Etiket: sinema

Gazanfer Özcan Kimdir

Gazanfer ÖzcanTam adı Saim Gazanfer Özcan’dır. 27 Ocak 1931’de İstanbul’da doğmuş yine aynı şehirde 17 Şubat 2009 tarihinde hayata gözlerini yummuştur.

Türk tiyatro oyuncusu,yöneticisi ve sinema oyuncusudur. Liseden ayrıldı. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda, (1947-1961) küçük rollerde oynadı. 1942’de kurduğu özel topluluk, Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu’nun çekirdeğini oluşturdu. Azak, Esentepe ve Şişli salonlarında oyunlar oynadı. Az film çeviren sanatçı, yurt çapında ününü, 1985’te başlattığı Kuruntu Ailesi adlı TV dizisiyle sağladı. Ardından yeni neslin onu tanımasını sağlayan Avrupa Yakası isimli dizide yine bir aile babası olarak Tahsin Bey rolünü 2004 ile 1009 tarğihleri arasında üstlendi. Kronik Akciğer hastalığı sebebi ile 17 Şubat 2009 tarihinde hayata gözlerini yummuştur.

Tiyatroda:Mum Söndü (1962), İpekçi Merhum (1963), Kocamın Nişanlısı (1965), Deli (1967), Kız Kuruları (1968), Koca Eşşek (1971), Nereden Nereye (1973), Maymun Gözünü Açtı (1974), Kime Niyet Kime Kısmet (1976), Yağmurdan Kaçarken (1978), Oh Olsun (1980), Amatör (1981). Beni Kimse Durduramaz (1982), Hüsnü Kuruntu (1984), Karışık İş (1985), Kaşla Göz Arasında (1987).

Filmleri : 1952 İngiliz Kemal Lawrence’a Karşı
1953 Çeto Salak Milyoner
1954 Fındıkçı Gelin
1954 Aramızda Yaşayamazsın
1954 Şimal Yıldızı
1958 Allı Yemeni
1959 Sevdalı Gelin
1959 Garipler Sokağı
1961 Biz İnsan Değil Miyiz?
1961 İki Damla Gözyaşı
1961 Utanmaz Adam
1961 Naciyem
1961 Minnoş
1961 Yedi Günlük Aşk
1961 Külkedisi
1962 Damat Beyefendi
1962 Şaka Yapma
1963 Avare Şoför
1970 Vur Patlasın Çal Oynasın
1971 Çılgın Yenge
1975 Televizyon Çocuğu
1975 Tokmak Nuri
1975 Ah Nerede, Vah Nerede..
1975 Dam Üstüne Çul Serelim
1992 Burnumu Keser misiniz?
2000 Komser Şekspir
2005 Keloğlan Karaprens’e Karşı
2007 Beyaz Melek

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , ,

Amerikan Sinemasının Ünlü Yönetmenleri

frank-capraFRANK CAPRA

A.B.D’li film yönetmeni (Palermo, İtalya, 1897 – 3 Eylül 1991 ).

Önceleri fotoğrafçılık, yönetmen yardımcılığı, oyunculuk yaptı, daha sonra Mack Sennett ile çalıştı. 1926’dan sonra da film yönetmenliğine yöneldi. Harry Langdon’la The Strong Man (Güçlü Adam, 1926) ve Long Pants’ı (Uzun Pantolon, 1927) gerçekleştirdi, ama komedi filmleriyle üne kavuştu. 1928’den sonra senaryo yazan Robert Riskin ile birlikte çalıştı ve savaş öncesi Amerikan filmlerinin en iyilerinden birkaçını çevirdi. Doğrudan doğruya toplumsal sorunlara, güldürü kalıpları içinde ve duygusal açıdan abartılmış kahramanlar aracılığıyla yaklaştı.

Başlıca filmleri arasında şunlar sayılabilir: Lady for a Day (Bir Günlük Hanımefendi, 1933); Bir Gecede Oldu (It Happened One Night, 1934); Bay Deeds Şehre Gidiyor (Mr. Deeds Goes To Town, 1936); Kayıp Ufuklar (Lost Horizons, 1937); Para Beraber Gitmez (You Can’t Take It With You, 1938); Bay Smith Washington’a Gidiyor (Mr. Smith Goes To Washington, 1939); Arsenik Kurbanları (Arsenic and Old Lace, 1941); Why We Fight? (Niçin Savaşıyoruz?, 1942-1943).

George CukorGEORGE CUKOR

A.B.D’li film yönetmeni (New York, 1899-Los Angeles, 1983). Çeşitli tiyatro oyunları sahneye koyduktan sonra 1929’da sinemaya yöneldi. Yönetmenlik yeteneğini özellikle duygusal ve iğneleyici komedi filmleriyle gösterdi. İyi yönetimiyle Katharine Hepburn, Greta Garbo, Claudette Colbert, Joan Crawford, İngrid Bergman, judy Holliday, Kay Kandall, Marilyn Monroe, judy Garland, Jacqueline Bisset gibi oyuncuların tanınmasını sağladı.

Başlıca filmleri arasında şunlar sayılabilir: Küçük Kadınlar (Little Women, 1933); David Copperfield (1935); Sylvia Scarlett (1935); Romeo and Juliet (Romeo ve Jülyet, 1936); Kamelyalı Kadın (Camille, 1936); Tatil (Holiday, 1938); The Philadephia Story (Philadephia Hikâyesi, 1940); Işıklar Sönerken (Gaslight, 1944); Âdem’in Kaburga Kemiği (Adam’s Rib, 1949): Dünkü Çocuk (Born Yesterday, 1950); Pat and Mike (Pat ve Mike, 1952); Bir Yıldız Doğuyor (A Star is Born, 1954); Üç Dünya Güzeli (Girls, 1957); Gel Sevişelim (Let’s Make Love, 1960); Benim Tatlı Meleğim (My Fair Lady, 1961); Mavi Kuş (The Blue Bird, 1976); Rich and Famous (Zengin ve Ünlü, 1982).

cecil-demilleCECIL BLOUNT DE MİLLE

A.B.D’li film yönetmenidir (Ashfield, Massachusetts, 1891-Hollywood, 1959).

Önce oyunculuk yaptı; daha sonra babası gibi tiyatro yazarlığına yöneldi. 1912’de jesse Lasky ve Samuel Goldwyn ile birlikte Hollywood sinemasının doğmasına yol açan bir film yapım şirketi kurdu. 1913’te ilk filmi olan The Squaw Man’i (Kızılderili Adam) çevirdi.

Öbür filmleri arasında şunlar sayılabilir: On Emir (The Ten Commandments, 1923; 1956’da yeniden filme alındı); Hazreti İsa (The King of Kings, 1926); The Sign of Crosse (Çarmıhın İşareti, 1932); Selâhaddin Eyyubî ve Haçlı Seferleri (The Crusades, 1935); Vadideki Kahraman (The Plainsman, 1936); Pacific Express (1938); Samson ve Dalila (Samson and Delilah, 1950).

elia kazanELIA KAZAN

A.B.D’li film ve oyun yönetmeni (İstanbul, 1909 – 28 Eylül 2003).

Sanat yaşamına 1934’te A.B.D’nde tiyatro oyuncusu olarak başladı. Birçok tiyatro yapıtını sahneye koyduktan sonra 1945’te ilk filmi olan Bir Genç Kız Yetişiyor’u (A Tree Grows in Brooklyn) çevirdi. Anlatım tekniğini giderek geliştirerek görüntüleri, kişileri başarıyla yansıttı, james Dean, Marlon Brando gibi ünlü oyuncuların ortaya çıkmasını sağladı. Filmlerinde gerek etkili anlatımı, gerekse ruhsal ve toplumsal konuları işlemesiyle A.B.D. sinemasının önde gelen yönetmenlerinden biri oldu. Tiyatro alanında özellikle Arzu Tramvayı’nı (A Streetcar Named Desire, 1948) ve Satıcının Ölümü’nü (Death of A Salesman, 1949) sahnelemesiyle dikkati çekti.

Birçok roman da yazmış olan Elia Kazan’ın başlıca filmleri arasında şunlar sayılabilir: Boomerang (Geri Tepen Silah, 1947); Namus Sözü (Gentelman’s Agreement, 1947); Kara Damga (Pinky, 1949); Arzu Tramvayı (A Streetcar Named Desire, 1951); Viva Zapata (1952): Rıhtımlar Üstünde (On the Waterfront, 1954); Cennet Yolu (East of Eden, 1955); Taş Bebek (Baby Doll, 1956); Face in the Crowd (Kalabalıktaki Adam, 1957); Vahşi Irmak (Wild River, 1960); America, America (1963); Kader Değişmez (The Arrangement, 1969); The Last Tycoon (Son Kalantor, 1976).

Joseph-LoseyJOSEPH LOSEY

A.B.D’li film yönetmeni (La Crosse, Wisconsin, 1909 – 22 Haziran 1984).

1931’den başlayarak tiyatro oyunculuğu ve yönetmenliği yaptı, aralarında Bertolt Brecht’in Galileo Galilei’ si de olmak üzere birçok yapıtı sahneye koydu. İlk filmi The Boy With Green Hair’i (Yeşil Saçlı Çocuk), 1948’de gerçekleştirdi. Siyasal görüşlerinden ötürü A.B.D’nden ayrılarak önce İtalya’ya, ardından da İngiltere’ye gitti. Özellikle 1958’den sonra sinema çevresinde ünü arttı.

Başlıca filmleri arasında şunlar sayılabilir: Kanunsuz (The Lawless, 1950); Kanlı Çingene (The Gypsy and the Gentelman, 1958); Kaderin Cilvesi (Blind Date, 1959); Suç Altında (The Criminal, 1960); Aldatan Kadın (Eva, 1962); Aşkı Arayan Kadın (Boom, 1968); Arabulucu (The Go-Between, 1971); Bebek Evi (A Doll’s House, 1973); Kaderi Arayan Adam (Mr. Klein, 1976); Steaming (1984).

Ernst LubitschERNEST LUBİTSCH

Alman asıllı A.B.D’li film yönetmeni (Berlin, 1892-Hollywood, 1947).

1911’de Max Reinhardt’ın yanında başladığı tiyatro oyunculuğunu yedi yıl sürdürdükten sonra ilk filmi olan Carmen’i (1918; bu filmde Pola Negri oynamıştır) gerçekleştirdi. 1922’de A.B.D’ne gitti. Hollywood’da çeşitli komedi filmleri çevirdi ve Amerikan komedi filmlerinin başlıca yönetmenlerinden biri oldu.

Başlıca filmleri arasında şunlar sayılabilir: Monte Carlo (1930); Cennette Kargaşalık (Trouble in Paradise, 1932); Şen Dul (The Merry Window, 1934); Angel (Melek, 1937); Bluebard’s Eight Wife (Mavi Sakalın Sekizinci Karısı, 1938); Gülmeyen Kadın (Ninotchka, 1939; Greta Garbo’nun ilk komedi filmidir); Olmak veya Olmamak (To be or not to be, 1942); Aşka Dönüş (Cluny Brown, 1946).

raoul-walshRAOUL WALSH

A.B.D’li film yönetmeni (New York, 1892-Los Angeles, 1980).

Meslek yaşamına 1912’de sinema makinisti olarak başladı; daha sonra çeşitli filmlerde (sözgelimi, Bir Ulusun Doğuşu, 1914) oyuncu olarak rol aldı. Griffith’in asistanlığını yaptıktan sonra 1915’te ilk filmini çevirdi. Çok çeşitli türde film gerçekleştiren Raoul Walsh’in western, serüven ve savaş filmlerinde özellikle başardı olduğu görüldü.

Başlıca filmleri arasında şunlar sayılabilir: Bağdat Hırsızı (The Thief of Bağdat, 1924); The Big Trail (Devler Alanı, 1930); Büyük Akın (High Sierra, 1941); Gentelman fim (1942); Hedef Burma (Objective Burma, 1945); Cehennem Alevi (White Heat, 1949); The Naked and the Dead (Çıplak ve Ölü, 1958).

Billy WilderBILLY WILDER

Avusturya asıllı A.B.D’li film yönetmeni (Viyana, 1906 – 27 Mart 2002).

Önce gazetecilik, daha sonra Almanya ve Fransa’da senaryoculuk yaptı, 1934’te A.B.D’ne gitti ve Ernst Lubitsch’in öğrencisi oldu.

Başlıca filmleri arasında şunlar sayılabilir: Çifte Tazminat (Double indemnity, 1944); The Poison (Zehir, 1945); Sunset Bulvarı (Sunset Boulevard, 1950); Yaz Bekârı (The Seven Year İtch, 1955); Öğleden Sonra Aşk (Love in the Afternon, 1956); Atlantik Fatihi (The Spirit of St. Louis, 1957); Bazılan Sıcak Sever (Some Likes it Hot, 1959); Garsonyer (The Appartment, 1960); Sokak Kızı İrma (İrma la Douce, 1963); Öpsene Budala (Kiss Me Stupid, 1964); The Front Page (Baş Sayfa, 1974); Fedora (1978).

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , ,

Fransız Sinemasının Ünlü Yönetmenleri

Jacques-BeckerJACQUES BECKER

Fransız film yönetmeni (Paris, 1906-Paris, 1960).

Önce jean Renoir’ın yanında asistan olarak çalıştı, ilk filmi olan L’Or du Cristóbal (Cristobal’in Altını) ikinci Dünya savaşının başlamasıyla yanda kaldı. İlk büyük başarısını 1943’te Goupi-Mains-Rouges (Kırmızı Elli Goupi) ile sağladı, öbür filmleri arasında şunlar sayılabilir:

Rendez-vous de juillet (Temmuz Randevusu,1949); Edouard et Caroline (Edouard ve Caroline, 1951); Casque d’or (Altın Miğfer, 1952); Rue de l’Estrapade (Estrapade Sokağı, 1953); Touchez pas Grisbi (Grisbi’ye Dokunmayın, 1954); Ali Baba ve Kırk Haramiler (Ali Baba et les 40 Voleurs, 1954); Rififi chez les hommes (Erkekler Arasında, 1955); Montparnasse 19 (1957); Les Aventures d’Arsène Lupin (Arsène Lupin’ in Serüvenleri, 1957); Le Trou (Delik, 1960).

robert-bressonROBERT BRESSON

Fransız film yönetmeni (Bromont-Lamothe, Puy-de-Dôme, 1907 – 18 Aralık 1999).

Otuz altı yaşına kadar resimle ilgilendi, sayısız tablo yaptı. 1943’te sözlerini jean Giraudoux’nun yazdığı Les Anges du péché (Günah Melekleri) adlı ilk filmini gerçekleştirdi ve sinema eleştirmenlerinin dikkatini çekti. Daha sonra çevirdiği filmlerde düşünsel ve biçimsel araştırmalara yöneldi, görüntüye,öbür sanatsal biçimlere göre tam bir bağımsızlık verebilmek için her çeşit tiyatrosallığa karşı çıktı ve bütün bu çabalarıyla sinema dilinin gerçek bir ustası durumuna geldi. Başlıca filmleri arasında şunlar sayılabilir:

Les Dames du Bois de Boulogne (Boulogne Ormam Kadınları, 1944); journal d’un curé de Campagne (Bir Köy Papazının Günlüğü, 1950); Un condamné à mort s’est échappé (Bir İdam Mahkûmu Kaçtı, 1956); Pickpocket (Yankesici, 1959); Le Procès de Jeanne d’Arc (jeanne d’Arc’ın Yargılanması, 1962); Mouchette(1966); Une femme douce (Tatlı Bir Kadın, 1969); Lancelot du lac (Gölün Lancelot’su, 1974); L’Argent (Para, 1983).

marcel-carneMARCEL CARNE

Fransız film yönetmeni (Paris, 1909 – 31 Ekim 1996).

Önceleri gazetelerde sinema üstüne yazılar yazdı, sonra René Clair ve Jacques Feyder’nin asistanlığım yaptı. 1930’da Nogent, Eldorado du Dimanche (Nogent, Pazar Günlerinin Eldorado’su) adlı bir film çevirdi. Jacques Prèvert ile dostluk kurdu ve çevirdiği filmlerin çoğunun senaryosunu ona yazdırdı. Bu iki sanatçının işbirliğinden “şiirsel gerçekçilik” denen özel bir anlatım doğdu. Bu anlatımın içinde çoğunlukla karamsar olan, kimi zaman da trajik bir biçimde sonuçlanan olay örgüsü, kaynağını halktan alan ve konuşmalarda olduğu kadar görüntülerde de kendini gösteren sevimli bir şiirsel anlatımla kaynaştı.

Başlıca filmleri arasında şunlar sayılabilir: jenny (1936); Drôle de dram (Tuhaf Oyun, 1937); Sisler Rıhtımı (Quai des brumes, 1938); Kuzey Oteli (Hôtel du Nord, 1938); Son Ümit (Le jour se lève, 1939); Akşam Ziyaretçileri (Les Visiteurs du soir ,1942); Cennetin Çocukları(Les Enfants du paradis, 1945); Les Portes de la nuit (Gecenin Kapıları, 1946); Juliette ou la clef des songes (Juliette ya da Düşlerin Anahtarı, 1950); Thérèse Raquin (1953); Trois Chambers à Manhattan (Manhattan’da Üç Oda, 1965); Les Assasins de l’ordre (Düzen Bozucular, 1970); La Merveilleuse visite (Harika Ziyaret, 1973).

claude-lelouchCLAUDE LELOUCH

Fransız film yönetmeni (Paris, 1937).

Genç yaşta sinemaya atıldı, 1960’ta bir film yapım şirketi olan “Les Films 13″i kurdu, aynı yıl uzun metrajlı ilk filmi Le Propre de l’homme’u (insana Özgü) çevirdi. Daha sonra ticari açıdan pek iş yapmayan L’Amour avec des si (Eğerlerle Aşk, 1963), La Femme Spectacle (Temaşa Kadın, 1963-1964), Une fille et des fusils (Bir Kız ve Tüfekler, 1964) adlı film leri gerçekleştirdi. 1966’da yönettiği Bir Kadın ve Bir Erkek (Un homme et Une femme) adlı filmiyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü’nü kazandı.

Öbür filmleri arasında şunlar sayılabilir: Yaşamak İçin (Vivre pour vivre, 1967); 13 jours en France (Fransa’da 13 Gün, 1968; F.Reichenbach ile birlikte); Hayat,Aşk ve Ölüm (La Vie, L’Amour, La Mort, 1968); Sevdiğim Adam (Un homme qui me plaît, 1969); Sahtekâr (Le Voyou, 1970); Smic, Smac, Smoc (1971); Macera, Maceradır (L’Aventure, c’est l’aventure, 1972); Yeni Yıl (La Bonne Année, 1973); Toute une Vie (Bütün Bir Yaşam, 1974); Mariage (Evlilik, 1975); Le Chat et La Souris (Kedi ve Fbre, 1975); Le Bon et Les Méchants (İyi ve Kötüler, 1976); Si c’était à refaire (Yeniden Başlasaydık, 1976); Un autre homme, une autre chance (Bir Başka Erkek, Bir Başka Şans, 1977); Robert ve Robert (Robert et Robert, 1978); A nous deux (İkimize, 1979); Les Uns et les Autres (Birileri ve Öbürleri, 1981); Edith et Marcel (Edith ve Marcel, 1982).

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , ,

Charlie Chaplin Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Charlie ChaplinCharlie Chaplin;
(16.4.1889-25.12.1977)

İngiliz oyuncu / yönetmen Chaplin, trajikomik serseri tiplemesiyle, toplumun zorlamalarına karşı gelen ve bireyin özgürlüğü için savaşan küçük adam prototipini çizmiş oldu. Başarılı, çoğu zaman toplumsal eleştirel Slapstick Komedileri sinema klasikleri arasında yerini aldı.

Oyuncu ve varyete sanatçılarından oluşan Londralı bir ailenin oğlu olan Chaplin henüz beş yaşındayken sahneye çıktı. Alkolik babası üç yıl sonra öldü. Sinir hastası olan annesi de zaman zaman tedavi için hastaneye yatmak zorunda kalıyordu. Chaplin yatılı okullarda ve yetimhanelerde yetişti. Chaplin, üvey ağabeysi Sidney aracılığıyla 17 yaşında girdiği Fred Karnos’un gezginci tiyatrosunda, çok kısa zamanda komedi starlığına yükseldi.

1913’ten Sonra: Dimdik Yükselen Başarı Grafiği Topluluğuyla ABD’ de çıktığı turnede Chaplin’e hayran olan, Slapstick üreticisi Mack Sennett, kendisini hemen haftada 150 dolarlık bir ücretle angaje etti. Chaplin kısa zamanda, haftada iki tane çevirdiği Slapstick komedilerinin kahramanı oldu. On yıllar boyu imajını oluşturacak olan kılığı ikinci filminde buldu. Gülünç derecede bol bir pantalon, kendisine çok büyük gelen ayakkabılar, dar gelen bir ceket, bastonu ve melon şapkasıyla ve küstah bıyığıyla Chaplin fakir düşmüş züppe, kibar serseri rolünü oynadı. The Tramp (Şarlo Serseri, 1915), The Kid (Yumurcak, 1921) gibi ilk filmlerinin heybetli/heyecanlı tarzıyla komikliği, ezilmişin yanında oluşuna ve üst sınıfa mensupların yenilgisine dayanıyordu. Başarısı arttıkça aldığı ücretler de yükseliyordu: 1915’te 65.000 dolar kazanan Chaplin, iki yıl sonra bir milyon dolara para demiyordu.

1919: Bağımsız Yapımcılığı Chaplin 1919 yılında sinema sanatçılarından Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve yönetmen David Wark Griffith’le birlikte United Artists Film yapım şirketini kurdu ve bu şekilde hem ekonomik, hem de sanatsal bağımsızlığını garanti altına almış oldu. Kendi yapımcısı olarak eski kısa filmlerindeki salt bürlesk tarzı kısa bir süre sonra bıraktı ve Serseri’yi (Tramp) komplike bir karaktere dönüştürdü. 20’Ii yılların akşamlarını dolduran filmleri büyük başan kaydetti. Altın bulma salgınına kapılanlardan bir altın arayıcısının öyküsünü anlatan The Gold Rush (Altına Hücum, 1925) filminde, serseri rolündeki Şarlo’nun pabucunun tabanını yemesi gibi sahneler sinema tarihine geçti.

30’lu Yılları Artan Eleştiriler Kendisine iki oğul veren ikinci eşi Rita Grey’den boşanınca (ilk eşi Mildred Harris’ti) eşinin Chaplin’in sapık seks ilişkilerine düşkünlüğünü kamuoyuna açıklamasıyla, Chaplin’in adı manşetlere geçti. Chaplin’in Amerikan vatandaşlığını kabul etmemekte direnmesi, 1930’lu yıllarda kendisine karşı basın kampanyalarının başlatılmasına neden oldu. Hatta, Amerikan rüyasına ve tüm kişisel çabalarına karşın mutluluğu bulamayan küçük adamı anlatan City Lights (Şehir Işıkları, 1931) ve Modern Times (Asri Zamanlar, 1936) gibi Chaplin’in toplumsal eleştiri filmlerine “komünizm komplosu” gibi yaftalar yakıştırıldı.

1940: Hitler Parodisi The Great Dictator (Büyük Diktatör, 1940) filminde Chaplin nasyonal sosyalist Almanya’ya karşı cephe aldı. Dünya küresiyle dans sahnesi ve saçma sapan bir kışkırtma tiradıyla doruk noktasına ulaşan, megalomanyak savaş kışkırtıcılarını dahiyane bir şekilde alaya aldığı bu filmiyle Chaplin Serseri (Tramp) rolüne veda etti.

Fırtınalı özel hayatı yüzünden manşetlerdeki olumsuz satırlardan başını alamıyordu. Örneğin 22 yaşındaki oyuncu Joan Barry’nin başarıyla sonuçlanan babalık davası; yazar Eugene O’Neill’in 17 yaşındaki kızıyla yaptığı dördüncü evlilik bu tür manşetlere konu olmuştur. Chaplin ayrıca İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’de komünistler aleyhinde başlatılan kampanyalar nedeniyle de baskıya maruz kaldı. 1952 yılında Limelight (Sahne Işıkları) adlı yeni filminin reklamı için Avrupa’ya yaptığı yolculuk sırasında, Chaplin’e Amerika’ya döndüğü zaman, “Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komisyonu”na ifade vermesi gerektiği yolunda uyarılar yapıldı. Bunun üzerine Chaplin Avrupa’da kaldı ve Leman Gölü kıyısında bir malikâneye yerleşti.

70’li Yılları ABD ile Barışması Komünist avının ve benzeri Amerikan taşkınlıklarının parodisini yaptığı The King in New York (New York’ta Bir Kral, 1957) gibi sonraki filmleri daha önceki yapıtlarının kalitesine ulaşamadılar. ABD, 1972 yılında Chaplin’e şeref Oscar’ını vererek daha önce kovduğu sanatçıyla barıştı. İngiltere Kraliçesi Chaplin’e 1975’te asalet unvanını verdi. Filmleri üzerindeki haklarını garantiye almış olan Chaplin inzivaya çekildi. 1975’te Vevey’de (İsviçre) öldüğü zaman 200 milyon Alman Markı tutarında bir servet bıraktı.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Leslie Howard Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Leslie Howard; asıl adı Leslie Howard Steiner (d. 3 Nisan 1893, Londra – ö. 1 Haziran 1943, denizde), İngiliz sinema ve tiyatro oyuncusu, yapımcı ve yönetmendir. Rahat ve inandırıcı oyunculuğu ile tanınır. Bir süre bir bankada çalıştıktan sonra 1. Dünya Savaşı’na katıldı. Savaşın olumsuz etkilerinden sıyrılmak için oyunculuğa yöneldi. Leslie Howard adıyla profesyonel sahne yaşamına 1917’de başladı. İngiltere’ de birkaç yıl tiyatro oyunculuğu yaptıktan sonra, New York’a giderek Broadway’de üne kavuştu. 1926’da Londra’ya dönüşünde Tallulah Bankhead ile Her Cardboard Lover (1927; Sahte Âşık) adlı oyunda rol aldı. Kısa bir süre sonra Londra ve New York’ta, Henry James’in bitmemiş romanı The Sense of the Past’tan (Tarih Duygusu) John Balderston’ın tiyatroya uyarladığı Berkeley Square’de (Berkeley Meydanı) oynadı. The Petrified Forest (1935; Lanetli Orman) ve hem yapımcılığını, hem de başrolünü üstlendiği Hamlet (1936) adlı oyunlarda da büyük başarı kazandı.

Sinemaya 1930’da Outward Bound (Özgür Ruh) adlı filmle geçti. George Bernard Shaw’dan uyarlanan ilk önemli filmi Pygmalion’da çok başarılı bir Henry Higgins tipi çizdi. Öbür önemli filmleri arasında Of Human Bondage (1934; Aşk Kölesi), The Scarlet Pimpernel (1935), The Petrified Forest (1936; Lanetli Orman), Romeo and Juliet (1936; Romeo ve Juliet) ve Gone with the Wind (1939; Rüzgâr Gibi Geçti) sayılabilir. II. Dünya Savaşı sırasında Lizbon’dan Londra’ya giderken bindiği uçağın düşürülmesi sonucunda öldü.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Trevor Howard Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Trevor Wallace Howard; (d. 29 Eylül 1916, Cliftonville, Kent – Ö. 7 Ocak.1988, Bushey, Hertfordshire, İngiltere), İngiliz oyuncudur. Tiyatroda, sinemada ve televizyonda çok çeşitli tipler çizerek övgü toplamış, titiz ve usta bir oyuncu olarak tanınmıştır.

Profesyonel olarak sahneye ilk kez 1934’te, Kraliyet Tiyatro Akademisi’nde öğrenciyken çıktı. Tiyatro oyunculuğunu düzenli olarak sürdürdü; özellikle Stratford’da Shakespeare oyunlarında, iki yıl boyunca da Londra’da West End’de French Without Tears (Gözleri Yaşsız Fransızlar) oyununda rol aldı. II. Dünya Savaşı’nda paraşütçüydü; 1943’te çürüğe ayrılınca tiyatroya döndü. Ertesi yıl sinema oyunculuğuna başladı ve meslek yaşamı boyunca 70’ten çok filmde rol aldı. Üçüncü filmi Brief Encounter’da (1945; Kısa Tesadüfler/Kısa Buluşma) canlandırdığı, evli bir kadına âşık olan duygulu hekim tipiyle izleyiciyi derinden etkiledi. Bu filmi The Third Man (1949; Üçüncü Adam), Heart of the Matter (1953; Sorunun Özü) ve en iyi oyuncu dalında Oscar’a aday gösterildiği Sons and Lovers (1960; Oğullar ve Sevgililer) gibi filmlerdeki başarılı rolleri izledi. The Key (1958; Anahtar) filmindeki oyunuyla İngiliz Sinema Akademisi’nin ödülünü aldı. Sonraları, Mutiny on the Bounty (1962; Denizde İsyan), The Charge of the Light Brigade (1968; Hafif Süvari Alayının Hücumu) ve Gandhi (1983) gibi filmlerde tok sözlü ve dik başlı İngiliz subayı tipleri çizdi.

Öteki filmleri arasında The Golden Salamander (1949; Sahra Kaplanı), Run for the Sun (1956; Firariler), Von Ryan’s Express (1965; Fedailer Birliği), Ryan’s Daughter (1970; İrlandalı Kız), Superman (1978; Supermen) ve son filmi White Mischief (1988; Beyaz Yaramazlık) sayılabilir.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

James Wong Howe Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

James Wong Howe; asıl adı Wong Tung Jim (d. 28 Ağustos 1899, Guangzhou [Kanton], Çin – ö. 12 Temmuz 1976, Hollywood, ABD), ABD sinemasının en önemli görüntü yönetmenlerindendir.

Beş yaşında ailesiyle birlikte ABD’ye yerleşti. 1916’ya değin Washington ve Oregon eyaletlerinde yaşadı. O yıl Los Angeles’a gitti. 1917’de sinema dünyasına ilk adımı attı ve aynı yıl Cecil B. deMille’in kamera asistanlığını yaptı. 1922’de Famous Players-Lasky Company’nin baş kameramanı oldu. Ardından Metro-Goldwyn-Mayer, Inc. (MGM), Warner Brothers, Columbia Pictures ve RKO Radio Pictures, Inc. film şirketlerinde, 1948’den sonra da serbest olarak çalıştı.

Sessiz sinema dönemindeki pek çok filmde imzası olan Howe, boş film, kamera hareketliliği, ışıklandırma teknikleri gibi sinemanın çeşitli alanlarındaki yeni olanakları sonuna kadar değerlendirdi. Daha sonra da sesli sinemanın kamera hareketlerine getirdiği kısıtlamaları ortadan kaldıracak yöntemler geliştirdi. Renkli film çalışmalarında da siyah beyazlar kadar başarılı olmasına karşın Howe, ışık ve gölgeyi çarpıcı biçimde kullandığı siyah beyaz filmleri yeğliyordu.

Howe Transatlantic (1931) filminde geniş açılı mercek kullanımına, alan derinliği sağlayan görüntü çalışmasına ve gemide yaşanan kapalı yer korkusunu canlandırmak amacıyla başvurduğu tavanlı dekorlara öncülük etmiştir. Elde taşınabilen kamera kullanan ilk kameramanlardan biridir. Body and Soul (1947; Beden ve Ruh) filmindeki boks sahnelerini ayağında patenlerle çekmiş, He Ran All the Way (1951) filminin çekimlerinde de tekerlekli sandalye kullanarak hareket olanaklarını artırmıştır. The Rose Tattoo (1955; Kırmızı Gül) ve Hud (1963; Çılgınların Günahı) filmlerindeki çalışmalarıyla Oscar kazanmıştır.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , , ,

Ertuğrul İlgin Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Ertuğrul İlgin; (d. 1914, İstanbul – ö. 1993, İstanbul), tiyatro oyuncusu ve opera yönetmenidir. Ankara Devlet Konservatuvan’nın 1941’deki ilk mezunlarındandır. Öğrenciliği sırasında dikkatini çektiği Cari Ebert’in asistanı oldu. Ankara’daki Tatbikat Sahnesi’nde ve Devlet Tiyatrosu’nda rol aldığı oyunlar arasında Shakespeare’den Julius Caesar (1942), Molière’den Kibarlık Budalası (1944), Goldoni’den Otelci Kadın (1946), Ahmet Kutsi Tecer’den Köşebaşı (1947), Cevat Fehmi Başkut’tan Paydos (1948) ve gene Shakespeare’den On İkinci Gece sayılabilir.

Ankara’dayken Madame Butterfly, Othello ve La Bohème gibi operalar da yöneten İlgin 1948’de Avrupa’ya gitti ve çeşitli kentlerde 10 yıl boyunca operalar sahneye koydu. Türkiye’ye döndükten sonra gene Ankara’da Goldoni’den İki Efendinin Uşağı (1958), Shakespeare’den Kral Lear (1958), Sophokles’ten Kral Oidipus (1959), Molière’ den Kibarlık Budalası ve Don Juan (1963) gibi oyunlarda rol aldı; ayrıca İstanbul Şehir Operası’nda operalar sahnelemeyi sürdürdü. 1969’da emekliye ayrıldı. 1987′ de konuk sanatçı olarak İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda yeniden sahneye çıkmaya başladı.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Yorgo ve Kriton İlyadis Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Yorgo ve Kriton İlyadis; (sırasıyla, d. 1914, Adapazarı – ö. 1974, Selanik, Yunanistan; d. 1916, Adapazarı – ö. 1980, İstanbul), Türk sinemasına önemli katkılarda bulunmuş ses ve görüntü yönetmeni kardeşlerdir.

Yorgo İlyadis 1930’larda Necip Erses’le birlikte yerli radyo imalatı üzerinde çalıştı. 1935’te bu alanda bilgi ve deneyim edinmek amacıyla Almanya’ya gitti. Türkiye’ye döndükten sonra 1941’de Marmara, 1943’te de Ses film stüdyolarının kuruluşuna katıldı. Üç yüzü aşkın Türk filmi ile 2 bine yakın yabancı filmin dublajını yönetti.

Kriton İlyadis, film ve fotoğraf çekimini babasının yanında çalışarak öğrendi. İstanbul’da Saint Michel Fransız Lisesi’nin orta bölümünü bitirdi. Bir süre fotoğrafçılık yaptı, film laboratuvarlarında çalıştı. Baha Gelenbevi’nin yönettiği Deniz Kızı (1944) filmiyle görüntü yönetmenliğine başladı. Öldüren Şehir (1954), Beraber Ölelim (1958), Ahtapotun Kollan (1964), Kınalı Yapıncak (1969) filmlerindeki görüntü çalışmasıyla çeşitli film şenliklerinde en iyi kameraman seçildi. 1944-77 arasında yüzlerce filmi görüntüleyen Kriton İlyadis bu dalda en uzun süre çalışan sinema adamlarından biridir.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Agah Hün Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Agah Hün; (d: 1918, İstanbul – ö. 24 Temmuz 1990, İstanbul), tiyatro, sinema oyuncusu ve yönetmenidir. Özellikle karakter rollerindeki başarısıyla dikkati çekmiştir.

1937’de girdiği Ankara Devlet Konservatuvarı’nın Yüksek Devre’sini bitirdi (1942). Devlet Tiyatrosu’nda çalıştı. 1951’de İstanbul’a giderek Küçük Sahne’ye girdi. Kısa bir süre Oda Tiyatrosu (1959) ve Küçük Opera’da (1960) çalıştı. 1961’den sonra İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahneye çıktı ve buradan emekli oldu (1983).

Agâh Hün ilk kez konservatuvar öğrencisiyken çıktığı sahnede Moliere’den Kibarlık Budalası (1944), Goldoni’den Kahvehane (1945) ve Lokantacı Kadın (1946), Cevat Fehmi Başkut’tan Küçük Şehir (1949, Arthur Miller’dan Satıcının Ölümü (1951), Sidney Kingsley’den Karakolda (1952), John Patrick’ten Çayhane (1955), Maxwell Anderson’dan İktidar (1961), Cahit Atay’dan Hamdi ve Hamdi (1963), Friedrich Dürrenmatt’tan Büyük Romulus (1967), Sedat Veyis Örnek’ten Pirinçler Yeşerecek (1970) başta olmak üzere 100’den çok oyunda başrol oynadı, çok sayıda oyunu da yönetti.

İlk renkli Türk filmi olan Muhsin Ertuğrul’ un Halıcı Kız’ıyla (1953) sinemaya geçen Agâh Hün, Sevdiğim Sendin (1955) adlı filmle yönetmenliğe başladı. Övgüyle karşılanan bu denemeden sonra çeşitli filmlerde oynadı ve yönetmenlik yaptı. Ayrıca televizyon dizilerinde de rol alan Agâh Hün sinema ve tiyatro sanatçısı Hadi Hün’ün (1907-69) kardeşidir.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Thomas Harper Ince Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Thomas Harper Ince; (d. 16 Kasım 1882, Newport, Rhode Island – ö. 19 Kasım 1924, Hollywood, ABD), ABD’li öncü sinema yönetmenidir. Film yapım yöntemlerini düzenleyip sıkı bir sisteme oturtan ilk sinemacıdır.

Bir komedi sanatçısının oğluydu. Ünlü tiyatro yöneticisi Daniel Frohman’ın bürosunda çalıştı. Sahneye ilk kez 1894’te çıktı. 1910’da, D.W. Griffith’in de kadrosunda olduğu, dönemin önde gelen film şirketlerinden Biograph Company’de oyuncu ve tek makaralık filmlerde yönetmen olarak çalışmaya başladı. Beş yıl içinde, sinemanın ilk kovboy kahramanlarından William S. Hart’ ın rol aldığı western’ların yönetmeni olarak uluslararası üne kavuştu.

ince 1915’te, yeni kurulan Triangle adlı film şirketinde Mack Sennett ve D.W. Griffith gibi ünlü yönetmenlerle bir üçlü oluşturdu. (Şirketin “üçgen” anlamındaki adı da buradan geliyordu.) Inceville stüdyolarında başlattığı film yapım sisteminde film ekibi birimlere ayrılarak çalışıyordu. Her birimin başında bir yapım görevlisi bulunuyor ve bu görevli çekimi, son biçimini Ince’in onayladığı ayrıntılı bir çekim senaryosuna göre denetliyordu, ince filmlerinin kurgusuna da son biçimini kendi veriyordu. Bu sistemle aynı anda birkaç film çalışmasını birden yürütebiliyordu. 1915’ten sonra yalnızca Civilization (1916; Uygarlık) filmini tek başına yönetti ve daha çok yapımcı olarak çalıştı.

Ince’in filmlerinde öyküler büyük önem taşır. The Gangsters and The Girl (1914; Gangsterler ve Kız), The Italian (1915; İtalyan) ve The Clodhopper (1917) gibi filmleri, usta işi bir kurguyla oluşturduğu sağlam dramatik yapının kusursuz örnekleridir.

I. Dünya Savaşı’nın sonunda Triangle kapanınca Ince başka şirketlerde film çekmeyi sürdürdü. Bir gezi sırasında William Randolph Hearst’ün yatında kuşkulu biçimde ağır yaralandı ve daha sonra kendine gelemeden öldü. Resmi kayıtlara göre kalp yetmezliğine bağlanan ölümü üzerindeki esrar perdesi kalkmadı.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Roscoe Arbuckle (Fatty Arbuckle) Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Roscoe Arbuckle (Fatty Arbuckle); (d. 24 Mart 1887, Smith Center, Kansas – ö. 30 Haziran 1933, New York kenti, ABD), sessiz sinema döneminin ilk komedi yıldızlarındandır. Ününün doruğundayken adının bir skandala karışması hem ününün büyük ölçüde zedelenmesine, hem de sinemadan uzaklaşmasına yol açmıştır.

Deneyimli bir vodvil oyuncusuyken, 1908’de Selig Polyscope şirketinde figüran olarak çalışmaya başladı ve birçok tek makaralık komedi filminde rol aldı. 145 kiloluk cüssesine karşın hareketli bir komedyen olan Arbuckle, kısa zamanda Mack Sennett’ın stüdyosunda yıldızlığa yükseldi. Sennett’ın Keystone Kops topluluğunda çalıştı ve Chester Conklin, Charlie Chaplin gibi sessiz sinema yıldızlarıyla birlikte oynadı.

1917’de kendi yapım şirketim kuran Arbuckle, Buster Keaton’ın sanat yaşamında ilerlemesine yardımcı oldu. Bir yıldız adayına tecavüz etmek ve ölümüne neden olmakla suçlanması, meslek yaşamını sona erdirdi. Açılan davanın sonunda aklandıysa da, aleyhinde oluşturulan kamuoyunun etkisiyle sinemadan uzaklaştı; filmleri yasaklandı. Daha sonra dostlarının yardımıyla sinema dünyasına döndü ve William B. Goodrich adıyla yönetmenlik yaptı.

Arbuckle’ın adının karıştığı olayın sonuçlarından biri de sinema sanayisini düzenlemek ve denetlemek amacıyla Hays Bürosu’nun kurulması oldu.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Bodil Ipsen Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Bodil Ipsen; asıl adı Bodil Louise Jensen (d. 30 Ağustos 1889, Kopenhag – ö. Kasım 1964, Kopenhag, Danimarka), Danimarkalı oyuncudur. Sahne arkadaşı karakter oyuncusu Poul Reumert ile birlikte Henrik Ibsen ve August Strindberg’in oyunlarının yeni bir gözle değerlendirilmesini sağlamıştır.

Sahneye ilk kez 1909’da Kopenhag’daki Kraliyet Tiyatrosu’nda çıktı. Shakespeare’in As You Like It (Nasıl Hoşunuza Giderse/ Beğendiğiniz Gibi) oyunundaki Rosalind’ den, Ibsen’in Et dukkehjem (Nora, Bir Bebek Evi) oyunundaki Nora’ya kadar hem komik, hem ciddi rollerde başarı kazanarak çok yönlü bir sanatçı olduğunu gösterdi. Olgunluk dönemindeyse dramatik tiplemelere ağırlık verdi. Lady Machbeth rolünde olağanüstü başarılıydı. Gengangere’ deki (Hortlaklar) Bayan Alving rolünde olduğu gibi Ibsen tiplerindeki yorumlarıyla büyük övgü topladı; Fröken Julie’deki (Matmazel Julie) başkişi ve Dödsdansen’deki (Cehennem Dansı) Alice rollerinde olduğu gibi Strindberg kahramanlarını canlandırarak ününü daha da yaygınlaştırdı. Bu oyunlarda, tiyatro yaşamı kendisininkiyle benzerlik gösteren ünlü oyuncu Reumert ile birlikte oynadı.

Ipsen, daha 1913’te Danimarka yapımı filmlerde rol almaya başlamıştı. Sessiz sinema dönemindeki en tanınmış filmleri Dickens’ın David Copperfield ve Little Dorrit (Küçük Dorrit) romanlarından uyarlanan 1922 ve 1924 tarihli filmlerdir. Lau Lauritzen, Jr. ile birlikte yönettiği Afsporet (1942) ve De rode Enge (1945; Kızıl Çayırlar) adlı filmler de Ipsen’in tanınmış yapıtları arasındadır.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Joris Ivens Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Joris Ivens; asıl adı Georgi Henri Anton Ivens (d. 18 Kasım 1898, Nijmegen, Hollanda – ö. 28 Haziran 1989, Paris, Fransa), belgesel sinemanın en önemli adlarından Hollandalı yönetmendir.

Dedesi Hollanda’daki ilk fotoğrafçılardan biriydi. Babası da fotoğraf malzemeleri satan bir dizi mağazanın sahibiydi. Ivens, bir Yerli öyküsü olan ilk amatör filmini 1911’de aile üyeleriyle birlikte gerçekleştirdi. I. Dünya Savaşı yüzünden iktisat öğrenimini yarıda bıraktı. Savaştan sonra öğrenci hareketlerine katıldı. Fotokimya öğrenimi görmek için 1922’de Berlin’e gitti. Dresden ve Jena’ daki fabrikalarda staj yaparken işçi ve öğrenci hareketlerine katıldı. 1926’da ülkesine döndü ve arkadaşlarıyla birlikte, Hollanda’da bağımsız sinemacılığın gelişmesine büyük katkıda bulunan Hollanda Sinema Birliği’ni kurdu.

1928’de çektiği De Brug (Köprü) adlı belgesel, yenilikçi sinema çevrelerinde ilgi gördü. Regen (1929; Yağmur), Wij Bouwen (1930; İnşa Ediyoruz) gibi ilk belgesellerinden sonra, Pudovkin’in çağrısı üzerine bir dizi konferans vermek için Sovyetler Birliği’ ne gitti. Bundan sonra dünyanın en çok gezen yönetmenlerinden biri oldu. Belçika’ da ve ABD’de belgeseller çekti. 1937’de gittiği İspanya’da yönettiği The Spanish Earth (1937; İspanyol Toprağı) İspanyol İç Savaşı’nın (1936-39) en önemli belgeseli oldu. Daha sonra Çin’e gitti ve Çin halkının Japon işgaline karşı mücadelesini The Four Hundred Million (1938; Dört Yüz Milyon) filmiyle görüntüledi. 1944’te Hollanda’nın Batı Hindistan’daki sinema sorumlusu olarak atandıysa da, sömürgeciliği protesto ederek bu görevi geri çevirdi. II. Dünya Savaşı sırasında ABD ve Kanada’da faşizm karşıtı propaganda filmleri çekti. Bağımsızlık öncesi dönemi anlattığı Indonesia Calling (1946; Endonezya Arıyor), Hollanda pasaportunun 10 yıl süreyle elinden alınmasına ve Doğu Avrupa’da çalışmak zorunda kalmasına yol açtı. 1951’de, senatör McCarthy’nin başını çektiği kampanya sonucunda kara listeye alınınca, bir daha dönmemek üzere ABD’den ayrıldı. La Seine a recontré Paris (1957; Sen Nehri Paris’e Rastladı), L’Italia non è un paese povere (1960; italya Yoksul Bir Ülke Değildir), Cuba, pueblo armado (1961; Küba, Silahlı Halk), Loin du Vietnam (1967; Vietnam’ dan Uzakta), Le Peuple et ses fusils (1969; Halk ve Silahları) ve Comment Yukong déplace les montagnes (1976; Yukong Dağları Nasıl Yerinden Oynattı) gibi belgeselle-riyle çağın değişimine tanıklık etti.

Belgesel filmlerinde yalnızca dış gerçekliği görüntülemekle yetinmeyip şiirsel anlatımıyla ele aldığı ülkenin, halkın ve olayın ruhunu perdeye yansıtan Ivens, 90 yaşında, Marceline Loridan’la birlikte Une histoire de Vent (1988; Rüzgârın Öyküsü) adlı filmi gerçekleştirdi. Aynı zamanda oynadığı bu filmde yaşamını, rüzgârı evcilleştirme tutkusunu, sinema ve düş üzerine görüşlerini perdeye yansıttı. 1955’te Helsinki’de Dünya Barış Ödülü’nü alan Ivens’e 1986’da Hollanda hükümeti de bir ödül verdi ve resmen özür diledi. Sinemaya katkılarından ötürü 1988 Venedik Film Şenliği’nde de bir Onur Ödülü aldı.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Philippe Noiret Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Philippe Noiret; (d. 1 Ekim 1931, Lille, Fransa – ö. 23 Kasım 2006, Paris, Fransa), değişik karakterlerdeki başarılı yorumuyla tanınmış Fransız sinema oyuncusudur.

On dokuz yaşında tiyatro oyunculuğuna başladı. Théâtre National Populaire’in oyunlarındaki yorumlarıyla adını duyurdu. 1948’de Jacqueline Audry’nin Gigi filminde küçük bir rolle sinemaya başladı. Birkaç filmde daha rol aldıktan sonra Agnes Varda’nın La Pointe courte’unda (1954; Kısa Uç) başarılı oldu. Sinemada asıl ününü, Louis Malle’in Zazie dans le métro’suyla (1960; Zazie Metroda) kazandı. İki yıl sonra Georges Franju’nün Thérèse Desqueyroux’ sundaki rolüyle Venedik Film Şenliği’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı.

İri cüssesi, burundan gelen sesi ve oyun yeteneğiyle bir süre Yves Robert’in Alexandre le bienheureux’sa (1967; Asi Kılıbık) gibi güldürülerde gözüken Noiret, George Cukor’un Justine’i (1969; İkili Oyun) ve Alfred Hitchcock’un Topaz’ı (1969) gibi uluslararası yapımlarda da oynadı. Yönetmen Bertrand Tavernier ile çalıştığı L’Horloger de Saint-Paul (1973; Saint-Paul Saatçisi), Que le Fête Commence! (1974; Şenlik Başlasın!), Le Juge et l’Assassin (1975; Yargıç ve Katil), Une semaine de vacances (1980; Bir Hafta Tatil) ve Coup de torchon (1981; Büyük Temizlik) gibi filmlerle Fransız sinemasının usta oyuncuları arasına girdi. 1975’te, Le Vieux fusil (Savaş-Kurbanları) filmindeki rolüyle César Ödülü kazandı. Noiret’nin değişik karakterleri başarıyla canlandırdığı öbür filmler arasında Marco Ferreri’nin Le Grande bouffe’u (1973; Büyük Tıkınma), Pierre Grenier Deferre’in Une femme à sa fenêtre’i (1976; Camdaki Kadın), Yves Boisset’nin Un Taxi mauve’a (1977; Mor Taksi), Ettore Scola’nın La famiglia’sı (1986; Aile), Claude Chabrol’ün Masques’i (1987; Maskeler) ve Guiseppe Tornatore’nin Nuovo cinema Paradiso’su (1988; Cennet Sineması) sayılabilir.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Muhterem Nur Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Muhterem Nur; asıl adı Aysel Muhterem Kısa (d. 1930, Manastır, Yugoslavya), ezilen kadın tiplemeleriyle 1950’lerde ve 1960′ larda çok tutulmuş sinema oyuncusudur.

Küçük yaşta ailesiyle Türkiye’ye göç ederek önce Tekirdağ’a, sonra İstanbul’a yerleşti. Eyüp Sultan İlkokulu’ndaki öğrenimini yanda bıraktı ve fabrika işçiliği yaptı, çeşitli işlerde çalıştı. 1951’de Zeki Alpan’ın Yıldızlar Revüsü’ünde figüran olarak sinemaya adımını attı. Ertesi yıl Baha Gelenbevi’nin Boş Beşik’iyle adını duyurdu ve başrole yükseldi. Bunu izleyen Münir Hayri Egeli’nin Söz Müdafaanındır (1952) ve Sarı Zeybek (1953), Orhan Dilmen’in, Istırap Şarkısı (1954), Arşevir Alyanak’ın Günahkâr Baba (1955), Muharrem Gürses’in Sazlı Damın Kahpesi (1956), Kadri Ögelman’ın Bırakın Yaşayalım (1956), Memduh Ün’ün Kahpe Dünya (1956), Süha Doğan’ın Gelin Ayşem (1957) gibi filmlerinde haksızlığa uğrayan masum genç kız tipiyle dönemin en çok tutulan yıldızı oldu. Ün’ün Üç Arkadaş’ındaki (1958) yoksul kör kız Gül rolüyle sinemadaki en tipik ve başarılı oyununu verdi. Bundan sonra aralannda Ün’ün Ateşten Damla’sı (1960) gibi dikkate değer yapımların da bulunduğu çok sayıda melodramda gözüken Nur, 1960’ların sonlarına doğru eski ününü yitirdi. 1965’te dansözlüğe, 1967’de şarkıcılığa başladı. 1970’lerde sinemaya dönerek Bilge Olgaç’ın Kara Gün’ü (1971) gibi filmlerde karakter rolleri üstlendi. Ayrıca Denizin Kanı adlı televizyon dizisinde oynadı.

1986 yılında Müslüm Gürses’le evlenmiş, 2013 yılında eşini kaybetmiştir.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Özdemir Nutku Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Özdemir Nutku; (d. 12 Ocak 1931, İstanbul), tiyatro araştırmacısı, yazar ve eleştirmenidir. Eğitsel ve pratik çalışmalarıyla tanınmıştır.

1956’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü, 1959’da Almanya’da Göttingen Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nü bitirdi. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne öğretim görevlisi olarak girdi. 1961’de doktorasını tamamladı; 1967’de doçent, 1974’te profesör oldu. 1976’da İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne geçti; 1981’de Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü başkanı oldu.

Öğrencilik yıllarında şiirle ilgilenen Nutku ilk şiir kitabı Eller’i 1952’de yayımladı. 1955’te Mavi hareketine katıldı ve Mavi dergisinin yönetmenliğini yaptı. Değişim (20 Kasım 1961-15 Ekim 1962; 12 sayı) dergisini yönetti. Daha sonra tiyatroya yönelerek Türk Dili, Yeni Dergi, Ulus, Milliyet, Milliyet Sanat Dergisi, Çağdaş Eleştiri gibi dergi ve gazetelerde tiyatro eleştirileri ve araştırma yazıları yazdı. Sahneye koyduğu ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öğrencilerince oynanan Savaş Oyunu’yla (1965, Sermet Çağan ile birlikte) AFC’nin Erlanger kentindeki 1966 Uluslararası Tiyatro Şenliği’nde En İyi Yönetmen Ödülü’ nü, Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri (1977) adlı kitabıyla 1979’da Milli Kültür Vakfı’nın Edebiyat Büyük Ödülü’nü, 1984’te sahnelediği Midas’ın Kulakları’yla Ulvi Uraz En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandı. Nutku’nun Modern Tiyatro Akımları (1963), Tiyatro Terimleri Sözlüğü (1966, Haldun Taner ve Metin And ile birlikte), Dünya Tiyatrosu Tarihi (1971, 1985, 2 cilt), Yaşayan Tiyatro (1976), Türkiye’de Brecht (1976), Gösterim Sanatları Terimleri Sözlüğü (1983), Sahne Bilgisi (1980, 1989), Dram Sanatı (1983, 1990) ve Zeynep’in Tiyatro Kitabı (1983,1992) gibi kitapları vardır.

İki bine yakın makalesi, çeşitli uluslararası tiyatro şenliklerinde yönetmenlik, tiyatro yazarlığı ve tiyatroya genel katkıları nedeniyle çok sayıda ödüller kazanmıştır.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Ermanno Olmi Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Ermanno Olmi; (d. 24 Temmuz 1931, Bergamo, İtalya), gerçekçilikten masalsı bir anlatıma yönelen yapıtlarıyla uluslararası ödüller kazanmış İtalyan sinema yönetmenidir.

Kente göçerek fabrikalarda çalışan bir köylü ailesindendi. Babasının II. Dünya Savaşı’nda ölümü üzerine annesiyle birlikte Edison-Volta Elektrik Santralı’nda çalışmaya başladı. Bu kuruluşta tiyatro ve sinema etkinliklerine katıldı. 1952’de, tanıtıcı filmler çekmek üzere elektrik sanayisinin film yapım merkezine atandı. O yıldan 1959’a değin 40’tan fazla kısa belgesel filmde denetimci ve yönetmen olarak çalıştı. 1959’da çektiği yarı belgesel II tempo si d fermato’yla (Zaman Durmuştu) uzun film yönetmenliğine başladı.

II posto (1961; İş), I fidanzati (1963; Nişanlılar), … E venne un uomo (1965; Ve Bir Adam Geldi) gibi ilk dönem filmlerinde gerçek mekânları ve halktan kişileri kullanan Olmi, yeni gerçekçilik akımının izleyicilerinden sayıldı. Ama sanayi toplumunun getirdiği sınırlamalar ve bireyin kendini geliştirememesi gibi temalarıyla bu akımdan ayrılıyordu. Un certo giorno (1968; Güzel Bir Gün) ve La circostanza’da (1974; Koşullar) yukarı tabakaların yaşamını işledi. Köylüleri oynattığı, 1978 Cannes Film Şenliği’nde birincilik ödülü Altın Palmiye’yi kazanan L’albero degli zoccoli (1978; Nalın Ağacı) ile Cammina cammina’da (1983; Yürüye Yürüye) yalın ve sarsıcı bir gerçekçilik örneği verdi. Lunga vita alla Signora (1987; Hanımefendiye Uzun Ömürler) ve Venedik Film Şenliği’nde birincilik ödülü Altın Aslan’ı kazanan La leggenda del santo bevitore (1988; Ermiş Ayyaş Destanı) adlı filmlerinde iyilik-kötülük kavramlarını ele aldığı masalsı bir sinemaya yöneldi.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Marcel Ophüls Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Marcel Ophüls; (d. 1 Kasım 1927, Frankfurt, Almanya), belgesel filmleri tartışmalara yol açmış Alman sinema yönetmenidir.

Sinema yönetmeni Max Ophüls‘ün oğludur. Çocukluğu ve gençliği Hollywood’da babasının yanında geçti. 1960’ta Fransa’da Matisse’in yaşamını ve yapıtlarını konu alan bir belgesel filmle yönetmenliğe başladı. 1962’de L’amour à vingt ans (Yirmi Yaşında Aşk) adlı konulu filmin Almanya bölümünü yönetti. Tamamını kendi çektiği, konulu ve uzun ilk filmi Peau de banane (1964; Muz Kabuğu) adlı komedi oldu.

Bir süre işsiz kaldıktan sonra Fransız televizyonuna girdi. Bir dizi haber filmi ve Münih Anlaşması (1938) üzerine uzun bir belgesel film yaptı. Alman işgali altındaki Fransız halkının durumunu işlediği belgesel Le chagrin et la pitié (1971; Keder ve Acıma), Fransız televizyonunca geri çevrilince sinemalarda gösterildi. Büyük bir başarı kazanan film geniş tartışmalara yol açtı. A Sense of . Loss’ta (1972; Yenilgi Duygusu) Kuzey İrlanda sorununa eğilen Ophüls, İngiliz ve AFC’li yapımcıların desteğiyle The Memory of Justice’s (1976; Adaletin Belleği) başladı. Nazilerle Cezayir’deki Fransız birlikleri ve Vietnam’daki Amerikan askerleri arasında koşutluklar kuran filmin son biçimi yapımcıları tarafından kabul edilmedi. Ophüls filmin özgün kopyasını Londra’dan kaçırarak New York’ta gösterdi. Daha sonra yönetmenliği bırakarak üniversitelerde sinema dersleri vermeye ve bazı özel televizyon şirketlerine danışmanlık yapmaya başladı. 1988’de Nazi suçlusu Klaus Barbie’yi konu alan ve Cannes Film Şenliği’nde Uluslararası Eleştirmenler Ödülü’nü kazanan Hotel Terminus: The Life and Times of Klaus Barbie (Son Durak Oteli: Klaus Barbie’nin Yaşamı ve Dönemi) adlı belgeselle sinemaya döndü.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , , ,

Sven Nykvist Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Sven Nykvist; (d. 3 Aralık 1922, Moheda, İsveç – ö. 20 Eylül 2006, Stockholm, İsveç), özellikle Ingmar Bergman‘ın filmlerindeki ustalıklı kamera çalışmasıyla tanınmış İsveçli görüntü yönetmenidir.

Fotoğrafçılık öğrenimi gördü. Yardımcı kameraman olarak çalıştı. İtalya’daki Cinecittâ stüdyolarında bir yıl geçirdikten sonra, 1941’de İsveç’te Sandrews adlı film yapım şirketine girdi. İlk filmini 1945’te çekti. 1953’te Gycklarnas afton (Gezgincilerin Gecesi) filmiyle Bergman‘la çalışmaya başladı. 1960 tarihli Jungfrukallen (Genç Kız Pınan) filminde gene onunla çalıştı ve bundan sonra Svensk Filmindustri’de düzenli olarak Bergman’ın görüntü yönetmenliğini yaptı. Bu filmlerden Viskingar och rop (1972; Çığlıklar ve Fısıltılar) ve Fanny och Alexander’la (1983; Fanny ve Alexander) en iyi görüntü yönetmeni olarak iki Oscar kazandı.

Nykvist, Bergman’la çalışırken onun istediklerini tam olarak yerine getirebilmek için kamerayı hep kendisi kullanmıştır. Bergman’ ın güçlü ışık duygusunu tümüyle paylaşmış, teknik gösterisinden kaçınarak İsveç manzaralarının soğuk güzelliğini doğrudan aktaran etkileyici bir yalınlık elde etmiştir. Birkaç filmde yönetmenlik yapan Nykvist ayrıca başka İsveçli yönetmenlerle çalışmış ve ülkesi dışında da birçok filme imza atmıştır. Bunlardan birkaçı, Siddhartha (1972), Black Moon (1975; Kara Ay), Pretty Baby (1978; Güzel Bebek), Starting Over (1979; Yeni Baştan), The Postman Always Rings Twice (1981; Postacı Kapıyı İki Kere Çalar) ve The Unbearable Lightness of Being’dw (1988; Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği).

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Merle Oberon Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Merle Oberon; (d. 19 Şubat 1911, Bombay, Hindistan – ö. 23 Kasım 1979, Los Angeles, ABD), İngiliz asıllı ABD’li sinema oyuncusudur.

Hintli bir kadınla Hindistan’da görevli bir İngiliz subayının kızı olarak doğmuş ve Estelle Merle adıyla vaftiz edilmişti. Gençliğinde gittiği İngiltere’de tiyatro ve sinemada küçük roller alırken, daha sonra evleneceği yapımcı ve yönetmen Alexander Korda tarafından keşfedildi. Hem İngiltere’de, hem de Hollywood’da çalıştı. Koyu renk gözleri, güzelliği ve inceliğiyle dikkati çeken bir yıldız olarak ün kazandı. İlk başrolü, Charles Laughton’la birlikte oynadığı, Korda’nın The Private Life of Henry VIII (1933; Kadınlar Celladı) filmindeki Anne Boleyn’ di. Ertesi yıl gene Korda’nın The Private Life of Don Juan (Don Juan’ın Özel Yaşamı) filminde Douglas Fairbanks’le, The Scarlet Pimpernel filminde Leslie Howard’la, 1935 tarihli Folies Bergère’de Maurice Chevalier’yle oynadı. Laurence Olivier ile birlikte oynadığı, William Wyler’in Wuthering Heights (1939; Ölmeyen Aşk/Rüzgârlı Bayır) filmindeki Cathy rolüyle unutulmaz bir kompozisyon yarattı. A Song to Remember (1945; Unutulmaz Şarkı) filminde George Sand’ı, Désirée’de de (1954; Napoléon’un Sevgilisi) Joséphine’i canlandırdı. Otuzdan fazla filmde rol alan Oberon’ın son filmleri Hotel (1967; Otel) ve Interval (1973; Ara) oldu.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , , ,

Mücap Ofluoğlu Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Mücap Ofluoğlu; (d. 14 Kasım 1920, İstanbul – ö. 11 Aralık 2012, İstanbul), tiyatro oyuncusu ve yönetmenidir.

Haydarpaşa Lisesi’nde okurken tiyatroyla ilgilendi. İki kez Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü sınavlarına girdiyse de kazanamadı. Faruk Kenç’in Dertli Pınar (1943) filminde oynayarak profesyonel oyunculuğa geçti. 1943-60 arasında, üçü başrol olmak üzere, 30 kadar filmde rol aldı.

İstanbul Belediyesi Hayvan Borsası’ndaki memurluğu sırasında İstanbul Şehir Tiyatrosu’na figüran olarak girdi (1946); daha sonra, uzun yıllar sürdüreceği dublaj sanatçılığına başladı. 1948’de İzmir Şehir Tiyatrosu’nu yöneten Avni Dilligil’le çalışmak üzere İzmir’e gitti. Orada Shakespeare‘in Macbeth (1948) ve Cevat Fehmi Başkut’un Paydos (1949) gibi oyunlarında oynadı. 1950’de İstanbul’a döndükten sonra dublaj, sinema ve radyo tiyatrosu sanatçılığını sürdürdü. Bazı küçük topluluklarda çalıştıktan sonra Muhsin Ertuğrul’un kurduğu Küçük Sahne’ye geçti. Burada geçirdiği 6 yılın başlıca çalışmaları arasında George Abbott-John Cecil Holm’un Yarış (1951), Sidney Kingsley’nin Karakolda (1952), Shakespeare’in Nasıl İsterseniz (1952) ve John Patrick’in Çayhane (1955) gibi oyunları sayılabilir.

Küçük Sahne’nin dağılmasından sonra, iki yıl kendi kurduğu İstanbul Oda Tiyatrosu’nda, Ertuğrul’un çağrısıyla da 1960-66 arasında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda çalıştı. 1966’da kendi adıyla bir tiyatro kurdu. 1971’de ABD’de Türkler için tek kişilik gösteriler sundu. Aynı yıl Şehir Tiyatrosu’nda başrolünü oynadığı Edmond Rostand’ ın Cyrano de Bergerac’ıyla büyük övgü topladı. Mücap Ofluoğlu Tiyatrosu’nu iki yıl daha sürdürdü, 1974’te Ertuğrul’la birlikte döndüğü Şehir Tiyatroları’ndan 1976’da emekli olarak Bodrum’a yerleşti. Bu dönemde oynadığı oyunlar arasında Adnan Giz’den Ömür Satan Hüsam Çelebi (1974), Musahipzade Celâl’den Pazartesi-Perşembe (1975), Moliere‘den (aynı zamanda sahneye koyduğu) Sahte Soful Tartuffe (1976) sayılabilir. Tiyatro yaşamı boyunca çok sayıda oyun yöneten Ofluoğlu, 1981’de Ortaoyuncular topluluğunda Eski Moda Komedya’yı sahneledi. 1983’te 40. Sanat Yılı Jübilesi yapıldı. Çeşitli dergilerde yayımladığı şiirlerini Fotoğraftaki Çocuk (1982), anılarını da Bir Avuç Alkış (1985) ve Aynada (1991) adlı kitaplarında topladı.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Tunç Okan Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Tunç Okan; asıl adı Tunç Kulen (d. 18 Ağustos 1942, İstanbul), yurtdışında çektiği filmlerle adını duyurmuş sinema yönetmeni ve oyuncusudur.

Haydarpaşa Lisesi’ni ve İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ni bitirdi. 1964’te Ses dergisinin açtığı kapak yıldızı yarışmasında birinci oldu. Ertesi yıl Veda Busesi adlı filmde Türkân Şoray‘la birlikte oynayarak sinemaya başladı. On bir filmde rol aldıktan sonra AFC’ye, sonra İsviçre’ye gitti. Bu ülkede diş hekimi olarak çalışmaya başladı. 1974’te İsveç’te çektiği (aynı zamanda da oynadığı) Otobüs’le ilk yönetmenlik denemesini yaptı. Bir Avrupa kentinde yapayalnız kalan bir avuç Türk işçisinin öyküsünü anlatan film çeşitli uluslararası ödüller kazandı. Okan, 1984’te İsviçre’de çektiği ve gene kendinin de rol aldığı ikinci filmi Cumartesi Cumarteside, Avrupa uygarlığını eleştirdi. 1987’de Adalet Ağaoğlu‘nun Fikrimin İnce Gülü adlı romanından uyarladığı Mercedes mon amour filminin çekimini ancak 1992’de bitirebildi.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Marcel Paul Pagnol Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Marcel Paul Pagnol; (d. 25 Şubat 1895, Aubagne – ö. 18 Nisan 1974, Paris, Fransa), Fransız yazar, sinema yapımcısı ve yönetmenidir. Tiyatro yapıtlarıyla bir komedi ustası olarak ünlenmiş, filmleriyle de eleştirmenlerin övgüsünü toplamıştır. 1946’da Académie Française üyeliğine seçilmiştir.

Babası eğitim müfettişiydi. Pagnol da eğitimci olarak yetişti; ortaöğrenimini Marsilya’da tamamladıktan sonra, Montpellier Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden diploma alarak öğretmen oldu. Arkadaşlarıyla birlikte Fortunio adlı bir edebiyat dergisi çıkarmış, 16 yaşında şiirlerini ve La Petite Fille aux yeux sombres (Kaygılı Gözlü Küçük Kız) adlı bir de roman yayımlamıştı. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Pirouettes (Dönekler) adlı romanını yayımladı. Birkaç oyunu taşrada sahnelendi. Paris’te bir okula geçtikten üç yıl sonra Paul Nivoix’yla birlikte yazdığı Les Marchands de gloire (1925; Zafer Tacirleri) eleştirmenlerin övgüsünü topladı. 1926’da Jazz (Caz, 1938) oyunuyla hem eleştirmenlerin, hem de halkın ilgisini çekmeyi başardı. Topaze’la (1928; Topaz, 1933/Topaze, 1962) büyük bir oyun yazarı olarak yerini sağlamlaştırdı. Paris’te iki yıl sahnelenen oyun Broadway’de de sahneye kondu ve 1933’te Louis Gasmier, 1936 ve 1951’de de Pagnol tarafından, üç kez sinemaya aktarıldı. Pagnol’un “Marsilya üçlemesi” olarak bilinen komedileri Marius (1929; Yalı Uşağı, 1940/Marius, 1945), Fanny (1931) ve César (1936), Marsilyalı balıkçı Fanny, denize açılan sevgilisi Marius, Marius’un babası César ve onun arkadaşı Panisse’in yaşamlarını ele alıyordu. Bu oyunlardan yapılan filmler yeni-gerçekçilik akımını etkiledi. Üçlemeden esinlenerek sahneye konan Broadway müzikali Fanny de daha sonra Joshua Logan tarafından gene Fanny (1961; Marsilya Aşıkları) adıyla sinemaya aktarıldı.

Pagnol 1933’te kendi film stüdyosunu kurdu. Çektiği Angèle (1934), Regain (1937), La Femme du boulanger (1938; Fırıncının Karısı), La Fille du puisatier (1940; Kuyucunun Kızı) ve Les Lettres de mon moulin (1954; Değirmenimden Mektuplar) gibi filmlerle çeşitli ödüller kazandı. 1944-46 arasında Fransız Tiyatro Yazarları ve Bestecileri Derneği’nde başkanlık yaptı. Sinema üzerine birçok yazısı olan Pagnol, başta Shakespeare’in Hamlet’i olmak üzere çeşitli çeviriler de yapmıştı. Souvenirs d’éñfance (Çocukluk Antları) genel başlığını taşıyan üç ciltlik otobiyografisi, La Gloire de mon père (1957; Babamın Gururu, 1972), Le Château de ma mère (1958; Annemin Şatosu, 1972) ve Le Temps des secrets (1960; Sir Yılları, 1972) kitaplarından oluşur.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Albert Bassermann Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Albert Bassermann; (d. 7 Eylül 1867, Mannheim, Baden – ö. 15 Mayıs 1952, Zürich), tiyatro ve sinema oyuncusudur. Ibsen’i Almancada en iyi yorumlayan sanatçılardan biri olarak tanınmıştır.

Mesleğe 1887’de Mannheim’da başladı ve çeşitli kentlerde Shakespeare, Schiller ve Goethe’nin oyunlarındaki karakter rolleriyle kendisini kabul ettirdi. 1890’dan 1895’e değin Meiningen saray tiyatrosunda oynadı. 1889’da Berlin’de Otto Brahm’a katıldı ve bir Ibsen yorumcusu olarak ün yaptı.

1909’dan 1915’e değin Max Reinhardt’ın topluluğunda sahneye çıktı. I. Dünya Savaşı sonrasında klasikleri dışavurumcu bir yorumla sahneleyen Leopold Jessner’in yapımlarında oynadı. 1933’te Nazi rejimini protesto etmek amacıyla Almanya’yı terk etti. 1938’de ABD’ye giderek Hollywood’ da çeşitli filmlerde rol aldı. 1946’da Avrupa’ya döndü ve repertuvarında Ibsen’in Hortlaklar ve Schiller’in Wilhelm Tell oyunlarının da bulunduğu kendi topluluğuyla turnelere çıktı. Canlandırdığı karakterleri sonsuz bir özenle en ince ayrıntılara kadar değerlendirmesiyle ün kazanmış, çoğunlukla geleneklerin dışına taşarak oynadığı rollere kendi damgasını vurmuştur.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Peter O’Toole Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Peter O'Toole Peter O’Toole; İrlanda kökenli İngiliz tiyatro ve sinema oyuncusudur (Connemara/İrlanda 1932 – ö. 14 Aralık 2013 Londra).

Kraliyet Akademisi Dramatik Sanatlar Bölümü’nü bitirdi (1954). 1955’te, Old Vic Theatre’da West End ile sahneye adım attı, 1957’de, ilk müzikal oyunu Oh, my Papa’da oynadı. W. Shakespeare, A. Çehov, S. Becket, vb ünlü yazarların oyunlarını başarıyla yorumladı. 1959’da Savage innocents (Vahşi Masumlar) ile sinemaya geçti. T. E. Lawrence ile olan dikkat çekici benzerliği, özellikle mavi gözleri, Lawrance of Arabia (Arabistanlı Lawrence) 1960 filminde başrolü almasında etkili oldu. Bu filmdeki büyük başarıyla uluslararası ün kazandı.

Daha sonra Night of the Generals (Generallerin Gecesi) 1966, II. Henry’ yi canlandırdığı The Lion in Winter (Kış Aslanı) 1968, Murphy’s War (Tek Kişilik Ordu) 1971 ve Under Milk Wood (1972) filmlerinde çoğunlukla eksantrik tipleri canlandırdı.

Öteki filmleri: Kidnapped (Şantajcı) 1959, Becket (1963)JLord Jim (1964), The Bible (Peygamberler Tarihi) 1966, How to Steal a Millon (Bir Milyon Nasıl Çalınır) 1966, Great Catherina (Büyük Katherina) 1967, Goodby, Mr Chips (Ecelle Yarış) 1978, The Antagonists (1981), My Favourite Year (Gözde Yılım) 1982, The Last Emperor (Son İmparator) 1988.

Peter O’Toole; (d. 2 Ağustos 1932, Connemara, Galway ili, İrlanda – ö. 14 Aralık 2013 Londra), İngiliz tiyatro ve sinema oyuncusudur. Lawrence of Arabia (1962; Arabistanlı Lawrence) filmindeki başarılı T. E. Lawrence tiplemesiyle dünya çapında ün kazanmıştır.

İngiltere’de Leeds’de yetişti. Londra’da Kraliyet Tiyatro Akademisi’nde (RADA) öğrenim gördü. Gençlik yıllarında, York-shire’da yayımlanan Evening Post’ta gazetecilik yaptı. Amatör olarak ilk kez Leeds Kent Tiyatrosu’nda sahneye çıktı. İngiliz Kraliyet Deniz Kuvvetleri’nde iki yıl görev yaptıktan sonra Bristol’da oyunculuğu sürdürdü (1955-58). Londra’da ilk kez Major Barbara (1956) oyunundaki Peter Shirley rolüyle sahneye çıktı. Bunu Oh, My Papa! (1957) ile The Long and the Short and the Talldaki (1959; Şarkının Sonu) rolleri izledi. 1960’ta Stratford-upon-Avori’da Shakespeare Anısal Topluluğu’nda oynadı ve Shylock tiplemesiyle büyük başarı kazandı. 1963’te Londra’da İngiliz Ulusal Tiyatrosu’nun açılış oyununda Hamlet’i canlandırdı. Daha sonra rol aldığı oyunlar arasında Ride a Cock Horse ile 1967’de Dublin’de sahnelenen Juno and the Paycock (Dünyanın Düzeni), Man and Superman (İnsan, Üstün-İnsan) ve Pictures in the Hallway, 1973’te Bristol Old Vic’te sahnelenen Waiting for Godot (Godot’yu Beklerken), Uncle Vanya (Vanya Dayı), Plunder, The Apple Cart (Bir Çuval İncir) ve Judgement ile 1978’de Chicago’da sahnelenen Present Laughter (Bugünün Kahkahası) sayılabilir. O’Toole, 1980’de Old Vic’te yönetmen yardımcısı oldu.

O’Toole sinema oyunculuğuna 1960’ta başladı. İki yıl sonra Arabistanlı Lawrence ile uluslararası düzeyde tanındı. Daha önceki tiyatro yaşamında klasik rolleri yeğlemiş olmasına karşın, perdede, sahip olduğu iktidar ve sorumluluğu kaldıramayan, sorunlu ve karmaşık kişilikleri canlandırdığı güçlü tiplemeleriyle ün kazandı. Becket (1964) filminde II. Henry’yi ve Lord Jim (1965) filminde başrolü oynadı. Daha sonraki filmleri arasında The Night of the Generals (1967; Generallerin Gecesi), Goodbye Mr. Chips (1969; Elveda Öğretmenim), Murphy’s War (1971; Tek Kişilik Ordu), Caligula (1977), The Stunt Man 1980; Ecelle Yarış), My Favorite Year 1982; En Güzel Yılım) ve The Last Emperor (1987; Son İmparator) sayılabilir.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Yıldırım Önal Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Yıldırım Önal; (d. 1931, İzmir – ö. 10 Ekim 1982, İzmir), tiyatro ve sinema oyuncusu, yönetmendir. Kendine özgü konuşma biçimi ve etkileyici sesiyle oluşturduğu üslupla dikkati çekmiştir.

1953’te Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl sahneyi çıktığı Devlet Tiyatroları’nda kısa bir ara dışında 1963’e değin oynadı. Schiller’den Maria Stuart (1953), Reşat Nuri Güntekin’den Tanrıdağı Ziyafeti (1954), Turgut Özakman’dan Güneşte On Kişi (1954), Cevat Fehmi Başkut’tan Harput’ta Bir Amerikalı (1955), Shakespeare’den On İkinci Gece (1955), Gerhart Hauptmann’ dan Rose Bernd (1962) gibi oyunlarda rol aldı. Özellikle Edmund Morris’in Tahta Çanaklar (1956), Özakman’ın Duvarların Ötesi (1958) ve Tennessee Williams’ın Arzu Tramvayı’ndaki (1960) tiplemeleriyle büyük övgü topladı.

Sonraki yıllarda zaman zaman özel tiyatrolarda da çalıştı. Arena Tiyatrosu’nda oynadığı George Bernard Shaw’dan Se zar ve Kleopatra (1963) oyunuyla İlhan İskender Armağanı’nı kazandı. 1970’lerin ortalarında bir kez daha Devlet Tiyatroları’na döndü. 1977’de TRT’ye seslendirme yönetmeni oldu.

Son döneminde sahneden koparak kendini sinema ve televizyon çalışmalarına verdi. 1970’ten başlayarak rol aldığı filmlerden birkaçı Hostes Hanım (1970), Vatan ve Namık Kemal (1971), Şehvet Kurbanı (1972), Zavallılar (1974) ve Gülerken Ağlayanlar’ dır (1974). Televizyonda hem yönettiği, hem de başrolünü oynadığı film ve diziler arasında Karanlığı Gören Gözler, Güneşi Görüyorum, Yarış Bitti ve Fotoğraftakiler sayılabilir. Önal, Fotoğraftakiler adlı dizinin seslendirmesini yapamadan, bir turne için gittiği İzmir’de beyin kanaması sonucu öldü.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Talat Artemel Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Talat Artemel; (d. 24 Nisan 1901, İstanbul – ö. 4 Ağustos 1957, Bolu), tiyatro ve sinema oyuncusu, yönetmendir. Yapaylıktan uzak oyunculuğuyla döneminin yaygın anlayışından aynlmış ve birçok genç oyuncuyu etkilemiştir.

Öğrenciliği sırasında Topkapı Mahfeli sahnesinde önce^dekorcu ve makyajcı, sonra da figüran olarak çalıştı. Dalia sonra Raşit Rıza’nın tiyatıosuna figüran olarak girdi. 1926’da Darülbedayi’ye geçti ve Aynaroz Kadısı (1930), Venedik Taciri (1930), Kafatası (1932), Hamlet (1934), Karamazof Kardeşler (1935), Macbeth (1936), Bir Adam Yaratmak (1938), Othello (1940), Vişne Bahçesi (1943), İhtiras Tramvayı (1950) gibi pek çok oyunda görev alarak döneminin başarılı oyuncularından biri oldu.

1930’da Kaçakçılar filmiyle sinema oyunculuğuna başladı ve tiyatro oyunculuğundaki başarısını burada da sürdürdü. İstanbul Sokaklarında (1931), Aysel, Bataklı Damın Kızı (1935), Bir Kavuk Devrildi (1939), Dertli Pınar (1943), Deniz Kızı (1945), Kanlı Döşek (1949), Kanun Namına (1952), Beklenen Şarkı (1954), Bir Avuç Toprak (1957) gibi filmlerde rol aldı. 1945’te Hürriyet Apartmanı adlı filmle yönetmenliğe başladı, 1951’de Vatan ve Namık Kemal, 1953’te Can Yoldaşı, 1956’da Büyük Sır adlı filmleri yönetti. Film çekimi için gittiği Bolu’da öldü.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Charles Pathé Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Charles Pathé; (d. 25 Aralık 1863, Paris -ö. 26 Aralık 1957, Monte-Carlo), elindeki film yapım ve dağıtım ağıyla 20. yüzyılın ilk yıllarında dünya sinema pazarına egemen olmuş öncü Fransız sinemacıdır.

Kardeşleriyle birlikte 1896’da Paris’te, gramofon ve gramofon silindiri üretip satan Pathé Frères (Pathé Kardeşler) şirketini kurdu. Şirket Fransa’nın her yanındaki salonları Thomas A. Edison ve William Dickson’ın geliştirdiği film izleme aygıtı kinetoskopla donattığı gibi, Lumière Kardeşler’in geliştirdiği kamerayla da birçok kısa film çevirdi. Bu filmlerin konularını çarpıcı serüvenler, melodramatık aşk öyküleri ve komediler oluşturuyordu. Pathé 1909’da ilk uzun filmin’, Victor Hugo‘nun romanının dört makaralık bir uyarlaması olan Les Misérables’i (Sefiller) gerçekleştirdi. Aynı dönemde ilk haftalık haber filmi Pathé-Journal’i başlattı. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere çeşitli ülkelerde gösterilen bu dizi 1956’ya değin ilgiyle izlendi. Pathé Frères 1914’te ABD’deki stüdyolarında, beyazperdenin ilk ve en ünlü dizi filmlerinden The Périls of Pauline’in ilk bölümlerini hazırladı. Şirket ayrıca sinema dergisi Pathé PictoriaTı yayımlamaya başladı.

Fransa, İngiltere ve ABD’deki film yapım birimleri ve bütün dünyaya yayılmış dağıtım bürolarıyla Pathé Frères son derece kârlı bir kuruluştu. Bazı filmlerinin kazancı, maliyetlerin 50 ile 100 katı arasında değişiyordu.

Pathé 1917’de şirketin donanımlarını, film stüdyolarını ve gösterim salonlarını satmaya başladı. 1929’da da sinemacılığı bıraktı. Ama şirket dağıtımcı olarak etkinliğini ve önemli konumunu sürdürdü.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Suna Pekuysal Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

O tutkulu bir oyuncu, vazgeçmeyen bir kadın ve pes etmeyen bir anne. Kalbine inanç olarak işlediği ne varsa hep peşinden koşmuş. Kah babasının vazgeçtiği yerden sarılmış hayata, kah annesinin içinde kalanların peşinden sürüklenmiş. Ama sonunda kendi doğrularıyla hepimizin sevgilisi Suna Pekuysal olmuş…

Bir röportajında sormuşlar, “Geri dönme şansınız olsa neyi değiştirmek istersiniz?” diye. “Çocukluğumu yaşardım” demiş. Belki de oğlunun çocukluğunu yaşadığına şahit olmak, buna vesile olmak için vazgeçmedi ondan; sağlığından geçme pahasına.

Bunca güçlü ve kararlı olmak her insanın yapabileceği bir şey değil. O, bunu başarıp boynundaki madalyonu gururla taşımıştır eminim. Annemiz, babamız bize hep güzel yollardan öğretmezler hayatı. Şükürler olsun ki, Suna öğrendiklerini uygulamanın yolunu bulmuş. Ya da en azından benim hissettiğim bu.

Sen iyi ki var oldun kadın!

İyi ki doğdun!

Çocukluğu

Suna, 24 Ekim 1933’te İstanbul’da Hadiye Hanım ve İlhami Bey’in biricik kızları olarak dünyaya geldiğinde babacığı, ona, “Adile Suna” adını vermişti. Şu dünyaya sıradan bir “Merhaba” olmadı onunki. Kaderi, babasının kaderinden şekillendi. Belki de kararlarından demek daha doğru olurdu…

İlhami Bey, Harbiye’de okuyordu ve burada attan düşerek kalçasını kırmıştı. Dönemin tıp koşulları ve belki biraz da ihmal sebebiyle İlhami Bey’in kırığı yanlış kaynamıştı. 20’sinde gencecik bir delikanlıydı. Hayatını koltuk değnekleriyle geçiremeyeceğine karar verdi ve kendini önce yatağa sonra da hayata kapattı. Şu hayatta yaşayacağı çok az zamanı olduğuna inanıyordu; 7 yılı kaldığından habersizdi. 27’sinde hayata veda etmeden bir buçuk yıl önce komşu kızları Hadiye ile hiç çıkmadığı o yatağında evlendi. Adile Suna’sı doğduktan 7 ay sonra da dünyadan göçtü gitti. Adile, annesinin; Suna ise, çok sevdiği bir tangonun adıydı. Güzel kızına doğar doğmaz bu iki ismi uygun görmüştü.

İlhami Bey öldüğünde Soyadı Kanunu henüz çıkmamıştı. Suna’ya da annesinin soyadı Pekuysal’ı kullanmak düştü. Sanatla dolup taşacak gönlüne büyük bir aşk ve babasız kalbine de bir baba edineceği çocuk yaşlarını yaşıyordu Suna…

Çocuk yaşlarda tiyatro

Suna, aslında Cağaloğlu Halkevinde büyümüştü. Sahneye sevdalı anneciği, burada, profesyonel tiyatronun olmadığı şu yıllarda, amatör tiyatroculuk yapıyordu. Suna’nın okul dışında kalan tüm zamanları annesiyle birlikte burada geçiyordu. Halkevi oyunlarının dekorunu hazırlayan Reşat Bulaner de, Suna’nın bir yanı asi, ama ille de güzel o kalbine ikinci baba oluvermişti.

Babası dekoru yapıyor, annesi o dekorda oynayan oyunculardan biri oluyordu. Tıpkı yıllar sonra kalbini kaptıracağı adamla yaşayacakları gibi…

Bu arada Suna, İstanbul Belediye Konservatuvarı Şan ve Bale Bölümü’nde öğrenim görüyordu. Armut anacığının dibine düşecekti elbet. 1949’da İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun çocuk bölümünde, Kadri Ögelman’ın “Artist Aranıyor” adlı oyununda ilk kez sahneye çıkacaktı 14’ünde. 3 sene sonra onu, Dram Bölümü’ne alacaklar ve Suna, bir daha hiç inmeyecekti sahneden…

Darülbedayi zamanları

Darülbedayi kurulmuş; ancak annesi Hadiye Hanım, ikinci evliliğinden dünyaya gelen iki kızının varlığı sebebiyle oraya geçememişti. Elbette bu tiyatrodan vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. En azından izleyici olarak da olsa hep devam edecek; ki çoğunda Suna’yı izleyecekti. Ona hep şöyle diyordu: “Beni sen tamamladın yavrum, sende gerçekleştirdim yapamadıklarımı”…

Suna, belki babasının kendine çizdiği kaderden şekillenen yolda yürüyordu; ama annesinin de hayalleri vardı. Bu muntazam bir uyumun madalyonu gibi gökyüzünden iniyor, aralarındaki bağı kuvvetli tutuyordu sanki.

Annesi gidemese de, bir gün Darülbedayi yolları Suna’ya göründü. Darülbedayi Çocuk Tiyatrosu kurucularından Ferih Egemen, Halkevine geldiğinde annesinin provasının bitmesini bekleyen küçük Suna’yı aldı ve götürdü. Henüz 13 yaşındaydı; ama Suna, “Efe Ali” adlı oyunda masal anlatan İnci Abla rolüyle Darülbedayiye ilk adımını atmıştı. Sonra Sihirli Pabuçlar geldi; Pollyanna’lar, Külkedileri, Kırmızı Kediler derken, sahneden pırıl pırıldı…

Çocuk oyunlarında oynuyordu, evet. Ama bu oyunlara çocukları bahane ederek büyükler de geliyordu. Artık Ankara’da konservatuvar okuma yolu görünmüştü. Çok yetenekliydi Suna. Ancak başvuru tarihini kaçırınca bu eğitimi almak kısmet olmadı. Zaman hızlı akıyordu. Bir sonraki başvuru tarihini beklemektense halihazırda Dram Tiyatrosu’ndan gelen küçük rolleri değerlendirdi. “Gelin” adlı oyundaki bulaşıkçı kız rolü, Suna’nın ilk önemli rolü oldu. Kalbi canına sığmıyordu. Oysa ikinci perdenin sonunda söylediği bir tek cümle vardı: “Af edersiniz efendim, geçiyordum da…”

Küçücük rollerle sahnede devleşmeyi öğrendiği Hocaları bakımından çok şanslıydı Suna. Vasfi Rıza, Reşit Gürzap, Şevkite Mav, Mahmut Moralı… Kimler yoktu ki!

Sonradan Ahududu oyununda misafir olarak yine çıkacaktı Şehir Tiyatrosu’na. Yıllar sonra Savaş Ay’a verdiği röportajında da şöyle diyecekti: “Darülbedayiden beri aşkımızın merkezi orasıdır”.

Ölü Yıkayıcı Suna

Suna’nın gönlü tiyatroyla dolup taşıyordu, evet; ama o zamanlar o en iyi rolleri kapmak da öyle kolay değildi. Sahneye had bilinerek çıkılırdı ve önce iyice pişmeyi beklemek gerekirdi. Öyle kolay yutulmazdı ya o lokma. Haliyle bu durumu kaldıramazdı genç bedenler; ne çok ağlarlardı bize rol verilmiyor diye…

Suna’da muziplik de vardı biraz. Bu hali bu konu ile birleşti ve şöyle bir anı bıraktı ona. Tepebaşı Dram Tiyatros’nda Cahide Sonku, Bedia Muvahhit, Şükriye Atay ve Şaziye Moral bir sohbetin ortasındaydı ki, Suna yanlarına geldi ve “Yahu ne zaman öleceksiniz de bir rol oynayabileceğiz?” deyiverdi. “O ne biçim laf!” diye çıkışsalar da pek eğlenmişlerdi doğrusu…

Elbette zamanı geldiğinde bu özel isimlerle aynı sahneyi paylaştı. Ama bu anları çok da kovaladı. Yeni Sahne’de “Çöpçatan” adlı oyun sergileniyordu. Bir gün Şükriye Atay, Suna’nın şansını döndürecek o cümleyi kurdu: “Yerime birini bulun, sesim çok kötü, galiba oynayamayacağım”. Suna’nın ise bundan haberi yoktu, o kulis kolaçan etme rutinini gerçekleştiriyordu. O sırada Atay’ın gözüne ilişti Suna. Birden “Ölü yıkayıcı geldi!” diye bağırıverdi…

Bu anı çok sonra şöyle dile getirecekti Suna: “Onun için geldiğimi zanneti herhalde, o anda sesi açıldı”.

Ve başka lakaplar

Henüz dişinin kovuğunu dolduracak bir rol kapamamıştı Suna. Bunun için de sürekli kulislerde geziniyordu. Evet, yasaktı; ama onun umurunda mıydı hiç? Bir gün yine dalmış kulisten provayı izliyordu ki, Muhsin Ertuğrul’un eli kavrayıverdi kulağını. O gün, onu oracıkta “Kulis Faresi” ilan ediverdi…

Yine de uslanmak bilmiyordu işte. Bir başka oyunda da fark edilmemek için perdeye sarınmıştı. Tabii perdenin vakti geldiğinde kapanacağını hesaptan kaçırmıştı. Perde kapandığında üzerinde Kulis Faresi de onunla birlikte sahnenin ortasındaydı. Bu kız gerçekten de kovmakla gitmiyordu…

Sonraki yıllarda da provalardan nefret ettiği için Haldun Dormen, ona “Prova Cadısı” demeye başladı. Oyuna çıkana kadar öylesine sabırsızdı ki, oyuna çıktığında ise ondan keyiflisi yoktu.

Yıllar sonra Haldun Dormen, Suna Pekuysal’ı şöyle anlatacaktı: “Oraya çıkınca her şeyi unutturuyor, sanki dimdikmiş gibi görünüyor ve 18 yaşındaki bir gencin enerjisiyle seyircisini mest ediyordu”.

(Eşi Ergun Köknar ile)

Suna Pekuysal evlendi

Suna, sahnede bir yıldız olmuş parlıyordu adeta. Çok çalışıyor, işini aşkla yapmanın meyvelerini topluyordu. Elbette onun da hayatına bir erkeğin aşkı da dokunacaktı.

Gerçekten de çok çalışıyordu Suna, öyle yönetmenin verdiğiyle yetinmiyordu; oldukça disiplinliydi. Söz konusu tiyatro olduğunda odağında sadece o oluyordu ve haliyle Ergun’u (Köknar) da fark etmesi zaman alacaktı. 1963’te, Cevat Fehmi’nin “Küçük Şehir” oyununda bir rolü vardı. Yine onu derinlemesine çalışmanın peşindeydi. Dekorcu ve rejisör Ergun Köknar’a: “Seninle aynı yöre insanını oynuyoruz. O bölgedeki ağzı ortak tutturamazsak komik oluruz. Beni çalıştırır mısın?” dedi.

Ergun, aslında Suna’yı pek beğeniyordu; ama belli de etmiyordu. Şu aşkın ilk zamanları; söylese bir türlü, söylemese çatlatacak onu kalbine sığdıramadıkları… Çalıştılar birlikte. Suna kendini rolüne kaptırmış, Ergun da Suna’ya… Oyun sahnelenmeye başladı.

Sonunda Ergun’u çatlatacak olan şu kalbe sığmayanlar, sahnede patladı. Bir gün oyunu oynarlarken repliğini yarıda kesti Ergun, Suna’nın. Sahnede oyuncular kalakalmış, seyirci de anlamamıştı ne olduğunu. Şöyle bir baktı etrafına ve avaz avaz döküldü cümleler sanki dilinde; tek solukta: “Ey ahali, ey buradakiler! Hepiniz şahit olun ki, ben bu kızı tez vakitte Allah’ın emriyle alacağım”.

Herkes şaşkındı; ama en çok Suna. Sonrası hep sevgi, hep aşk… Suna’nın kalbinin yarısını dolduran tiyatronun yanına gelip yerleşti bu iri kıyım adamın hassas, sevgi dolu kalbinin yarısı.

Bu evlilik, onlara Sait Ali adını verdikleri bir de çocuk getirdi…

Anne Suna

Evet, evlilikleri onlara bir bebek verdi; ama bu o kadar kolay olmadı. Onunki sıradan bir doğum değildi. Kendi bedenine getireceği değişiklikler olacaktı. Evliliği geciktirdiğinden, 39’unda hamileydi Suna. Bir film çekimi sırasında düşmüş ve omurgasına zarar vermişti. Dokuz ay boyunca bebeğin vereceği ağırlığı taşıması çok riskliydi. Ali Sait’i doktorların ve eşinin tüm itirazlarına rağmen doğurdu.

Kimseyi dinlememişti; kulağı anneliğindeydi. Ancak doğumdan bir soru işareti şeklinde çıktı. Omurgası iyice zedelenmişti. Pek çok ameliyat geçirse de görünümünde değişiklik olmadı.

Ama Suna bunu pek önemsemedi ve zamanla insanlara da unutturdu. Hem oyunculuğuna da engel olmasına izin vermemişti. Babasının içine kapandığı kaderinden doğan hayatı, onun oğluna ve oyunculuğa tutunduğu yerden aşkla devam ediyordu…

Lüküs Hayat’ta 14 yıl

Suna’nın en uzun soluklu rolüydü Lüküs Hayat’taki. Bu müzikali Ekrem Reşit Rey 1933’te yazmış, Cemal Reşit Rey bestelerini yapmış, Haldun Dormen de 1984’te İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelemeye başlamıştı.

Sahneyi Zihni Göktay ile tam 14 sene aralıksız paylaştı. Bu onun kendi rekoruydu. Savaş Ay röportajında bunu hatırlattığında ise şöyle demişti: “Orada esas rekor Zihni’nin; 20 yıl oynadı”.

(Keloğlan)

Beyazperde ve televizyonda Suna Pekuysal

Tiyatro gönlünü kaptırdığı ilk aşk olsa da, kamera karşısına da geçti elbet Suna. Kamera karşısına ilk kez 1951’de, “Evli mi Bekar mı” adlı kısa film ile geçti. Oynadığı ilk sinema filmi ise, 1952’de oynadığı “Can Yoldaşı” oldu.

Ömrüne neredeyse 250 oyun ve 100 film sığdırdı. Sinema ve tiyatronun Huysuz ve Tatlı Kadını olan Suna, sıcak aile komedilerinin de vazgeçilmez oyuncusuydu. Tıpkı tiyatroda olduğu gibi, sinemada da birçok kez küçük oyunları ile devleşti. Onun sıcacık gülüşü sizin de hatırınıza düştü mü? “Hayat Sevince Güzel” geçti şimdi gözlerimin önünden… “Hüdaverdi”yi de hatırladınız mı?

Peki ya Keloğlan’ın anası Suna’yı… Filmde hiç adının geçmediğini, yalnızca Keloğlan’ın ona, “Ana” dediğini fark etmiş miydiniz? Aslında belki de ihtiyacı yoktu; inanıyorduk çünkü, o, Keloğlan’ın anasıydı…

Yeşilçam’ın özel isimlerinden olmasının yanında bir de daha yakın zamanlardaki filmlerden de tanıyoruz onu aslında. Yedi Kocalı Hürmüz’de ne çok güldürmüştü yine örneğin…

(Yeter Anne)

Bir de TV dizileri vardı elbet. İlki 1979’da yayınlanan “Tatlı Çarşamba” oldu. Elbette pek çok dizide de vardı. Ancak birkaç tanesini söylemek gerekirse, 1993 – 1997 yılları arasında fırtınalar estiren “Süper Baba”da, 2002’de yayınlanan “Ekmek Teknesi”nde, 2004’te yayına başlayan “Avrupa Yakası”nda yer aldı.

Yine de dizi denildiğinde onu en çok Özkan Uğur ile başrolleri paylaştığı 2002’deki “Yeter Anne”den hatırlıyoruz. Bir röportajında bu dizideki rolü için şöyle diyordu Suna Pekuysal: “Yeter Anne’deki rol, sanki benim için yazılmış. Ben oynamıyorum ki; öyleyim. Sağım solum belli olmaz, birden parlarım. Ama bak insan olarak uysalımdır, her şeye uyarım. Parlasam da saman alevi gibi hemen sönerim; hiç kin tutmam”.

Suna Pekuysal emekli oldu (mu)

Büyük bir başarıydı onunki. Ömrünü, sevgisini adadığı tiyatroda, özellikle Lüküs Hayat ile yediden yetmişe her yaştan seyircinin gönlüne ulaşmış; bir tatlı nostalji yaşatmıştı. Bu oyunda tamamladığı 14 yıl ve Şehir Tiyatroları’nda dopdolu geçen 54 yılın ardından, 24 Ekim 1998’de Şehir Tiyatroları’ndan emekli oldu; ya da olması gerekiyordu. Ama o bunu “Sanatçının emeklisi olmaz. Sahnede ölmek istiyorum!” diyerek reddediyordu.

Haliyle bir köşeye çekilmedi ve devam etti. Joseph Kesselring’in yazdığı, Çetin İpekkaya’nın yönettiği, Şehir Tiyatroları’nda oynanan “Ahududu”da misafir oyuncu olarak bulundu. Yine sahnede parlıyordu…

Ödülleri

Rolün büyüğüne küçüğüne bakmadan sahnede olmanın mutluluğunu yaşayan ve bunu syircisine hissettiren Suna Pekuysal, her zaman Türk tiyatro ve sinemasının en iyileri arasında anıldı. Elbette sanat yaşamı boyunca birçok ödül de kazandı.

1979’da Fakir Baykurt’un uyarlaması “Tırpan”daki rolüyle 1980 Avni Dilligil ve Ulvi Uraz Ödülleri’ne; “Lüküs Hayat”taki enfes performansıyla da 1986 Sanat Kurumu ve 1987 İsmail Dümbüllü Ödülleri’ne layık görülmüştü.

1997’de gerçekleşen 16. İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödülü verilirken, 2003’te gerçekleşen 25. Siyad Türk Sineması Ödülleri’nde de “İnşaat” filmindeki rolüyle “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” oldu.

Suna Pekuysal doğum günü - biyografisi - Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Suna Pekuysal öldü

Sanatla var olmuş, sanatla yaşamıştı. Ancak nihayetinde ölümlü dünyaydı. Neyse ki bu huysuz ve tatlı kadın da ölümsüzlüğü keşfedenlerdendi. Sanatçı olmanın getirdiği huzurla gidecekti bu dünyadan…

17 Temmuz 2008’de evinde düştü ve kalça kemiğini kırdı. İstanbul Tıp Fakültesi’nde tedaviye alındı. Ameliyatın ardından yoğun bakıma alınmış ve solunum cihazına da bağlanmıştı. Ancak bedeni sadece 5 gün dayanabildi. 22 Temmuz’da, saat 10.30’da Suna Pekuysal’ın kalbi durdu.

İstanbul Şehir Tiyatrosu Reşat Nuri Sahnesi’nde ona yakışır bir veda töreni düzenlendi. Oğlu, annesini uğurlayacak son konuşmasını yaptı. Suna Pekuysal, Merkezefendi Mezarlığı’na defnedildi.

Bir şeylere bunca bağlı ve tutkulu yaşamayı bilmiş bir kalbin durması bilinen tüm ölüm gerçekliği karşısında bile ne şaşırtıcı aslında. Her rolün hakkını veren, adını andığımızda dahi yüzümüze bir tebessüm yerleştiren özel kadın…

Bir Suna Pekuysal geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Instagram: biyografivekitap

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Sezer Sezin Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Sevgi dolu kalbi, hep gördüğümüz güçlü kadın rolleri ve artık erkeksi tavırları kendisiyle özdeşleştirmeyi başarmış kadın, Sezer Sezin.

Kim olduğuna ve bundan sonra ne olacağına karar verdiğinde daha çocuktu yaşı. Küçücükken bir anda tiyatro sahnesinde Kral’ın kızı olarak devleşiverdi ve yıllar sonra da hepimizin severek izlediği Şoför Nebahat oldu, Canımız Nebahat abla…

O erkeksi tavırlar, sert mizacı ve buna inat bakışının altından sızan sıcacık ışık hüzmesi ile o tam anlamıyla bir kadındı. Bize kendini sevdirmeyi bildi. Tek kötü yanı sinemaya erken veda edecekti, tıpkı erken başladığı gibi…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Sezer, 25 Ekim 1929’da İstanbul Eyüp’de doğduğunda anne ve babası ona Mesure Sezen adını verdi. Ama sanat yaşamına erkenden başlayacak olan Mesure, soyadını adı olarak kullanacaktı.

Sezer, ele avuca sığmayan çok yetenekli bir çocuktu. İlk ve ortaokula Eyüp’te gitti. Ancak bundan sonrasına devam etmedi. Okulu bıraktı. 90’ların furyası bunu gerektiriyordu sanırım. Yeteneği neredeyse ona yöneldi. Tıpkı dün yazdığım Harun Kolçak gibi.

Oyunculuğa ilgi duyuyordu. Bu sebepten tiyatroyla başladı ve bunun yanında bale dersleri de alacaktı.

Tiyatroyla ilk adım

İlk kez sahneye 1940’ta Eminönü Halkevi Tiyatrosu’nda çıktı. Henüz 11 yaşındaydı ve “Kral Oidipus” adlı oyunda Kralın kızını oynuyordu.

Henüz bir çocuktu ve hayat onun için erken başlamıştı. Bütün bunlar ona bir oyun gibi geliyordu belki. Ama ne olursa olsun, sonuçta adını Yeşilçam’a yazdıracaktı.

Sinemaya giriş

1944’te sinemaya ilk adımını attı. Bundan sonrası pek şenlikli olacak, herkes bu güzel kızı tanıyacaktı. İlk filmi 1944 yapımı “Hürriyet Apartmanı” oldu. 1945’te ise iki filmde oynadı, “Yayla Kartalı” ve “Köroğlu”. Küçük rollerde yer alıyordu. Bu bir bakıma çocuk yaşta olduğu düşünülürse, iyi bir şeydi. Yavaş yavaş, sağlam adımlarla ilerleyecekti.

Sezer, yine 1945’te Atilla Revüsü’nün “Bale Grubu”na katıldı. Bu gruptan Bakanların en büyük revüsü diye bahsediliyordu.

1946’da ise henüz 15 yaşında yeni yetme bir genç kızken “Vedat Örfi Bengü” ile birlikte “Sezer Tiyatrosu”nu kurdu. Bu tiyatro sadece bir yıl açık kalacaktı, ama nihayetinde bu cesur bir adımdı ve bu bir yıl boyunca da turneler yaptı.

Sezer’in sinemadaki yükselişi

Sezer, sinemada yükselişini 1948’de yani 17 yaşındayken yaşadı. 1948 yapımı “Damga” ile ciddi bir adım atmıştı. “Seyfi Havaeri”nin yönetmen koltuğuna oturduğu filmde Sezer, başrolü “Memduh Ün” ile paylaştı.

1949’da Lütfi Akad’ın yönettiği “Vurun Kahpeye” ile de herkesin tanıdığı ünlü biri olmuştu. Bundan sonra 1952 yapımı “Tahir ile Zühre” ve “Arzu ile Kamber” filmlerinde başrol oynadı.

Sezer Sezin evlendi

Sezer, “Tahir ile Zühre” ve “Arzu ile Kamber” filminde Kenan Artun ile başrolü paylaştı. Film çekimleri için Bağdat’talardı ve filmde başlayan aşkın sonu evlilikle taçlandı.

Geri döndüklerinde, hiç zaman kaybetmeden hemen evlendiler. Bu evlilikten Sezer’in çocuğu olmadı. 1963’te  de boşandılar.

Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu ödülü

Sezer Sezin, “Lütfi Akad, Memduh Ün, Atıf Yılmaz, Semih Evin” gibi Türk sinemasının önemli yönetmenlerinin en iyi çıkış yapan filmlerindeki isimdi.

Sanki oynadığı film çıkış yapıyor, yönetmenine de uğur getiriyordu. İşte tüm bu filmlerin toplamındaki başarısından ötürü Sezer Sezin’i, 1955’te “Film Dostları Derneği”, “Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu” ödülüne layık gördü

Giderek başarısını kanıtlıyordu Sezer. 1956’da kendisi gibi oyuncu eşi Kenan Artun ve İlham Filmer ile “Türk Eksport Film” şirketini kurdular ve bu şirketin prodüksüyonu ile 3 film çektiler.

Bu üç filmden biri olan “Kıbrıs’ın Belası Kızıl EOKA”, Kıbrıs sorununa değiniyordu ve bu konuda çekilmiş ilk filmdi. Ama Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan yumuşama ile film gösterimi fazla uzun sürmedi.

Şoför Nebahat

Bu hitap Sezer Sezin’in 1960’ta “Şoför Nebahat” isimli filmindeki rolünden sonra dillere pelesenk oldu. Hatta muhtemelen çoğumuz Sezer Sezin’i asıl bu rolle hahtırlar bugün.

Öyle ki, filmdeki Nebahat karakterinin erkeksi tavırlarını kendisiyle harmanlaması çok sevildi. Bundan böyle kendisine sonradan verdiği ismin yerini dahi alacak bir isim kazanmıştı, Şoför Nebahat.

Film çok beğenilmişti. Ee çok beğenilen şeylerin tadını damakta bırakmak olmaz. Bu sebepten 1964 – 1965’te iki devam filmi çekildi.

Sezer’in yıllar önce bir röportajında belirttiği üzere bu tipleme aslında “Atilla İlhan”a aitti. Ama Sezer’e de bir başka yakışmıştı. Zaten tüm sinema hayatı için şöyle bir genelleme yapabiliriz ki, Sezer Sezin hep güçlü kadın rollerindeydi.  Sadece içlerinde “Şoför Nebahat” biraz daha fazla sevildi.

İkinci En Başarılı Kadın Oyuncu ödülü

Sezer ikinci kez bu ödüle layık görülüyordu. Sadece bu sefer ödülü İzmir’den alacaktı. 1962’de oynadığı “Üç Tekerlekli Bisiklet” filmindeki başarısından dolayı, 1965 “İzmir Film Festivali”nde, “En Başarılı Kadın Oyuncu” ödülünü aldı.

Bundan başka bir de yabancı ortalığı olan bir filmde rol aldı. Sezer, 1963’te “L’immortelle” yani çevirisiyle “Ölümsüz Kadın” filminde oynadı. Bu film İstanbul’da çekiliyordu, ancak İtalyan – Fransız – Türk ortak yapımı bir filmdi.

Sezer Sezin tekrar evlendi

Sezer Sezin, 1965’te ikinci kez Üner İlsever ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı oldu.

Sezer, eşiyle birlikte “Kadıköy İl Tiyatrosu”nu kurdu. Sevdiği adamları işine ortak etmeyi, onlarla beraber çalışmayı seviyordu belli ki.

Altın Portakal Onur Ödülü

Sezer, ilk önce 1967’de sinemayı bıraktı. 1970’lerin ortalarında da tiyatroya veda etti ve sonra da deri ticaretine atıldı.

Ama yine de sanat hayatı onu unutmadı. 1984’de “21. Altın Portakal Film Festivali”nde “Onur Ödülü” Sezer Sezin’e verildi. Yine 1993’te “12. İstanbul Film Festivali”nde “Jüri Onur Ödülü”ne  layık görüldü.

O ne kadar oyunculuğu bıraktığını söylese de geçmişinin başarıları hala ödüllendiriliyordu.

40 yıl aradan sonra yeniden

Sezer Sezin 40 yıl sonra yeniden kamera karşısındaydı. Bir nevi jübilesini yaptı. 2007’de Safa Önal’ın yönetmen koltuğuna oturduğu “Hicran Sokağı” adlı dram filminde konuk oyuncu olarak rol aldı.

2008’de ise “Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali”nde “Sinema Onur Ödülü” ile ödüllendirildi.

Sezer Sezin öldü

2014’te Sezer Sezin yaşlılığa bağlı enfeksiyon tedavisi görmeye başladı. Bunun yanında Alzheimer de yakasına yapışmıştı.

Üç yıl boyunca devam eden tedavi sürecine dün yenik düştü. 20 Temmuz 2017’de yaşlılığı sebebiyle hayata gözlerini kapadı.

Güçlü kadın modelini canlandırdığı filmlerinin dışında, güçlüydü; yeryüzündeki her kadın kadar. Bize kendini sevdiren, erkeksi tavırlarıyla gönlümüzü çelen kadın, yolun ışık olsun.

Bu dünyadan güçlü, sevgi dolu bir kadın geçti. Adı, Mesure idi; Sezer idi; ama hepimize göre en çok Şoför Nebahat idi.

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

 

 

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Kadir İnanır Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

15 Nisan 1949 tarihinde Fatsa, Ordu’da doğan Kadir İnanır, kalabalık bir ailenin son çocuğudur.

Kadir İnanır, yatılı olarak okuduğu İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nin ardından Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon Bölümü’nü bitirdi. Uzun bir birliktelik yaşadığı Jülide Kural’la en son organlarını bağışladılar.

TÜRK SİNEMASININ ERKEK YILDIZI

1967 yılında düzenlenen Ses dergisinin düzenlediği “Sinema Artisti Yarışması”‘nda finale kaldı, 1968 düzenlenen Saklambaç gazetesinin “Fotoroman Artisti Yarışması”‘nda da birinci oldu. Bir süre fotoromanlarda oynadıktan sonra Yedi Adım Sonra (1968) adlı filmdeki küçük bir rolle sinemaya başladı. İlk kez başrolde oynadığı 1970 tarihli, Atıf Yılmaz’ın yönettiği Kara Gözlüm filminde Türkân Şoray’la başrolleri paylaştı. Daha sonra Şoray’la birçok film daha çevirerek Türk sinemasının erkek yıldızları arasına girdi.

ROL ALDIĞI YAPIMLAR

Atıf Yılmaz’ın yönettiği Utanç (1972), Selvi Boylum, Al Yazmalım (1977) ve Bir Yudum Sevgi (1984), Ömer Kavur’un yönettiği Ah Güzel İstanbul (1981), Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981) ve Amansız Yol (1985), Şerif Gören’in yönettiği Tomruk (1982), Sen Türkülerini Söyle (1986) ve Katırcılar (1987), Erdoğan Tokatlı’nın yönettiği Suçumuz İnsan Olmak (1986) ve 72. Koğuş (1987), Zeki Alasya’nın yönettiği Dikenli Yol (1986), Zafer Par’ın yönettiği Yedi Uyuyanlar (1988), Melih Gülgen’in yönettiği Tatar Ramazan (1990) ve Tatar Ramazan Sürgünde (1992) bu filmler arasındadır. 5. Altın Koza Film Festivali’nde başrolünü Filiz Akın’la paylaştığı Utanç (1973) adlı filmle En İyi Erkek Oyuncu seçilen Kadir İnanır, başrollerini Fatma Girik, Serpil Çakmaklı, Nur Sürer, Erdal Özyağcılar ile paylaştığı 1985 tarihli Yılanların Öcü adlı Şerif Gören filmiyle ise 1986 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülününün sahibi oldu. Kadir İnanır, 1990’da Medcezir Manzaraları adlı film ile 3. Ankara Film Festivali’nde de En İyi Erkek Oyuncu dalında ödülün sahibi oldu. Son dönem Türk sinemasında 2000 yapımı Komser Şekspir adlı Sinan Çetin filminde yeralan ünlü oyuncu, 24 yıl aradan sonra 2003 yılında Gönderilmemiş Mektuplar adlı filmde Türkân Şoray’la yeniden biraraya geldi. Uzun yıllar birbirine yakıştırılan ikili bu filmle de büyük ilgi topladı. 2005 yılında Memduh Ün ve Tunç Başaran’ın yönettiği, Fatma Girik ile birlikte başrollerini paylaştığı, Sinema Bir Mucizedir adlı yapımda oynadı.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , ,

Fikret Hakan Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Bir çekirge kararlığında doğru sıçrayışlarla hayatını şekillendiren, 204 film ve 28 dizideki rollerin sahibi, kararlı adımlarla ünlenen adam, Fikret Hakan ya da gerçek adıyla Bumin Gaffar Çıtanak.

O şansıyla doğduğu ailesinin içinde kendi şansını yine kendisi yarattı. Kolay yolu seçmiş gibi görünürken aslında belki de yönünü daha zor olana çevirdi, kim bilir. Yine de o, üstlendiği her işin altından layıkıyla kalktı ve her zaman kendi doğruları için yaşadı.

Bu özelliği ile belki de özenilesi bir karakterdi…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Fikret, 23 Nisan 1934’te, tüm dünyanın şenlikle kutladığı o güne, Gaffar ve Fatma Belkıs’ın çocuğu olarak Balıkesir’de doğdu. O, her şeyden önce doğduğu günün çocuğuydu. Anne ve babası doğduğunda ona “Bumin Gaffar Çıtanak” adını verdi.

Eğitimli bir ailenin çocuğu olarak şanslı bir evde dünyaya gelmişti. Babası Edebiyat Öğretmeni, annesi de Başhemşireydi. Onun bu güzel çiftten öğrendiği çok şey olacak, ancak yine de Fikret kendi yolunda yürüyecekti.

Babası Gaffar Bey, Balıkesir’den Galatasaray Lisesi’ne atandığında ailecek İstanbul’a taşındılar. Artık hayatı burada şekillenecekti. İlk ve orta eğitiminden sonra liseye geçtiğinde aklı başında ve ne istediğine daha bu yaşlardan karar veren bir delikanlıydı.

Lisede gazetecilik merakına düşmüştü. Yazdıkları ve araştırdıkları da azımsanacak şeyler değildi. O dönem Abdi İpekçi, Halit Kıvanç gibi yaşıtlarıyla bir arada İstanbul Ekspres Gazetesi’nde röportajlarını ve küçük öykülerini yayınladı. Ancak erken yaşta kazandığı para ona tatlı gelmeye başlamıştı. Giderek okuldan daha da uzaklaştı. Sonunda Taksim Lisesi’nden ayrıldığında henüz 16 yaşındaydı.

Tiyatroya ilk adım

Fikret okulu henüz bırakmıştı ki, gazetecilik serüveninin yanına bir de tiyatro sahnelerini ekledi. Okulu bırakmasıyla ilk kez sahneye çıkışı aynı zamana denk geliyordu. İlkez,1950’de “Üç Güvercin” operetinde palyaço rolüyle “Ses Tiyatrosu” sahnesindeydi. İşte o gün aynı zamanda adını “Fikret Hakan” olarak değiştirmeye karar verdi. Önsezisi kuvvetli bir gençti belli ki, dolu dolu bir hayat onu bekliyordu.

Bundan sonra yaşamını özgür düşünceleriyle şekillendirecek, hayat okulunda yoğurulacaktı.

Sinemaya geçiş

Tiyatro sahnesindeki varlığından hoşnuttu Fikret, kendine verdiği yeni isimden de. “Ses Tiyatrosu, Cep Tiyatrosu, Küçük Sahne, Çığır Sahne, kendi kurduğu Sahne 8 ve Fikret Hakan Tiyatrosu”nda 1980 sonuna kadar sahneye çıktı.

Kendisini çok güzel tanımlıyordu: “Hayatımda üç sıçrayış yaptım; Babıali (Gazetecilik), Pera (Tiyatro) ve sinema”

Erken yaşta gazetecilik girişimiyle başladığı hayatında bahsettiği üçüncü sıçrayışı, 1953’te “Köprüaltı Çocukları” adlı sinema filmi oldu. Bu filmin ardından “Beyaz Mendil, Gelinin Muradı, Dokuz Dağın Efesi” ve “Üç Arkadaş” geldi.

Fikret Hakan, sinemada da aranan bir yüz olacağını kanıtlamıştı. Para kazanmaya başladıkça yaşam şeklini ve anlayışını da değiştirdi. Artık gece hayatı yaşamının bir parçası olmuştu örneğin ve sosyetenin kadınları da giderek ünlenen bu gencin etrafında şen kahkahalarla dolanıyordu.

1958’de askere gitmek için verdiği ara hariç sürekli sinema oldu hayatında. Ama artık onu daha yoğun bir çalışma temposu bekliyordu. Çünkü 1960’da oynadığı “Yılanların Öcü” ve “Karanlıkta Uyananlar” adlı sosyal içerikli sinema filmlerinden sonra artık neredeyse tanımayan, bilmeyen kalmamıştı Fikret Hakan’ı.

Yılda 15 film derken bu sayı 20’lere çıkmıştı ve Fikret yazmak yeteneğinden giderek uzaklaşıyordu. Hatta “Değil yazmak, uyumaya bile zaman bulamıyordum” şeklinde açıklayacaktı yıllar sonra bu günlerini.

Artık Fikret Hakan’ın yönü daha çok sinemaya dönmüştü.

Fikret Hakan evlendi

Herkesin kendisinden bahsettiği bir ünü yaşıyordu Fikret Hakan. Bahsettiğim gibi kadınlarla da arası daha iyiydi artık. Öyle ki kadınlarla ilişkileri flörtle sınırlı kalmayacak, birçok evlilik yapacak ve nihayetinde Yeşilçam’ın en çok evlenen aktörü olarak anılacaktı.

Bir sevgilisi vardı Fikret’in, Neşecan Paşmak. Neşecan’ın diğerlerinden farkı, 1962’de kızları Elif’i dünyaya getirmiş olmasıydı. Bu olay karşısında tüm gözler Fikret Hakan’a çevrilmişti, evlilik haberi bekleniyordu.

Çok zaman geçmeden gerçekten de evlilik haberi geldi, ama evlendiği kadın Neşecan değildi. Fikret Hakan, Valikonağı Caddesi’ndeki evinde tüm gözlerden uzakta yıldırım nikahı ile evlenmişti. Bu kişi Lale Sarı idi. Ancak bu evlilik 1 yıl bile sürmeden bitti.

Fikret Hakan ikinci kez evlendi

Fikret, ikinci evliliğini 1963’te ünlü bir isimle yaptı; Semiramis Pekkan. O dönem en az Fikret Hakan kadar bahsediliyordu Semiramis Pekkan’dan.

İki ünlünün evliliğiydi yaşanan ve sadece 66 gün sürebildi. Üstelik yine gözlerden uzak bir nikahtı. Hoş dördüncü evliliği dışında hepsini bu şekilde gerçekleştirdi.

Altın Portakal Ödülü

Fikret Hakan’ın sanat hayatı dolu dolu bir serüvendi. Kendisini tanımlarken kullandığı o üç sıçrayışın arasına 45’lik plaklar ve sunuculuk da sığdıracaktı.

Biz onu en çok aktör olarak tanımış olsak da, o bizim tanıdığımız Fikret Hakan olmak için kendini tanımladığı yollardan geçip de geldi. İşte bu süreçte onurlandığı ödüller de aldı.

1965’te “Keşanlı Ali Destanı”ndaki performansı için “Antalya Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı. Aynı ödülü bir kez daha 1968’de “Ölüm Tarlası” filmi ile de alacaktı.

Fikret Hakan’a Hollywood teklifi

1970’te ünlü yönetmen Peter Collinson, başrollerini Tony Curtis ve Charles Bronson’un paylaştığı “Paralı Askerler” filmi için Türkiye’ye geldiğinde Türk oyuncular için bir fırsat doğdu. Çünkü yönetmen filmin tamamını özellikle Türkiye’de çekmek istiyordu.

Bu fikre karşı ilgi de büyüktü. Hal böyle olunca “Şan Tiyatrosu” oyuncu seçme yarışması düzenledi. Bu yarışmanın sonunda “Fikret Hakan, Aytekin Akkaya, Erol Keskin, Salih Güney” gibi isimler başarılı bir performans sergileyerek ilk elemeyi geçmiş oldular ve sonunda büyük rolü kapan isim, Fikret Hakan oldu. Fikret Hakan bu dönemde artık sadece oyuncu değil, yönetmen ve yapımcı kimliği ile de boy gösteriyordu.

Fikret’in İngilizcesi çok zayıftı, ama mimikleri çok kuvvetliydi. Uyumlu dudak hareketleriyle “Albay Ahmet Elçi” rolünün hakkını vermeyi bilmişti. Özellikle yönetmenin ilgisini fazlasıyla çekmişti. Peter Collinson’un gözünde uzun yıllar Hollywood’da bulunmuş oyunculardan farksızdı. Bu güzel izlenimlerin sonucunda Fikret Hakan’ın daha başka projelerde bulunmak için teklif alması da kaçınılmaz oldu.

Ancak çekilen bu film zamanın koşullarına yenik düştü. İstanbul, İzmir, Nevşehir yörelerinde çekilen film, çekim öncesi zamanın sansür kurulu tarafından ince eleyip sık dokundu ve sonunda gösterimi Türkiye’de yasaklandı. Bu durum da haliyle Türkiye – Hollywood arasındaki bağları zayıflattı. İngilizce zaten en büyük engeldi ve nice yetenekleri gölgede bırakmaya yetiyordu.

İşte bu sebepten Fikret Hakan, teklifin cazibesine aldırmadı ve Türkiye’de kalmayı tercih etti. Salih Güney de filmde Fikret Hakan’ın oynadığı Albay Ahmet Elçi’nin yardımcısı rolünü hiç İngilizce bilmediğinden konuşmadan oynadı. Hal böyle olunca diğer yapımlar için de bir teklif almadı.

Fedailerden birini oynayan Aytekin Akkaya ise çok az göründüğü sahnelerde ilgi çekmeyi başarmış ve İngilizce öğrenmesi koşuluyla teklif almıştı. Ancak kurslara zaman ayıramayan Aytekin Akkaya da Türkiye’de kaldı.

Bir Hollywood macerası da böylece sonlandı.

Fikret Hakan’ın üçüncü evliliği

Fikret, üçüncü evliliğini kendisinin ilk evliliğinden önce bir çocuk sahibi olduğu Neşecan Paşmak ile yaptı. Valikonağı Caddesi’nde gizli saklı, iki şahit eşliğinde bir yıldırım nikahı daha gerçekleşti. Fikret ve Neşecan evlendi. Ancak 1 yıl sonra boşandılar.

Fikret Hakan ve Hümeyra

Bu Fikret’in dördüncü evliliği olacaktı. Aynı zamanda gözlerden uzak durma çabası sarfetmediği ilk ilşkisi. Hümeyra, dönemin ünlü pop yıldızıydı. Hümeyra ve Fikret, 1971’de evlendi. Ancak bu evlilik sadece bir ay sürdü.

Yıllar sonra bir itiraf şeklinde “Asla Unutmadım” adlı kitapta yazdı bu aşkı Fikret Hakan; şöyle anlatacaktı içindeki pişmanlığı: “Hümeyra ile öyle tutkulu bir aşk yaşamıştık ki bir daha da öyle tutkulu bir şey yaşamadım. O büyük aşkta kıskançlıktan katil bile olabilirdim. Bu nedenle Hümeyra’ya şiddet uyguladım. Attığım o yumruğu ben de unutamadım, o da unutmadı. 37 yıldır bunun pişmanlığını yaşıyorum. Hatalıydım. Hatasız kul olmuyor.

Hümeyra güzel bir kadın değildi. Ama güzelliğin çok ötesindeydi. Karizmatikti, beni çok derinden etkiledi. Şimdi havaya girecek. Yine asılıyor mu diye düşünecek. Bana hala kızgın olduğunu biliyorum. Öfke duyduğunu biliyorum… Hümeyra hala çok güzel.”

Bundan sonra Fikret Hakan, uzun bir süre evlenmedi. 1989’da Fatma Zeynep Mirgün ile beşinci kez evlendi. Bu evlilik 1991’e kadar devam etti ve Fikret Hakan’ın son evliliğiydi.

Şarkıcı Fikret Hakan

Fikret Hakan oyunculuğundan sonra haneye bir de şarkıcılığı ekledi. 1971’de gazino sahnelerinde şarkı söylemeye başladı. Bu dönemler Yeşilçam için en verimli zamanlardı. 1960 ve 1970’lerde “Sadri Alışık, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik” gibi birçok isim sinemanın yanında plak da dolduruyordu.

İşte bu dönemde Fikret Hakan da o isimler arasına katıldı ve birkaç 45’lik doldurdu. Sesi konusunda da en az oyunculuğu kadar başarılıydı.

Art arda “Cemo / Dedikleri Gerçek İmiş (1972 ), Kardaşlar orkestrası “Löberde / Dostun Gülü (Radyofon Plak 1974 ), Aşk Uğultusu / Sancı (Yavuz Plak 1975)” plaklarıyla sesini duyurmuştu.

Asla Unutmadım

1975 ve sonrasında bir dönem Yeşilçam’da seks furyasını doğurdu. Buna dahil olmak isteyen isimler olduğu gibi kaçanlar da vardı. Fikret Hakan, kaçma yanlısıydı, 1977’de Valikonağı Caddesi’ndeki evini satıp Marmaris’e yerleşti. Burada geçimini teknecilikle sağladı ve dönemin bitişiyle 1980’de sinemaya geri döndü.

Artık yeniden setlerdeydi ve oyuncu arkadaşları ile bir aradaydı. Bir gün Türk sinemasının altı jönü bir projede buluştu. “Fikret Hakan, Göksel Arsoy, Cüneyt Arkın, Ediz Hun, Kartal Tibet, ve İzzet Günay”, “Feyzan Ersinan Top”un kitabı “Asla Unutmadım”da unutamadıklarını anlattı.

Fikret Hakan’ın en ilgi çeken yazıları “Çolpan İlhan” ve “Hümeyra” ile ilgili olandı. Hümeyra’nın bölümünü biraz önce aktardım.

Çolpan İlhan ile ilgili olan kısım ise şöyleydi: “Çolpan İlhan’la nişanlıydık. Askere giderken, Baylan Pastanesi’nin önünde Çolpan’ı, Sadri Alışık’a emanet ettim. Sivas’ta askerliğimi yaparken, Çolpan’dan mektup geldi. Mektupta ‘Biz Sadri’yle evleniyoruz’ yazılıydı. Çok şaşırdım. Büyük bir acı hissettim. Çolpan’la güzel şeyler yaşamıştık. Ardından da birçok filmde oynadık. Asla da bir gün ‘Neden?’ diye sormadım. Hiç bir şey olmamış gibi davrandık. Birbirlerini gerçekten sevmişler demek ki bu evlilik Sadri ölünceye kadar devam etti.”


Devlet Sanatçısı ve Fahri Doktor, Fikret Hakan

Yeşilçam jönlerinden olan Fikret Hakan’a Kültür Bakanlığı tarafından 1998’de “Devlet Sanatçısı” ünvanı verildi. Sonrasında da Fikret Hakan, İstanbul Kültür Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı.

Ömrü başarısına başarı eklemekle geçti Fikret Hakan’ın. Aldığı ödül ve ünvanlarla hep onurlandırıldı. 13 Kasım 2009’da da Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fikret Hakan’a Karşılaştırmalı Edebiyat Anabilim Dalı’ndan, “Fahri Doktor” ünvanı verdi.

Fikret Hakan hayatını kaybetti

Fikret Hakan son zamanlarda Akciğer kanseri tedavisi görüyordu. Tüm düşünceleri, duygularıyla artık hasta yatağındaydı.

Nefesi yoruldu ve Fikret Hakan 11 Temmuz 2017 gecesi saat 02:00’da hayat veda etti. Bu taze ölüm tüm sevenlerini ve oyuncu arkadaşlarını yasa boğdu.

Yolun ışık olsun adam…

Bu dünyadan, her sıçrayışınla, iyi ki geçtin…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Stephen King Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Korku kitapları ve filmlerine benim gibi belirli bir mesafe uzaklıktan bakıyorsanız dahi en az birini okumuş ya da izlemişsinizdir. Öyleyse her hâlükârda Stephen King’den bir şeylere rastlamışsınız demektir.

Kariyeri boyunca “Hayvan Mezarlığı”, “Kujo”, “Sadist” gibi birçok korku romanına imza atarak ülkemizde de hatırı sayılır bir hayran kitlesi oluşturan King’in, bunun yanında masalsı bir fantezi kitabı olan “Ejderha’nın Gözü” ve “Kara Kule” gibi eserleri en çok ilgi görenler arasındaydı.

“Esaretin Bedeli” ve “Yeşil Yol” gibi başyapıt kabul edilen sinema filmlerinin de yazarı o. Hayran olmamak, sevmemek ne mümkün. Her koşulda her bir kalbin ince bir noktasına dokunmayı öyle güzel başarmış ki… Kuşkusuz en büyük başarısı işte bu yöndeydi; Stephen King, “sinematografik roman” tarzındaki çalışmalarıyla dokunmadık kalp bırakmadı…

Ve bugün 71 yaşına girdi. Cümlelerin etkisinde ve bambaşka bir kafayla geçmiş 71 yıl… Ama iyi ama kötü günler geçirdi elbet; her insan kadar. Onu, başkalarından ayıransa, sadece bakmıyordu, görüyordu da. Onu bize bunca sevdiren de, gördüklerinden sonrasını bizimle paylaşması oldu…

İyi ki doğdun Stephen King…

Korku dolu nice yaşlara…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Stephen, 21 Eylül 1947’de, ABD’de Portland, Maine’de, Nellie Ruth Pillsbury ve Donald Edwin çiftinin oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ailesi, ona “Stephen Edwin King” adını verdi. gözlerini açtığı hayat, ona, her insana yaptığı gibi bazen sevinç, bazen gözyaşı getirecekti…

King çifti boşandığında Stephen, henüz 2 yaşındaydı ve kardeşi David ile birlikte annesinde kaldı. Anne ile baba arasında mekik dokuyan o çocuklardan biriydi. Hem uzayan yollar, hem başa çıkmak zorunda kaldığı ikiye bölünmüş duygularıyla attı adımlarını. Annesi Portland Maine, babası da, Indiana Fort Wayne’de yaşıyordu.

Annesi ve David ile Durham’a taşındığında ise, Stephen, 11’indeydi. Lise bitene kadar süren eğitimini burada tamamladı. 1966’da artık üniversite için bir tercih yapması gerektiğinde, Orono Maine Üniversitesi’nde, Bilim okumaya başladı…

 

Yazmaya başladığı yıllar

Stephen’i yazmaya teşvik eden, babasına ait olduğunu öğrendiği H. P. Lovecraft’ın “The Lurker Of The Threshold” öykü kitabı idi. Bu kitabı, bir yaramaz çocuk edasında evlerinin tavan arasında bulmuştu. Üzerinde de bir iblis resmi vardı.

Okuduğunda öylesine etkilenmişti ki, anne ve baba arasında ikiye bölünmüş hayatında Stephen, içinden çıkamadığı her bir duygunun çözümünü yazmakta buldu. İlk hikayelerini yazmaya başladığında, 16’sında gencecik bir delikanlıydı. Başkalarının okumaya başlaması için henüz zamana ihtiyacı vardı; ama belli ki bu durum ona iyi geliyordu. Üstelik yetenekliydi de.

Yazdığı bu hikayeleri yayımlamak için 1967’de bir fırsat doğduğunda, ilk profesyonel kısa öykü satışını, “The Glass Floor” adını verdiği öyküsüyle, Starling Mystery Stories’e yaptı.

1970’de üniversiteden mezun olduğunda ise, iş bulamamıştı; bir laboratuvarda geçici olarak gördüğü bir işe başladı. Bir yandan da yazmaya devam ediyordu. Artık dergilerde de yayımlıyordu hikayelerini. İşte bir hikayeci olarak tanınmaya da bu sırada başladı…

Bu arada ilk yazmaya başladığında “Richard Bachman” adını kullanıyordu. Bu imza ile yazdığı ilk kitaba “Rage” adını vermişti; sınıf arkadaşını silahla vuran bir lise öğrencisini anlatıyordu. Ancak daha sonra Jeffrey Lyne Cox adlı bir lise öğrencisi, sınıf arkadaşlarını esir aldı ve bu kitaptan etkilendiği ortaya çıktı. Buna benzer bir olay üç kez daha tekrar edince, bu kitabın Amerika’da bir daha basılmamak üzere yasaklandı.

Stephen King, daha sonra kendi kimliğiyle yazmaya karar verdiğinde, Bachman’ı, kanser sebebinden ölümüyle emekliye ayırdı.

(Stephen King ve ailesi – 1979)

Stephen King evlendi

Stephen ve Tabitha Spruce, üniversitede tanıştı. Belki ses getirmiyordu; ama özünde sakin ve tutkulu bir aşk doğmuştu aralarında.

1970’te üniversiteden mezun olduktan bir yıl sonra bu aşkı evlilikle taçlandırdılar. Bu evlilikten Owen ve Joe Hill adını verdikleri iki oğulları ile Naomi adını verdikleri bir kızları oldu.

“Televizyon fena değil, ona karşı değilim, ama insanı dünyadan koparıp yalnızca kendi camına bağlamasını sevmiyorum. En azından o bakımdan radyo daha iyiydi”. Bu cümle, Stephen King’in “Yeşil Yol” sinematografik romanından. Gerçekten de böyle düşünüyordu aslında. Öyle ki, Tabitha ile Maine’deki evlerinde kendi kurdukları üç radyo istasyonu vardı…

İlk romanı ve hızlanan hayat

Üniversiteden sonra hemen iş bulamamıştı; ancak hikayeleri vardı. Tabii onlar da bir yere kadardı. Neyse ki 1971’in sonunda Main’de bulunan Hamden Koleji’nde öğretmen olarak çalışmaya başladı. Elbette yazarlık konusunda kendini geliştirecek yollar aramaya da devam ediyordu.

Yazmayı sürdürdü ve nihayet 1973 baharında “Carrie” (Göz) adını verdiği ilk romanını yayımladı. Aslında Carrie’yi öncelikle bir hikaye olarak kaleme almıştı. Sonra nedense memnun kalmadı ve kaldırıp attı. Ancak sevgili karısı Tabitha, hikayedeki potansiyeli görmüştü. Stephen’i yazmaya devam etmesi konusunda yüreklendirdi. Bu roman, işte böyle ortaya çıktı. Basılacağı sırada da Stephen, elbette romanını karısı Tabitha’ya adadı.

Resmi olarak atılmış bu büyük adımla artık daha da özgüvenliydi. Romanı çıkar çıkmaz yenisini yazmaya başlamıştı bile. Bunun için Colorado’ya taşındı ve “Shining” (Medyum) adını verdiği romanını tamamladığında, ki bu bir yıl sürmüştü, tekrar evine, Maine’ye döndü. Yıl dolmadan üçüncü romanı “The Stand”i de (Mahşer) yayımladı.

Daha sonra BBC’ye verdiği bir röportajda açıklayacaktı ki, o güne dek yarattığı karakterler içinde kendisine en yakın olanı, “Medyum” romanındaki “Jack Torrance” idi. Romanını yazdığı sıralarda, kendisi de tıpkı Jack gibi, sürekli içiyordu. Yazdığı dönemi yansıtan en belirgin özellik buydu.

Evet, 80’li yıllar, Stephen’in alkole düşkün olduğu zamanlardı. Hatta “The Onion”, yayınladığı bir makalede, Stephen King’in “Şeffaf” adlı romanını nasıl yazdığını hatırlamadığı iddiasında bulundu. Stephen, bu iddiayı kabullenmiş, sadece o değil, “Kujo” da dahil nasıl yazdığını hatırlamadığı birçok romanı olduğunu itiraf etmişti…

Stephen King yükselişte

Yazarlıkta sağlam adımlarla ilerleyen Stephen, maddi açıdan da iyi duruma gelmişti. 1977’de yeni bir eve taşındılar. Şehir değiştirmediler, ancak evleri bir öncekinden çok daha iyiydi.

1980’den sonra da, kendini tamamen yazarlığa adadı. Adeta seri üretimde bir makine gibiydi. “The Dead Zone” (Çağrı), “Fşrestarter” (Tepki), “Pet Sematary” (Hayvan Mezarlığı), “The Dark Half” (Hayatı Emanet Karanlık), “Needful Things” (Ruhlar Dükkanı), “Rose Madder” (Çılgınlığın Ötesi), adını verdiği birçok roman ve hikayesini art arda yazdı.

1981’de, “Dance Macarebe” adını verdiği eserini yayımladı. Dilimize çevrilmeyen bu eser, Amerikan Edebiyat ve Sineması’nda korkunun nasıl işlendiğini karşılaştırmalı analizlerle ayrıntılı bir şekilde anlatıyordu. Bu eseriyle “Hugo B. N. Ödülü”ne layık görüldü. 1999’da da, “Bag of Bones” adlı romanıyla da, “Bram Stoker Ödülü”nü kazandı.

Her zaman kimsenin görmediğini gören gözü sayesinde böylesine başarılı ilerliyordu kuşkusuz Stephen. Mesela ünlü romanı “O”daki dehşet saçan palyaçoyu ortaya çıkarırken, Mc Donalds’ın maskotu, Ronald Mc Donald’dan esinlenmişti…

En merak uyandıran serisi “The Dark Tower”i (Kara Kule) ise, 1982’de yazmaya başladı. Büyük yankı uyandıracak eserlerin hazırlık aşaması hiç kuşkusuz meşakkatli oluyordu. Stephen, bu seriyi 2004’te tamamladı.

Film olan kitaplar

1967’de resmi olarak başlattığı yazarlık kariyerine bugün hala devam eden Stephen, edebiyata 60’tan fazla roman ve hikaye kazandırdı. Bu eserlerin öylesine etkileyici bir yönü vardı ki, birçoğu beyaz perdeye uyarlandı. Uyarlamalarla birlikte dizi veya film haline getirilmiş öyküleri de 70’i aştı…

İlk sinema uyarlaması, 1976’da Brian dfe Palma tarafından çekilen “Carrie” idi. En çok bilinenlerinden ilki ise, 1980’de çekilen, yönetmen koltuğunda Stanley Kubrick’in bulunduğu “Shining” oldu. Ardından en çok beğeni toplayanlar arasında, 1990’da “Misery”, 1994’te “The Shawshank Redemption”, 1999’da “Green Mile” (Yeşil Yol) – ki başrolünde Tom Hanks vardı – 2004’te “Secret Window” (Gizli Pencere) – başrolde Johnny Deep – 2007’de “1408” – başrolde John Cusack ve Samuel Jackson –  yine 2007’de “The Mist” geldi.

Sinema ve TV sektörü için adeta bulunmaz bir madendi o. Hal böyle olunca, adı en zengin yazarlar arasında anılıyordu. Neredeyse bütün kitaplarının dilimize çevrilmesi ve alt yazılı filmler ile Stephen King, edebiyatımızda bir parçamız oldu. Öyle ki Türkiye’de hayran kulüpleri dahi kuruldu. Onun roman ve filmlerini böylesine çekici kılan, orta sınıfın saygın insanlarının sessiz dünyasını, şehir merkezinden uzak kasabaların doğasını, inançlı kimseleri ve daha nicesini en ufacık bir ayrıntıyı dahi atlamadan anlatıyor olmasıydı. Şehrin karmaşasından kopmuyor, ama gündelik yaşamı da ihmal etmiyordu. Böylece Amerika toplumunu tam kalbinden fethediyordu. Evrensel yaralara bastığı parmak, kuşkusuz onun sesinin daha geniş coğrafyalarda yankılanmasını sağlamıştı. Bazen de coğrafya tek başına kader olmayabiliyordu işte. İnsan ulaşmak istediği coğrafya ile kendi kaderini, kendisi yazabiliyordu.

13 sayısına takıntısı

Bir Başak Burcu’nun nelere ne kadar takıntılı olabileceğinin sınırı yok kuşkusuz. Stephen King de, Triskaidekafobi ile başı dertte olanlardan. Ancak bu takıntı onun hayatına öyle bir yerleşmiş ki, Stephen, 13 sayısından kesinlikle korkuyor. Bu korkusunu ise, şöyle açıklıyor:

“13 sayısı söz konusu olduğunda omurgamda aşağı yukarı hareket eden o ürperti asla geçmez. Yazarken 13. ya da 13’ün katı olan bir sayfaya geldiğimde asla durmam, ‘güvenli’ bir rakama kadar yazmaya devam ederim. 13 yerine 12 adım atmış olmak için evimin merdivenindeki son iki basamağı tek adımda çıkarım. Okurken 94., 193., 382. ya da rakamları toplamı 13 yapan hiçbir sayfada durmam”.

Bugün Stephen King

Stephen King, 2002’de, kendisini tekrar ettiğini düşündüğü için yazarlığı bıraktığını açıklamıştı. Tabii hayal gücü hala işliyordu ve yazmayı durduramazdı. Elbette yaptığı açıklamasına aldırış etmeden yeni eserler vermeye devam etti. Son olarak 2016’da, “End Of Watch”ı yayımladı.

Belli ki Stephen King yazmaktan hiç vazgeçmeyecek. Kuşkusuz biz de onu okumaktan ve hayal gücünün hayatımıza katacaklarını beklemekten…

Gerilim ve korkuyu hayatımıza nakşetmiş, hayal gücü gözlerinden fışkıran, alanında uzman kimliğiyle bir Stephen King geçiyor bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Instagram: biyografivekitap


Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , ,

Tarık Akan Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

O bizim “Damat Feritimiz”… Tatlı dilli, güler yüzlü, yakışıklı mı yakışıklı Yeşilçam’ın göz bebeği oyunculardan biri; en sevdiklerimizden. Bugün ölümünün birinci yıl dönümü.

Sevgi, saygı ve özlemle anmak istedim…

Ve bir yıl daha geçti bile…

Özlemle…


Çocukluğu ve eğitim hayatı

Tarık 13 Aralık 1949’da İstanbul’da annesi Yaşar Hanım ve babası Hüseyin Yaşar Bey’in üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ebeveynleri ona “Tarık Tahsin Üregil” adını verdi. Bir ablası ve bir abisi vardı.

Babası subaydı ve görevi nedeniyle Tarık, Erzurum Dumlupınar’da çocukluğun yaşadı. İlkokula burada başladı. Ancak babasının tayini Kayseri’ye çıkınca taşındılar ve Tarık, ilkokulu burada tamamladı. Babasının mesleğinden kaynaklı disiplinli ve göçebe bir çocukluk yaşadı.

Babası emekli olduğunda Tarık ortaokul çağına gelmişti. Emeklilikten sonra İstanbul Bakırköy’e taşındılar. Tarık, ortaokul ve lise eğitimini burada tamamladı.

Üniversite eğitimi için Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü tercih etti. Buradan sonra İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi.


İş deneyimleri ve oyunculuğa adım adım

Tarık, 1970’de “Ses” dergisinin düzenlediği “Sinema Artist” yarışmasına katıldı ve birinci oldu. Artık sinema için ilk adımını atmıştı ve ardı başarılarla dolu bir şekilde gelecekti.

1971’de ilk kez kamera karşısına geçtiğinde “Filiz Akın” ve “Ekrem Bora” başroldeydi. Tarık, “Emine” filmiyle oyunculuk kariyerine başladı.

Ama oyunculuk yolculuğu başlamadan önce Tarık, Bakırköy plajlarında cankurtaranlık yaptı. Bir yandan da sokaklarda işportacılık yapıyordu.

Gönlü artık sinemadan yanaydı, ancak sinema sektörünün iyi gitmediği 1978 – 1981 yılları arasında buradan para kazanamayacaktı. Bu süreçte de ticari taksi alarak kiralama sistemi ile ticaret yapmaya devam edecekti.


Yeşilçam’a merhaba

Tarık, yönetmen koltuğunda “Mehmet Dinler”in oturduğu, başrollerini “Fatma Girik” ve “Münir Özkul”un paylaştığı 1971 yapımı “Solan Bir Yaprak Gibi” filminde “Murat” karakteri ile Yeşilçam’a merhaba dedi. Bu filmden sonra da adını “Tarık Akan” olarak kullanmay aabaşladı. Ayrıca yine bu yıl “Vefasız”, “Melek mi Şeytan mı?” adlı filmlerde rol oynadı.

Bundan sonra her şey çok hızlı gelişti. 1972’de ilk başrolünü “Hülya Koçyiğit” ile “Beyoğlu Güzeli” filminde oynadı.

1970’te “Ertem Eğilmez” ile tanışmak ona “Ferit” karakterini getirdi ve Tarık, ailemizin Damat Ferit’i oluverdi. Adı Ertem Eğilmez’in her filminde “Ferit” oldu. Bu, Ertem Eğilmez’in ölen oğlunun adıydı. Bu yüzden her filminde “uzun oğlum” diye sevdiği tarık ile oğlunun adını yaşatacaktı…

Giderek Yeşilçam’ın aranan yakışıklı oyuncularından biri oluyordu ve başrolleri paylaştığı kadınlar dönemin hem en ünlü hem de en güzel kadınlarıydı. Tarık, “Türkan Şoray” ile ilk başrolünü de “Sisli Hatıralar”da oynadı; yıl 1972 idi.


İlk büyük başarısı

Tarık, 1972 yapımı “Suçlu”da oynadığında ödüllendirileceği ilk büyük başarısını da yakalamış oldu. Yönetmen koltuğunda Mehmet Dinler oturuyordu ve başrolü “Fatma Belgen” ile paylaşmıştı. Ayrıca film, Tarık’ın oynadığı ilk romantik komediydi.

Bu film, 1973’te Tarık Akan’a “Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü kazandırdı.

Artık oyunculuğu da tescillendiğine göre, Tarık kesinlikle ünlüydü. Uzun boyu, çekici tavırları ve gözden kaçmayacak yakışıklılığıyla Tarık kısa sürede uzun bir yol yürümüştü…


Sevdiğimiz bütün isimlerle bir arada

Tarık, artık başarısına başarı katıyordu. 1972’de oynadığı “Sev Kardeşim” filminde “Adile Naşit, Münir Özkul, Hulusi Kentmen ve Hülya Koçyiğit” gibi güzel isimler de yer alıyordu. Yine aynı yıl “Tatlı Dillim” filminde “Filiz Akın” ile  başroldeydi ve bu film aynı zamanda “Kemal Sunal”ın ilk filmiydi. Aynı zamanda kadroda “Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe” gibi isimler de vardı.

Güzel ve başarılı kadın oyuncularla başrol paylaşmaya da devam ediyordu Tarık. 1972’de “Emel Sayın” ile ilk başrolünü “Feryat” filminde oynadı. Yine de eminim sizin de aklınızda bugün hala “Yalancı Yarim” var Emel Sayın ve Tarık Akan denilince. O naiflik, gözünün ondan başka kimseyi görmeyişi, aşkın sel olup akıp gidişi…

1973’teki isim ise “Necla Nazır”dı ve film de “Umut Dünyası”. 1974’te de “Hale Soygazi” ile “Oh Olsun”


Canım Kardeşim

Her filmi bir başka güzeldi, eminim hepiniz için Yeşilçam filmleri öyledir. Ama yürekleri dağlayan bir film vardı hani, çok bilinen. Hasta küçük kardeşin çok istediği televizyona hepimiz ağlamışızdır içli içli. Çünkü film hakkını vermişti ve gözyaşlarımız boşuna değildi. Yeşilçam klasikleri arasına girdi ve en iyi drama filmlerinden biri oldu.

Evet, “Canım Kardeşim”. 1973’te “Halit Akçatepe” ve dönemin çocuk oyuncusu “Kahraman Kıral” ile başrolü paylaştılar bu filmde.


Mavi Boncuk

Nasıl ki “Yalancı Yarim” unutulmazsa, Emel Sayın ve Tarık Akan bir arada düşünüldüğünde “Mavi Boncuk” da hemen gelir akıllara. Hatta unutulmaz replikleri ve oyuncu kadrosuyla muhtemelen ilk sırayı çeker.

Özellikle Emel Sayın’ın kaçırıldığı sahne hafızalara adeta kazındı. Emel Sayın’ın “yalnız benim için bak yeşil yeşil” diye söylediği o şarkı… “Ben bu dertten ölürsem söyle küçük bey” diye içlenişi… Kemal Sunal’ın “soğuktan kapında donabilirim”leri…

Ah bu filmler, iyi ki vardı…

A bu arada heyecana kapılıp filmin içinde kaybolmuş da tarih bile vermemişim. “Mavi Boncuk”, 1975’te çekildi ve Yeşilçam’ın en iyi filmlerinden biri olarak gösterildi. Bunu söylemek için kadrosu bile yeterliydi çünkü: “Adile Naşit, Münir Özkul, Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe…”


Hababam Sınıfı

Gösterime girdiği anda hasılat rekorları kıran ve serisi çekilen o mükemmel filmden bahsetmeden olmaz tabii; “Hababam Sınıfı”

1975’te “Ertem Eğilmez” yönetmenliğinde çekilen film ile her rolde beğendiğimiz Tarık, artık “Damat Ferit”ti. Her karakteri ayrı değerli, her sahnesi ayrı komik film, bugün bile sıkılmadan izlediğimiz klasikler arasında.

Şahsına münhasır karakterler oyuncuların üzerine yapışıp kaldı adeta: “Hafize Ana, Kel Mahmut, İnek Şaban, Güdük Necmi, Tulum Hayri, Hayta İsmail…”


En iyi romantik komedi

Yeşilçam’ın en iyi romantik komedilerinden biri kabul edildi “Ah Nerede”. Filmde “Gülşen Bubikoğlu” ve Tarık Akan başrolü paylaşıyordu. 1975’te vizyona girmiş ve hasılat rekorları kırmıştı.

Çünkü kadın dünyalar güzeliydi ve adam çok yakışıklıydı. Nice hatalar yapmış, ama dönüp doğruyu bulmuştu. Zehra’dan sonra her şey başkaydı ve doğru olan ne varsa o yaşanmalıydı. Yani hayatın ta kendisiydi, aşkın ta kendisi…

Adam sonunda bir binanın tepesine çıktı ve “Seni seviyorum Zehra” diye atladı. Demek ki istenilen aşk böyle bir şeydi ve biz işte bu duyguyu pek sevdik. Bu yüzden “Ah Nerede” en iyi romantik komediler arasına girdi…


Bizim Aile

1976’da Yeşilçam’ın neredeyse bir araya toplandığı bir kadro ile bir film çekildi; “Bizim Aile”. Gerçekten de bir Türk ailesi vardı ekranda. Sevgi sonsuzdu.

Ne mutlu ki, Tarık da işte bu kadrodaydı. Bugün bile hala keyifle izlenen film, klasikler arasındaki yerini aldı.


Romantik komedi yıldızının değişimi

Tarık, oynadığı romantik komedilerle büyük bir ün kazanmıştı. Üstelik bu rollere de çok yakışıyordu. 1976’dan sonra ciddiyetle bir karar aldı ve uyguladı. Artık romantik komedi çizgisinden ayrılıp daha ciddi rollere soyunmaya karar verdi ve henüz 28 yaşındaydı.

İlk iş imajını değiştirdi, bıyık bıraktı. Bir yandan eski tarzına da devam etti, ama ruhunun asi olduğuna karar vermiş ve yeteneğini daha başka filmlerde göstermeye karar vermişti. Ama bunun da hakkını verecekti.

Bıyıklı haliyle oynadığı ilk film, “Baraj” oldu; bir dram, gerilim filmiydi. 1978’de “Cüneyt Arkın” ile oynadığı “Maden” filmi büyük başarı elde etti. Yeşilçam tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyordu.

1978’de çekilmeye  başlanmış, 1979’da vizyona giren bir “Zeki Ökten” yapımı olan “Sürü” filminde “Tuncel Kurtiz” ve “Melike Demirağ” ile başrolü paylaştı. Büyük ses getiren bu film de Yeşilçam’ın en iyileri arasına girmeyi başarmıştı. Ancak bu kez tek ödül bu değildi. 12 Ekim 2011 “Altın Portakal Film Festivali”, “Geç Gelen Altın Portakallar Gecesi”nde “En İyi Film Ödülü” aldı. Filmin ödülü tam 31 yıl sonra verilmişti. Çünkü 12 Eylül Darbesi yaşanmış ve 1980’de ödül gecesi yapılamamıştı.

1978’de “Fikret Hakan” ile başrol paylaşma şansı oldu. “Demiryol” adlı bu film, “Altın Portakal Film Festivali”nde 4 dalda ödül aldı. En İyi Erkek Oyuncu ödülü Fikret Hakan’ın oldu.


Darbe dönemi

12 Eylül dönemi birçok alanı olduğu gibi Yeşilçam’ı da yavaşlatmıştı; çok az film çekiliyordu. Tarık da bu sebepten bu süreçte hiçbir filmde rol almadı.

1981’de “Müjde Ar” ile başrol paylaştığı “Deli Kan” filmi ile geri döndü.

Darbeden sonra Almanya’da yaptığı bir konuşmadan dolayı Türkiye’ye döndüğünde tutuklandı ve 2,5 ay cezaevinde kaldı. 31 Mart 1982’de beraat etti.

1982’de yönetmenliğini “Yılmaz Güney ve Şerif Gören”in yaptığı “Yol” filminde “Şerif Sezer” ile başrolü paylaştı. Oldukça ses getirdi. Dönemin yaşananlarını konu alıyordu. Bu filmin yeri ayrıydı. Çükü dünyanın en prestijli ödül törenlerinden biri olan “Cannes Film Festivali”nde en önemli ödül olan “Altın Palmiye”ye layık görüldü. Bu Türkiye için bir ilkti. Böylece dünya çapında izlenmeye başladı, ancak bu sefer de 1983’te Türkiye’de gösterimi yasaklandı. 1999’a kadar da bu yasak devam etti.

1984’te “Zeki Ökten”in yönetmenliğindeki “Pehlivan” filminde oynadı Tarık. Bu film ona “21. Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü getirdi.

Artık sert mizacı iyice oturmuştu yüzüne. Her film ayrı bir başarı demekti. Tarık Akan asla unutulmayacak oyuncular arasına çoktan girmişti…


Tarık Akan evlendi

Onca filmin arasında elbette bir de özel hayatı vardı. Gözler önünde olan yakışıklı bir erkekti ve onun yanında olmak için can atacak çok kadın olurdu. Ancak onun gönlü Yasemin Erkut’u seçti.

Tarık ve Yasemin 1986’da evlendi. Bu evlilikten aynı yıl “Barış Zeki Üregül” adını verdikleri oğulları geldi dünyaya. 1988’de de “Yaşar Özgür ve Özlem Üregül” adını verdikleri ikizleri…

Ancak yine de evlilikleri uzun sürmedi. Tarık ve Yasemin 1989’da boşandı.

Tarık, 1990’da Acun Günay ile birlikte yaşamaya başladı ve bu birliktelik o ölene dek sürdü…


90’larda Tarık Akan

Tarık, 90’larda daha az sinema filminde görüldü, ancak yine de vardı. Ancak bir yenilik vardı. Artık Tarık Akan, televizyon dizilerinde de görülecekti.

1992’de ilk kez “Taşların Sırrı” adlı dizide çıktı seyircisinin karşısına, bir yıl sürdü. Sinema filmleri de devam ediyordu bir yandan, sadece eskisi kadar sık değildi.

2000’e geldiğinde oyunculuğa 2 yıl ara verdi ve 2002’de sinemaya geri döndü. Yine sadece sinema değildi, bir yandan da TRT 1’de yayınlanan “Koçum Benim” adlı gençlik dizisinde oynuyordu.

Bir de “Vizontele” klasikleri var. “Yılmaz Erdoğan” filmlerinden “Vizontele Tuuba”da “Güner Sernikli” rolüyle yer aldı.

2009’da en son “Yol” filminde birlikte rol aldığı “Şerif Sezer” ile bir kez daha “Deli Deli Olma” filminde tekrar karşılaştı ve bu film de oldukça iyi bir hasılat elde etti. Ayrıca bu film Tarık için ayrıca değerliydi. Çünkü filmde gençliğini oğlu “Barış Zeki Üregül” oynuyordu…


Anne kafamda bit var

Tarık, ömrüne 111 sinema filmi ve 4 dizi sığdırdı. İşte bunların yanına bir de kitap iliştiriverdi. Zamanında darbe döneminde ne yaşadıysa onu kaleme aldı ve 2002’de yayınladı.

Kitabı da tıpkı filmleri gibi ilgi çekmişti. Otobiyografi dalında yazdığı “Anne Kafamda Bit Var” onlarca baskı sattı.

Tarık Akan öldü

Artık iyiden iyiye yaş alıyordu ve bir de üstüne akciğer kanseri olmuştu. Sonra tam akciğer kurutuldu derken kanser karaciğere de sıçradı.

16 Eylül 2016’da hayata gözlerini kapadı, 66 yaşındaydı.

Bugün ölümünün yıl dönümü. Tam 1 yıldır yok. Böyle sevilen insanlar hiç ölmüyor aslında ya da insan pek anlayamıyor. İstediğin her an bir filmiyle karşında olabileceğini bilmenin verdiği bir his belki de bu. Ama sonuç olarak o artık hayatta değil ve bir yıl geçti bile…

Zaman gerçekten de çok acımasız. Sanki daha dün ölüm haberini görmüşüm de boğazıma düğümler dolanmış gibi… Hangimizin çocukluk aşkı değildi ki yarattığı karakterler, hangimiz gülüşüne tutulmadık…

Dili, dini, ırkı, inanışı ne olursa olsun insan dediğin başka; ama sanatçı dediğin bambaşka… Bizden farklı olanı sevmemeye hep meyilli yürekler taşıyoruz. Oysa ki hayat senden farklı olanla çeşitlenip güzelleşiyor…

E o zaman Sevgili Damat Ferit, canım Tarık Akan, nurlarda uyu…

Hep yaptığım kapanışlar gibi, bolca özlem ekleyerek bir ucuna, diyorum ki, bir Tarık Akan geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Instagram: biyografivekitap


Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Al Pacino Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Özgürlüğü sahnede buldu ve ondan vazgeçmeyecek kadar da cesaretliydi Al Pacino; her şeye rağmen. Annesine, babasına, hayata ve en çok da kendisine rağmen…

Onu öyle iyi tanıyorsunuz ki, hem hakkında hiçbir girizgah cümlesine gerek yok, hem de söylenecek ne çok söz var. Dahası onun hayatından öğrenecek ne çok şeyimiz var…

Yaralar alsak da kalkmayı öğrenmeliyiz mesela. Parçalanmış bir aileden yara alarak çıktıktan sonra da hayata tutunmanın birden fazla yolu olduğunu öğrenmeliyiz. İnsanın kendi gururunu, kendi inadını kırmanın yollarını arayacak kadar yüce gönüllü olabileceğini öğrenmeliyiz…

Hayatın herhangi bir aracı ile öğretecek ne çok şeyi var; önce bakmasını, sonra görmesini öğrenmeliyiz…

Çocukluğu

Al Pacino, 25 Nisan 1940’ta Doğu Harlem’de, Sicilya kökenli Salvatore ve Rose Pacino’nun tek çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ona “Alfredo James Pacino” adını verdiler.

Alfredo, aslında bir aşkın meyvesiydi. Babası bir sabah evi terk edip gitmeseydi, belki çok farklı bir çocukluk yaşardı. Bir sabah babası gitti, California’ya yerleşti ve annesi onu alıp Bronx Hayvanat Bahçesi yakınlarında yaşayan ailesinin yanına taşındı. Parçalanmış bir ailenin çocuğu olarak büyüyecekti.

Babasına kızgın bir çocuktu Al; neredeyse bütün enerjisini ona kızarak geçirdi. Araları hiçbir zaman iyi olmadı. İçini rahatlatan, daha az yara almasını sağlayan tek şey, babasının evi onun yüzünden terk etmediğiydi. Elbette çok üzgündü, çocuk aklıyla babasına karşı öfkeliydi. Ama yine de aldığı yaralar hayat içinde kendini kotaracaktı.

Utangaç bir çocuktu. Belki de yalnızlığın getirdiği bir utangaçlıktı bu, içine kapanıyordu. Annesi varını yoğunu oğluna adamaya kararlıydı. Maddi manevi yatırımını ona yapacaktı. Al, henüz 3 yaşındayken Rose onu sinemaya götürmeye başlamıştı; neredeyse her akşam gidiyorlardı. Bir filmi seyredip eve döndüklerinde Al’ın yaptığı ilk şey, aynanın karşısına geçip beğendiği sahneleri canlandırmaktı.

Küçücük bedeniyle aynanın karşısında kendi kendine konuşuyordu ve bu anneannesini çok korkutuyordu. Bir süre sonra Al abartmış, anneannesi de o aynanın karşısına geçer geçmez oda değiştirmeye başlamıştı. Bir gün kızı Rose’yi karşısına aldı, “Al, bütün gün kendi kendine konuşuyor” diyerek endişesini anlattı. Ama Rose bunun bir sorun olduğunu düşünmüyordu, oğlunu teşvik etmesi gerektiğini düşünüyordu. Hayatının ilk 7 yılı, yalnızlığın portresi olarak duvarda asılı durdu.

Doğal hali oyuncu olan çocuk

Al’ın hayatında oyunculuk, yemek yemek, su içmek kadar doğal bir eylemdi. Kendi deyimiyle, “sinema salonuna doğmuş gibi” hissediyordu.

Küçükken bir şeyleri taklit etmeyi hepimiz severdik muhtemelen ve yaptığımız ne olursa olsun insanları güldürür. Oysa biz o anı ciddiyetle yaşıyoruzdur. İşte Al’ın ki de böyle bir şeydi. Henüz 6 yaşındayken “Lost Weekend”in neredeyse tamamını oynadığında, insanların kendisine neden güldüğünü anlayamıyordu.

Kendini ilk kez yine “kendisi” keşfetti. Bir gün, henüz 5 – 6 yaşlarındayken, yine aynanın karşısına geçmiş bir filmden kareler canlandırıyordu. Bir palyaço edasında durdu ve aynadaki suretine daha anlamlı baktı; 6 yaşında bir çocuk anlamlandırmasından öte olduğunu hissediyordu, bir şeyler fazlaydı. Sonra birden aynadaki yansımasına, gözlerinin içine bakarak, “Bu olamaz! Ben çok iyiyim. Kimse bu kadar iyi olamaz!” dedi. İşte bugünün Al Pacino’su, belki de o günün kararlığından doğacaktı.

Eğitim hayatı

Al’ın gözünde okul, arkadaşların olduğu, yalnızlığını gidereceğini bildiği bir masal diyarıydı. Ama oraya gitmeye başladığında pek de beklediği gibi çıkmadı. İyi yanları vardı elbette, artık yalnız değildi; ama okulun disipliniyle de bir türlü barış sağlayamıyordu. Küçücük bedeni ve kalbiyle acı çekiyordu Al, kafası çok karışıyordu. Oysa ileride filmlerini göstereceği insanları tanımaya, onları biriktirmeye başlamıştı. Tek sorun, bir türlü başının beladan kurtulmayışıydı…

Al, okul hayatına ısınamamıştı. Annesi anlayışlı bir kadın olmasa, yaşadıklarından sıyrılamazdı. İlk kez evden kaçtığında 11 yaşındaydı ve bu son olmadı. Rose, bu konuda da oğlunun yanında oldu, onu anlamak için uğraştı. Al’ın içinde kopan fırtınaların, her çocuğun kendine özgü oluşunun farkındaydı. Üstelik Al, kendi çocuğuydu. Özel olması için yeterliydi.

Hayatını değiştiren günü yaşadığında Al, 14 yaşındaydı. Bronx’a bir gezici sinema geldi; Martı filmiyle. Al, aslında filmi pek beğenmemişti, ama o gün Al tüm hayatının değişeceğini anladı. Çünkü böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyordu. Ogün oyuncu olmak istediğinden tamamen emin oldu. Annesi de onun her koşulda yanındaydı. Oğlunun kaybolup giden çocuklardan olmaması için her şeyi yapardı Rose. Sürekli okuyor, kendini geliştiriyordu. Al oyuncu olmak istiyorsa, elbette o da istiyordu.

Yaşadıkları bölgede her ulustan insan bulunuyordu. İlkokula başlayana kadar dışarı neredeyse hiç çıkmadı. Anneannesi çıkmaz, Al’ın da çıkmasına izin vermezdi. Dışarıda dayak yiyeceğini Al da biliyordu, çünkü burası kavganın kol gezdiği bir bölgeydi. 14 yaşında, hayatını değiştiren o günden sonra, bir senaryo yazmaya karar verdi. Hayatı olduğu gibi anlatmak istiyordu, evden kaçışları, yaşadığı mahalleyi, okula başladıktan sonra tanımaya başladığı bu mahalleyi, bir çocuğun gözüyle yazacaktı.

Hayat gelişti, ilerledi… 17 yaşında gittiği Güzel Sanatlar Okulu’ndan ayrıldı. Bundan sonra bulduğu işlerde çalışacak ve en önemlisi oyunculuk dersleri alacaktı…

Hayaller ve gerçek hayat

Elbette bizim sevdiğimiz ünlü isimler öyle bir anda ünlü olmuyorlardı. İnsanız, hepimizin zorlu yollardan geçmesi gerekiyordu.

Al 16 yaşındaydı annesi ciddi sağlık sorunları yaşamaya başladığında. Önce çalışmayı bıraktı, sonra da oğluna herkesin hayalperest gördüğü konularda destek olmayı. Bunca yıl nasıl annesi kendisine baktıysa, şimdi sıranın kendisinde olduğunu biliyordu Al. Ancak annesinin oyunculukla ilgili hayaller kurmaktan vazgeçmesini istemesinden hiç hoşlanmıyordu.

Sanki daha düne kadar yanında olan annesi değildi. Al, evi terk etti. Okulu bırakmıştı. Bir işten diğerine koşturarak çalıştı. Bütün kazancını da annesi için eve gönderiyordu. Sadece para değil, bunun yanında umutlar da gönderiyordu; çok yakında büyük işler yapıp zengin olacağını söylüyordu. Unutmasındı, ona çok iyi bakacaktı.

Annesi 43 yaşındayken maalesef öldü. Birlikte yapacak çok şeyleri vardı oysa. Annesi, onun her şeyiydi. Her ne kadar gençliğinin verdiği çözümle evden çıkıp gitse de ondan asla vazgeçmemişti. Ama sonuçta hayat da yaptığımız hataların ve çıkardığımız derslerin toplamıydı. Annesiyle çok zaman geçirememişti, ama onu hep yanında hissediyordu.

Annesi ölmeden bir süre önce Greenwich köyündeki küçük gösterilerde rol almaya başlamıştı Al. Oyunculuk dersleri de alıyordu. İçi tarifsiz bir şekilde rahattı. Belki de hayallerinden annesine rağmen vazgeçmeyerek aslında annesine en güzel hediyeyi vermiş, tek başına da bu hayatı yaşayabileceğini kanıtlamıştı. Al, büyüyordu. Çünkü konuşabildiğini fark ettiği, nefes aldığını hissettiği yerdeydi; sahnede.

Bir star yetişiyor

Al, oyunculuk derslerini oldukça ilerletmişti. Artık gösterilerde küçük de olsa roller alıyordu. Kendini günden güne geliştiriyordu. Tüm çabalarının sonucu olarak 1966’da “Actors Studio”da eğitim alma hakkı kazandı. Al, annesinin kendisiyle gurur duyacağı biri olmak için çok çalışıyordu.

Artık yolu açıktı, bir star yetişecekti. 1967 – 1968 tiyatro sezonunda “The Indian Wants the Bronx”ta zalim bir sokak serserisini canlandırdı. Bu rol Al’a, “Obie Ödülleri”nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü getirdi. Başarısı ödülle taçlandırmadan geçilemezdi.

Al, Broadway’da sahneye ilk kez “Does the Tiger Wear a Necktie” oyununda topluma uyum sağlayamayan bir uyuşturucu bağımlısını canlandırdığı rolü ile çıktı. Bu oyun sadece 40 gösterimden sonra kaldırıldı. Ancak Al’a “Tony Ödülü”nü kazandırmaya yetmişti.

The Godfather, Al Pacino

Al’ın kariyerinin ilk filmi 1969 yapımı “Me Natalie”i oldu. Kendini öylesine kanıtlamış, performansından o kadar söz ettirmişti ki, yapımcıların dikkatinden kaçamazdı. İşte bu başarı Al’a, onu ünlendiren filmi getirdi, “The Godfather (Baba)”.

Yapımcılığını Paramount’un üstlendiği bir “Francis Ford Coppola” filmi olan “The Godfather”de “Michael Corleone” rolünü almıştı. Ama hayatında bir şeylerin eksikliğini de hissediyordu. Annesini hissetmeye çok ihtiyacı vardı.

Al’ın hayattaki en büyük kavgası kendisiyleydi, hepimiz gibi. Gururunun hayattaki birçok şeyi kaçırma sebebi olduğunu kavramıştı. Belki bunca gururlu olmayı annesinden öğrenmişti. Sonuçta o da çocuğunu tek başına büyütmek zorunda kalmış yalnız bir kadındı. Al, kimseyi suçlamadı. Sadece yük olarak taşıdığı, ona fazla gelen bu gururu kırabilmek istiyordu. Çözümü babasına gitmekte buldu. The Godfather  çekimleri devam ediyordu ve Al belli ki hayatında “baba” sözcüğünün karşılığını arıyordu.

Babasını pek tanımıyordu, belki kargacık burgacık birkaç anı parçası, hepsi bu. Babası kötü birine de benzemiyordu. Ama birine “baba” diyebileceğini de düşünmüyordu Al. Bu yüzden ona adıyla seslendi. Bundan da pek hoşlanmamıştı. Birinin ona annesinin baktığı gibi bakmasını özlemişti.

Çünkü Al “anne”yi işte şu duygusal sözlerle tanımlıyordu: “Ne yaptığınızın hiç önemi yoktur, anneniz size anne gibi bakar. Sizi gerçekten gördüğünü bilirsiniz. Fotoğrafınızı değil, sizi görür. İşte öyle bakılmasını istiyorum bana”.

Neyse ki babasıyla da bir orta yol buldu Al; bir tür aile duygusunu hissedebilmişti. Bunu kan bağı ile tanımlamıştı içinde. İşte bu bağı hissetmek, ona hayatının rolünü oynattı aslında. Baba filmindeki rolüne daha çok sahip çıkmasını sağlamıştı. Üstelik artık annesini de daha yakınında hissediyordu, dünyalara değerdi.

1972 yapımı The Godfather, Türkiye’de 2 Kasım 1973’te gösterime girdi. Bu film ile Al, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülü için Oscar’a aday gösterildi. “The Godfather II”, 1974’te çekildi. “The Godfather III” ise, 1990’da çekildi, ancak Türkiye’de vizyona 1991’de girdi.

İlişkileri

Al’ın, “Jill Clayburgh, Marthe Keller, Diane Keaton, Penelope Ann Miller, Debra Winger, Kathleen Quinian” gibi ünlü isimlerle beraberlikleri oldu.

İlk birlikteliği “Jan Tarant”tan, “Julie Marie” adını verdikleri bir çocukları oldu.

Ocak 2001’de de, 1997’de birlikteliklerinin başladığı “Beverly D’Angelo”dan “Olivia ve Anton” adını verdikleri ikiz çocukları oldu.

Başarı ve başarısızlık bir arada

Al, yeteneğinin farkındaydı. Sadece Al değil, seyircisi ve yapımcılar da. “The Godfather II” ile üçüncü kez Oscar’a aday gösterildi.

1975 yapımı “Dog Day Afternoon” filminde homoseksüel sevgilisinin cinsiyet değiştirme parasını karşılamak için banka soyan bir aşığı oynadı. Başarılı bir kariyer grafiği vardı Al’ın. Ancak 1977 yapımı, konusu araba yarışları olan “Bobby Deerfield”de beğenilmemişti. Göklere çıkaranlarla seni taşlayanlar maalesef aynı kişiler olabiliyordu.

Al, çözümü Broadway oyunlarına dönmekte buldu. Onca başarının içinde çıkan birkaç sevilmeyen iş onu oyunculuktan vazgeçirtecek değildi. “The Basic Training of Pavlo Hummel”deki başrolü ile ikinci kez “Tony Ödülü”ne layık görüdü.

Hayat inişleri ve çıkışları ile vardı; başarının yanında başarısızlık da… Al’ın daha sonra homoseksüel bir seri katilin peşinde olan polis memuruna hayat verdiği 1980 yapımı “Curising” ve 1982 yapımı “Author Author” adlı komedi de başarılı olmadı.

Ama 1983 yapımı, yönetmen koltuğuna “Brian De Palma”nın oturduğu şiddet dolu ”Sacrface” filmi ilk gösterildiği andan itibaren sinemanın kült filmleri arasına girdi.

Bir başarı, bir başarısızlık yer ediyordu hayatında. 1985 yapımı “Revolution”dan sonra gözlerden uzaklaştı. Bu süreçte “The Local Stigmatic” adını verdiği film ile yönetmenliğe soyundu, ancak bu filmi piyasaya sürmedi.

Uzun bir sessizlikten sonra dönüşü 1989 yapımı “Sea of Love” ile oldu. Al, bu filmdeki performansı ile oldukça sükse yaptı. Hemen ardından 1990’da gösterişli bir gangsteri canlandırdığı “Dick Tracy” çekildi. Bu film ile altıncı kez “Oscar”a aday gösterildi.

1991’de romantik komedi türündeki “Frankie ande Johnny” ve hemen ardından çekilen “Glengarry Glen Ross” beğeni toplayan filmleri oldu. Tüm bunlardan sonra ve uzun süren sessizlikten sonra başarısı 1992 yapımı “Scent of a Woman” filmindeki rolüyle layık görüldüğü “Oscar” ile taçlandı. Al, “En İyi Drama Erkek Oyuncu Oscarı”nı aldı.

1993’te “Carlito’s Way”de rol aldı. 1995’te ise “Michael Mann”in yazıp yönettiği, “Robert De Niro”nun hayat verdiği bir hırsızın peşindeki polisi canlandıran “Heat” ile oyunculuğa devam etti. Başarı grafiği yükselişteydi. 1996’da politik bir dram filmi olan “City Hall”da idi. Ancak asıl yine bu sene yazdığı, yönettiği ve oynadığı “Looking for Richard” ile adından ayrıca söz ettirdi.

1997’de genç Hollywood starları ile gündeme geldi; Johnny Depp ile “Donnie Brasco”, Keanu Reeves ile “The Devil’s Advocate”. 1999’da da “The Insider” filminde, Russell Crowe ile başrolü paylaştı…

2000’lerde Al Pacino

Al, milenyuma girişini 2000’de yönetmenliğini “Oliver Stone”un yaptığı “Any Given Sunday” ile yaptı. Bu filmde “Tony D’Amato” adında futbol aşığı bir koça hayat verdi. Ayrıca “Cameron Diaz, Jmaes Woods ve Dennis Quaid” gibi oyuncularla bir aradaydı.

2002’de “Andrew Niccol”un yönetmen koltuğuna oturduğu “S1M0NE” adlı filmde Al, Hollywood yıldızlarının kaprislerine karşı eline geçen her fırsatı değerlendirerek tepki göstermeyi amaçlayan “Viktor Transky” adında bir yönetmeni canlandırdı.

2003’te genç yıldız “Colin Farrell” ile “Çaylak” adlı filmdeydi. Yine 2003’te “Angels in America” adlı mini dizide rol aldı ve bu dizi ile Al ilk kez “Emmy” ödülü aldı. Ayrıca dizi 12 ayrı dalda “Emmy” ödülü aldı.

2003, Al için şanslı bir yıldı. “Venedik Taciri” adlı film de yine bu yıl çekildi ve Al, “Yahudi Tefeci Shylock” rolündeydi.

Biraz mola verdi ve 2005’te “Kirli Para” adlı filmde yer aldı. Ancak bu film pek beğenilmedi. 2007’de ise tekrar başrol oynadı; “Jon Avnet”in yönetmen koltuğuna oturduğu “88 Dakika” filmindeydi. Rolü, üniversitede hoca olan bir cinayet psikiyatristi idi.

2008’de ise en son 1995’te çalıştığı “Robert De Niro” ile tekrar başrolü paylaştılar. 2008 yapımı “Righteous Kill” filminde yönetmen koltuğunda bu kez “Jon Aventin” vardı.

Al Pacino’ya dair

Mesleğine olan aşkını ve bağlılığını tanımladığı çok güzel bir tanımı var Al’ın: “Benim için hayat burada, sahnede… Ve oyunculuk ip üstünde yürümekten farklı değil; ikisinde de yaparsın ya ölürsün”.

“Uçan Wallendalar” adlı trapez topluluğunun şefi Karl Wallenda’ya onca yaralar üzerine ısrarla neden mesleğe devam ettiği sorusuna verdiği cevaptan sonra bu tanımı uygun görmüş Al. Wallenda’nın cevabı kısa ve netmiş çünkü; “Hayat ipin üzerinde”…

İşte böyle cesaretli olabilmek gerek hayatta. Bir ipin üzerinde yürüyormuşçasına; tüm yaraları ve bantlarıyla…

Vazgeçmeyen yüreği ve göz kamaştıran yeteneği ile bir Al Pacino geçiyor bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Ediz Hun Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Babası Çerkez kökenli olan Ediz Hun İstanbul’da dünyaya geldi. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra Norveç’e giderek Oslo ve Trondheim Üniversitesi’nde biyoloji ve çevre bilimleri fakültesinden mezun oldu. 20 Kasım 1940 (73 yaşında), İstanbul’da doğdu. Berna Hun ile evli olan Ediz Hun’un Burak Hun, Bengü Hun adında iki tane çocuğu var.

KARİYERİ

1963 yılında Ses dergisinin açtığı yarışmayla başladı ve Genç Kızlar adlı filmle sinemaya girdi. 1970’li yılların ortalarından itibaren başlayan seks filmleri furyasında yer almayarak sinemayı bıraktı.

OYNADIĞI FİLMLER

Anadolu Kartalları, 2011 Asla Unutma, 2005 Azize, 2005 Paydos, 2004 Yadigar, 2004 Şöhret Sandalı, 2001 Unutmadım, 1997 İlk Aşk, 1997 Gökkuşağı, 1995 Acımak, 1985 Aman Karım Duymasın, 1976 Garip Kuş, 1974 Yüz Liraya Evlenilmez, 1974 Gariban, 1974 Ağlıyorum, 1973 Aşkımla Oynama, 1973 Şüphe, 1973 Güllü Geliyor Güllü, 1973 Karateci Kız, 1973 Soyguncular, 1973 Gülüzar, 1972 Zehra, 1972 Çile, 1972 Tanrı Misafiri, 1972 Sezercik Aslan Parçası, 1972 Asi Kalpler, 1972 Ayrılık, 1972 Yumurcağın Tatlı Rüyaları, 1971 Yarın Ağlayacağım, 1971 Ayşecik Bahar Çiçeği, 1971 Hayatım Senindir, 1971 Güllü, 1971 Mavi Eşarp, 1971 Gönül Hırsızı, 1971 Bütün Anneler Melektir, 1971 Seni Sevmek Kaderim, 1971 Fadime Cambazhane Gülü, 1971 Yağmur, 1971 Bir Genç Kızın Romanı, 1971 Tatlı Meleğim, 1970 Kezban Roma’da, 1970 Ankara Ekspresi, 1970 Kalbimin Efendisi, 1970 Kader Bağlayınca, 1970 Yaban Gülü, 1970 Söz Müdafanın, 1970 Yuvasız Kuşlar, 1970 Ateşli Çingene, 1969 Sonbahar Rüzgarları, 1969 Uykusuz Geceler, 1969 Yaralı Kalp, 1969 Gülnaz Sultan, 1969 Kahraman Delikanlı, 1969 Kanlı Aşk, 1969 Öldüren Aşk, 1969 Ölmüş Bir Kadının Mektupları, 1969 Son Mektup, 1969 Sen Bir Meleksin, 1969 Ömrümün Tek Gecesi, 1968 Hicran Gecesi, 1968 Aşkım Günahımdır, 1968 Gönüllü Kahramanlar,1968 Sabah Yıldızı, 1968 Ana Hakkı Ödenmez, 1968 Kadın Asla Unutmaz, 1968 Gözyaşlarım, 1968 Yuvana Dön Baba, 1968 Gül ve Şeker, 1968 Samanyolu, 1967 Ayrılsak da Beraberiz, 1967 Kelepçeli Melek, 1967 Sinekli Bakkal, 1967 Bir Soförun Gizli Defteri, 1967 Yaprak Dökümü, 1967 Kaderim Ağlamak Mı, 1967 Nemli Dudaklar, 1967 Sevda, 1967 İlk Aşkım, 1967 Yarın Çok Geç Olacak, 1967 Sözde Kızlar, 1967 Ömrümce Ağladım, 1967 Beş Fındıkçı Gelin, 1966 Çamaşırcı Güzeli, 1966 Eli Maşalı, 1966 Erkek Severse, 1966 Affet Sevgilim, 1966 Allahaısmarladık, 1966 Severek Döğüşenler, 1966 İhtiras Kurbanları, 1966 Bar Kızı, 1966 Kucaktan Kucağa, 1966 Altın Küpeler, 1966 Elveda Sevgilim, 1965 Sevgili Öğretmenim, 1965 Son Kuşlar, 1965 Üç Kardeşe Bir Gelin, 1965 Vahşi Gelin, 1965 Seven Kadın Unutmaz, 1965 Bir Gönül Oyunu, 1965 Tehlikeli Adımlar, 1965 Hıçkırık, 1965 Beş Şeker Kız, 1964 Gençlik Rüzgarı, 1964 Öksüz Kız, 1964 Bir İçim Su, 1964 Ahtapotun Kolları, 1964 Affetmeyen Kadın, 1964 Gecelerin Kadını, 1964 Mualla, 1964 Genç Kızlar, 1963

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Büşra Pekin Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

BÜŞRA PEKİN KİMDİR?

30 Haziran 1982 yılında babasını iş durumu nedeni ile Suudi Arabistan’da doğdu. Aslen İzmirlidir. Pekin beş yaşındayken doğduğu Suudi Arabistan’ı bıraktı ve İzmir’e dönüş yaptılar. İlk öğrenimini Yaşar Neng Koleji’nde tamamladı.

KARİYERİ

Lise öğrenimini ABD Arkansas Lake Side Hing okulunda tamamladı. Üniversite öğrenimini ise İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro ve Oyunculuk bölümünde tamamladı. İlk olarak 2002 yılında E’n Son Babalar Duyar’ dizisinde oynadı. 2005 yılında ‘Organize İşler’ adlı ilk sinema filminde oynadı.

Yine aynı yıl üniversiteden mezun oldu ve İstanbul’a yerleşip BKM Atölye oyunculuğuna katıldı. ‘Havuçlu Anne’ karakteri ile tüm beğenileri toplamayı başardı. 2006 yılında ‘Fırtına’ adlı dizide, 2007 yılında ‘Kutsal Damacana’ adlı sinema filminde oynadı.

ÖDÜLLER ALDI

2008 yılında ‘Sınıf’ dizisinde, 2008 yılında ‘Çok Güzel Hareketler Bunlar’ adlı skeç programında, 2009 yılında ‘Neşeli Hayat’ filminde, 2010 yılında ‘Çok Film Hareketler Bunlar’ sinema filminde, 2011 yılında ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinde, yine aynı yıl ‘Aşağı Yukarı Yemişliler’ dizisinde, 2012 yılında ‘Annem Uyurken’ adlı dizide, 2012 yılında ‘İşler Güçler’ adlı dizide, 2013 ‘Mutlu Aile Defteri’ adlı dizide, 2014 yılında ‘İtirazım Var’ adlı dizide, 2014 yılında ‘Kim O’ adlı dizide, 2014 yılında Mahsun Kırmızıgül’ün sinema filmi olan ‘Mucize’ adlı sinema filminde oynadı.

İlk başrol deneyimini ise Murat Boz ile, ünlü yazar PuCCa’nın ‘Hadi İnşallah’ adlı kitabından uyarlanan aynı adlı sinema filminde yaşadı. 2010 yılında ‘Neşeli Hayat’ adlı filmdeki rolü ile ‘Sinema Yazarları Derneği’nin düzenlediği ödül töreninde SİYAD’ın ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ ödülünü kazandı. Yine aynı yıl ‘Neşeli Hayat’ filmindeki rolü ile 15. Sadri Alışık Ödülleri, ‘En İyi Yardımcı Kadın Ödülü’nü kazandı.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , ,

Nejat Uygur Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

En son ölüm yıl dönümün için anmışız seni; ama bugün senden bahsetmek daha güzel. Çünkü bugün “İyi ki doğdun! İyi ki seni tanıdık!” dediğimiz o güzel gün…

Bugün hepimizin babası Nejat Uygur’un sonsuzluğa uğurlanışının yıl dönümü. Hep kahkahalarla anılmak isteyen bir adam olarak doğmadı belki, gülmenin değerini anlaması zamanını aldı. Ama olsun bunu bilerek ve hatta yıllarca yaşamış olarak doğdu.

Televizyonda çocuk aklımla tekrar yayınlarını izlerdim tiyatro gösterilerinin. Tabii şimdi internet daha yaygın kullanılıyor. Ama ne bileyim, Nejat Baba’nın hakkında daha detaylı bilgilere ulaşıp, bir de hayatını yazma imkânı bulunca kendimi 90’lar kuşağından olduğum için ayrıca şanslı hissettim. Dilerim miras bıraktığı kahkahalar bir gün hepimizi sarar.

İyi ki o güzel gönlünle var oldun Nejat Baba!

İyi ki bu dünyadan o güzel kahkahanla geçtin!

İyi ki dünyaya geliş nedenini, sen zamanından önce buldun…

Keyifli okumalar…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Nejat, 10 Ağustos 1927’de Kilis’te Fikret Naciye Hanım ve Behzat Bey’in ortanca çocuğu olarak dünyaya geldi. Naciye Hanım öğretmen, Behzat Bey de subaydı.

Babasının görevi dolayısıyla Anadolu’nun çeşitli şehirlerini görerek büyüdü. İlkokula Siirt’te başladı; Ezine ve İntepe’de devam ederek tamamladı. Her müsamerede rol alan bir çocuktu. İlkokulu tamamladıktan sonra, Nejat, ailesinin gezdiği şehirler dolayısıyla ortaokulu Sarıyer ve Çanakkale’den geçerek Manisa’da tamamladı.

Farkındalığı yüksek bir çocuktu Nejat. Mesleğine bile karar vermişti, pilot olacaktı. Çocuk aklı, uçmanın gizemini keşfetmiş, bunu bir an önce gerçekleştirmenin peşindeydi. Üstelik abisi Zeki Ayhan’da kapılmıştı bu sevdaya. Bir gün abisiyle karar verdiler; uçacaklardı. Manisa’da oldukları yıllardı. Yatak çarşaflarını alıp olanca güçleriyle uç uca bağladı iki kardeş. Planları da hazırdı; yüksek bir yer bulup oradan uçacaklardı.

Gözlerine kestirdikleri, uçmaya yetecek kadar gördükleri bir yüksekliğe çıktılar. Tecrübe pilotu elbette abiydi; önce o atlayacaktı. Gözü kara Zeki Ayhan, hiç düşünmeden kendini boşluğa bıraktı ve… Yere çakıldı! Abisinin uçacağını büyük bir hevesle bekleyen Nejat da bu manzara karşısında dersini almış bir şekilde abisinin yanına ayaklarını kullanarak indi; Zeki’nin ayağı kırılmıştı. Pilotluğun düşündükleri gibi bir şey olmadığına acı bir şekilde karar verdiler böylece…

Nejat’ın kurduğu hayaller bitmeyecek, bir gün “Nejat Uygur” olmak istediğini anlayana kadar başka hülyalara da dalacaktı. Zeki Ayhan da, Türkiye’de Deniz Kuvvetleri’nde Tabip Albayı olacak; emekliliğinden sonra da Amerika’ya yerleşecek ve ünlü bir beyin cerrahı olarak anılacaktı…

Nejat, 1943’te, Sarıyer Halkevi’nde boksla spor yapmaya başladı. Büyümek için çırpınan gencecik bedeni ringe çıkmakla yetinmedi; atletizme, sonra su topuna da merak sardı derken aynı zamanda iyi bir at binicisi de oldu.

Tüm bu çocukluk zamanlarından sonra, Nejat, “Güzel Sanatlar Akademisi, Heykel Bölümü”ne girdi. Hâlâ kendini tam olarak keşfetmiş değildi; mezun olmadı. Onu bekleyen bambaşka bir hayat vardı, hissediyordu.

İnsanların yüzünü güldürme tutkusu

Nejat’ın gençlik döneminde herkeste Amerika’ya gitme isteği çok yoğun bir şekilde seyrediyordu. Nejat uçamamıştı belki ama yüzen bir geminin içinde olabilirdi; Nejat, gemici olabilirdi…

Hiç vakit kaybetmeden bir liman cüzdanı çıkarttı ve gemici oldu. Bu gemicilikte başlayan bir serüvenle Nejat’ın aslında insanların yüzünü güldürmeye tutkuyla bağlanışının hikâyesi olacaktı.

Mesela Panama şilebinde çalıştı. Gemide kimsenin canı sıkılmıyordu; çünkü Nejat oradaydı. Onun anlattığı fıkralar, yaptığı taklitler herkesi öylesine güldürüyordu ki… Bu gülüşler, Nejat’ın da içini ısıtıyordu.

Sonra askere gitti. Mekân ve Nejat’ın görevleri değişiyordu belki, ama değişmeyen bir şey vardı: İnsanların yüzündeki gülüş! Nejat, artık ne yapmak istediğine karar vermişti. Nerede olursa olsun, O, hep insanları güldüren yüz olmalıydı.

Bu tutku içinde büyüdü, büyüdü, büyüdü ve kocaman bir tutku oldu…

Tiyatroya başlarken

Nejat, Sarıyer Halkevi’nde sadece spora başlamadı; hayatını geçireceği uzun soluklu mesleğinin ilk adımını da burada “Avni Dilligil Tiyarosu”nda attı. Ustalarından bir diğeri de ünlü tuluat sanatçısı “Ahmet Yekta” idi.

Artık ne yapmak istediğini biliyordu ve bunun için nerede bulunması gerektiğini de. 1949’dakurduğu “Nejat Uygur Tiyatrosu” profesyonel olarak oyunculuk yaşamını başlattı. Ömrümüze ömür katacak kahkahaların yayılmasının da başlangıcıydı bu.

En güzel yanı, onu keşfeden biri yoktu. O, Nejat olarak Nejat’ın iç dünyasını, kim olduğunu ve daha da önemlisi kim olmak istediğini keşfetti. Örnek aldığı, çok sevdiği emektar tiyatrocular oldu elbet. Bunlardan en özeli, “İsmail Dümbüllü”ydü. 60’lı yıllarda, Şehzadebaşı’ndaki “Güneş Sineması”nda oynuyordu Nejat. Yılbaşlarında, Ramazan zamanlarında İsmail Dümbüllü, hep onu izlemeye gelir ve takdirini de alkışını da, hatta gururunu da esirgemezdi.

Nejat, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun içine doğmuş ve onun her bir harfini hissederek yutuyordu. Ailesinin, sevenlerinin, senin, benim, herkesin ondan öğrenecek çok şeyi vardı ve bu öğretiler gülüşlerle taşındığından asla zamanın içinde kaybolmayacaktı…

Nejat evlendi

Nejat ve Necla, 1950’de evlendi. Bu evlilikten, 13 yıl süren Anadolu turneleri sürecinde, deyim yerindeyse, aslanlar gibi beş oğulları oldu. Onlara, “Ahmet, Süheyl, Süha, Kemal ve Behzat” adını verdiler. Süheyl ve Süha ikizdi.

Nejat, gülüşlerinin verdiği tatla eğlenceli; tiyatro yapmanın verdiği sorumlulukla da otoriter bir babaydı. Bu ince çizgiyi çocuklarına öyle doğru aktarmıştı ki, çocukları onun sevgisinden asla şüphe etmedi.

Ne şanslı çocuklardı… Bazı akşamlar ya plak dinlerler ya da film izlerlerdi mutlaka hep beraber. Çocukları haftanın iki üç günü babaları eve film getirecek diye, heyecanla beklerdi. Bazı akşamlar da, ki buna ve fotoğrafına bayılıyorum, bütün aile kitap okurlardı.

Çocuklukları, kulislerden oyunları izleyerek ve otel odalarında geçti. Oyuncu anne ve babaya sahip olmak böyle bir şeydi demek. Bu geçen zamandan sonra babasının izinden giden, Nejat Uygur’un deyimiyle, “Armut ağacının dibine düşmüş” olan çocukları Süheyl ve Behzat oldu. Bugün tanınan ve hala tiyatro yapmaya devam eden mükemmel kardeşler…

,

Tiyatronun zor olduğu zamanlar

Nejat Uygur’un tiyatro yolculuğu 60 yıldan fazla sürecekti ve bu yıllar öyle kolay, hep gülerek geçemezdi. Hayatın kanuna, insanın doğasına uymazdı bir kere.

Onun tiyatrosu, iki darbe dönemini de gördü. Hatta bir turne sırasında darbe olunca, baktı ki ekibi aç kalıyor Celal Bayar’ın maskını yapıp satmaya başladı. Yapmasın da ne yapsındı; sadece soyadını taşıyan ailesinden sorumlu değildi ki. İyi bir tiyatrocu olarak ayakta kalmanın, iyi bir insan olmanın zorlukları olacaktı elbet.

1974’te de İzmir’delerdi tiyatro için. Kıbrıs çıkarması oldu ve karartma olduğu için bütün tiyatrolar ayrıldı. Ama Nejat Uygur, tiyatroyu kapatmadı; oyununu mavi ışıkta oynadı. Bu sefer çocukları büyümüş, birer genç olarak yanındalardı, gücünü daha sağlam buluyordu kalbinde. Yeri geldi elbisesini sattı, oyuncuların yevmiyelerini ödedi; asla işinin başından ayrılmadı. Çünkü insanların en çok ihtiyacı olan şeyin ne olduğunu biliyordu; gülmek!

Çocuklarına da, eğitiminden geçen bütün oyunculara da ayırım yapmaksızın aynı öğüdü verdi Nejat Uygur: “Bu işi yapacaksanız kesinlikle pes etmeyeceksiniz; meşakkatli bir iştir”.

Nejat Uyur görüşü

Komedi, toplumun sorunlarına ve sıkıntılarına değinmenin en etkin yoluydu. Türk Tiyatrosu’nda hicvin yeri hep oldu; ama Nejat, hep daha çok pencere açıp bakmak gerektiğine inandı. Mizahını yapacağın siyasetçi her kimse, o da bu mizaha gülebiliyorsa, işin içinde hakaret yoksa tamamdı.

Başka türlüsünü asla yapmazdı.

Televizyonda tiyatro

Nejat Uygur, asla sıradan bir oyuncu değildi. Çünkü O, sanata devrim niteliğinde yenilikler kazandırdı. Bugün her birimizin severek izlediği televizyon programlarının önünü açan isimdi O. “Evinde Tiyatro” diye girdi söze önce. Televizyonunu açan herkes, bilet almada tiyatro izleyebilecekti. Madem bu televizyon denen merete bu kadar çabuk bağlanılmıştı; bari işin rengi kahkahalara boğulsundu.

Hem artık sinemanın da tiyatronun da yerini almıştı bu televizyon. Ekonomik imkânlar daraldıkça insanlar eğlenceyi bu küçük kutuda bulmuştu. Nejat Uygur da, tiyatronun kurtuluş biletinin bu kutuda olduğunu fark etti ve televizyona programlar hazırladı.

Ayrıca bir döneme de “Devekuşu Kabare” gibi büyük oyunları video kasetleri damga vurdu. Yeni bir çağ başlamıştı tiyatro için. Nejat Uygur, tiyatro formatında televizyon programları ile bir akşam vakti, ailecek çay-çekirdek ya da meyve keyfi yaparken ekrandan yüzümüzü güldürecekti.

Onunla en çok özdeşleşen oyunları ise, “Minti Minti” ve elbette “Cibali Karakolu” olacaktı…

Filmleri

Nejat Uygur, gerçekten “efsane” diye anılacak mükemmel bir isimdi. 60 yılı aşkın sanat hayatı boyunca, 2 kez ABD, 4 kez Avrupa ve 35 yıla yakın da Anadolu turnesi yaptı. Ona göre tiyatro denilen şey sadece İstanbul, Ankara, İzmir’de değil; her yerde, her insana yapılmalıydı. Sonuçta herkesin canı candı, patlıcan değil.

Televizyonda da yine tiyatrodan kopmadan bulundu tabii; ama sinemada da bulundu. Tunç Başaran’ın yönetmen koltuğuna oturduğu 1970 yapımı siyah beyaz bir film olan “Cafer Bey”de, başrol oynadı. 1971’de “Cafer Bey İyi, Fakir ve Kibar”da başroldeydi ve bu sefer bir Feyzi Tuna filmiydi. Ardından 1974’te “Cafer’in Nargilesi” ile yine başroldeydi ve bu kez bir Fikret Uçak filmi olarak tamamlandı.

2000’lere geldiğimizde yaş almış; ama performansından hiçbir şey kaybetmemiş usta bir sanatçıydı Nejat Uygur. 2004’te Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele Tuuba”sında; 2007’de de Mahsun Kırmızıgül’ün “Beyaz Melek” filminde oynadı.

Ödülleri

Sanat yaşamı boyunca 50’den fazla ödül aldı büyük ustamız, babamız Nejat Uygur. Ben günümüze yakın olanlarından bahsetmek istiyorum.

1998’de Kültür Bakanlığı, Nejat Uygur’a “Devlet Sanatçısı” unvanını layık gördü, ki bunu kesinlikle hak etmişti.

1999’da “22. Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri’nde “Belkıs Dilligil Onur Ödülü”nü aldı. Hocasının adının verildiği bir ödül töreninde ödül almak çok onur verici olsa gerekti. 2006’da “Kemal Sunal Kültür Sanat Ödülü” gecesinde “En İyi Tiyatrocu” seçildi. 2007’de ise, “Altın Kelebek TV Yıldızları Yarışması, Tiyatroya Destek Yılı Özel Ödülü”nü büyük ustaya uygun gördü…

Nejat Uygur öldü

Nejat Baba, 10 Eylül 2007’de, beyin damarlarında meydana gelen bir tıkanıklık sebebiyle vücudunun sol tarafında oluşan kısmi felç geçirdi. Verilen bilgilere göre, sol kolunu hareket ettiremiyor, bacağını ise çok az hareket ettirebiliyordu. Ancak konuşması ve yüzünde oluşan kaymaya rağmen gözlerindeki gülüşte bir şey değişmemişti.

Daha sonra, bir zaman sonra işte, Süheyl ve Behzat Uygur kardeşler bir açıklama yaparak babanın artık geçmişiyle yaşadığını söylediler. Anneleri Necla Hanım, bir an olsun elini bırakmadı sevgilisinin. Gözlerinin içine hep sevgisiyle, aşkıyla baktı…

31 Ocak 2005’te hayatını kaybeden İsmail Hakkı Şen’in cenazesinde ona uzatılan bir mikrofona şunları söylemişti Nejat Baba: “Bir bakmışsınız benim cenazemde başka sanatçılarla röportaj yapmışsınız. Gün gelecek bütün tiyatro sanatçıları İsmail Hakkı Şen gibi, benim gibi ölecek. Tiyatro perdesi üstümüze üstümüze yıkılacak hatta. Seyirci üzülmesin. Ben ve benim arkadaşlarım, onların bütün kederini alıp götürecek. Onlara sadece gülmek kalacak”.

Sonra böyle oldu işte. Nejat Uygur, 18 Kasım 2013 saat 19.57’de, solunum yetmezliği sonucu Kavacık’ta bir hastanede tiyatro perdesinin üzerine örtülmesiyle dünyaya gözlerini kapadı; 86 yaşındaydı. Cenazesi Teşvikiye Camii’nden kaldırıldı ve Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.

Söylenecek ne çok sözcük var; hepsi gerekli, hepsi boş gibi. Şimdi tam da onun istediği gibi üzülmek vakti değil aslında. Bir gün öldüğünde bütün yaşamı boyunca olduğu gibi sadece ailesini değil, bizleri de düşünmüş sonuçta. Şimdi sadece onu güzel güzel anma, dualar gönderme vakti…

Bol gülüşü, içten kahkahaları, hepimizi düşünen o güzel kalbiyle bir Nejat Uygur geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Ve son söz, ustaya ait olsun istiyorum ve kendisinin cümlesiyle iletiyorum:

“Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden, ortancaların da alnından öperim”.

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.


Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Toron Karacaoğlu Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Bugün hepimiz acı bir haberle sarsıldık. Malkoçoğlu ve Kara Murat serisinde Cüneyt Arkın’ın sesi olarak tanıdık onu. Sonra çocukluk arkadaşı Zeki Müren’in 64. Yaşını canlandırdığı müzikalde. Yeter Anne, Bir Dilim Aşk gibi dizilerde sıcacık konuk oldu evlerimize. Evet, Toron Karacaoğlu, aramızdan ayrıldı; 88. yaşını doldurduktan 2 gün sonra.

Oğlu, tiyatroya küskün gittiğini açıklamış. Dilerim içinde tüm anılarını sığdırdığı koca sahnede kırgın olduğu ne varsa affetmiştir. Dilerim o sıcacık gülüşü, gitmeden onun da içini ısıtmıştır…

Ruhun şad olsun büyük usta…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Toron, 20 Ağustos 1930’da Bursa, Mudanya’da dünyaya geldi. Bir zamanların sanatçı isimlerinden biri olacağından habersiz, ailesi onu sevgiyle kucağına aldı.

İlkokul, ortaokul ve liseyi Bursa’da tamamladı. Hatta Zeki Müren ile de aynı okuldalardı. Bir gün okul arkadaşı Sanat Güneşi olacak ve onu anma gecesinde Zeki Müren’in 64. Yaşını oynamak Toron’a nasip olacaktı.

Toron, ilkokulda müsamerelerle birlikte tiyatroyla tanıştı. Sahnede belli ki oldukça derin bir nefes çekmiş, tozunu yutmuştu. Hücrelerinde yer eden bu sanat, onun vazgeçilmezi olacaktı. Bir söyleşisinde küçük bir anısını şöyle paylaşacaktı yıllar sonra: “Sınıfta iki kumbaramız vardı: Kızılay kumbarası ve şahsi kumbaramız. Sene sonunda biriken paralarla gezmeye giderdik. Kızılay kumbarasındaki para ise fakir çocuklar içindi. Eğer az para birikti ise, evimizin verandasında kendi yazdığımız veya doğaçlama olarak, bir kuruşa mahallenin çocuklarına çadır tiyatrolarındaki gibi temsiller oynardık. Kumbaraya çok para attığımda, öğretmenim babama şikayet edip “Çocuğunuz bu kadar parayı nereden buluyor?” diye sormuş. Babam sorduğunda söylemek zorunda kalmıştım. Babam da “İyi halt ediyorsunuz pis oyuncular!” demişti”.

Babası çok kızmış, evet. Ancak mani de olmamıştı. Toron ve arkadaşları, müsamerelerine devam etti. Zaman geçti; ilkokul, ortaokul derken lise sıraları da gelmişti. Lisede daha çok şiirlerden oluşan tek kişilik oyunlar oynuyordu. Sesi yeni yeni oturuyordu boğazına ve belki de sesini ilk keşfettiği zamanlardı.

Tabii sadece oynamıyor, sürekli tiyatro izlemenin fırsatını kolluyordu. Bursa’daki Şehir Tiyatrosu’na turneye gelen oyunları da izledikten sonra hevesi arttı. Kararını vermek de kolaylaşmış oldu. Tiyatro, onun mesleği olmalıydı.

Tabii kanı da deli akıyordu. Lise ikinci sınıftan ayrıldı; amacını ve umutlarını aldı cebine, 1947’de İstanbul’a gitti. Ne yazık ki bu tarihlerde İstanbul Konservatuarı’nda tiyatro bölümü yoktu. Bu tarihlerde tiyatro aşkıyla yanıp tutuşan bir gençseniz konservatuarın talebe derneğine bağlı tiyatro kurslarına katılıyordu. Toron da, Beşiktaş ve Büyükdere Halkevi’nde kurslara gitti. Ülkesine faydalı olacak, her kalbe onlar hiç bilmeden dokunacak günlere atılmış ilk adımlardı bunlar…

Tiyatro eğitimi yılları

Melih Cevdet Anday ve Ahmet Kutsi Tecer, Şehir Tiyatrolarında hocaydı. Şair ve aktör Ercüment Behzat Lav da çalıştırıcı olarak bulunuyordu. Toron, işte bu dönemde katıldı çalışmalara; çok şey öğreniyordu. Sene sonuna gelindiğinde, 1949’da, “Tiyatro Resitali” verildi. Toron da, arkadaşları da çok başarılı bir iş çıkarmışlardı. Dönemin Vali ve Belediye Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, çok beğendi. Hemen bir emir verdi ve İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü resmen kuruldu.

Böylece Toron’un yolu açılmıştı; İstanbul Belediye Konservatuarı’nda 3 yıl eğitim aldı. Askere gitme zamanı geldiğinde gitti ve döndüğünde, 1954’te, ilk iş Şehir Tiyatroları Sınavı’na girdi. Artık bu kurumun kadrolu oyuncusuydu.

150’den fazla oyunda yer aldı. 1980’de de emekli oldu.

Sinemaya başladı

Toron, sinemaya ilk adımını dublaj  ile attı. Bir gün filmlerinde Cüneyt Arkın’a ses olacaktı; öylesine aranan bir isim olacaktı. Artık tiyatro, seslendirme, radyo çalışmaları, hepsini bir arada yürütüyordu. Daha sonra da Müjdat Gezen’den, diksiyon ve makyaj dersleri aldı. Her an bir şeyler öğrenmek için öyle hevesliydi ki…

Yine de kalbindeki en özel yer tiyatroya aitti.

Toron Karacaoğlu evlendi

Kalbinde bir başka özel yeri de eşi Nurten Hanım’a ayırdı. 1958’de evlendiler ve 1959’da “Ata Tamer” adını verdikleri oğullarını aldılar kucaklarına…

Toron Karacaoğlu öldüBerlin’de sanat

Toron, 1980’de kendi isteğiyle tiyatrodan emekli olmuştu.

1973’ten beri her sene Berlin’e, halasının oğlunu ziyarete gidiyordu Toron. Bu ziyaretler sırasında SFB radyosunda Erkin Özgüç, Aras Ören ve Güner Yüreklik ile tanıştılar ve birlikte çalışmaları da oldu. Ramazan ve yılbaşı skeçleri hazırlayıp oynadılar. İşte bu çalışmaları sırasında duymaya alıştığı bir cümle vardı: “Keşke hep burada olsan”…

1979’daki gelişinde Bülent Talay ile karşılaştı. Şehir Tiyatrosu’ndan arkadaşlardı ve arkadaşı, Berlin Senat’ta görevliydi. Aslında Toron da öyle çok istiyordu ki yurt dışına açılmayı. Yıllardır içinde biriken isteğin sonunda ona da bir teklif geldi. Böylece 1980’de kendi isteğiyle Şehir Tiyatrosu’ndan emekli oldu ve Berlin’e gitti.

Gelir gelmez dostlarıyla yılda bir kez yürütebildikleri tiyatro çalışmalarında, SFB ve Volkshochschule’de başladı. Alman Kültür Senatosu bünyesinde yetiştirdiği öğrencileriyle sergiledikleri oyun da çok beğenilmişti. 30 – 40 kez tekrar sahnelediler hatta.

Daha büyük işlere

Ardından Schaubühne’den bir teklif geldi ve burada Türk grubunda bulunan Şener Şen, Ayla Algan, Kerim Afşar ile çalıştı. Burada çalışma fırsatı bulduğu bir özel isim de vardı: Haldun Taner. Senat kanalıyla üç ay süren seminerler düzenlediler. Üç ayrı amatör tiyatro grubunu bir araya topladılar. Senat’tan daha fazla yardım alıp daha iyi işler yapmanın peşindeydiler. Haldun Taner, Dünya ve Türk Tiyatrosu Tarihi dersleri; Toron da Reji, Makyaj ve Oyunculuk Tekniği derslerini veriyordu.

Yetiştirdiği öğrenciler ile gurur duyuyordu. Bu grubun içinden seçtiği oyuncularla Bekir Büyükartım’ın “SİS” oyununu sahneye koydular. Üstelik dünya prömiyerini de Manifaktur’da yapmışlardı. Sonra daha da ilerledi çalışmaları. 150 öğrencisi ve 8 folklor ekibiyle Tempodrom çadırında “Köy Düğünü”nü oynadılar. Bu harikulade büyük bir yapımdı.

Sonra inişli çıkışlı birçok çalışma daha yürüttü. Ancak Almanya’da yabancılara karşı Neo Naziler’in hoş olmayan hareketleri başlamıştı. Bu olaylar Toron’u oldukça tedirgin ediyordu. Bir de üzerine memleket hasreti eklenince, Türkiye’ye geri döndü…

Toron Karacaoğlu öldü

İstanbul’a dönüş

Berlin’den yeni dönmüştü Toron. Bir sene kadar tiyatro yapmak istemedi. Ama oyun yönetmeye başladı. Yönettiği ilk oyunu Metin İnsenel’in tiyatrosunda sahneledi.

Bu sırada İstanbul Şehir Tiyatroları Sanat Yönetmeni Gencay Gürün, tiyatroya dönmesi için Toron’a haber göndermişti; “Sizin yaşınız daha emekliliği gerektirmiyor” diyordu. Emekliliğini de durdurmuştu zaten. 1987’de “Günden Geceye” oyunuyla Şehir Tiyatroları’na geri döndü. Eski kadrosuyla 1995’e kadar çalıştılar.

Tiyatro sanatçısının emeklisi olmaz

1995’te, Toron Karacaoğlu, yaş haddinden emekli olduğunda Yahya Kemal’i oynuyordu. Ona göre tiyatro sanatçısının emeklisi olmazdı. Bu duruma çok şaşmıştı.

Yine bir söyleşisinde şöyle örneklemişti bu konudaki durumunu: “Gençken makyaj yapıp 80’lik ihtiyarı oynamıştım. 80 yaşına da gelince makyaj yapmadan yine 80’lik ihtiyarı oynarım. Yaş haddinden emekli olalı 9 sene geçti, ben hala oynuyorum”.

Bir Demet Yasemen

90’lı yıllardı. Henüz Şehir Tiyatroları’ndan ayrılmamıştı. Tiyatro Kare’den Nedim Saban, Toron Karacaoğlu’na bir Zeki Müren Müzikali teklif etti: Bir Demet Yaemen. Gencay Gürün de onaylamıştı; zevkle kabul etti.

Bu onun için tarifsiz duygular içeren bir konuydu. Çünkü Zeki Müren, onun çocukluk arkadaşıydı. Aynı okulda okumuş, aynı mahallede büyümüşlerdi. Haftada en az iki gün mutlaka ailecek de görüşüyorlardı. Hal böyle olunca bu müzikalde onu en iyi tanıyan kişi de Toron’du. Zeki Müren’in gençliğini oynayacak genç için seçmeler başladı. 150 genç arasından seçilmişti oyuncusu.

Nihayet bu müzikal Bodrum’da başladı ve yine Bodrum’da bitecekti. Bu öylesine başarılı bir işti ki, turneler boyunca dakikalarca ayakta alkışlandılar. Bu kadar sevilen bir sanatçı, özellikle de çocukluğunu paylaştığı bir arkadaşı olduğu için Toron, ayrıca mutluydu…

Ödülleri

2014’te Toron Karacaoğlu, Erbulak Evi’nde oyunculuk eğitmeni olarak yer aldı. İşte bu son işine kadar birçok ödüle layık görüldü.

2005’te, Sadri Alışık Onur Ödülü, Avni Dilligil Ödülü, Selim Naşit Usta Erkek Oyuncu – En İyi Yardımcı Oyuncu, İstanbul’un Gözleri Mahmur ‘Dünya Tiyatrolar Günü” Usta Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı; en bereketli yılıydı.

2010’da, 14. Afife Tiyatro Ödülleri Nisa Serezli Aşkıner Özel Ödülü; 2011’de 15. Afife Tiyatro Ödülleri “Yılın En Başarılı Müzikali / Komedi Erkek Oyuncusu”; 2016’da, 53. Uluslararası Antalya Film Festivali Onur Ödülü’ne layık görüldü.

(Ata Tamer ve Nurten Hanım)

Toron Karacaoğlu öldü

Toron Karacaoğlu, eşi Nurten Hanım’la İstanbul’da yaşamını sürdürüyordu. Yazları ise, oğulları Ata Tamer’in de sürekli yaşadığı Altınoluk’ta geçiriyorlardı. Mayıs ayından bu yana Altınoluk’ta kalan Toron Karacaoğlu, evinde dün (22 Ağustos) saat 22.00’de hayata veda etti.

Oğluna göre, sebep kesinlikle tiyatro camiasına küskünlüğüydü. Şu açıklamada bulundu: “Babam, ’Ben sahnede öleceğim’ diyordu; ancak 60 yılını verdiği tiyatro sahnesinden 3 yıl önce koparıldı. Şehir Tiyatroları’ndan ayağını kestiler. O yüzden tiyatro camiasına ve hayata küstü. Sağlığı son derece iyiydi; ancak son 3 yılda çöktü. Son 1 haftadır yemek dahi yemiyordu. Tiyatro camiasına küskün olarak hayata veda etti”.

Onu aslında ne çok yerde gördük, sesini ne çok işittik. Böylesine özel işlerin hepsini başarı ile sonlandıran Karacaoğlu, 54 yıllık sanat yaşamında hepimizin kalbine inceden dokunmayı bildi.

Ömrünü tiyatroya adayan, seslendirme sanatıyla evlerimize konuk olan, kalbi sahnede bir başka atan bir Toron Karacaoğlu geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Instagram: biyografivekitap

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , ,