Dünya çapında üne sahip olan ve çok sayıda eseriyle büyük beğeni toplayan Paulo Coelho, 2020 Tokyo Olimpiyatları’nda ülkemize altın madalya getiren milli okçumuz Mete Gazoz adına yapmış olduğu jestle bir kez daha gururlanmamıza neden oldu. Özellikle “Simyacı” kitabıyla büyük beğeni toplayan ve icra etmiş olduğu eserlerle Edebiyat Dünyası’nın en önemli isimlerinden biri olan Paulo Coelho, son kitabı “Okçu’nun Yolu” isimli kitabını milli okçumuza adayarak, hem Mete Gazoz’u hem de Türk okuyucularını gururlandırdı. Kitabının Türkçe baskısını ele alarak Mete Gazoz’a ithafen söylemiş olduğu sözler ise duygulandırdı:
Mete Gazoz, bu kitabı ilk olarak sana adıyorum. Senin gibi bir okçuluk dehasına kendi okçuluk eserimi sunuyorum. Bu sayede hayatlarımızı daha iyi anlayabiliriz.
Dünyaca ünlü yazarın hayatı ve eserleri bu gelişmeden sonra oldukça merak edildi ve “Paulo Coelho Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında” “Pualo Coelho kaç yaşındadır?” gibi birçok sorunun sorulmasına neden oldu.
24 Ağustos 1947 yılında Brezilya’da doğan Paulo Coelho, roman yazarlığına adım atmadan önce şarkı sözü yazarlığıyla tanınan ve ülkesinde sevilerek takip edilen bir sanatçıydı. Bir dönem gazetecilik mesleğiyle de ilgilenmiş olan Paulo Coelho, Hristiyanlar için hac ibadeti olarak kabul edilen Batı Avrupa’dan başlayarak İspanya’da Santiago de Compostela’ya kadar uzanan yürüyüşü tamamlayarak hac ibadetini yerine getirdi ve bu süreci “Hac” adlı kitabında anlattı.
1988 yılında kaleme aldığı “Simyacı” adlı kitabıyla dünyaca ün kazanarak en çok okunan yazarlar arasında yer aldı. Bu kitabı en çok okunan kitaplar arasında yer kazanarak 42 ülkede yayınlandı ve 26 dilde çevrilerek Gabriel Garcia Marquez’den sonra en çok okunan Latin Amerikalı yazarı oldu. Ülkesindeki yoksul çocuklara ve yaşlılara yardım amacıyla Paulo Coelho Enstitüsü’nü kuran yazar, UNESCO’nun Kültürlerarası Diyaloglar programında da danışman olarak görev aldı. İsviçre’nin Davos kentindeki Dünya Ekonomik Formu’nu düzenleyen Schwab Vakfı’nın yönetim kurulunda da yer almakta olan Paulo Coelho, çok sayıda saygın ödülün sahibi oldu. 2002 yılında Brezilya Edebiyat Akademisi’ne kabul edilen yazar, çok sayıda saygın basın kuruluşu için haftalık köşe yazısı yazmaya devam etmektedir.
Rio de Jenerio’da yaşamakta olan Paulo Coelho, 2011 yılında yayınlanan ve Türkçe’ye çevrilen “Elif” adlı kitabında yetenekli bir keman virtiözü ve aynı zamanda yazar olan bir Türk kızının Sibirya’da gerçekleştirmiş olduğu yolculuk sırasında yaşadıklarını ve deneyimlerini kaleme aldı. Ayrıca bu kitabı için bir tanıtım yarışması oluşturulmuş ve bu yarışmada “Aleph by Raif Kurt” adlı tanıtım videosuyla Türk sanatçı Raif Kurt birincilik elde etmiştir.
Tokyo olimpiyatlarında kazandığı altın madalyayla ülkemize okçuluk dalında ilk şampiyonluğu getiren Milli Okçumuz Mete Gazoz, dünyaca ünlü yazar Paulo Ceolho’nun son kitabı “Okçu’nun Yolu” adlı kitabını kendisine adamasıyla ülkemizi bir kez daha gururlandırdı. Yazar, “Okçuluk Dehası” olarak söz ettiği Mete Gazoz’a kitabını adadığını açıklarken, bu kitabın hayatlarını birleştireceğini ve birbirilerini daha iyi anlayacaklarını ifade etti.
.ilgili-haber{width:600px;padding:10px;border:0 solid #ededed;background-color:#fefefe;margin-bottom:20px;box-shadow:0 0 5px #ededed}.ilgili-haber-resim{width:150px;float:left}.ilgili-haber-text{width:380px;padding-left:20px;display:table-cell;vertical-align:middle;float:left}.ilgili-haber-text a{font-size:18px;color:#565656;font-weight:600;line-height:22px}
Kaynakça: tgrthaber
Keske futbol oynasaymısım; belki de bacagımı Nüzhet’in askı kadar yormazdı.
Güzellesmek icin yalan elbiseleri arıyoruz ve cıplak hakikati örtmege, gizlemeye calısıyoruz; hatta kefen bile cesedimizin cirkinligini gizlemek icin beyaz bir yalandır, degil mi?
Batıda hükumet sansürü yerine seviye sansürü vardır. Bu seviyenin olmadıgı memleketlerde kanun düsünceyi hudutlandırır. Düsünce hürriyeti isteyenler daha evvel düsünce seviyesinin yükselmesine hizmet etmelidirler.
Bazen etrafımızda o kadar esrarlı bir hâdise olur ki ince teferuatına kadar bunu sezeriz, fakat hicbir sey idrak etmeyiz; ruhumuzun icinde ikinci bir ruh her seyi anlar, fakat bize anlatmaz, böyle korkunc isaretlerle bizi muammanın derinliklerine atar ve bogar.
Baskalarının karısına kız kardes gözüyle, baskasının servetine bir yıgın toprak gözüyle ve bütün yaratıklara kendi canını tasıyorlarmıs gibi bakan kimse gercekten akıllı bir kisidir.
Ask aleyhinde bin sey söylenir, fakat insanlar gene sevmeye devam ederler.
..Ve bir yalan söylendigi zaman insanların degil,esyanın bile buna nasıl tahammül ettigine sasırıyodum.Yalana her sey isyan etmelidir.Esya bile: Damlardan kiremitler ucmalıdır,agaclar köklerinden sökülüp havada bir saniye icinde toz duman olmalıdır,camlar kırılmalıdır,hattâ yıldızlar düsüp gökyüzünde bin parcaya ayrılmalıdır.
En basit ictimaî dâvaları anlamayacak kadar yabancı tesirler altında sahsiyetlerini kaybeden bu insanlarla münakasaya mecbur olmanın kücüklügünden muzdariptim.
Mechul ümitlere inanmadıgım an,beni kurtaracak seyin ne oldugunu bilmek istiyorum.Ümit etmek bile az. Emin olmak ihtiyacı. Yalancı istikbalin süpheli vaatlerine degil,teminatına ve senedine ihtiyacım var.
Felâketimizi baska biriyle taksim etmek saadettir fakat annelerle degil,annelerle degil.Annelere anlatılan kederler taksim degil zarbedilmis (dövülmüs) olur.
Bekârları cogalan cemiyet, gizli bir anarsi geciriyordur. Ya büyük bir inkılâba, ya inhitata gidecektir.
Batıda hükümet sansürü yerine seviye sansürü vardır. Bu seviyenin olmadıgı memleketlerde kanun düsünceyi hudutlandırır. Düsünce hürriyeti isteyenler daha evvel düsünce seviyesinin yükselmesine hizmet etmelidirler.
Bilgi kültürün hammaddesidir. Lâzımdır, fakat kâfi degildir. Bilginin kültür haline gelebilmesi icin, zekânın endüstrisinde mamul madde, yani fikir haline gelebilmesi gerekir.
Zamanımızda, maddeci bir dünya görüsüne karsı acılan büyük fikir savası zaferle neticeleninceye kadar parayı tahtından hic kimse indiremez. Bu, banka ile mabet arasındaki gizli yarısın sonuna baglı bir problemdir. Ucu Allah’ a varan manevî degerlerin üstün güzelligini insanlara kabul ettirdigimiz gün, para sadece asgarî bir refah vasıtası halinde kalacaktır.
Kadir gecesi bir degerlendiris gecesi, bir karar gecesi ve bir hüküm gecesidir.
Benim ki bütün âmalim sendedir,ey avâlimin vahdaniyeti,ey vahdaniyetlerin sultanı,beni bensiz bırak,sensiz bırakma.
sair,ruhu filozof,ifadesi siir adamdır.Bu siir felsefeden bahsetmege mezun olmaksızın onun varlıgı ve toplulugu kavrayıs örgüsünü tasır.
sair zekasıyla degil ruhuyla düsünür.Zeka onu teknige kavusturan vasıtadır.
Hayattan aldıgımız her zevki ona muadil bir ıstırapla ödedigimizi bildigimiz icin hicbir seyden yüzde yüz felaketten korkmuyordum. Bunun ikisi de imkansızdır.
Bir roman ya yazılır, ya yasanır. Ben sana hemen tutkun oldugumu hissettim, fakat yazmak icin degil, yasamak icin! Ben sana kollarımı uzatıyorum ve sen, bana ellerini, dudaklarını uzatacagın yerde, yazmak icin mürekkepli kalemimimi uzatıyorsun.
Her asık ve her sair ebediyen süphe edecektir,cünkü zeka icin inanmak ölümdür.
Konagı yıktık. Fakat onun saglam kalmıs malzemesinden yeni bir binada nasıl faydalanacagımızı bilmedigimiz icin, onun yerine bir apartman cıkamadık. Osmanlı kültürünün harabeleri önünde, saskın, birbirimize bakıyoruz. İcinde boguldugumuz kültür buhranının sebebi budur. İnkılabın cacaron ve demagoglara degil, yüksek mimarlarına ihtiyacımız vardır.
En basit adamın hayatı bile, baska bir adam icin namütenahi, karısık, icinden cıkılmaz bir esrar yıgınıdır.
Asıklara haber vermek isterim.Kalbin bütün meseleleri yalnız kalbde halledilir.cünkü bir hissin hakkından ancak baska bir his gelir.Ümitsiz bir askın panzehiri nefrettir.
Zaman yürümüyor, dakikalar korkunc bir sıkıntı icinde uzuyorlar, hatta dagılıyor, birikmiyor, toplanmıyor ve bir ceyrek saat olamıyorlar.’
En cok düsündügümüz kelimeyi en az kullanmaya bizi mecbur eden gururumuzu aldatmak icin, sevmek fiiline sözden baska ifade sekilleri ararız.
Bir insanın her fenalıga muktedir olabilecegi yerde cemiyet iflâs etmistir.
İstikbale hükmetmege kalkmıyalım. Yarın madem ki dogmamıstır, yoktur. Hic üzerinde bütün tahminlerimizin kıymeti de hictir.
Belki bütün sevgililer birer bahanedirler, dedi, ruhumuzun calkalanmasına bahane. İcinde ne varsa onu dısarıya dogru savururlar.
Yobazların hepsi birbirine benzer: Düsünmez öfkelenir,konusmaz;haykırır, delil aramaz; protesto yagdırır.
Aptallar bütün hayatları boyunca akıllı kisilerle gezseler bile gercekleri ögrenemezler. Hic, kasık corbanın lezzetini alabilir mi?
Dogu ile Batı arasındaki mücadele, bir insanın kendi nefsiyle mücadelesine benzer. Bunların sentezi, insanın var olmak icin muhtac oldugu vahdetin ifadesidir. İnsan, bütünlügünü ve tamlıgını ancak bu sentezde bulabilir.
Bir yazı bizde ancak kendi malımız olan fikirler dogurmak sartıyla faydalıdır.Yazıyla okuyucunun zekası arasındaki ciftlesmeden hicbir fikir dogmazsa,o mütalaa tamamiyle akimdir.Faydadan ziyade zarar verir,cünkü beynin yükünü cogaltır.
Bir Milleti Yok Etmek isterseniz askeri istilaya lüzum yoktur. Tarihini unutturmak ,dilini bozmak, dininden sogutmak ve dolayısıyla manevi degerlerini ahlakını yozlastırmak kâfidir.
Ben’in Allah’ta yok olmaya kosması azizleri, insanlıkta yok olmaya kosması dahileri, millette yok olmaya kosması kahramanları yaratmıstır.
Mide kainatın merkezidir; beyinden ziyade o düsünüyor ve bizi idare ediyor.
Kıskanclık,ifrata varmazsa faydalıdır,yasama hevesimizi cogaltır ve rakiplerimiz dostlarımızdan fazla ise yararlar.Onları iyi secmek lazımdır.Ben zeki bir düsmanı,ahmak bir dosta tercih ederim.
Bekârları cogalan cemiyet, gizli bir anarsi geciriyordur. Ya büyük bir inkılâba, ya inhitata gidecektir.
Fikirlerinin adiligini bir ibarenin alaca renklerinde ve sun’î karanlıgında gizlenmek isteyenleri muhtac oldukları bu hileden mahrum etmek kolay degildir.
Askta haysiyet veya zillet aramayalım. Her ihtiras gibi, ask da insanı en büyük irtifadan en derin ucuruma atar. Bu yükselis ve alcalıstaki basdönmesinin adı asktır.
Hakikati seviniz, o da sizi sever. Hakikati arayınız, o da sizi arar ve üstüne yalan cin setleri gibi kalın duvarlar örsün, altında kalan hakikat bir ince iniltiyle, bir hafif rüzgar dalgasıyla, herhangi bir kücük isaretle mevcudiyetini bildirir: “Buradayım!” der.
Memlekette herkes fazileti saadetin zıttı sandıgı icin ya namuslu kalmaya karar vererek bir köseye cekilip oturuyor, miskin faidesiz, cekingen yasıyor; yahut namussuzlugu kabul ederek bir taraftan halka faideli olmaya calısıyor, öte yandan calıp cırpıyor. Yani hizmetle denaati telif ediyor. Bircok faal hükümet adamlarının ahlaksızlıgı bundandır.
Gercek münevverin davası ne dine, ne de sadece hudutları ve mahiyeti tayin edilmek lazımgelen inkılaplara karsıdır. Gercek münevverin davası yobaza, yobazın her cesidine karsı, bilgi ve düsünce kıtlıgını kinin ve ihtirasın istial maddeleriyle doldurmaya calısan tefekkür vahsetine karsıdır.
Büyük bir hastalık gecirmeyenler, her seyi anladıklarını iddia edemezler.
Tecrübe, yaslanarak degil, yasayarak kazanılır; ve zaman insanları degil, armutları olgunlastırır.
Askın tam bir tarifi yapılamaz. siir de böyledir. Yapılmıs ve yapılacak tariflerden her biri, denizden alınmıs bir kova suya benzer. Hic süphesiz bu, deniz suyudur, fakat deniz degildir. Askı denize, tarifi de kovaya benzetirseniz elde edilen sey, askın bir halini izahtan ibaret kalır. Enginsiz, kıyısız, renksiz, dalgasız, derinliksiz bir izah.
Bizden uzaklasmadıkca bize görünmeyen sıhhat, alıskanlıgın verdigi hissizlikle, saglamların suurundan kacıp nasıl ve nereye saklanıyor? Onu ben görüyorum, cünkü benden uzak.
Zaman yürümüyor, dakikalar korkunc bir sıkıntı icinde uzuyorlar, hatta dagılıyor, birikmiyor, toplanmıyor ve bir ceyrek saat olamıyorlar.
Dünyanın bütün tavanlarına lanet olsun. Arka üstü yatmaktan usandım.
Bütün büyük kadın meseleleri, bizi icine almak icin, mukavemetimizin en az oldugu günleri beklerler. O anlarda ruhumuzun topuzları gevseyen kapıları en hafif rüzgârla acılır ve iceriye, bir gün her seyimiz olmaya namzet kadın giriverir.
Kimi adam vardır ki sabahtan aksama kadar oturur ve düsünür. Kimi adam da vardır ki sabahtan aksama kadar ayak üstü calısır fakat yaptıgı is dört tuglayı üstüste koymaktan ibarettir. Evvelki insan tenbel görünür velakin calıskandır, diger insan calıskan görünür velakin yaptıgı is sudandır.
Ümitsiz bir askın panzehiri nefrettir.
Belki de canımızı sıkacak birsey olmadıgı icin canımız sıkılıyor.
Her sıkıntı bir isyan hazırlıgıdır. Ruhta baslayan bu hazırlık vücudun hastalanması seklinde organik bir isyana cevrilir.
Yaslanarak Degil Yasayarak Tecrübe Kazanılır Zaman İnsanları Degil Armutları olgunlastırır.
kaynak:nkfu
Asıl adı Kemal Sadık Göğceli olan Yaşar Kemal, 1923 yılında Adana’nın Osmaniye İlçesi’ne bağlı Hemite Köyü’nde doğdu.
Henüz ortaokul sıralarındayken halk yazınına duyduğu ilgi, onu folklor derlemeleri yapmaya yöneltti. O dönemde şiirleri, Adana Halkevi’nin yayını olan “Görüşler Dergisi” nde yayımlandı. Ortaokulun son sınıfındayken okulu bırakmak zorunda kalarak; ırgatlık, amelebaşılık, pirinç tarlalarında su bekçiliği, arzuhalcilik, öğretmenlik, kütüphane memurluğu gibi işlerde çalıştı.
Bu arada Ülke, Kovan, Millet, Beşpınar Dergilerinde, şiirleri görüldü. 1951 yılında İstanbul’a yerleşerek, Cumhuriyet Gazetesi’nde fıkra ile röportaj yazarlığı yapmaya başladı. “Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün” başlıklı röportajıyla, Gazeteciler Cemiyeti Özel Başarı Armağanı’nı kazandı.
O yıllarda öyküleriyle de ilgi çeken sanatçının, 1952 yılında “Sarı Sıcak” adlı öykü kitabı yayımlandı. İlk romanı “İnce Memed” 1955 yılında çıktı. 1955-1984 yılları arasında öykü, roman, röportaj ile makalelerinden oluşan 33 kitabı yayımlandı. Yaşar Kemal, ilk romanı “İnce Memed” ile 1955 yılında Varlık Roman Armağanı’nı kazandı. 1974 yılında “Demirciler Çarşısı Cinayeti” adlı yapıtı, Madaralı Roman Ödülü’nü aldı. “Yer Demir Gök Bakır” Fransa’da 1977 yılında, Edebiyat Eleştirmenleri Sendikası tarafından yılın en iyi yabancı romanı seçildi. “Binboğalar Efsanesi”, 1979 yaz dönemi için Büyük Edebiyat Jürisi tarafından seçilen kitaplar arasında yer aldı.
1982 yılında uluslararası Del Duca Ödülü’ne layık görülen Yaşar Kemal, 1984 yılında Fransa’ nın Légion D’Honneur Nişanı’nı aldı. Yapıtlarında; Torosları, Çukurova’yı, Çukurova insanının acı yaşamını, ezilişini, sömürülüşünü, kan davasını, ağalık ile toprak sorununu,çarpıcı bir biçimde ortaya koyan yazarın eşsiz betimlemeleri, eserlerinin en önemli özelliğidir. 29 dilde yayımlanmış olan kitaplarıyla, dünya yazınında çok önemli bir yeri vardır.
Kaynak:Enson haber Biyografi
O bizim “Damat Feritimiz”… Tatlı dilli, güler yüzlü, yakışıklı mı yakışıklı Yeşilçam’ın göz bebeği oyunculardan biri; en sevdiklerimizden. Bugün ölümünün birinci yıl dönümü.
Sevgi, saygı ve özlemle anmak istedim…
…
Ve bir yıl daha geçti bile…
Özlemle…
Tarık 13 Aralık 1949’da İstanbul’da annesi Yaşar Hanım ve babası Hüseyin Yaşar Bey’in üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ebeveynleri ona “Tarık Tahsin Üregil” adını verdi. Bir ablası ve bir abisi vardı.
Babası subaydı ve görevi nedeniyle Tarık, Erzurum Dumlupınar’da çocukluğun yaşadı. İlkokula burada başladı. Ancak babasının tayini Kayseri’ye çıkınca taşındılar ve Tarık, ilkokulu burada tamamladı. Babasının mesleğinden kaynaklı disiplinli ve göçebe bir çocukluk yaşadı.
Babası emekli olduğunda Tarık ortaokul çağına gelmişti. Emeklilikten sonra İstanbul Bakırköy’e taşındılar. Tarık, ortaokul ve lise eğitimini burada tamamladı.
Üniversite eğitimi için Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü tercih etti. Buradan sonra İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi.
Tarık, 1970’de “Ses” dergisinin düzenlediği “Sinema Artist” yarışmasına katıldı ve birinci oldu. Artık sinema için ilk adımını atmıştı ve ardı başarılarla dolu bir şekilde gelecekti.
1971’de ilk kez kamera karşısına geçtiğinde “Filiz Akın” ve “Ekrem Bora” başroldeydi. Tarık, “Emine” filmiyle oyunculuk kariyerine başladı.
Ama oyunculuk yolculuğu başlamadan önce Tarık, Bakırköy plajlarında cankurtaranlık yaptı. Bir yandan da sokaklarda işportacılık yapıyordu.
Gönlü artık sinemadan yanaydı, ancak sinema sektörünün iyi gitmediği 1978 – 1981 yılları arasında buradan para kazanamayacaktı. Bu süreçte de ticari taksi alarak kiralama sistemi ile ticaret yapmaya devam edecekti.
Tarık, yönetmen koltuğunda “Mehmet Dinler”in oturduğu, başrollerini “Fatma Girik” ve “Münir Özkul”un paylaştığı 1971 yapımı “Solan Bir Yaprak Gibi” filminde “Murat” karakteri ile Yeşilçam’a merhaba dedi. Bu filmden sonra da adını “Tarık Akan” olarak kullanmay aabaşladı. Ayrıca yine bu yıl “Vefasız”, “Melek mi Şeytan mı?” adlı filmlerde rol oynadı.
Bundan sonra her şey çok hızlı gelişti. 1972’de ilk başrolünü “Hülya Koçyiğit” ile “Beyoğlu Güzeli” filminde oynadı.
1970’te “Ertem Eğilmez” ile tanışmak ona “Ferit” karakterini getirdi ve Tarık, ailemizin Damat Ferit’i oluverdi. Adı Ertem Eğilmez’in her filminde “Ferit” oldu. Bu, Ertem Eğilmez’in ölen oğlunun adıydı. Bu yüzden her filminde “uzun oğlum” diye sevdiği tarık ile oğlunun adını yaşatacaktı…
Giderek Yeşilçam’ın aranan yakışıklı oyuncularından biri oluyordu ve başrolleri paylaştığı kadınlar dönemin hem en ünlü hem de en güzel kadınlarıydı. Tarık, “Türkan Şoray” ile ilk başrolünü de “Sisli Hatıralar”da oynadı; yıl 1972 idi.
Tarık, 1972 yapımı “Suçlu”da oynadığında ödüllendirileceği ilk büyük başarısını da yakalamış oldu. Yönetmen koltuğunda Mehmet Dinler oturuyordu ve başrolü “Fatma Belgen” ile paylaşmıştı. Ayrıca film, Tarık’ın oynadığı ilk romantik komediydi.
Bu film, 1973’te Tarık Akan’a “Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü kazandırdı.
Artık oyunculuğu da tescillendiğine göre, Tarık kesinlikle ünlüydü. Uzun boyu, çekici tavırları ve gözden kaçmayacak yakışıklılığıyla Tarık kısa sürede uzun bir yol yürümüştü…
Tarık, artık başarısına başarı katıyordu. 1972’de oynadığı “Sev Kardeşim” filminde “Adile Naşit, Münir Özkul, Hulusi Kentmen ve Hülya Koçyiğit” gibi güzel isimler de yer alıyordu. Yine aynı yıl “Tatlı Dillim” filminde “Filiz Akın” ile başroldeydi ve bu film aynı zamanda “Kemal Sunal”ın ilk filmiydi. Aynı zamanda kadroda “Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe” gibi isimler de vardı.
Güzel ve başarılı kadın oyuncularla başrol paylaşmaya da devam ediyordu Tarık. 1972’de “Emel Sayın” ile ilk başrolünü “Feryat” filminde oynadı. Yine de eminim sizin de aklınızda bugün hala “Yalancı Yarim” var Emel Sayın ve Tarık Akan denilince. O naiflik, gözünün ondan başka kimseyi görmeyişi, aşkın sel olup akıp gidişi…
1973’teki isim ise “Necla Nazır”dı ve film de “Umut Dünyası”. 1974’te de “Hale Soygazi” ile “Oh Olsun”…
Her filmi bir başka güzeldi, eminim hepiniz için Yeşilçam filmleri öyledir. Ama yürekleri dağlayan bir film vardı hani, çok bilinen. Hasta küçük kardeşin çok istediği televizyona hepimiz ağlamışızdır içli içli. Çünkü film hakkını vermişti ve gözyaşlarımız boşuna değildi. Yeşilçam klasikleri arasına girdi ve en iyi drama filmlerinden biri oldu.
Evet, “Canım Kardeşim”. 1973’te “Halit Akçatepe” ve dönemin çocuk oyuncusu “Kahraman Kıral” ile başrolü paylaştılar bu filmde.
Nasıl ki “Yalancı Yarim” unutulmazsa, Emel Sayın ve Tarık Akan bir arada düşünüldüğünde “Mavi Boncuk” da hemen gelir akıllara. Hatta unutulmaz replikleri ve oyuncu kadrosuyla muhtemelen ilk sırayı çeker.
Özellikle Emel Sayın’ın kaçırıldığı sahne hafızalara adeta kazındı. Emel Sayın’ın “yalnız benim için bak yeşil yeşil” diye söylediği o şarkı… “Ben bu dertten ölürsem söyle küçük bey” diye içlenişi… Kemal Sunal’ın “soğuktan kapında donabilirim”leri…
Ah bu filmler, iyi ki vardı…
A bu arada heyecana kapılıp filmin içinde kaybolmuş da tarih bile vermemişim. “Mavi Boncuk”, 1975’te çekildi ve Yeşilçam’ın en iyi filmlerinden biri olarak gösterildi. Bunu söylemek için kadrosu bile yeterliydi çünkü: “Adile Naşit, Münir Özkul, Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe…”
Gösterime girdiği anda hasılat rekorları kıran ve serisi çekilen o mükemmel filmden bahsetmeden olmaz tabii; “Hababam Sınıfı”
1975’te “Ertem Eğilmez” yönetmenliğinde çekilen film ile her rolde beğendiğimiz Tarık, artık “Damat Ferit”ti. Her karakteri ayrı değerli, her sahnesi ayrı komik film, bugün bile sıkılmadan izlediğimiz klasikler arasında.
Şahsına münhasır karakterler oyuncuların üzerine yapışıp kaldı adeta: “Hafize Ana, Kel Mahmut, İnek Şaban, Güdük Necmi, Tulum Hayri, Hayta İsmail…”
Yeşilçam’ın en iyi romantik komedilerinden biri kabul edildi “Ah Nerede”. Filmde “Gülşen Bubikoğlu” ve Tarık Akan başrolü paylaşıyordu. 1975’te vizyona girmiş ve hasılat rekorları kırmıştı.
Çünkü kadın dünyalar güzeliydi ve adam çok yakışıklıydı. Nice hatalar yapmış, ama dönüp doğruyu bulmuştu. Zehra’dan sonra her şey başkaydı ve doğru olan ne varsa o yaşanmalıydı. Yani hayatın ta kendisiydi, aşkın ta kendisi…
Adam sonunda bir binanın tepesine çıktı ve “Seni seviyorum Zehra” diye atladı. Demek ki istenilen aşk böyle bir şeydi ve biz işte bu duyguyu pek sevdik. Bu yüzden “Ah Nerede” en iyi romantik komediler arasına girdi…
1976’da Yeşilçam’ın neredeyse bir araya toplandığı bir kadro ile bir film çekildi; “Bizim Aile”. Gerçekten de bir Türk ailesi vardı ekranda. Sevgi sonsuzdu.
Ne mutlu ki, Tarık da işte bu kadrodaydı. Bugün bile hala keyifle izlenen film, klasikler arasındaki yerini aldı.
Tarık, oynadığı romantik komedilerle büyük bir ün kazanmıştı. Üstelik bu rollere de çok yakışıyordu. 1976’dan sonra ciddiyetle bir karar aldı ve uyguladı. Artık romantik komedi çizgisinden ayrılıp daha ciddi rollere soyunmaya karar verdi ve henüz 28 yaşındaydı.
İlk iş imajını değiştirdi, bıyık bıraktı. Bir yandan eski tarzına da devam etti, ama ruhunun asi olduğuna karar vermiş ve yeteneğini daha başka filmlerde göstermeye karar vermişti. Ama bunun da hakkını verecekti.
Bıyıklı haliyle oynadığı ilk film, “Baraj” oldu; bir dram, gerilim filmiydi. 1978’de “Cüneyt Arkın” ile oynadığı “Maden” filmi büyük başarı elde etti. Yeşilçam tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyordu.
1978’de çekilmeye başlanmış, 1979’da vizyona giren bir “Zeki Ökten” yapımı olan “Sürü” filminde “Tuncel Kurtiz” ve “Melike Demirağ” ile başrolü paylaştı. Büyük ses getiren bu film de Yeşilçam’ın en iyileri arasına girmeyi başarmıştı. Ancak bu kez tek ödül bu değildi. 12 Ekim 2011 “Altın Portakal Film Festivali”, “Geç Gelen Altın Portakallar Gecesi”nde “En İyi Film Ödülü” aldı. Filmin ödülü tam 31 yıl sonra verilmişti. Çünkü 12 Eylül Darbesi yaşanmış ve 1980’de ödül gecesi yapılamamıştı.
1978’de “Fikret Hakan” ile başrol paylaşma şansı oldu. “Demiryol” adlı bu film, “Altın Portakal Film Festivali”nde 4 dalda ödül aldı. En İyi Erkek Oyuncu ödülü Fikret Hakan’ın oldu.
12 Eylül dönemi birçok alanı olduğu gibi Yeşilçam’ı da yavaşlatmıştı; çok az film çekiliyordu. Tarık da bu sebepten bu süreçte hiçbir filmde rol almadı.
1981’de “Müjde Ar” ile başrol paylaştığı “Deli Kan” filmi ile geri döndü.
Darbeden sonra Almanya’da yaptığı bir konuşmadan dolayı Türkiye’ye döndüğünde tutuklandı ve 2,5 ay cezaevinde kaldı. 31 Mart 1982’de beraat etti.
1982’de yönetmenliğini “Yılmaz Güney ve Şerif Gören”in yaptığı “Yol” filminde “Şerif Sezer” ile başrolü paylaştı. Oldukça ses getirdi. Dönemin yaşananlarını konu alıyordu. Bu filmin yeri ayrıydı. Çükü dünyanın en prestijli ödül törenlerinden biri olan “Cannes Film Festivali”nde en önemli ödül olan “Altın Palmiye”ye layık görüldü. Bu Türkiye için bir ilkti. Böylece dünya çapında izlenmeye başladı, ancak bu sefer de 1983’te Türkiye’de gösterimi yasaklandı. 1999’a kadar da bu yasak devam etti.
1984’te “Zeki Ökten”in yönetmenliğindeki “Pehlivan” filminde oynadı Tarık. Bu film ona “21. Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü getirdi.
Artık sert mizacı iyice oturmuştu yüzüne. Her film ayrı bir başarı demekti. Tarık Akan asla unutulmayacak oyuncular arasına çoktan girmişti…
Onca filmin arasında elbette bir de özel hayatı vardı. Gözler önünde olan yakışıklı bir erkekti ve onun yanında olmak için can atacak çok kadın olurdu. Ancak onun gönlü Yasemin Erkut’u seçti.
Tarık ve Yasemin 1986’da evlendi. Bu evlilikten aynı yıl “Barış Zeki Üregül” adını verdikleri oğulları geldi dünyaya. 1988’de de “Yaşar Özgür ve Özlem Üregül” adını verdikleri ikizleri…
Ancak yine de evlilikleri uzun sürmedi. Tarık ve Yasemin 1989’da boşandı.
Tarık, 1990’da Acun Günay ile birlikte yaşamaya başladı ve bu birliktelik o ölene dek sürdü…
Tarık, 90’larda daha az sinema filminde görüldü, ancak yine de vardı. Ancak bir yenilik vardı. Artık Tarık Akan, televizyon dizilerinde de görülecekti.
1992’de ilk kez “Taşların Sırrı” adlı dizide çıktı seyircisinin karşısına, bir yıl sürdü. Sinema filmleri de devam ediyordu bir yandan, sadece eskisi kadar sık değildi.
2000’e geldiğinde oyunculuğa 2 yıl ara verdi ve 2002’de sinemaya geri döndü. Yine sadece sinema değildi, bir yandan da TRT 1’de yayınlanan “Koçum Benim” adlı gençlik dizisinde oynuyordu.
Bir de “Vizontele” klasikleri var. “Yılmaz Erdoğan” filmlerinden “Vizontele Tuuba”da “Güner Sernikli” rolüyle yer aldı.
2009’da en son “Yol” filminde birlikte rol aldığı “Şerif Sezer” ile bir kez daha “Deli Deli Olma” filminde tekrar karşılaştı ve bu film de oldukça iyi bir hasılat elde etti. Ayrıca bu film Tarık için ayrıca değerliydi. Çünkü filmde gençliğini oğlu “Barış Zeki Üregül” oynuyordu…
Tarık, ömrüne 111 sinema filmi ve 4 dizi sığdırdı. İşte bunların yanına bir de kitap iliştiriverdi. Zamanında darbe döneminde ne yaşadıysa onu kaleme aldı ve 2002’de yayınladı.
Kitabı da tıpkı filmleri gibi ilgi çekmişti. Otobiyografi dalında yazdığı “Anne Kafamda Bit Var” onlarca baskı sattı.
Artık iyiden iyiye yaş alıyordu ve bir de üstüne akciğer kanseri olmuştu. Sonra tam akciğer kurutuldu derken kanser karaciğere de sıçradı.
16 Eylül 2016’da hayata gözlerini kapadı, 66 yaşındaydı.
Bugün ölümünün yıl dönümü. Tam 1 yıldır yok. Böyle sevilen insanlar hiç ölmüyor aslında ya da insan pek anlayamıyor. İstediğin her an bir filmiyle karşında olabileceğini bilmenin verdiği bir his belki de bu. Ama sonuç olarak o artık hayatta değil ve bir yıl geçti bile…
Zaman gerçekten de çok acımasız. Sanki daha dün ölüm haberini görmüşüm de boğazıma düğümler dolanmış gibi… Hangimizin çocukluk aşkı değildi ki yarattığı karakterler, hangimiz gülüşüne tutulmadık…
Dili, dini, ırkı, inanışı ne olursa olsun insan dediğin başka; ama sanatçı dediğin bambaşka… Bizden farklı olanı sevmemeye hep meyilli yürekler taşıyoruz. Oysa ki hayat senden farklı olanla çeşitlenip güzelleşiyor…
E o zaman Sevgili Damat Ferit, canım Tarık Akan, nurlarda uyu…
Hep yaptığım kapanışlar gibi, bolca özlem ekleyerek bir ucuna, diyorum ki, bir Tarık Akan geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün 13 Aralık 2017. Yıllar önce bugün Oğuz Atay hayata gözlerini kapadı. Gün dönmeden anmalıyım…
Aslında çok naif, fazlasıyla romantik ve sanat ruhlu bir kişilikti. İlk engeli babasıydı. İkincisi de hayatı yaşarken tercih ettiği yollar oldu sanırım. Yaşarken hak ettiği şöhrete maalesef kavuşamadı. Oysa bugün adını bilmeyenimiz yok. Çünkü “Tutunamayanlar” raflardan hiç eksilmiyor. Çünkü Olric’in her bir cümlesi dillere pelesenk. Çünkü o artık popüler kültürdeki yerini buldu.
Bir yandan da her şeyin bir zamanı var ve ondan önce hiçbir şey gün yüzüne çıkmıyor işte.
Sevgili Oğuz Atay, ruhun şad olsun…
Oğuz, 12 Ekim 1934’te Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde, Muazzez Hanım ve Cemil Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi. Babası, 11 yıl CHP’de milletvekilliği yapmış, ama kendine ait bir evi dahi olmamış Ağır Ceza Yargıcıydı. Annesi ise İlkokul Öğretmeni idi; Oğuz’un da öğretmenliğini yapacaktı.
Oğuz 5 yaşındayken ailesi Ankara’ya taşındı. Bir de kız kardeşi vardı. Zaten içine kapanık olan Oğuz, kardeşinin doğumundan sonra çocuk bedenini kemiren kıskançlık duygusuyla da tanışmıştı. Doğduğu günden beri kardeşi Okşan’a “Bohça” adını taktı. Onun bir gün evden gideceğini düşünüyordu. Ama o bohça bir türlü evden gitmek bilmiyordu işte. Sonunda isyanını “Alın bu bohçayı buradan, götürün artık. Hâlâ niye burada duruyor?” diye çıkışarak dile getirdi. Küçücük bir çocuğun anne babasını eve yeni girmiş bir başka çocuktan kıskanmaktı onunki. Ailesi de her aile gibi bu duruma gülümsedi.
Ancak gülüp geçmedi. Annesi okula başladığında artık Oğuz’un sadece annesi değil, öğretmeniydi de. Sınıfta “Kardeşini sevmeyen var mı?” sorusuna, oğlunun parmak kaldırışını seyredip onu anlayacak kadar yakındı oğluna. Çünkü Oğuz, dürüst ve duygularının farkında bir çocuk olarak büyüyordu. Cemil Bey bu konularda ketum olmayı tercih ederken, Muazzez Hanım, oğlunun duygusal ve kültürel alt yapısını inşa ediyordu. Oğuz, ileride her duyguyu keskin cümleleriyle anlatabilecek kadar iyi bir yazar olabilecekti.
Tüm çocukluğu boyunca sessizdi; ama çok da zekiydi. Zekâsını en iyi sokakta gördüğü ne varsa karikatürize ederek anlatışıyla seriyordu gözler önüne. Oğuz, ince espri anlayışıyla gençlik yıllarına kadar karikatürler çizdi.
Oğuz, eğitim hayatını Ankara’da sürdürdü. İlköğretimi tamamladıktan sonra Ankara Maarif Koleji’ne girdi. Tüm okul hayatı boyunca başarılı bir öğrenci olmuştu. Çünkü en iyi dostu kitaplardı; sessiz dünyasına onlardan başka kimseyi almayı tercih etmemişti. Liseden yüksek bir ortalama ile mezun oldu ve Shakespeare’in “Hırçın Kız” oyununda sahnedeydi.
Oğuz, buram buram sanat yanan, sanat kokan bir gençti. Eşref Ün ve Turgut Zaim’den resim dersleri de almıştı. Ama babası için bunlar tam anlamıyla “lafügüzaf” idi. Çünkü Cemil Bey güzel sanatların karın doyurmayacağı kanaatindeydi. Bu durum için Eşref Üren’in Oğuz’a kurduğu tek cümle, “Babana söyle sana köşe başında, işlek bir yerde bakkal dükkânı açsın o zaman. İyi para kazanırsın”.
Tüm bu olanlar babası ve Oğuz arasında bir çatışmanın çatırdamalarını oluşturmuştu. Artık Oğuz çocuk değildi; ama babasına pek karşı gelecek güçte de değildi. İçinde koca bir isyan, buna tezat lâl olmuş bir dil…
O gün belki konuşamadı, hayat çizgisini babasından yana çizdi; ama yıllar sonra “Babama Mektup”ta konuştu. Ancak o zaman bile cümlelerinde çekingendi. Annesinin oğlu olduğunu şöyle anlatıyordu: “Çünkü ben babacığım, biraz da duygularımın romantik bölümünü, sen kızacaksın ama annemden tevarüs ettim”.
Yine de hakkında kararını vermişti. Kendisinin vermiş olduğu gibi görünen bu karar babasının gölgesinden izler taşıyordu. Babası tarafından “gerçek bir meslek” olarak kabul görecek bir meslek edinmeliydi. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nde üniversite eğitimine başladı.
Sessizliği burada da devam etti. Amfide tercihi hep arka sıralardan yana oldu. Çünkü derslere karşı hiçbir ilgi besleyemiyordu. Öyle çok renkli ve heyecanlı bir öğrencilik dönemi olmadı yani. İki renkten ibaretti: Biri sessizliği, diğeri de arkadaşı Turhan Tükel sayesinde tanıştığı Marksizm. Bu yeni tattığı ikinci renk, ona yeni kitaplar kazandırmıştı.
Oğuz, 1957’de üniversiteden mezun oldu ve hemen ardından, askere gitti (1957 – 1959). Burada, edebiyata olan düşkünlüğü sayesinde Cevat Çapan ve Vüsat O. Bener ile tanıştı.
Döndüğünde de çalışma hayatı Kadıköy Vapur İskelesi yapımında Tamir ve Kontrol Elemanı olarak başladı. Bir süre sonra görevinden istifa etti ve şimdinin Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi İnşaat Bölümü’nde Öğretim Üyesi oldu. 1975’te de doçentliğini aldı.
Elbette birçok gazete ve dergide makaleleri yayımlanıyordu. Bunun üzerine bir de “Topoğrafya” adını verdiği mesleki bir kitap yazdı.
Bütün bu üniversitede eğitmenlik macerası boyunca yazmak – çizmek işlerine de devam etti. Adres tabii ki askerde kurduğu dostluklar sayesinde “Pazar Postası”ydı. Dergi artık İstanbul’daydı ve gün gelip kapanana kadar Oğuz’un yazıları ve çevirileri imzasız yayımlandı. Belki dergide bir adı yoktu; ama “Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ece Ayhan, İlhan Berk, Attila İlhan” gibi birçok isimle arkadaş olmuştu.
Oğuz Atay ve Fikriye Fatma Gürbüz, 2 Haziran 1961’de ile evlendi. 6 yıl sürecek bu evlilikten Özge adını verdikleri bir kızları oldu.
Arkadaşı Uğur Ünel ile bir şirket kurmuşlardı, o battı. Evliliği bozuldu. Bu süreçte Ünel’in eski eşi Sevin Seydi ile duygusal ve entelektüel açıdan birbirlerini besledikleri bir ilişki başladı aralarında. Zor zamanlardı…
1960’larda yazmak işini hâlâ hobi olarak yapıyordu; ama zamanı gelmişti. Oğuz, artık bir roman yazmalıydı ve bu ilk romanını Sevin’e ithaf etmeliydi; hep ve çok sevdiği kadına. 1968’de, “Tutunamayanlar”ı yazmaya başladı.
Bir diğer ithaf ettiği kişi de intihar eden, çok sevdiği arkadaşı Ural’dı. “Selim Işık” karakteri Ural’ın ta kendisiydi. Selim, neyin peşinden gitse, neye tutunmaya çalışsa onun ne kadar anlamsız olduğunu fark eden, şu modern hayatın içindeki en yalnız insandı. Arkadaşı “Turgut Özben” ise, görünüşe göre kafayı sıyırmış, kafasının içindeki sesle, “Olric”le konuşuyordu. Her şey, şu hayattaki her şey, pamuk ipliğine bağlıydı. Yazılarında çevresindeki herkes ilham kaynağıydı. Hatta karakterlerin her birinde bir parça Oğuz vardı.
Romanını bitirdiğinde ilk kez Vüs’at O. Bener’e okuttu. Ona o kadar güveniyordu ki, tavsiyesiyle romanından bir bölüm çıkardı. Bu bölüm daha sonra kim bilir nerede, nasıl karşımıza çıkacaktı…
Maalesef Ural hayatına kendi isteğiyle son vermişti. Sevin ise Oğuz’un jestine karşılık minnetini gösterebilirdi; ilk kitabın kapağını tasarladı.
Tutunamayanlar 1972’de yayınlandı ve hemen önemli bir tartışmanın odak noktası hâline geldi. Eleştirmen Berna Moran, kitabı “Hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” şeklinde nitelendirmişti. Ona göre Tutunamayanlar’ın edebi yetkinliği Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmişti. Elbette tersini düşünenler de söz konusuydu.
Ancak her ne olursa olsun, Türk Edebiyatı için önemli bir eser olduğu gerçeği değişmiyordu. Tutunamayanlar, “TRT Roman Ödülü”nü kazandı. Bu, dünya gözüyle göreceği tek ödül olacaktı.
Pakize Kutlu, Oğuz Atay ile romanı hakkında Yeni Ortam Dergisi için bir röportaj yaptı ve 30 Eylül 1972’de yayımlandı.
Bir yerde, “Selim öldü. Selimlik de ölmüştür. Başarının insanı sevimsizleştirdiğini yazmıştım bir yerde; fakat tutunamayanlığın sevimliliğine de kimsenin yanaşmadığını görüyorum. Neden yanaşsınlar? Bir arkadaşımın dediğine göre, ben romanda herkesi bir bakıma tutunamayanlığa çağırıyormuşum. Henüz bir karşılık alamadım” dedi Oğuz Pakize’ye.
O an bilmiyorlardı; ama ikisi de birbirine tutunacak, çok değil 2 yıl sonra evleneceklerdi.
Tutunamayanlar ile etkileyici bir başlangıç yapmıştı Oğuz. Bu aslında bir yandan da kendine olan güvenini kazanması, babasının onda yarattığı etkinin bir nebze olsun kırılması adına özellikle etkileyici bir başlangıçtı. Baba konusunda belki “Franz Kafka” kadar şanssız değildi; ama yine de onun da içinde hapsolmuş kendini babasına kanıtlama hırsı vardı. Zaten Kafka’ya ve Dostoyevski’ye olan düşkünlüğü de başkaydı.
Bu etkileyici girişin ardından 1973’te “Tehlikeli Oyunlar”ı yayımladı. Yine aynı yıl “Oyunlarla Yaşayanlar” adını verdiği oyununu da yayımladı. Bu oyun Devlet Tiyatoları’nda sahnelenecekti.
Yazdığı hikâyeleri ise 1975’te “Korkuyu Beklerken” adı altında topladı. Prof. Dr. Mustafa İnan’ın hayatını konu aldığı romanı “Bir Bilim Adamının Romanı”nı da yine 1975’te yayımladı.
Yazdıklarının dışında “Beyaz Mantolu Adam” hikâyesini kısa film olarak çekti; ama ne talihsizlik ki film kayboldu. Ayrıca Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filminin ilk üç dakikasının diyaloglarını da Oğuz yazmıştı.
Oğuz, 1976’nın sonuna doğru şiddetli baş ağrılarının olduğu bir sürece girdi. Başta pek önemsemedi; ama aldığı ağrı kesiciler de bana mısın demiyordu. Bir süre sonra çift görmeye başladığında, doktora gitti. Beyninde iki tane tümör vardı. Ameliyat olmak için 22 Aralık’ta Londra’ya gitti; iki tümörden birini aldılar.
Bir sene sonra 13 Aralık 1977’de arkadaşı Altay Gündüz’ün evindeydiler. Bir ara Oğuz banyoya gitti. Banyoda uzun kaldığını fark ettiklerinde tedirgin olup kapıyı tıklattılar: “Nasılsın Oğuz?” İçeriden cılız bir ses duyuldu: “Sevinmeyin, daha ölmedim”.
Sonra yine bir sessizlik… Altay dayanamadı ve kapıyı kırdı. Oğuz yerdeydi; ölmüştü…
Oğuz Londra’ya giderken kızı 15 yaşındaydı. Özge ona mektuplar yazıyor, Oğuz ise hasta yatağında bile üşenmeden kızının noktalama işaretlerini düzeltiyordu. Özge’den Turgenyev’in “Babalar ve Oğulları”nı okumasını istemişti. “Bitirince konuşuruz” diyecekti. O konuşma hiç yapılamadı ve Özge, babasının ne düşündüğünü hep merak etti…
Oğuz’un hayatı, daha doğusu edebiyat hayatı, aslında öldükten sonra, yıllar sonra başladı. Bugünlerde bu kadar popüler olan Oğuz Atay isminin değeri zamanında bilinmemişti.
Öldükten sonra bile yaşamaya, yazdıkları yayınlanmaya devam etti. 1987’de “Günlük”, 1998’de “Eylembilim” adlı kitapları yayımlandı. Sağlığında “Tutunamayanlar” dahi depolarda beklemişken, şimdi kitapları büyük ilgi görüyordu; defalarca basıldı. 2000’li yıllarda eserleri tiyatro oyunu olarak sahnelenmeye başladı.
Düşle gerçeği büyük bir ustalıkla birbirine karıştıran Oğuz Atay, postmodernist roman kategorisinde eserler veren ilk yazar oldu. Özellikle Tutunamayanlar’da modern yaşamda kaybolan insanın yalnızlığını, kopuşlarını, bir tutunamayışlarını mükemmel bir kurguyla anlatıyordu. 2007’den itibaren de “Oğuz Atay Edebiyat Ödülleri” verilmeye başlandı. Bu yaşamı boyunca fark edilmemiş bir yazarın yarım kalmış hayatının hikâyesiydi…
Babasının içine bıraktığı bir yumrukla, yutkunamayışı, tutunamayışı, hep sürüklenişi ve mükemmel kurgularıyla bir Oğuz Atay geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Doğum ve ölüm tarihi arasında ne çok şey değişti hayatımda; hayatımızda… İnsan ömrüne, aşklarına, vazgeçtiklerine vurgusuydu belki şiirleri. işte bu sebepten bir kere daha öne çekiyorum Nazım Hikmet biyografisini…
Keyifle…
“Nazım Hikmet ve aşkları”nı yazdım; biyografi yazmayacaktım. Ama dayanamadım yine. Aldım aşklarını çocukluğu, yaşadıkları ile yoğurdum; bugün onun doğum günü diye…
Yaşadığı aşklarla, vazgeçtikleriyle, tutunduklarıyla bir Nazım doğdu, yaşadı ve şiirlerini bırakıp gitti bu dünyadan.
Doğum günün kutlu olsun Nazım Hikmet Ran…
Nazım, 15 Ocak 1902’de Selanik’te Ayşe Celile Hanım ve Hikmet Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi. Celile Hanım, Hasan Enver Paşa ve Alman kökenli Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa, yani Ludwing Karl Friedrich Detroit’in kızı Leyla Hanım’ın kızıydı; çok iyi Fransızca konuşuyor, piyano çalıyor ve resim yapıyordu. Nazım da annesine çekecek, sanatsal yönü ağır basacaktı.
Babası Hikmet Bey, Çerkez Nazım Paşa’nın oğluydu; Matbuat Umum Müdürlüğü ve Hamburg Şehbenderliği yapmıştı. Nazım’a göre, babası Türk’tü. Annesi ise, Alman, Fransız, Gürcü, Polonyalı, Çerkez kökenli idi.
Hikmet Bey, Selanik’in son valisiydi. Nazım henüz çocukken memuriyetten ayrıldı ve ailecek Nazım’ın dedesinin yanına Halep’e yerleştiler. Burada onları yeni bir hayat bekliyordu. Hikmet Bey, yeni işler peşine düştü. Ancak buraya tutunamadılar ve yeni güzergah İstanbul’du. Buradaki iş kurma çalışmalarının da sonucu iflas olmuştu. Hiç hoşuna gitmese de memuriyete geri dönecekti. Fransızca bildiğinden kolayca Hariciye’ye atandı.
Nazım da bu süreçte annesinden aldığı güzelliklerle besleniyor ve büyüyordu…
Nazım, artık okula gidecek yaşa gelmişti. Eğitim hayatına başladı. Ancak bir şey daha vardı hayatında başlayan. Nazım, daha küçücük bir çocukken, 3 Temmuz 1913’te, “Feryad-ı Vatan” adını verdiği ilk şiirini yazdı. 1913’te aynı zamanda Mekteb-i Sultani’de ortaokula başladı.
Bir gün aile meclisi toplanmıştı; Bahriye Nazırı Cemal Paşa da oradaydı. Nazım, gururlu tavırlarıyla denizciler için yazdığı kahramanlık şiirini okudu. İşte o an, Nazım’ın Bahriye Mektebi’ne gitmesine karar verildi; Nazım, 25 Eylül 1915’te Heybeliada Bahriye Mektebi’ne kaydoldu. Pek çalışmazdı; ama zeki bir öğrenciydi. Ahlaki tavırları iyiydi, ancak çok sinirli bir yapısı vardı. Genel anlamda öğretmenleri tarafından sevilirdi. 1918’de ise, 26 kişiden sekizinci olarak mezun oldu.
Mezun olur olmaz dönemin okul gemisi Hamidiye’de güverte subayı stajyeri olarak atandı. Ancak aşırıya kaçan tavırları sebebiyle ordu ile ilişiği kesildi.
1920’de arkadaşı Vâlâ Nureddin ile Milli Mücadeleye katılmak için Anadolu’ya gitti. Bu durumdan ailesinin haberi yoktu. Nazım, önce bir süre Bolu’da öğretmenlik yaptı ve daha sonra Batum üzerinden Moskova’ya gitti. Burada Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler ve İktisat okuyarak yükseköğrenimini tamamladı.
Nazım, Moskova’ya yükseköğrenimi için gelmişti; bir de aşkı Nüzhet vardı. Yıl 1921’di, devrimin ilk yılları yaşanıyordu. Nazım, komünizm ile resmen tanıştı. Bundan sonra hayatındaki her şey bu noktadan merkez alarak hayat çemberini çizecekti.
1924’te ilk şiir kitabı, “28 Kanunisani” yayımlandı. Aynı zamanda sahneye de aktarıldı. Artık Türkiye’ye dönme vakti gelmişti. Türkiye’ye döndü ve Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başladı.
Nazım, ilk şiirlerini hece ölçüsünde yazmaya başlamıştı. Ancak burada da derli toplu görünen bir başına buyruktu. Çünkü içerik bakımından diğer Hececiler’den başka tarzda yazıyordu.
Şiirleri çoğaldıkça hece ölçüsü ona yetmedi. Şiiri için kendine özgü bir tavır arayışına geçti. Sovyetler Birliği’ne gittiği ilk yıllarda, özellikle 1922 – 1925 yılları arasında bu arayışı zirve yaptı. Hem içerik hem de biçimi bakımından diğer şairlerden farklıydı. Artık serbest ölçü ile yazacaktı.
“O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
Bahçesinde ebruli hanımeli açan bir ev.
…”
Bu şiir, Nazım’ın ilk aşkını anlatıyordu. Bahçesinde ebruli hanımeli açan o minnacık evde Nazım ile yaşamak isteyen minnacık kadının adı Nüzhet’ti; henüz 15 yaşındaydı. Nüzhet ve Nazım, gazeteci Muhittin Birgen sayesinde tanıştı.
Nüzhet, Tiflis’e gitti. Nazım da hemen ardından yetişti. Moskova Üniversitesi’nde okuyan genç bir delikanlıydı Nazım ve bütün güzel kızların gözü üzerindeydi. Ama yüreği yanmıştı bir kere, kor kor öbeklenmiş, mengenelere sıkıştırılmıştı işte. Böyle bir hissi, ilk kez, Nüzhet’e karşı duyuyordu. Kaçınılmaz son gerçekleşti; Nazım ve Nüzhet, 1921’de evlendi. Anyuta adını verdikleri bir kızları oldu.
Ancak kaçınılmaz başka sonlar da vardı; ayrılık gibi. Nüzhet’in İttihatçı yakın bir akrabası Nazım’a duyduğu öfke ve nefrete engel olamıyor, genç kıza sürekli evine dönmesini söyleyen mektuplar yazıyordu. Çok gençti ve bu kadar baskıyı kaldıramadı Nüzhet. Nazım’ı terk ederek evine döndü…
Bu ilk olmayacaktı; daha hapis yatacağı günler de vardı. Yolunu açmıştı bir kere Nazım. Aydınlık Dergisi’nde yayımlanan şiir ve yazıları başına dert açmıştı. Nazım’ın 15 yıl hapsi isteniyordu. Daha topraklarında mevsim dönmeden Nazım, bu kez de Sovyetler Birliği’ne gitti. Ancak 1928’de Af Kanunu’ndan yararlandığı müjdesini aldığında Türkiye’ye dönebilmişti. Çalışacağı yeni dergi, “Resimli Ay”dı.
Açılışı 1925’te yapmıştı. Daha birçok kere yargılanacaktı. 1938’de orduyu ayaklanma için kışkırttığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. 13 yıl İstanbul, Ankara, Bursa Cezaevleri’nde kalacak; 1950’de de af yasasından yararlanıp özgürlüğüne kavuşacaktı.
Nazım da Nüzhet’in ardından Türkiye’ye dönmüştü. Ancak yüreği ne bu ayrılığı ne de Nüzhet’in bir profesörle evlendiğini görmeyi kaldırabildi. Moskova’ya geri döndü.
Burada METLA Tiyatrosu’nda Ludmilla Yurçenko ile tanıştı. Onun için adı Lena’ydı. Bir süre sonra evlendiler. Aslında her şey iyi gidiyordu.
Elbet yine ayrılık vakti gelip çatacaktı. 1928’de Nazım’ın Türkiye’ye dönmesi gerekiyordu. Ancak Lena için vize vermediler. Böylece ülkeler arasında sessiz sedasız, şiirlerde çağlayacak bir ayrılık yaşandı.
Piraye, 16 yaşındaydı Sedat Örfi ile evlendiğinde ve şimdi de boşanmıştı işte. 2 çocuklu yalnız bir kadındı. İşte bu dönemde tanıştı Piraye ve Nazım; 1930’da.
Delice bir sevdaydı aralarındaki; tarifsiz bir tutku. Kalbinin kızıl saçlı bacısı olarak tarif ediyordu onu. Ancak evlilikleri sürecinde 13 yıl boyunca Nazım hapisteydi. Kim bilir, belki de onca şiiri yazdıran da işte bu aşkın uzak yaşanışıydı.
Ona mektuplar yazdı; sandıklar, kutular tablolar yaptı Nazım. 24 yaşındaki güzeller güzeli Piraye de Nazım’ı için kitap, temiz çamaşır taşıyordu. Piraye, Nazım’ın tek moral kaynağıydı.
Sonra bir gün, öylesine sıradan bir gün, dayısının kızı Münevver, Nazım’ı ziyarete geldi. İkisi de evliydi. Ancak yine de aralarında bir kıvılcım oluşmasına engel olmamıştı. Ötesi yok, Nazım sırılsıklam âşıktı işte.
1948’de bir af bekleniyordu. Nazım, Münevver’e kocasından boşanmasını söyledi. Birlikte yeni bir hayata başlamayı teklif etti. Piraye’ye de bir mektup yazıp her şeyi olduğu gibi anlattı.
Piraye, her zamanki gibi kocasından gelen aşk mektubunu açtı; ancak okudukları karşısında yıkılmıştı. Yine de hiç ses etmedi ve boşanma isteğini kabul etti.
Ancak işler Nazım’ın planladığı gibi gitmedi. Beklenen af gerçekleşmemişti. Münevver de böyle bir riske girmek istemedi ve kocasına döndü. Nazım da Piraye’yi kaybettiğiyle kaldı.
Ona af dilemek için bir mektup yazdı. Anca Piraye, ölse de aşkından, bir daha Nazım’a hiç dönmedi…
Bir kısmı şöyleydi mektubunun:
“Pirayem, Kızıl saçlı bacım benim,
Seni arkadan bıçakladım. Bir damlası benim damarlarımdaki bütün kana bedel kanınla boyandı ellerim. Yeryüzündeki hiçbir insan hiçbir insana benim sana yaptigim kötülüğü yapmamıştır. Bütün bunlara rağmen gel. Sana ” Gel ” diyecek kadar yüzsüz ve alcaksam ne halt edeyim öyleyim işte. Fakat gel. Oğlumuz Memet’in başı için gel ve ben kalan ömrümde ona layık bir baba olmak fırsatını kazanabileyim. Senin yüzüne nasıl bakabilecegimi bilemiyorum. Seninle karşılastığım anda ayaklarının dibine yıkılacağım belki. Belki de sadece bayrağını kendi eliyle düşmana teslim etmiş bir hainin cesaretiyle yüzüne bakmaya calışacağım. Belki de tek kelime söylemeden gözlerimi iskarpinlerine dikip oturacağım. Fakat gel. Hayatım yalnız kendime ait olsaydı gebermeyi çoktan tercih ederdim.
…”
Piraye ile yaşadığı bu durumdan sonra, nihayet af çıkmıştı. Nazım ile Münevver, evlendi. Bu evlilikten Mehmet Nazım doğdu.
Nazım, daha Mehmet 3 aylıkken Rusya’ya kaçtı. 1951’den sonra da çıkan kararla Türkiye’ye dönmek hayal olmuştu. Münevver, ancak 1961’de İtalyan yazar Joyce Lussu’nun yardımıyla Nazım’ın yanına Varşova’ya gitti. Ancak Nazım, aşktan beslenmeye devam etmiş, burada kendine yeni bir hayat kurmuş, Vera ile evlenmişti…
Bu kez de askerlik bir sorun olup karşısına geçti. Sürekli izlenmiş ve çürüğe ayrılmıştı. Ancak buna rağmen 48 yaşında yeniden askerliğe çağırıldı ve öldürüleceği yolunda duyumlar alıyordu. Başka çare bulamamıştı; Rusya’ya kaçtı. Münevver’i ve oğlunu ardında bırakmıştı. 17 Haziran 1951’de Bakanlar Kurulu, Nazım Hikmet’in vatandaşlıktan çıkartılmasına karar verdi. Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde, sonra da eşi Vera ile Moskova’da yaşayacaktı.
Nazım, Türkiye’den kaçtığı ilk zamanlarda doktoru Galina Grigoryevna ile evlendi. Nazım’ın hayatını paylaştığı; ama hiç şiir yazmadığı tek kadındı.
Münevver bu aşamayı kaçırmış, Vera ile karşılaşmıştı.
Nazım ve Vera, 1956’da, Vera henüz 24 yaşında iken tanıştılar; 1960’ta evlendiler. Bundan sonra tüm şiirlerini Vera için yazdı Nazım…
Aşktı, gerçekti. Ölüm gerçekliği ile karşılaşana kadar, Vera ile doyasıya yaşayacaktı aşkını. Vakitleri az kalmıştı aslında. Nazım 3 Haziran 1963’te hayata ve Vera’ya veda edecekti.
“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim, kaldım, güldüm, öldüm…”
3 Haziran 1963 sabahıydı, saat 06.30’u gösteriyordu. Nazım, ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına kadar gazetesini almak için indi. Tam gazetesini almak için eğilmişti ki, kalbi o anda yaşamaktan vazgeçti. Nazım Hikmet, yaşadığı gibi bir sincap kararlığında ve ani ölüvermişti. Vera hep yanıbaşındaydı.
Cansız ve şiir dolu bedeni ünlü Novodevici Mezarlığı’na defnedildi. Ona özel siyah granitten bir mezar taşı tasarlanmıştı. “Rüzgara karşı yürüyen adam” figürü bu siyah taş üzerinde ölümsüzleştirildi.
Şiirlerinden birçoğu “Cem Karaca, Fikret Kızılok, Fuat Saka, Ezginin Günlüğü, Zülfü Livaneli” gibi birçok sanatçı tarafından kendilerine özgü bir yorumla bestelendi…
2006’da Bakanlar Kurulu, Türk vatandaşlığından çıkartılmalar üzerine bir düzenleme yapılmasını gündeme getirdi. Bir umut doğmuştu; Nazım Hikmet’in Türk vatandaşlığına tekrar alınacaktı. Ancak bunun üzerine Bakanlar Kurulu, bu düzenlemenin sadece yaşayan kişiler için olacağını bildirdi.
2008’in ilk günlerinde, Piraye’nin torunu Kenan Bengü, Piraye’nin sakladığı hatıralar arasında “Dört Güvercin” adlı şiirini ve tamamlanmamış 3 adet roman taslağını bulmuştu. Piraye, aşkının emeği üzerine her şeyi özenle saklamıştı.
5 Ocak 2009’da “Nazım Hikmet Ran’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılması üzerine Bakanlar Kurulu kararını yürürlükten kaldırılmasına ilişkin önerge” Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Nazım Hikmet’in Bakanlar Kurulu onayınca tekrar vatandaşlığa alındığını duyurdu. Bu durum, 10 Ocak 2009’da Resmi Gazetede yayımlandı.
Nazım, 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı olmuştu…
Ve kalbine geçiremediği sözlerle, Piraye’siyle, Vera’sıyla, aşkla vücut bulan bir Nazım Hikmet geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Kitap okumayı en fazla ne kadar sevebilirdiniz? Ya da belki şöyle sormalıyım, herhangi bir şeyi en fazla neyinizi feda edecek kadar sevebilirdiniz?
Cemil Meriç, kitapları, görme yetisini yitirmeyi umursamayacak kadar çok seviyordu. Onun ki öğrenmeye karşı duyduğu sonsuz açlık gibiydi. Sonunda görme yetisini tamamen yitirdiğinde ise, kalp gözünü açtı ve eserlerini verdi. Belki de fiziksel olarak değil, bir nesnenin duygusunu görebildiği için bunca sevildi…
Çok sevdiği kitaplarıyla dolu dolu 70 yıl geçirdi Cemil Meriç ve 31 yıl önce bugün aramızdan ayrıldı. Dilerim bir yerlerde ruhu kitaplara doymuş bir şekilde, yazdıklarını okuyan herkese gülümsüyordur…
Cemil, 12 Aralık 1916’da, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, Zeynep Ziynet Hanım ve Mahmut Niyazi Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ev sahipleri Osman Ağa’nın bir asker dostunun ısrarı ile ailesi, ona “Hüseyin Cemil” adını verdi.
Ailesi Balkan Savaşları sırasında Dimetoka’dan Reyhanlı’ya göçmüştü. Çamurlu sokaklardan geçilerek varılan bir küçük evde oturuyorlardı. Cemil de bu evin bir odasında açtı dünyaya gözlerini. Dimetoka’da hakimlik yapan babası, Cemil’in doğumundan sonra Antakya’da Ziraat Bankası Müdürlüğü ve Mahkeme Reisliği yaptı. Cemil 7 yaşındayken memuriyetten ayrıldı ve ailecek Reyhanlı’ya döndüler.
Eğitim hayatı resmi olarak 7 yaşında başlayacaksa da, Cemil, okumaya başladığında henüz 4 yaşındaydı. Okumak, onun için eğlenmekle eş değerdi. Kitaplarla konuşmayı çok seviyordu. Ancak okumaya başladığı ilk yıl ileri derecede miyop olduğu teşhis edildi. Cemil, 4 yaşındaydı ve 4 derece miyoptu.
8 yaşına kadar bulanık hayatında çocukluğunu yaşamaya, bir şeyleri ayırt ederek görmeye çalışıyordu. Ancak tek görebildiği yaşadıklarından sonra hayata küsmüş, susmayı tercih etmiş, sürekli kaşlarını çatan bir baba ve sürekli hasta, hayattan kendisini soyutlamış, her şeye mızmızlanan bir anne! Ve bu tanımların arasında çocukluğunu kendi dünyasında “İtilip kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş, yabancı!” olarak tanımlıyordu. Yani en azından akıllı cümleler kurmaya başladığında hissettiği ve yıllar sonra kelimelere döktüğünde söylediği tam olarak böyleydi.
Kendine doğru bir yol bulmalıydı. Çünkü Cemil, başka çocuklar gibi değildi ve çocuk dediğin, kendine benzemeyeni ötekileştirirdi. Arkadaşları da Cemil’i dışladı; Cemil çok dayak yedi, çok hakaret işitti. Aslında ona göre en kötüsü arkadaşlarının yaptığı değil, eve döndüğünde anlatacak kimse bulamayışıydı. Aslında belki konuşsa onu anlarlardı, ama o, susmayı tercih etti. O zaman doğrusu buymuş gibi geliyordu. Kendi ifadesiyle dili başkaydı ve gözlükleri vardı. Cemil, kendinden çok utanıyordu…
Cemil, pencerelerini dış dünyaya kapatmış ve düşman bir çevrede insanları sevemeyince kitaplara kaçmıştı. Bu onun duygusal zekasının güçlü olduğunu gösteriyordu belki; ancak edebiyat, kesinlikle Cemil’in özgür bir kararı olmayacaktı. Buna 4 yaşında karar vermiş bir ruhla Cemil, gözünde 4 derece gözlükleri, elinde kitaplarıyla bir köşede oturan küçük adamdı.
Yıllar sonra, “Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım” diyecekti. Bu dünya, kitaplara açılıyordu; bu, sonsuzluğun erken keşfiydi belki de…
Bir de trajedisini birkaç satırla şöyle özetleyecekti: “Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla ‘Büyük Doğu’ kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla ‘Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış”.
Cemil 7 yaşındayken doğduğu yere geri dönmüşlerdi ve artık okul zamanıydı. Cemil, ilkokulu Reyhanlı Rüşdiyesi’nde bitirdi. Sonra yeniden Antakya’ya döndüler. Fransız idaresinde bulunan Antakya’nın Fransız eğitim sistemini uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu.
Okul ve kitaplar onun için çok değerliydi. Ancak belli ki gözleri bu duruma karşı isyan etmeye devam ediyordu. Antakya Sultanisi’ndeki eğitimi sırasında Cemil’in gözleri neredeyse 10 dereceye kadar yükselmişti. Ortaokul sıralarındaydı ve tahtada yazılanları dahi göremiyordu. Bir yandan bunu dile de getiremiyordu…
Bu sırada ilk yazısı “Geç Kalmış Bir Muhasebe” başlığını attığı yazısı Yenigün Gazetesi’nde yayımlandı. “Fırsat Yoksulu” takma adını kullanmıştı. Artık 12. Sınıfa geçmişti. Hocalarının bir yazısına yaptığı eleştiri sonrasında Cemil’in milliyetçi tutumu, onu, okulu terk etmek zorunda bırakmıştı; lise diplomasını alamadı.
1936’da, İstanbul’a giderek Pertevniyal Lisesi’ne kaydoldu. Öğretmenleri, İhsan Kongar, Keysa İdalı, Nurullah Ataç gibi değerli isimlerdi. Burada bir de Nazım Hikmet ve Kerim Sadi başta olmak üzere dönemin solcu aydınlarıyla da tanıştı.
Bir yandan da geçim sıkıntısı çekiyordu. Hatay’a dönmekten başka çaresi yoktu. Artık iş hayatı başlamalıydı…
Cemil, döner dönmez Haymaseki köyüne ilkokul öğretmeni olarak çalışmak için gitti. Burada dokuz ay çalıştıktan sonra aynı yıl, 1937’de, İskenderun’a dönü ve Tercüme Bürosu’na Reis Muavini oldu. Ancak beklenmedik bir telefonla görevi son buldu. Cemil Meriç de artık kendini “sosyalist” olarak tanımlıyordu.
1938’deki görev yeri Batı Ayrancı Köyündeki ilkokuldu. Daha sonra Türk Hava Kurumu’nda sekreterlik, Belediye’de katiplik gibi geçici işler yaptı.
Hatay, Türkiye topraklarına yeni dahil edilmişti. Nisan 1939’da, Hatay Hükümeti’ni devirmek iddiasıyla tutuklandı; Cemil Meriç, komünizm propagandası yapıyordu. Çıktığı mahkemede Marksist olduğunu söyledi. Bu kelime, bir Türk Mahkemesinde ilk kez o gün telaffuz edilmişti. Antakya’da idam talebiyle yargılanan Cemil Meriç, üç buçuk ay sonra beraat etti.
Hala okumak istiyordu. Birkaç yıl ara vermek zorunda kalmıştı ancak bir yolunu bulur bulmaz da üniversiteye kaydolabilmek istiyordu. 1940’ta İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’na burslu olarak kabul edildi. Ancak burada da aradığını bulamamıştı. Öyle çok kitap okuyordu ki, diğerlerinden fazlaca önce olduğu muhakkaktı. Amfide en arkaya oturuyor, dersi oradan dinliyordu. Bir dersten sonra hocası Sabri Esat Siyavuşgil, ona, derslere girmeye ihtiyacı olmadığını, okula gelmesi gerekmediğini söyledi.
Bir yandan da yazmaya ve yazdıklarını yayımlamaya devam ediyordu. 1941’den itibaren yazılarını, İnsan, Gün, Yücel Ayın Bibliyografyası dergilerinde yayımladı.
Cemil, kime gönlünü açıp evlenmek istese reddedilen bir delikanlıydı. Bu konu artık içinde kabuk bağlamaz bir yaraya döndü.
Belki de vazgeçmişti. Tam bu sırada dostu Kerim Sadi’nin ısrarıyla öğretmen arkadaşı Fevziye Menteşoğlu ile tanıştı. Ona, “İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım. Ne dersiniz? Benimle evlenir misiniz?” şeklinde bir evlenme teklifinde bulundu. Fevziye Hanım’ın cevabı kısa ve net oldu: “Cesaretimi takdir edersiniz”.
Evet, evlenmişlerdi. Az bir zaman sonra Cemil, 1942’de Elazığ Lisesi’ne Fransızca Öğretmeni olarak atandı.
1942’de, Elazığ Lisesi’ne Fransızca Öğretmeni olarak atandı Cemil. Burada bir süre görevini yerine getirdi. Ancak eşinin tayini Elazığ’a bir türlü çıkmıyordu. Daha da önemlisi eşi, iki kez hamile kalmış; ama bu doğum sağlıklı ilerleyememişti. Eşinin
İstanbul’da doğum yapabileceğinin anlaşılması üzerine Cemil, öğretmenlikten istifa etti ve İstanbul’a gittiler. 1 Nisan 1945’te oğulları Mahmut Ali dünyaya geldi. 16 Aralık 1946’da doğan kızlarına da Ümit adını verdiler.
Cemil, 1946’da İstanbul Üniversitesi’ne Fransızca Okutman olarak geri döndü. Bu görevi, 1974’te emekli olana kadar devam edecekti.
1947 yılı boyunca Yirminci Asır Dergisi’nde yazılarını yayımladı. 1948’de Victor Hugo’nun Hermani adlı piyesini manzum olarak tercüme etti. 1952 – 1954 yılları arasında da Işık Lisesi’nde Fransızca dersleri verdi.
Cemil, eğer işinde ya da evinde değilse bilirdiniz ki kütüphanedeydi. Kütüphanesi, onun hayatının en özel alanında bulunuyordu. Ancak elbette kütüphanesi dışında da bir özel hayatı vardı. Sadece kütüphanesi daha özeldi hepsi bu. Kütüphanesine girerken kirli giysilerinden sıyrılıo tertemiz giyinen Machiavelli’nin gözünden bakıyordu o da kütüphanesine; kutsaldı.
Cemil, daha çok kitaplarıyla olmayı tercih ediyordu. Gece ya da gündüz, onun için fark etmiyordu. Öyle ki, Cemil geceleri gözleri görmediğinden masanın üzerine bir sandalye koyar, ışığa mümkün olduğunca yaklaşır ve böyle okurdu. Bu şekilde yapmalıydı. Çünkü kordon alacak parası yoktu; tüm parasını çoktan kitaba vermişti. Gözleri de daha fazla dayanamayacaktı…
Cemil, aydın arkadaşlarıyla buluşur; Nisvaz ya da Elit pastanelerinde hoş sohbetli vakit geçirirdi. Salah Birsel, takdirini “Elit’e gelenlerin en bilgilisi, en kültürlüsüdür Cemil Meriç!” diye dile getiriyordu…
1953’te, Cemil’in görme yetisi hissedilir derecede azalmıştı. 12,5 derece miyop ve kuvvetli hipermetrop onu çok zorluyordu.
1954 baharında geçirdiği bir kaza geçirdi Cemil. Aile dostları Ahmet Çipe’yi ziyaret ettikleri bir günün sonunda, merdivenlerden düştü. Eşine yönelttiği “Fevziye, hiçbir şey görmüyorum. Elektirikler mi kesik?” sorusundan sonra herkesin yüzünde acı gerçeğin yansıması vardı. Cemil Meriç, artık tamamen kördü.
Geçirdiği birkaç başarısız ameliyatın ardından Cemil, 1955’te tek başına Marsilya’ya giden bir vapura bindi. Oradan da umut ederek Paris’e gitti. 6 ay süren bir tedavinin ardından umutları tükendiğinde evine döndü. “Dante cehennemi anlayamamış dostum” diye tanımlıyordu yaşadığını…
Artık küçücük bir ışık huzmesi dahi yoktu ve Cemil, bir daha okuyup yazamayacağını düşünerek bunalıma girdi. Kitaplarını okşuyor, sayfalarını kokluyor ve sürekli hüngür hüngür ağlıyordu. Ama arkadaşları vardı ve bu kez çocukluğunda yaptığı gibi onlardan kaçmayacağını biliyordu. Çevresinde ona destek verenler sayesinde göremeyen bir insan olarak, okuma yazmayı yeniden öğrendi.
Evet, Cemil Meriç artık göremiyordu ve bir daha da göremeyecekti. Ama aslında gördüğü çok daha fazla ve güzel şey vardı. Belki artık gökyüzünü, güneşi, bulutu göremeyecekti; ama görüyorum diyenden çok daha fazlasıyla her şeyi tanımlayabilirdi.
En üretken çağı başlamıştı Cemil Meriç’in. Sadece yanında insanlara ihtiyaç duyuyordu o kadar. Çevresindekilere Fransızca ve İngilizce metinleri okutuyor ve sözlü olarak yaptığı çevirileri de yardımcılarına yazdırıyordu.
1963’te, Edebiyat Fakültesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde, emekliliğine kadar sürdüreceği, Sosyoloji ve Kültür Tarihi dersleri vermeye başladı. Yine 1963’te yirmi yıl boyunca aralıklarla yazmaya devam edeceği günlüklerinin ilkine, ilk cümlesini yazdı.
Bir dünya edebiyatı yazma düşüncesine dalmıştı. Yola da İran Edebiyatı ile başlamayı düşünse de yönünü değiştirdi ve 1964’te ilk telif kitabı “Hint Edebiyatı”nı yayımladı. 4 yıllık bir çalışmanın sonucu olan bu eser, Doğu medeniyetlerine karşı önyargıların yıkılmasını amaçlıyordu. “Bir Dünya’nın Eşiğinde” adıyla iki kez daha basıldı.
Daha sonra yüzünü Doğu’dan Batı’ya döndü. Batı düşüncesinin önemli bir yönünü aydınlatma amacıyla sosyalizmin temelini atan ve sosyolojinin kurucusu olan Saint Simon hakkında bir eser yazdı. Bir süre yayınevlerinin basmayı istemediği bu eseri, 1967’de Can Yayınları bastı.
1965-1973 yılları arasında çeşitli dergilerde yazıları ve çevirilerini yayımlayan Cemil Meriç, Hisar Dergisi’nde “Fildişi Kuleden” başlığı ile denemeler yazdı. 1974’te İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden emekli olan Cemil Meriç, birikimlerini kitaplaştırmaya karar verdi.
Yine 1974’te, Türkiye Milli Kültür Vakfı’ndan fikir dalında ödüle layık görüldü.
1976’da, “Bu Ülke” adını verdiği kitabını yayımladı. Cemil Meriç, kendisinin fikir, kültür ve edebiyat konularına dair aforizmalarından oluşan bu eserini, “Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim” diye tanımlıyordu.
Yine 1976’da, medeniyet kavramını tartıştığı “Umran’dan Uygarlığa” adını verdiği eserini yayımladı.
1978-1984 yılları arasında çoğu Kubbealtı Cemiyeti’nde düzenlenen konferanslar vererek birikimlerini sözlü olarak da paylaştı. 1980’de kaleme aldığı, bir edebiyat ve düşünce tarihi niteliği taşıyan “Kırk Ambar” adını verdiği eseri ile “Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü”nü aldı.
1981’de Ankara Yazarlar Birliği, Cemil Meriç’i, “Yılın Yazarı” seçti. Yine 1981’de, “Bir Facianın Hikayesi” adını verdiği yarı derleme yarı telif eserinde, yakın tarihin yeni muhasebesini yaptı.
41 yıl boyunca Fevziye Hanım ile aynı yastığa baş koydu Cemil Meriç. Kendisine ömrünü adayan, onun her haline saygı duyan bir kadınla evli olduğu için çok şanslı olduğunu biliyordu.
Cemil Meriç, Antakya’ya ablasını ziyareti sırasında Lamia Hanım ile tanıştı. Antakya Lisesi’nde İngilizce Öğretmeniydi. Cemil Meriç’in hayatındaki yeri çok özeldi. Fevziye Hanım, bu özel durumu anladı ve saygı duydu…
Fevziye Hanım, 10 Mart 1983’te öldü. Cemil Meriç de tamamen içine kapandı…
Oğluyla Caddebostan’da vakit geçirdiği bir günün sonunda Cemil Meriç fenalaştı. Gelen titreme atağının ardından Haydarpaşa Hastanesi’ne yatırıldı ve doktorlar, felçli olduğu haberini verdi. Bir süre sonra da zatürre oldu ve ardından kalp krizi geçirdi. Prof. Dr. Aram Sukyasyan’ın uyguladığı tedavi sonucunda hayata döndü.
Tüm bu süreçte de Lamia Hanım, Cemil Meriç’in bakımını üstlendi. Hiçbir karşılık beklemedi ve onu hiç yalnız bırakmadı.
Meriç’in hastalığından sonra Feneryolu’nda bir daireye taşındılar. Felçli olduktan sonra bambaşka biri oldu Cemil Meriç. Sürekli yataktaydı. Yine de kötümser değildi. Hatta daha iyimser biri oldu. Ziyaretine gelen kimseyi geri çevirmiyordu; hasta haliyle bile her soruyu cevaplıyordu.
Ömrünün sonuna yaklaşırken Cemil Meriç, yemek yerken dahi yoruluyordu. Neredeyse sadece suyla besleniyordu. Doktorlar yeni bir tedavi uygulamaya başlamıştı ki, 1987’de, 12 Haziran’ı, 13 Haziran’a bağlayan gece 00.25’te 70 yıllık hayata veda etti.
Düşünceleri, eserleri ve kitaplara olan düşkünlüğüyle bir Cemil Meriç geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün 11 Ekim 2017; “Kaptan” öleli tam 12 yıl oldu. 12 yıldır yeni hiçbir şey yazmadı. Ama yine de biz onu hiç unutmadık.
Çok sevdiğimiz biri ölünce kendimize bahaneler buluruz ya hani. Ben de onun öldüğünde babasına kavuşmuş olduğunu ve gülümsediğini düşünmek istiyorum. Ne tuhaf, Franz Kafka için de tam tersini dilemiştim. Hayat her zaman aynı yerden baktırmıyor insana. Ama neyse ki onlar var oldular ve cümleleri sonsuza kadar var…
Attila İlhan’ı, yazdıklarını, sonsuz sevgi ve minnetle anıyorum.
Ölüm yıl dönümünde yazdıklarımdan bu yana aylar geçmiş; Attila İlhan bugün 93 yaşında. İyi ki doğdun yüreği, kalemi güzel adam…
Attila, 15 Haziran 1925’te İzmir Menemen’de, Memnune Perihan Hanım ve Bedri Bey’in oğlu olarak doğduğunda ailesi ona “Attila Hamdi İlhan” adını verdi. Attila, baba tarafından kökenleri Kafkaslara dayanıyordu.
Bedri Bey, döneminin yenilikleri pek ciddiye almayan, aruzla şiirler yazan bir Divan şairiydi. Evde hep şiir hakimdi. Bu yüzden Attila, naif ve şiire düşkün bir çocuk olarak büyüdü.
Bir gün kendisi ünlü bir şair ve yazar, kardeşi “Çolpan İlhan” ise, ünlü bir oyuncu olacaktı…
Attila, okul hayatına İzmir’de, Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu’nda başladı. Daha sonra da Karşıyaka Orta Mektebi’ne devam etti.
Şiirle yatıp şiirle kalkan, kendi halinde bir çocuktu. Lisenin ilk senesine kadar da her şey normal seyrediyordu. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıftayken, bir gün, mektuplaştığı kıza yazdığı mektuplardan biri ele geçti. Aslında iki kanı kaynayan gencin masumane cümlelerini içeriyordu. Ama ucuna iliştirilmiş bir Nazım Hikmet şiiri de vardı. 1941 Şubatı’ydı; Attila tutuklandı.
Ülkenin aldığı bazı kararlar vardı. Nazım, yasaklıydı. Attila, üç hafta gözaltında kaldıktan sonra, iki ay da hapiste yattı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge de çıkartılmıştı adına. Eğitim hayatına zorunlu bir ara vermişti.
Danıştay kararı 1944’te bozdu ve Attila okuma hakkını kazanır kazanmaz İstanbul Işık Lisesi’ne kayıt edildi.
1946’da liseden mezun olduğunda, üniversite tercihi İstanbul Hukuk Fakültesi’nden yanaydı. Aslında başarılı bir öğrenci olmuştu hep. Ama yine de mezuniyetini alamadı. Onun gönlü kelimelerin dansından yanaydı. Bir mumun alevinde kelimelerini coşturmaktan başka gayesi yoktu.
Şiire ilk aşk
Attila, babasından aldığı bayrağı taşımaya niyet etmiş, kalemini defterini almış, ilk şiirini yazmıştı. “İlkbahar”. Kalemi küçücük parmaklarına yük olacak yaştaydı. Attila ilk şiirini yazdığında, henüz ilkokul üçüncü sınıf öğrencisiydi.
Babasıyla aralarında Attila kalemi ilk eline aldığında gizlice yapılmış bir anlaşma belirdi. Her şey aşikardı, ama kimse bir cümle kurup dile getirmedi. İlk şiirini babasına okumuştu; bedri bey beğenmedi, hatta “Böyle şiir olmaz” dedi. Oğlunun şiirlerini pek beğenmezdi ya da beğenisini diline dolamazdı. Sadece Divan şiiri kurallarına uygun şiirlerini okuyordu Attila’nın, Bedri Bey. Onu da mümkün mertebe gizlemeye özen göstererek…
Hapiste kaldığı dönemde kendini daha çok hissettirmişti aralarındaki o sessiz anlaşma. Babası ona hiç tepki göstermedi. Sadece bir telgraf çekti: “Üzülme geçer”.
Bilirdi Attila babasının sevgisini, şiire karşı ölçülü duruşunu. Belli ki eğer oğlunun da gönlü düşecekse şiire, bunu layıkıyla yapmasını istiyordu.
Attila bu naiflikle, hele babası böyle şiirle dolaşırken evin içinde, annesi bunca hayranken babasına, nasıl gönlü kaymasındı şiire! Annesi evindeki erkeklerin durumundan özellikle memnundu. O Nedim’i severdi, ezbere bilirdi. Çünkü Bedri Bey, ilk gecelerinde okumuştu Memnune Hanım’a…
İlk takdirini lise son sınıfa giderken aldı Attila. Amcası ondan gizli, “Cebbaroğlu Mehemmed” adını verdiği şiirini CHP Şiir Armağanı Yarışması’na gönderdi. Pek çok ünlü ismin şiiri de vardı yarışmada. Attila onları geride bırakarak ikincilik ödülünü kazandı.
Bu, Attila’nın yazmak konusunda cesaret kazandığı olaydı. Daha incelikli, daha düşkün yazdı artık şiirlerini, yazılarını. Üniversitede “Yığın” ve “Gün” dergilerinde ilk kez şiirlerini yayınlamaya başladı.
1948’de de “Duvar” adını verdiği ilk şiir kitabını, kendi imkanlarıyla, yayımladı…
Attila, 1948’de ilk kez yurt dışına çıktı. Henüz üniversite ikinci sınıftaydı. Paris’te Nazım Hikmet’i kurtarma hareketi başlatılmıştı. Ön saflardaki yerini almak için düştü Paris yollarına.
Koşulları zor günlerdi. Ama biliyordu, bu onun tercihiydi. Yıllarca yazdığı her şiirin, her metnin karakterlerini işte burada şahit oldukları, gözlemledikleri belirleyecekti.
Nazım’ın yeri onda ayrıydı. Şiire babasından aldığı hevesle başlamış, ama kendini bulana kadar hep Nazım’ın izini sürmüştü. Hatta belki yeri gelmiş taklit etmişti. İşte babasının kızdığı da buydu aslında; kendisini örnek almasını çok istemişti.
Attila aslında başlarda halk şiiri yazdı. Sonra Divan şiirleri okudu. Hatta aruz ölçüsüne heves edip 200 kadar gazel de yazdı. Ama sonra gönlünü Nazım’ın yoğurt yiyişine kaptırdı; ta ki kendi soluğunu keşfedene kadar 150 Nazım kokan şiir yazdı…
Fransa günleri
Attila, 1951’de Gerçek gazetesinde yazdığı bir yazıdan dolayı soruşturmaya uğramıştı. Bu olayın ardından Paris’e tekrar gitti. Bu kez Nazım’a sadece sevgi duyarak, kendi yolunu bilerek…
Attila, bu yıllarda Fransızcayı öğrendi. Sonra Maksizm ile tanıştı. Paris – İstanbul – İzmir arasında adeta mekik dokuyordu.
Bu gidiş gelişler, yazmaktan hiç vazgeçemeyişler ona bir ün kazandırmıştı. Yine bir yandan sürüncemede olan Hukuk Fakültesi’ni de bu süreçte tamamlamak istiyordu. Ancak gönlünü kaptırdığı çok fazla meslek vardı. Son sınıftayken gazeteciliğe başladı ve fakülteyi yürütemeyeceğini anladı. Sonra sinema merakına kapıldı. Bütün bunlar sökülen bir çorap gibi birbirini takip ediyordu. 1953’te “Vatan” gazetesinde kelimelerini sinema eleştirileri için kullanmaya başladı.
Attila, 1957’de Erzincan’da askerliğini yaptı ve İstanbul’a döndü. Kalemi bu dönemde sinema sektörüne ağırlık vermek niyetindeydi.
15 kadar senaryo yazdı. Ancak imzasını Ali Kaptanoğlu olarak atıyordu. Azımsanmayacak bir rakamdı aslında. Ama içini coşturacak o hissi sinemada bulamamıştı. 1960’da tekrar Paris’e gitti. Televizyonculuğu bir de incelemek istiyordu.
Attila, televizyonculuk gayesiyle düştüğü Paris yollarından, gözünün nuru babacığının ölüm haberi ile döndü. İzmir’e döndü. Ona bütün hayatını yaşamak için gayesini bulmasına sessiz saygısıyla olanak veren babası, artık hayatta değildi…
Bu haberin ardından şehrinden ayrılamadı. Önündeki 8 yılı İzmir’de geçirdi Attila. Bu dönemde Demokrat İzmir gazetesinin genel yayın yönetmeni olarak görev aldı ve başyazar olarak yazdı.
Yine bu dönemde kitaplar yazmaya da devam etti. “Yasak Sevişmek” ve “Aynanın İçindekiler” dizisinden “Bıçağın Ucu” adlı eserimi yayımladı.
“Ben sana mecburum” adını verdiği, hepimizin diline pelesenk olmuş, hafızalarına kazınmış o mükemmel şiiri, aynı zamanda kitabın da adı olmuştu. “Ben sana mecburum” 1960’da basıldı. Benim gibi bir 90 kuşağının bile ezberinde olan bu aşk kokan şiir kadar mükemmeldi kitaptaki diğer şiirler de.
Attila İlhan’ın olduğu her yer aşk, her yer tutkuydu… Ama bu kitapta sadece aşk yoktu; gerilim de vardı, siyaset de, özgürlüğe duyulan özlem de, sınırsızlığın direnişi de… İstanbul’un semtlerinde dolanıp, Paris’te tanık olduğu insanlara tutunup, Cezayir’de kurşuna dizilmişti. İşte hepsi Attila İlhan’dı; her yanı sade ve sadece, insan.
Aşkın ne manaya geldiğini hissettiğim günden beri bu şiirin varlığını bilmek ne güzel. Ustaya minnetle, bir kuplecik buraya bırakayım; ama siz tamamını hissederek okuyun olur mu?
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum…”
Onca şiire hayat veren, aşkı kelimelerle yaşayan adam, Attila, Biket İlhan ile 1968’de evlendi.
Bu evlilik 15 yıl sürdü ve çiftin hiç çocuğu olmadı.
1970’lerde Türkiye’de televizyon yayını başlamıştı. Attila’nın da senaryo yazma merakı alev aldı ve çalışmalara başladı.
“Kartallar Yüksek Uçar, Sekiz Sütuna Manşet ve Yarın Artık Bugündü” izleyicisinin beğenisini kazanan diziler oldu.
Söz konusu yazmaksa, her alanda iyi olabileceğini kanıtlamıştı.
Attila, 1973’te Ankara’ya taşındı. Burada “Bilgi Yayınevi”nin danışmanlığını yapacaktı. 1981’e kadar burada kaldı.
Bu süreçte “Sırtlan Payı” ve “Yaraya Tuz Basmak” adını verdiği eserlerini yazdı. “Fena Halde Leman” adını verdiği romanını tamamladıktan sonra da İstanbul’a yerleşti.
İstanbul’da yaşamaya başladığında Gazeteci kimliğine bürünmüştü. 2 Mart 1982’de “Milliyet”te yazmaya başladı ve 15 Kasım 1987’ye kadar devam etti. Daha sonra “Gelişim Yayınları” ile sürdürdü çalışmalarını.
1993 – 1996 yılları arasında sürdürdüğü “Meydan” gazetesindeki görevine başlamadan önce bir süre Güneş gazetesinde de yazdı.
1996’dan 2005’e kadar “Cumhuriyet” gazetesinde yazdı, bu son gazete olacaktı.
Attila İlhan’ın yayınlanan ilk romanı, “Sokaktaki Adam”dı. Ama kimsenin bilmediği, gün yüzüne çıkarmadığı 10 romanı vardı. O yayınlamasa da hep yazdı.
Yine de bunun bir sebebi olmalıydı. Yıllar sonra 1996 Haziran’da, bir söyleşide şu cümlelerle anlatacaktı bu sebebi: “Birçok roman yazdım daha önceden. Ama neden yayınlamadım? Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki, yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatır. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır.”
Attila İlhan, romanlarında şehir insanını anlatıyordu. En çok İstanbul ve İzmir vardı kitaplarında, elbette bir de Paris. Ancak bununla yetinmedi. Batı kültürünün Türkiye’de nasıl yansıdığını kurguladığı karakterlerle anlattı.
Bir küçük nokta var. Onun tamamen kişiliğiyle, bir gününü nasıl yaşadığıyla ilgili. Attila, her gün 10.00’da kafede oluyordu ve 12:00’de evine dönüyordu. İşte böylesine muntazam bir düzen içinde yazılıyordu onca eser. Bu özelliğini huy haline çok küçük yaşlarda getirmişti. Çünkü ne varsa sorumluluk adına, çocuk yaşta öğrenmişti. Ama belli ki hamurunda da vardı.
Çok özel bir kalemdi o. Elbette ödülleri de olacaktı…
İlk ödülü en başında bahsettiğim gibi 1946’daki “CHP Şiir Armağanı Yarışması”nda ikincilik oldu. 1974’te “Tutuklunun Günlüğü” ile “TDK Şiir Ödülü” ve “Sırtlan Payı” ile de “Yunus Nadi Roman Armağanı”na layık görüldü.
2003’te “Sertel Demokrasi Ödülü”nü aldı.
2007’de ise, o hayatta yokken, “Attila İlhan Bilim ve Sanat Kültür Vakfı” kuruldu…
Ayrıca adına konmuş bir de ödül var; “Attila İlhan Edebiyat Ödülleri”.
Attila, ilk kez kalp krizi geçirdiğinde takvimlerin mührü 1985’i gösteriyordu. Hissetmeye, çok sevmeye, çok kızmaya doyuramadığı kalbi işte o zamanlar yorulmaya başladı; çok erkendi.
Ne sigara kullanıyordu ne de alkolden haz ederdi; kendi deyimiyle “Temiz çocuk”tu. Sadece Fransa’da mecburen şarap içmişti. Öğrencilerin doldurduğu lokantalar bile sürahiyle şarap veriyordu.
Burayı bir röportajında anlatmış Attila: “Su yok mu?’ diye sordum. “Fransa’da suyu inekler içer” demişlerdi. Biz de içtik, ama 10 gün oteli bulamadım”
Bir de enfarktüsten sonra reçeteyle viski içti. Oysa yine kendi deyimiyle “Cenabetin” kokusunu da sevmezdi. Doktorlar ilaç diyordu; bakalım, içiyordu.
2004’e kadar hassasiyetle gelen kalbi, artık hastaydı. Tüm ömrü boyunca iki kez kalp krizi geçirdi. İkincisinde tarih 10 Ekim 2005’i gösteriyordu ve bu kez sondu.
Attila İlhan, öldü; 80 yaşındaydı. Ölümü kayıtlara 11 Ekim 2005 olarak geçti.
Aşka doyamayışıyla, yazdığı her cümleyle, gamzelendiği her gülüşle, hep çok sevişle bir Attila İlhan geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Küçükken ne şaşırırdım küçücük bir kutunun içinde güldüren, ağlatan insanlara. Hatta onlar o kutunun içinde yaşıyor, orası onların evi sanırdım. Sadece perdelerini açıp bizim onları izlememize izin veriyorlarmış gibi gelirdi. Evlerinin de bir adı vardı sadece; televizyon. Çocuk aklı işte…
Çocukken her sabah Şirinler’i izlediğim Kanal, şimdilerde Demirören’e geçmiş meğerse. Hoş o zaman da sorsan sahibi kim bilemezdim ya… Bu bilgi haliyle hayatımızda izlediğimiz dizileri, filmleri, reklamları ve daha nicesini değiştirmeyecek. Yayın akıp gidecek. Ve lakin ekonomi değişiverdi işte. Aydın Doğan artık sahip olduklarının sahibi değil. Onun sahibi şimdi Erdoğan Demirören…
Erdoğan, 28 Ağustos 1938’de Bursa’nın İnegöl ilçesinde dünyaya geldi. Orta öğretimini Saint Benoit Lisesi’nde tamamladı. Sonrasında onu genç yaşta çok çalışması gereken bir hayat bekliyordu. İleride Türkiye’nin tanıdığı bir isim olacak; esnaf olan babasının kazancını katlayacaktı…
Hep top peşinde koşmaya bayılan bir çocuktu. Sokaklarda tek kale maçtan profesyonelliğe taşıyacaktı bu zevkini. 1956-1957 döneminde Beşiktaş ve Emniyet’te profesyonel futbolcu olarak yer aldı.
1957’de babası Şükrü Bey öldüğünde, hayatındaki bütün taşların yeri değişti. Erdoğan, babasının yarıda bıraktığı hayatı için bir şey yapamazdı; ama yarım kalan işler için gayretli olmalıydı. Sirkeci’de oto yedek parça ithalatı ve pazarlaması yapan “Kolaylık Oto”nun başına geçti. Henüz 19 yaşındaydı.
Ancak gerekli gayreti de göstermişti. Çok çalıştı ve giderek büyüdü. 1971’de Türkiye’nin ilk gaz şirketini devren satın aldı. Yaptığı yatırımlarla Türkiye’de gaz sektörünü, en büyük sektör haline getirdi. Likit petrol gazı dağıtımı yapmak için kurulan Demirören Grubu, daha çok büyüyecekti…
Zamanla Milangaz LPG Dağıtım Ticaret ve Sanayi AŞ., Milangaz AŞ., Likidgaz AŞ., Mutfakgaz AŞ., Güneşgaz AŞ. LPG depolama ve dağıtım şirketlerini bünyesinde bulunduran bir grup olan Demirörenler, Türkiye genelinde 24 dolum tesisi, 2950 ana bayii, 450 bin tona ulaşan satış ve 40 bin ton stoklama kapasitesine, belki daha da fazlasına sahip olacaktı.
Türkiye’nin dışına da açılan Demirören Group, Azerbaycan’da da en büyük petrol dağıtım şirketi Azpetrol’ü ve en büyük ağır sanayi fabrikalarından Azereleltroterm’i de aldı.
Yıllar ona bolca zenginlik katmıştı. Çok şeye sahip oldu. Gaz sektöründe bir anda 48 şirkete çıkan Demirören, 1980’de açıklanan 24 Ocak Kararlarından sonra küçülmeye gitti.
Erdoğan, Tülin Hanım ile hayatını birleştirdi. Bu evlilikten Yıldırım, Tayfun ve Meltem adını verdikleri 3 çocukları oldu.
Yıldırım Demirören de en az babası kadar adını duyuracaktı. Biz onu Beşiktaş Spor Kulübü Başkanı olarak tanıyacaktık.
Gaz sektörü ile büyük bir yükselişe geçen Demirören’in diğer yatırımlarının yanında adı bir de AVM yapımı ile anılmaya başladı. Yaptığı yatırımlar, girdiği ihalelerle zenginliğine zenginlik kattı. Haliyle Türkiye’nin en zenginleri listesinde yerini aldı.
2006’da yapımı başlayan bina, 2011’de Demirören AVM olarak açıldı.
Milliyet ve Vatan gazeteleri Doğan Gazetecilik bünyesinde bulunuyordu. Mayıs 2011’de Demirören ve Karacan gruplarına satıldı. Milliyet için 48, Vatan için ise 26 milyon dolar ödediler.
Doğan Yayın Holding, medyada küçülmeye gitmek istediklerini, bu düşünce doğrultusunda da Milliyet ve Vatan’ı satmaya karar verdiklerini açıklamıştı. Satışını uzun bir süre sağlamak isteyen isim ise, Ali Karacan’dı. Babası Ercüment Bey’in yıllar önce Aydın Doğan’a sattığı Milliyet tekrar bünyelerine geçsi istiyordu. Daha sonra Demirören ailesinin de katılımıyla, ikili gazeteleri ortaklaşa satın aldı. Ali ve Ömer Karacan kardeşler, babalarının sattığı Milliyet’in tekrar yarı hisseli ortağı oldu.
Demirören ise, daha önce medya sektöründe adını hiç geçirmemişti. Atılan bu adımla, Demirören de medya sektöründe anılmaya başladı.
Bunun yanında Demirören Grup, adını eğitim alanında da duyurdu. 1958’de İstanbul Etiler’de kurulan Ata Koleji’nin de sahibi Demirören’di. Yatırımlara, ihalelere ve buralarda başarılarını katmerleyen Erdoğan Demirören’in, şirketlerine ait 800’ü aşkın aracı ve 4 tane de gemisi olduğu bilgisi es geçilecek gibi değildi.
Medya sektöründe Doğan Yayın Holding’den satın aldığı gazetelerle yer edinen Demirören, ilk adımın üstünden 7 yıl sonra 21 Mart 2018’de Doğan Yayın Grubu’nun tamamını satın aldı.
Doğan Holding Onursal Başkanı Aydın Doğan, Demirören Grubu’n kurucusu Erdoğan Demirören’le anlaşma sağladı. Doğan Medya Grup bünyesinde bulunan Kanal D, CNN Türk, Dream TV, Dream Türk, Hürriyet, Posta, Fanatik, Doğan Burda Dergi, Doğan Kitap ve Dergi de böylece Demirören bünyesine katılmış oldu.
Bizler halk olarak o televizyonu sadece izliyoruz, kitapları okuyoruz, dergileri şöyle bir karıştırıyoruz. Gerçek şu ki, pek azımız ilgileniyor bu kuruluşların sahibinin kim olduğuyla. Oysa o renkli görüntüler öyle kolay dönmüyor, kitapların kapakları öyle kolay çevrilmiyor işte. Her birinin ardında bir isim var.
Erdoğan Demirören de bu isimlerden, ülkenin sayılı zenginlerinden sadece biri. Hayat onu bir noktada bıraktı ve yaşamı boyunca adı iyi ya da kötü birçok haberde geçen Erdoğan Demirören, babasından mecburen devraldığı geminin dümenini zenginliğe çevirip hiç karaya uğramadan yol aldı…
Demirören, rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldı. Solunum yetmezliği sebebiyle 31 Mayıs 2018 itibarıyla Florence Nightingale Hastanesi yoğun bakımına alınan Demirören’in tıbbi destek ve tedavisi sağlanıyordu.
Ancak artık yorgun düşmüş bedeni daha fazla dayanamadı ve Demirören’in 08 Haziran, 11.53’te aramızdan ayrıldığı haberi verildi. Hastane başhekimi Özgür Şamilgil açıklamasında, ailesinin ve hastane personelinin yakın ilgi ve alakası ile Demirören’in ıstırap çekmeden son günlerini geçirdiği belirtti.
Bir can daha yeryüzünden ayrılmıştı işte. Küçükken Şirinler’i izlediğim kanalın sahipliğini yeni üstlenmişti oysa. Öyle ya, yayın yine akmaya devam edecek…
Ailesinin ve tüm sevenlerin başı sağ olsun. Allah sabır versin…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Sabahattin Ali, Türk Edebiyatı’nda özel bir yer edinmiş o güzel adamlardan biri. Toplumcu gerçekçi yazarlardan biri olarak kabul görmüş. Kürk Mantolu Madonna’yı, sonra İçimizdeki Şeytan’ı Kuyucaklı Yusuf’u yazdı ve hepsi Türk Edebiyatının önemli yapı taşlarından biri oldu. Özellikle Kuyucaklı Yusuf, 100 Temel Eser’den biriydi.
Okumak da yazmak da hayati telaşeleri arasında yer aldı hep. Yemek yer gibi, su içer gibi okudu ve onu güldüren, ağlatan, kızdıran, sevindiren ne kadar duygu varsa, hepsini bir araya toplayıp yazdı. Başka türlüsü mümkün olamazdı…
Sabahattin, 25 Şubat 1907’de, Edirne’nin Gümülcine Sancağına bağlı Eğridere’de, Hüsniye Hanım ve Ali Selahattin Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi.
Ali Bey, Eğridere’de zabit olarak çalışırken tanışmıştı Hüsniye Hanım’la, kendisinden 16 yaş küçüktü. Evlendiler. Ali Bey, dönemin entelektüel kesiminden Prens Sabahaddin ve Tevfik Fikret ile derin bir dostluk içindeydi. Bir gün çocukları olduğunda onlara dostlarının isimlerini vermek istiyordu. Allah gönlüne göre vermişti. İlk oğluna Sabahattin, diğerine de Fikret (1911) adını verdi. Uzun bir aradan sonra 1920’ye gelindiğinde, Süheyla adını verecekleri, ama aile içinde “Süha” diye çağıracakları, kızları da katılacaktı aralarına.
Ali Bey, I. Dünya Savaşı yıllarında “Divan-ı Harb Orfi Reisi” olarak Çanakkale’ye çağırıldı. Ailesini geride bırakmadı, hep birlikte yola düştüler ve 4 yıl orada yaşadılar. Aslında isteği biriktiği parayla İzmir’de tiyatro veya gazino işleriyle uğraşmaktı. Ancak İzmir’in işgali ile yolunda giden şeyler de rayından çıkmıştı. Bunun üzerin Edremit’e, Hüsniye Hanım’ın babasının yanına yerleştiler.
Hüsniye Hanım, evlendiğinde henüz 16 yaşındaydı ve ruhsal sorunlar yaşıyordu. Defalarca intihara kalkıştı. Evet, hayatta kalmayı başarmıştı; ama Sabahattin’in pek yanında olamamıştı. Çok küçük yaşta anne olmasından mütevellit onunla ilgilenememiş; diğer oğlu Tevfik’e daha yakın durmuştu. Bu durum Sabahattin’in içine kapanık bir çocukluk yaşamasına sebep olacaktı. Sabahattin arkadaşlarıyla oynamaktansa evinde kitap okumayı ya da resim yapmayı tercih ediyordu. Yine de başarılı bir öğrenci olmaktan hiç ayrılmadı.
Sabahattin, eğitimine 7 yaşında İstanbul, Üsküdar’da Doğancılar mahallesinde “Füyûzâtı Osmâniye Mektebi”nde başladı. Çanakkale’ye gitmek söz konusu olduğunda eğitimine “Çanakkale İptidai Mektebi”nde devam edecekti. Ancak bu sefer de seferberlik ilan edildi ve okul öğretmensiz kaldığı için kapatıldı. Okulun tekrar açılmasında babası Ali Bey’in çabası yadsınamazdı…
Daha sonra Edremit İptidai Mektebi’nde başarılı bir öğrenci oldu. Okumaya fazlasıyla özeniyordu. Özellikle babasının arkadaşı Mehmet Şah Bey’in özel ilgisi, bu konudaki en güzel teşvikiydi. Her ne kadar sorunlarla karşılaşıp bölünmeler yaşasa da başarılı bir öğrencilik geçirmişti.
1921’de Edremit İptidai Mektebi’nden mezun oldu ve bir yıl kalmak üzere İstanbul’a büyük dayısının yanına geldi. Ardından Balıkesir’e döndü; “Balıkesir Muallim Mektebi”ne kayıt yaptırdı.
Okul hayatı boyunca şiirler, hikâyeler yazmak onun için en büyük keyif kaynağıydı. Muallim Mektebi’nde şiir ve hikâye konularında deneyim kazandı. Artık kendini geliştirmek için gazete ve dergilere yazılarını göndermeye başlamıştı. Bu okul ona yaramıştı. Arkadaşlarıyla birlikte bir okul gazetesi çıkardı. Sessiz geçen çocukluğunun üzerine belki de sosyalleşerek kendini buluyordu.
Günlük tutmaya da başlamıştı. Sanata olan ilgisini ve bağını güçlendirmek için daha çok sinema ve tiyatroya gitti. Ruhu özgürlük için vardı ve okul disiplini onun için biraz fazlaydı. Daha çok sinema ve tiyatro seyretmesinin bir sebebi de buydu. Okul müdürü bunu fark ettiğinde Sabahattin’i ailesinin yanına göndermekle tehdit etti.
Annesinin intihar girişimleriyle büyümüş bir çocuktu o. Blöf olarak nitelendirdiği bu intihar girişiminden arkadaşı ve öğretmenleri sayesinde döndü. Çok geçmeden okul müdürünün yardımlarıyla İstanbul’a naklini aldırdı. Burası onun için daha iyi olmuştu. Edebiyat Öğretmeni Ali Canip Yöntem en büyük destekçisiydi. Eğitimine devam ederken “Çağlayan ve Akbaba” gibi dergilerde şiir ve hikâyeleri yayımlandı. Hayatı bir düzene girmiş gibiydi. Bu sefer de annesinin sağlık sorunları artmıştı.
21 Ağustos 1927’de öğretmenlik diplomasını aldı.
Sabahattin’in ilk görev yeri Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu oldu. Dayısı Rıfat Ali Ertüzün, Yozgat Devlet Hastanesi’ne başhekim olarak atanınca yeğeninin de yanında olmasını sağlamıştı. Bir süre sonra ailesi de Sabahattin’in yanına gitti.
Çevresi dayısının da etkisiyle oldukça genişlemişti; ama Sabahattin’e sorsan onu anlayacak kime yoktu. Çünkü yazdıklarını okutacağı, paylaşacağı birilerini bulmakta zorlanıyordu. Kim bilir belki de içinde tek taraflı aşka dönüşmüş arkadaşı uzaklarda olduğundan böylesine yalnız hissediyordu.
Nahit Hanım ile öğretmenlik stajı sırasında tanışmıştı. Başta ziyadesiyle dostluk havasında olan bu arkadaşlık, zamanla tek taraflı bir aşka dönüştü. Burada yazdığı bütün şiirlerde buram buram Nihat Hanım vardı. Hatta 2 Şubat 1928’de “Servet-i Fünun” dergisinde yayımlanan “Bir Macera” adını verdiği şiirini yine Nihat Hanım’a ithaf etmişti.
Hatta ve hatta karşılık bulamadığı aşkını 1927’de “Ne Kazandık”, “Kalbimde Aşkınız”; 1928’de “Ebedi”, “Yat ve Uyu”, “Bütün İnsanlara”, “Firar”, ve “Kudurmak” adını verdiği şiirlerinde anlattı.
Sabahattin, Yozgat’ta bir yıl geçirdi. İstanbul’a gitmek istiyordu. Dayısı da Ankara’da özel bir hastane açtığı için buradan ayrılıyordu.
Sabahattin, İstanbul’a tatile giderken Ankara’ya uğradı. Niyeti Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki tanıdığı kişilerin yanına gidip Yozgat’tan ayrılma isteğini dillendirmekti. Bu isimler onu dinledi ve genç bir öğretmen oluşunu vurgulayarak Avrupa’ya gitmesi konusuna dikkat çekti.
Sabahattin’in de aklına yatmıştı bu fikir. Kasım 1928’de Türkiye Cumhuriyeti tarafından eğitim amacıyla Almanya’ya gönderildi.
15 gün Berlin’de kaldı ve sonra Potsdam’a yerleşti. Dil öğrenmek en büyük kaygısıydı. Önce yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak yerleşti. Sonra da özel bir kurumda Almanca kursuna başladı.
Bir yandan da İstanbul’u ve karşılıksız aşkını çok özlüyordu. 1 Ocak 1929’da Nahit Hanım’a yeni yıl hediyesi bir şiir gönderdiyse de cevabını alamadı; içi çok kırgın ve özlem doluydu.
Kurstan sonra Berlin’de yatılı bir okula yerleşmişti. Almanya’da 6-7 yıl kadar kalacağını düşünüyordu; ama planlanan süre 4 yıldı. Sabahattin, ikinci yılını tamamlayamamıştı ki, Türkiye’ye döndü.
Nihal Atsız’ın kalemine göre, “Bu parazit Türkleri buradan atmalı!” diyen Alman öğrenciyi dövmüştü. Ayrıca Alman öğrencilere komünizm propagandaları yaptığı iddiası da vardı. Bu yüzden Almanya’dan dönüşü erken olmuştu.
Sabahattin, Mart 1930’da Almanya’dan döndü. İstanbul Yüksek Muallim Mektebi’nde yatılı okuyan “Nihal Atsız, Pertev Naili Boratav, Nihad Sâmi Banarlı ve Orhan Şaik Gökyay” gibi arkadaşlarının yanında kaldı. Bir süre sonra bu okulun müdürünün yardımıyla Bursa Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atandı.
Eylül 1930’da Gazi Terbiye Enstitüsü’nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girdi. Almanya’da geçirdiği süreç, ona Aydın Ortaokulu’nda Almanca Öğretmenliğini getirmişti. Ancak bir süre sonra komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma başlatıldı.
25 Mayıs 1931 tarihli “Vakit” gazetesinde, Sabahattin Ali’nin de adının yazılı olduğu isimlerin mahkeme için İstanbul’a sevk edildiği haberi yazılıydı. İki gün sonra da Sabahattin Ali’nin tutuksuz yargılanacağını yazacaktı. Ancak daha sonra derin soruşturmalar başlatıldı ve Sabahattin tutuklandı. 9 Eylül 1931’e kadar Aydın Hapishanesi’nde kaldı. Üzerinden 21 gün geçtiğinde ise Konya Ortaokulu’na Almanca Öğretmeni olarak atandı.
Aşk hayatı
Bir yazar tavrıyla aşk duygusunun kendisine âşıktı hep Sabahattin. Yozgat’ta olduğu zamanlarda Nahit Hanım’a, Almanya’da olduğu yıllarda Frolayn Puder’e, Aydın’da bir Miralayın kızına, Konya’da da öğrencisi Melahat Muhtar’a ve şarkıcılık yapan Muhsine’ye âşık oldu.
Melahat dışında hepsi de sadece aşka âşık olmaktı; çünkü platonikti. Sadece Melahat’tan aşkına karşılık bulmuştu. “Çocuklar Gibi” şiirini onun için yazdı. Bu şiire göre, Melahat öncesi aşkları birkaç günlük düşkünlüklerdi. Bu aşk da Sabahattin’in tutuklanması ile yarım kalacaktı.
Elbette bir gün aşkın tam karşılığı da gelecekti hayatına…
Sabahattin, 22 Aralık 1932’de, bir toplantıda okuduğu şiiriyle Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi devlet yöneticilerini yerdiği gerekçesiyle tekrar tutuklandı. Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Davaya temyizde üzerine iki ay daha eklenmişti. 14 aylık cezası başlamıştı. Burada Ayşe Sıtkı’ya mektuplar yazıyordu. Bir mektubunda olayı da anlatmıştı:
“Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs’ında falanca yerde Gazi’yi ima ve telmihen tahkiri tazammün eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat lehimde olduğu hâlde, müdde-i umumi yaranmak için mahkumiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkum etti. Temyiz, cezayı aleyhimde nakseti, cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yattım. 11 ayım kaldı demektir”.
Aldığı bu cezanın ardından 29 Nisan 1933’te 1249 sayılı kanun gereğince memurluk kaydı silindi. Daha sonra Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Burada bir iddiaya göre hapishane müdürü, Sabahattin Ali’yi cinayetten hüküm giymiş Mehmet Kuşüzümü adlı bir suçluya emanet etmişti. Kuşüzümü’nün ifadelerine göre Sabahattin Ali, geceleri sürekli okuyor, gündüzleri de bir sandık üzerine kuş gibi tüneyip bir şeyler yazıyordu.
Artık yaşamında değişen her şey Sabahattin’in dilinden geçmiş, kalemine yerleşmişti. Daha az konuşuyor, daha çok yazıyor ve okuyordu. Burada edindiği tecrübeler eserlerine konu olacaktı. Hikâyelerine, “Bir Şaka”, “ Kazlar”, “Kanal”, “Katil Osman”, “Çaydanlık”, “Bir Firar” adını verdi.
Sabahattin Ali, Cumhuriyet’in onuncu kuruluş yıl dönümü sebebiyle çıkan aftan yararlanarak, cezasının onuncu ay yedinci gününde serbest bırakıldı.
Artık tutuklu olduğu zamanlar geride kalmıştı. Sabahattin Ali, önce İstanbul’daki eş, dost, akrabasını ziyaret etti. Sonra da yönünü Ankara’ya çevirdi. Yeniden görevine atanmanın bir yolunu bulmalıydı.
İlk iş dönemin Orta Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemseddin Sirer ve Müsteşar Vekili Rıdvan Nafiz Edgüer’i buldu. Ne yapması gerektiğini öğrenmek istiyordu. Ancak tutuklanma gerekçesi sebebiyle kimse bu işe bulaşmak istemiyordu. Yine de Şemseddin Bey, durumu Hasan Ali Yücel’e aktardı. Yücel’in yardımları ile bir kurul toplandı ve Sabahattin Ali’nin öğretmenlik dışında bir başka göreve getirilmesine karar verildi.
Ancak Maarif Vekili, eski düşüncelerini değiştirmediğine göre atanmasını yanlış buluyordu; kurul kararını reddetti.
Bu arada Sabahattin gelecek iyi haberleri beklemekteydi. Beklerken de boş durmuyordu; küçük küçük tercümeler yapıyordu. Bu süreçte dayısı Rıfat Ali Ertüzün’ün evinde kaldı.
Bu arada Sabahattin Ali’den Atatürk ile ilgili bir kaside yazılması istendi. Bunun üzerine 15 Ocak 1934 tarihli Varlık dergisinin 13. Sayısında “Benim Aşkım” adını verdiği şiiri yayımlandı. Görevine atanabilmek için güzel bir fırsattı. Ancak yine de bir süre daha beklemesi gerekiyordu. Özellikle Maarif Vekilini ikna etmesi gerekiyordu. Sabahattin Ali, kendisine yakıştırılan “komünist” sıfatının doğru olmadığını ispat etmek istiyordu. Bunun için yazılar yazmıştı ve “Esirler” adlı eseri de halkevlerinde sahnelenecekti.
Sabahattin Ali, nihayetinde Atatürk’ten izin aldı ve Mayıs 1934’te Orta Tedrisat Şube Müdürlüğü’ne, daha sonra da asli görevi Milli Talim ve Terbiye’ye atandı.
Sabahattin Ali, görevine atanmak için beklerken arkadaşı Ayşe Hanım’a bir mektup yazdı. Mektubun sonunda da bir not vardı: “Benimle evlenir misin?”
Açık açık teklifini sunmuştu. Ancak gelen cevap pek de iç açıcı değildi. Ayşe Hanım 22 Şubat 1934’te yazmış olduğu mektubunda bu teklifin bir şaka olduğunu kabul ettiğini söyleyerek geri çevirdi. Sabahattin Ali, görevine atanmak amacında zorlanırken bir de üstüne reddedilmek onu üzmüştü.
Nihayet amacına ulaşıp görevine atandıktan sonra aklına yine evlilik fikri düşmüştü. Eski sevdalarından Nahit Hanım da evlenmişti. Belli ki Ayşe Hanım’ın da bu işe gönlü yoktu işte. Aklına Aliye Hanım düşüverdi.
Sabahattin Ali ve Aliye Hanım, İstanbul, Erenköy’de, 1932 yazında Eczacı Salih Başotaç’ın evinde tanışmışlardı. Yıllar sonra Aliye Hanım şöyle anlatacaktı tanışmalarını: “Grup halinde İçerenköy’de yapılan bir sünnet düğününe gittik. Dönmek istediğimizde Sabahattin yanımızda yoktu. Giderken kullandığımız lüks lambalı fenerle bir ağaç altında onu kitap okurken bulduk. Gidiyoruz dendiğinde kalktı ve feneri benim yüzüme tutarak gözlerimin içine uzun uzun baktı”.
Bu bakışlar Aliye Hanım’ın içine akmıştı, ancak yine de ilk görüşte aşk olduğu da söylenemezdi. Ama belli ki, izlerini de taşımıyor değildi. Sabahattin Ali tarafından bakılırsa, onu aklından hiç çıkarmamış, sadece gönlünde kondurduğu yerde kararsızdı. Ancak sonunda kararını verdi.
Şimdi Sabahattin Ali, Aliye Hanım ile evlenmek istiyordu. Ancak Sabahattin’in sicil kaydının bulunması Aliye’nin ailesini rahatsız etmişti; evlenmelerini istemediler. Sonra Aliye Hanım’ın da gönlü olduğu anlaşıldı da, ailesi de razı geldi.
Hemen ardından Sabahattin Ali, Ayşe Hanım’a bir mektup daha yazdı: “Mühim bir havadisim var. Evleniyorum. Hatta nişanlandım bile. Sen benim gibi kelepiri kaçırdığınla kal. Birisi “Niçin evleniyorsun” dese vereceğim cevap şudur: Çalışabilmek için… Ben kendimi her hususta idare edemiyorum. Halbuki muhakkak muntazam ve ölçülü bir hayata muhtacım ve ancak bu şekilde faydalı işler çıkarabilirim”.
Çift, 16 Mayıs 1935’te Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlendi. Ertesi gün de Ankara’da düğünleri oldu. Artık burada, Ulus’ta bir apartman dairesinde yaşamaya başladılar.
(Annesi Hüsniye Şenyuva, eşi Aliye Ali, kızı Filiz Ali ve kız kardeşi Süheyla Conkman)
Sabahattin Ali, seçimine bağlanmış, hayata oradan tutunmuştu. Öyle ki, zamanla Aliye Hanım’a yazdığı mektuplar, en az öyküleri kadar ünlenecekti.
Söz kesildiği andan itibaren başladı Sabahattin Ali’nin mektupları. Her cümlesinde aşkı, artan heyecanı, tarifsiz özlemi vardı. Aliye Hanım’ı hayatının tamamlayıcısı ilan etmişti.
Bir mektubunda şu hisli cümlelerle dile getiriyordu bu aşkı: “Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku. Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin.”
Ailesi, Soyadı Kanunu’nda “Şenyuva” soyadını almıştı. Ancak Sabahattin, babasının adı olan Ali’yi kullanmayı tercih etti. Yazdığı tüm yazıların sonunda imzası “Sabahattin Ali” şeklindeydi. Bu sebepten soyadını Ali olarak düzenlemek istedi. Ancak nüfus müdürlüğü buna izin vermedi.
O yine de imzasını kullanmaya, kendisini böyle tanıtmaya devam edecekti.
Sabahattin Ali, askerliğe 30 yaşına geldiğinde İstanbul Eski Harbiye’de başladı. 2 ay er, 6 ay yedek subay öğrencisi olarak eğitim gördü.
Askerliği boyunca Aliye Hanım’ı da bulunduğu şehirlerde hep yanında götürdü. Kızları Filiz de bu süreçte 1937’de doğdu.
Askerlik görevi bittiğinde de Sabahattin Ali, Musiki Muallim Mektebi’ne Türkçe Öğretmeni olarak atandı. Sonunda yine Ankara’ya yerleştiler.
Ankara’da öğretmenlik görevi sırasında Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Niyazi Ağırnaslı gibi birçok isimle yakın dostluklar kurdu. İlerleyen dönemlerde de Devlet Konservatuarı’na atandı; burada Karl Albert’in asistanlığını yaptı.
Bir yandan da içine yönelmeye başlamıştı. Edebi çalışmalar üzerinde yoğun bir şekilde çalışıyordu. “İçimizdeki Şeytan”, 1939’da yayımlandı. Bu romanı siyasi tartışmalara sebep olmuştu. Öyle ki, Nihal Atsız karşılık olarak “İçimizdeki Şeytanlar” romanını yayımladı.
Bu sırada II. Dünya Savaşı öncesinde çıkarılan seferberlik sebebiyle Sabahattin Ali tekrar askere alındı. Görev yeri İstanbul’du ve 4 ay sürdü. Bu dönem, ona “Kürk Mantolu Madonna”yı getirmişti. Bugün dillere destan o romanını Sabahattin Ali, askerdeyken yazdı. 18 Aralık 1940 ve 8 Şubat 1941 arasında Hakikat Gazetesinde bölüm bölüm yayımlandı.
Ankara’daki çevresi de giderek genişlemişti. Artık daha çok tanınıyordu. Öyle ki, dönemin siyasileri ile dahi yakın ilişki içindeydi.
Sabahattin Ali, ülkenin sol kesimi tarafından lüks ve burjuvazi yaşamından dolayı daha radikal tavırlara zorlanıyordu. Sağ kesim ise, sosyalist misyon yüklenmek istenen birinin Dil Kurumu Azalığı gibi görevlere getirilmesini onaylamıyordu.
Nihal Atsız yine devreye girmişti. 1 Nisan 1944’te Orhun Dergisi’ne Şükrü Saraçoğlu’na atfen bir yazı yayımladı. Sabahattin Ali’nin herkesçe bilinen bir komünist olduğunu, Hasan Ali Yücel’in şahsi sempatisi ile göreve getirildiğini ve ayrıca Atatürk başta olmak üzere birçok isme hakaret ettiğini yazmıştı. En sonunda onu “vatan haini” olarak nitelemiş ve devlet tarafından korunmasını kınamıştı.
Bu yazı üniversite öğrencisi ve halkı ayaklandırdı. Ardından Atsız da görevinden alındı. Ancak konu bu kadarla kapanmadı. Sabahattin Ali de Nihal Atsız’a hakaret davası açmıştı. Üçüncü duruşmanın ardından Nihal Atsız altı ay ceza aldı. Ancak mazisi temiz olduğundan ve milli tahrik gibi gerekçelerle cezası 4 aya düşürüldü ve tecil edildi.
Davanın ardından Sabahattin Ali tam görevinin başına dönmüştü ki, üçüncü kez askere çağrıldı. Bu sefer Çankırı’da bir buçuk ay kaldı ve mesleğine geri döndü.
1944’ten sonra Sabahattin Ali, Markopaşa, Malum Paşa, Ali Baba gibi yerlerdeki yazılarında daha sert bir dil kullanmaya başladı. Artık daha eleştirel bir tavırdaydı. Artık siyasetle daha çok ilgilenmek istiyordu.
1946’da İstanbul’a gitti; ailesini Ankara’da bırakmıştı. Aziz Nesin ile Markopaşa Dergisi’ni çıkardı. Aslında derginin tirajları iyiydi. Ancak bir süre sonra mizah yönünden çok siyasi olduğu görüşü artarak tartışmalar doğurdu. Artık dergide çıkan özellikle imzasız yazılar için davalar açılıyordu. Bizzat Sabahattin Ali adına açılmış oluyordu. İşte bu davalardan birinde yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’a ait olmasına rağmen, sorumlu Sabahattin Ali olduğundan kendisi tutuklandı. Bir süre İstanbul Paşakapısı Cezaevi’nde kaldı ve 10 Eylül 1947’de tahliye oldu. Ardından dergi kapatıldı ve Merhum Paşa ve Malum Paşa gazeteleri çıkartıldı.
İlerleyen zamanlarda bir tutuklanma kararı daha çıkartıldı; ama hayata geçirilmedi. Ali Baba dergisini çıkardı ve ilk önce “Sırça Köşk” öyküsünü yayımladı. Ancak bu öykü de Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı ve Sabahattin Ali, Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi. 31 Aralık 1947’de serbest bırakıldı. Dergi de kapatıldı.
Sabahattin Ali, artık yurt dışına gitmek istiyordu; özellikle Fransa. Ancak kendisine pasaport verilmiyordu. Tamir edilmesi gereken bir arabası vardı. Mart 1948’de arabasını tamir ettirdi. “Edirne’ye peynir götüreceğim” diyerek sabaha karşı beşte bir süredir yanında kaldığı M. Ali Ciimcoz ile vedalaştı.
Elbette peynir sadece bahaneydi. Asıl amacı Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya ulaşmaktı. Pasaport alamadığı için kaçak yollardan amacına ulaşacaktı. Hakkındaki davalar uzayıp gidiyordu.
Sabahattin Ali, tanıştırıldığı Ali Ertekin ile Kırklareli’ye doğru kamyonla yol aldılar. Başta bir de şoför vardı. Sonra onu bırakıp yola ikisi devam etti. İlerleyen vakitlerde Ertekin, kitap okuduğu sırada Sabahattin Ali’yi, kafasına elindeki sopayla vurarak öldürdü.
Ertekin’in savcılığa verdiği ifadeye göre, Sabahattin Ali sınırı geçtikten sonra önce Bulgaristan, ardından Rusya’da çatışmalar yapacağını ve Türkiye’de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylemişti. Konuşmalarına bakılırsa Sabahattin Ali kötü bir insandı. Yol boyunca tartışmışlardı. Ve öldürme gerekçesi de, milli duygularını tahrikten başka bir şey değildi.
Sabahattin Ali’nin cansız bedenini 16 Haziran 1948’de bir çoban buldu; hemen jandarmaya bildirdi. Yapılan incelemelerden sonra cesedin kime ait olduğu teşhis edilemiyordu. Bulgaristan’da adam kaçıran bir şebeke vardı. İstanbul polisi şebekeyi çökertti. Ali Ertekin de bu şebekenin üyesiydi. Yakalanmıştı artık, Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf etti. Aslında idam ile cezalandırılmıştı; ama dört yıl hüküm giydi ve kısa bir süre sonra da serbest bırakıldı.
Ölümüne inanmayanlar da vardı. Elbette geride bıraktığı öyküleriyle romanlarıyla o zaten hiç ölmeyecekti. Tüm yaşamı boyunca aklından ve kalbinden koparıp yazdıklarıyla bir Sabahattin Ali geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.