Etiket: intihar

Hayri Kozakçıoğlu Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Hayri Kozakçıoğlu, 1938’de Alaşehir’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu.

Mülki İdare Amirliği, Valilik, Kaymakamlık, Mülkiye Müfettişiliği, Başmüfettişlik, Erzurum Valiliği, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Adana, Sakarya, Diyarbakır Valiliği, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, İstanbul Valiliği yaptı.

AÇIKLANAMAYAN PARA TRANSFERİ

1 Eylül 1993 tarihli Sabah Gazetesi’nde yer alan bir haberde İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun Olağanüstü Hal Bölge Valiliği hesaplarından 2 milyar lirayı (yaklaşık 250.000 dolar) kendi adına açılan hesaplara geçirdiğini ileri sürüldü. Kozakçıoğlu bu iddia karşısında söz konusu parayı dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli’nin onayı ile 12 Ağustos 1991’de kendi hesabına aktardığını ve 18 Ocak 1993’de Bölge Valiliği’nin talebi üzerine geri gönderdiğini ileri sürdü. Ancak Kalemli bu olaydan haberi olmadığını açıkladı.

İSTİFA ETTİ

Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, Kozakçıoğlu’nu istifaya davet ederken, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Paralar örtülü ödenekten teröre karşı mücadele için verilmiştir. Ancak ne için harcandığı açıklanırsa devlet sıkıntıya düşer” dedi. Kozakçıoğlu, 1 Kasım 1995’de görevini Rıdvan Yenişen’e devretmiştir.

İNTİHAR ETTİ

Evli ve 3 çocuk babası olan Kozakçıoğlu; 18 Nisan 1999 seçimlerinden sonra 21.dönem İstanbul milletvekilli olarak Meclis’e yeniden girdi. 

Kozakçıoğlu, 23 Mayıs 2013 tarihinde Sarıyer’deki evinde intihar etti.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , ,

Ümit Yaşar Oğuzcan Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Yaşamaktan çok ölümü seven, şiirleri kadar intihar girişimleri ile de tanınan, oğlunun ölümü ile şiirdeki gidişatını da hayatı gibi ölüme yönlendiren adam, Ümit Yaşar Oğuzcan.

Ömrü boyunca melankoli bir adam olacaktı. Çocukluğu boyunca yaşadıkları, sonrasında ailesine de getirecekleri ile gözler önünde yaşayacağı bir hayat vardı önünde.

Memuriyet yaparak yaşamlarını geçindirmesinin yanında ünlü bir şair olarak da tanınacaktı. Bugün onu bize sevdiren şiirleri, aslında melankoli hayatının yansımasından çıkacaktı.

Çocukluğu ve hayatı

Ümit Yaşar 22 Ağustos 1926’da Tarsus’ta, Güzide Hanım ve Memur Lütfü Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi. Akdeniz’in sıcaklığında doğmuştu. Gerçekten de sıcakkanlı bir çocuktu. Belki bu yönüydü ileride onu melankoliye itecek olan.

O her zaman hayatını doldurması gereken bir çile olarak gördü. Çünkü çocukluğu kazalarla ve sakatlıklarla geçti. 3 yaşına kadar aslında her şey normaldi. 3 yaşında ayağını kırdığında zincirleme bir süreci de başlatmış olduğunun kimse farkında değildi.

4 yaşında mangala oturmuştu. 5 yaşına geldiğinde 20 basamaklı bir taş merdivenden yuvarlanışı ve sonrası çok acılıydı. 7 yaşında başına evdeki sandığın kapağını düşürdü. Yine bu dönemde kızamık geçiriyordu ve çok ateşli geçirdiği bu hastalık sonucu kekeme oldu.

14 yaşında apandisit, 19 yaşında böbrek, 30 yaşında da bademcik ameliyatı oldu. Çocukluğu, gençliği ve sonrası bir şekilde talihsizliklerle doluydu.

Aslında bunca zamanlık serüveni düşünürsek, kendi adına ne yaşamış olursa olsun, Ümit Yaşar kesinlikle bu dünyayı şereflendiren insanlar arasındaydı.

Eğitim Hayatı

Ümit Yaşar babasının memuriyeti sebebiyle şehir şehir dolaşarak bitirdi okulları…

1937’de Eskişehir İlkokulu’ndan, 1940’da Konya Askeri Ortaokulu’ndan mezun oldu. Lise eğitimini ise, Eskişehir Ticaret Lisesi’nde tamamladı. 1946 yılında artık liseden mezun olmuştu ve hemen işe başlayabilirdi.

Ümit Yaşar’ın iş hayatı

Ümit Yaşar liseyi bitirir bitirmez Osmanlı Bankası’nda işe başladı.

Sonraki adresi Türkiye İş Bankası oldu. 1948 – 1960 yılları arasında bir bankacı olarak Adana, Ankara, İstanbul’u dolaştı.

Kısa bir süre Yapı Kredi’de de çalıştıktan sonra İstanbul Akbank Genel Müdürlüğü’ne Krediler İkinci Müdürü olarak atandı. Buradan sonraki durak da, Türkiye İş Bankası Yayınları Müşavirliği oldu.

Bu mesleği terfileriyle 30 yıl sürdürecekti. Tipik bir memur hayatı vardı diyebiliriz, şairliğe soyunmasaydı eğer. Ama içinde tutamadığı cümleleri şiir olup döküldü kaleminden.

Mesleğinde otuzuncu yılını doldurduğunda, Ümit Yaşar Türkiye İş Bankası Halkla İlişkiler Müdür Yardımcısı görevindeydi. 1977 Haziran’ında kendi isteğiyle emekli oldu.

Ümit Yaşar’ın şiirle buluşması

Bir yandan memurluk görevi yürütüyor olsa da, o aslında bir şairdi. Bugün onu şiirleriyle tanıyıp seviyorsak, bunu içinde tutamadığı cümlelere ve yaşadığı melankolik hayata borçluyuz.

Ümit Yaşar aslında 9 – 10 yaşlarında kendisi küçük ama kalbi kocaman bir çocuk olarak, anne babasının da teşviğiyle şiire heveslenmişti. Annesi dönemin ünlü şairi Faruk Nafiz Çamlıbel’in tüm şiirlerini ezbere bilirdi ve babası da onu evin ikinci adamı olarak görüyordu. Duvarda ünlü şairin çerçeveli bir fotoğrafı dahi vardı ve evden şiir sesleri eksik olmazdı. Böyle bir evde yaşıyorken Ümit’in şairliğe soyunmaktan başka yolu yoktu.

Ümit Yaşar ve şiir serüveni

Ümit Yaşar, şiir hayatına 1940’da şiirlerinin Yedigün dergisinde yayınlanmasıyla başladı. O zaman gencecik bir lise öğrencisiydi ve bu onun ilk adımıydı. Bu adımı İstanbul, Büyük Doğu, Varlık, Yücel, Türk’e Doğru, Hisar, Çığır, Toprak ve daha başka bir sürü dergi takip etti. Adımlar birleşip uzun yol koşusunu oluşturuyordu.

İlk şiir kitabı ‘’İnsanoğlu’’ 1947’de yayınlandı. 1975’e gelindiğinde 50 kitap çıkarmıştı. Bunlardan 33’ü şiir, 4’ü düz yazı, 13’ü antoloji ve biyografik eserdi. Bunlardan başka, şiir plakları, şarkı sözleri ve yergileriyle de ününe katkıda bulundu.

Kitap çalışmaları boyunca yayıncılık işleriyle de ilgilendi. 1960’da kendi adını verdiği bir yayınevi kurdu. 1965’te ise sadece üç sayı olsa da, ‘’Yergi – Dergi’’ adlı bir hiciv – mizah dergisi çıkardı. 1979’da İstanbul’da, eşi Ulufer ile ‘’Ümit Yaşar Sanat Galerisi’’ni kurdu ve birlikte yönettiler.

Ümit Yaşar, şiirlerinde özellikle Faruk Nafiz Çamlıbel’in etkisindeydi. En az onun kadar duyarlıydı şiire karşı. Daha çok aşk, ayrılık, özlem üzerine yazarken hayat onu oğlunun ölümüyle sınadığında şiirdeki yönünü acı ve ölüm temalarına çevirecekti.

Ümit Yaşar bu çalkantılı süreci 5 döneme ayırıyordu: Uyanış (1941 – 1954), Arayış (1954 – 1960), Çalkalanış (1960 – 1964), Kaynayış (1964 – 1970) ve Duruluş ( 1970 – 1982).

Ümit Yaşar evlendi

Ümit Yaşar hayatını anlatsa roman olur cinsinden görmedi hiçbir zaman. Ona göre hayatı sadece şiir olabilirdi; baştan sona anlamlı bir şiir.

İşte o şiirin en heyecanlı dizesinde Ümit Yaşar, 22 yaşındaydı. Ulufer (Özhan) ve Ümit evlendi. Bu evlilikten Vedat ve Lütfü adını verdikleri iki evlatları oldu.

Evlendiğini yine şiirle anlatıyordu kendine:

Yaşı varır yirmi ikiye
İçkiyi sigarayı kadını öğrenir
Çöker omuzlarına maişet derdi
Gece gündüz şiir yazar bir yandan
Yazar ya…

Kavak yelleri eser başında
Değmez ayakları yere bir türlü
Bu arada evlenir nasılsa
Çoluk çocuk sahibi olur
Olur ya…

Ümit Yaşar Oğuzcan’ın ruhu

Ümit Yaşar’ın babası Lütfü Bey de şairdi. Oğlu kadar tanınmasa da yazdıkları kayda değerdi.

Ümit Yaşar hayatını melankoli yaşıyordu. Öyle ki, sürekli intihara kalkışıyordu. Hatta bir dönem bu intiharların reklam amaçlı olduğu dahi konuşuldu.

Ancak aile cephesinde durum hiç iç açıcı değildi. Özellikle babası oğlunun bu durumu karşısında fazlasıyla üzgündü.

Üzüntüsünü şu dizelerle dile getirmişti:

Bak bu dünya ne güzel, bu sitem niye.

Ettim ben adımı sana hediye.

Mutluyum ey oğul babanım diye,

Çarptırma hicvinle cezaya beni.


Oğlu Vedat’ın Ümit Yaşar’ı cezalandırışı

Ümit Yaşar belki de tam bir ölüm seviciydi. ‘Yaşamdan çok ölümü seviyorum’’ diyerek bunu sürekli dile getiriyordu. Bu durum da intiharla sonuçlanıyordu.

Halbuki onu seven çok insan vardı. Bir dönem onun şiirleriyle, şarkı sözleriyle aşık olmuş, sevgilisinden ayrılmış, ayrılık acısını yaşamıştı. Ama o nedense tatmin olmuyordu.

Sonunda oğlu Vedat ona intiharın nasıl edileceğini öğretti. Belli ki, bu durum onun da psikolojisini bozmuştu.

Vedat henüz 18 yaşındayken bir fincan kahve ve ardından bir fincan da konyak içip bedenini Galata Kulesi’nin tepesinden boşluğa bıraktı. Gencecik bedenini bu şekilde ölüme sürüklemek babasına verdiği en büyük cezaydı. Sürekli intihar denemeleri yapan Ümit Yaşar’ın oğlu, hayatını kendisi sonlandırmıştı.

Bir rivayete göre bir de not bırakmıştı giderken babasına: ‘’Baba, intihar öyle edilmez, böyle edilir’’ Bu kuşkusuz bir babanın en acılı imtihanıydı.

Ümit Yaşar’ın Vedat’ın ardından yazdıkları

Açarken ufkunda güller alevden

Çıktı her günkü gibi gülerek evden

Kimseye belli etmedi içindeki yangını

Yürüdü kendinden emin, sonsuzluğa doğru

Galata Kulesi’nde bekliyordu ecel

Bir fincan kahve, bir kadeh konyak

Ölüm yolcusunun son arzusu buydu

Bir adam düştü Galata Kulesi’nden

Bu adam benim oğlumdu.

Artık Vedat yoktu ve bir daha asla olamayacaktı. Ümit Yaşar işte o gün çocukluğu boyunca yaşadığı tüm kazaların etkisini aynı anda hissetti bedeninde. İçinden geçenleri kalbinde tutamazdı. Bundan sonra yazacakları ölüm ve acı temalı olacaktı. Bugüne kadar ölüm arzusuyla yaşadığı hayatının geriye kalanını onu yaşarken öldürmüş gibi yaşayacaktı belli ki.

Ümit Yaşar Oğuzcan öldü

Ümit Yaşar, 4 Kasım 1984’te nihayet hasretle beklediği ölüme kavuştu.

Oğlunun onu cezalandırışı gibi belki o da yaşayarak kendini cezalandırmıştı. Kendi bencil dünyamıza dönersem, şiirleri, yazıları, şarkılarıyla bir Ümit Yaşar geçti bu dünyadan deyip sevinebilirim.

Yaşadıkları, yaşarken hissettikleri ne olursa olsun bugün hala onun şiirleriyle yaşadığımız gerçeği değişmiyor. Hem sonra normal olsaydı yaşadıkları, şair de olamazdı. Bence bütün duygusal anlamda ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.

Öyle ki, o bir şairdi ve biz onun şiirleri sevdik, sevildik, ayrıldık, barıştık… Hiç bilmese de, o hepimizin hayatına bir şekilde dokundu.

En sevdiğim şiirinden bir kuple ile kapatıyorum bu aklı karışık, gönlü güzel adamın biyografisini…

Tanrının bıraktığı yerden biz başlayalım
Üç milyar insanın yarısını sen öldür yarısını ben
Üç kişi kalsak yetişir yeryüzünde
Yaklaş bana
Seninle kardeş değiliz

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , ,

Nilgün Marmara Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Yazmaya başladığımdan beri Boğaziçi’nin umutsuzlar merdivenine bir serçe edasında tünemiş ve günün hangi saatinde olduğu fark etmeksizin Slyvia Plath’i düşünen bir Nilgün Marmara var gözlerimin önünde. Orada duruyor öylece, kalemi kağıdı elinde, içinden geçen ne varsa yazıyor ve her bir kelimesini sır gibi saklayacağının muzipliğini dudak kıvrımına yerleştiriyor.

Ve karşıma çıkan tesadüf bir cümlesi  içimi ürpertiyor: “Biliyorum, bir gün dayanamayacak küçük kalbim; arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye veda edeceğim”.

Doğum gününde onu anmak istedim; ama bu kez de benim kafamda Nilgün Marmara ile tarifsiz sorular var. Acaba gerçekten Slyvia Plath’i tanıdığı andan beri intiharı düşünüyor muydu ya da planladı mı? Bir anlık çığlıksız vazgeçişten ibaret miydi yoksa her şey? Gerçekten inanıp güvendiği her şeye veda etmenin bir yolunu bulmuş muydu? Taşlar yerine oturmuş muydu? Ne yazık ki bunların ardındaki gerçeği kimse bilemeyecekti.

Nilgün Marmara, yazdıklarından ibaretti bizim için. Bildiğim kadarı ve hafızamda canlanan haliyle iyi ki doğdun Nilgün Marmara…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Nilgün, 13 Şubat 1958’de İstanbul Moda’da, Balkan göçmeni Perihan Hanım ve Fikri Bey’in iki kızından biri olarak dünyaya geldi. Büyük kütüphanesi olan bir evde, Schubert ninnileri ile büyütüldü. Sanki doğduğu anda belliydi kısacık ömründe ne çok şey yaşayacağı, iç dünyasını dışa vurmak için çabalayacağı…

Kendini büyütmeye çalışan narin bir çocuktu. Önce elleri büyüdü, hayatı kavradı; sonra ayakları, sağlam adımlar atmak için ve en son gözleri ki, gördükten sonra birçok şeyi, bir yerlere konumlandıramadığı bedenini yükseklerden bırakabilsin diye…

Nilgün, ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesi’nde bitirdi. Okulun ele avuca sığmaz, öğür ruhlu, özgün kızıydı. Dışarıdan baktığınızda onu sıradan bir öğrenci zannedebilirdiniz. Öylesine fütursuzca arşınlıyordu okul yolunu. Kimse fark etmiyordu ki, zaman ona göre ağır ilerliyor ve bu durum onu boğuyordu.

Neyse ki üniversite zamanı gelmişti. Tercihini Boğaziçi Üniversitesi Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları’ndan yana kullandı. İçine çöreklenmişi kırgınlıklardan kurtulmanın yolunu nihayet bitirme tezini hazırlarken bulacaktı…

Ama bir de ülkesiyle birlikte içinden geçeceği bir dönem vardı; 12 Eylül 1980 darbesi. Üniversitenin kırmızı salonundaki edebiyat, şiir tartışmaları sona ermiş; yerini gizli ev toplantılarına bırakmıştı. Bohem bir hayat tarzını yaşıyorlardı.

Bu dönemde şiir yazmaya başladı; ama yazdıklarını kimseye göstermedi.

(Slyvia Plath)

Slyvia Plath üzerine

Slyvia Plath, Nilgün’ün içinde tortu bırakmış her bir acı zerresinin karşılığıydı sanki. Hayatın üzerine incelemeler yaptığı Slyvia Plath’a içinden bir kez bile sormadı “Ölümden başka yol yok muydu?” diye… “Slyvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi” konulu tezi, onu giderek içine çekiyordu.

Slyvia’nın hayatı, Slyvia’nın düşünceleri, onun sorgulamadan kabullendikleri; her şey Nilgün’de özel bir yer etmişti. Şiirlerinden çeviriler yaptı. Bir yandan da “yaşama karşı ölüm” temalı şiirler yazmaya başlamıştı; her bir kelimesi buram buram intihar kokuyordu. Bu koku, ziyadesiyle keskindi. Yazgısının Slyvia ile ortak olduğuna inanıyordu. Aralık 86’da yazdığı şiirine, “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım…” diye başlayacaktı mesela.

Yazdığı şiirleri, çeşitli dergilerde yayımlamaya başladı. Slyvia’nın bireyin yalnızlığı ve bunun yanında var oluşu üzerine olan görüşü, Nilgün’ü çok fazla etkisi altına almıştı. Bitirme tezini tamamladığında, artık Nilgün’ün hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…

Nilgün Marmara evlendi

Nilgün, 1982’de, Endüstri Mühendisi Kağan Önal ile evlendi. Kızıltoprak’ta bir ev kurdular. Artık o güzel şiirlerini döken şairlerin uğrak yeri olmuştu evleri; Cemal Süreya, Ece Ayhan, Edip Cansever, Tomris Uyar, İlhan Berk, Küçük İskender, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya… Bütün edebiyatçılar, ev toplantılarında bir araya geliyor ve şiir konuşuyorlardı.

Pazar günlerinin ritüeline “but partisi”ni koydular. Fırında tavuk budu yaptıklarından partinin adını böyle seçmişlerdi. Nilgün, içinde tanımlayamadığı acıyı ve yalnızlığı bu toplantılarla bir nebze olsun unutuyordu.

Çılgın Zelda

Nilgün, bu günlerde şarkı söylemeye başladı. En az kelimelerle dansı kadar yetenekliydi. Cemal Süreya, Nilgün’e, caz gırtlağı sesi ve bunun yanında tavırlarından dolayı, “Çılgın Zelda” diyordu. Nilgün’ü Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald’ın ele avuca sığmayan karısı Zelda’ya benzetmişti.

Bundan sonra Cemal Süreya için, o, Zelda idi.

Zor zamanlar başlarken

Sonra bir süreliğine kocasının işi nedeniyle Libya’ya taşındılar. Ülkenin baskıcı yaklaşımı, Nilgün’ün hiç sebepsiz yer bile boğulan ruhunu daha da boğmaya başlamıştı. Hemen Türkiye’ye döndüler.

Ama çok geçti; Nilgün geri dönüşü olmadığını hissettiği o yola girmişti. Psikolojisi günden güne kötüleşti. Psikiyatr yollarını aşındırmaya başladı. Teşhisi manik depresyondu. Hepsinin de önerisi ortak oldu; okuma yazmaya ara vermeliydi. Aa, bir de ilaçlar vardı tabii. Şu neden içmesi gerektiğini bir sürü anlamlandıramadığı ilaçlar…

Asla katlanamazdı. Söz dinlemedi. Ne ilaçları kullandı, ne okumaktan, yazmaktan vazgeçti. Sadece daha da yalnızlaştı. Şimdi yeni arkadaşı alkoldü; ona sığındıkça, daha da yalnızlığa gömdü ruhunu. Teslimiyetine az kalmıştı…

Çığlıksız vazgeçiş

Ve bir gün, tarih 13 Ekim 1987’yi gösteriyordu. Kağan eve geldiğinde, ecza dolabında ne kadar ilaç vara hepsinin masanın üzerinde olduğunu gördü. İlaçlar yerlere de tane tane dökülmüştü ve takip ettiğinde lavabonun içinde de ilaçlar buldu.

Sonra yatak odasına yöneldi. Ev çok sessizdi; neredeyse içinden ölüm sessizliği diye geçirecekti ki; soluğunu tuttu. Odada hiç kullanmadıkları pencerenin arasına perdenin sıkışmış olduğunu fark etti. Bir hışımla perdeyi açtı ve aşağı baktı…

Son günlerde Nilgün, yazıyor ve yine yazdıklarını Kağan dahil kimselere göstermiyordu. Her zaman olduğu gibi konusu bireyin düşle gerçek arasında sıkışıp kalmış kırgınlıklarıydı. Tüm yaşayanlardan habersiz, yaşamı ve ölümü irdeliyordu…

Yıllardır bir gün bile aklından çıkarmadığı gibi, o gün de Slyvia Plath’i ve yazgılarının benzerliğini düşündü. Slyvia yaşamın ağırlığını, manik depresyonu ve nihayetinde kocasının bir başka kadınla olan ilişkisini kaldıramamış, çocuklarıyla kiraladığı evde, hayatına son vermişti. Çocuklarının baş ucuna bolca kurabiye ve süt bırakıp kapılarını sıkıca bantladı. İçeriye gidip hava gazı fırınının içine kafasını soktu…

Sürekli düşünmek fazlaydı ve sonunda düşünmekten vazgeçti Nilgün. 13 Ekim 1987’de, henüz 29 yaşındayken, kendini altıncı kattaki evlerinden aşağı bıraktı. Bir çığlık bile atmamıştı…

Ardından rüzgarın savurduğu perde, pencereye sıkıştı. Kağan fark edip aşağı baktığında, karısının hayattan vazgeçmiş bedeni ile karşılaştı.

Ruhu hayattan vazgeçeli çok olmuştu zaten diye düşünmüş müydü acaba?

Ölümünün ardından

Nilgün’ün intiharı hem üniversite sıralarından beri planlıydı, hem de bir anda oluvermişti.

Ölmeden kısa bir süre önce yazdığı ne varsa kocasına vermişti. Ölümünün hemen ardından metinleri ve şiirleri ayrılıp düzenlendi. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” ve “Metinler” olarak iki ayrı kitap halinde yayımlandı.

Daha sonra annesinin isteğiyle günlükleri, “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla yayımlandı. Editörlüğünü ise, arkadaşı Gülseli İnal üstlendi.

Günlüklerinin yayımlanması, en az intiharı kadar etkili bir etik tartışmasını da beraberinde getirmişti.  Ne olursa olsun, yazdıklarını gölgede bırakıyordu yaşadığı her şey…

Ece Ayhan – 128 Nilgün Marmara

“Önce, Nilgün Marmara’yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu renkte bir giysiyle, bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni’nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Sırası belki önlerdedir ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı geçmiştir. Ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara ile 1987 Ekim’inin 13’ünde, kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul’da, Kızıltoprak’ta, en ufak bir çığlık bile atmadan korkunç ölümünden sonra da! Herhangi bir ikirciğe düşmeden, hiç çekinmeden şunu diyorum: “bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı.” o nedenle de yazımın başlığını şiirdeki gibi “128 Nilgün Marmara!” koydum”.

Cemal Süreya – Günler

“Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel; ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan şöyle söz ettim: Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim; bugün ortaya çıkıyor”. (841. Gün)

Acısını o kadar zaman saklamış ki içinde, nasıl da yansımamış yüzüne. En sevdikleri bile hastalığını belki sıradan bir depresyon olarak gördü. Öyle ya, kim en sevdiğinin intihar etme ihtimalini düşünürdü ki? Ölümün gerçek olduğu bir dünyada hiç ölmeyecek gibi yaşayan insanlarız sonuçta.

Yazdıklarını kimsenin okumasını istemedi, bunun için ölmesi gerekiyordu belli ki. O da öldü. Şimdi onu hepimiz tanıyoruz.

Kısacık ömrüne sığdırdığı sınırsız çelişki ve bu çelişkilerinin doğurduğu hisli cümleleri ile bir Nilgün Marmara geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Sylvia Plath Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Bazı isimler, ürettikleri eserler kadar özel hayatlarıyla da gündeme geliyor. Slyvia Plath de o isimlerden biri. Zira intiharları en az şiirleri kadar ünlü ya da ne bileyim kıyaslaması göreceli bir kavram olabilir.

Kendisi her ne kadar ömrünün 30 yıllık olduğuna karar verse de, edebiyat anlamında birçok yazarın ve hatta başka alanlardaki sanatçıların ilham kaynağı. Belli ki üzerinden ne kadar zaman geçse de olmaya da devam edecek. Çünkü o, 30 yıllık hayatında ölümsüz olmanın yolunu keşfetti…

Çünkü o, tutkularının tutsak olmasına izin veremeyecek kadar yaşamayı seviyor olabilirdi…

Çocukluğu

Sylvia, 27 Ekim 1932’de, ABD’nin Massachusetts eyaletinde, ABD’li Aurelia ve Alman Otto’nun çocuğu olarak dünyaya geldi.

Aslında her şey normal başlamıştı. Sylvia, sağlıklı bir çocuk olarak dünyaya gelmişti; ancak ruhsal sağlığı için aynı şey söylenemezdi. Zamanla Sylvia’nın bir manik depresif olduğu anlaşılacak ve hayatı boyunca bu gerçekle boğuşacaktı.

Babası Otto, profesördü. 1940’ta, Sylvia henüz bir çocukken hayata veda etti. Sylvia’nın, babasına karşı içinde büyüttüğü bir nefret vardı ve büyüdükçe bu duygu da büyüyecekti. Ruhsal dünyasındaki dalgalanmalar, zamanla bozulan psikoloji, ona çocukluğundan bir hediye olacaktı.

İlk şiirini yazdığında ve hatta yayımlandığında Sylvia, henüz 8 yaşındaydı. Rahatsızlığının ilk izleri de işte bu zamanlarda kendini belli etmeye başladı.

İlk intihar girişimi

Sylvia, hep intihara meyilliydi. 1950’de Smith College’e burslu girdi. Aslında okulda gayet başarılıydı. Ancak ruhunun ona açtığı yaralar, hayatını sağlıklı bir şekilde yaşamasına izin vermiyordu.

Sylvia, ikinci sınıfta ilk intihar girişimini gerçekleştirdi ve ardından tedavi görmesi için bir akıl hastanesine yatırıldı. Artık ciddi bir şekilde ve resmi olarak hastalığıyla boğuşacaktı.

1955’te Smith College’den “summa cum laude” dereceyle mezun oldu. Zeki yönü ile hayat devam ediyordu. Sonra Fulbright bursu kazandı ve Cambridge Üniversitesi’ne gitti. Burada çalışmalarını sürdürdü ve şiirlerini üniversitenin öğrenci gazetesi, Varsity’de yayımladı.

Sylvia evlendi

Cambridge’de Sylvia, İngiliz Şair Ted Hughes ile tanıştı. Şiir, onları bir araya getirmişti. Sylvia’nın artık ayakları yere basmıyordu; aşk ile sarhoş olmuştu.

Ted, Sylvia için hem bir kaçış hem de sığınma noktasıydı. Kesinlikle çılgınca bir deneyim olacaktı bu aşk. Sonu sadece Sylvia’nın içini rahatlatacaktı. Tanıştıktan sonra çok zaman kaybetmeden, 1956’da evlendiler ve Boston’a yerleştiler. Sylvia, hemen hamile kalmıştı ve İngiltere’ye döndüler. Londra’da kısa bir süre yaşadıktan sonra North Tawton’a yerleştiler.

Bu sırada çiftin üzerine Sylvia’nın kıskançlık krizleri kara bulut gibi çöktü. Bu durum, onları evliliklerinde ciddi bir probleme doğru sürüklüyordu. İlk çocuklarının doğumundan sonra Sylvia, içinde bulunduğu durumun ağırlığını kaldıramadı ve Londra’ya dönerek boşanma işlemlerini başlattı.

Bir kere daha bir araya geldiler bu ayrılığın üzerine. Sylvia ve Ted’in bir çocukları daha oldu. Ancak Sylvia’nın ruhsal bozuklukları Ted’in ondan soğumasına sebep olmuştu. Sylvia’yı sürekli ihmal ediyor ve hatta aldatıyordu.

Bu ilişki, düşündüğü gibi Sylvia’ya iyi gelmemişti; kendisini yaratıcılığı konusunda gerilemiş ve kısıtlanmış hissediyordu. Hayatının aşkıyla karşılaştığını, belki iyileşeceğini düşünen Sylvia, bir anda kendini evde çocuk büyüten, dışarıda nerelerde gezdiğini bilmediği kocasını bekleyen bir kadın olarak buldu. Bu kadarı Sylvia gibi ruh taşıyan bir kadın için çok fazlaydı. Büyük aşk, büyük mutsuzluğa dönüşmüş; Sylvia’nın intihar hanesine yazılmıştı.

Londra’da yalnız hayat

Sylvia, artık kesinlikle Ted ile olmaması gerektiğini biliyordu. Eskiden İngiliz Şair William Butler Yeats’a ait olduğunu öğrendiği evi kiralamıştı ve bunu iyi bir işaret olarak algılıyordu. Londra’da ruhsal anlamda kendini daha da zorlayacak bir sürece girmişti…

Yalnız bir hayat yaşıyordu burada. Yazar Jillian Becker ile de bu yalnızlığının ortasında, 1962 Eylülü’nde tanıştı. Tanıştıklarında Jillian’a, “Colossus” adlı kitabını imzalayıp hediye etmişti. Zamana mühürlenmesi gereken özel anlardandı.

Ted ile evliliği henüz bitmişti. Jillian, Sylvia’nın yeteneğine hayrandı. Ancak haline de acıyordu. Kısa sürede çok iyi arkadaş olmuşlardı. Gerçi hiçbir buluşmaları neşeli değildi; ama Sylvia ile zaman geçiriyor olmaktan çok memnundu Jillian.

1962 yılı ve 1963 kışı, Sylvia için çok zor geçiyordu. Ne az zamanı kalmıştı…

İntihara günler kala

1963’ün soğuk Şubat günlerinden biriydi. Sylvia, Jillian’ı arayıp sadece “Gelebilir miyim?” diye sordu. Öğleden sonra çocukları Frieda ve Nick’i yanına katıp, Jillian’ın Islington’daki evinin kapısını çaldı.

Sylvia ölümün pençesine düşmüş gibi görünüyordu. İçeri girer girmez uzanmak istediğini söyledi. Jillian, onun bu haline hiç şaşırmamıştı. Onu tanıdığı son beş aydır olduğu gibi kötüydü; ama bu kez her zamankinden kötü…

Jillian, onu yukarıya, en büyük oğlunun odasına çıkardı. Yatağa nasıl küçük hareketlerle ve hayatı sevemeyen yönüyle ilerleyişini izledi. Üzerine bir örtü örtüp, aşağı indi. Jillian’ın 1 yaşında küçük bir kızı vardı; Madeleine. Sylvia’nın oğlu Nick ile yaşıtlardı; kızı Frieda ise 3 yaşına girmek üzereydi. Çocukları alıp birlikte oynamaları için kızının odasına götürdü. Sadece çocukların sesinin yükseldiği evin içinde kendi sessizliğinde sadece arkadaşı için üzülebildi Jillian…

Birkaç saatlik uykunun ardından Sylvia aşağı indi. Uykusunda mı düşünmüştü, yoksa gözlerini tavana dikip bolca düşünerek mi indi bilinmez, eve gitmek istemediğini söyledi. Jillian, Sylvia’nın evinde kalmasını sorun etmedi. İki büyük kızı Claire ve Lucy hafta sonu evde olmayacaktı ve bu iki boş odası var demekti.

Sylvia, arkadaşına evinin anahtarlarını verdi ve Jillian, ilaçlarını, diş fırçasını, bir elbisesi, geceliği ve hali hazırda okuduğu iki kitabını getirdi. Eve döndüğünde çocukları kendi kızıyla birlikte banyoya sokup bir güzel pakladı, karınlarını doyurdu ve yatırdı. Sonra da kocası ve Sylvia ile birlikte yemek için tavuk suyuna çorba, kızarmış biftek, patates püresi ve salata yaptı. Sylvia’nın iştahı arkadaşını pek memnun etmişti doğrusu. Hatta bu kez sorunlardan hiç konuşmamışlardı, neşeli bile sayılırdı muhabbetleri. En azından yemek boyunca…

(Ted ve Assia)

Sonra Sylvia, Jillian’a ilaçlarını gösterdi, ne kadar da fazlaydı. Kimisi uyanmasını, kimisi de uyanmasını sağlıyordu. Uyku ilaçlarını  saat 22.00’de aldı. Ancak gözlerinden uykuya dair hiçbir iz yoktu. Üstüne ruh hali de çok hızlı değişiyordu. Enerjik bir duygudaydı ki, birden Ted ve uğruna kendisini terk ettiği kadın Assia Wevil’den bahsederek derin bir duygusallığa büründü.

İkisine de duyduğu öfkenin şiddeti gözbebeklerinde iki cilt roman gibi duruyordu. Kıskançlık bir türlü toparlayamadığı ruhunu kemiriyordu…

Ted, Assia’yı İspanya’ya götürmüştü. “Çocukları İspanya’ya götürebilsem, güneşli bir yere, bu dondurucu havalardan uzaklara” diyordu Sylvia. Ona göre çocukların buna çok ihtiyacı vardı ve hiç iyi değillerdi…

Assia Wevil, de şairdi. Ted ile hayatlarına 1961’de eşi David ile birlikte komşu olduklarında girdi. Ted ile aralarındaki çekimin fark edilmemesi imkansızdı; çok geçmeden bir ilişkiye de dönüştü. Ted’in aldatmaları, Sylvia’nın ruhuna derin yaralar açıyordu ve gözü önündeki bu ilişki, bardağı taşıran son damladı işte…

Nihayet saat gece yarısı olmuşken, Sylvia uykuya dalabildi. Ancak Nick’in uyanmasıyla bu kısa bir uyku olacaktı. Nick mamasını yemiş ve sakinleşmiş, ancak Sylvia hala uyuyamıyordu. Arkadaşından biraz yanında kalmasını rica etti. Gözlerini arada aça kapaya, arada uykusundan sıçraya sıçraya sonunda gerçek bir uykuya daldı. Artık Jillian da gidip uyuyabilirdi…

Ertesi gün

Sabah ilaçlarını alıp güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra onu birkaç saat götürecek kadar enerji toplamıştı. Çocuklarının bakımında ona yardımcı olan bir kadınla anlaşmıştı, ancak kadın şimdi gelmiyordu ve Sylvia çaresizdi. En az onun kadar çaresiz hisseden diğer isim de Jillian’dı.

Doktoru ile görüştü Jillian. Dr. Horder, ona çocukları konusunda Sylvia’ya yapacağı en büyük iyiliğin onların bakımını annesine bırakmak olduğunu söyledi. Sylvia, çocuklarının kendisine ihtiyaç duyduğunu hissetmeliydi.

Ama Sylvia’nın bunu anlamaya pek niyeti yoktu. Jillian ne kadar uğraşsa da, Sylvia, çocukları sanki kendi sorumluluğunda değilmiş gibi davranıyordu. Jillian, ya çocukları beslemeyecek, onlarla hiçbir koşulda ilgilenmeyecekti ya da her şeyi o yapacaktı. Mecburen yaptı.

Ted ile son buluşma

Sylvia, ertesi akşam Jillian’a evinden getirttiği mavi, gümüş işlemeli elbisesini giymişti; karşısında durmuş, uzun uzun saçlarıyla oynadı. Yüzü ayrı bir aydınlanmış, gözlerindeki öfke neredeyse gölgelenmişti. Jillian, onun nasıl da güzel göründüğünü düşündü ve bunu yüksek sesle ona da söyledi.

Sylvia’nın neredeyse gülümsediğine emindi Jillian; arkadaşının memnuniyeti onu da memnun etti. Sonra biriyle buluşacağını söyledi; kim olduğunu söylememişti. Çocuklarını öperek iyi geceler dileyip kapıya doğru yönelmişti ki, Frieda arkasından yetişti. Onu sımsıkı sardı ve “Seni seviyorum” dedi Sylvia.

Günler sonra Jillian o gece buluştuğu kişinin Ted olduğunu öğrenecekti ve elbette daha fazlasını. Ted, onu arabayla Jillian’ın evine geri getirmişti…

Sabah olduğunda Jillian, arkadaşının kaçta geldiğini ya da neler söylediğini hiç hatırlamıyordu. Çorba, rosto, peynir, tatlı ve şaraptan olan bir menü ile enfes bir Pazar yemeği yediler. Sylvia’nın yüzünden bu yemekten zevk aldığını okuyordu arkadaşı. Hatta kahve içerken bir tatlı sohbete bile daldılar.

Gün akşama dönüyordu ve Jillian, kızları Claire ve Lucy’nin yakında döneceği konusunu düşünüyordu. Kafasında kimi nerede yatıracağına dair hummalı bir plana girişmişti ki, Sylvia birden “Eve dönmeliyim. Çamaşırları ayırmam lazım. Hem sabah bir hemşire uğrayacak. Nick hasta olduğunda bana yardıma gelen hemşire” dedi. Ani kararının verdiği anlık enerjiyle eşyalarını hızlıca toparladı ve gitmeye hazırdı. Jillian’ın kocası Gerry gitmek istediğine emin olup olmadığını sordu ve Sylvia kesinlikle kararlı görünüyordu. Gerry, onları neredeyse hurda bir arabayla evlerine götürdü. Arabanın gürültüsünden yol boyunca duyamadığı Sylvia’nın yarı hıçkırıklı sessiz ağlayışını, ancak kontağı kapadığında fark edebildi. Gerry ne kadar dil dökse de, Sylvia geri dönmeyi kabul edemedi ve adam, onları ertesi gün ziyaret edeceğine söz vererek yanlarından ayrılmak zorunda kaldı…

Sylvia Plath öldü

Gerry, dönüş yolu boyunca üzerinden atamadığı “Keşke bizimle kalsaydı” iç çekişini eve geldiğinde de devam ettirdi. Sylvia, kesinlikle yalnız kalmamalıydı; böyle düşünüyordu…

Aslında Jillian da kocasına katılıyordu, ancak “insan” yanına yenik düşüyordu içini rahatlatırken. Arkadaşının gidişine üzülmüştü aslında; ama bir yandan rahatlamıştı da, inkar edemezdi. Hem kendi çocuklarına hem onun çocuklarına bakmak için bu kadar uğraşa gerek kalmamıştı işte. Hem acıma duygusu kalbi çok fazla yorabiliyordu. Ertesi gün alacağı haberi önceden bilse, bunların ne kadarını düşünebilirdi ki? Bu düşünceleri ve hatta duyguların, onu yıllarca sürecek bir pişmanlığa sürükleyeceğini bilse, hiç düşünebilir miydi aynı şeyleri…

Çünkü Pazartesi sabahı saat 8.00’de Dr. Horder, Sylvia’nın intihar haberini vermek için aramıştı. Gitti diye içten içe rahatladığı, daha dün şu masada neredeyse mutlu yemek yediği arkadaşı, şu an hayatta değildi…

İntihar anı

Tarih, 11 Şubat 1963’ü gösteriyordu. Sylvia’nın her günü, intiharı düşünüyor ya da deniyorsa, sıradan bir gün olarak geçiyor demekti. Bugün de yine bir planı vardı ve bu kez başaracaktı…

Çocuklarının odası ikinci kattaydı; başuçlarına kurabiye ve sütlerini bıraktı. Odalarının kapısını kapadı ve sıkıca kapının aralıklarını bantladığından emin oldu. Aşağı, mutfağa indi ve fırının gazını açıp kafasını içine soktu.

Sonrası Sylvia için muhtemelen huzura kavuşmak demekti…

Sylvia’nın ardından

Bu intiharın ardından tüm gözler elbette kocası Ted’e çevrildi. Ted, bu konuda yıllarca konuşmamayı tercih etti. Sonra da anılarını yayımladı. Sylvia’nın intiharından “Önlenemez!” diye bahsediyordu…

Ve intihar Sylvia’nın genlerine kodlanmış gibiydi; yıllar sonra oğlu da intihar edecekti…

Sylvia intihar ettiği sırada, Assia da Ted’in çocuğuna hamileydi. Bebeği aldırdı ve Ted ile beraberliğini de sürdürdü. Üstelik Sylvia’nın çocuklarına annelik eder. Kim bilir, belki de bu Assia’nın vicdanının sızısını dindirme şekliydi. Ted’in hayatında bir intiharla oluşan koca boşluğu doldurdu.

Ne yazık ki, Assia’nın da yaşamı Sylvia’nınki gibi Ted’in gölgesinde kalarak devam etti. Ne Ted ne de çevresi Assia’nın şiirleriyle ilgilenmedi, hatta onu küçümsedi. Assia, Sylvia’nın yolunda ilerliyordu. Onun sadece hayatını değil, ölümünü de aldı.

23 Mart 1969’da, Sylvia’dan farklı olarak, 4 yaşındaki kızı Shura’yı da yanına aldı; gazı açtı ve kızıyla birlikte ölüme kavuştu…

Ted’in anılarına göre Assia’nın ölümü ise, “Önlenebilir”di!

Şiirin temsilcisi Sylvia Plath

Sylvia Plath, gizdökümcü şiirin en büyük temsilcilerinden biri olarak tanındı. Şiirleri, en az intiharları kadar meşhur oldu. Kendisine biçtiği 30 yıllık ömürde biriktirdiği her cümle, ardından eserlere dönüştü.

Sylvia Plath, Virginia Woolf, Simone de Beauvoir, Marguerite Duras gibi isimlerle bir arada 20. Yüzyılın en büyük kadın edebiyatçıları arasında anıldı. “Sırça Fanus” adlı eseriyle tanınan Sylvia, kırılgan, karamsar ve illa duygusal diliyle okurunun ruhuna dokundu. Bu aslında kısacık hayatında yaptığı en iyi şeydi; ruha dokunmak. Bir tek kendi ruhuna dokunmayı becerememişti…

Sylvia Plath ölümsüzleşirken

Her zaman dediğim gibi, insanlığa ucundan kıyısından sanata bulaşan, yaşayan bir şeyler bırakırsan bu ölümsüzlüğün keşfi gibi. Sylvia, belki hiç toparlayamadığı ruh sağlığıyla, içinde kopan fırtınalarla zor şeyler yaşadı. Nihayetinde herkes kendi payına düşeni yaşıyordu. Onu özgürleştiren de cümleleri oldu…

Kendi ölümüne karar verdiğinde ve başardığında henüz 30’undaydı. Daha sonra hayatı “Sylvia” adlı filmle beyaz perdeye aktarıldı. Onu ise, Oscarlı Oyuncu Gwyneth Paltrow cablandırdı.

Otobiyografik bir roman olarak öne çıkan “Sırça Fanus”, birçok eleştirmen tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendirildi.

Zaman içinde şiirleri, düzyazıları yayımlanmaya ve Sylvia Plath hep konuşulmaya devam etti. İçinde dindiremediği fırtınalara rağmen ruhlara dokunan şiirleriyle bir Sylvia Plath geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Anthony Bourdain Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

O, ekranda rock yıldızlarını aratmayan görünümü ile fırtınalar estiriyordu. Restoranlar ve onların mutfaklarındaki madalyonun öteki yüzü ve şefler hakkında her zaman etkileyici ve sarsıcı yorumlarda bulundu.  Anthony, sıradan bir çocuklukla başlasa da, sıradan bir kişilik ve sıradan bir şef olmadı. Hele tipik meşhur şef özelliklerini kesinlikle taşımıyordu…

İnsanın karakterini omlet yapış tarzının yansıtabileceğine inanıyor ve bir insana kahvaltı hazırlamaktan daha güzel hiçbir şey yapamayacağını düşünüyordu. Ve kendisinin başardığı gibi, “Zihninizi açın. Oturduğunuz sandalyeden kalkın. Dışarı çıkın, yürüyün, gezin. Bunu yapmalısınız” diyordu.

O, her yönüyle şahsına münhasır bir kişilik  olarak yaşadı. Aslında bu hayatı tüm güzellikleri ile her hücresine kadar yaşadı; bize hissettirdiği buydu. Nasıl yaşayacağına kendisi karar verdiği gibi, nasıl öleceğini de yine kendisi seçti. Bu her ne kadar şaşırtıcı ve üzücü olsa da, belki de başka bir açıdan bakmayı bildiğimizde, tam ona göre bir hareketti.

Belli ki gitmenin zamanı gelmişti…

O zaman ardından söylenebilecek tek şey var: Dilerim, düşündüğü gibi bir lezzetle karşılaşmıştır…

Çocukluğu

Anthony, 25 Haziran 1956’da, New York’ta, kökenleri Yahudi olan annesi Gladys ve Katolik babası Pierre’nin oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Anthony Michael” adını verdi.

Anne ve babasının dini kökeni Anthony’i etkilememişti. O geleneklerden uzak bir çocuk olarak büyüdü. Babasının büyükbabası bir Fransızdı. I. Dünya Savaşı’ndan sonra New York’a göç etmişler; burada bambaşka bir hayat kurmuşlardı. Ancak dillerini kullanmaya devam ettiler. Babası Pierre, Fransızca konuşulan bir evde büyüdü.

Aslında Anthony sıradan bir çocukluk geçiriyordu. İçindeki ekstrem kişiliği keşfedene kadar da bu sıradanlığın tadını çıkardığını bilmeden yaşadı. Anthony, ömrü boyunca her duygusunda, bu ne olursa olsun fark etmez, tadını çıkarmayı bilecekti.

Kimliğini kazanırken en büyük şansı iyi kitapları ve filmleri seçmesini bilen anne, babasıydı. Babası Columbia Records’ta  yöneticiydi. Uzun yıllar evde görmeye alıştığı annesi ise, daha sonra New York Times’de editörlük yaptı. Sürekli kendisini geliştiren bu çiftin en iyi yanı, çocuklarına ince zevklerini aktarıyor olmalarıydı…

Yemek zevki ilk gönlüne düştüğünde

Ailesi, Anthony’e kendilerinde olan her şeyi aktardılar ve onun kendi yolunu çizmesine izin verdiler. Anthony, babasının kökenlerine inmeyi, tüm Avrupa’yı, özellikle Fransa kıyılarını keşfetmeyi hayal ediyordu. O bir kaşif olacaktı ve bir dini inancının da olmadığına karar vermişti.

Henüz küçüktü ve geleceğini şekillendiren bir karar daha verecekti. Bir lokmada verilecek, lezzetli bir karardı bu. Babasının Fransız olması sebebiyle yaz tatilleri ailecek Fransa’da olmak demekti. O yılki tatilleri sırasında bir balıkçık teknesinde, La Tete, istiridye sipariş ettiler. Anthony ilk kez istiridyeyi deneyimliyordu. Yıllar sonra bir şef olduğunda böyle tanımlayacaktı tatmak işini; deneyimlemek. Bir çocuğun ilk kez bir yemeği denemede cesaretli oluşundan kesinlikle daha cesurdu. Lokmasını aldı ağzına, çiğnedi, çiğnedi. Dil papillaları var gücüyle çalışıyordu. Bunun tam olarak istiridyeyle de ilgisi yoktu belki. O anda küçücük bedeni ve tüm diliyle anladı ki, yeryüzünde tatmadığı yemek kalmasın istiyordu. Hatta, evet evet, hatta o yemekleri kendisi yapmalı ve başka insanların da bu lezzetleri keşfetmesini sağlamalıydı. Hem kaşif olma hayalini de tamamlıyordu bu istek.

Her yeri gezebilir, her lezzeti tadabilirdi; içinde hissettiği büyük tutku ona yeterdi. O gün, oracıkta, o balıkçı teknesinde tabağındaki istiridyeye en duygusal bakışını fırlattı ve ne olmak istediğine kesinlikle karar verdi. Bu onun ilk ilan-ı aşkıydı…

Tutkularının peşinde bir genç delikanlı

Artık ailesiyle gittiği her restoran onun için başka bir dünyanın kapısını aralamak demekti. Annesinin mutfağa girdiği her an o da kapıda beliriyordu. Yani tam olmasa da kesinlikle yapmak istediği bu olmalıydı.

Okul hayatı da standart ilerliyordu. Ancak onun yapmak istediği şeyler farklıydı. Büyük bir restoranın mutfağında, ocağın kocaman ateşi üzerinde fokurdayan tencereler, cızırdayan tavalar başında bulunmalı; her birini özenle hazırlamalıydı. Hatta belki birkaç zaman sonra hazırlandığından emin olan kişi pozisyonunda olmalıydı.

Yok olmaz, buraya kadar daha fazla sabredemezdi. 1973’te Dwight-Englewood School’dan mezun olup Vassar College’ye başlamıştı. Okula ara vermeye karar verdi; 2 yıl sürecekti. Bu 2 yıl süresince Provincetown, Massachuseets ve birçok deniz ürünleri restoranlarında çalıştı.

İşte tam da hayal ettiği gibiydi. Önce malzemelerin çiğden keşfediyor, sonra pişirip kokusunu burnunda dolduruyordu. Tadarak aldığı haz ise, elbette bambaşkaydı. Artık bir kez daha yapmak istediklerinden emindi. Mutfakta kalmak istiyordu; mutfağa doğmuş gibiydi. Toplumumuzda olsa bu duruma şöyle denebilirdi: Annesi göbek bağını mutfağa gömmüş…

Böylece Anthony, kariyerine gastronomi alanında devam etti. Hayalperest bir şekilde sadece mutfakta kalarak olmazdı tabi; bunun da farkındaydı. Dünyaca ünlü aşçılık okulu, Culinary Institute of America’dan eğitim aldı…

Doğru yolda kararlı adımlar

1978’de okuldan mezun olmuştu. Asıl hayat şimdi başlıyordu, Anthony için. Bir çaylak olarak değil de, kendinden emin bir şekilde durabilecekti şeflerin karşısında. Sonu yoktu biliyordu. Mutfakta her an yeni bir şey öğrenebilirdi. Öğrenmeye açtı; en az yeni lezzetlere olduğu kadar…

Mezun olur olmaz, Supper Club, One Fifth Avenue ve Sullivan’s gibi ünlü restoranların mutfağında çalışmaya başladı. Bu özel, prestijli restoranlara şef olmuştu. Yıllarca gelip hayranlık duyduğu yerlerde yemeklerini tattığı şeflerden biri olma yolunda hatırı sayılır bir adımdı. Bu daha başlangıçtı; ama kabul etmeli ki, ziyadesiyle lezzet veren bir başlangıç.

Çok yemek tatmalı ve sevdiği, seveceği insanlarla paylaşmalıydı. Hep geliştirdiği “Bir insanla ne zaman yemeğini paylaşırsın, o zaman onun hakkında gerçekten bir şeyler öğrenebilirsin” felsefesine inandı ve uyguladı…

Anthony Bourdain evlendi

Anthony, elbette sadece yemeklerle bir ilişki içinde değildi. Nancy Putkoski ile 1985’te evlendi. Uzun soluklu olsa da, sonu olan bir evlilikti; 2005’te boşandılar.

Anthony, ikinci evliliğini 2007’de Ottovia Busia ile yaptı. Bu evlilik, ona Ariane adında bir de güzel çocuk kazandırdı. Ancak ilişkilerini yürütemediler ve 2016’da boşandılar.

90’lar bitmeden yeni keşifler

Anthony, mükemmel olma yolunda ilerliyordu. 90’ları yaşıyordu ve o, ışığını parlatıyordu. Tam bu sırada aklına bir deli düşünce düştü ve kağıda kaleme sarıldı. Bu eller sadece yemek yapmıyordu belli ki ve daha da önemlisi, beyni lezzetler dışında başka şeyleri algılamaya ve düşünmeye de yer açıyordu.

Anthony, ilk kez 1995’te “Bone in the Throat” adını verdiği bir suç romanı yazdı. İnsanın her yaşında başka bir yönünü keşfetmesi ve buna kayıtsız kalmaması çok özeldi. Keşke her insan kendisini tanıyacak kadar sevebilseydi kendini. Belli ki, yine yol sevgiden geçiyordu. Yoksa insanın bambaşka bir  şeye kalkışması cesaret işiydi.

Anthony, cesaret etmeye ve bu hayatı yaşamaya devam etti. İkinci suç romanı “Gone Bamboo”yu da 1997’de yayımladı.

Yemek kitapları yazdı

İlk yazma deneyimini suç romanları ile başlatsa da yemek konusunda da yazıyordu ve elbette mutfaktaki çalışmalarına da devam ediyordu. 1998’de Miami, Washington ve Tokyo’da da bulunan Manhattan’daki en ünlü restoranlardan biri olan Brasserie Les Halles’e baş şef oldu. Buradaki işi uzun yıllar devam edecekti…

1999’da New York restoranlarının mutfaklarındaki madalyon arkasını anlatan “Don’t Eat Before Reading This” (Bunu Okumadan Yemek Yemeyin) adını verdiği bir makaleyi, New Yorker’de yayımladı. Bu makale, özellikle ABD ve Birleşik Krallık’ta oldukça ses getirmişti. Bu makale, 2000’lerin başında çıkacak olan “Kitchen Confidential: Adventures in the Culinary Underbelly” kitabının temeliydi. New Yorker, bu kitabı, “Bu Kitabı Okumadan Yemek Yemeyin” sloganıyla tanıttı. Anthony, mutfaktaki deneyimlerini tüm detaylarıyla anlatıyordu ve bu, ilginç bir şekilde eğlenceliydi. Dünyanın en çok satan kitaplarından biri oldu.

TV programcılığına geçiş

Mutfaktan sonra yazarlık, onun için kuşkusuz en renkli deneyimlerden biriydi ve hangi yan yollara saparsa sapsın, ana cadde hep mutfağa çıkıyordu. Özellikle şu çok satan Mutfağın Sırları’ndan sonra Food Network’ten gelen teklifle, yine aynı caddeye çıkacak bir yan yola sapacağını anladı.

Teklifi kabul etti ve “A Cook Tour” adlı Tv programını sunmaya başladı. Bu gerçekten de adı gibi bir yemek turuydu; Anthony’nin kendi deyimiyle, ilginçlikler, heyecanlar, keşifler ve mükemmel yemek arayında olduğu bir yemek turnesine çıktı. Çocukluk hayali gerçek oluyordu işte; hem bir kaşif, hem de bir şef olabilecekti. Bu program, ona bu ikisinden fazlasını da getirecekti; milyonların beğenisini…

Çıktığı bu turne “A Cook’s Tour” (Bir Aşçı’nın Turnesi) adını verdiği kitaba eşlik edecekti; 22 bölüm çektiler. Gerçekten fazlasıyla ilginç ve şok ediciydi. Evet, sanırım doğru sözcük bu; şok edici. Buraya kadar okuduğunuz hayat hikayesinde şu genç adam çocukken bir hayal kurmuş, Türkiye’ye gelip kuru fasulyeyi tadacak, Hollanda’ya gidip peynirlere doyacak diye düşünmüş olabilirsiniz. Tabii onu tanımıyorsanız…

Ancak tanıyorsanız, bu program kapsamında çıktığı turnede, onun, Rusya’da gangsterlerle oturup bir kobranın hala atmakta olan kalbinin tadına baktığını bilirsiniz. Fransa’da, La Tete’de tattığı istiridyenin çocuk damağına bıraktığı o tadı bulmuş gibiydi; farklı, kışkırtıcı ve ziyadesiyle sıra dışı. Bunun için bir kobranın atan kalbini tatmaktan asla geri duramazdı. Bu, maceracı yönünü kamçılayan en belirgin an olmalıydı…

Elbette programı çok seyirciye ulaştı ve kitabı da 2001’de dünyanın en çok satan kitaplarından oldu.

Anthony Bourdain: No Resevations

İlk şovu çok beğenilmiş ve bir kitapla taçlanmıştı. İlginin yoğunluğunu görünce yeni bir şov başlattı: 

Bu şov, hayatının en büyük ve sarsıcı deneyimlerini tattıracaktı ona. Ne yaşarsa yaşasın, her koşulda yemekleri tatmaya, tanıtmaya ve gezmeye de devam edecekti. Yani özetle şov devam etmeliydi.

2005’te dünyanın farklı yerlerini gezdirip, değişik lezzetleri tattırmakla kalmayan bu program, ülkelerin kültürel geleneklerini de yaşattı. Yayınlandığı günden itibaren milyonlara ulaşan program ile Anthony, ününe ün kattı ve kesinlikle rezervasyona ihtiyacı olmadı. Bir bölümünün  İstanbul’a ayrıldığı No Reservation, 2012’ye kadar devam edecekti…

Bu şov, gerçekten de görmediği birçok yer ve tatmadığı birçok yeri öğretti ona. 2006’da çekilen bir bölüm için Lübnan’a gittiler ve tam bu sırada İsrail-Lübnan olayı patlak verdi. Onun ya da ekibinden herhangi birinin Lübnanlı ya da İsrailli olmayışı hiçbir şey değiştirmemiş ve bu olaydan nasiplerini almışlardı.

Anthony, ekibiyle beraber uzun bir süre otelde mahsur kaldılar. Ve şov gerçekten de çekilmeye devam ediyordu. Şovu bitirmeye çalışırken, bir yandan da otelden çıkmaya çalışıyorlardı. Bu, yaşama ve yemeğe sonsuz inancın göstergesiydi kuşkusuz.

Otelden çıkıp ülkelerine dönmelerine Anthony’nin, Bay Kurt dediği bir adam yardım etti. Ona böyle diyordu; Pulp Fiction’daki Harvey Keitel karakterinden esinlenmişti.

Sonunda hayatta ve ülkelerindeydiler. Ülkeler arası yaşanmış bir sorun dahi onun yemekle olan uyumuna da, şovuna da engel olamamıştı. Bu bölümü gururla yayınladılar. Gururlanmakta kesinlikle haklıydılar. Çünkü bu bölüm, 2007 Emmy Ödülleri’ne aday gösterildi…

Gastronomi dünyasının kötü çocuğu, Bourdain

Anthony, 2011’de “The Layover” adlı yeni bir seriye başladı. Her bölümde yeni bir şehirde 1-2 gün konaklayarak keşfe çıkıyordu. Bu program 10 bölüm sürdü.

2012’de, CNN’de, son programı olacak olan, “Anthony Bourdain: Part Unknown”u çekti. Şovunda Amerika’dan çok Avrupa’nın kıyı şehirlerinin mutfak kültürlerine odaklanmıştı ve bu kez bambaşkaydı. Şöyle ki, sadece mutfak kültürü, yemekleri tatmak için civar restoranları gezmekle kalmamıştı. Bir bakıyorsun dövmecinin koltuğuna oturmuş kolunu uzatıyordu; bir bakıyorsun Anthony sarhoş oluveriyordu ve o çekimler, asla durmuyordu.

Bir de kullandığı dil ve cinse göndermeleri vardı. Anthony, agresif cümleleri ve göndermeleri ile gastronomi dünyasının kötü çocuğu olarak anılmaya başlamıştı. Programı da diğer yemek ve gezi programlarında karşılaşılmayan, belirli sansür kurulu kararları kapsamında yayımlandı.

Ve şöyle bir öğüdü vardı: “Eğer yirmili yaşlardaysanız ve görüp öğrenmeye kendinizi aç hissediyorsanız, evinizden olabildiğince uzaklara seyahat etmeye çalışın. Lüksle alakası yok, isterseniz yerde yatın ama uzaklara gidin…”

Sonsuz bir tat yelpazesi

Anthony’nin tattığı yiyeceklerin ve damağının sınırı yoktu. Kobranın atmakta olan kalbini tattığı düşünülünce bu cümleyi yinelemek gereksiz olsa da, onun şov adamı kimliğinde önce gelen şefliği ve gurmeliğini vurgulamak istedim.

Çünkü tattıkları bununla sınırlı değildi. Fas’ta kuzu billuru, Meksika’da karınca yumurtası, çiğ balina gözü, Vietnam’da bir bütün kobra… Ve tüm bunlar arasında, Anthony, yediği en iğrenç şeyin nugget olduğuna karar vermişti. Hatta yıkanmamış yaban domuzu rektumu ve fermente edilmiş köpek balığı ondan sonra geliyordu.

Onun için en özel yiyecekler ise, kesinlikle hikayesini başlatan deniz mahsulleriydi ve etler konusunda da oldukça tutkuluydu.

Takıntılı olduğu konu ise, Veganlar’dı. Onlara saygı duyduğunu dile getirmekten hiç geri durmadı. Ancak haklarında çarpıcı yorumlar yapmadan da edemedi. Veganlar’ın dünya üzerinde yaşayan tüm köylülere, çiftçilere, kısacası üreten insanlara saygısızlık ettiğini düşünüyordu.

O, ömrü boyunca önüne tatması için çıkabilecek her şeyin tadına baktı…

Anthony Bourdain öldü

Her şeyin tadına baktığından olsa gerek, Anthony, ömrünün buraya kadar olması gerektiğine karar verdi. Henüz bu konu hakkında bilinen tek şey Anthony’nin tutkularının doğduğu Fransa’nın Paris şehrinin bir otel odasında ölü bulunduğu…

Dün şef arkadaşımdan öğrendim intihar haberini. Her şefin olduğu gibi Gizem’in (Bozdağ) de idolüydü. Sesi titreyerek ve şaşkınla, böylesine hayat dolu, zıpır bir adamın hayattan vazgeçmesine anlam veremediğini anlatıyordu; ailesinden biri gitmişçesine üzgündü.

O andan beri ben de kendime sorular soruyorum işte. Bu erken gidişin sebebi neydi? Tamam, 61 yaşındaydı; ama sonuçta Allah’ın kendisine ne kadar ömür verdiğini de bilmiyordu. Peki neydi onu bu kadar köşeye sıkıştıran? Onu hayata bağlayan bir tek şey bile mi bulamamıştı yani…

Onun şu an yaşadığımız dünyada olmadığını düşünürsek, sorularım uzar da gider ve varsayımlardan öteye cevap da bulunmaz. Hoş, bulunsa da artık bir faydası yok. Huzuru arıyorsa ya da her ne arıyorsa, umarım ona kavuşmuştur…

Hayatın tadını çıkarmasını bilen, dünyada her yeri görmek, her şeyi tatmak için yaşayan bir Anthony Bourdain geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş
[email protected]

Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Marilyn Monroe Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

‘Aptal sarışın’ etiketini üzerine büyük bir başarıyla almış, bence müthiş zeki, bir kadının biyografsinden bahsedeceğim bugün: Marilyn Monroe. Kayıtsız kalınamayacak güzelliği ile bir zamanlar kasırgalar estirmiş, herkesin başını döndürmüş bir güzellik. Kim ne derse desin sevildiği yadsınamayan, adının geçtiği her masanın soluksuz konusu olabilen, kadın figürü denildiğinde her yerde ilk akla gelen kadın. Hatta belki kadın sözcüğünün karşılığı, Marilyn Monroe.

Ne kadar övülse güzelliği anlatmaya yetmez. Çünkü aslında her şeyden önce onun baş döndüren bir aurası var. Böylesine mükemmel andığımız kadının elbette bir de sıradışı bir hayat hikayesi…

Marliyn’in babasının kimliği hala belli değil

Monroe’ye 1 Haziran 1926’da doğduğunda annesi tarafından Norma Jeane Mortenson ismi verildi. Hala kimliği resmen belli olmasa da babasının, annesinin RKO stüdyolarında birlikte çalıştığı Charles Stanley Gifford adlı satış elemanı olduğu düşünülüyor. Başkaca düşünenlere göre de babası, annesinin ikinci evliliğini yaptığı Martin Edward Mortenson da olabilir.

Yetimhanelerle koruyucu aileler arasında geçen çocukluk

Marilyn’in hayatı aslında doğduğunda değil, annesi Glady Pearl Baker’e şizofreni teşhisi konulduğu gün başladı. Çünkü o gün Marliyn bundan sonraki hayatını yetimhanlerde ve bakıcı ailelerin yanında geçirmek zorunda kalacaktı.

Yedi yaşına kadar aşırı dindar bir aile olan Albert – Ida Bolender çifti ile yaşadı. Daha sonra annesi kendisini toparladı, bir ev alarak onu yanına aldı ve birlikte yaşamaya başladılar. Ancak annesinin akıl hastaklığı her gün biraz daha kendini hissettiriyordu. Bu sebeple Glady’i tekrar akıl hastanesine yatırmak zorunda kaldılar.

Artık Marlyn’in yeni evi annesinin en yakın arkadaşı Grace McKee idi. Grace de 1935’te Ervin Silliman Goddard ile evlendiğinde Marliyn’e tekrar yetimhane yolları göründü. Marliyn Los Angeles yetimhanesinde yaşamaya başladı. Grace pişmanlık yaşıyordu. İki yıl kadar sonra dayanamayıp Marilyn’i tekrar eve getirdi. Ama bu sefer de Grace’in kocası Ervin, Marilyn’i taciz etti.

Marilyn dokuz yaşına gelmişti. Yaşadığı bu acı olayın üzerine halası Olive Brunings’in yanına gönderildi. Ancak burada da halasının oğulları tarafından taciz edildi. Marilyn yaşadığı psikolojinin ağırlığına bakılmaksızın oradan oraya sürüklendi. Küçücük bedeninde açılan yaralarla Marilyn sadece göç ediyordu.

Halasından sonraki durağı Grace’in yaşlı halası Ana Lower oldu. Ancak Ana gerçekten çok yaşlıydı. Bir süre sonra sağlığı bozulmaya başladı ve Marilyn Grace’in yanına dönmek zorunda kaldı.

Marilyn 16 yaşındaydı. Komşunun 21 yaşındaki oğluyla kısa süreli bir flörtten sonra onunla evlendi. Göçebe hayatını yerleşik bir hayata taşıyacağına inanan genç bir kız olarak yeni evine taşındı. Ancak bu evlilik sadece dört yıl sürebildi. Marilyn boşandı. Artık 20 yaşında genç bir kadındı.

Boşandıktan sonra artık kendi ayakları üstünde durabilmeliydi. The Blue Book mankenlik ajansına girerek modellik yapmaya başladı ve oyunculuk – şarkıcılık kurslarına kaydını yaptırdı.

Başarı basamaklarında adım adım Marilyn

Kısa sürede The Blue Book ajansının başarılı modellerinden biri oldu. Fotoğrafları magazin dergilerinin sayfalarını süslemeye başlamıştı. Bu fotoğraflar 20th Century Fox yöneticisinin dikkatinden kaçmadı. Ben Lyon, Marilyn için bir deneme çekimi ayarladı ve altı aylık bir kontrat imzaladılar. Marilyn, Ben’in önerisiyle artık gerçekten Marliyn Monroe oldu. Norma Jeane Mortenson olan kimlik adı değişti.

Birlikte ”Scuda Hoo! Scuda Hey!” ve ‘Dngerous Years” adlı iki film çektiler. Ancak bu filmler başarısız oldu ve Marilyn Monroe sinemadan uzaklaştı. Çünkü Fox şirketi Marilyn ile yeni bir kontrat imzalamıyordu. Marilyn de modelliğe devam etti.

Oyunculuk eğitimine devam etti

Modelliğe devam ederken bir yandan da oyunculuk eğitimini sürdürdü. Bu dersler ona ”Ladies of the Chours” filminde ilk kez şarkı söyleme ve dans etme imkanı verdi. Bunun ardını ”The Aspalth Jungle” ve ”All About Eve” izledi. Bu iki filmde aldığı kısa rollerle Marilyn eleştirmenlerin özellikle dikkatini çekmişti. Bu filmlerin ardından ”We’re not Married!”, ”Love Nest”,‘Let’s Make It Legal” ve ”As Young As You Feel” filmlerinde küçük rollerde göründü.

Marilyn küçük, önemsiz rollerde yer alsa da oldukça ilgi çekiyordu. RKO yöneticileri Marilyn’in potansiyelini ”Clash of Night” filminde değerlendirdiler. Film başarı gösterdi ve Fox Marilyn’i yeniden bünyesine almak istedi. Onu ”Monkey Business” adlı komedi filminde oynattı. Eleştirmenler artık Marilyn’in başarısına kesinlikle kayıtsız kalamıyorlardı. Her yerde onun artan ününden bahsedilir olmuştu. Hatta son iki filmin başarısı kesinlikle Marilyn’in yükselen ününe bağlıydı.

Marilyn Monroe birlikte çalışması zor bir oyuncu

Marilyn artık başarılı bir oyuncu olarak tanınmaya başlamıştı. Ancak bunun yanında çalışılması zor bir oyuncu olarak da ünleniyordu. Sürekli setlere geç kalıyor ya da hiç gitmiyordu. Repliklerini unutuyor, performansı onu tatmin edene kadar tekrar çekimler istiyordu. Uykusuzluk ve gerginlik için kullandığı barbitüratlar ve amfetaminler onu çekilmez biri yapmıştı.

Sahne korkusu, kendine güvensizliği ve bunlara inat mükemmelliyetçi yapısı film setlerinde kendini gösteriyordu. Bu çelişkilerin sebebi elbette kullandığı ilaçlardı. Duygularını, davranışlarını düzenlemeye geçici olarak bulduğu bu çözümler giderek onu hasta ediyordu.

Aslında 50’li yıllarda ilaç kullanımı oyuncular arasında standart bir uygulama haline gelmişti. Ancak Marilyn İlaçlarıyla birlikte alkol kullanımını da artırmış bunun problemlerine çözüm olacağını düşünmüştü. Oysa bu çözümler, günden güne kötüye gitmekten aşka bir işe yaramıyordu.

Marilyn Monroe sonunda baş rolde

1952 yapımı ”Don’t Bother to Knock” filmi ile Marilyn sonunda psikolojik sorunları olan bir çocuk bakıcısı rolüyle, başrolde oynadı. Düşük bütçeyle yapılmış B tipi bir filmdi, ancak bu filmden sonra eleştirmenler Marilyn’in daha büyük rollerde de oynayabilecek potansiyelde olduğunu yazdılar.

Marilyn artık şöhretli bir kadın

Marilyn, 1953 yılında oynadığı ”Niagara” adlı filmle şöhreti de tam anlamıyla yakalamış oldu. Eleştirmenler bu kez onun kamerayla müthiş uyumundan çok etkilenmişlerdi. Kocasını öldürmeye çalışan bir kadını canlandıran Marilyn Monroe, adeta kameralarla aşk yaşıyordu. Bu uyum onun şöhretini tamamen desteklemişti.

Marilyn, şöhretinin en zevkli basamağındayken bir zamanlr verdiği seksi pozlar ortaya çıktı. Olası bir skandalı son anda engellemeyi basına verdiği ifadelerle başardı. İfadesinde verdiği pozları kabullendiğini, ancak bunu parasız kaldığı için yaptığını açıkladı. Hatta bu pozlar daha sonra Playboy dergisinin ilk sayısında yayınlandı.

Marilyn Monroe: O bir A sınıfı aktris

Şöhretinin meyvelerini tatlı tatlı yiyen Marilyn basamakları keyifle tırmanmaya devam ediyordu. Çok zorlu yollardan bulunduğu noktaya, her düştüğünde kalkmasını bilerek gelmişti. ”Gentlemen Prefer Blondes” ve ”How to Marry a Millionaire” büyük başarı kazandı. Bu filmlerin de başarısıyla artık Marilyn, A sınıfı aktrisler kategorisinde anılmaya başlandı.

Bu filmlerden sonra ”River of No Return” ve‘There’s No Business Like Show Business” adlı filmleri başarılı olamasa da bunun bir önemi yoktu. O artık tam anlamıyla adını Marilyn Monroe olarak A sınıfına yazdırmıştı.

Marilyn Monroe olarak tekrar evlendi

Bu dönemde beyzbol yıldızı Joe Dimaggio ile uzun süreli bir birlikteliği vardı. Marilyn bir zamanlar Norma olarak evlenmişti. Joe ile o gün Marilyn olarak evlendi. Ancak bu evlilik de sadece 9 ay sürdü.

New York’a oyunculuk okumaya gitti

Marilyn, stüdyo başkanı Zanuck’un kendisine ayarladığı aptal şarışın rollerinden çok sıkılmıştı. 1955’te ”The Seven Year Itch” filmini tamamladı ve kontratını iptal etti. New York’a ”Actor’s Studio” da oyunculuk okumaya gitti.

O bu durumdan sıkılmış olsa da bugün Marilyn Monroe hala bu filmler ile hatırlanıyor ve seviliyor.

Arthur Miller ile evlendi

Marilyn New York’daki oyunculuk eğitimi sırasında yazar Arthur Miller ile tanıştı. Arthur Miller daha sonra Marilyn’in üçüncü eşi oldu.

Marilyn yeni anlaşma ile yeniden Fox’ta

İşleri başarısız olan Zanuck, Marilyn’i geri dönmesi için ikna etme çabası içindeydi. Özellikle ”The Seven Year Itch”ın başarısından sonra Zanuck, Marilyn’in tüm şartlarını kabul eden bir kontrat hazırladı. Anlaşmalarına göre bundan sonra Marilyn sadece kendi onayladığı senaryolarda ve istediği yönetmenlerle çalışacaktı. Üstelik Fox dışındaki yağım şirketleir ile de çalışmakta özgürdü.

Marilyn Monroe Altın Küre Ödülü adayı

Marilyn, Fox ile anlaşması üzerine 1955’te Joshua Logan yönetmenliğinde ”Bus Stop” filminde oynadı. Bu filmdeki salon şarkıcısı Cheire rolüyle kariyerindeki eni iyi dramatik performansı gösterdi. Eleştirmenlerin ilgi odağı olan Marilyn, yine övgülere boğuluyordu. Altın Küre Ödülü’ne aday gösterilmişti.

Marilyn Monroe Londra’da

Marilyn, aldığı mükemmel övgüleri kalbine doldurup eşi Arthur Miller ile Londra’ya gitti. Burada Laurence Olivier ile ”The Prince and the Showgirl” adlı filmi yaptılar. Bu film oldukça karışık eleştiriler aldı. Pek fazla başarı da gösteremedi. Ama yine de Marilyn Monroe’nin varlığı yetiyor ve oyunculuğuyla göz dolduruyordu.

Bu filmle Oscar denkliğinde kabul gören İtalyan David di Donatella ve Fransız Crystal Star Ödülleri‘ni kazandı. Ayrıca İngiliz BAFTA Ödülü’ne de aday gösterildi.

Filmden sonra Marilyn Londra’dan döndüğünde hamile olduğunu öğrendi. Sevinci çok uzun süremedi. Çünkü yaşadığı dış gebelikten başka bir şey değildi.

Marilyn Monroe şöhretle çıkmazda

1959’da ”Some Like It Hot” filmi, Billy Wilder yönetmenliğinde kariyeri boyunca oynadığı en başarılı film oldu. Hatta bu filmdeki rolüyle Altın Küre de kazandı.

Ama madalyonun diğer yüzünde yaşanan olaylar bu kadar renkli ve yüz güldüren cinsten değildi. Her şey yavaş yavaş gün ışığına çıkıyor, müthiş derecede rahatsız edici bir parlama ile kendini gösteriyordu.

Marilyn yine sete sürekli geç gelmeye, repliklerini unutmaya, hatta zaman zaman çekimlere katılmayı reddetmeye başlamıştı. Bu durum yönetmeni Billy ile aralarında büyük kavgalara sebep oluyordu.

Bir yandan da Marilyn tekrar hamile olduğunu öğrenmişti. Gerginliğinin ya da tutarsız davranışlarının sebebi hamileliği midir bilinmez ama film tamamlanmıştı ki, Marilyn düşük yaptı. Bu durum hiç dile getirmemiş olsa da onu içten içe sarsıyordu.

Bu filmden sonraki ”Let’s Make Love” ziyadesiyle başarısızdı. Ama buna rağmen filmde söylediği ”My Heart Belongs to Daddy” şarkısı ile yine adından söz ettirmeyi başardı.

Marilyn hep böyleydi. İçinde bulunduğu projeler genel anlamda başarısız olarak anılsa da o bir şekilde bireysel olarak işin içinden sıyrılıyor ve adından söz ettiriyordu.

Ayrıca yine bu filmdeki rol arkadaşı Yves Montand ile bir yasak ilişki yaşadı. İçinde yaşadığı tüm karmaşa farklı yollardan hayatını yönlendiriyordu.

Marilyn Monroe eşi Arthur Miller’in yazdığı senaryoda oynuyor

Artur Miller’in senaryosunu yazdığı, 1961 yapımı ”The Misfits” filminde Marilyn, çocukluk idolü Clark Gable ile başrolü paylaştı.

Filmin çekimi boyunca Marilyn’in sorunları devam etti. Hatta iki kez yorgunluk ve sinir boşalması sebebiyle hastaneye dahi yatırıldı. Ama yine madalyonun bu yüzü kimseyi ilgilendirmedi. Film gösterime girdiğinde Marilyn ve diğer oyuncuların performansları eleştirmenlerin ilgisini çekmeye yetmişti.

Ama bir yandan da film karışık eleştiriler aldı ve fazla hasılatı olmadı. Yine de Marliyn için ağır olan bu değildi. Bu filmden sonra Marilyn ve Arthur boşandı.

Marilyn Monroe depresyonda

Marilyn, Arthur ile ayrı olmanın sızısını taşıyamıyordu. Ya da çocukluğundan beri içinde taşıdığı her şey gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Boşanma sonrası yaşadığı depresyon sebebiyle bir süreliğine tedavi için Payne Whitney Kliniği’ne yatırıldı.

Marilyn Monroe’den tamamlanamamış ilk komedi filmi

1962 yılında ”Something’s Got to Give” adlı komedi filminde oynamaya karar verdiğinde Marilyn, aynı zamanda ilk çıplak sahnelerinin de çekilmesini kabul etmişti.

Ancak bu film asla tamamlanamadı. Çünkü Marilyn sete gecikmeleri abarttı. Hatta bir gün hasta olduğunu söyleyerek sete gitmediğinde, hakkında aşk söylentileri olan J.F.Kennedy’in doğum gününde şarkı söylüyordu.

Bunun üzerine Fox, Marilyn’i kovdu. Ona tazminat davası bile açıldı. Fox, filmi tamamlamak için başka bir oyuncuyla anlaşsa da filmdeki rol arkadaşı Dean Martin başka bir aktrisle çalışmayı kabul etmediğinden Marilyn yeni bir sözleşmeyle işe geri alındı. Ancak bu da filmi tamamlamaya yetmedi.

Marilyn hayata gözlerini kapadı

Film çekimleri tekrardan başlamamıştı ki, Marilyn yüksek dozda aldığı sakinleştirici sebebiyle 5 Ağustos 1962’de Brentwood, Los Angeles’teki evinde hayata gözlerini kapadı. Henüz 36 yaşındaydı.

İntihar mı cinayet mi

Ölümünün ardından yapılan otopsinin raporlarına göre, Marilyn yüksek dozda barbitürat alarak intihar etmişti. Ancak olay yerindeki delil yetersizliği, otopside alınan dokuların kaybolması ve görgü tanıklarının çelişkili ifadeleri yaşanan olayın intihar değil de cinayet olduğunu düşündürdü.

Hatta Kennedy ailesinin bu cinayetle bir ilgisi olduğuna dair kaıtlanmamış birçok iddia bile öne sürüldü. Yine de bu durum hala muallakta.

Tek bir gerçek varsa, o da Marilyn Monroe’nin çok erken yaşta öldüğüdü ve geri gelemeyeceğidir.

Marilyn Monroe’nin bedeni eski eşine teslim edildi

Marilyn’in bedeni eski eşi Joe Dimaggio’ya teslim edildi. Joe, Marliyn için bir cenaze töreni düzenledi ve Westwood Village Memorial Park Mezarlığı’na defnetti. Takvimler 8 Ağustos 1962’yi gösteriyordu. Marilyn Monroe, soluksuz ve sonsuz yolculuğuna uğurlandı.

Bir hayat böyle yaşandı ve bitti. Gerçekten göremediğimiz gözyaşları ve gülüşleri ile bu dünyadan giden Marilyn, geride bize kadının gerçek görselini bıraktı. Dilerim şimdi sonsuza dek huzurlu bir uykudadır…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , ,