Mungo Park (d. 10 Eylül 1771, Fowlshiels, Selkirk, İskoçya – ö. y. Ocak 1806, Bussa [bugün Nijerya’da] yakınları, Nijer Irmağı), Nijer Irmağına düzenlediği araştırma gezileriyle tanınan İskoç kâşif.
Edinburgh Üniversitesi’nde tıp öğrenimi gördü. 1792’de Batı Hint Adalarına sefer yapan bir ticaret gemisinde hekim olarak çalışmaya başladı. Sumatra’nm bitki ve hayvan varlığına ilişkin başarılı çalışmaları sayesinde Nijer Irmağına yapmayı düşündüğü keşif gezisi için Afrika Derneği’nin desteğini kazandı. 21 Haziran 1795’te Gam-bia Irmağının ağzından yola çıkan Park zorlu bir yolculuktan sonra 20 Temmuz’da Segou’ya (bugün Mali’de) ulaştı. Akıntıyı izleyerek yaklaşık 120 km uzaktaki Silla’ya kadar yol aldıktan sonra yanında yeterli yiyecek kalmadığını görünce daha güneydeki bir yoldan yaya olarak geri dönmek zorunda kaldı. Dağlık bölgeyi geçtikten sonra Mandingo bölgesindeki Kamalia’ya ayak bastı.
Orada hastalanarak yedi ay yattı ve sonunda bir köle tüccarının yardımıyla 10 Haziran 1797’de Pisania’ya ulaştı. Daha sonra İngiltere’ye dönerek, gezilerini anlattığı Travels in the Interior Districts of Africa (1797; Afrika’nın İç Bölgelerinde Yolculuk) adlı kitabını yazdı. Park birkaç yıl sonra, İngiliz hükümetinin isteği üzerine Nijer Irmağına ikinci bir keşif gezisi düzenledi. Ama, 40 kişilik keşif grubundan Nijer Irmağı kıyısındaki Bamako’ya (bugün Mali’de) yalnızca 11 kişi ulaşabildi (19 Ağustos 1805). Yolculuğu kanoyla sürdürerek Segou’ ya ulaşan Park, 19 Kasım 1805’te sekiz arkadaşıyla birlikte Sansanding’den ırmağın ağzına doğru yola çıktı. Kısa bir süre sonra Yerlilerin saldırısına uğradığı ve boğularak öldüğü haberi geldi.
kaynak:nkfu
David Livingstone, İskoçyalı hekim, Afrika kaşifi (Lanarkshire / Blantyre 1813 – Afrika / Zambiya 1873). Glasgow’daki College kurlarında tıp ve ilahiyat öğrenimi gördü. 1840’da hekim olduktan sonra 1841’de Afrika’ya giden Londra Hıristiyanlık Misyonuna katıldı. Aynı yıl Kuruman’dan (şimdi Botswana) yola çıkarak misyon kampları kura kura 1849’da Kalahari Çölü’nü aşıp, Ngami Gölü’nü gören ilk Avrupalı olmak onurunu kazandılar. 1851’de Kolebeng (Botswana) kampından kuzeye ilerleyerek Zambezi Irmağı’nı gören ilk Avrupalı oldu. Kıtayı aşacak büyük gezisine başladı (1853). Bir grup Afrikalıyla Zambezi Irmağı’nın yukarısını izleyerek Zambiya’nın Barotseland Krallığı’ndan (Bulozi) geçti. 1854’te Lunda (Kuzey Angola) ülkesine girdi. Hastalık ve uzun yorucu yolculuktan sonra bitkin durumda Atlas Okyanusu kıyısındaki Luanda Limanı’na ulaştı.
Zambezi Irmağı’ndan aşağılara indiğinde bulduğu büyük Mosioatunya Çağlayanı’na “Victoria Çağlayanı” (Zimbabwe) adını verdi. Irmak yönünden ilerleyerek Hint Okyanusu kıyısındaki Kelimane Limanı’na (Mozambik) ulaştığı zaman (1856), 20 aylık sürede Avrupalıların bilmediği Afrika Kıtası’nı batıdan doğuya aşmış oldu. Aynı yıl Londra’ya döndüğünde kahramanlar gibi karşılandı ve Missionary Travels and Researches in South Afrika (Güney Afrika’ daki Misyonerlik Gezi ve Araştırmaları) 1857, adlı eseri en çok satan kitaplar arasına girdi. İkinci keşif gezisini İngiliz Hükümeti üstlendi. Bu kez Zambezi Irmağı’ndan gemiyle inmeyi denediyse de, burgaç ve akıntılar nedeniyle vazgeçip, kuzeydeki Şire Irmağı’nda yol alarak 1859’da Nyasa Gölü’ne (Malavi) erişen ilk İngiliz oldu. Dört yıl boyunca keşif ekibiyle gezisini sürdürdü. Göl çevresini ve yaylalarını araştırdıktan sonra 1863’te İngiltere’ye çağrıldı. 1866’da yeniden Doğu Afrika’ya geldiğinde, köle ticaretiyle ilgili yeni bilgiler toplamayı, Kongo ve Nil ırmaklarının kaynaklarını bulmayı tasarlıyordu. Tanganika Gölü’ne vardığında gitgide gücünü yetirdiğini görünce batıya yöneldi. 1867-1868 arasında Mveru ve Bangveulu göllerini (Zambiya) gören ilk Avrupalı oldu.
1868-1870 arasında Mveru Gölü’ nün kuzeyindeki ırmaklar sistemini inceledi. 1871’de Lualaba ya da Yukarı Kongo Irmağı’na ulaştı. Aynı yıl yaşayıp yaşamadığının araştırılması için bir ABD gazetesinin gönderdiği H. M. Stanley ekibi onu, Tanganika Gölü kıyısındaki Ujiji Kasabası’nda (Tanzanya) buldu. Ekibinin en güvenilir adamlarıyla Kongo Irmağı’nın kaynağını araştırmaya koyuldu (1872). Ancak bir sonuç alamadan Bangveulu Gölü çevresinde yaşamını yitirdi. Adamları, bedenini mumyalayıp İngiltere’ye taşıdılar ve Westminster Abbey’e gömüldü. Büyük bir kaşif olarak tarihe geçti.
kaynak:nkfu
Robert Scott (6 Haziran 1868, Plymouth, Birleşik Krallık – 29 Mart 1912, Ross Buz Sahanlığı, Şili Antarktika Bölgesi)
Tanınmış bir İngiliz kutup kaşifidir. Devonport’ta doğdu. Tam adı Robert Falcon Scott’tur. 1882’de İngiliz deniz kuvvetlerinde çalışmaya başladı. 1900 ile 1904 yılları arasındaki devrede İngilizlerin Güney Kutbu’na gönderdikleri keşif heyetlerine başkanlık etti. Arkadaşları ile birlikte Güney Kutbu’ nda 82 enlem dairesine kadar gitti Bu, o günün şartlarına göre çok büyük bir başarı sayılmıştı.
Robert Scott, bu başarısı sayesinde yüzbaşılık rütbesini kazandı. 1909’da ikinci Güney Kutbu yolculuğu için hazırlıklarına başladı. Bu defa Güney Kutbu noktasına varmak, her ne pahasına olursa olsun, Güney Kutbu’na İngiliz bayrağını dikmek istiyordu.
Büyük yolculuk 24 Ekim 1911’de başladı. Scott’la dört arkadaşı 18 ocak 1912’de Güney Kutbu’na vardılarsa da onlardan bir ay önce Norveçli kaşif Roald Amundsen‘le arkadaşları Güney Kutbu’nu keşfedip kutup noktasına Norveç bayrağını dikmişlerdi.
Scott’un dönüş yolcuğu çok kötü şartlar içinde başladı. Sık sık çıkan korkunç tipiler kâşiflerin ilerlemesine engel oluyordu. Scott’la sağ kalan iki arkadaşı, yiyecek depolarına 15 km. uzakta donarak öldüler. Ertesi yıl kasım ayında Güney Kutbu’na giden bir keşif heyeti, Scott’la arkadaşlarının donmuş cesetlerini, yolculukla ilgili çeşitli notları, eşyalarını buldu.
kaynak:nkfu
Ünlü bir Fransız denizcisi ve kaşifidir. 1785 yılında Fransız hükümetinin emriyle bir filo düzenleyerek denize açıldı, Doğu Asya kıyıları boyunca dolaştıktan sonra 1788’de Avustralya’ ya geçti. La Perousse’dan bundan sonra haber alınamamış, daha sonra yanındakilerle birlikte yerliler tarafından öldürüldüğü anlaşılmıştır.
La Perousse, Doğu’daki gezilerinde Alaska’yı, Hawaii Adaları’nı, Filipinler’i dolaştı. Japonya’ya, Kamçatka’ya gitti. 1787’de de, bugün onun adı ile anılan La Perousse Boğazı’nı keşfetti.
kaynak:nkfu
O, ekranda rock yıldızlarını aratmayan görünümü ile fırtınalar estiriyordu. Restoranlar ve onların mutfaklarındaki madalyonun öteki yüzü ve şefler hakkında her zaman etkileyici ve sarsıcı yorumlarda bulundu. Anthony, sıradan bir çocuklukla başlasa da, sıradan bir kişilik ve sıradan bir şef olmadı. Hele tipik meşhur şef özelliklerini kesinlikle taşımıyordu…
İnsanın karakterini omlet yapış tarzının yansıtabileceğine inanıyor ve bir insana kahvaltı hazırlamaktan daha güzel hiçbir şey yapamayacağını düşünüyordu. Ve kendisinin başardığı gibi, “Zihninizi açın. Oturduğunuz sandalyeden kalkın. Dışarı çıkın, yürüyün, gezin. Bunu yapmalısınız” diyordu.
O, her yönüyle şahsına münhasır bir kişilik olarak yaşadı. Aslında bu hayatı tüm güzellikleri ile her hücresine kadar yaşadı; bize hissettirdiği buydu. Nasıl yaşayacağına kendisi karar verdiği gibi, nasıl öleceğini de yine kendisi seçti. Bu her ne kadar şaşırtıcı ve üzücü olsa da, belki de başka bir açıdan bakmayı bildiğimizde, tam ona göre bir hareketti.
Belli ki gitmenin zamanı gelmişti…
O zaman ardından söylenebilecek tek şey var: Dilerim, düşündüğü gibi bir lezzetle karşılaşmıştır…
Anthony, 25 Haziran 1956’da, New York’ta, kökenleri Yahudi olan annesi Gladys ve Katolik babası Pierre’nin oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Anthony Michael” adını verdi.
Anne ve babasının dini kökeni Anthony’i etkilememişti. O geleneklerden uzak bir çocuk olarak büyüdü. Babasının büyükbabası bir Fransızdı. I. Dünya Savaşı’ndan sonra New York’a göç etmişler; burada bambaşka bir hayat kurmuşlardı. Ancak dillerini kullanmaya devam ettiler. Babası Pierre, Fransızca konuşulan bir evde büyüdü.
Aslında Anthony sıradan bir çocukluk geçiriyordu. İçindeki ekstrem kişiliği keşfedene kadar da bu sıradanlığın tadını çıkardığını bilmeden yaşadı. Anthony, ömrü boyunca her duygusunda, bu ne olursa olsun fark etmez, tadını çıkarmayı bilecekti.
Kimliğini kazanırken en büyük şansı iyi kitapları ve filmleri seçmesini bilen anne, babasıydı. Babası Columbia Records’ta yöneticiydi. Uzun yıllar evde görmeye alıştığı annesi ise, daha sonra New York Times’de editörlük yaptı. Sürekli kendisini geliştiren bu çiftin en iyi yanı, çocuklarına ince zevklerini aktarıyor olmalarıydı…
Ailesi, Anthony’e kendilerinde olan her şeyi aktardılar ve onun kendi yolunu çizmesine izin verdiler. Anthony, babasının kökenlerine inmeyi, tüm Avrupa’yı, özellikle Fransa kıyılarını keşfetmeyi hayal ediyordu. O bir kaşif olacaktı ve bir dini inancının da olmadığına karar vermişti.
Henüz küçüktü ve geleceğini şekillendiren bir karar daha verecekti. Bir lokmada verilecek, lezzetli bir karardı bu. Babasının Fransız olması sebebiyle yaz tatilleri ailecek Fransa’da olmak demekti. O yılki tatilleri sırasında bir balıkçık teknesinde, La Tete, istiridye sipariş ettiler. Anthony ilk kez istiridyeyi deneyimliyordu. Yıllar sonra bir şef olduğunda böyle tanımlayacaktı tatmak işini; deneyimlemek. Bir çocuğun ilk kez bir yemeği denemede cesaretli oluşundan kesinlikle daha cesurdu. Lokmasını aldı ağzına, çiğnedi, çiğnedi. Dil papillaları var gücüyle çalışıyordu. Bunun tam olarak istiridyeyle de ilgisi yoktu belki. O anda küçücük bedeni ve tüm diliyle anladı ki, yeryüzünde tatmadığı yemek kalmasın istiyordu. Hatta, evet evet, hatta o yemekleri kendisi yapmalı ve başka insanların da bu lezzetleri keşfetmesini sağlamalıydı. Hem kaşif olma hayalini de tamamlıyordu bu istek.
Her yeri gezebilir, her lezzeti tadabilirdi; içinde hissettiği büyük tutku ona yeterdi. O gün, oracıkta, o balıkçı teknesinde tabağındaki istiridyeye en duygusal bakışını fırlattı ve ne olmak istediğine kesinlikle karar verdi. Bu onun ilk ilan-ı aşkıydı…
Artık ailesiyle gittiği her restoran onun için başka bir dünyanın kapısını aralamak demekti. Annesinin mutfağa girdiği her an o da kapıda beliriyordu. Yani tam olmasa da kesinlikle yapmak istediği bu olmalıydı.
Okul hayatı da standart ilerliyordu. Ancak onun yapmak istediği şeyler farklıydı. Büyük bir restoranın mutfağında, ocağın kocaman ateşi üzerinde fokurdayan tencereler, cızırdayan tavalar başında bulunmalı; her birini özenle hazırlamalıydı. Hatta belki birkaç zaman sonra hazırlandığından emin olan kişi pozisyonunda olmalıydı.
Yok olmaz, buraya kadar daha fazla sabredemezdi. 1973’te Dwight-Englewood School’dan mezun olup Vassar College’ye başlamıştı. Okula ara vermeye karar verdi; 2 yıl sürecekti. Bu 2 yıl süresince Provincetown, Massachuseets ve birçok deniz ürünleri restoranlarında çalıştı.
İşte tam da hayal ettiği gibiydi. Önce malzemelerin çiğden keşfediyor, sonra pişirip kokusunu burnunda dolduruyordu. Tadarak aldığı haz ise, elbette bambaşkaydı. Artık bir kez daha yapmak istediklerinden emindi. Mutfakta kalmak istiyordu; mutfağa doğmuş gibiydi. Toplumumuzda olsa bu duruma şöyle denebilirdi: Annesi göbek bağını mutfağa gömmüş…
Böylece Anthony, kariyerine gastronomi alanında devam etti. Hayalperest bir şekilde sadece mutfakta kalarak olmazdı tabi; bunun da farkındaydı. Dünyaca ünlü aşçılık okulu, Culinary Institute of America’dan eğitim aldı…
1978’de okuldan mezun olmuştu. Asıl hayat şimdi başlıyordu, Anthony için. Bir çaylak olarak değil de, kendinden emin bir şekilde durabilecekti şeflerin karşısında. Sonu yoktu biliyordu. Mutfakta her an yeni bir şey öğrenebilirdi. Öğrenmeye açtı; en az yeni lezzetlere olduğu kadar…
Mezun olur olmaz, Supper Club, One Fifth Avenue ve Sullivan’s gibi ünlü restoranların mutfağında çalışmaya başladı. Bu özel, prestijli restoranlara şef olmuştu. Yıllarca gelip hayranlık duyduğu yerlerde yemeklerini tattığı şeflerden biri olma yolunda hatırı sayılır bir adımdı. Bu daha başlangıçtı; ama kabul etmeli ki, ziyadesiyle lezzet veren bir başlangıç.
Çok yemek tatmalı ve sevdiği, seveceği insanlarla paylaşmalıydı. Hep geliştirdiği “Bir insanla ne zaman yemeğini paylaşırsın, o zaman onun hakkında gerçekten bir şeyler öğrenebilirsin” felsefesine inandı ve uyguladı…
Anthony, elbette sadece yemeklerle bir ilişki içinde değildi. Nancy Putkoski ile 1985’te evlendi. Uzun soluklu olsa da, sonu olan bir evlilikti; 2005’te boşandılar.
Anthony, ikinci evliliğini 2007’de Ottovia Busia ile yaptı. Bu evlilik, ona Ariane adında bir de güzel çocuk kazandırdı. Ancak ilişkilerini yürütemediler ve 2016’da boşandılar.
Anthony, mükemmel olma yolunda ilerliyordu. 90’ları yaşıyordu ve o, ışığını parlatıyordu. Tam bu sırada aklına bir deli düşünce düştü ve kağıda kaleme sarıldı. Bu eller sadece yemek yapmıyordu belli ki ve daha da önemlisi, beyni lezzetler dışında başka şeyleri algılamaya ve düşünmeye de yer açıyordu.
Anthony, ilk kez 1995’te “Bone in the Throat” adını verdiği bir suç romanı yazdı. İnsanın her yaşında başka bir yönünü keşfetmesi ve buna kayıtsız kalmaması çok özeldi. Keşke her insan kendisini tanıyacak kadar sevebilseydi kendini. Belli ki, yine yol sevgiden geçiyordu. Yoksa insanın bambaşka bir şeye kalkışması cesaret işiydi.
Anthony, cesaret etmeye ve bu hayatı yaşamaya devam etti. İkinci suç romanı “Gone Bamboo”yu da 1997’de yayımladı.
İlk yazma deneyimini suç romanları ile başlatsa da yemek konusunda da yazıyordu ve elbette mutfaktaki çalışmalarına da devam ediyordu. 1998’de Miami, Washington ve Tokyo’da da bulunan Manhattan’daki en ünlü restoranlardan biri olan Brasserie Les Halles’e baş şef oldu. Buradaki işi uzun yıllar devam edecekti…
1999’da New York restoranlarının mutfaklarındaki madalyon arkasını anlatan “Don’t Eat Before Reading This” (Bunu Okumadan Yemek Yemeyin) adını verdiği bir makaleyi, New Yorker’de yayımladı. Bu makale, özellikle ABD ve Birleşik Krallık’ta oldukça ses getirmişti. Bu makale, 2000’lerin başında çıkacak olan “Kitchen Confidential: Adventures in the Culinary Underbelly” kitabının temeliydi. New Yorker, bu kitabı, “Bu Kitabı Okumadan Yemek Yemeyin” sloganıyla tanıttı. Anthony, mutfaktaki deneyimlerini tüm detaylarıyla anlatıyordu ve bu, ilginç bir şekilde eğlenceliydi. Dünyanın en çok satan kitaplarından biri oldu.
Mutfaktan sonra yazarlık, onun için kuşkusuz en renkli deneyimlerden biriydi ve hangi yan yollara saparsa sapsın, ana cadde hep mutfağa çıkıyordu. Özellikle şu çok satan Mutfağın Sırları’ndan sonra Food Network’ten gelen teklifle, yine aynı caddeye çıkacak bir yan yola sapacağını anladı.
Teklifi kabul etti ve “A Cook Tour” adlı Tv programını sunmaya başladı. Bu gerçekten de adı gibi bir yemek turuydu; Anthony’nin kendi deyimiyle, ilginçlikler, heyecanlar, keşifler ve mükemmel yemek arayında olduğu bir yemek turnesine çıktı. Çocukluk hayali gerçek oluyordu işte; hem bir kaşif, hem de bir şef olabilecekti. Bu program, ona bu ikisinden fazlasını da getirecekti; milyonların beğenisini…
Çıktığı bu turne “A Cook’s Tour” (Bir Aşçı’nın Turnesi) adını verdiği kitaba eşlik edecekti; 22 bölüm çektiler. Gerçekten fazlasıyla ilginç ve şok ediciydi. Evet, sanırım doğru sözcük bu; şok edici. Buraya kadar okuduğunuz hayat hikayesinde şu genç adam çocukken bir hayal kurmuş, Türkiye’ye gelip kuru fasulyeyi tadacak, Hollanda’ya gidip peynirlere doyacak diye düşünmüş olabilirsiniz. Tabii onu tanımıyorsanız…
Ancak tanıyorsanız, bu program kapsamında çıktığı turnede, onun, Rusya’da gangsterlerle oturup bir kobranın hala atmakta olan kalbinin tadına baktığını bilirsiniz. Fransa’da, La Tete’de tattığı istiridyenin çocuk damağına bıraktığı o tadı bulmuş gibiydi; farklı, kışkırtıcı ve ziyadesiyle sıra dışı. Bunun için bir kobranın atan kalbini tatmaktan asla geri duramazdı. Bu, maceracı yönünü kamçılayan en belirgin an olmalıydı…
Elbette programı çok seyirciye ulaştı ve kitabı da 2001’de dünyanın en çok satan kitaplarından oldu.
İlk şovu çok beğenilmiş ve bir kitapla taçlanmıştı. İlginin yoğunluğunu görünce yeni bir şov başlattı:
Bu şov, hayatının en büyük ve sarsıcı deneyimlerini tattıracaktı ona. Ne yaşarsa yaşasın, her koşulda yemekleri tatmaya, tanıtmaya ve gezmeye de devam edecekti. Yani özetle şov devam etmeliydi.
2005’te dünyanın farklı yerlerini gezdirip, değişik lezzetleri tattırmakla kalmayan bu program, ülkelerin kültürel geleneklerini de yaşattı. Yayınlandığı günden itibaren milyonlara ulaşan program ile Anthony, ününe ün kattı ve kesinlikle rezervasyona ihtiyacı olmadı. Bir bölümünün İstanbul’a ayrıldığı No Reservation, 2012’ye kadar devam edecekti…
Bu şov, gerçekten de görmediği birçok yer ve tatmadığı birçok yeri öğretti ona. 2006’da çekilen bir bölüm için Lübnan’a gittiler ve tam bu sırada İsrail-Lübnan olayı patlak verdi. Onun ya da ekibinden herhangi birinin Lübnanlı ya da İsrailli olmayışı hiçbir şey değiştirmemiş ve bu olaydan nasiplerini almışlardı.
Anthony, ekibiyle beraber uzun bir süre otelde mahsur kaldılar. Ve şov gerçekten de çekilmeye devam ediyordu. Şovu bitirmeye çalışırken, bir yandan da otelden çıkmaya çalışıyorlardı. Bu, yaşama ve yemeğe sonsuz inancın göstergesiydi kuşkusuz.
Otelden çıkıp ülkelerine dönmelerine Anthony’nin, Bay Kurt dediği bir adam yardım etti. Ona böyle diyordu; Pulp Fiction’daki Harvey Keitel karakterinden esinlenmişti.
Sonunda hayatta ve ülkelerindeydiler. Ülkeler arası yaşanmış bir sorun dahi onun yemekle olan uyumuna da, şovuna da engel olamamıştı. Bu bölümü gururla yayınladılar. Gururlanmakta kesinlikle haklıydılar. Çünkü bu bölüm, 2007 Emmy Ödülleri’ne aday gösterildi…
Anthony, 2011’de “The Layover” adlı yeni bir seriye başladı. Her bölümde yeni bir şehirde 1-2 gün konaklayarak keşfe çıkıyordu. Bu program 10 bölüm sürdü.
2012’de, CNN’de, son programı olacak olan, “Anthony Bourdain: Part Unknown”u çekti. Şovunda Amerika’dan çok Avrupa’nın kıyı şehirlerinin mutfak kültürlerine odaklanmıştı ve bu kez bambaşkaydı. Şöyle ki, sadece mutfak kültürü, yemekleri tatmak için civar restoranları gezmekle kalmamıştı. Bir bakıyorsun dövmecinin koltuğuna oturmuş kolunu uzatıyordu; bir bakıyorsun Anthony sarhoş oluveriyordu ve o çekimler, asla durmuyordu.
Bir de kullandığı dil ve cinse göndermeleri vardı. Anthony, agresif cümleleri ve göndermeleri ile gastronomi dünyasının kötü çocuğu olarak anılmaya başlamıştı. Programı da diğer yemek ve gezi programlarında karşılaşılmayan, belirli sansür kurulu kararları kapsamında yayımlandı.
Ve şöyle bir öğüdü vardı: “Eğer yirmili yaşlardaysanız ve görüp öğrenmeye kendinizi aç hissediyorsanız, evinizden olabildiğince uzaklara seyahat etmeye çalışın. Lüksle alakası yok, isterseniz yerde yatın ama uzaklara gidin…”
Anthony’nin tattığı yiyeceklerin ve damağının sınırı yoktu. Kobranın atmakta olan kalbini tattığı düşünülünce bu cümleyi yinelemek gereksiz olsa da, onun şov adamı kimliğinde önce gelen şefliği ve gurmeliğini vurgulamak istedim.
Çünkü tattıkları bununla sınırlı değildi. Fas’ta kuzu billuru, Meksika’da karınca yumurtası, çiğ balina gözü, Vietnam’da bir bütün kobra… Ve tüm bunlar arasında, Anthony, yediği en iğrenç şeyin nugget olduğuna karar vermişti. Hatta yıkanmamış yaban domuzu rektumu ve fermente edilmiş köpek balığı ondan sonra geliyordu.
Onun için en özel yiyecekler ise, kesinlikle hikayesini başlatan deniz mahsulleriydi ve etler konusunda da oldukça tutkuluydu.
Takıntılı olduğu konu ise, Veganlar’dı. Onlara saygı duyduğunu dile getirmekten hiç geri durmadı. Ancak haklarında çarpıcı yorumlar yapmadan da edemedi. Veganlar’ın dünya üzerinde yaşayan tüm köylülere, çiftçilere, kısacası üreten insanlara saygısızlık ettiğini düşünüyordu.
O, ömrü boyunca önüne tatması için çıkabilecek her şeyin tadına baktı…
Her şeyin tadına baktığından olsa gerek, Anthony, ömrünün buraya kadar olması gerektiğine karar verdi. Henüz bu konu hakkında bilinen tek şey Anthony’nin tutkularının doğduğu Fransa’nın Paris şehrinin bir otel odasında ölü bulunduğu…
Dün şef arkadaşımdan öğrendim intihar haberini. Her şefin olduğu gibi Gizem’in (Bozdağ) de idolüydü. Sesi titreyerek ve şaşkınla, böylesine hayat dolu, zıpır bir adamın hayattan vazgeçmesine anlam veremediğini anlatıyordu; ailesinden biri gitmişçesine üzgündü.
O andan beri ben de kendime sorular soruyorum işte. Bu erken gidişin sebebi neydi? Tamam, 61 yaşındaydı; ama sonuçta Allah’ın kendisine ne kadar ömür verdiğini de bilmiyordu. Peki neydi onu bu kadar köşeye sıkıştıran? Onu hayata bağlayan bir tek şey bile mi bulamamıştı yani…
Onun şu an yaşadığımız dünyada olmadığını düşünürsek, sorularım uzar da gider ve varsayımlardan öteye cevap da bulunmaz. Hoş, bulunsa da artık bir faydası yok. Huzuru arıyorsa ya da her ne arıyorsa, umarım ona kavuşmuştur…
Hayatın tadını çıkarmasını bilen, dünyada her yeri görmek, her şeyi tatmak için yaşayan bir Anthony Bourdain geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi