Türk edebiyatının usta şairlerinden Fazıl Hüsnü Dağlarca, edebiyatımıza kazandırdığı eserlerle en kıymetli şahsiyetler arasında gösteriliyor. Türk şair Fazıl Hüsnü Dağlarca, özellikle kaleme aldığı şiirleriyle beğenilen kişiler arasında yer alıyor. Usta şairin ismini ilk kez duyanlar hayatını, eserlerini ve edebi kişiliğini araştırıyor.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, 26 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. Süvari yarbayı Hasan Hüsnü Bey’in oğlu olan Dağlarca, ilköğrenimini Konya, Kayseri, Adana ve Kozan’da, ortaöğrenimini Tarsus ve Adana ortaokulunda bitirdi. Daha sonra girdiği Kuleli Askeri Lisesi’ni ise 1933 yılında bitirdi.
Aile, Ataç, Çağrı, Devrim, İnkılapçı Gençlik, Kültür Haftası, Türkçe, Türk Dili, Türk Yurdu, Varlık, Vatan, Yeditepe, Yücel, Yenilik ve Yön gibi dergi ve gazetelerde şiirlerini yayımlayan usta şair, 1935’te piyade subayı göreviyle Doğu ve Orta Anadolu’nun, Trakya’nın pek çok yerini gezdi.
1950’de ordudaki hizmeti on beş yılı doldurunca, ön yüzbaşı rütbesiyle askerlikten ayrıldı. 1952-1960 yılları arasında İstanbul’da Çalışma Bakanlığı’nda iş müfettişi olarak çalışmaya başladı. Asü adlı eseriyle Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanan (1955-56) Dağlarca, buradan ayrıldıktan sonra İstanbul Aksaray’da “Kitap” adlı kitabevini açarak yayıncılık hayatına girdi. 1960-1964 yılları arasında dört yıl “Türkçe” isimli aylık dergi çıkaran Türk şairin, ilk yazısı 1927’de Yeni Adana gazetesinde yayınlanan bir hikâyedir.
İstanbul dergisinde 1933’te çıkan “Yavaşlayan Ömür” adlı şiiriyle adını duyuran Dağlarca, Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılâpçı Gençlik, Yeditepe ve Türk Dili dergilerine şiirler çıkardı. Bugüne kadar kendisine birçok ödül verilen Türk şair, 1967’de ABD’deki Milletlerarası Şiir Forumu tarafından “En iyi Türk Şairi” seçildi. Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğini yapan usta şair, Dil Devrimine ilişkin düşüncelerini Türk Dil Kurumu Koçaklaması’nda şöyle dile getirdi;
“Türk Dil Kurumunu kurarken Mustafa Kemal’in tek mutsuzluğu vardı
Türkçeyi sevdiğini daha Türkçe söyleyememek
Kimilerinin şimdi tek mutluluğu var
Türkçeyi sevdiklerini daha Osmanlıca söylemek…”
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın toplumcu olmasının temelinde insan ve insan hayatına duyduğu saygı yatıyor. Dolayısıyla hiçbir edebî akım ve kişiden etkilenmeden özgün bir kişilik oluşturmuştur. Onun sanat anlayışını şu cümlesi özetler;
“Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir.”
Türkçeye bakışını ise “Türkçem, benim ses bayrağım” diyerek Türkçe Katında Yaşamak adlı şiirinde sergileyen Dağlarca, “Türk şiirinin büyük şairi” olarak tanımlanmıştır.
Usta şair, 94 yaşında zatürre tedavisi gördüğü hastanede hayata gözlerini yumdu. Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca, yaptığı bir röportajda ölümünden sonra Kadıköy’de yaşadığı evin müze haline getirilmesini vasiyet etmişti. Evini Kadıköy Belediyesi’ne bağışlayan Dağlarca, Mühürdar Caddesi’ndeki evinde kendisini ziyaret eden Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’e, evinin müzeye dönüştürülmesi için vasiyette bulunmuştu. Fazıl Hüsnü Dağlarca, 20 Ekim 2008’de Karacaahmet Mezarlığına defnedildi. Dağlarca’nın yaşamından sonra evinde bulunan şiirleri “Kaçaklar” başlığı altına 3 kitapta toplandı.
Bir zamanlar Sözcü dergisinde (1960) ve Vatan dergisinde (1961-1962) yazdığı, özdeyiş niteliğinde kısa düz yazıları bir yana bırakılırsa, yalnız şiirle uğraşan ve şiirlerini Türkiye’nin hemen hemen bütün edebiyat dergilerine yaymış olan Dağlarca’nın kitapları şu şekilde;
.ilgili-haber{width:600px;padding:10px;border:0 solid #ededed;background-color:#fefefe;margin-bottom:20px;box-shadow:0 0 5px #ededed}.ilgili-haber-resim{width:150px;float:left}.ilgili-haber-text{width:380px;padding-left:20px;display:table-cell;vertical-align:middle;float:left}.ilgili-haber-text a{font-size:18px;color:#565656;font-weight:600;line-height:22px}
Kaynakça: tgrthaber
Eğitimci, şair ve
yazar (D. 28 Ocak 1895, İstanbul – Ö. 9 Temmuz 1974, İstanbul). Tam adı
Abdullah Mahir İz’dir. Dedesi Sadreyn (Rumeli ve Anadolu Kazaskerliği)
Müsteşarı ve Haremeyn (Mekke ve Medine kentlerinin toplu adı) mollası olan
Külâhizâde es-Seyyid Servet Efendi’dir. Babası, Külâhçızâde ailesinden Medine ve
Ankara kadılıklarında bulunmuş olan es-Seyyid İsmail Abdulhalim Efendi, annesi
bir şeyhülislâm ailesinden gelen Râife Hanım’dır. Prof. Fahir İz’in ağabeyidir.
İlk ve
ortaokulu babasının görev yaptığı Midilli, Balıkesir ve Isparta’da okuyarak
bitirdi. Medine’de okuyarak Arapçasını ilerletti. İstanbul Vefa
Lisesi’nde başladığı lise öğrenimini, Ankara Sultanisi (Lisesi) edebiyat bölümünde
okuyarak bitirdi (1916).
Mahir İz aynı
yıl bu okulun ilk kısmında Türkçe öğretmenliğine başladı. Büyük Millet Meclisi
(TBMM)’nde zabit kâtipliği yaptı. Millî Mücadele yıllarında Ankara’da bulunan
Mehmet Âkif’le Farsça, Fransızca ve edebiyat üzerinde çalışıp bilgisini
arttırdı. İstanbul İmam Hatip Okulu’nda öğretmenlik yaptığı sırada iki yıl
İstanbul Üniversitesi Kimya Bölümü’ne, bir yıl Hukuk Fakültesi’ne devam etti ve
Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu (1936). Dârülhilafe Medresesi’nde Türkçe dersleri
okuttu.
İstanbul’da ise
Halıcıoğlu ve Kuleli Askeri Liseleri ile Paşakapısı ve Davutpaşa
ortaokullarında çalıştıktan sonra Edremit Ortaokulu’na müdür olarak atandı. Üç
yıl sonra İstanbul’a naklederek, Beykoz Ortaokulu’nda görev aldı. 1938’de
Nişantaşı Ortaokulu Müdürü oldu. On yıl bu görevi sürdürdükten sonra, yedi yıl Haydarpaşa
Lisesi (1949-56)’nde, arkasından Çamlıca Kız Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği
yaptı. Bu sırada, bir yıl İstanbul İmam-Hatip Okulu Müdürlüğü yaparak emekliye
ayrıldı.
Mahir Hoca, aynı
yıl Taksim’de Yeni Kolej Müdürlüğü görevi ile yeniden eğitimciliğe döndü. Altı
ay sonra ise yeni açılan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü (İlahiyat
Fakültesi)’nde edebiyat, tasavvuf tarihi, hitabet (güzel konuşma) ve irşat
(uyarma, din yolunu gösterme) dersleri okuttu. On yıl süren bu yeni eğitimcilik
döneminden sonra ikinci kez emekli oldu. Yüksek İslâm Enstitüsü’ndeki hocalığı
sırasında, Bilimlere Yardım Cemiyeti’nin daveti üzerine Özel Fatih Erkek
Koleji’nin iki yıl müdürlüğünü üzerine alarak bu okulun kuruluşunda görev yaptı.
Mahir İz Bey, Mustafa Özdamar’ın anlatımıyla:
Aile çevresi, içinde yaşadığı olaylar ve elli yıl süren hocalık yaşamı
nedeniyle, devrin ileri gelen din, siyaset ve edebiyatçılarıyla yakın ilişkide
bulunmuş ve bunların kendi iman ve fikrine yakın olanlar ile dostluklar
kurmuştur. Ünlü İslam şairi Mehmet Âkif Ersoy da dostları arasındaydı.
Yaşamını, tanığı olduğu olayları ve tanıdığı kişileri anlatan anılarını “Yılların İzi” adıyla yayımladı. Sönmez
Neşriyat Şirketi’nin kuruluş yıllarında Yönetim Kurulu Başkanlığı ile İlim
Yayma Cemiyeti’nin Danışma ve Bilim Kurulu’nda çalıştı. İslamî İlimler
Araştırma Vakfı ile Türk Kültürü Vakfı’nın kurucuları arasında yer aldı.
Mahir Hoca’nın, yaşamı boyunca büyük bir aşk
ve azim ile devam ettiği hizmet yolu, kendisine özgü bir ihlâs (içtenlik) ve
kemal (olgunluk) ile yönettiği unutulmaz sohbetleri idi. Her yaştan ve her
kesimden insanla, derin bir hoşgörü ve içtenlik içinde konuşur, incitmeden ve
hissettirmeden onlara, iman ve hayat yolunda uyarırdı. İslamî yaşamın yurdumuzda
baskılar altındaki en sönük olduğu yıllardan, son günlerine kadar yüzlerce
gencin doğru yolu (Hak yolu) bulmasına aracı olmuştur. İslamî çizginin içinde
bulunan, Allah’a ve onun Resul’üne bağlanan herkesi kardeş sayarak kollarını
açan iman ve gönül eri bir insandı. 9 Temmuz 1974’de öldü ve Erenköy Sahray-ı
Cedid Mezarlığında toprağa verildi.
Mahir İz’in
şiirleri gençliğinde, Maksud Kamuran adıyla, Ankara çıkan “Sa’y”
dergisinde yayımlanmıştı. edebî ve sosyal konulu yazılarını Namık Yaz, bilim
konulu makalelerini Abdullah Söğüt imzasıyla yayımladı. Sonraki yıllarda yazı ve
şiirlerini Sebilürreşâd, Yeni İstiklâl, İslâm Düşüncesi, Bugün, Yeni
Asya, Sabah, Yeni İstanbul ve Diyanet Dergisi gibi dergi ve gazetelerinde
yayımladı. İslâmî
bilimler ve tasavvuf alanında döneminin tanınmış kişilerindendi. Hz. Adem’den
başlayarak bütün peygamberlerin, özellikle Hz. Muhammed’in Asr-ı Saadet, Hulefa-i
Raşidin, Emevi ve Abbasi devletleri ile diğer hilafet dönemlerinin ayrıntılı tarihini içeren Kısas-ı
Enbiya ve Tevârih-i Hulefâ idi Ahmet Cevdet Paşa’dan sadeleştirerek yayımlamıştı.
Sohbetlerine
geniş bir aydın çevresi katılır, ondan yararlanmaya çalışırdı. 27
Mayıs 1960 İhtilali’nden sonra, Kur’an-ı Kerim’in Latin harfleriyle basılması konusunda danışmanlık yapmak
üzere Diyanet İşleri Bakanlığı tarafından davet edildiği Ankara’daki bir
toplantıda, bunun yanlış olduğunu söyleyerek vazgeçilmesini sağladı. Aynı yıl
Diyanet İşleri Başkanlığı’nca hazırlanan Kur’an-ı Kerim Mealî adlı eserin redaksiyon heyetine
başkanlık yaptı. Eğitimci kişiliği, erdemi, vefalı dostluğu ve hoşsohbetleriyle
tanındı. Gerek derslerinde gerekse çevresinde pek çok bilim ve edebiyat adamının
yetişmesini sağladı.
ESERLERİ:
ARAŞTIRMA-İNCELEME:
Tasavvuf (1969, 9. bas. 2000), Peygamber
Efendimiz (Kısas-ı Enbiya eserinin Hz. Peygamber’in hayatına dair olan ilk
bölümü, 1982), Din ve Cemiyet (1972, 5. bas. 1998).
ANI: Yılların
İzi (1975).
SEÇKİ: Hoca’nın Seçtikleri (Yaşamı boyunca
seçerek derlediği şiirle).
MEAL-SADELEŞTİRME:
Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı
(Kural, Ankara 1961), Kısas-ı Enbiya ve Tevârih-i Hulefâ (Cevdet
Paşa’dan, 4 cilt, 1994).
KAYNAKÇA: Abdullah Mahir İz / Yılların İzi – Tasavvuf
(1997), Mahir İz Özel Sayısı , (Tohum dergisi, sayı: 85, Mart 1975), Uğur
Derman / Mahir Hocadan İzler (Kubbealtı Akademi Mecmuası, c. 6, sayı: l, s.
15-26, 1975), Osman Öztürk (İslâmî Edebiyat, sayı: 2, 1988), İhsan
Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) – Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001,
2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) – Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas.
2007) – Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3,
2013) – Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), M. Ertuğrul Düzdağ /
Hocam Mahir İz Bey ve Hatıralarım (Zaman, 24-30.8.1994), Mustafa Özdamar /
Mahir İz Hoca (1995), Mustafa Uzun / TDV İslâm Ansiklopedisi (c. 23, 2001),
Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Mustafa
Özdamar / Mahir İz Hoca (2014).
biyografya
Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya
gelişi ise (1244) Mevlâna’nın hayatında bir dönüm noktası oldu. Büyük bir sevgi
ve saygı duyduğu gönül dostu Şems’e olağanüstü bir yakınlık gösterdi. Tasavvuf
alanında bilmek ihtiyacını duyduğu yeni bilgileri öğrenmek için zamanının
tümünü Şems’le sohbete ayırarak, halka verdiği ders ve vaazları bıraktı.
Mevlâna’nın Şems’e gösterdiği sevgiyi kıskanan kimilerinin, bir zaman sonra
aleyhinde dedikodulara başlayıp şikâyetlerini arttırması üzerine, Şems ansızın
ortadan kayboldu (1246). Büyük dostu Şems’ten ayrılmak Mevlâna’ya büyük bir acı
verdiğinden tümüyle kendi iç dünyasına çekildi. Şiirleri de bu dönemde doğmaya
başladı. Şam’da olduğunu öğrendiği Şems’i bulup yeniden Konya’ya dönmeye ikna
etmesi için oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderdi. Şems, Mevlâna’nın ricasını
kırmayarak Konya’ya geldiyse de iki büyük gönül dostunun birbirlerine
gösterdikleri sevgiyi çekemeyenlerin kıskançlığı yeniden başladı. Şems, bu kez
bir daha geri dönmemek üzere Konya’dan ayrıldı (1247).
Yine bir söylentiye göre Şems,
aralarında Mevlâna’nın küçük oğlu Alaeddin Çelebi’nin de bulunduğu bir grup
tarafından öldürüldü, ancak bu olay Mevlâna’dan gizli tutuldu. Şems’in yeniden
ortadan kayboluşu Mevlâna Celâleddin’i daha büyük bir üzüntüye boğdu. Onu
bulmak için iki kez Şam’a gittiyse de bulamadan geri döndü. Müritlerinden
kuyumcu Selahaddin Zerkûb’u kendine halife yaptı (1254). Halktan kimlerinin
cahil buldukları için, Mevlâna’nın
Selahaddin Zerkûb’u kendisini halife seçmesine tepki duyarak kendisini öldürmek
istediklerini haber alınca Selahattin Zerkûb şöyle demişti: “Hayatım Allah’ın elinde dururken, beni
bir kimse nasıl öldürebilir?” Zerkûb’un ölümü (1263) üzerine
Mevlâna’nın ömrünün son yıllarında halifeliğini Çelebi Hüsameddin yaptı. Ancak
Mevleviliğin esaslarını Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled bir sistem içinde
belirledi.
Düşünce ve edebiyat tarihimizin
övünç kaynaklarından, dünyanın en büyük şair ve düşünürlerinden biri olan
Mevlâna Celâleddin Rumî; İslam dinini
şiir, sanat, raks, müzik yoluyla en ince yorumlayan kişidir. Bu yorum, İslam ve
İslam dışı bütün insanlık tarafından benimsenmiş, insanlığın esin kaynağı
olmuştur. İngiliz doğubilimcisi A. J. Arberry, Mevlâna’yı “Dünyanın en büyük ozanı” olarak nitelerken, Goethe onun etkisinde
kalmış, Rembrandt tablosunu yapmış, Muhammed İkbal yaşam felsefesini onun
düşüncelerinin üstüne kurmuştur. İngiliz doğubilimcisi Nicholson otuz yıl
çalışarak “Mesnevi”yi İngilizceye
çevirmiş ve yapıtın Batı dünyasından tanınmasını sağlamıştır. Mevlâna
yüzyıllardır etkisini, canlılığını yitirmeyen bir büyük ozan ve düşünce adamı
niteliğini korumaktadır. Kişilerin inanç, düşünce ve özgürlüğüne olağanüstü bir
değer vermesi, bütün insanları saygıya ve sevgiye çağırması onun en büyük
özelliğidir. Bugünün diliyle;“Gel,
gel, ne olursan ol yine gel, / İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol
yine gel” dizeleri, O’nun felsefesinin özünü oluşturur.
Mevlâna, tasavvuf felsefesinin özü olan tam bir “vahdet-i vücut”
(varlığın birliği) savunucusudur. Ona göre, her varlık Hak’kın bir ayrı
tecellisidir. Onun için, soyut bir Allah sevgisi yerine, somut bir sevgi, yani
Hak’kı halkta ve halkı Hak’ta sevmek gerekir.
Mevlâna biçimci değildi, her türlü kısıtlamanın karşısındaydı. Edep,
vefa, sabır, eğitim gibi ahlak kavramlarının gerçek anlamını aramayı ve
insanlara bunu öğretmeyi görev edinmişti. Ona göre asıl konu “insan”dı. Din,
felsefe, ahlak, insanı daha mutlu etme yolunda gelişen araçlardı. Bu araçlara
takılıp kalmak, gelişmeyi ve gelişme hızını kesecek yanlış davranışlardır.
Doğru olan, gerçeğe giden yolu bulmaktı ve bu yol, “aşk”tan geçerdi: Sonsuz bir
sevgi; bu sevgi hoşgörü ve vefa kavramlarıyla desteklenecek, beslenecektir. Mevlâna
için, sözünü ettiği bu aşk anlatılmaz, yaşanır; yaşayarak öğrenilirdi. Bu
nedenle, bir gün kendisine “Aşk nedir efendim?”
diye soran bir öğrencisine, “Ben ol da
bil!..” yanıtını vermişti
Mevlâna’nın ilkelerinden ve İslam inancına getirdiği yorumdan Mevlevî
tarikatı doğdu. Ama aslında Mevlâna bizatihi bir tarikat kurucusu değildir.
Mevlevilik onun ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ile halifesi Hüsamettin
Çelebi’nin birlikte hazırladıkları bir örgütlenmeye göre kurulmuştur.
Birleşmiş Milletler kültür
örgütü UNESCO, 2007 yılını “Dünya Mevlana Yılı” olarak
ilan etmişti. Mevlâna Celaleddin-i Rumî, her yıl Aralık ayında Konya’da
düzenlenen törenlerle anılmaktadır. Eserlerinde yer yer Türkçe-Farsça karışık
mülemma (dizelerden her biri farklı bir dilde yazılmış) şiirler de bulunan şiirlerinin
her biri İslâm şark klasiği olan eserleri, o dönemin yoğunluklu olarak edebiyat
dili olduğu için Farsça yazılmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’nın eserlerinin
tümünü Türkçeye kazandırdı. Başta “Mesnevi”si olmak üzere “Divan”ı
ve diğer eserleri dünyanın pek çok diline çevrildi.
Mevlana İçin Ne Dediler?
“Dünyanın felsefe çığırları arasında hiç
değişmeyen bir tanesi vardır ki, Budda’dan, hattâ insanın kendi mânâsı üzerinde
düşünmeğe başladığı tarihten bu güne kadar, neyse odur ve başka hiçbir felsefe
doktrini, onun kadar kendi kendine sâdık ve eşit kalmamıştır. Bundan ötürü
Philosophia Perennis (ebedî felsefe) adı ile de anılan mistik (tasavvufî)
düşünce, zamanımız dünyasını da büyüsü içine almıştır.
Tasavvufî şiir yazan pek çoktur. Doğuda İkbal,
Batıda Eliot gibi bu şiirin modern temsilcilerinin peşinde genç şair orduları
görüyoruz. Fakat bunlardan hiçbiri, Mevlânâ kadar tam, katıksız ve gerçek bir
aşkla yalnız tasavvufî değil, tasavvufun da şiirini yazmamıştır. Onun son
haddinde rasyonel ve aydınlık olduğu halde, aklın hudutlarını fersah fersah
aşan, baygınlık derecesinde bir aşk ve cezbe halindeki şiiri, Sünnileri olduğu
kadar Şiileri de sihirlemiş ve Mevlevî tarikatinde birbirine en düşman mezhepleri
birleştirmiştir.
İslâm dininde reform lâzım mı, mümkün mü diye
hâlâ çatışıp duruyoruz. Mevlânâ’yı görmüyor muyuz? Müslümanlığı kuru
kaidecilikten, softalıktan ve Kur’anı Askerî Ceza Kanunu şeklinde yorumlamaktan
kurtaran muazzam şair, İslâm dinine fânî ve ebedî aşkı (beraber), musikîyi ve
raksı, yobazların hâlâ haramdır diye terter tepindikleri bütün güzellik
unsurlarını sokmuştur. Hem de 600 küsûr yıl önce. İşte İslâmın en büyük
reformcusu! Hangi softa ona kâfir diyebilir? Onun adı ve hâtırası önünde
eğilmeyen Müslüman yoktur. Fakat onun inkılâpçı görüşünü anlamayan Müslüman pek
çoktur ve yobazlıkları da bu anlayışsızlıktan gelir.
Allah’a doğru kartal kanatlarını açan ve uçan
Mevlânâ Celâleddin Rumî, yalnız mezhepleri değil, bütün dinleri de birleştiren
büyük Tanrı aşkının en samimî temsilcisi olduğu için, Doğuda olduğu kadar
Batıda da altıyüz küsûr yıldır, büyük hayranlar toplamağa devam eder. Eğer
Konya törenini dünyaya ilan etseydik, Konya şehri değil, ovası bile her din ve
mezhepten insanlarla dolup taşardı. (Turistik imkânlarımız malûm olduğuna göre,
bereket ki ilân etmemişiz.)
En büyük talihsizliklerinden biri, yıllardan
beri onun merkadini ziyaret etmek istediğim halde, bu mübarek günde bile
emelimi gerçekleştirmeğe muvaffak olamayışımdır. Fakat yıllardan beri
istisnasız her gün, onun içimden ayrılmayan ruhuna fâtihalar yollar ve korkunç
sıkıntı anlarımda büyük ruhâniyetinden medet umarım. Ondan gelen imdadın beni
ölümden bile kurtardığına ait hâtıralarım vardır. Şu anda içimi dolduran
hudutsuz hayranlık ve minnet sıcaklığı beni ona doğru uçuruyor gibi. Sanki
gözlerimi yumsam Konya’da olacağım. Törene katılanlarla birlikte fotoğrafım
çekilecek kadar. Hazret-i Mevlânâ’yı hakkiyle sevenler ve anlayanlar bu hissin
bir hurafe olmaması ihtimalini de anlarlar.” (Peyami Safa)
ESERLERİ:
Mesnevi (Tasavvuf ve
tekke edebiyatımızın başlıca kaynaklarındandır. Kur’an ayetleri ve hadislerden
ilhamla öğütler ve hikâyelerden oluşmuştur. 6 cilt, 1973-74), Divan-ı Kebir
(Gazellerinin çoğunda Şems-i Tebrizî imzasını kullandığı için Divan-ı Şems-i
Tebrizî diye de bilinen 5 ciltlik bir eserdir. 1959), Fih-i Ma Fih
(Mevlâna’nın hayatı ve dönemi hakkında bilgiler veren önemli mensur bir eserdir.
1959), Mecalis-i Sab’a (Camilerdeki vaazlarından oluşmuş. 1965), Mektûbât
(1963), Rubailer (1964; Mevlâna’nın Rubaileri adıyla Âsaf Halet
Çelebi çevirisi, 2002).
KAYNAKÇA:
S. Nüzhet Ergun / Mevlâna (1932), Feridun Nafiz Uzluk / Mektubât-ı Mevlâna
(1937), Tahir Olgun (Tahirül Mevlevî) / Mesnevi Dersleri (1949), Abdülbaki
Gölpınarlı / Mevlâna Celaleddin (1951) – Mesnevi Şerhi (6 cilt, 1974), Mehmet
Önder / Mevlâna’nın Huzurunda (Maurice Barres’ten, çev., 1963) – Mesnevi’den
Hikâyeler (1969), Âsaf Halet Çelebi / Mevlâna ve Mevlevilik (1957), Feyzi
Halıcı / Mevlâna Güldestesi 16 Kitap (1961-76), İsmet Zeki Eyuboğlu / Mevlâna
Celaleddin (1989), Mahmut Toptaş /Mevlâna’da Cihad (1989), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) – Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) – Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007)
– Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) –
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
Aruz
ölçüsüyle manzum çeviri: Abdullah Öztemiz
(Hacıtahiroğlu)
BİSMİLLÂHİRRAHMÂNÎRRÂHİM
Dinle ney’den duy neler söyler sana.
Sızlanır hep ayrılıklardan yana:
«Kestiler sazlık içinden, der, beni;
Dinler, ağlar: Hem kadın, hem er beni.
Göğsü, göz göz ayrılık delsin de bir,
Sen o gün benden işit özlem nedir.
Her kim aslından uzak düşsün: Arar;
«Asl» a dönmekçin bir uygun gün arar.
Dost’a kâh yoldaş olup, kâh düşmana.
İnleyip sesler duyurdum her yana.
Dost olur -zannınca- her insan bana.
Sırlarım gel gör ki meçhûldür ona.
Sırlarım olmaz iniltimden uzak.
Her göz etmez fark, işitmez her kulak.
Saklı
olmaz birbirinden can ve ten,
Canı görmekçin izin yok bil ki sen!
– Bir ateştir, yel değildir ney sesi;
Kim
ateşsizdir: Yok olsun böylesi.
Sevgiden ağlar eğer ağlarsa ney,
Sevgiden
çağlar eğer çağlarsa mey.
Ney
o şeydir: Perde yırtıp perdesi,
Dost
edinmiş dosta hasret herkesi.
Hem
devadır ney denen şey hem zehir,
Bir
bulunmaz arkadaştır: Hemfikir.
Anlatır ney: Aşkı Mecnûn’un nedir,
Kanlı bir yoldan haber vermektedir.
Müşterî ancak kulak: Söz satsa dil,
Ancak âşık akla mahrem, böyle bil!
Derdimizden gün zamansız dolmada,
Her
yanış bir günle yoldaş olmada.
«Geçti gün!» der, etmeyiz yersiz keder;
Var ol, ey sen tertemiz insan! yeter.
Kandı her varlık: Balık kanmaz suya,
Rızk eğer eksikse: Gün dolsun mu ya!
Anlamaz olgun adamdan, ham adam;
Söz hem az hem öz gerektir; vesselâm.
Kır oğul zincîri! hür gez, hür konuş!
Yok mu altundan gümüşden kurtuluş?
Kaldırıp
deryâyı aktarsan eğer
Bir dolumlukdan çok almaz destiler.
Dolmaz «açgöz kimse»nin göz destisi.
Pek kanâatkâr sedef: Var incisi.
Gömlek aşk uğrunda yırtılsın hele,
İlgi katmaz artık azgın hırs ile.
Ey doyulmaz aşkımız sen mutlu ol!
Çünkü sensin çâresiz her derde yol.
Hastalıktır boş gurur: Dermânı sen;
Sen: Felâtun, Câlinus, Lokmân’ı sen.
Arşa sıçrar aşka düşmüş her beden;
Dağ da âşık olsa hoplar sevgiden.
Tûr’a bir gün cân olup aşk adlı nûr,
Düştü Mûsâ, kendisinden geçti Tûr.
Ben
de olsam böyle sırdaş sâhibi,
Sır bırakmaz anlatırdım ney gibi.
Her kimin yoktur dilinden anlayan,
Sanki dilsizdir: Konuşsun bin lisan.
Bağ,
nasıl artık gönüller eğlesin?
Soldu gül, bülbül neden bahseylesin?
Sevgilin, her şey; ey âşık! perde sen,
Bil ki cânân ölmez, âşıktır ölen.
Her kimin yok aşka dâir nesnesi,
Bir kanatsız kuştur, uçmaz böylesi.
Öncü: Dost olmazsa şâyet; ben fakir,
Ön nedir bilmem ve bilmem son nedir.
Anlatır
aşk en bilinmez nesneyi;
Ayna
hiç gizler mi aksetmiş şeyi?
Yâ
senin aynan niçin vermez akis?
Çünkü tutmuş üstü, kat kat pas ve is.
Kurtarırsan
pas ve isden aynanı.
Parlatır nûruyla aynan her yanı.»
(Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî / Mesnevî; Kendi vezniyle manzum çeviri: Abdullah Öztemiz, yeni
eklerle 2. bas. 1989).
Yüce
Allah, üstünlük bakımından gözyaşını, şehitlerin kanlarıyla bir tutmadadır.
Kimin
gönlü illetlerden arınmışsa onun duası, ululuk sahibi Allah’a kadar varır,
makbul olur.
Eğer
duada güzel bir nefese sahip değilsen yürü, özü sözü doğru kardeşlerden dua
iste!
Dertsiz
dua soğuktur, bir işe yaramaz. Dertli dua ve niyaz, gönülden, aşktan gelir.
Dua
ederken O’na kırık bir gönülle el kaldır. Çünkü Allah’ın merhamet ve ihsanı,
gönlükırık kişiye doğru uçar.
Rahmetler
saçan dua kapısını kim vurdu da ona yüzlerce baharla icabet edilmedi?
Allah,
yalvarıp yakaranlara ihsanda bulundu mu onlara ihsan ettiği şeylerle beraber,
uzun bir ömür bağışlar.
Allah,
ne alırsa onun karşılığını verir. Veliler bu sebeple O’na itiraz etmezler.
Bağını
mı yaktı? Sana bir bağ dolusu üzüm ihsan eder, yas içinde neşe verir.
O,
elsiz çolağa el verir. Gamlara maden olan kişiye neşeli, sarhoş bir gönül
bağışlar.
Allah
bize yardım etmek dilerse, bize yalvarmak ve münacatta bulunmak meylini verir.
O’nun
için ağlayan göz ne mübarektir! Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne
mukaddestir!
Her
ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam mübarek bir kuldur.
Akarsu
nerdeyse orası yeşerir; nerde gözyaşı dökülürse oraya rahmet nazil olur.
Yusuf
değilsen bari Yakub ol; onun gibi matlûbuna erişmek için ağla!
O
elbiseyi elde etmek istersen cesedindeki göz çocuğunu ağlat!
Nerede
bir dert varsa deva, oraya gider; neresi alçaksa, su oraya akar.
Bulut
ağlamadıkça yeşillik nasıl güler? Çocuk ağlamadıkça süt nasıl coşar?
Gülmeler,
ağlamalarda gizlidir. Ey sâf ve temiz kişi! Defineyi yıkık yerlerde ara!
Kardeş,
duadan ayrılma! Kabul edilmiş, edilmemiş, bununla bir işin yok senin!
(Konulara Göre Mesnevî’den Özdeyişler, 2005).
Hırsızın
biri, bir yılan oynatıcısının yılanını çaldı. Aptallığından onu ganimet
saymaktaydı.
Yılan
da, hırsızı soktu, inleterek öldürdü. Yılancı ise, yılanın zehirlemesinden
kurtulmuş oldu.
Yılancı,
o ölü adamı görüp tanıdı: “ Onu benim yılanım öldürdü, canından etti.
Hırsızı
bulayım da yılanımı ondan alayım, diye dua edip duruyordum. Gönlüm, yılanımı
bulmayı istiyordu.
Allah’a
şükürler olsun ki, o dua kabul edilmedi. Ben duamın kabul edilmeyişini ziyan
sandım ama, bana faydıymış” dedi.
Nice
dualar da vardır ki, helâk olmanın ve ziyanın tâ kendisidir. (Kusurlardan)
münezzeh olan Allah, kereminden dolayı onları kabul etmez.
(Konulara Göre Mesnevî’den Özdeyişler, 2005).
Ey
yiğit kişi! Erkeklerin kadınlara üstünlüğü kuvvet, kazanç ve mal-mülk
bakımından değildir.
Öyle
olsaydı, aslan ve fil daha kuvvetli olduklarından dolayı insandan daha üstün,
daha yüce olurdu.
Erkeklerin
kadınlardan üstün olması erkeğin, kadına nazaran daha çok işin sonunu
görebilmesindendir.
Erkek
de, işin sonunu tahmin edip göremezse, bu becerisi olanlara karşı kadın gibi
noksan sayılır.
İnsan,
yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza’dan bile cesur olsa yine
de hükmetme hususunda
karısının esiridir.
Görünüşte
su, ateşten üstündür …
Fakat
ikisinin arasına bir tencere (sevgi) girdi mi ateş o suyu kaynatır,
buharlaştırır, yok eder.
Görünüşte
su nasıl ateşten üstünse sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona
mağlupsun, onu istemektesin.
Kadınlar,
akıllı erkeklere karşı galip gelirler, fakat cahil kişiler kadınları mağlup
ederler.
Bu
tür cahiller, sert ve kaba olan insanlardır.
Bunlarda
acıma, lütfetme, sevme duygusu azdır; çünkü yaratılışlarında hayvanlık duygusu
üstündür.
Sevgi
ve acıma insanlık özelliğidir, hiddet ve şehvet ise hayvanlık.
Kadın,
Hak nurudur, sevgili değil; sanki yaratıcıdır (doğurgan), yaratılmış değil!
(Konulara Göre Mesnevî’den Özdeyişler, 2005).
Düşman
(nefsin) her ne kadar dostça söylerse de, her ne kadar taneden, yemden
bahsederse de sen
onu tuzak say!
Sana
şeker verirse sen onu zehir bil; bir lütufta bulunursa onu kahır bil!
Bu
nefis cehennemdir; cehennem ise bir ejderhâdır ki harâreti denizlerle bile
sönmez.
Bütün
bir âlemi, bir lokma edip yutar da yine midesi “Daha fazla yok mu?”
diye bağırır.
Bizim
nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüzler, daima küllün
tabiatındadır.
Nefsi
öldürecek ayak da ancak Hakk’ın ayağıdır. Zaten nefsin yayını Hak’tan başka kim
çekebilir?
Şunu
bil ki; safları bozup dağıtan aslanla savaşmak kolaydır; asıl aslan ise,
nefsini mağlûp edendir.
Vücudunda
nefsi ölen kişinin emrine güneş de tâbidir, bulut da. Âdem Peygamber, nefis
zevkine bir adım attı da cennetin baş köşesinden ayrılma zinciri, boğazına
geçti.
Melek,
Şeytandan kaçar gibi Adem’den kaçmaya başladı. Bir lokma ekmek için ne kadar
gözyaşı döktü.
Ercesine
onu savaşa çek, yiğitçe onunla vuruş ki, Allah da sana vuslatıyla karşılık
versin!
Nefsin
sağ elinde tespih ve Kur’ân vardır; ama yeninde de hançer ve kılıç gizlidir.
Onun
Mushafına, riyasına kanma; kendini onunla sırdaş, hâldeş yapma!
Kendine
gel de kargaya benzeyen nefsin ardından koşma. Çünkü o, seni mezarlığa götürür;
bağa, bahçeye değil!
Sen,
onun elini bağlamazsan o, senin elini bağlar. Sen, onun ayağını kırmazsan o,
senin ayağını kırar.
Ey
hevâ ve hevesini gizlice tazeleyen! (Sen) imanını tazele, fakat (sadece) dilinle
değil!
Hevâ
ve heves taze oldukça iman taze olmaz; zira hevâ, o kapının kilidinden başka
bir şey değildir.
Gönlümüzdeki
bütün bu gamlar, hevâ ve hevesimizin, varlığımızın tozundan, dumanından meydana
gelir.
Bu
kökümüzü söken gamlar, ömrümüzün orağına benzer. ‘Bu böyle oldu, şu şöyle oldu’
demeler de kuruntulanmızdır.
Hevâ
ve hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol; zira seni Hakk’ın yolundan çıkaran,
yolunu şaşırtan, odur.
Hakk’a
(karşı) mest olmuş (kişilerden) başka bütün halk, çocuktur. Hevâ ve hevesinden
kurtulmuş kişiden başka bâliğ yoktur.
Ey
Allah’tan yalnızca “hu” ismiyle yetinen! İlâhi kadeh olmadıkça hevâ
ve heveslerden nasıl geçeceksin?
Şüphe
yok ki hevâ ve hevesi terk etmek acıdır; ama Allah’tan uzak olma acılığından
elbette daha iyidir.
(Konulara
Göre Mesnevî’den Özdeyişler, 2005).
Mevlânâ,
bu hikâyede iki toplumsal konuyu dikkatleri çeken bir üslupla dile
getirmektedir. Birincisi, eşler arasındaki uyumdur, ikincisi, yol gösterme
iddiasında olanla yolda ilerlemek isteyen samimi kişinin arasındaki ilişkidir:
Yoksul
bir kadın, çektikleri sıkıntılardan dolayı kocasına sitem eder. Mevlânâ durumu
kadının diliyle tablolaştırır:
“Ekmeğimiz yok; katığımız, dert ve
kıskançlık. Testimiz yok; suyumuz, gözümüzden akan gözyaşı.
Gündüz elbisemiz güneş ışığı; gece yatak
ve yorganımız, ay ışığı.”
Bey, hanımına hayatın değersizliğini
anlatarak cevap verir:
“Tatlı yaşayan, acı ölür. Bedenine
tapan, canını kurtaramaz.
Koyunları ovadan alırlar, daha semiz
olanı öldürürler.”
Devam
eder:
“Bizim eşimizsin; eş, aynı
özellikli olmalı ki işler güzelce sonuçlansın.
Eş birbirinin örneği üzere olmalı,
ayakkabı ve çizmenin iki eşine bak.
İki ayakkabı eşinden biri ayağa dar
gelirse, her iki eş de senin işine yaramaz.
Kapının eş kanatları; biri küçük, diğeri
büyük? Orman aslanının eşini, hiç kurt gördün mü?
Deve üzerinde bu biri boş, diğeri malla
dolu çift çuval, denk olmaz.
Ben kanaat yolunda gönlüm güçlü
gidiyorum; sen niçin serzenişe doğru gidiyorsun?”
Hanımsa, yaşadığı zorlukları ve
kocasının gayretsizliğini bilmektedir; onu, derdi konuşturur.
“İddia ve davet saçmalıklarını
söyleme. Git, kibir ve gururdan söz etme.
Ne zamana kadar tumturaklı ve iş-güç
sözü? Kendi iş ve durumuna bak da utan.
Kibir, çirkindir; ama dilencilerin kibri
daha da çirkindir. Soğuk ve kar günü ve de o sırada elbise ıslak!
Ne zamana kadar iddia, söz, hava ve
bıyık? Ey, evi örümcek evi gibi olan sen!
Kanaatle sen, ne zaman canını
aydınlattın ki? Kanaatlerden, sen, -sadece- isim öğrendin.
Peygamber dedi: Kanaat nedir? Hazine.
Sense, hazineyi eziyetten ayırt etmiyorsun.
Bu kanaat, akar hazineden başka bir şey
değildir. Sen laf etme. Ey akar gam ve eziyet!
Sen bana eş deme, koltuklama. İnsaf
eşiyim; aldatma eşi değilim.
Havada sineğin damarından kan alıyorsun,
nasıl emirle, beyle adım atarsın?
Köpeklerle şu kemik yüzünden
boğuşmaktasın; içi boş ney gibi inlemektesin.
Bana doğru aşağılayıcı şekilde gevşek
gevsek bakma da senin damarlarında olanı söylemeyeyim.
Aklını benden fazla mı gördün? Ben az
akıllıyı nasıl gördün?
Gafil kurt gibi bize saldırma. Ey, senin
aklının utancındansa, akılsız olmak daha iyi!
Aklın, madem, halkın bağıdır; o akıl
değildir, yılan ve akreptir, o.
Senin zulmün ve hilenin hasmı, Allah
olsun. Senin üstünlüğün ve aklın bizden eksik olsun.”
Hanımın,
kocasının ilahî takdirden ve kanaatten söz etmesi üzerine söyledikleri,
toplumda herkesi ilgilendiren özelliktedir. Allah’ın adı anılarak, dualar
okunarak yakalanan yılan, Hakk’ın adıyla kandırılanlara benzetilir. Hikâyede
yakalanmış yılan dile gelir; herkese ibrettir sözleri:
“Sen beni, kalabalıklara rüsvâ
etmek için, Hakk’ın adıyla aldattın.
Beni, Hakk’ın adı bağladı; senin görüşün
değil. Hakk’ın adını tuzak yaptın; yazık sana!
Hakk’ın adı, senden benim adaletimi
alır. Ben, Hakk’ın adına canımı ve bedenimi teslim ettim.
Ya, benim sokmamla canının damarını
keser, ya da benim gibi seni zindana atar.”
Adam
cevap da sessiz kalmaz:
“Dedi: Ey kadın! Sen kadın mısın,
yoksa hüzünle, babası mı? Fakirlik, benim övüncüm oldu, başıma kakma.
Mal ve altın, baş için şapka gibidir.
Şapkaya sığınan kişi, keldir.”
Yoksulluğuna
değer verir:
“Yoksulluk işi, senin kavrayışının
ötesindedir. Fakirlik tarafına gevşek gevşek bakma.
“Yoksulluk işi, senin kavrayışının
ötesinde fakirlik tarafına gevşek gevşek bakma.
Çünkü dervişler/yoksullar, mal ve mülkün
ötesindedir.
Yücelik sahibi Allah’tan derin rızkları
vardır.”
Dinleyen
de dikkatli olmalıdır:
“Dinleyici susuz ve istekli olursa,
öğüt veren ölü de oha söyleyici olur.
Dinleyici canlı ve diri olursa, dilsiz
söz söylemekte yüz dilli olur.”
Koca,
sonuçta ağır söyler:
“Ey kadın! Savaşı ve yol kesmeye
terk et; etmiyorsan, beni terk et.
İyi ve kötüyle savaşmanın, benim için,
ne yeri var? Çünkü gönlüm barışlardan da ürküp kaçıyor.
Susarsın, yoksa hemen şu anda evi barkı
terk ediyorum.”
Kadın,
bunun üzerine eşine eş olduğunu duyurmak ister, gözünde yaş ve gönlünde sığınma
arzusu vardır:
“Kadın, yokluk yolundan girip dedi:
Ben, sizin toprağınızım, hanım değilim.
Bedenim, canım ve neyim varsa senindir.
Hüküm ve buyruk, bütünüyle senindir.
Yoksulluk nedeniyle gönlüm sabırdan
sıyrıldıysa, kendim için değildir, bu, senin içindir.
Sen dertlerimde benim için deva idin.
Ben, senin yoksul olmanı istemiyorum.
Senin canın uğruna, kendim için
değildir, bu. Bu ağlamam ve inlemem senin içindir.
Şahsım, vallahi senin şahsın için her
nefes önünde ölmeyi ister….
Önüne kılıç ve kefen koyuyorum. Önüne
boynumu uzatıyorum, boynumu vur.
Acı ayrılıktan mı söz ediyorsun? Her ne
istersen yap, fakat bunu yapma.
Sende benim için gizli bir af dileyici vardır.
Bensiz, o seninle gizli bir şefaatçi.
İçinde özrümü dileyen, senin huyundur.
Ona güvenerek gönlüm suç işlemek istedi.”
Sonra Mevlânâ, hanımın, kocasının
yanındaki yerine işaret eder:
“Ağlamasız da o, bizzat gönül
alıcıydı. Ağlaması ve hayhuyu haddi aşınca,
O yağmurdan bir şimşek çaktı, o biricik
adamın gönlüne bir kıvılcım düştü.
Onun güzel yüzüne kul olan adam, hanımı
kulluğa başlayınca nasıl olur?
Gururundan dolayı gönlünün titrediği
kişi, senin önünde ağlayınca nasıl olursun?
Nazıyla gönlün ve canın kanlandığı,
niyaza başlarsa nasıl olur?”
Söylediklerine
özlü bir söz ekler, Mevlânâ:
“Sevgi ve incelik, insanlık
vasfıdır; öfke ve şehvetse, hayvanlık vasfıdır.”
Aynı
üzüntü beyde de görünür:
“Dedi: Canımın canına hasım nasıl
oldum? Benim canımın başına tekmeler nasıl vurdum?
Kaza gelince, göz kapanır da bizim
aklımız, ayağı baştan ayıramaz.
Kaza geçince, kendini yer. Perdesi
yırtılmış, yakasını yırtar.
Adam dedi: Ey hanım! Pişman oluyorum.
Kafir idiysem, Müslüman oluyorum.
Senin günahkârınım, merhamet et. Beni,
tamamen kökten, dipten koparma.”
Hikâye
içerisinde yer verdiği iddiacı şeyh ile samimi mürit ilişkisine dair
ifadelerine gelince, önce bu yol göstericinin özelliğini ortaya koyup ikaz da
bulunur:
“Üstün değildir, seni nasıl üstün
yapacak? Işık vermiyor, seni karartacak.”
Ancak
bu tür kişiler, halkı kendilerine çağırmaktan da geri durmaz ve gerçek acıdır:
“Yıllarca yarın vaadiyle insanlar,
o kapının etrafında bulunmuş olur, -ama’ yarın gelmez.
İnsanın sırrının az çok açığa çıkması
için uzun zaman gerekir;
Beden duvarının altında hazine mi
vardır, yoksa yılan, karınca ve ejderha mı?
Bir şey olmadığı anlaşılınca isteklinin
ömrü gitmiş olur; anlamanın ne faydası olur?”
Ancak
yine de yolunda samimi olan istekli kişinin samimiyeti kendini kurtarabilir; ümitsizliğe
yer yoktur. Bu tür önderler, azaba uğrar. İstekli olanlarsa, kurtulurlar;
iddiacı şeyhin, yani önder sandıkları kişilerin çok ilerisinde yer edinirler:
“Her ne kadar şeyhi can sandı, ama
ceset çıktıysa da, o, kendi iyi niyetiyle bir yere varır.
Gece ortasında kıbleyi araştırmak gibi;
kıble yok, ama onun o namazı geçerli.”
(Adnan Karaismailoğlu, Mevlana ve Kültürümüz)
Saf bir adam
günlerce çalışıp kazandığı para ile bir kuzu satın aldı. Boynuna ip bağlayarak
evine doğru yola koyuldu. Onu takip eden bir hırsız, ardından yetişip kuzunun
ipini kesti.
Bir süre
kuzusunun çalındığını fark edemeyen adam geri dönüp baktığında neye uğradığını
şaşırdı.
—Eyvahlar olsun,
kuzumu çalmışlar! diye bağırdı. Üzgün bir şekilde oraya buraya koşarken kuyu
başında ağlayan bir adam gördü.
—Ne oldu yahu,
seninde mi kuzunu çaldılar? diye sordu. Adam az önce kuzunun ipini kesip
götüren hırsızdan başkası değildi.
—Hiç sorma
hemşerim, ömrüm boyunca biriktirdiğim bir kese altınımı kuyuya düşürdüm. Onun
için ağlıyorum. Senin elinde bir ip var, eğer aşağı inip keseyi çıkartırsan yüz
altının yirmisini sana veririm.
Saf adamın gözleri
büyümüştü.
—Yirmi altın ha?
Onunla bir kaç deve satın alabilirim. Kuzuyu kaybettik ama develere
kavuşabiliriz, diyerek hemen soyunup kuyuya indi. O, bin bir zahmetle indiği
kuyu dibinde altın kesesini boş yere ararken hırsız, elbiselerini de toplayıp
gözden kaybolmuştu.
Saf adam dışarı çıktığında durumu fark
etmiş, hemen ataların ünlü sözünü hatırlamıştı. Başını elleri arasına alıp:
—Az tamah çok
zarar verir, diye mırıldandı.
Hz.Mevlâna
Mesnevisinde; Ormanlardaki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa, yine
Mesnevi’ye son yoktur.Dünya var oldukça, insanlar yaşadıkça, Mesnevi’nin şiiri
de yaşar durur, okunur, zevk alınır, diye buyurmaktadır. “Dünya durdukça
yaşayacak, okunacak olan Mesnevi’yi Hz. Mevlana neden Türkçe söylemedi de
Farsca söyledi!” diye itiraz edenler olduğu gibi, Mevlâna’yı İranlı zannedenler
de vardır. Böyle düşünenler, dillerin geçirdiği safhalardan haberi
olmayanlardır. Çünkü diller de insanlar gibi doğar, büyür, gelişip kemale erer.
Eğer Mevlâna, Mesnevisi’ni Türkçe söyleseydi, XIII. Yüzyıldaki şairler gibi,şiirleri
çok sönük olur, kendiside eserleriyle dünyaya ışık tutan Mevlâna olamazdı.
Asırlardan beri çeşitli dünya dillerine tercüme edilen Mesnevi’si de tüm
zamanların ölmez şaheserleri arasına girmezdi. Hz. Mevlâna’nın anadoluya teşrif
buyurduğu XIII.asırda Anadolu çürksesi çok zayıftı. O devirlerde yaşayan
şairlerin şiirlerini okuduğumuz zaman, bunu çok açık bir şekilde görebiliriz.
Mesela; XIV., XV. Asırda yetişen şairlerle, XVI. Asırda gelen Fuzuli, XVII.
Asırda gelen Yahya Efendi, XVIII’inci asırda gelen Nedim’in şiirlerine
baktığımızda dillerin zenginleşmiş, güzelleşmiş olduğunu görürüz.
XIII.
asır Türkçe’sine göre Farsça çok zengin bir dildi. Sadece Hz. Mevlâna değil o
devrin bütün alimleri ilmi eserleri Arapça, tasavvufi eserleri de Farsça
yazıyorlardı. Avrupa’da da alimler kendi öz dilleri ile değil, Latince
yazıyorlardı. Ancak XIII. Yüzyıldan sonra ilk defa Dante İtalyanca bir eser
yazdı. O dönemin en tanınmış yazarları eserlerini Latince yazmışlardır. Bu
hususun daha iyi anlaşılması için, çok açık bir örnek olarak XIII. Asrın zayıf
Türkçe’siyle edebi bir dil olan Farsça arasındaki farkı Sultan Veled
Hazretlerinin şiirlerinde görmek mümkündür.Sultan Veled’in Türkçe şiirlerini
okuduğunuzda çok cılız,zayıf,zevksiz bir ifade görürüz.Halbuki Farsça yazdığı
şiirleri okuduğumuz zaman,Hz.Mevlâna’nın Divan-ı Kebir’inde bulunun manevi
zevki hissederiz. Sultan Veled’in Farsça şiirleri derin manalı, ahenkli çok
güzel şiirlerdir. O kadar güzel ki İngiliz müsteşriklerden Nicholson “Şems-i
Tebrizi Divanı’ndan Seçmeler” adıyla bir kitap hazırlayarak İngilizce
tercümeleriyle birlikte yayınlamıştır. Bu kitaba Sultan Veled’in Farsça bir
şiirini de Mevlana’nın sanarak yanlışlıkla almıştır. Çünkü Sultan Veled’in
Farsça şiirleri Türkçe şiirleriyle kıyaslanmayacak kadar güzellikte olup babası
Hz. Mevlâna’nın şiirleri gibi çok deirn manalı çok güzel,mistik, tasavvufi
şiirlerdir.Yakın tarihde, en büyük örnek ise Tagor olmuştur.Hint şarilerinden
Tagor, şiirlerini eğer kendi Bengal diliyle yazıp neşretseydi, İngilizce dilini
kullanmasaydı, bugün Tagor’u kimse tanımaz, şiirleride dünyada
bilinmezdi.Akıllara şu soru gelebilir.
“Yunus Emre şiirlerini Türkçe söyledi. Yunus’un şiirleri de Hz. Mevlana’nın şiirleri
gibi ölmeyerek günümüze kadar geldi.”Yunus Emre, Anadolu Türkçe’siyle, Oğuz
lehçesiyle yazmıştır. Yunus Emre’nin dili çok temiz ve güzel bir Türkçe; ama
zengin değil. Yunus bir dere, bir ırmak gibi çağlayarak akıp gelmiştir
günümüze. Hz. Mevlâna ise, bir umman, bir deniz gibi coşmuştur. Mevlâna’nın çok
genç yaşlarda babasının arkasında yürüdüğünü görenler “bir ırmağın arkasından
koca bir deniz yürüyor”, demişlerdir. Coşkun bir aşk deryası, koca bir umman
olan Hz. Mevlâna, küçük bir dereye sığamazdı.Tekrar ediyorum ki diller çocuk
gibidir asırlar geçtikçe gelişir güzellerşir, kemale erer.Fatih Sultan Mehmet
İstanbul’u zaptettiği zaman Akşemsettin Hazretlerinin rüyasıyla Ebâ Eyyübü-l Ensâri
Hazretleri’nin kabri keşfedildi. Eba Eyyub-il Ensari Hakkında Ak Şemsettin Hazretleri şu beyti söylemişti; Yetişmez mi
bu şehrin halkına bu nimet-i bâri, Resul-i Ekrem’in yari Eba Eyyub-il Ensari,
Bendeniz de bu beyitten ilham alarak Konya halkı için şunu söyleyeceğim;
Yetişmezmi bu Konya halkına, bu nimet-i bâri, Bahâeddin Veled oğlu Celâlü’d-dini’r-Rûmi…
(*) Bu yazı Şefik Can’ın
III. Uluslararası Mevlâna Kongresi’ne sunmuş olduğu, “Selçuklu Kültüründe
Mevlâna’nın yeri” adlı bildiriden, ansiklopedimiz için H. Nur Artıran
tarafından “Mesnevi” adıyla özetlenmiştir.
biyografya
Şair ve siyasetçi (d. 18 Aralık
1939, Kahramanmaraş – Ö. 5 Temmuz 2008, İstanbul). İstiklal Ortaokulu’nu
(1953), Kahramanmaraş Lisesini (1959) bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi
ve Ankara Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi gördükten sonra 1963’te öğrenimine
ara vererek askere gitti. Askerliğinden sonra Ankara Üniversitesi DTCF Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümünü (1971) bitirdi. Milli Eğitim Bakanlığı Basın
Bürosunda memur, Millî Kütüphane Süreli Yayınlar Şubesinde müdür yardımcısı,
Kahramanmaraş’ta edebiyat öğretmeni ve İl Kütüphanesinde müdür, İstanbul Türk
Musikisi Devlet Konservatuarında genel sekreter, Sanayi Bakanlığı İnsan Gücü
Eğitim Dairesinde daire başkan yardımcısı olarak görev yaptı. Akabe
Yayınlarının ve Mavera dergisinin yönetimini üstlendi. Bir süre Devlet
Planlama Teşkilatı (DPT)’nda sözleşmeli personel olarak çalıştı. 1987 yılında
Anavatan Partisi (ANAP) listesinden Kahramanmaraş milletvekili seçilerek
parlamentoya girdi. Ardından İstanbul’a yerleşerek (1991) çalışmalarını orada
sürdürdü.
Erdem Bayazıt’ın ilk şiiri,
1956’da K.Maraş Gençlik gazetesinin sanat ekinde yayımlandı. Liseden
mezun olduğu yıl bir sene okula ara verdi, bu sürede Gençlik gazetesinde
günlük yazılar yazdı ve Cumhuriyet gazetesi için muhabirlik yapmaya
başladı. Sonraki yıllarda şiir ve yazıları; Hamle, Yeni İstiklal (1966),
Diriliş, Çıkış, Büyük Doğu, kurucularından olduğu Edebiyat, Mavera
ile Yedi İklim dergilerinde yer aldı. Lisedeyken arkadaşları olan Cahit
Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alaattin Özdenören ile birlikte, önceden Nuri
Pakdil’in çıkarmış olduğu Hamle’yi birkaç sayı çıkardı. Engizekdava gazetesinde
sanat sayfası hazırladı. Nuri Pakdil’in çıkardığı mahallî Hizmet gazetesinde
sanat-edebiyat sayfası düzenledi. Necip Fazıl’ın Erenköy’deki evinde yapılan sohbetlere
katıldı. O yıllarda, başta Pakdil olmak üzere, Sezai Karakoç, Fethi Gemuhluoğlu
ve Necip Fazıl’dan etkilendi. Bayazıt, fikirlerinde Necip Fazıl’ın, gönlünde
Gemuhluoğlu’nun, estetik zevkinin oluşmasında Pakdil’in, şiir düşüncesinde ise
Karakoç’un etkili olduğunu belirtir (Ahmet Ersöz, Ardımızdaki Yıllar).
İlk şiir kitabı olan Sebep
Ey’de topladığı, müslümanların emperyalizme başkaldırışını yansıtan
şiirleri büyük ilgi gördü. Şairin şiir anlayışına göre, şiirde mutlaka tarihî
bir boyut olmalı, fizik ötesine bir açılım ve günlük hayatın yansımaları
görülmelidir. Şiirinde mesaj ön plandadır. Poetik anlayışı öncelikle Büyük Doğu’yla ve Sezai Karakoç’la
biçimlendi. Sebep Ey’de büyük şehrin içtenliksiz ortamından doğaya kaçış
özlemini konu alan anlatımlarını Risaleler’de sürdürdü. Ayrıca
şiirlerinde, toplumun beylik kanılarına, resmî ideolojiden hayatımıza yayılan
standart düşüncelere şiddetle karşı oldu. Onun, Risaleler kitabında
“dava şiirine” yöneldiği söylendi. Hece dergisinin şiir özel sayısında
poetik görüşünü şöyle özetledi:
“Bütün yarattıklarını kuşatan, mutlak olan, tek değişmez Allah!
Yeryüzünde Tanrının halifeliği makamında insan oturuyor. Ve insan yaratıcısına
ulaşmanın bir yolunu arıyor. Karınca kaderince benim de aradığım başka bir şey
değil.”
Bayazıt, Afganistan gezisi
izlenimlerini topladığı İpek Yolundan Afganistan’a adlı kitabıyla
Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülünü kazandı (1981). İkinci şiir kitabı Risaleler
ile de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 1987’de Yılın Şairi seçildi. Türkiye
Yazarlar Birliği ve Parlamenterler Birliği üyesidir. 2004’te Strasbourg’da TYB
tarafından düzenlenen Türkçenin 5. Uluslararası Şiir Şöleni kapsamında Yahya
Kemal adına düzenlenen büyük ödüle layık görüldü.
ESERLERİ:
ŞİİR: Sebeb Ey (1972), Risaleler
(1987), Şiirler (ilk iki kitap bir arada, 1992; üçüncü kitabı da içeren
yeni baskısı yapıldı), Gelecek Zaman Risalesi (1998).
GEZİ: İpek Yolundan
Afganistan’a (1981).
KAYNAK:
Aylık Dergi (Temmuz-Eylül 1982), Gurbet Edebiyat Dergisi (sayı: 8, Şubat 1984),
Rasim Özdenören / Bir Şairin Ünlemi “Sebeb Ey” (Ruhun Malzemeleri, 1986),
Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (1973, s. 557-564), İhsan Işık /
Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) – Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) –
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2007, 2009), Recep Garip / Sebep Ey Üzerine… Erdem Bayazıt’la (Ay Vakti
seçkisi, Kasım 2000), TBE Ansiklopedisi (c.1, 2001), Ahmet Kabaklı / Türk
Edebiyatı (c. 4, 11. bas. 2002, s. 703-704), Sezai Coşkun / Erdem Bayazıt’la Söyleşi: Şiir Aşkın Bir
Dil Arayışıdır (Yedi İklim, Temmuz 2004), Türkiye
Kültür ve Sanat 2009 Yıllığı (2009).
-Nuri Pakdil’e-
Beton duvarlar içinde bir çiçek açtı
Siz kahramanısınız çelik dişliler arasında
direnen
insanlığın
Saçlarınız ıstırap denizinde bir tutam başak
Elleriniz kök salmış ağacıdır zamana
O inanmışlar çağının.
Zaman akar yer direnir gökyüzü kanat gerer
Siz ölümsüz çiçeği taşırsınız göğsünüzde
Karanlığın ormanında iman güneşidir gözünüz
Soluğunuz umutsuz ceylanların gözyaşına sünger.
Gün doğar rüzgâr eser bulut dolanır
Rahmet şarkısı söyler yağmurlar
Alnınız en soylu isyandır demir külçelere
Gürültü susar, ses donar, sevgi tohumu patlar
Sessiz bir bombadır konuşur derinlerde.
Ey bizim sabır yüklü toprağımızın kutsal ağacı
Sen bize hayatsın umutsun mezarlar kadar derin
Bizi tutan birşey varsa dirilten o sensin
Üzerinde uyuduğumuz yavru kuşların
tüy
renkli sıcaklığı.
Ey damarlarımızda donan buz yüklü heykeller
beldesinden
Yıkıntılar sonrası sarındığım şefkat anası
Ey dağları yerinden oynatan ses, ey mermeri toz eden
rüzgâr
Ey âlemi donatan ışık, toprağa can veren el.
Gün olur toprak uyanır, ağaç uyanır, uyanır böcekler
Sarı bozkır titrer çıplak dağlar yeşerir gök yıkanır kirli
dumanlardan
Su coşar deniz kabarır, canlanır ölü şehirler
Yemyeşil bir rüzgâr eser yıldızlar arasından.
Şimdi siz taşıyorsunuz müjdenin kurşun yükünü
Çatlayacak yalanın çelik kabuğu
Sizin bahçenizde büyüyecek
Îmanın güneş yüzlü çocuğu.
Ürperir tabiat üfleyince rüzgârı derin gök soluğu
Ulu ses dokununca çarka
Düşer ölümün gölgesi eşyaya.
Başlar eşyada hareket kurtulmak için kendinden
Daha öteye geçmek için arınmak gibi elbiseden
Yakalar ölümsüzlüğün sonsuz ipini
Sonra ses olur
Zamanın idrâk incisi ses döner döner döner de
Yönelir sebebe
Sebeb ey
Sesi damarla çizer
Mutlak sözü damarda kanla çizer
Uzar bir göz ağrısının gecesi uçsuz bir nehir gibi
Bir bebeğin ilk hecesi düşer ağzından ansızın ve buhur
Aklı yontan o sonsuz sesi bulur
Sonra toprak sıkışır sıkışır taşar da renk olur tarlada
Güneşin çarpılmış elçisi Van Gogh’la gelir önümüze
Portakalla yayılır karanfilde tutuşur karar kılar denizde
Renk denizde karar kılan ebedi tarla olur.
Renk başkaldırırken helezonlar çizerken ses
Som fatih su fetheder tabiatı
Döner döner döğünür eritir dağları yobaz kayaları
Daha der sığmaz kabına yönelir göğe teslim olur
Ve düşerken toprağa çağırır
Sebeb ey
Her sabah bütün bitkiler iştahlı bir çocuktur
Emer emer emerler toprak anayı
O sultan hazinesi o hep veren sonsuz cömert anayı
Yeşil hayat kırmızı hareket sarı sabır emerler
Ve beyaz iman çizer sesini
Tamamlar kavisini
Sebeb ey
Bu şehirden gidiyorum
Gözleri kör olmuş kırlangıçlar gibi
Gururu yıkılmış soy atlar gibi
Bu şehirden gidiyorum
İnsanlar taş gibi bana yabancı
Ağaçlar bensiz hüküm giyecek bulvarlarda
Bir tambur bir yalnızlığı anlatıyorsa
O ışıksız pencereden
Ben onu duymuyor gibiyim
Bir ağaç ölüyorsa kapınızın önünde
Ben onu bile duymuyor gibiyim.
Bu şehirden gidiyorum
Gömerek geceyi içime
Sabahın hüznünü beklemeden
Gidiyorum bu şehirden.
(…)
Erdem Bayazıt’ın şiiriyle ilk tanışmamın garip bir macerası var: Erdem Bayazıt
bana bir şiir okuyor. Bu şiiri bir daha okumasını istedim. Bir daha.. Üçüncü
tekrarından sonra ezberledim. Bu şiir Kar
Altında Hüzün Denemesi adlı şiirdir.
Bu
şiirin o zaman üzerimde bıraktığı etki, sanıyorum Dostoyevsky’nin Beyaz Geceler romanını okurken yaşadığım
ruh haliydi. O yıllarda sadece benim değil benim yaşımdaki şiirle ilgili
herkesin okuduğunda düşmesi muhtemel bir haldi. Oysa bu şiir, bir şuur
patlamasının ve bir gizli savaşın içine mutlaka aşk karıştırılmış bir
manifestosu olarak algılanmalıdır. Yazının başında ettiğim onca kelâma dikkat
isterim. Bu dikkati de bugün gelinen noktada, birçok kalem erbabının edindiği
yatay veya eğik duruşun aksine Erdem Bayazıt’ın yitirmediği dik ve emin duruşa
çevirmek niyetindeyim. Erdem Bayazıt bu şiirinde bir dünya talep etmektedir. Bu
talebi de şiirini hem eğip bükmeden, hem de dünyevî bir emele âlet etmeden ve
yılları izleyerek her yaşın idrâk ve fehmine cevap veren canlılığını sürdürerek
yapmaktadır.
“Belki bulmağa gidiyorsun
kaybettiğimiz
o insan ve
tabiat çağını”
(…)
Şiirin kendisi gibi Erdem Bayazıt’ın şiiri de kişisel bir ahlâk teklif etmiyor.
Şu demek: Erdem Bayazıt önerisini kendisine yapıyor. Bu hem bir ahlak önerisi
değil, ancak yaşanılan yahut yaşanılması şair tarafından arzulanan bir hissetme
biçimidir. Birer çizgidir bu şiirlerde bize aktarılan. Bu yüzden Erdem Bayazıt
bir niyeti ve bu niyeti gerçekleştirme yolunda bir yordamı bulunan sıradan,
hatta çok sıradan biri gibidir. Duruşunun çizgiye benzetilmesinin sebebi de bu
ahlâka dair sadece kendi alanını bağlayan biçimidir. Eğimi vardır fakat eğri
değildir; kıvrımları vardır fakat kıvırgan değildir. Bu yüzden savaşçıdır fakat
saldırgan değildir. Burada bir tenakuz yoktur. Bu duruşu onu iyi bir şair ve
iyi bir sanatçı yapan en önemli unsurlardan birisidir. Eğer sanatının büyüklüğü
oranında kendi kişiliğini öne çıkarsaydı, o kişilik karşısındaki okuyucu,
şairin eserinden çok kişiliğini öne çıkaracak ve eseri ıskalayabilecekti. Bu
yüzden Erdem Bayazıt’ın söyledikleri ve teklif ettiklerine dair okuyucuda
uyanması muhtemel şuura bel bağlanmalıdır. Bu da her hangi bir şeyi teklif
etmesinden değil, sadece takdim etmesindendir. Sanatçı ile zorba arasındaki
fark da buradadır.
Bu
huzur verici olduğu kadar da muhaliflerini tedirgin edici ahlak yapısı ayrıca
şiirin özel duruşunda da bazı tehlikeleri ihtiva etmiyor mu? Etmez mi? Erdem
Bayazıt’in duyuş ve algılayış alanlarını dayadığı bu sağlam ahlak yapısı,
şiirle olan alış verişinde sözün hakkını yememek, yahut sözü geldiği haliyle
şiire koymak sonucunu doğurmuştur. Bu şiirde genellikle tehlikeli bir alan olan
güven duygusundan kaynaklanıyor olmalıdır.
(Hece dergisi, sayı: 86,
Şubat 2004)
“Erdem Bayazıt
bir şiirinde “Adım Müslüman” diye açıklar kimliğini. Bu, onun şiirini
hangi açıdan tespit etmemiz konusunda önemli bir ipucu verir elimize. Böylece
onun şiirini hiçbir yanlış anlamaya yer vermeden çözümleyip yorumlayabiliriz.
Erdem Bayazıt’ın şiiri, çağlardan beri sürüp gelen Müslümanın yaşam trajedisini
anlatmak ister. Bu trajedinin kahramanı ‘Müslüman’ çağlardan beri ezilmiştir,
zulme ve ihanete uğramıştır ve bugün, kendi durumunu görerek bu kölece şarta
başkaldırmıştır. Artık bileklerindeki ve beynindeki ihanet kelepçesinin
farkındadır ve sesini yükseltmektedir: ‘Elbet kıracağım bir gün bu ihanet kelepçesini.
“Erdem Bayazıt, Cahit
Zarifoğlu gibi karışık imgelere, uzak çağrışımlara başvurmaz. Cahit Zarifoğlu,
müslümanın yaşantısının özenilir ve özlenir yaşantı olduğunu belirleyebilmek
için çoğunlukla anılara yönelir, toplumun bilinçaltını dile getirir. Erdem
Bayazıt’taysa bilinçaltı yok gibidir, geçmişe değil, geleceğe yöneliktir ve bu
görünümüyle köktenci (radikal) bir niteliktedir şiiri. Onun geçmişe yönelişi
bile bir hesaplaşma biçiminde ortaya çıkar, yitirilmiş geçmiş için sorar: ‘Biz
vardık, şimdi o biz nerede?’ Bu yanıyla Erdem Bayazıt, Akif İnan’dan da
ayrılır. Akif İnan, kendine özgü bir dünya kurmuştur, bu dünyada her şey yerli
yerindedir, yerleşmiştir ve İnan, bu yerleşik düzen içinde konuşur. Erdem
Bayazıt’sa zamanından ve çevresinden memnun değildir. Varolan bir düzenden
kurtulup, yeni bir düzen aramanın içindedir. Daha açık bir deyişle şiirlerinin
işlevleri ayrıdır. Akif İnan, var olacak bir dünyayı varmış gibi göstererek ve
okuyucuyu o dünyaya çekerek anlatır ülküsünü, o ülküyü okuyucunun düşüncesine
sindirmek, onda yaşatmak ister gibidir. Erdem Bayazıt’sa varolan dünyayı bir
olgu, değiştirilmesi gereken bir veri olarak kabullenir ve o ülkünün geleceği
muştusunu, umudunu verir.”
biyografya
Şair ve yazar
(D. 13 Nisan 1914, Beykoz / İstanbul – Ö. 14 Kasım 1950, İstanbul). İlk birkaç
şiirinde Mehmet Ali Sel imzasını da kullandı. Cumhurbaşkanlığı Armoni
Orkestrası Şefi Veli Kanık’ın oğlu. Çocukluk yıllarını İstanbul’da geçirdi. 1921
yılında Beşiktaş Akaretler İlkokuluna yazıldı. Daha sonra Galatasaray Lisesinin
ilk kısmına nakledildi. 1925 yılında babasının tayini nedeniyle Ankara’ya
göçtüler. İlkokulun son sınıfını Ankara’da, Gazi Mustafa Kemal İlk Mektebinde
okudu. 1932 yılında Ankara Gazi Lisesini bitirdi. 1933 yılında İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne girdi.
Üç yıl sonra buradaki
öğrenimini yarım bırakarak, 1935 yılında bir süre yardımcı öğretmen olarak
çalıştı. Arkasından Ankara’ya dönerek, 1936 yılında PTT Umum Müdürlüğü Telgraf
İşleri Reisliği Milletlerarası Nizamlar Bürosunda memuriyete başladı. 1942-44
yılları arasında Gelibolu’da yedek subay olarak askerliğini yaptı. Askerlik
dönüşü, Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosunda çalışmaya başladı. 1945’te
başladığı görevinden 1947’de istifa ederek ayrıldı. 10 Kasım 1950’de, Ankara’da
karanlık bir sokakta yürürken bir çukura düşerek başından yaralandı. 13
Kasım’da İstanbul’a gitti. Baş ağrısı şikâyetiyle yatırıldığı hastanede alkol
zehirlenmesi teşhisi konularak tedaviye alındı. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Hastanesinde öldüğünde, ölüm sebebinin beyin kanaması olduğu anlaşıldı. Aşiyan Mezarlığında toprağa
verildi.
Şiire çocuk
yaşlarda ilgi duyan Orhan Veli’nin “Anneme” adlı ilk şiiri, Balıkesir’de
çıkan Gençleryolu dergisinin 15 Mayıs 1929 tarihli 6. sayısında
yayımlandı.
Lise yıllarında,
Ankara Erkek Lisesinin yayın organı Sesimiz dergisinde de çalışmaları
yayımlanan Orhan Veli, asıl çıkışını yaptığı Varlık dergisinde 1936
yılından itibaren görünmeye başladı. İlk şiirlerinde Necip Fazıl etkisinde
görünen Orhan Veli’nin Garip tarzındaki ilk şiirleri, Varlık dergisinin
15 Eylül 1937 tarihli sayısında yayımlandı. Bu tarihten itibaren, liseden
arkadaş olan üç şair; Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday
birlikte hareket ederek aynı tarzda şiirler yazdılar. Ortaya koydukları yeni
tarzın “garip” bulunması üzerine anlayışlarını “Garip” olarak adlandırdılar.
Yazdıkları şiiri, yapmak istedikleri işi ortaya koyan bildiriyi Orhan Veli
kaleme aldı. Bu bildiri “Garip” başlığıyla Varlık dergisinin 154.
sayısında (1 Aralık 1939’da) yayımlandı. Garip şiirinin çıkış bildirisi,
1941 yılında üç arkadaşın ortaklaşa yayımladıkları “Garip” adlı ortak
esere önsöz olarak konuldu. Bu eserde Orhan Veli’nin yirmi dört, Oktay Rifat’ın
yirmi bir, Melih Cevdet Anday’ın on altı şiiri vardır.
Özellikle bu tarihten
sonra Garip akımı Türk şiirinde rüzgâr gibi esmeye başladı. Bütün kuralları
bozulmuş, Cumhuriyetin başlarında plânlanan hece şiiri Garip’in müdahalesiyle
tamamlanmamış bir proje olarak kaldı. Garip’in Türk şiirine gelişi de, gidişi
de hızlıdır. İlk başlarda herkesi etkisi altına alan akım daha Orhan Veli’nin
sağlığında terk edilmeye başlandı. Akım, en önemli işlevini İkinci Yeninin
yolunu açarak yerine getirmiş oldu. Yine de Garip hareketi doğrultusunda
yazılan şiirler, modern Türk şiiri içinde uzun yıllar en geniş okuyucu kesimine
sahip oldu.
Orhan Veli’nin,
birlikte çıkış yaptıkları arkadaşlarıyla yolları 1945’te ayrıldı. Garip’in
ikinci baskısından Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’ın şiirleri çıkarıldı.
1945 basım tarihli “Garip”te, sadece Orhan Veli’nin şiirleri vardır.
Oktay Rifat’la ortaklaşa yazıp imzaladıkları “Ağaç” ile “Kuş ve
Bulut” şiirleri bile kitap dışı bırakıldı. Orhan Veli’nin bu davranışı, tek
başına akıma sahip çıktığı anlamına gelmektedir. Oktay Rifat ve Melih Cevdet
Anday daha sonra İkinci Yeni akımının etkisine girdiler. Fakat son şiirlerinde
ilk başta koydukları kuralları esneterek şiir yazmaya başlayan Orhan Veli de
tekrar “şairaneye” dönme eğilimleri gösterdi.
Orhan Veli Kanık’ın şiirleri dört dönemde
incelenebilir:
1. İlk şiirleri 1936-40 yılları arasında gençlik
eğilimlerini işlediği; resim ve müzik etkisindeki biçimce hececilere yakın
fakat arayış içinde olduğu belli olan 38 şiiri kapsar. 2. Garip dönemi de dört
yıl sürer: 1941-45. “Bu kitap sizi alışılmış şeylerden şüpheye davet
edecektir” kuşak-bandıyla satılan Garip kitabını da Orhan Veli hazırlar. Bu
küçük kitapta küçük insanın yaşayışı, aşk, çocukluk, yaşama sevinci, savaş
karşıtlığı ve İstanbul çok işlenen temalardır. 3. Garip sonrası döneminde şiir
eleştirileri yayımlar: 1945-49. Küçük öykücüklü şiirlerle birlikte folkloru da
işler. 4. Yaprak dergisi 1 Ocak 1949-15 Haziran 1950 tarihleri arasında
28 sayı çıkar. Yarı edebî yarı siyasi bir kavga dergisidir. (Dergi, Orhan
Veli’nin ölümü üzerine arkadaşları tarafından anısına saygı olarak “Son
Yaprak” adıyla bir sayı daha çıkarıldı.) Memet Fuat’ın şairin başyapıtı
saydığı İstanbul’u Dinliyorum şiiri de bu döneme aittir.
1946 yılında
ikinci kitabı Destan Gibi’yi, 1947’de üçüncü kitabı Yenisi’ni
çıkardı. 1947 yılında, Fransız şiirinden yaptığı tercümeleri Fransız Şiiri
Antolojisi’nde topladı. 1948’de, Şevket Rado’nun isteğiyle La Fontaine’in
Masalları’nı dilimize kazandırdı. 1949’da,
sağlığında yayımlanan son şiir kitabı Karşı’yı çıkardı. Ölümünden sonra, eserlerinin yeni
basımları Varlık, Can, Adam ve Yapı Kredi yayınlarınca yapıldı. Asım Bezirci,
Memet Fuat eserleri hazırladı. Sözlüklü, açıklamalı, karşılaştırmalı basımları
yapılmadı. Şiirleri tek kişilik oyunlar biçiminde Müşfik Kenter, Sönmez Atasoy
gibi tiyatro sanatçılarınca sahnede seslendirildi.
Orhan Veli İçin Ne Dediler?
“Orhan Veli,
Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in şiiri, dar ve özel anlamda gerçekçi
bir şiir. Yaşamak için gerekli yaşamayı, ekmeği kazanmak
cinsinden bir yaşamayı, toplumdaki yanından ve düz olarak anlatıyorlardı.
Şiir ‘fevkalâde’nin değil, ‘alelâde’nin anlatılışıydı. Şairanelik
alay konusu olmuştu. Kelime şiirde ve düzyazıda farklı kullanışta
değildi. Savaş gibi güçlü bir şoktu bu şiir. (…) Türk şiirinin
üstüne bir Roma kartalı gibi hegemonya kanatlarını germişti.” (Sezai
Karakoç)
***
“Bizim kuşak
Orhan Veli’nin Garip’yle şiirin farkına vardı.” (Turgut Uyar)
***
“Orhan
Veli’nin kavgası edebiyatımızın en büyük kavgasıdır, buna inanıyorum.
Bu kavganın yurdumuzdaki bütün şiir köklerini büyük büyük ırgalayan bir
işlevi oldu. Irmağın yatağını daha doğal bir vadiye indirdi.” (Cemal
Süreya)
***
“Dönüp arkamıza bakınca, ‘Garip Hareketi’nin
şiirimizdeki ‘tahribatını’ daha açık görmekteyiz: Türk şiiri, geleneksel sesini
yenileyecek yerde, onu ‘kaybetmiş’; handiyse ‘çeviri şiir’ kılığına girmiştir;
genç şairlerin çoğu, vezindir kafiyedir ahenktir imgedir vb. şiir altyapısını
bilmiyor; bir ‘tekerleme’ bulup, iki de ‘espriyle’ destekledi mi, ‘şiiri
kurtardım’ sanıyor; dahası, şiirin hemen bir çağrışım yükü taşımayan uydurma
kelimelerle yazılması, buna özellikle dikkat edilmesi; bu da yazılanın duyarlık
ve etkileme gücünü azaltıyor-, hasılı, ülkemizde mizah nasıl dönüp dolaşıp
‘sululuk’ hâline gelmişse; şiir de öyle, ya kelime cambazlığı, ya alaycı
tekerleme, ya da söz soytarılığı düzeyine indirilmiştir; bunda elbette
Garip’çilerin vebali çok!
“Yazık
oldu Türk şiirine! (Attila İlhan)
***
“Orhan Veli’nin getirdiği küçük adam’ın, bu
adamın değerlerinin bir katkısı oldu mu Türk şiirine, Türk kişisinin dünyayı
algılamasına? Bir aşamaydı; sonradan sağlıklılık ve bağışıklık verecek,
geçirilmesi, yaşanması önlenemez bir kızamıktı. Getirdiği insan yaşasaydı
(aslında kıyıda köşede bugün de yaşıyor ama biraz daha değişmiş bir biçimde)
sürdüremezdi keyifli küçüklüğünü. Bana kalırsa, getirdiği insan anlayışı
açısından büyük bir deneydir Türk şiiri için. Farkına varmadan, bilmeden bütün
potansiyelleri bir gülümsemeye bozmuştur. Bu, bir ihanet değildir kuşkusuz.
Bugün farkına vardığımız bir sonuçtur. Geleneği gelişmemiş bir ülkede şiirden
şairaneliği sürüp çıkarırken, başka bir takım değerleri de sürüp çıkarmakta
olduğunun bilincine varmamış olması, bağışlanamaz. (İkinci Yeni denilen şiirin
haklılığı, aşırılığı biraz da bu yüzdendir: küçük de olsa, büyük de olsa, bir
‘insan’ dramının varlığını gözden kaçırmamak değil yaşayıp durmak.” (Turgut Uyar)
ESERLERİ:
ŞİİR:
Garip
(Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’la birlikte, 1941; yalnız kendi şiirleri,
1945), Vazgeçemediğim (1945), Destan Gibi (1946), Yenisi
(1947), Karşı (1949), Orhan Veli Bütün Şiirleri (1951), Çeviri
Şiirleri (1982), Sakın
Şaşırma (Seçmeler) (2002), Bütün Şiirleri (2003).
DİĞER ESERLERİ:
La Fontaine’nin
Masalları (2 kitap, 1943), Nasrettin Hoca Hikâyeleri (1949), Orhan
Veli / Nesir Yazıları (1953), Bütün Yazıları–I (1982), Bütün
Yazıları–II (1982), Şevket Rado’ya Mektuplar (haz. Emin
Nedret İşli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday ile mektuplaşmaları, 2002).
KAYNAKÇA: Oktay Akbal / Modern Şiirimizin Triosu
(Uyanış, 25.9.1941) – Şair Dostlarım / Orhan Veli (1.2.1952), Baha Dülger /
Orhan Veli’yle Konuşma (Tasvir, 21.3.1947), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998)
– Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors
(2005) – Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 4, 2013) – Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Cemal Süreya / Şapkam Dolu
Çiçekle (3. baskı, 1991) – Güvercin Curnatası (1997), Milliyet Sanat Garip
Şiiri Özel Sayısı (Milliyet Sanat, 1.11.1991), Hikmet Altınkaynak / Yeni Türk
Şiiri ve Orhan Veli Kanık (Yaşasın Edebiyat, sayı: 15, Ocak 1999) – Dünyayı
Paylaşan Yazarlar (2001), Sadun Tanju / Eski Dostlar (2002), İbrahim Oluklu / Seni Yazarak (Balıkesir, 2003).
biyografya
MUTASAVVIF, ŞAİR, FİLOZOF (1207 – 1273)
Tasavvufta Mevlevi akımının öncüsü olan Mevlana, aynı zamanda düşünce adamı ve şairdir. Tüm dünya çapında da bilinen önemli bir şahsiyettir.
kaynak tarihiolaylar
William Edmondstoune Aytoun (d. 21 Haziran 1813, Edinburgh – ö. 4 Ağustos 1865, Elgin, Moray, İskoçya), hafif şiirleri ve parodileriyle ünlü İskoç şair. İskoçya edebiyatında ortaya çıkan mizahh yergi üslubunu önemli ölçüde etkilemiştir. Edebiyatçı bir ailenin çocuğu olan Aytoun İskoçya tarihini ve baladlarını sevmeyi annesinden öğrendi.
Edinburgh Üniversitesi’nde ve Almanya’da öğrenim gördükten sonra 1840’ta İskoçya barosuna alındı. Aynı yıl Blackwood’s Magazine adlı dergiye Theodore Martin ile ilk ortak çalışması olan mizah ve yergi yazılan yazdı. Daha sonra bunlar Bon Gaultier Ballads (1845) adıyla yayımlandı. “Sir Patrick Spens”den yola çıkarak yazdığı “The Queen in France” (Kraliçe Fransa’da) ile “The Massacre of the Macpherson” (Macpherson Katliamı) adlı parodileri de burada yer aldı. Sonraki yazarlar, özellikle de Bab Ballads (1869) adlı yapıtında W. S. Gilbert bu parodileri örnek aldı.
William Edmondstoune Aytoun 1844’te Blackwood’s’un yazı kadrosuna katılarak siyasetin yanında başka konulara da değinen makaleler yazdı. Ertesi yıl Edinburgh Üniversitesi’ne atanarak edebiyat ve retorik dersleri verdi. Kısa süre sonra yayımladığı Lays of the Scottish Cavaliers (1848; iskoç Şövalyelerinin Ezgileri) adlı Stuart yanlısı balad dizisi çok tutuldu. Daha sonra hafif şiire geçen Aytoun, Spazmodik okul(*) diye bilinen, kaotik imgelere ve abartılı duygulara ağırlık veren şairler grubunu büyük bir ustalıkla alaya aldığı Firmilian, or the Student of Badajoz, a Spasmodic Tragedy (1854; Firmilian ya da Badajoz’un Öğrencisi, Bir Spazmodik Trajedi) adlı yapıtını yayımladı.
William Edmondstoune Aytoun 1858’de 2 ciltlik Ballads of Scot-land’ı (İskoçya Baladlan) ve Martin ile birlikte çevirdiği Poems and Ballads of Goethe’yi (Goethe’nin Şiirleri ve Baladlan) yayımladı. Norman Sinclair (1861) adlı yapıtında 19. yüzyıl başı İskoç törelerini ele aldı.
kaynak:nkfu
Frank Kobina Parkes, tam adı francis ernest kobina parkes (8 Mart 1932, Gana – 23 Mayıs 2004, Akra, Gana), gazeteci, radyo yayımcısı ve şair. Üslubu ve Afrika’nın geleceğine olan güveni büyük ölçüde Senegalli şair David Diop’un etkisiyle biçimlenmiş, şiirleri pek çok antolojiye alınmıştır.
Gana’da Accra ve Sierra Leone’de Free Town’da öğrenim gördü. Bir süre gazetecilik yaptıktan sonra Radio Ghana’da çalışmaya başladı. Gana Yazarlar Birliği’nin başkanlığını üstlendi ve 1965’te Songs from the Wilderness (Yabandan Şarkılar) adlı şiir kitabını yayımladı. Frank Kobina Parkes sözcük ve deyimlerin sık sık yinelendiği serbest nazımla yazılmış ritmik şiirlerinde Afrika’ya özgü her şeyi, insanının rengini, yerel müzik, dans ve törenleri romantik bir yaklaşımla yüceltti. Kıtada yaşanan acılan anımsatarak okurlarını Siyahlar üzerinde hâlâ süren baskılara (örn. Güney Afrika’da) karşı bir şeyler yapmaya çağırdı; büyük devletleri insanların gereksinimleri yerine atom silahları ve Ay’a yolculukla uğraşmaları yüzünden eleştirdi. Geçmişin sömürge yöneticilerini geriye bıraktıkları kötü miras nedeniyle suçladı. Tıpkı Diop gibi, Afrikalıların kendi çabalarıyla görkemli bir gelecek kurabileceklerine duyduğu güçlü inancı dile getirdi.
1970’lerin başlarında Accra’daki Haberleşme Bakanhğı’nda çalışmaya başlayan Parkes’in şiirleri başta Messages (1971; Mesajlar) ve Katchikali (1971; Uzak Yerlerden Şarkılar) olmak üzere çeşitli Afrika ve Gana şiiri antolojilerinde yer aldıysa da başka şiir kitabı yayımlanmadı.
kaynak:nkfu
Robert Friedrich Moritz Anhegger (d.1911 Viyana – 27 Mart 2001), Türk Alman Kültür Derneği’ nin kurucusu, Alman Türkolog ve araştırmacı. Zürich, Viyana ve Berlin üniversitelerinde hukuk ve İslam bilimleri eğitimi gördü. Balkan tarihine ilgi duyduğu için Türk dili, Slav dilleri ve iktisat tarihi üzerinde çalıştı. 1940’da Türkiye’ye yerleşti. Bir süre İstanbul’daki Alman Arkeoloji Enstitüsü’nde çalıştı.
1955’te Ankara’da Alman Büyükelçiliği’nin girişimleriyle oluşturulan Türk-Alman istişare İşleri Kurulu adına, 1956’da İstanbul Alman Lisesi’nde Almanca kurslarını başlattı. 1957’de ise, Behçet Necatigil, Adalet Çimcoz vb kişilerin yardımıyla (adı önce İstanbul Kültür Derneği olan) Türk-Alman Kültür Derneği’ni kurdu ve genel sekreterlik görevini üstlendi. Daha sonra Türk-Alman istişare Kurulu başkanlığına Prof. Macit Gökberk’in gelmesiyle kurul-dernek ilişkileri sıkılaştı. Dernek 1962’de Türk-Alman Kültür Merkezi adını aldı, 1977’de de Türk-Alman Kültür İşleri Kurulu Derneği adıyla bugünkü hukuksal statüsüne kavuştu.
Bu arada Anhegger, 1969-73 arasında Amsterdam’da Alman Kültür Enstitüsü’nün müdürlüğünü yaptı, aynı zamanda Türkiye ile Hollanda arasındaki kültürel ilişkilerin geliştirilmesine yardımcı oldu. Hollanda Pen Kulübü üyeliğine seçildi. Birçok Türk yazar ve şairin Uluslararası Rotterdam Festivali’n-de tanıtımını sağladı. Türkiye’ye döndükten sonra 1977’de emekli oldu.
Almanya, ABD, Avusturya, Hollanda ve İsviçre’de çeşitli makale ve kitapları basılan Anhegger’in Türkiye’de yayımlanmış yapıtları arasında Beitraege zur Geschichte des Bergbaus im Osmanishen Reich. I Europaeische Türkei (1944, Osmanlı İmparatorluğu’nda [Rumeli] Madencilik) ve Meral Alpay ile birlikte yazdığı Türkiye Çocuk ve Gençlik Kitapları (1977) sayılabilir. Ayrıca çeşitli dergilerde divan şiiri, Osmanlı tarihi ve Türk sanat tarihi ile ilgili yazıları yayımlanmıştır.
kaynak:nkfu
Nicanor Parra (d. 5 Eylül 1914, San Fabian, Şili – 23 Ocak 2018, La Reina, Şili), yaşadığı dönem İspanyol-Amerikan şiirinin en önemli adlarından, “karşı şiir” olarak bilinen akımın öncüsü Şilili şair.
Fizik ve matematik öğrenimi gördü. 1952’den sonra Şili Üniversitesi’nde kuramsal fizik dersleri verdi. İlk şiir kitabı Cancionero sin nombre (1937; Adsız Şarkı Kitabı) hem olumlu, hem olumsuz eleştiriler aldı. Parra sonradan bu kitabını reddetmişse de, bu şiirlerin konuşma diline ve yer yer teklifsiz bir dile dayalı üslubu, mizahi tonu ve klasik biçimleri hafif bir tarza uyarlaması sonraki “karşı şiir”lerinin habercisi oldu.
Şiiri özgürleştirip yığınlara ulaştırmaya çalıştığı Poemas y antipoemas (1954; Şiirler ve Karşı Şiirler) Parra’ya hem ülkesinde, hem de dünya çapında ün kazandırdı.
Kitapta yer alan şiirler grotesk ve saçma bir dünyanın olağan sorunlarını ironik bir bakış açısı ve kara mizahla, açık ve doğrudan bir dille anlatıyordu. Parra, Şili’nin alt sınıflannın yerel deyişlerine ve mizahına yer veren deneysel yapıtı La cueca larga’nın (1958; Büyük Dans) ardından, “karşı şiir” tekniklerini sürdürdüğü Versos de salön’u (1962; Salon Şiirleri) yayımladı. Şiirsellikten uzak basmakalıp bir dil ve ironik sözcük oyunlarıyla daha da belirginleştirilmiş bir hoşnutsuzluk havasının egemen olduğu Obra gruesa (1969; Büyük Yapıt), ilki dışındaki kitaplarından derlenmiş şiirler içerir. Parra 1967’de kısa deneysel şiirler yazmaya başladı ve bunları sonradan Artefactos (1972; Küçük Sanat Yapıtları) başlığıyla, bir kartpostal dizisi olarak yayımladı. Bu çalışmalarda, toplumsal ve felsefi etkisini koruyarak dili en basit biçimine indirgemeye çalıştığı görülür.
kaynak:nkfu
Jean-Antoine de Baïf (d. 1532, Venedik – ö. Ekim 1589, Paris), yedi Fransız şairin oluşturduğu La Pleiade grubunun önde gelen üyesi.
Klasik bir eğitim gördü. 1547’de Jean Dorat’dan ders almak üzere Pierre de Ronsard’la birlikte Paris’teki College de Coqueret’ye gitti. Orada Joachim du Bellay ile, eskilere ve İtalyanlara öykünerek Fransız şiirine yeni bir biçim vermeyi tasarladı. Jean-Antoine de Baïf bu tasarıya, Petrarca’nın soneleri ve Epikuros’un lirik şiirleri tarzında yazılmış yapıtlardan oluşan Les Amours de Meline (1552; Meline’in Aşkları) ve L’Amour de Francine (1555; Francine’in Aşkı) adlı iki kitapla katkıda bulundu. Plautus’un Miles Gloriosus’undan (Palavracı Asker) uyarladığı Le Brave, ou Taillebras (Yiğit ya da Taillebras) 1567’de sarayda oynandı ve yayımlandı.
Hümanist ve diplomat Lazare de Baïf’in evlilik dışı oğlu olan Jean-Antoine de Baïf, sarayın koruması altında, IX. Charles ve III. Henri’nin kendisine bağladığı aylıklardan ve yaptıkları bağışlardan yararlandı. Oeuvres en rime (1573; Uyaklı Yapıtlar) adlı çalışmasıyla geniş bilgisini ortaya koydu. Bu yapıt, Yunan (özellikle İskenderiye), Latin, yeni-Latin ve İtalyan biçimlerine öykünerek yazdığı mitolojik şiirler, egloglar, epigram ve sonelerden oluşmaktaydı. Jean-Antoine de Baïf’in manzum çevirileri arasında Terentius’un Eunuchus’u {Hadım) ve Sophokles’in Antigone’si sayılabilir.
Jean-Antoine de Baïf çok yönlü, yaratıcı bir şair ve deneyciydi; örneğin sese dayalı bir yazım sistemi geliştirip kullandı. Müzikçi Thibault de Courville ile birlikte, Platon’un şiir ve müziğin birliği konusundaki kuramlarını geliştirmek üzere, kısa bir süre yaşayan Şiir ve Müzik Akademisi’ni kurdu. Şiir ölçüsüyle ilgili buluşları arasında kendi adıyla anılan 15 hecelik vers baifin de yer alır. Etrenes de poezie fransoeze en vers mezures’ı (1574; Ölçülü Nazımda Fransız Şiirinin Başarıları) ve Jacques Mauduit tarafından bestelenen kısa şarkıları Chansonnettes mesurees (1586; Manzum Şarkıcıklar) kuramlarını örnekleyen yapıtlarıdır. Mimes, enseignements et proverbes (1576; Mimler, Dersler ve Atasözleri) en özgün yapıtı kabul edilir.
Jean-Antoine de Baïf, şiirsel yeteneklerinden çok dil ve biçim konusundaki yaratıcı dehasıyla öne çıkar. Gene de, özellikle kır görüntülerini çizdiği yapıtlarında ve yergi şiirlerinde canlı ve gerçekçi bir betimleme yeteneği göze çarpar.
kaynak:nkfu
Gaius Valerius Catullus, Romalı şair (Verona İÖ 84 – Roma 54). Soylu ve varlıklı bir aileden geldiği, vaktinin çoğunu gezi, eğlence ve okumayla geçirdiği bilinir. Kısa yaşamının en iyi bilinen yanı ise, bütün varlığıyla bağlandığı Clodidya duyduğu büyük aşktır.
Clodius Pulcher’in kızkardeşi Metellus Celer’in eşi olduğu söylenen bu sevgili için Catullus’un şiirde kullandığı ad Lesbia‘dır ve onu konu edinen 25 lirik şir, yüzyıllarca kopya edilerek elden ele dolaşmıştır. Günümüze gelen 116 şiirin aşka ilişkin örneklerinde Soppho’nun izinde görünen Catallus; ağıt, yergi, destan türlerinde ürünler verdi.
kaynak:nkfu
Fuat Alataş, Edebiyat, Öykü, Şiir kategorilerinde eserler yazmış bir yazardır.
Başlıca kitapları alfabetik sırayla; Aklımın Kepenklerini İndirdim, Kendime Göç Ettim olarak sayılabilir.
Fuat Alataş kitapları; Kitapana Yayınevi aracılığıyla kitapseverlerle buluşmuştur.
Fuat Alataş tarafından yazılan son kitap “Kendime Göç Ettim”, Kitapana Yayınevi tarafından okurların beğenisine sunulmuştur.
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
kaynak:nkfu
25 Ekim 1400 yılında da yine aynı yerde Londra’da hayata gözlerini yummuştur. İngilizler’in ilk büyük şairidir. Çeşitli İngiliz tiplerini hicvettiği «Canterbury Tales» (Canterbury Masalları) adlı şaheseri ile Orta İngilizce çağını kapayıp Modern İngilizce çağını açmıştır.
Geoffrey Chaucer 1343 yılında Londra’da doğmuştur. Babası, Kral III. Edward’ın levazımcılarından olan bir şarapçıydı. Küçük yaşta, Kral’ın oğlu Clarence Dükü’nün eşi Elizabeth’in yanında çalıştı. Yüz Yıl Savaşları’nda asker olarak Fransa’ya gitti, esir düştü. Burada bir yıl kaldıktan sonra 1360’ta kurtarılarak İngiltere’ye döndü. Bu devrede yazdığı şiirlerde Fransız etkisi görülür. Fransızcadan kısmen çevirdiği «Le Roman de la Rose» (Gül Destanı) adlı manzumesi bu etkinin güzel bir örneğidir.
Geoffrey Chaucer 1373’te, İngiltere Kralı’nın elçisi olarak kuzey İtalya’da seyahat etti. O günlerde yazdıklarında İtalyan edebiyatının etkisi bellidir. 1386-1400 yıllarında Chaucer yazı hayatında kendini bulmuştur. 1387’den itibaren «Canterbury Tales» adlı eseri üzerinde çalışmaya başladı. Bu eser, Ortaçağ İngiliz toplumunun hemen her sınıfından birçok tipin canlı ve alaylı bir şekilde anlatılması yönünden İngiliz edebiyatında bir ekol meydana getirmiştir. 25 Ekim 1400 tarihinde Londra’da Geoffrey Chaucer’un ölümü ile «Canterbury Tales» yarım kalmıştır.
kaynak:nkfu
Priştineli Mesihi, divan şairi (? 1470 – Bosna 1512). Priştine’li diye de anılır. Gerçek adının İsa olduğu, mahlasını (şiirdeki takma ad) bu yolda yakıştırdığı belirtilir.
II. Bayezit dönemi sadrazamlarından Hadım Ali Paşa’nın divan katipliğini yaptı. Paşasının ölümü üzerine (1511) gerçekten üzüldüğü, yazdığı içten mersiyeyle bellidir. Yine de gereğince pürüzsüz bir yaşamı olmadığı, yalın dilli ve gerçeğe yakın dil ve anlatımının ilgi görmediği şu beytindeki yakınmada açıktır:
“Mesihi, gökten insen sana yer yok
Yürü var gel Arab’dan, ya Acem’den”
15. yüzyılın en başarılı şairlerinden biri sayılmasını gerektiren Divan’ından başka türünün ilk örneği sayılan Şehrengiz‘i Edirne güzelleriyle, güzelliklerini konu edinir. 130 beyitlik bu küçük eser, yerel renklerle özellikleri de yansıtır. Açık ve yalın bir anlatımla doğmuş olan 100 kadar düz yazı mektubu da Gül-i Sad-Berk (Yüz Yapraklı Gül) adlı derlemesindedir.
kaynak:nkfu
Torquato Tasso (1544- 1595), İtalyan edebiyatı Rönesans devrinin en büyük şairlerinden biridir. Sorrento’da doğdu. Babası da şairdi. Tasso, önce hukuk okudu, sonra kendini felsefeye ,edebiyata verdi. Şair olarak ilk ününü, Laura Peperara adındaki sevgilisi için yazdığı lirik şiirleriyle kazandı.
Torquato Tasso, 1570’te, Paris’e giderek, o devrin büyük Fransız şairi Ronsanrd’la tanıştı. Roma’ya döndükten sonra «Aminta» adındaki kır masalını yazdı. En tanınmış eseri olan «Gerusalemme Uberata» (Kurtulan Kudüs)’ü 1575’te bitirdi. Bu eserin şiire getirdiği yenilik ilkin gürültü kopardı. Tasso duygularını, içinden geldiği gibi anlatıyor, bu arada, o zamana kadar alışılmış olan dar şiir kalıplarının dışına çıkıyordu.
Tasso öldükten sonra hayatı efsaneleşmiş, adı İtalyan edebiyatı kadar İtalyan halk masallarının da malı olmuştur.
kaynak:nkfu
Hüseyin Siret ÖZSEVER (1872 – 27 Şubat 1958)
Servet-i Fünun Edebiyatı’nın ünlü şairlerindendir. İstanbul’da 1872 senesinde doğdu. Bazı devlet memurluklarında bulunmuş, aynı zamanda yazıları ile tanınmıştır. Bu arada, devrin istibdat idaresine karşı yazıları ile savaşmış, bu yüzden sürgüne gönderilmiştir.
16 yıl sürgünde yaşayan Hüseyin Siret Özsever, yurda döndükten sonra edebiyat öğretmenliklerinde bulunmuştur. Şiirleri «Leyal-i Girizan» (Ağlayan Geceler) ve «Bağbozumu» adlı kitaplarında toplu olarak yayınlanmıştır.
kaynak:nkfu
Ruhi Bağdadi ya da Bağdatlı Ruhi (1548 – 1605)
Klâsik Türk şiirinin en büyük şairlerinden biridir. Asıl adı Osman’dır. Babasının görevle bulunduğu Bağdat’ta doğdu. Onun için «Bağdadî» (Bağdatlı) diye tanınır. İmparatorluğun Asya eyaletlerinde, şehirlerinde çeşitli görevlerle dolaştı; beylerbeylerin maiyetinde bulundu. Sonunda Şam’da öldü.
Ruhî’nin kaside ve gazellerinde alabildiğine karamsar, alaycı bir lirizm görülür. «Ter-kîb-i bend» şeklindeki 136 beyitli şiiri ile ölümsüz bir ün kazanmıştır; bu manzume, 8’er beyitli 17 bentten meydana gelmiştir. Cevrî, Sâmî, Fehîm, Kabûlî, Abdî, Muallim Naci, Leylâ Hanım, Raşit Efendi gibi birçok şairler bu manzumeye nazire yazmışlardır. En ünlü nazire ise Ziya Paşa’nın «terkîb-i bend»idir. Ruhî, bu büyük manzumesinde, konu birliğini korumayı başararak, mistik bir hava içinde, dünya görüşünü söyler; zaman zaman şiir dilinin şahikalarına yükselir.
kaynak:nkfu
SABİT (1650?-1712)
Büyük Türk şairlerindendir. Bosna’nın Öziçe (Uziçe) kasabasında doğmuştur. Kadılıklarda bulundu; en son Diyarıbekir kadısıydı. İstanbul’da öldü, Topkapı Maltepesi’ne gömüldü.
Asıl adı Alâettin olan Sabit, çağdaşlarını da, sonraki şairleri de çok etkilemiştir. Kaside, gazel ve mesnevilerinde kendine özgü üslûbu açıkça görülür; halk deyimlerini, atasözlerini çok kullanır. Şiirlerini toplayan divanı, «Edhem ve Hümâ», «Ömer ve Leys», «Berbername», büyük Kırım Hanı Selim Giray’ın savaş, zafer ve kahramanlıklarını anlatan «Gazaname» gibi mesnevileri, bir de «Miraçname»si vardır.
kaynak:nkfu
SAMİH RIFAT (1874 – 4 Aralık 1932 Aralık)
Cumhuriyet devrinin en değerli şairlerinden biridir. İstanbul’da doğdu. Öğrenimini özel olarak yaptı, kendi kendisini yetiştirdi. Çok genç yaşlarındayken şiirleri, ilmi yazıları ile kendini tanıttı. 1912’de Konya Valisi oldu. Trabzon Valiliği’nde de bulunduktan sonra iç işleri bakanlığı müsteşarı oldu. Cumhuriyet’in ilanından sonra uzun bir süre Çanakkale milletvekilliğinde bulundu. Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun kurulmasında büyük hizmetleri oldu.
Kendisine özgü lirik, felsefi kuvvetli şiirleri olan Samih Rıfat’ın yurtta milliyet şuurunun uyanmasında, gelişmesinde önemli payı vardır. Türkçe’nin öze ve benliğe yönelmesi konusunda, Atatürk’ün açtığı çalışmaları, derin bilgisi ve inancı ile, ölümüne kadar, gittikçe artan bir hızla yürütenlerden biri olmuştur.
Yaslı gittim, şen geldim;
Aç koynunu ben geldim.
Bana bir yudum su ver
Çok uzak yoldan geldim…
mısraları ile başlayan şiiri, Kurtuluş Savaşı’nın özden destanlarından biridir.
kaynak:nkfu
Friedrich von Schiller (10 Kasım 1759, Marbach am Neckar, Almanya – 9 Mayıs 1805, Weimar, Almanya)
Alman şairlerinin en büyüklerinden biridir. Manzum tiyatro eserleriyle tanınmıştır. Babası, Würtemberg Dukası’nın bahçelerine bakan emekli bir doktordu. Duka, onu, kendi kurduğu askerî okula yazdırdı. Schiller, burada önce hukuk, sonra hekimlik öğrenmeye başladıysa da, onu en çok edebiyat ilgilendiriyordu. 21 yaşında operatör olarak okulu bitirdikten sonra kendini edebiyata verdi.
Goethe gibi, Schiller de hürriyet fikirleriyle yetiştiğinden, diktatörler aleyhine bir piyes yazıyordu. Adını «Die Rauber» (Haydutlar) koyduğu bu eserini 1781’de tamamladı. Kendi hesabına bastırdı. Kitap çıkınca, Duka’ nın hışmına uğradı. Bir daha, sansürden geçirmeden hiçbir eserini yayınlayamıyacağı kendisine bildirildi. Schiller, bu emre rağmen, piyesini oynattı. Hapse atıldıysa da dostlarının yardımı ile hapisten kaçtı.
Mannheim’da takma bir adla saray tiyatrosunda çalışmaya, bir yandan da yeni eserler yazmaya koyuldu. 1784’te «Kabale und Liebe» (Hiyle ile Sevgi) yi yazdı. 1787’de «Don Karlos»u kaleme aldı. 12 yıl kadar üniversitede profesörlük yaptı, felsefe ve tarihle uğraştı. 1798’den sonra yeniden eser vermeye başladı. «Vallenstein», «Maria Stuart», «Die Jungfrau von Orleans» (Orleanslı Genç Kadın), «Die Braut von Messina» (Messina’nın Nişanlısı), «Wilhelm Tell» gibi tiyatro eserlerinden başka birçok şiir, içlerinde en büyüğü «Otuz Yıl Savaşları» olan birkaç tarihi eser yayınladı. 46 yaşında veremden öldü.
Friedrich Schiller’e ölümünden üç yıl önce asillik payesi verilmiştir. Goethe’den sonra Almanlar’ın en büyük lirik, romantik şairi sayılır. Shakespeare’i örnek alarak tiyatroda romantizmi Fransızlar’dan çeyrek yüzyıl önce gerçekleştirmiştir. Sanatta güzellikle, ahlakla faydayı bağdaştırmak başlıca gayesiydi.
kaynak:nkfu
Azmizade Mustafa Haleti (1570-1631 )
«Türk Hayyam’ı» diye tanınmış bir Türk şairidir. İstanbul’da doğdu. Babası şair ve bilgin Pîr Mehınet Azmî Efendi’dir (ölümü: 1582). Hâletî, medrese öğreniminin son kademesini Şeyhülislâm Hoca Sadettin Efen-di’den diploma alarak tamamladı. 21 yaşında müderris’, 1600’de Süleymarıiye müderrisi (bugünkü anlayışımıza göre crd. prof.) oldu. 1602’de meslek değiştirerek hâkimliğe girdi, Şam kadılığına atandı. Daha birçok yerlerde kadılık, Mısır’da genel vali vekilliği ettikten sonra, 1627’de Rumeli kazaskeri oldu. 1631’de İstanbul’da öldü, Sofular’daki konağının karşısında yaptırdığı mektebe gömüldü.
Hâleti, XVII. yüzyılın büyük şairlerindendir, hele rubaileri pek tanınmıştır; bundan dolayı kendisine, rubaileriyle ünlü Ömer Hayyam’dan ötürü, «Türk Hayyam’ı» denilir. Bilgin olarak de pek değerlidir; başta büyük şair Atâî olmak üzere pek çok öğrenci yetiştirmiştir. Ölümünde 4.000 cilt kitap bırakmıştır.
kaynak:nkfu
Bâkî, 1526 /1527 yılında İstanbul’da doğmuştur. Şairin asıl adı Mahmut Abdülbâki’dir. Çocukluğunda iyi bir eğitim gördü. Bâkî, zekâsı ve yeteneği sayesinde kendisini kısa sürede tanıtmayı başarmıştır. Bâkî, bir süre müderrislik de yapmıştır. Kanunî Sultan Süleyman‘ın ölümünden derin üzüntü duyan şair, ünlü “Kanûnî Mersiyesi”ni yazar. 1584’te İstanbul Kadılığına getirilir. Yaşamının sonlarında Anadolu ve ardından Rumeli Kazaskerliğine (kadılıktan bir üst makam) de getirilen Bâkî, o çok arzuladığı şeyhülislamlık makamına bir türlü ulaşamaz. Her seferinde şeyhülislamlığa atanmasını bekleyen şair, bu özlemle 7 Kasım 1600’de vefat eder. ı
Bâkî, yaşama fazla önem vermeyen bir şairimizdir. Ona göre insan yaşamı çok kısadır. İnsan bu kısacık ömründe üzüntüyü bir tarafa atmalıdır. Bâkî’nin şiirlerinde, doğa büyük yer tutar. Şairin en çok sevdiği mevsim bahar mevsimidir.
Eserleri: Divân, Me’âlimü’l – yakîn, Fezâ’ilü’l – Cihâd, Fezâ’ili Mekke, Kırk Hadis Tercümesi.
kaynak:nkfu
NEF’Î (1572 ? – 1635)
Asıl adı Ömer’dir. Erzurum’a bağlı Hasankale’dendir. Doğum yılı kesin olarak bilinmeyen Nef’î, Arapça ve Farsçayı iyi bilmektedir. Nef’î’nin 1603’ten sonra İstanbul’a geldiği ve kısa zamanda padişah ile devletin ileri gelenlerinin dikkatlerini çektiği de kaynaklarda kayıtlıdır. Özellikle hicviyeleri ile ünlü olan şairin, kasidelerinde fahriye bölümlerine çok fazla yer vermesi klasik Türk edebiyatında bir yenilik sayılmaktadır.
Taşkın bir yaratılışa sahip olan Nef’î, şiirlerinde ahenge önem vermiştir. Ancak şair, özellikle kasidelerinde tamlamalı bir dil kullanmıştır. Hicivlerinde zaman zaman taşkınlığa varan söyleyişlere yer veren Nef’î birkaç kez memuriyetten uzaklaştırılmış; bir defa da Edirne’ye sürgün gönderilmiştir. IV. Murat’ın yasaklamasına rağmen hiciv söylemekten vazgeçmemesi ve Sadrazam Bayram Paşayı da hicvetmesi üzerine öldürülmüştür. Şairin Türkçe ve Farsça olmak üzere iki divanı ile hicivlerini topladığı Sihâm-ı Kaza adlı bir eseri bulunmaktadır.
Nef’î, kendisinden sonra gelen pek çok şair üzerinde etkili olmuştur.
kaynak:nkfu
Ibycus; (ü. İÖ 6. yy, Samos [Sisam], İonya), Eski Yunanlı lirik şairdir. Eski Yunan lirik şiirinin dokuz ustasından biri sayılır.
İtalya’daki Yunan kolonisi Rhegion’dandı. Sicilya’dan ayrılarak Samos Adasına yerleşti ve Tiran Polykrates’in korumasına girdi. İlk dönem yapıtları önceleri Stesikhoros’unkilere çok benzetildiyse de günümüze ulaşan birkaç öykülü lirik parçasından, bunların belirgin bir özgünlük taşıdığı anlaşılmaktadır. Ibycus sonraları neşeli ve erotik şiirler yazmaya başladı. Aristophanes tarafından Anekreon’la birlikte “uyumun tuzu biberi” olarak nitelendi; Cicero ise onu, kendini aşk şiirine adamış biri olarak görüyordu. Sonradan çıkan bir efsaneye göre, Korinthos yakınlarında hırsızların saldırısına uğramış, öldürülmek üzereyken üstünden geçen turna sürüsünü, ölümüne tanık olsunlar diye çağırmıştı. Bir süre sonra hırsızlardan birinin turnaları Korinthos üstünde uçarken görüp, İbycus’un öcünü almaya geldiklerini ağzından kaçırması üzerine katillerin kimlikleri anlaşılmıştı. Öykü Schiller’in “Die Kraniche des Ibycus” (İbycus’un Turnaları) adlı şiirine konu olmuştur.
kaynak:nkfu