Etiket: sevgili

Mevlana Celaleddin Rumi Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleriyle üç kelimede özetleyen, ama üzerine kitaplar yazılabilecek derinliği olan adam, Mevlana Celaleddin Rumi.

Diğer bütün sufiler gibi Mevlana’nın da öğretisinin temelinde tevhid düşüncesi vardı ve tüm bilgi ağı bunun üzerine kuruluydu. Rabb’ine duyguğu aşkla bir ömür geçirdi ve bunu ön plana çıkardı. Tasavvufa babadan, dededen gelen bir yürekle gönül verdi… Aşkla doldurduğu yüreğine dokunan, aynası olabilen o insanla, Şems’le, dünyada karşılaşabilecek kadar da şanslıydı…

Tevakkuf mu desem, tesadüf mü bilmiyorum, ama bugün Mevlana ve Şems’in karşılaşmasının yıl dönümü. Yüzyıllar önce bugün tanışmışlar ilk kez ve iki denizin birleştiği o nokta, ilahi aşkla coşan iki yüreğin birleşmesine de tanıklık etmiş. Benimki belki de fazlaca duygusallık, siz okuyun işte…

Keyifli okumalar..

Çocukluğu

Mevlana, 30 Eylül 1207’de Horasan’ın Belh bölgesinde, Afganistan’ın sınırları içinde kalan Vahs kasabasında “Sultanü’l-Ulema” (Alimlerin Sultanı) diye anılan Muhammed Bahaeddin Veled ve Mümine Hatun’un oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona “Jalāl ad-Dīn Muhammad Balkhī” adını verdi.

Babası, Belh şehrinin ileri gelenlerinden Ahmed Hatibi oğlu Hüseyin Hatibi’nin oğluydu. O da sağlığında “Bilginlerin Sultanı” unvanını almıştı. Babaannesi ise Harzemşahlar hanedanından Fars Prensesi Melike-i Cihan Emetullah Sultan’dı. Annesi de Belh Emiri Rükneddin’in kızıydı.

Etnik kökeni farklı kaynaklara göre değişiklik gösteren Mevlana, “Türk, Tacik ya da Fars” idi.

Babasının kimliği açısından bakıldığında şanslı bir çocukluk yaşamıştı Mevlana. Hoş fark etmezdi de, çünkü yaşayacağı tüm duyguların üstesinde olan ilahi bir aşkla dolacaktı gönlü. Babası Bahaeddin, dönemin İslam kültür merkezlerinden biri olan Belh’te hocalık yapıyordu. Ancak dönemde yaşanan siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası sebebiyle bu topraklardan ayrılmak zorunda kalacaktı. 1212 – 1213 yıllarında aile ve yakın dostlarını alarak Belh’i terk etti.

Terk edişe giden yol

Bahaeddin’in halk üzerinde tesirli bir etkisi vardı, onu çok seviyorlardı. Bahaeddin, onlara her zaman iyi davranır, dertlerine çareler arar, tartışmalarına anlayacağı bir dille açıklık getirirdi. Ayrıca derslerinde ya da fetvalarında kesinlikle felsefik tartışmalara izin vermez, kimsenin kafasını bulandırmazdı. Tüm bunlar Harzemşahlar Devleti’nin Hükümdarları’nı ziyadesiyle rahatsız ediyordu.

Bu konudan uzun yollara varan, terk edişlerle sonuçlanan bir hikaye doğacaktı. Bir gün Bahaeddin dersinde felsefe ve felsefecilere çatarak onların İslamiyet’te var olmayan konularla uğraştığını savundu. Bunu duyan ünlü Felsefeci Fahrettin Razi burnundan solumaya başlamıştı bile. Fahrettin, Bahaeddin’i zaten ondan pek hazzetmeyen Hükümdar Muhammed Tökiş’e şikayet etti.

Tökiş, Fahrettin’i pek sever sayardı; gözündeki itibarı göklerdeydi. Üstelik halkın gözünden Bahaeddin’in değerini sarsmak için bir fırsattı bu. Ancak halkın Bahaeddin’e gösterdiği ilgi karşısında yerinin sarsıldığı şüphesine düştü Tökiş. İçini yakıp geçen bu şüpheye karşı duramadı ve bir elçi ile Bahaeddin’ şehrin anahtarları ile birlikte bir not gönderdi; şöyle diyordu notunda: “Şeyhimiz eğer Belh ülkesini kabul ederse bugünden itibaren padişahlık, topraklar ve askerler onun olsun; bana da başka bir ülkeye gitmem için müsaade etsin. Ben de oraya gidip yerleşeyim. Çünkü bir ülkede iki padişahın bulunması doğru değildir. Allah’a hamdolsun ki, ona iki türlü saltanat verilmiştir. Birincisi dünya, ikincisi ahiret saltanatıdır. Eğer bu dünya saltanatını bize verip ondan vazgeçselerdi, bu çok geniş bir yardım ve büyük lütuf olacaktı”.

Tökiş’in notu Bahaeddin gibi huzurun ışığı ile yaşamayı kendine ilke edinmiş bir insan için açık bir hakaretti ve cevabını esirgemedi: “İslam sultanına selam söyle. Bu dünyanın fani ülkeleri, askerleri, hazineleri, taht ve talihleri padişahlara yaraşır. Biz dervişiz; bize ülke ve saltanat düşmez”.

Tökiş aldığı cevap karşısında ezilse de, pişman olsa da, son pişmanlık fayda etmedi. Alimlerin Sultanı Bahaeddin, ailesini ve yakın dostlarını yanında alarak 1212’de topraklarını terk etti. Ağaç değillerdi, ama her yerde kök salabilirlerdi…

Gezgin yıllar

İlk durakları Nişabur oldu. Burada kendi şehrinde bir üne kavuşmuş olan Mutasavvıf Feridüddin Attar karşıladı onları. Mevlana henüz çok küçüktü, ama babasının izinden gideceğe benziyordu. Mutasavvıf Feridüddin’in ilgi ve takdirini kazanacak kadar da us’luydu. Mutasavvıf Feridüddin, “Esrarname” (Sırlar Kitabı) adlı kitabını Mevlana’ya hediye etti. Artık onun ışığı babasından sonra Feridüddin olacaktı. Feridüddin de daha o günlerden yıllar sonrasını hissetmiş gibi Bahaeddin’e “Bir deniz bir ırmağın peşine düşmüş gidiyor. Umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır”. Öngördüğü her şey zamanı gelince olacak, Mevlana nefesini alemlere duyuracaktı. Esrarname’yi asla yanından ayırmayacak, bir gün dillere destan olacak “Mesnevi”de de ondan bahsedecekti…

Bahaeddin Nişabur’dan Bağdat’a, oradan da Kufe’den geçerek Kabe’ye gitti, Hac vazifesini yerine getirdi. Dönüş yolunda ise ilk durağı Şam oldu. Sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde’den geçerek Larende’de (Karaman) Subaşı Emir Musa’nın yaptırdığı medreseye yerleşti.

1222’de Karaman’a yerleşen Bahaeddin ve ailesi 7 yıl burada yaşadı. Bu yıllarda Selçuklu Devleti neredeyse Anadolu’nun tamamı üzerinde bir egemenlik kurmuştu. Başkentleri ise Konya’ydı. Konya her açıdan dönemine göre o kadar gelişmiş bir seviyedeydi ki, Selçuklu en parlak dönemini yaşıyordu. İlim adamları, sanatkarlar Konya eşrafını oluşturuyordu. Hükümdar Alaeddin Keykubad, Alimlerin Sultanı Bahaeddin Veled’in de burada olmasını istiyordu; Konya’ya yerleşmesi için bir davetiye gönderdi. Bahaeddin, hükümdarın davetine icabet etti ve 3 Mayıs 1228’de ailesini ve yakınlarını toplayıp Konya’ya yerleşti. Alaeddin Keykubad, onu bizzat kendisinin başında bulunduğu bir törenle karşıladı ve ona Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni tahsis etti. Bahaeddin, onur duymuştu. Yaşamak için ona biçilmiş zamanın son yıllarını yaşadığını bilmiyordu elbet. Tıpkı buraya gelişinin oğlunun hayatında nasıl bir yer edeceğini bilmediği gibi…

Mevlana evlendi

Aile Karaman’a ulaştığı sıralarda Mevlana, artık 18 yaşında genç bir delikanlıydı. Mevlana ve “Gevher Hatun” 1225’te Karaman’da evlendi. Gevher, Semerkandlı Lala Şerafettin’in kızıydı. Bu evlilikten “Mehmet Bahaeddin” (Sultan Veled) ve “Alaeddin Mehmet” (Alaeddin Çelebi) adını verdikleri iki oğulları oldu.

Yıllar sonra Gevher Hatun hayatını kaybetti. Mevlana, bir çocuğu olan “Kerra Hatun” ile ikinci kez evlendi. Bu evlilikten de “Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi” adını verdikleri iki oğulları ve “Melike Hatun” adını verdikleri bir kızları oldu.

Babası öldü

Mevlana’nın babası Bahaeddiin 12 Ocak 1231’de öldü. Sadece onun babası değil, “Alemlerin Sultanı”ydı hayata gözlerini kapayan… Alimlerin Sultanı’na mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi uygun görüldü. Tüm ülke yastaydı; hükümdar bir hafta tahtına oturmadı, onun için kırk gün yemek dağıtıldı.

Babasının ölümünün ardından tüm gözler Mevlana’ya çevrildi. Öğrencileri ve müridleri etrafını çoktan sarmıştı; onu babasının tek varisi olarak görüyorlardı. Aslında haksız sayılmazlardı. Mevlana, ilim ve din bilgisi konusunda kendisini geliştirmiş, bilgin olmuştu, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Zaten babası Bahaeddin’in vasiyeti de bu şekildeydi. Medrese, tıpkı babasının günlerinde olduğu gibi Mevlana’yı dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Bu iş böyle bir yıl sürdü; Mevlana, medresede ders, vaaz ve fetva verdi.

Babasının ardından

1232’de Tebrizli Seyyid Burhaneddin Muhakkik Şems-i Tebrizi Konya’ya geldi; babasının öğrencilerindendi. Bu ilk buluşmanın ardı derinlikli bir şekilde gelecekti.

Yıllar sonra Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, “İbtidaname” (Başlangıç Kitabı) adını verdiği kitabında Burhaneddin ve Mevlana’nın tanıştığı ilk anı da anlattı. Burhaneddin, buluşmalarında Mevlana’yı o çağın geçerli İslam ilim dallarının sınavlarına soktu. Mevlana’nın başarıları karşısında fazlasıyla memnun olan Burhaneddin’in dudaklarından dökülen cümleler şöyleydi: “Bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli idi; sen kal (söz) ehlisin. Kal’i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun. Ancak o zaman güneş gibi alemi aydınlatabilirsin”.

Mevlana, aldığı bu anlamlı uyarıdan sonra, Burhaneddin’e 9 yıl boyunca müritlik yaptı. “Seyr-u Süluk” adı verilen bir tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam’a giderek buralardaki medreselerde eğitimini tamamladı. Konya’ya hocasının yanına döndüğünde ise, onun gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı.

Hocası, bir gün Konya’yı terk ederek Kayseri’ye yerleşti; Mevlana’nın karşı çıkışları fayda etmemişti… 1241’de Kayseri’de hocasının öldüğü haberini aldı Mevlana; kahroldu. Hocasını hiçbir zaman unutmadı; onun öğrettikleri, onun kitapları, onun ders notları… Ne var ne yoksa topladı. Yıllar sonra “Ne varsa içindedir” anlamına gelen “Fihi Ma-Fih” eserinde hocasından alıntılar yaparak onurlandırdı.

Önündeki 5 yıl boyunca medresede fıkıh ve din bilimi okutarak vaazlarını yapmaya devam etti.

Mevlana ve Şems buluşması

Bu ilahi aşkla iki insanın buluşmasının hikayesiydi. Yüzyıllar sonrasında bile insanlar onlardan feyz alacak, yollarında onların öğütlerine kulak kabartacaklardı.

Konya’da ünlü bir han vardı; “Şeker Tacirleri Hanı” (Şeker Furusan). 1244’te bu hana baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin uğradı; gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Adının Şemsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) olduğunu öğrendikleri bu gezgin, Ebubekir Selebaf adlı ümmi bir şeyhin müridiydi.

Şems’in bir aradığı vardı, onun peşinden buralara kadar gelmişti. İçinden bir ses aradığının Konya’da olduğunu üflemişti ruhuna. Ayakları sanki yolu biliyormuş, hatta gide gele ezber etmişçesine onu İplikçi Medresesi’ne götürdü, tarih 15 Kasım 1244’tü. Şems medreseye varmak üzereyken Mevlana’yı atının üzerinde talebeleriyle birlikte gelirken gördü, yolunu kesti.

O anda gökten bir örs düşse yeryüzüne ulaşması yüzyıllar sürecek gibiydi…

Şems sordu: “Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Beyazid Bistami mi?”

Mevlana yoluna çıkmış gezgin olduğu kıyafetlerinden adeta dökülen bu adamdan garip bir şekilde etkilenmişti. Ancak sorduğu soru da bir hayli ilginçti; kükremeden cevaplanması mümkün değildi. “Bu nasıl sorudur? O ki peygamberlerin sonuncusudur; O’nun yanında Beyazid Bistami’nin sözü mü olur?” dedi hiddetle.

Şems oldukça sakindi, sormaya devam etti: “Neden Muhammed ‘Kalbim paslanır da bu yüzden Rabbim’e günde yetmiş kez istiğfar ederim’ diyor da, Beyazid ‘Kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah’tan başka varlık yok’ diyor. Buna ne dersin?”

Mevlana bu kez daha sakin ve temkinli bir yaklaşımla: “Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Beyazid ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı. Onun için böyle konuştu” dedi.

Şems durdu. Aslında heyecandan çalkalanan bir kalbi vardı, ağzında atıyordu. Daha fazla dayanamadı ve “Allah Allah!” diye kopardığı nidalarla Mevlana’yı sardı. Çünkü yollar boyu aradığı O’ydu. Buluştukları nokta bile özeldi; “Merec-el Bahreyn”, yani iki denizin buluştuğu nokta. Bu nokta, gönlü ilahi aşkla dolmuş iki yüreği buluşturmuştu. Mevlana ona sarılan kollara şaşırmadı bile. Belli ki kendisinin de beklediği O’ydu…

Mevlana ve Şems yalnızlığı

Buluştukları noktadan Mevlana’nın seçkin müritlerinden “Selahaddin Zerkub”un hücresine gittiler ve iki kişilik kesin bir yalnızlığa kapıldılar. Bu kapılış hayli uzun sürdü; belki 40 gün belki 6 ay… Süre değildi önemli olan. Bu, iki kalbin birleşerek değişiminin hikayesiydi.

Mevlana o hücrede kaldığı sürede yepyeni biri oldu, sanki görünüşü bile bambaşkaydı. Vaazlarını, derslerini, zorunluluklarını, her bir görevini terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları da bunlara dahildi. Hatta dostlarını, müritlerini dahi arayıp sormaz olmuştu. Koca şehir isyandaydı, bu yeni durum kimse için kabullenilesi değildi. Bugüne kadar bir kez dahi görevlerinden kaçınmamış Mevlana, nasıl oluyordu da çıkıp gelen bir adamın sözü ile her şeye sırtını dönüyordu? Kimdi bu derviş?

Her kafadan çıkan ses, çoğalarak yine o her kafaya çarpıyor ve olayın vahameti git gide büyüyordu. Öyle ki, aralarında Şems’i ölümle tehdit edenler bile vardı. Olaylar durulmak şöyle dursun, aksine büyüyordu. Artık çok can sıkıcı bir hal almıştı, Şems buna daha fazla dayanamadı. Mevlana’yı karşısına aldı ve ona Kur’an’dan Kehf Suresi 78. ayeti okudu.

“İşte bu, sen ile ben’in arasındaki ayrılıktır” anlamına geliyordu okuduğu ayet. Her şey açık ve seçik ortada duruyordu. Bu ayrılık gerçekleşecekti, gerçekleşmek zorundaydı. Tüm bunları insanların anlamasını beklemek aldanıştı demek ki…

Şems, 1245’te bir gece haber vermeden Konya’yı terk etti…

Bu, ilahi aşkla birleşen iki kalbin fiziksel ayrılığının hikayesiydi…

Şems’ten sonra Mevlana

Şems’in bu gidişi Mevlana’yı yıkmıştı. Kimseyi görmek istemiyordu; yemeden içmeden kesildi. Dost toplantılarından, sema meclislerinden büsbütün elini eteğini çekti. Tek yapabildiği Şems’in gidebileceği her yere ulaklar göndermek ve onu bulmayı ummaktı. Bir de özlem ve aşk dolu gazeller söylüyordu…

Bu arada müritleri de ikiye bölünmüştü; bir kısmı pişmanlıklarını dile getirip Mevlana’dan özür dilerken, diğer kısım Şems’e karşı daha da kinleniyordu.

Sonunda ulaklar Mevlana’ya güzel haberi verdi; Şems’i bulmuşlardı, Şam’daydı. Sultan Veled, yirmi kadar arkadaşıyla Şam yollarına düştü, Şems’i babasına getirecekti. Yanına Mevlana’nın Şems’e geri dönmesi için yanıp kavrulduğu gazelleri de almıştı. Şems, Sultan Veled’in ricasını kırmadı ve Konya’ya geri döndü.

Herkes üzerine düşeni yaptı, gelip özrünü diledi. Ancak Mevlana ve Şems hiç zaman kaybetmeden eski günlerine dönmüşlerdi. Ancak bu sefer işler daha da ciddiye binerek ilerledi. Çünkü herkes çok kızgındı; dervişler, Mevlana’yı Şems’ten uzak tutmaya çalışıyor, halk ise Mevlana’ya olan kızgınlığını saklamıyordu. Çünkü Mevlana, Şems geldikten sonra vaaz ve dersleri bırakmış, sema ve raksa başlamıştı. Üstelik din bilginlerine özel kıyafetlerini çıkarmış, yerine Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir külah giyinmişti. Artık Şems’in karşısında duranların arasında Mevlana’nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi de vardı.

Tüm bu yaşananlarla bir kez daha karşılaşıyor olmak Şems’in sabrını tüketmişti, “Bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerede olduğumu kimse bilmeyecek” deyip ortadan kayboldu. Yıl 1247’ydi ve bu Şems’in son gidişiydi…

Mevlana adeta deliye dönmüştü. Yine yemelerden içmelerden kesildiği o mengenelere sıkıştığı zamanlarını yaşadı. Sonunda, bir zaman sonra işte, Şems’in bir daha asla geri gelmeyeceğini anladığında, her şeye geri döndü. Bu gelişindeki gibi ruhani bir histi işte…

Mevlana, Şems’in suretinde “nuru” görmüştü, O, mutlak varlığın kanıtıydı, kolay değildi…

Şems’in ardında kalan boşluk

Mevlana, Şems’in ikinci ve son gidişinden sonra, Şems ile kendisini özdeşleştirmenin deneyimini gazellerinde kendi adı yerine Şems’in adını kullanarak yaşıyordu. Daha sonraki yıllarda kendine aynı ruh halini paylaşan dostlar edindi; yalnızlık Allah’a mahsustu. Selahaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems’in ardında bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışacaklardı…

İlk önce Selahattin geldi; erdemli bir kişiliği vardı. Okuma yazma bilmeyen bir sarraftı. Kısa bir zaman sonra müritler bu kez Selahattin’e de Şems’e davrandıkları gibi davrandılar. Ama Mevlana ve Selahattin hiç aldırış etmedi. Hatta dünür oldular; Mevlana, oğlu Sultan Veled’i Selahattin’in kızı Fatma Hatun ile evlendirdi.

Mevlana ve Selahattin’in dostlukları 10 yıl sürdü. Selahattin’i öldürme girişimlerinde bulunduklarında işin rengi yine değişmişti. Bir gün ortaya bir rivayet atıldı; Selahattin, Mevlana’dan “Bu vücut zindanından kurtulmak için” izin istiyordu. Selahattin, üç gün sonra Aralık 1258’de öldü. Vasiyeti vardı, cenazesinde gözyaşı istemiyordu. Vasiyeti üzerine cenazesi neyler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırıldı.

Bu sefer dostu bu dünyayı terk-i diyar eylerken bile kendisinden izin istemişti. Olgunluğu ya bundandı ya da gerçekten yaşayıp olgunlaştığı çok şey yaşıyordu. Selahattin’in ölümünden sonra onun da yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Hüsamettin’in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi; Ahi Türk oğlu diye anılıyordu. Oldukça varlıklıydı da ve Mevlana’ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı. Dostlukları, bir gün Mevlana ölene dek sürecekti.

Mesnevi nasıl yazıldı

Hüsamettin, Mevlana’ya ve hatta bizlere kadar uzanan bir fayda sağlayacak o soruyu sordu bir sohbet sırasında Mevlana’ya yakınarak: “Müritler tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hakim Senai’nin “Hadika” adlı kitabını okuyor ya Attar’ın “İlahiname”sini ve “Mantık-ut-Tavr”ını okuyor. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı, herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden öğrenecekti”.

Mevlana önce bir müridinin gözlerine baktı, çakmak çakmaktı. Sarığının katları arasında sakladığı bükülmüş bir kağıdı dost eliyle uzattı genç dostuna: “Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim” dedi. Mevlana’nın elinde tuttuğu kağıtta Mesnevi’nin ünlü ilk 18 beyti yazıyordu.

Artık hummalı bir çalışma başlamıştı, bu çalışma yıllar boyu sürecekti. Sonunda bu eser, 25.700 beyitten oluşan 6 ciltlik “Mesnevi” oldu. Mesnevi, tasavvuf bilgisini çeşitli öyküler aracılığıyla anlatıyor ve olayları yorumlarken de tasavvuf ilkelerini açıklıyordu.

Bugün dahi İslam tasavvufunun en önemli yapıtı kabul edilen Mesnevi-i Manevi (Mesnevi), yüzyıllar önce Mevlana tarafından, Hüsamettin Çelebi’nin teşvikiyle, Selahattin Zerkubi ve elbette Şems’in Mevlana’nın yüreğinde oluşturduklarının sayesinde yazıldı.

Mesnevi’de kendi adını “Muhammed bin Muhammed bin Hüseyin el-Belhi” şeklinde kullandı. Muhammed babası ve dedesine, Belhi ise doğduğu şehre bir onurlandırma şekliydi…

Ayrıca, “Divan-ı Kebir” (Büyük Divan), “Fihi Ma-Fih” (Ne Varsa İçindedir), “Mecalis-i Seb’a” (Mevlana’nın 7 Vaazı) ve “Mektubat” (Mektuplar)” adlı eserleri de vardı.

Mevlana öldü

Mevlana, Mesnevi’sini tamamladığında artık epey yaşlanmıştı. Yılların yorgunluğu omuzlarında birikmiş gibiydi ve sağlığı da bozulmuştu. 17 Aralık 1273’te yalan dünyaya gözlerini kapatıp gerçek aşka kavuştu.

Mevlana’nın öldüğü 17 Aralık günü, tek sevgilisi olan Rabb’ine kavuşma günü olduğu için, “düğün gecesi” anlamına gelen “Şeb-i Arus” olarak anıldı. Mevlana’nın vasiyetiydi, cenaze namazını Sedrettin Konevi’nin kıldırmasını istiyordu. Ama Sedrettin Konevi, Mevlana’yı kaybetmenin hüznüne dayanamadı ve cenazede olduğu yere yığılıp kaldı. Cenaze namazını kıldırmak da Kadı Siraceddin’e nasip oldu.

Yüzyıllar sonra, Mevlana’nın Konya’da bulunan dergahı müze oldu. Yeşil türbe denilen Mevlana Türbesi dört fil ayağı üzerine yapılmıştı. O günden sonra eklenen yapı faaliyetleri hiç bitmedi; 19. Yüzyılın sonuna kadar eklemeler yapılmaya devam etti. Osmanlı sultanlarının bir kısmının da Mevlevi tarikatı vardı. Bu sebeple türbeye önem verilirdi; iyi korundu.

1826’da Mevlana Müzesi ya da Mevlana Türbesi, eskiden Mevlana’nın dergahı olan yapı kompleksinde açıldı…

Lakabı Celaleddin idi. Mevlana unvanı ise “Efendimiz” manasına geldiği için, onu yüceltmek maksadıyla verilmişti. Bir diğer lakabını ise, ona babası verdi; Hudavendigar, “Sultan” manasına geliyordu. Sadece doğduğu şehre değil, yaşadığı topraklar olan Anadolu’ya nispetle de “Rumi” dendi.

Bir “Mevlana Celaleddin Rumi” böyle doğdu, böyle yaşadı ve Rabb’ine böyle kavuştu. Yüzyıllar önce öğrenip öğretmek aşkıyla yandığı tasavvuf ile, yüzyıllar sonrasına miras bıraktığı Mesnevi ile, Şems ile yolları kesişmiş bir Mevlana geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

sev

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Ahmed Arif Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Üniversiteye yeni başlamıştım. Bir şarkı duydum. Daha önce de duyduğuma emindim aslında; ama nedense bu kez başkaydı içime işleyişi. Demek, şimdi de Ahmed Arif’i özümseme zamanıydı…

“Ahmed Arif hasretinden prangalar eskitmiş

Beni böyle eskitense prangalı hasretin…”

Diyordu şarkıda.

Ahmed Arif, hasretinden prangalar eskitmişti. Yandıkları, sevdikleri, vazgeçtikleri… Her şey yan yana dizilmiş bu 5 sözcüğün içindeydi sanki. Her kültüre bulanmış, ülkesini, memleketini, sevgiyi savunan şiirler yazmıştı…

Çocukluğu

Ahmed, 21 Nisan 1927’de, Diyarbakır Hançepek semtinde bulunan Yağcı Sokak 7 no’lu evde dünyaya geldiğinde, ailesi ona “Ahmet Hamdi Önal” adını verdi. Annesi Kürt, babası ise Kerkük kökenliydi.

Annesi Sare, Ahmed henüz bebekken hayata veda etti. Ahmed, sekiz kardeşin en küçüğüydü. Bundan sonra hayatı, babasının yeni eşiyle devam edecekti. Babası memurdu ve bu sebepten Diyarbakır’dan sonraki yaşayacağı yer Siverek olmuştu. Bundan sonra da bu taşınmalar devam edecekti.

Çocukluğu boyunca farklı yerlerde yaşayan Ahmed, Arapça, Kürtçe ve Zazaca dillerini çok iyi konuşuyordu. Hatta o kadar iyiydi ki, ilginç bir iddiada ismi geçecekti. Bir gün Ahmed ve arkadaşları oyun oynarken onu izleyen üç adam, Ahmed’in hangi ırka mensup olduğu üzerine bir iddiaya tutuştu. Biri Arap, diğeri Kürt, öteki ise Ahmed’in Zaza olduğunu tahmin ediyordu. Aralarında anlaşamayan bu üçlü, orada bulunan bir esnafa danıştılar. “Bu çocuk nedir?” diye sorup 5’er lira koydular ortaya. O zamanlar 5 lira büyük paraydı tabii ve üçü de kendisinin kazanacağına ziyadesiyle emindi. Esnaf ise onları şöyle yanıtladı: “Üçünüz de yanıldınız, bu çocuk Türk”.

Ahmed, henüz anlamını bildiğinden habersiz, belki de en çok hissederek, adaletin peşindeydi. Haksızlığa tahammül edemeyen, büyümüş de küçülmüş bir çocuktu o. Özellikle sevdikleri söz konusu olduğunda bu yanı şiddetleniyordu. Bu durumun en ilgi çekici yanı ise, o hep sevgi doluydu. Ne kadar sevgi doluysa, o kadar kavgacı bir yönü de vardı. Ama arkadaşları için, okulu için, mahallesi için ederdi kavgasını; tabiatı böyleydi.

Büyüdüğü coğrafya, onun sadece kişiliğin değil, yeteneklerini de şekillendiriyordu. Henüz küçük bir çocukken at binmeye başlamıştı. Oldukça iyi becerdiği bu eylemde ustalaşacaktı da. Bu konuda kesin bir tavrı da oluşacaktı ve yıllar sonra, “Çünkü ben, şahlanmayan ata binmezdim. Kısrak ise, şahlanmaz” diyecekti.

Eğitim hayatı

Okul çağı geldiğinde ailecek Siverek’teydiler ve Ahmed, okuma yazmayı ilkokuldan önce anaokulunda öğrenmişti. Ardından ilkokul kolay geçti. Ortaokulu Urfa’da, liseyi ise yatılı olarak Afyon’da okudu. Ancak lise mezuniyeti Diyarbakır Lisesi’nden oldu. Şiir yazmaya da işte bu sıralarda başladı.

Lise sıraları, şiir sanatını en yoğunluklu icra ettiği zamanlar oldu. İlk şiiri, 1940’ta, “Seçme Şiirler Demeti Dergisi”nde yayımladı. 10 lira telif ücreti bile kazanmıştı. Ancak en büyük kazancı, şiirinin dedesi yaşındaki şair ve ney üstadı Neyzen Tevfik ile bir arada yayımlanıyor olmasıydı.

Ahmed, askerliğini de İstanbul Riva’da yaptıktan sonra üniversite için de Ankara’daydı. Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydolmuştu. Bu sırada, 1951 ve 1952’de iki kez TCK 141’e muhalefetten tutuklandı ve bu sebeple de yükseköğrenimini tamamlayamadı.

İlk şiirleri

Ahmed, 1940-1955 yılları arasında başka başka dergilerde şiirlerini yayımladı. 1956’dan sonra Medeniyet, Öncü ve en son da Halkçı gazetelerinde düzeltmen olarak görev aldı. Bu şiirlerde kendine has hayal gücü göze çarpıyor ve lirizm ile Türk Edebiyatı’nda özel bir yer edinmek için ilk adımlarını atıyordu. Bir gün Türkçeyi en iyi kullanan şairler arasında anılacaktı adı.

Şiirlerinde her zaman ezilenden yanaydı ve insanlığı, kardeşliği vurguluyordu. Çeşitli gazetelerde çalışan Ahmed Arif’in, şiirlerinin toplandığı ilk ve tek kitap, “Hasretinden Prangalar Eskittim”, 1968’de yayımlandı ve korsanları hariç, 23 baskı yaptı. Yine aynı adı verdiği şiir kitabı da 20 binden fazla sattı. Tek kitabıydı; ama 20 yılın birikimiydi. Sonraki baskılarda eklenecek şiirleri de düşünürsek, 50 yıla çıkacaktı bu birikim.

Ahmed Arif, kitabını “Hasretinden Prangalar Eskittim” adıyla yayımlamıştı. Aslında bu isme gelene kadar başka isimler de düşünmüştü.  İlk olarak “Dört Yanım Puşt Zulası” olmasına karar vermişti. Ancak kardeşi ona engel oldu. “Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok, seni 15 yaşındaki çocuklar, kızlar taparcasına seviyorlar. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın” diyordu. Kardeşine hak vermişti, daha sonra “Hasretinden Prangalar Çürüttüm”de karar kılmıştı ki, “çürütmek” kelimesinin kulak tırmaladığını fark etti. “Eskitmek” sözcüğü daha iyi duracaktı…

Otuz Üç Kurşun şiiri

“Günde dört paket Bafra içiyorum” diye açıklardı Ahmed Arif günde dört paket sigara içtiğini. Oysa içerken dahi sigaranın kokusuna tahammülü yoktu. Kendisi bu kadar çok içse de, sigara içilen ortamlardan mümkün olduğunca uzak dururdu. İlerleyen yaşlarda da sigarayı tamamen bırakacaktı. Sigaraya ilginç bir şekilde şiire bağlı olduğu gibi bağlıydı aslında. Sigara uzun vadede verdiği zararla nihayetinde onu öldürmeye yeminliydi. Bir gün, yazdığı şiirle de ölümün eşiğinden dönecekti.

1943’te, Van’da yaşanan, 32 kişinin ölümü ve 1 kişinin yaralanması ile sonuçlanan Muğlalı Katliamı sonrasında, Ahmed Arif, bir şiir yazdı. Ona “Otuz Üç Kurşun” adını vermişti. Bir gece geldiler, aldılar onu bu şiirden sebep ve sabaha kadar dövdüler. “Oku!” dediler; okumamıştı. Dövdükten sonra, Ahmed Arif’in gözlerinin yarı kapalı seçebildiği tellerden aşağı bıraktılar onu. Sabah çöpçüler bulacaktı onu. O zamana kadar da sokak köpekleri koklamak için burnunun dibine kadar gelmiş, “Ya beni öldü sanıp yerlerse” diye ödünü koparmıştı…

(Ahmed Arif, Leyla Erbil)

Büyük aşk: Leyla Erbil

Büyük aşktı Ahmed Arif’inki. Onu öyle seviyordu ki, “Sen ister dostum ol, ister sevgilim, yeter ki hayatımda ol” diyordu. Yıllar sonra bu aşk, “Leylim Leylim” kitabında anlatılacaktı. “Ahmed gibi sevmek” diye bir deyim bile oluşabilirdi bu aşktan.

Leyla Erbil’e mektuplar yazıyordu Ahmed Arif ve her mektubun sonunda “Senin” diyordu. Arif’e göre, Leyla’ya doymak korkunç bir ahmaklık olurdu. Sonsuz aşkı, şairliği ile perçinleniyordu. Binlerce yıldır aradığı, hasretini çektiğiydi.

“Gün yirmi dört saat seni düşünmek. Ne yüce, ne sonsuz bir duygu bu, bilir misin ki?” dediği Leylası, gün geldi evlendi. 13 Nisan 1955’te, evliliği üzerine bir mektup daha yazdı:

“Evleneceksin demek? Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesut olursun canım. Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah. Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur’’.

Sonra da hep yazmaya devam etti. “İki milyar beş yüz milyon adem evladının seni tanımalarını, öğrenmelerini istiyorum, anlıyor musun?” diyordu.

Sonra istediği oldu; kağıda döktüğü sevgisi, çığlıkları, belki de planladığı gibi, adem evlatları tarafından öğrenildi.

(Eşi Aynur Hanım ile)

Ahmed Arif evlendi

Ahmed Arif, 1967’de, Aynur Hanım ile evlendi. Bu evlilikten, 1972’de, oğulları geldi dünyaya. Ona Filinta adını vermişlerdi ve bu isim, onun hayatında pek çok şey demekti.

Oğlu hayatında sadece ismiyle yer etmemişti. O, hayatındaki her şeyin karşılığıydı. Kendi deyimiyle yaşamındaki en büyük sevinci baba olduğu gün yaşamıştı. Öyle ki, tam 2 yıl oğlunun nüfus kağıdını cebinde, kalbinin üzerinde taşıdı. Sanki içi bolca para dolu bir cüzdan taşır gibiydi. Oğlu vardı artık; oğlu dünyanın en güzel güverciniydi, en güçlü silahı…

Hangi şairleri severdi

Ahmed Arif’in hayranlık duyduğu birçok şair vardı: Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Orhan Veli, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Külebi, Ahmet Muhip Dıranas, Behçet Necatigil… Yine de özellikle Cemal Süreya ve Nazım Hikmet onun için bambaşkaydı.

İşte ilk yıllarda hepsinden aldığı feyzle şiirlerini yazıyordu. Onların şiirlerinden besleniyor, düşüyor, kalkıyor; ama illa kaliteli şiirler çıkarıyordu ortaya. Cemal Süreya için “Ama sen ki benim yarı parçamsın. Suyun ötesindeki parçamsın!” diyordu. Nazım Hikmet içinse, “Bir Nazım sarhoşuyum. Ezbere canımı verebilirim” diye anlatıyordu duyduğu sevgisini.

Cahit Külebi’den söz ederken de, “Onun ben “Pembe Mantolu Kıza” şiirini okurken sarhoş olurdum. Kendimden geçerdim” diyordu.

Saygıdan şiirlerini bekletirdi

Ahmed, özellikle lise sıralarında, gençlik döneminde ne çok şiir yazmıştı. Ancak hepsi elinden uçup gitmişti. Defterler dolusuydu halbuki. Gecede en az 8-10 sayfa yazıyordu. “Her biri bir kızda kaldı” diye açıklıyordu bu dönemi. “Birçoğu da poliste… Feri alamadım, vermiyorlar”.

Zamanla şiirlerini bekletmeyi öğrendi. Mesela yirmi yıldır hiç dokunmadığı şiirinden bahsedecekti. “Öylece kalsın” diyordu; “Damıtılsın”. Kesin bir yere takılmıştı çünkü, öyle düşünüyordu. Mutlaka oraya layık, yakışan bir bölüm oluncaya kadar beklemeliydi. “Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın. Ben, buna çok saygı duyarım” diye açıklıyordu bunun sebebini.

Hem sonra örnek veriyordu, “Ay Karanlık” adını verdiği şiirinde,

“Maviye

Maviye çalar gözlerin…

Dizesini, belki on yıl, belki de çok, çok daha fazla bekletmişti.

Saygısı boşuna değildi. Çünkü hepsi için, tek tek, beklediğine değdiğini de görecekti.

(Leylim Leylim kitabı)

Rüyalarında bile şiir yazıyordu

Şiir, Ahmed’in hayatında yemek, içmek gibi bir eylemdi. Öyle ki, yazmasa yaşayamaz, bu duygudan uzak kalamazdı. Kendini en verimli hissettiği zaman geceydi. Geceleri şiir yazmayı alışkanlık haline getirmişti artık.

Geceyi de aşıp onu rüyasında yakalayan ilham perileri vardı. Çoğu zaman uykusundan uyanır, rüyasında içine düşen mısraları kağıda dökerdi. Daha çocukluğunda yakalamıştı onu bu rüyalar. O zamandan beridir ki, Ahmed, rüyasında şiir okur, mısralar söylerdi.

Şair Ahmed Arif’in sevilen şiirleri

Ahmed Arif, en güzel yıllarını kendisine çeyrek ekmek verilen parmaklıklar ardında geçirmişti. Polishane, kodes, dam gibi sözcüklerden hiç hoşlanmıyordu. Mahpusluk için en güzel ismin “Makamı Yusuf” olduğunu düşünüyordu. Yusuf Peygamber gibi şerefli bir dava için hapiste kaldığını bildiğinden, bu tabir kesinlikle çok uygundu.

Onun şiirleri, hayatı, aşkı, sevgiliyi karşılıyordu. Hem  o zamanlar şiirin yeri, insanların gözünde bir başkaydı. Öyle ki, insanlar kendini bir şiirle ifade etmek dururken başka bir şeye yeltenmezdi. Ahmed Arif şiirleri de oldukça ilgi görüyordu. Hatta bir öğretmen, nikahında şeker dağıtmak yerine 500 adet Ahmed Arif şiir kitabı almış ve dağıtmıştı.

Ahmed Arif bunu öğrendiğinde utançla karışık bir mahcubiyet yaşadı. Ancak Ahmed Arif artık tanınan bir şairdi. Dergiler de böyle satılıyordu. Örneğin, normalde 500 adet satan Soyut Dergisi, Ahmed Arif’in şiirlerini yayımladığı dönemde 3 bin adet satmıştı…

Ahmed Arif’in sevdikleri

Elbette Ahmed Arif de şairden önce bir insandı ve sevdiği, sevmediği şeyler vardı; onu, Ahmed Arif yapan özel zevkleri.

Mesela sevdiği kitaplarda başı Andre Malraux’tan İnsanlığın Hali çekiyordu. İnanıyordu ki, bu kitap, kendisini çocukluktan, cahillikten kurtarmıştı. Dünyanın kaç bucak olduğunu öyle bir öğretmişti ki, onun hayatı tanıma rehberi işte bu kitaptı. Bundan başka, Tolstoy, Dostoyevski ve Emile Zola’yı da okumalara doyamıyordu.

Sonra Beethoven’den Dokuzuncu Senfoni ve Schubert’ten Dünyayı Dolaşan Şarkı’yı dinlemeye bayılıyordu. Klasik müziğin yanında bir de halk müziğine ilgi duyuyordu. Hemşerisi Şark Bülbülü olarak tanınan Celal Güzelses ve bir de Ruhi Su’ya hayrandı. “Bizim çocuklar, Filinta’nın yaşındakiler rock müzikle, heavy metal dedikleri bir müzikle uğraşıyorlar. Onlarda da bazı güzellikler sezmiyor değilim” de diyordu bir yandan.

Sadece şiir yazmakta iyi değildi elbette. Yemek yapmayı da seviyordu. En iyi yaptığı ve en sevdiği yemek, mercimek çorbasıydı. Bir şölene dönüştürmek istiyorsa, kendi elleriyle çiğköfte yapar, dostlarıyla paylaşırdı. Ayrıca ekmeği ve sütü de özellikle kendisi alırdı.

 

Ahmed Arif şiirleri üzerine çalışmalar

Ahmed Arif, en çok basılan kitaplar listesinde yer alıyordu ve Ahmet Kaya, Cem Karaca gibi isimler birçok şiirini bestelemiş, onlara bir başka hayat vermişti.

Sonra şiirleri üzerine edebi eleştiriler de vardı. Bunlar arasında 1990’da Ahmet Oktay’ın “Karanfil ve Pranga” adını verdiği çalışma, en detaylısı olarak kabul görmüştü. Bunun yanında Muzaffer İlhan Erdost’un “Üç Şiir” adlı kitabı da yine Ahmed Arif şiirlerini yorumluyor ve çözümlemeler barındırıyordu.

(Ahmed Arif oğlu ile)

Ahmed Arif öldü

Ahmed Arif, emekli olduktan sonra Ankara’da bulunan mütevazı evine çekildi. Her zaman gösterişten ve gürültüden uzak durmuştu. Bu durumu “Çünkü ben doğuluyum” diye açıklıyordu. Aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuktu o…

1983’te anacığı Arife’yi kaybetti. Okutulmamıştı; onun gözünde şirin bir kadındı. Ancak anacığı, oğlunu Ankara’ya gitmiş ve komünist olmuş diye tanımlıyordu.

Velhasıl, artık evinde yalnız yaşıyordu. 2 Haziran 1991’de kalp krizi geçirdi. Kalbi yalnızlığa mı dayanamamıştı, yoksa çok mu yorgundu… Ahmed Arif, hayata gözlerini kapadı…

Ülkesine, memleketine, sevgiliye yazdığı onca şiirle, bir Ahmed Arif geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Instagram: biyografivekitap

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , ,