi. Ancak nüfus müdürlüğü buna izin vermedi.
O yine de imzasını kullanmaya, kendisini böyle tanıtmaya devam edecekti.
Sabahattin Ali, askerliğe 30 yaşına geldiğinde İstanbul Eski Harbiye’de başladı. 2 ay er, 6 ay yedek subay öğrencisi olarak eğitim gördü.
Askerliği boyunca Aliye Hanım’ı da bulunduğu şehirlerde hep yanında götürdü. Kızları Filiz de bu süreçte 1937’de doğdu.
Askerlik görevi bittiğinde de Sabahattin Ali, Musiki Muallim Mektebi’ne Türkçe Öğretmeni olarak atandı. Sonunda yine Ankara’ya yerleştiler.
Ankara’da öğretmenlik görevi sırasında Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Niyazi Ağırnaslı gibi birçok isimle yakın dostluklar kurdu. İlerleyen dönemlerde de Devlet Konservatuarı’na atandı; burada Karl Albert’in asistanlığını yaptı.
Bir yandan da içine yönelmeye başlamıştı. Edebi çalışmalar üzerinde yoğun bir şekilde çalışıyordu. “İçimizdeki Şeytan”, 1939’da yayımlandı. Bu romanı siyasi tartışmalara sebep olmuştu. Öyle ki, Nihal Atsız karşılık olarak “İçimizdeki Şeytanlar” romanını yayımladı.
Bu sırada II. Dünya Savaşı öncesinde çıkarılan seferberlik sebebiyle Sabahattin Ali tekrar askere alındı. Görev yeri İstanbul’du ve 4 ay sürdü. Bu dönem, ona “Kürk Mantolu Madonna”yı getirmişti. Bugün dillere destan o romanını Sabahattin Ali, askerdeyken yazdı. 18 Aralık 1940 ve 8 Şubat 1941 arasında Hakikat Gazetesinde bölüm bölüm yayımlandı.
Ankara’daki çevresi de giderek genişlemişti. Artık daha çok tanınıyordu. Öyle ki, dönemin siyasileri ile dahi yakın ilişki içindeydi.
Sabahattin Ali, ülkenin sol kesimi tarafından lüks ve burjuvazi yaşamından dolayı daha radikal tavırlara zorlanıyordu. Sağ kesim ise, sosyalist misyon yüklenmek istenen birinin Dil Kurumu Azalığı gibi görevlere getirilmesini onaylamıyordu.
Nihal Atsız yine devreye girmişti. 1 Nisan 1944’te Orhun Dergisi’ne Şükrü Saraçoğlu’na atfen bir yazı yayımladı. Sabahattin Ali’nin herkesçe bilinen bir komünist olduğunu, Hasan Ali Yücel’in şahsi sempatisi ile göreve getirildiğini ve ayrıca Atatürk başta olmak üzere birçok isme hakaret ettiğini yazmıştı. En sonunda onu “vatan haini” olarak nitelemiş ve devlet tarafından korunmasını kınamıştı.
Bu yazı üniversite öğrencisi ve halkı ayaklandırdı. Ardından Atsız da görevinden alındı. Ancak konu bu kadarla kapanmadı. Sabahattin Ali de Nihal Atsız’a hakaret davası açmıştı. Üçüncü duruşmanın ardından Nihal Atsız altı ay ceza aldı. Ancak mazisi temiz olduğundan ve milli tahrik gibi gerekçelerle cezası 4 aya düşürüldü ve tecil edildi.
Davanın ardından Sabahattin Ali tam görevinin başına dönmüştü ki, üçüncü kez askere çağrıldı. Bu sefer Çankırı’da bir buçuk ay kaldı ve mesleğine geri döndü.
1944’ten sonra Sabahattin Ali, Markopaşa, Malum Paşa, Ali Baba gibi yerlerdeki yazılarında daha sert bir dil kullanmaya başladı. Artık daha eleştirel bir tavırdaydı. Artık siyasetle daha çok ilgilenmek istiyordu.
1946’da İstanbul’a gitti; ailesini Ankara’da bırakmıştı. Aziz Nesin ile Markopaşa Dergisi’ni çıkardı. Aslında derginin tirajları iyiydi. Ancak bir süre sonra mizah yönünden çok siyasi olduğu görüşü artarak tartışmalar doğurdu. Artık dergide çıkan özellikle imzasız yazılar için davalar açılıyordu. Bizzat Sabahattin Ali adına açılmış oluyordu. İşte bu davalardan birinde yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’a ait olmasına rağmen, sorumlu Sabahattin Ali olduğundan kendisi tutuklandı. Bir süre İstanbul Paşakapısı Cezaevi’nde kaldı ve 10 Eylül 1947’de tahliye oldu. Ardından dergi kapatıldı ve Merhum Paşa ve Malum Paşa gazeteleri çıkartıldı.
İlerleyen zamanlarda bir tutuklanma kararı daha çıkartıldı; ama hayata geçirilmedi. Ali Baba dergisini çıkardı ve ilk önce “Sırça Köşk” öyküsünü yayımladı. Ancak bu öykü de Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı ve Sabahattin Ali, Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi. 31 Aralık 1947’de serbest bırakıldı. Dergi de kapatıldı.
Sabahattin Ali, artık yurt dışına gitmek istiyordu; özellikle Fransa. Ancak kendisine pasaport verilmiyordu. Tamir edilmesi gereken bir arabası vardı. Mart 1948’de arabasını tamir ettirdi. “Edirne’ye peynir götüreceğim” diyerek sabaha karşı beşte bir süredir yanında kaldığı M. Ali Ciimcoz ile vedalaştı.
Elbette peynir sadece bahaneydi. Asıl amacı Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya ulaşmaktı. Pasaport alamadığı için kaçak yollardan amacına ulaşacaktı. Hakkındaki davalar uzayıp gidiyordu.
Sabahattin Ali, tanıştırıldığı Ali Ertekin ile Kırklareli’ye doğru kamyonla yol aldılar. Başta bir de şoför vardı. Sonra onu bırakıp yola ikisi devam etti. İlerleyen vakitlerde Ertekin, kitap okuduğu sırada Sabahattin Ali’yi, kafasına elindeki sopayla vurarak öldürdü.
Ertekin’in savcılığa verdiği ifadeye göre, Sabahattin Ali sınırı geçtikten sonra önce Bulgaristan, ardından Rusya’da çatışmalar yapacağını ve Türkiye’de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylemişti. Konuşmalarına bakılırsa Sabahattin Ali kötü bir insandı. Yol boyunca tartışmışlardı. Ve öldürme gerekçesi de, milli duygularını tahrikten başka bir şey değildi.
Sabahattin Ali’nin cansız bedenini 16 Haziran 1948’de bir çoban buldu; hemen jandarmaya bildirdi. Yapılan incelemelerden sonra cesedin kime ait olduğu teşhis edilemiyordu. Bulgaristan’da adam kaçıran bir şebeke vardı. İstanbul polisi şebekeyi çökertti. Ali Ertekin de bu şebekenin üyesiydi. Yakalanmıştı artık, Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf etti. Aslında idam ile cezalandırılmıştı; ama dört yıl hüküm giydi ve kısa bir süre sonra da serbest bırakıldı.
Ölümüne inanmayanlar da vardı. Elbette geride bıraktığı öyküleriyle romanlarıyla o zaten hiç ölmeyecekti. Tüm yaşamı boyunca aklından ve kalbinden koparıp yazdıklarıyla bir Sabahattin Ali geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.