Küllerini aşktan doğurup savuran, aşka aşık, özgür ruhunu gökyüzünden dünyaya kolye yapmış şiirleriyle sallandıran adam, Cemal Süreya Seber.
O daha çocukluğundan başladı şiirlerine. Pek içli, duygu yüklüydü ve yeni şeyler öğrenmeye de açtı. Açlığını kalemiyle bastırdı. Çocukken kantinde yazılar yazmaya başlayan Cemal, gürültüyle şiirlerini yazmaya alışacak, sonra da hep yazarken gürültü arayacaktı mesela.
Kumarla arası asla olmayan Cemal, yazar arkadaşlarıyla birleşip bir poker oynayamayacaktı.
Onun derdi günü sevgiyi kovalamak ve sevda üzerine sözler söylemekti çünkü. Bir aşık gibi aşık oldu hep. Her seferinde ilk kezmiş gibi. Bu yetti de arttı. Hissetti, yaşadı ve her bir duygusunu bize de aktardı.
Acaba biz de feyz alıp böylesine tutkulu sevebilir miyiz diye belki, kim bilir…
Sahi, sevebilir miyiz?
Cemal 1931’de Erzincan Pülümür’de Hüseyin Bey ve Gülbeyaz Hanım’ın oğlu olarak dünyaya geldi. Ailesinin ona verdiği asıl isim Cemalettin Seber’di. Zaza Alevi asıllıydı.
Çocukluğunu, 1938 Dersim İsyanı sonrasında babası Bilecik’e sürgün edilene kadar Erzincan’da geçirdi. Pülümür’den yola çıkan Seber ailesi artık Bilecik’te yaşayacaktı. Üstelik buradan başka bir şehre de gidişleri yasaktı.
Annesi Gülbeyaz Hanım tüm bu acıların içinde erken yenildi. Cemalettin de annesinin erken ölümü üzerine İstanbul’a gönderildi. Anne babadan ayrı bir çocukluk ve okul hayatı yaşayacaktı artık Cemalettin. ,
Cemalettin İstanbul’da ilkokul eğitimine başladı. Daha ilkokul sıralarındayken bir dergi çıkarmaya karar verdi. Şairlik duygusu daha ana kucağından üzerine yapışmış gibiydi, bu isteğe karşı duramıyordu. Çünkü ‘’kalbimin kuşu’’ diye adlandırdığı annesi, ona ’’Kerem ile Aslı’’yı anlattığında düşmüştü gönlüne şiir sevdası.
İşte şimdi de daha boyuna posuna bakmadan dergi çıkarmak istiyordu. Tek engeli de baskı malzemelerinin azlığı, var olanların da kalitesizliğiydi. Ama vazgeçmedi. Sıkı dost olduğu Altan Günalp ile beraber oturup el yazısı ile yazdılar, resimler çizdiler, çıkardılar dergilerini. En büyük destekçileri de Cemalettin’e hayran olan kızlardı…
Müthiş bir kitap kurduydu Cemalettin. Daha ilkokul 3. sınıftaydı ki, ‘’Suç ve Ceza’’ ile ‘’Karamazov Kardeşler’’i defalarca okumuştu.
1942’de Bilecik’e geri getirildi. Aynı dönemde babası tekrar evlenmişti. Bu evlilik Cemalettin için can sıkıcıydı. Kalbinin küçük kuşu ölen çocuk, şimdi de üvey annesi Esma’nın eline mahkum olmuştu. Esma Hanım kız kardeşleri ve Cemalettin’i sürekli dövüyordu. Hatta bir keresinde Cemalettin’i zehirlemeye bile kalkıştı. Cemalettin için hazırladığı yemeklere de cam kırıkları attığı biliniyordu.
Cemalettin ortaokulu burada okudu. Seniha Nemli ile bu sıralarda tanıştı. O an farkında değildi ama yıllar sonra Seniha, ilk eşi olacaktı.
Ortaokulda Cemalettin 100 metre koşu yarışına katıldı ve yarışmada birinci gelmişti. Hediyesi ise kalemdi ve bunun Cemalettin için anlamı büyüktü. Yazma sevdasına düşmüş küçük bir çocuğun ilk dolma kalemiydi bu çünkü ve dünyalara değerdi.
Bu yıllarda bir şey keşfetti Cemalettin. Tüm büyük yazarların üç tane adı vardı, kendisinin neden olmasındı. Keşfetmesiyle kararını vermesi de bir oldu. İlk adını Cemal olarak kısaltıp yanına da Süreyya’yı ekleyecek ve tam adı ‘’Cemal Süreyya Seber’’ olacaktı.
Ortaokuldan sonra Cemalettin babasına haber vermeden sınavlara girdi ve Haydar Paşa Lisesi’ne yatılı – burslu olarak kaydoldu. Cemalettin lisedeyken üvey anne kabusu da bitmişti. Esma Hanım yaşanan bir olaydan sonra evden ayrıldı. Babası da bir süre sonra tekrar evlendi. Ama bir önemi yoktu artık. Cemalettin yazdığı şiirlerin ve okuduklarının da etkisiyle büyüyordu.
Eğitim hayatını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi – Maliye ve İktisat Bölümü’nde tamamladı. Üniversite hayatı ona Muzaffer Erdost, Sezai Karakoç, Hasan Basri, Nihat Kemal Eren gibi isimlerle yakın arkadaşlıklar getirmişti.
Sezai Karakoç ile dostlukları tüm fikir ayrılıklarına rağmen daha da sağlam ilerleyecekti. Çünkü sevginin getirdiği dostluk da aşk da böyleydi işte.
Şimdi sormadan da duramıyorum; onlar fikirleri de zikirleri de ne olursa olsun çok iyi dost olmayı bilmişken, bugün onları okuyanlar neden iki kutba ayrılır?
Ya da insan sevmek söz konusuyken neden bir kutba çeker o güzel yüreğini?
Üniversite mezuniyetinden sonra memuriyet hayatına başladı. Şiir hayatı ayrı bir köşedeydi hayatında ve ruhunda. Maliye Bakanlığı’nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik, Darphane müdürlüğü, Kültür Bakanlığı’nda kültür danışma kurulu üyeliği, Orta Doğu İktisat Bankası yönetim kurulu üyeliği ve 25 yıldan fazla Türk Dil Kurulu üyeliği yaptı.
Bunlardan başka yazı hayatını da memuriyete taşıdı. Emekliliğinde yayınevlerinde danışmanlık ve ansiklopedilerde redaktörlükle çevirmenlik yaptı.
1960 Ağustos’unda çıkardığı Papirüs dergisini yalnızca 4 sayı yayınlayabildi. Pazar Postası, Aydınlık, Yeditepe, Oluşum, Politika gibi birçok yayın kuruluşunda şiir ve yazılarını yazdı.
Şiire yüklediği duygu yüklü anlamla annesinin ona ‘’Kerem ile Aslı’’yı anlattığı zaman başlamış olsa da, fiziksel koşullar lise yıllarındaki aruz denemelerini gösteriyordu. İlk şiirine ‘’Şarkısı Beyaz’’ adını vermişti ve bu şiir 8 Ocak 1953’te ”Mülkiye” dergisinde yayınlanacaktı.
Üniversite yıllarında ise çeşitli takma adlar kullanarak muhtelif dergi ve gazetelerde yazılarını yayımladı.
1950’li yılların başında gelişme gösteren ‘’ikinci yeni hareketi’’ ne katıldı Cemal, ama tam olarak da bu akımla kesiştiremedi kalemini. O daha çok ‘’garip’’ akımının etkisinde gibiydi. Özgür olmalıydı o, Cemal Süreya olabilirdi işte o zaman. Kaleminin özgür olması demek, ruhunun da özgür olması demekti. İşte bu yüzden, Cemal Süreya, kendi özgürlük akımını yarattı. Bununla birlikte şiirde anlamsızlığı savunan görüşleri vardı. Şiir ona göre anlamsız cümlelerin duygular katılarak anlam yüklenmesiyle yazılıyordu.
Karşı çıktığı ne varsa, kalemini onunla besledi. Şiirlerinde erotizm tüm canlılığıyla insanın karşısına dikiliyordu, ama toplumun değerlerini de çiğneyip geçmiyordu. Şiir ona göre ‘’anayasaya aykırı’’ydı. Hatta doğanın ahlakı kovduğu yerdeydi ve üstelik yasadışıydı.
Bu düşünceyi savunmasından sebep şiirleri hiçbir zaman hikaye barındırmadı. Bunun yerine özel imgelerin oluşturduğu bir söz sanatı açıklarında yüzüyordu.
1953’te ilk şiiri ‘’Şarkısı Beyaz’’ın yayınlanmasının ardından dergilerde karikatürleri de yayınlandı Cemal’in ve kendisini edebiyat dünyasına tanıtan şiirine de ‘’Gül’’ adını vermişti. 1955’te ise bugün onu anmamıza sebep olacak en güzel şiirini yazdı; adı, ‘’Üvercinka’’ydı ve ‘’Dalga, Güzelleme, Üçgenler, Cigarayı Denize Attım, Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm’’ gibi önemli eserleriyle birlikte dergilerde yayınlandı.
Cemal Süreya biyografisi yazılır da bu şiir hiç atlanır mı?
‘’
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
…’’
Ben küçük bir kısmını yazabildim. Ama lütfen siz tamamını okuyup kendinizi ödüllendirin.
Cemal, henüz üniversitedeyken ortaokulda sınıf arkadaşı olan Seniha Nemli ile evlendi. Onlarınki bir nevi çocukluk aşkıydı. 1954’te mezun olmuştu. Ancak Seniha ile evlilikleri de bu süreçte çatırdamaya başladı. 1955’te Ayçe adının verdikleri bir kız çocukları oldu, ama o ilk çıt sesinden sonra evliliklerinin sonu aslında belliydi.
Ayçe’nin doğumundan sonra Cemal’in tayini Müfettiş yardımcısı olarak İstanbul’a çıktı. Evlilikleri bir süre daha devam etti ve sonra ayrıldılar.
Aslında küçük bir çocukken, adı henüz Cemalettin Seber o zamanlar, bir yazarın üç adı olması gerektiğini tespit edip adını Cemal Süreyya Seber olarak değiştirmişti adını.
Ancak iddiaya girmeyi çok seviyordu Cemal. Bir gün arkadaşıyla bir telefon numarası üzerine iddiaya girdi. Kaybederse soyadındaki ‘’y’’ harflerinden birini sildirecekti. İddiayı kaybetti ve bize de onu Cemal ‘’Süreya’’ olarak tanımak düştü.
Bir harf sildirdiği soyadı, ilk kez 1956’da, ‘’Elma’’ şiirinin imzasında kayda geçmişti.
1957’de Cemal’in babası Hüseyin Bey hayatını kaybetti. Elbette bugüne kadar yazdığım birçok biyografinin sahibinin de babası öldü. Ama bu başkaydı. Bu bir babanın ölümünün ardından o mükemmel şiiri yazan Cemal Süreya’nın babasıydı.
Cemal Süreya’yı babasının ölümü çok sarstı ve bütün duygusunu ‘’Sizin Hiç Babanız Öldü mü’’ şiirine akıttı.
”
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum
Yıkadılar, aldılar, götürdüler
Babamdan ummazdım bunu, kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim, lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü, kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi, kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu, kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?”
Babasının ölümünün ardından Cemal kendini kalemine daha çok kaptırmıştı. Çok değil bu sarsıcı ölümün üzerinden bir yıl sonra, 1958’de, ”Üvercinka” adını verdiği ilk şiir kitabını çıkardı.
Kitap oldukça ilgi çekti ve 1959’da ‘’Yeditepe Şiir Armağanı’’nı kazandırdı Cemal Süreya’ya. Bu zaman zarfında ‘’Papirüs’’ dergisini de açtı.
Cemal, 1967’de dönemin önemli dergilerinden ‘’Yelken’’de çalışan Zuhal Tekkanat ile evlendi. Bu evlilikten Memo Emrah adını verdikleri bir çocukları oldu.
Zuhal bir süre hasta yattı, büyü bir kalp rahatsızlığı vardı. Bu süreçte Cemal Süreya bir an olsun yanından ayrılmadı Zuhal’in. Her an aşkla baktı ona; mektuplar yazdı. Biriktirdiği mektupları daha sonra ‘’Onüç Günün Mektupları’’ adıyla kitaplaştırdı.
Ancak bir yandan da maddi sıkıntı yaşıyorlardı. Cemal memuriyete geri dönmüştü ve ataması da Ankara’ya yapıldı. Ancak Zuhal İstanbul’da kaldı. Bir süre ayrı yaşadılar ve sonunda Zuhal de eşinin yanına gitti.
Yeniden birlikte yaşamaya başlamışlardı ancak bir şeyler oluyordu. Neredeyse buna şiddetli geçimsizlik denebilirdi. Üstelik bir de üstüne her iki taraf da birbirini öldüresiye kıskanıyordu. Bu süreç fazla uzun yaşanamazdı. Sonunda ayrıldılar.
Cemal Süreya’nın hayatı kadınlar ve tutku üzerine kuruluydu adeta. O bekar bir adam olamazdı. Hayatının merkezine aşkı koymuştu bir kere…
1975’te, işte tam da bu sebepten, Cemal üçüncü kez evlendi. Güngör Demiray ile büyük bir aşk yaşadılar ve hemen üzerine evlendiler. Ancak büyük aşkın evliliği sadece bir yıl sürdü.
Bu ayrılık safhasını yaşarken bir ara ikinci eşi Zuhal’le bir kere daha denemek istediler, ancak yine ayrılıkla sonuçlandı.
En sonunda Cemal, bir kitap evinin de sahibi olan Birsen Sağnak ile evlendi. Birsen, hali hazırda 4 çocuğu olan bir kadındı. Toplumun sırtında kambur olarak göreceği bu durumu önemsememişti Cemal. Birsen öylesine şefkat dolu, merhametli bir kadındı ki, Cemal’in bütün çekilmez yanlarına yaklaşmayı iyi bilmişti. Ölene kadar yaşayacağı sol yanı, masumiyetle bulmuştu.
Son evliliğine kadar Cemal, birçok devlet kademesinde müfettişlik yaptıktan sonra 1982’de emekli oldu.
Ancak emeklilik ona pek yaramadı, çünkü emeklilik maaşı yetmiyordu. Şükürler olsun ki bu kez evliliğinde bir sorun yoktu. Birsen yuvasının rahatını çok iyi sağlıyordu. Ancak çalışmalıydı.
Bu sebeple bir bankada çalışmaya başladı. Ancak bir süre sonra banka iflas etti ve yargılananlar arasında Cemal Süreya da vardı. Neyse ki, davası beraat ile sonuçlanmıştı.
Tomris Uyar’ı edebiyat dünyası gencecik yaşta tanıdı; deneme ve öykü yazarıydı. Gazeteci ve Şair Ülkü Tamer’in biricik karısıydı.
Tomris, Tamer ile evliyken Cemal Süreya’ya aşık oldu. Üstelik Cemal Süreya da evliydi. Birbirleri için eşlerinden boşandılar. Bugün bile edebiyat dünyası bu aşkın tanımını ‘’Türk edebiyatının en verimli aşkı’’ olarak yapar. Üç yılları birlikte geçti. Tomris, 4 evliliğin arasında yaşanmış büyük bir aşktı.
Gerçekten de verimliydi aşkları, çünkü, Cemal Süreya en içli aşk şiirlerini yazıyordu Tomris için.
En güzeli de kuşkusuz ‘’Sayım’’ dı:
”
Ay ışığında oturduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni
En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni”
Bundan başka hep bir içli, bir acıklıydı Cemal Süreya’nın dizeleri. Adeta aşkı bir morfin gibi alıyordu vücuduna. Yoksa bir adam bir kadına şöyle diyebilir miydi?
”
Daha nen olayım isterdin
Onursuzunum senin!”
En verimli aşk onlarındı evet, ama Tomris’in hayranı çoktu. Bunlardan sadece üç tanesi şairdi: ”Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever”
Ancak sonradan Turgut Uyar’la evlendi Tomris ve onun çocuğunu doğurdu. Aşkları, hayranlıkları hakkında da asla konuşmadı. Hoş konuşmasa ne çıkar, Cemal Süraya’nın şiirlerinden aşk akıyordu. Edip Cansever de her sene Tomris’in doğum gününde manidar bir şiir yayınlamaktan geri durmuyordu. Her şey gün be gün ortadaydı işte.
Bir gün Cemal Süreya ile ilişkisi sorulduğunda şunları söyledi sadece Tomris: “Beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı. ‘Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikâyen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim; benim ağzımdan kimse duymayacak’ dedi ve doğrusu hiç yazmadı”
Sadece bu aşkın ömrü üç yıllıktı ve tükenmişti. Geriye de güzel bir dostluk bırakmıştı.
Yine de aşktı bunun adı, geriye dostluk bırakabilirdi tabii, ama öfkesiz de olmazdı. Tomris, Cemal Süreya’nın büyük aşkıydı. Cemal’in kadınlara ve aslında aşka olan düşkünlüğü düşünülürse, bu aşkın haliyle kendisi kadar öfkesi de büyük olacaktı. Bir tartışmanın ardından tutkuyla yazdığı mektupları yırtıp attı. Bu mektuplardaki aşk da böylece onların arasında kaldı.
Aşk kendini her mekanda anımsatırdı. İşte bu yüzden Tomris’le gittiği hiçbir mekana bir daha uğramadı Cemal Süreya…
Bir küçük hikaye daha var aktarmak istediğim. Tomris yakınlarına anlatmış bir zamanlar bu Cemal Süreya anısı. Biz şimdi sosyal medyada görüyoruz sık sık, aşkın tanımı olarak:
Her akşam iş çıkışı hiçbir yere uğramadan eve koşarmış Cemal Süreya. Tomris bir gün, ‘’Biraz gez, dolaş; arkadaşlarınla buluş’’ demiş. Ertesi gün ve ondan sonraki günlerde geç gelmeye başlamış Cemal.
Ama bir akşam örtü silkelemek için cama çıkan Tomris, aşağıda bekleyen Cemal’i fark etmiş. Belli ki zamanını dolduruyormuş. Tomris Uyar bu durumun adını, ‘’Şahsiyet Rötarı’’ koymuş.
Cemal Süreya ruhunu şiirlerinde okuyucusuyla samimiyetle paylaşan bir şairdi. Ancak bunun yanında nesriyle de edebiyatta adında söz ettirmeyi bilmişti.
Bir süre ‘’Politika’’ gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Bu yıllarda ‘’Şapkam Dolu Çiçeklerle’’ adını verdiği deneme kitabını yayımladı.
1977’de de ‘’Emeğin ve Emekçinin Tarihi’’ adlı eserini yayımladığında daha birçok eseriyle birlikte nesirdeki başarısını iyiden iyiye kanıtlamıştı.
‘’Aydınlık’’ gazetesinde de yazdı. 1884’te ‘’Sevda Sözleri’’ adını verdiği en güzel sözlerinden kitap yaptı ve aslında o gün kanıtladı ki, herkesin ‘’en güzel’’ yaptığı bir şeyler vardı. Kimi roman yazar, kimi çok iyi resim yapar, hatta kimi çok iyi küfür ederdi. İşte Cemal Süreya’nın da en güzel yaptığı iş, sevda sözleri söylemekti; şiirler yazmaktı.
Tüm bunların yanında, bir de çocuk yanını gösterdi Cemal Süreya; çocuk edebiyatı ile ayrı bir bağ kurdu. ‘’Çocukça’’ dergisinde ‘’Aritmetik Kuşlar Pekiyi’’ adını verdiği bir köşeden seslendi çocuklara. Bu işin de ustalıkla hakkını vermişti üstelik.
Cemal Süreya çok iyi bir şairdi ve kompozisyon konusunda da en az şiir konusunda olduğu kadar iyiydi. Üstelik bu çocuk yaşlarından beri böyleydi. Herkesin kompozisyon ödevine yetişmekten gocunmayacak kadar çok seviyordu kalemini konuşturmayı. Arası sayılarla hiç iyi olamadı ama. Saatin kaç olduğunu söyleyebildiğinde neredeyse ortaokula geçmişti.
Şiirle haşır neşirken bambaşka bir Cemal Süreya vardı. İşte bir de futbol vardı onu zevklendiren ve rahatlatan. Koyu bir Fenerbahçeli’ydi ve en sevdiği futbolcu da Lefter’di. Bunun yanında Metin Oktay’ı büyük bir saygı ile seviyordu.
İki takım kurmuşlardı, maç bile yapıyorlardı. ‘’Edebiyatçılar’’, ”Tiyatrocular’’a karşı oluyordu ve her zaman da gol kralı Orhan Kemal’di.
Süreyya Kapınak soyadını değiştirmek istiyordu. Yemekli bir toplantıda şair ve yazar arkadaşlarına bu isteğini anlattı ve onlardan öneri bekledi.
Ancak hiçbir öneri aklına yatmamıştı, ta ki Cemal Süreya’nın önerisini duyana kadar. Cemal Süreya, ona soyadını ‘’Berfe’’ yapması fikrini sundu. Süreyya Kapınak ilk iş bu kelimenin anlamını sordu. Anlamını da öğrendiğinde artık kararını vermişti.
Berfe, Kürtçe’de ‘’kar’’ demekti. Cemal, bu sözcüğü bir gün Ahmed Arif’ten duymuştu. Ahmed Arif bir kızı olsa Berfe koyacaktı adını.
Belki bir kız çocuğuna kısmet olamadı bu isim hayal edildiği gibi, ama ‘’Süreyya Berfe’’yi yeniden doğurmuştu adeta.
Her biyografide en üzücü başlığım bu olsa gerek. Adeta yıl be yıl birlikte yaşar gibi zaman tünelindeyim sanki ve sevdiğim insanlar bitiş noktasında bir kere daha benim şahitliğimde de ölüyor gibi. Bense uzaktan izliyorum bütün seramoniyi…
Öyle işte, hiç ölmemesi gereken isimlerden biri daha öldü.
Sigara alışkanlığından kurtulmuş olsa da, Cemal Sürey alkolü bir türlü bırakamamıştı. Ama asıl sorun bu değil, oğlu Memo idi.
Memo, günden güne daha bir fütursuz, daha bir savurgan oluyordu. Babasıyla sürekli büyük kavgalar ediyordu. Hatta babasının değerli kitaplarını çalıp sahaflara satıyordu. Cemal Süreya bu durumdan büyük ızdırap duyuyordu.
Memo bir kavgaları sırasında babasını ağır darp etti. Cemal Süreya hastaneye kaldırıldığında vücudunda çok fazla morlukları, yaraları vardı. Ama asıl yarası kalbindeydi ve üzüntüsü neredeyse fiziksel anlamda dahi görülecek kadar vücudundan taşıyordu.
Bu acı artık onu daha fazla yaşatamazdı.
Cemal Süreya, 9 Ocak 1990’da, huzursuz bir şekilde, öldü…
Bence Cemal Süreya, o anda hasretle beklediği kız çocuklarını düşündü. Olmasını çok istediği, ama olmayan iki kız çocuğunu; ‘’Kelime ve Elif’’i. Memo’nun içine bıraktığı acı, bu hasreti harlamış olmalıydı.
İnsan neye sahip olursa olsun, olamadıklarının hasretiyle yaşar ve ölür ya, ne bileyim öyle doğdu benim de içime birden işte. Ya da belki benim de içimi yaktı, Memo’nun yaptıkları.
Ama ne olursa olsun, bu dünyadan bir Cemal Süreya geçti.
Üstelik hayat gerçekten kısa ve kuşlar uçuyordu…
Üstelik boynuyla ve sayılı yerlerinden…
Tüm kara parçalarında…
Ve Afrika hariç olamazdı…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Sabahattin Ali, Türk Edebiyatı’nda özel bir yer edinmiş o güzel adamlardan biri. Toplumcu gerçekçi yazarlardan biri olarak kabul görmüş. Kürk Mantolu Madonna’yı, sonra İçimizdeki Şeytan’ı Kuyucaklı Yusuf’u yazdı ve hepsi Türk Edebiyatının önemli yapı taşlarından biri oldu. Özellikle Kuyucaklı Yusuf, 100 Temel Eser’den biriydi.
Okumak da yazmak da hayati telaşeleri arasında yer aldı hep. Yemek yer gibi, su içer gibi okudu ve onu güldüren, ağlatan, kızdıran, sevindiren ne kadar duygu varsa, hepsini bir araya toplayıp yazdı. Başka türlüsü mümkün olamazdı…
Sabahattin, 25 Şubat 1907’de, Edirne’nin Gümülcine Sancağına bağlı Eğridere’de, Hüsniye Hanım ve Ali Selahattin Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi.
Ali Bey, Eğridere’de zabit olarak çalışırken tanışmıştı Hüsniye Hanım’la, kendisinden 16 yaş küçüktü. Evlendiler. Ali Bey, dönemin entelektüel kesiminden Prens Sabahaddin ve Tevfik Fikret ile derin bir dostluk içindeydi. Bir gün çocukları olduğunda onlara dostlarının isimlerini vermek istiyordu. Allah gönlüne göre vermişti. İlk oğluna Sabahattin, diğerine de Fikret (1911) adını verdi. Uzun bir aradan sonra 1920’ye gelindiğinde, Süheyla adını verecekleri, ama aile içinde “Süha” diye çağıracakları, kızları da katılacaktı aralarına.
Ali Bey, I. Dünya Savaşı yıllarında “Divan-ı Harb Orfi Reisi” olarak Çanakkale’ye çağırıldı. Ailesini geride bırakmadı, hep birlikte yola düştüler ve 4 yıl orada yaşadılar. Aslında isteği biriktiği parayla İzmir’de tiyatro veya gazino işleriyle uğraşmaktı. Ancak İzmir’in işgali ile yolunda giden şeyler de rayından çıkmıştı. Bunun üzerin Edremit’e, Hüsniye Hanım’ın babasının yanına yerleştiler.
Hüsniye Hanım, evlendiğinde henüz 16 yaşındaydı ve ruhsal sorunlar yaşıyordu. Defalarca intihara kalkıştı. Evet, hayatta kalmayı başarmıştı; ama Sabahattin’in pek yanında olamamıştı. Çok küçük yaşta anne olmasından mütevellit onunla ilgilenememiş; diğer oğlu Tevfik’e daha yakın durmuştu. Bu durum Sabahattin’in içine kapanık bir çocukluk yaşamasına sebep olacaktı. Sabahattin arkadaşlarıyla oynamaktansa evinde kitap okumayı ya da resim yapmayı tercih ediyordu. Yine de başarılı bir öğrenci olmaktan hiç ayrılmadı.
Sabahattin, eğitimine 7 yaşında İstanbul, Üsküdar’da Doğancılar mahallesinde “Füyûzâtı Osmâniye Mektebi”nde başladı. Çanakkale’ye gitmek söz konusu olduğunda eğitimine “Çanakkale İptidai Mektebi”nde devam edecekti. Ancak bu sefer de seferberlik ilan edildi ve okul öğretmensiz kaldığı için kapatıldı. Okulun tekrar açılmasında babası Ali Bey’in çabası yadsınamazdı…
Daha sonra Edremit İptidai Mektebi’nde başarılı bir öğrenci oldu. Okumaya fazlasıyla özeniyordu. Özellikle babasının arkadaşı Mehmet Şah Bey’in özel ilgisi, bu konudaki en güzel teşvikiydi. Her ne kadar sorunlarla karşılaşıp bölünmeler yaşasa da başarılı bir öğrencilik geçirmişti.
1921’de Edremit İptidai Mektebi’nden mezun oldu ve bir yıl kalmak üzere İstanbul’a büyük dayısının yanına geldi. Ardından Balıkesir’e döndü; “Balıkesir Muallim Mektebi”ne kayıt yaptırdı.
Okul hayatı boyunca şiirler, hikâyeler yazmak onun için en büyük keyif kaynağıydı. Muallim Mektebi’nde şiir ve hikâye konularında deneyim kazandı. Artık kendini geliştirmek için gazete ve dergilere yazılarını göndermeye başlamıştı. Bu okul ona yaramıştı. Arkadaşlarıyla birlikte bir okul gazetesi çıkardı. Sessiz geçen çocukluğunun üzerine belki de sosyalleşerek kendini buluyordu.
Günlük tutmaya da başlamıştı. Sanata olan ilgisini ve bağını güçlendirmek için daha çok sinema ve tiyatroya gitti. Ruhu özgürlük için vardı ve okul disiplini onun için biraz fazlaydı. Daha çok sinema ve tiyatro seyretmesinin bir sebebi de buydu. Okul müdürü bunu fark ettiğinde Sabahattin’i ailesinin yanına göndermekle tehdit etti.
Annesinin intihar girişimleriyle büyümüş bir çocuktu o. Blöf olarak nitelendirdiği bu intihar girişiminden arkadaşı ve öğretmenleri sayesinde döndü. Çok geçmeden okul müdürünün yardımlarıyla İstanbul’a naklini aldırdı. Burası onun için daha iyi olmuştu. Edebiyat Öğretmeni Ali Canip Yöntem en büyük destekçisiydi. Eğitimine devam ederken “Çağlayan ve Akbaba” gibi dergilerde şiir ve hikâyeleri yayımlandı. Hayatı bir düzene girmiş gibiydi. Bu sefer de annesinin sağlık sorunları artmıştı.
21 Ağustos 1927’de öğretmenlik diplomasını aldı.
Sabahattin’in ilk görev yeri Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu oldu. Dayısı Rıfat Ali Ertüzün, Yozgat Devlet Hastanesi’ne başhekim olarak atanınca yeğeninin de yanında olmasını sağlamıştı. Bir süre sonra ailesi de Sabahattin’in yanına gitti.
Çevresi dayısının da etkisiyle oldukça genişlemişti; ama Sabahattin’e sorsan onu anlayacak kime yoktu. Çünkü yazdıklarını okutacağı, paylaşacağı birilerini bulmakta zorlanıyordu. Kim bilir belki de içinde tek taraflı aşka dönüşmüş arkadaşı uzaklarda olduğundan böylesine yalnız hissediyordu.
Nahit Hanım ile öğretmenlik stajı sırasında tanışmıştı. Başta ziyadesiyle dostluk havasında olan bu arkadaşlık, zamanla tek taraflı bir aşka dönüştü. Burada yazdığı bütün şiirlerde buram buram Nihat Hanım vardı. Hatta 2 Şubat 1928’de “Servet-i Fünun” dergisinde yayımlanan “Bir Macera” adını verdiği şiirini yine Nihat Hanım’a ithaf etmişti.
Hatta ve hatta karşılık bulamadığı aşkını 1927’de “Ne Kazandık”, “Kalbimde Aşkınız”; 1928’de “Ebedi”, “Yat ve Uyu”, “Bütün İnsanlara”, “Firar”, ve “Kudurmak” adını verdiği şiirlerinde anlattı.
Sabahattin, Yozgat’ta bir yıl geçirdi. İstanbul’a gitmek istiyordu. Dayısı da Ankara’da özel bir hastane açtığı için buradan ayrılıyordu.
Sabahattin, İstanbul’a tatile giderken Ankara’ya uğradı. Niyeti Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki tanıdığı kişilerin yanına gidip Yozgat’tan ayrılma isteğini dillendirmekti. Bu isimler onu dinledi ve genç bir öğretmen oluşunu vurgulayarak Avrupa’ya gitmesi konusuna dikkat çekti.
Sabahattin’in de aklına yatmıştı bu fikir. Kasım 1928’de Türkiye Cumhuriyeti tarafından eğitim amacıyla Almanya’ya gönderildi.
15 gün Berlin’de kaldı ve sonra Potsdam’a yerleşti. Dil öğrenmek en büyük kaygısıydı. Önce yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak yerleşti. Sonra da özel bir kurumda Almanca kursuna başladı.
Bir yandan da İstanbul’u ve karşılıksız aşkını çok özlüyordu. 1 Ocak 1929’da Nahit Hanım’a yeni yıl hediyesi bir şiir gönderdiyse de cevabını alamadı; içi çok kırgın ve özlem doluydu.
Kurstan sonra Berlin’de yatılı bir okula yerleşmişti. Almanya’da 6-7 yıl kadar kalacağını düşünüyordu; ama planlanan süre 4 yıldı. Sabahattin, ikinci yılını tamamlayamamıştı ki, Türkiye’ye döndü.
Nihal Atsız’ın kalemine göre, “Bu parazit Türkleri buradan atmalı!” diyen Alman öğrenciyi dövmüştü. Ayrıca Alman öğrencilere komünizm propagandaları yaptığı iddiası da vardı. Bu yüzden Almanya’dan dönüşü erken olmuştu.
Sabahattin, Mart 1930’da Almanya’dan döndü. İstanbul Yüksek Muallim Mektebi’nde yatılı okuyan “Nihal Atsız, Pertev Naili Boratav, Nihad Sâmi Banarlı ve Orhan Şaik Gökyay” gibi arkadaşlarının yanında kaldı. Bir süre sonra bu okulun müdürünün yardımıyla Bursa Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atandı.
Eylül 1930’da Gazi Terbiye Enstitüsü’nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girdi. Almanya’da geçirdiği süreç, ona Aydın Ortaokulu’nda Almanca Öğretmenliğini getirmişti. Ancak bir süre sonra komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma başlatıldı.
25 Mayıs 1931 tarihli “Vakit” gazetesinde, Sabahattin Ali’nin de adının yazılı olduğu isimlerin mahkeme için İstanbul’a sevk edildiği haberi yazılıydı. İki gün sonra da Sabahattin Ali’nin tutuksuz yargılanacağını yazacaktı. Ancak daha sonra derin soruşturmalar başlatıldı ve Sabahattin tutuklandı. 9 Eylül 1931’e kadar Aydın Hapishanesi’nde kaldı. Üzerinden 21 gün geçtiğinde ise Konya Ortaokulu’na Almanca Öğretmeni olarak atandı.
Aşk hayatı
Bir yazar tavrıyla aşk duygusunun kendisine âşıktı hep Sabahattin. Yozgat’ta olduğu zamanlarda Nahit Hanım’a, Almanya’da olduğu yıllarda Frolayn Puder’e, Aydın’da bir Miralayın kızına, Konya’da da öğrencisi Melahat Muhtar’a ve şarkıcılık yapan Muhsine’ye âşık oldu.
Melahat dışında hepsi de sadece aşka âşık olmaktı; çünkü platonikti. Sadece Melahat’tan aşkına karşılık bulmuştu. “Çocuklar Gibi” şiirini onun için yazdı. Bu şiire göre, Melahat öncesi aşkları birkaç günlük düşkünlüklerdi. Bu aşk da Sabahattin’in tutuklanması ile yarım kalacaktı.
Elbette bir gün aşkın tam karşılığı da gelecekti hayatına…
Sabahattin, 22 Aralık 1932’de, bir toplantıda okuduğu şiiriyle Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi devlet yöneticilerini yerdiği gerekçesiyle tekrar tutuklandı. Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Davaya temyizde üzerine iki ay daha eklenmişti. 14 aylık cezası başlamıştı. Burada Ayşe Sıtkı’ya mektuplar yazıyordu. Bir mektubunda olayı da anlatmıştı:
“Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs’ında falanca yerde Gazi’yi ima ve telmihen tahkiri tazammün eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat lehimde olduğu hâlde, müdde-i umumi yaranmak için mahkumiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkum etti. Temyiz, cezayı aleyhimde nakseti, cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yattım. 11 ayım kaldı demektir”.
Aldığı bu cezanın ardından 29 Nisan 1933’te 1249 sayılı kanun gereğince memurluk kaydı silindi. Daha sonra Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Burada bir iddiaya göre hapishane müdürü, Sabahattin Ali’yi cinayetten hüküm giymiş Mehmet Kuşüzümü adlı bir suçluya emanet etmişti. Kuşüzümü’nün ifadelerine göre Sabahattin Ali, geceleri sürekli okuyor, gündüzleri de bir sandık üzerine kuş gibi tüneyip bir şeyler yazıyordu.
Artık yaşamında değişen her şey Sabahattin’in dilinden geçmiş, kalemine yerleşmişti. Daha az konuşuyor, daha çok yazıyor ve okuyordu. Burada edindiği tecrübeler eserlerine konu olacaktı. Hikâyelerine, “Bir Şaka”, “ Kazlar”, “Kanal”, “Katil Osman”, “Çaydanlık”, “Bir Firar” adını verdi.
Sabahattin Ali, Cumhuriyet’in onuncu kuruluş yıl dönümü sebebiyle çıkan aftan yararlanarak, cezasının onuncu ay yedinci gününde serbest bırakıldı.
Artık tutuklu olduğu zamanlar geride kalmıştı. Sabahattin Ali, önce İstanbul’daki eş, dost, akrabasını ziyaret etti. Sonra da yönünü Ankara’ya çevirdi. Yeniden görevine atanmanın bir yolunu bulmalıydı.
İlk iş dönemin Orta Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemseddin Sirer ve Müsteşar Vekili Rıdvan Nafiz Edgüer’i buldu. Ne yapması gerektiğini öğrenmek istiyordu. Ancak tutuklanma gerekçesi sebebiyle kimse bu işe bulaşmak istemiyordu. Yine de Şemseddin Bey, durumu Hasan Ali Yücel’e aktardı. Yücel’in yardımları ile bir kurul toplandı ve Sabahattin Ali’nin öğretmenlik dışında bir başka göreve getirilmesine karar verildi.
Ancak Maarif Vekili, eski düşüncelerini değiştirmediğine göre atanmasını yanlış buluyordu; kurul kararını reddetti.
Bu arada Sabahattin gelecek iyi haberleri beklemekteydi. Beklerken de boş durmuyordu; küçük küçük tercümeler yapıyordu. Bu süreçte dayısı Rıfat Ali Ertüzün’ün evinde kaldı.
Bu arada Sabahattin Ali’den Atatürk ile ilgili bir kaside yazılması istendi. Bunun üzerine 15 Ocak 1934 tarihli Varlık dergisinin 13. Sayısında “Benim Aşkım” adını verdiği şiiri yayımlandı. Görevine atanabilmek için güzel bir fırsattı. Ancak yine de bir süre daha beklemesi gerekiyordu. Özellikle Maarif Vekilini ikna etmesi gerekiyordu. Sabahattin Ali, kendisine yakıştırılan “komünist” sıfatının doğru olmadığını ispat etmek istiyordu. Bunun için yazılar yazmıştı ve “Esirler” adlı eseri de halkevlerinde sahnelenecekti.
Sabahattin Ali, nihayetinde Atatürk’ten izin aldı ve Mayıs 1934’te Orta Tedrisat Şube Müdürlüğü’ne, daha sonra da asli görevi Milli Talim ve Terbiye’ye atandı.
Sabahattin Ali, görevine atanmak için beklerken arkadaşı Ayşe Hanım’a bir mektup yazdı. Mektubun sonunda da bir not vardı: “Benimle evlenir misin?”
Açık açık teklifini sunmuştu. Ancak gelen cevap pek de iç açıcı değildi. Ayşe Hanım 22 Şubat 1934’te yazmış olduğu mektubunda bu teklifin bir şaka olduğunu kabul ettiğini söyleyerek geri çevirdi. Sabahattin Ali, görevine atanmak amacında zorlanırken bir de üstüne reddedilmek onu üzmüştü.
Nihayet amacına ulaşıp görevine atandıktan sonra aklına yine evlilik fikri düşmüştü. Eski sevdalarından Nahit Hanım da evlenmişti. Belli ki Ayşe Hanım’ın da bu işe gönlü yoktu işte. Aklına Aliye Hanım düşüverdi.
Sabahattin Ali ve Aliye Hanım, İstanbul, Erenköy’de, 1932 yazında Eczacı Salih Başotaç’ın evinde tanışmışlardı. Yıllar sonra Aliye Hanım şöyle anlatacaktı tanışmalarını: “Grup halinde İçerenköy’de yapılan bir sünnet düğününe gittik. Dönmek istediğimizde Sabahattin yanımızda yoktu. Giderken kullandığımız lüks lambalı fenerle bir ağaç altında onu kitap okurken bulduk. Gidiyoruz dendiğinde kalktı ve feneri benim yüzüme tutarak gözlerimin içine uzun uzun baktı”.
Bu bakışlar Aliye Hanım’ın içine akmıştı, ancak yine de ilk görüşte aşk olduğu da söylenemezdi. Ama belli ki, izlerini de taşımıyor değildi. Sabahattin Ali tarafından bakılırsa, onu aklından hiç çıkarmamış, sadece gönlünde kondurduğu yerde kararsızdı. Ancak sonunda kararını verdi.
Şimdi Sabahattin Ali, Aliye Hanım ile evlenmek istiyordu. Ancak Sabahattin’in sicil kaydının bulunması Aliye’nin ailesini rahatsız etmişti; evlenmelerini istemediler. Sonra Aliye Hanım’ın da gönlü olduğu anlaşıldı da, ailesi de razı geldi.
Hemen ardından Sabahattin Ali, Ayşe Hanım’a bir mektup daha yazdı: “Mühim bir havadisim var. Evleniyorum. Hatta nişanlandım bile. Sen benim gibi kelepiri kaçırdığınla kal. Birisi “Niçin evleniyorsun” dese vereceğim cevap şudur: Çalışabilmek için… Ben kendimi her hususta idare edemiyorum. Halbuki muhakkak muntazam ve ölçülü bir hayata muhtacım ve ancak bu şekilde faydalı işler çıkarabilirim”.
Çift, 16 Mayıs 1935’te Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlendi. Ertesi gün de Ankara’da düğünleri oldu. Artık burada, Ulus’ta bir apartman dairesinde yaşamaya başladılar.
(Annesi Hüsniye Şenyuva, eşi Aliye Ali, kızı Filiz Ali ve kız kardeşi Süheyla Conkman)
Sabahattin Ali, seçimine bağlanmış, hayata oradan tutunmuştu. Öyle ki, zamanla Aliye Hanım’a yazdığı mektuplar, en az öyküleri kadar ünlenecekti.
Söz kesildiği andan itibaren başladı Sabahattin Ali’nin mektupları. Her cümlesinde aşkı, artan heyecanı, tarifsiz özlemi vardı. Aliye Hanım’ı hayatının tamamlayıcısı ilan etmişti.
Bir mektubunda şu hisli cümlelerle dile getiriyordu bu aşkı: “Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku. Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin.”
Ailesi, Soyadı Kanunu’nda “Şenyuva” soyadını almıştı. Ancak Sabahattin, babasının adı olan Ali’yi kullanmayı tercih etti. Yazdığı tüm yazıların sonunda imzası “Sabahattin Ali” şeklindeydi. Bu sebepten soyadını Ali olarak düzenlemek istedi. Ancak nüfus müdürlüğü buna izin vermedi.
O yine de imzasını kullanmaya, kendisini böyle tanıtmaya devam edecekti.
Sabahattin Ali, askerliğe 30 yaşına geldiğinde İstanbul Eski Harbiye’de başladı. 2 ay er, 6 ay yedek subay öğrencisi olarak eğitim gördü.
Askerliği boyunca Aliye Hanım’ı da bulunduğu şehirlerde hep yanında götürdü. Kızları Filiz de bu süreçte 1937’de doğdu.
Askerlik görevi bittiğinde de Sabahattin Ali, Musiki Muallim Mektebi’ne Türkçe Öğretmeni olarak atandı. Sonunda yine Ankara’ya yerleştiler.
Ankara’da öğretmenlik görevi sırasında Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Niyazi Ağırnaslı gibi birçok isimle yakın dostluklar kurdu. İlerleyen dönemlerde de Devlet Konservatuarı’na atandı; burada Karl Albert’in asistanlığını yaptı.
Bir yandan da içine yönelmeye başlamıştı. Edebi çalışmalar üzerinde yoğun bir şekilde çalışıyordu. “İçimizdeki Şeytan”, 1939’da yayımlandı. Bu romanı siyasi tartışmalara sebep olmuştu. Öyle ki, Nihal Atsız karşılık olarak “İçimizdeki Şeytanlar” romanını yayımladı.
Bu sırada II. Dünya Savaşı öncesinde çıkarılan seferberlik sebebiyle Sabahattin Ali tekrar askere alındı. Görev yeri İstanbul’du ve 4 ay sürdü. Bu dönem, ona “Kürk Mantolu Madonna”yı getirmişti. Bugün dillere destan o romanını Sabahattin Ali, askerdeyken yazdı. 18 Aralık 1940 ve 8 Şubat 1941 arasında Hakikat Gazetesinde bölüm bölüm yayımlandı.
Ankara’daki çevresi de giderek genişlemişti. Artık daha çok tanınıyordu. Öyle ki, dönemin siyasileri ile dahi yakın ilişki içindeydi.
Sabahattin Ali, ülkenin sol kesimi tarafından lüks ve burjuvazi yaşamından dolayı daha radikal tavırlara zorlanıyordu. Sağ kesim ise, sosyalist misyon yüklenmek istenen birinin Dil Kurumu Azalığı gibi görevlere getirilmesini onaylamıyordu.
Nihal Atsız yine devreye girmişti. 1 Nisan 1944’te Orhun Dergisi’ne Şükrü Saraçoğlu’na atfen bir yazı yayımladı. Sabahattin Ali’nin herkesçe bilinen bir komünist olduğunu, Hasan Ali Yücel’in şahsi sempatisi ile göreve getirildiğini ve ayrıca Atatürk başta olmak üzere birçok isme hakaret ettiğini yazmıştı. En sonunda onu “vatan haini” olarak nitelemiş ve devlet tarafından korunmasını kınamıştı.
Bu yazı üniversite öğrencisi ve halkı ayaklandırdı. Ardından Atsız da görevinden alındı. Ancak konu bu kadarla kapanmadı. Sabahattin Ali de Nihal Atsız’a hakaret davası açmıştı. Üçüncü duruşmanın ardından Nihal Atsız altı ay ceza aldı. Ancak mazisi temiz olduğundan ve milli tahrik gibi gerekçelerle cezası 4 aya düşürüldü ve tecil edildi.
Davanın ardından Sabahattin Ali tam görevinin başına dönmüştü ki, üçüncü kez askere çağrıldı. Bu sefer Çankırı’da bir buçuk ay kaldı ve mesleğine geri döndü.
1944’ten sonra Sabahattin Ali, Markopaşa, Malum Paşa, Ali Baba gibi yerlerdeki yazılarında daha sert bir dil kullanmaya başladı. Artık daha eleştirel bir tavırdaydı. Artık siyasetle daha çok ilgilenmek istiyordu.
1946’da İstanbul’a gitti; ailesini Ankara’da bırakmıştı. Aziz Nesin ile Markopaşa Dergisi’ni çıkardı. Aslında derginin tirajları iyiydi. Ancak bir süre sonra mizah yönünden çok siyasi olduğu görüşü artarak tartışmalar doğurdu. Artık dergide çıkan özellikle imzasız yazılar için davalar açılıyordu. Bizzat Sabahattin Ali adına açılmış oluyordu. İşte bu davalardan birinde yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’a ait olmasına rağmen, sorumlu Sabahattin Ali olduğundan kendisi tutuklandı. Bir süre İstanbul Paşakapısı Cezaevi’nde kaldı ve 10 Eylül 1947’de tahliye oldu. Ardından dergi kapatıldı ve Merhum Paşa ve Malum Paşa gazeteleri çıkartıldı.
İlerleyen zamanlarda bir tutuklanma kararı daha çıkartıldı; ama hayata geçirilmedi. Ali Baba dergisini çıkardı ve ilk önce “Sırça Köşk” öyküsünü yayımladı. Ancak bu öykü de Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı ve Sabahattin Ali, Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi. 31 Aralık 1947’de serbest bırakıldı. Dergi de kapatıldı.
Sabahattin Ali, artık yurt dışına gitmek istiyordu; özellikle Fransa. Ancak kendisine pasaport verilmiyordu. Tamir edilmesi gereken bir arabası vardı. Mart 1948’de arabasını tamir ettirdi. “Edirne’ye peynir götüreceğim” diyerek sabaha karşı beşte bir süredir yanında kaldığı M. Ali Ciimcoz ile vedalaştı.
Elbette peynir sadece bahaneydi. Asıl amacı Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya ulaşmaktı. Pasaport alamadığı için kaçak yollardan amacına ulaşacaktı. Hakkındaki davalar uzayıp gidiyordu.
Sabahattin Ali, tanıştırıldığı Ali Ertekin ile Kırklareli’ye doğru kamyonla yol aldılar. Başta bir de şoför vardı. Sonra onu bırakıp yola ikisi devam etti. İlerleyen vakitlerde Ertekin, kitap okuduğu sırada Sabahattin Ali’yi, kafasına elindeki sopayla vurarak öldürdü.
Ertekin’in savcılığa verdiği ifadeye göre, Sabahattin Ali sınırı geçtikten sonra önce Bulgaristan, ardından Rusya’da çatışmalar yapacağını ve Türkiye’de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylemişti. Konuşmalarına bakılırsa Sabahattin Ali kötü bir insandı. Yol boyunca tartışmışlardı. Ve öldürme gerekçesi de, milli duygularını tahrikten başka bir şey değildi.
Sabahattin Ali’nin cansız bedenini 16 Haziran 1948’de bir çoban buldu; hemen jandarmaya bildirdi. Yapılan incelemelerden sonra cesedin kime ait olduğu teşhis edilemiyordu. Bulgaristan’da adam kaçıran bir şebeke vardı. İstanbul polisi şebekeyi çökertti. Ali Ertekin de bu şebekenin üyesiydi. Yakalanmıştı artık, Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf etti. Aslında idam ile cezalandırılmıştı; ama dört yıl hüküm giydi ve kısa bir süre sonra da serbest bırakıldı.
Ölümüne inanmayanlar da vardı. Elbette geride bıraktığı öyküleriyle romanlarıyla o zaten hiç ölmeyecekti. Tüm yaşamı boyunca aklından ve kalbinden koparıp yazdıklarıyla bir Sabahattin Ali geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.