Geçtiğimiz ay sağlık sorunları nedeniyle hastaneye kaldırılan Ferhan Şensoy, anjiyo sonrası yara bölgesinde oluşan komplikasyon yüzünden tedavi görmüştü. Ferhan Şensoy dün gece saatlerinde tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Ortaoyuncuları Kavuğu’nu Münir Özkul’dan devralıp Rasim Öztekin’e devreden Ferhan Şensoy Türk Tiyatrosu’nda önemli bir yer edindi. Peki Ferhan Şensoy Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında İşte Ferhan Şensoy hayatı hakkında bilmeniz gerekenler.
Ferhan Şensoy, 26 Şubat 1951 yılında Samsun’da dünya geldi. Lise eğitimine Galatasaray Lisesi’nde başlayan Şensoy, 1970 yılında Çarşamba Lisesi’nden mezun oldu. 1971 yılında Grup Oyuncuları çatısında ilk profesyonel oyunculuk deneyimini yaşadı. Şensoy, 1972-1975 yılları arasında Fransa ve Kanada’da tiyatro eğitimine ve çalışmalarına Jerome Savary, Andre-Louis Perinetti gibi isimlerle devam ederken Montreal’de Ce Fou De Gogol adlı oyunuyla 1975’te En İyi Yabancı Yazar ödülünü aldı. Montreal’de Theatre De Quatre – Sous’da da, yönetmenliğini yaptığı, Harem Qui Rit isimli müzikalde yer aldı.
Ortaoyuncular tiyatro topluluğunun kurucusu olan Ferhan Şensoy, Türk tiyatro, sinema ve televizyon oyuncusudur. Roman, deneme, günlük, televizyon dizisi, film senaryoları yazarı ve şairlik yaptı.
Nisa Serezli Tolga Aşkıner Tiyatrosu’nda oyunculuk yapan Şensoy, 1976’da TRT’ye ve Devekuşu Kabare Tiyatrosu’na çeşitli skeçler üretti. 1978’de, ilk kitabı Kazancı Yokuşu yayınlandı.
Usta tiyatrocu Ferhan Şensoy, iç kanama geçirdiği ve 2 Temmuz’da apar topar hastaneye kaldırılmıştı. Şensoy’a sağlık sorunları nedeniyle geçtiğimiz aylarda anjiyo yapılmıştı. Anjiyoya bağlı olarak gelişen komplikasyon nedeniyle Ferhan Şensoy, Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılmış, buradaki tedavisinin ardından önlem amaçlı olarak özel bir hastaneye sevk edilmişti. Ferhan Şensoy dün gece saat 02.30’da tedavi gördüğü hastanede hayatonı kaybetti.
İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda, Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı’nı sahneleyen Ferhan Şensoy, Anca Visdey’in Don Juan ile Madonna oyununu Fransızca’dan çevirdi. Yönettiği oyunda, oyuncu Derya Baykal’la sahneyi paylaşan Şensoy, daha sonra Derya Baykal ile evlendi. Bu evlilikten Ferhan Şensoy’un Müjgan Ferhan ve Neriman Derya adında iki kızı dünyaya geldi.
2004 yılında Ferhan Şensoy ve Derya Baykal boşandı.
Tiyatro yanında yazarlık yapan Ferhan Şensoy, çok sayıda kitap çıkardı. İşte Ferhan Şensoy kitapları:
Ferhan Şensoy Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında Ferhan Şensoy neden öldü? sorularının cevaplarını derledik. Siz de Ferhan Şensoy ile ilgili mesajlarınızı yorumlara yazabilirsiniz.
.ilgili-haber{width:600px;padding:10px;border:0 solid #ededed;background-color:#fefefe;margin-bottom:20px;box-shadow:0 0 5px #ededed}.ilgili-haber-resim{width:150px;float:left}.ilgili-haber-text{width:380px;padding-left:20px;display:table-cell;vertical-align:middle;float:left}.ilgili-haber-text a{font-size:18px;color:#565656;font-weight:600;line-height:22px}
Kaynakça: tgrthaber
Tam adı Saim Gazanfer Özcan’dır. 27 Ocak 1931’de İstanbul’da doğmuş yine aynı şehirde 17 Şubat 2009 tarihinde hayata gözlerini yummuştur.
Türk tiyatro oyuncusu,yöneticisi ve sinema oyuncusudur. Liseden ayrıldı. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda, (1947-1961) küçük rollerde oynadı. 1942’de kurduğu özel topluluk, Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu’nun çekirdeğini oluşturdu. Azak, Esentepe ve Şişli salonlarında oyunlar oynadı. Az film çeviren sanatçı, yurt çapında ününü, 1985’te başlattığı Kuruntu Ailesi adlı TV dizisiyle sağladı. Ardından yeni neslin onu tanımasını sağlayan Avrupa Yakası isimli dizide yine bir aile babası olarak Tahsin Bey rolünü 2004 ile 1009 tarğihleri arasında üstlendi. Kronik Akciğer hastalığı sebebi ile 17 Şubat 2009 tarihinde hayata gözlerini yummuştur.
Tiyatroda:Mum Söndü (1962), İpekçi Merhum (1963), Kocamın Nişanlısı (1965), Deli (1967), Kız Kuruları (1968), Koca Eşşek (1971), Nereden Nereye (1973), Maymun Gözünü Açtı (1974), Kime Niyet Kime Kısmet (1976), Yağmurdan Kaçarken (1978), Oh Olsun (1980), Amatör (1981). Beni Kimse Durduramaz (1982), Hüsnü Kuruntu (1984), Karışık İş (1985), Kaşla Göz Arasında (1987).
Filmleri : 1952 İngiliz Kemal Lawrence’a Karşı
1953 Çeto Salak Milyoner
1954 Fındıkçı Gelin
1954 Aramızda Yaşayamazsın
1954 Şimal Yıldızı
1958 Allı Yemeni
1959 Sevdalı Gelin
1959 Garipler Sokağı
1961 Biz İnsan Değil Miyiz?
1961 İki Damla Gözyaşı
1961 Utanmaz Adam
1961 Naciyem
1961 Minnoş
1961 Yedi Günlük Aşk
1961 Külkedisi
1962 Damat Beyefendi
1962 Şaka Yapma
1963 Avare Şoför
1970 Vur Patlasın Çal Oynasın
1971 Çılgın Yenge
1975 Televizyon Çocuğu
1975 Tokmak Nuri
1975 Ah Nerede, Vah Nerede..
1975 Dam Üstüne Çul Serelim
1992 Burnumu Keser misiniz?
2000 Komser Şekspir
2005 Keloğlan Karaprens’e Karşı
2007 Beyaz Melek
kaynak:nkfu
James O’Neill; (d, 15 Kasım 1849, Kilkenny, Kilkenny ili, İrlanda – ö. 10 Ağustos 1920, New London, Connecticut, ABD). Monte Cristo Kontu rolüyle ünlü İrlanda asıllı ABD’li tiyatro oyuncusudur. Oyun yazarı Eugene O’Neill‘in babasıdır.
İlk olarak 1867’de Ohio’nun Cincinnati kentinde, The Colleen Bawn oyununda küçük bir rolle sahneye çıktı. 1871’de Chicago’ya gitti. McVicker ve Hooley topluluklarında dönemin büyük yıldızlarıyla başrollere çıktı. New York kentinde ve San Francisco’da çeşitli topluluklarda yer aldı ve döneminin en parlak genç oyuncularından biri kabul edildi.
1879’da, San Francisco’da sahnelenecek The Passion Play’deki (Pasyon Oyunu) İsa rolü için seçildi. Tanrısal bir varlığı canlandırdığı için yerel yönetimce tutuklanması ülke çapında yankı uyandırdı. O’Neill 1882’de, Charles Fechter’in sahneye uyarladığı The Count of Monte Cristo’da Edmond Dantes rolüyle izleyici karşısına çıktı. Büyük ilgi gördüğü bu rolle 30 yılı aşkın bir süre boyunca ABD’nin her yanında 6 binden çok gösteriye çıktı. Bunun dışında, başta Hamlet ve Othello olmak üzere Shakespeare yapıtlarındaki rolleriyle de başarı kazandı. Eugene O’Neill’in otobiyografik yapıtı Long Day’s Journey into Night’taki (1956; Günden Geceye) James Tyrone tipi, çöküş dönemindeki baba O’Neill’in portresidir.
kaynak:nkfu
George Pierce Baker; (d. 4 Nisan 1866, Providence, Rhode Island – ö. 6 Ocak 1935, New York kenti, ABD), aralarında Eugene O’Neill, Philip Barry, Sidney Howard ve S.N. Behrman’ın da bulunduğu birçok önemli Amerikalı tiyatro yazarının, eleştirmen John Mason Brown’in, romancı John Dos Passos ve Thomas Wolfe’un öğretmenidir. Atölye çalışmalarıyla öğrenci oyunlarını yönlendirmiş, yaratıcı bireyselliği ve uygulamaya dönük çalışmayı vurgulayarak düş gücüne dayanan bir gerçekçiliği savunmuştur. Baker, Wolfe’un Of Time and the River (Zaman ve Irmak Üstüne) adlı oyununda Profesör Hatcher rolünü oynamıştır.
1887’de Harvard Üniversitesi’ni bitirdi ve öğretim üyesi olarak orada kaldı. 1905’te üniversite öğretim programında türünün ilk örneği olan oyun yazarlığı derslerine başladı. “Atölye 47” diye anılan bu ders, adını kursun numarasından alıyordu. Baker yalnızca oyun yazarlığıyla kalmayıp bir yandan da sahne tasarımı, ışık, kostüm ve tiyatro eleştirmenliğiyle de ilgilendi. 1907’de Sorbonne’da verdiği derslerden sonra, bir yıllık ders programı uygulamak üzere ABD’de çeşitli okulları dolaşarak tiyatro sanatı konusunda Avrupa’da gelişen düşünceleri aktardı. Üniversitede sahnelediği oyunlarla ABD’de daha ileri sahneleme tekniklerine geçilmesine öncülük etti.
Baker 1925’ten emekliye ayrıldığı 1933’e değin Yale’de üniversite tiyatrosunu yönetti ve kurduğu tiyatro bölümünde tiyatro tekniği ve tarihi dersleri verdi. Tiyatro, sinema ve televizyon yapımlarında uygulanan birçok yenilikçi teknik, onun Yale’deki çalışmalarından kaynaklanmıştır. Yapıtları arasında en çok bilinenler The Development of Shakespeare as a Dramatist (1907; Shakespeare’in Bir Tiyatrocu Olarak Gelişimi) ve Dramatic Technique’dk (1919; Tiyatro Tekniği).
kaynak:nkfu
Gizi Bajor; Bajor Bayer olarak da yazılır (d. 1893 – ö. 12 Şubat 1951, Budapeşte, Macaristan), çekiciliği ve alımlılığı kadar çok yönlü usta oyunculuğuyla da tanınan tiyatrocudur.
1914’te Sahne Sanatları Akademisi’ni bitirerek Ulusal Tiyatro’ya girdi. Sürekli bu tiyatro ile çalışarak 1928’de tiyatronun yaşam boyu oyuncusu oldu. Gerek klasik gerek modern oyunlarda, çok değişik rollerde başarılı oldu. Örneğin başrolü oynadığı George Bernard Shaw’un Saint Joan’unda (Ermiş Jeanne) ve Gotthold Ephraim Lessing’in Minna von Barnhelm’inde (Minna von Barnhelm) büyük ilgi topladı. Sandor Hevesi’nin yönetmenliğinde, Jenö Heltai, Zsigmond Moricz, Ferenc Herczeg ve Lajos Zilahy gibi çağdaş Macar yazarlarının yapıtları kadar William Shakespeare, Lope de Vega ve Victorien Sardou’nun oyunları da repertuarında yer aldı. 1950’de Macaristan Cumhuriyeti Halk Sanatçısı olarak onurlandırıldı.
kaynak:nkfu
Nikolay Okhlopkov; (d. 15 Mayıs 1900, İrkutsk, Sibirya – ö. 8 Ocak 1967, Moskova), SSCB’li (Rus) deneysel tiyatro yönetmenidir.
Güzel sanatlar ve müzik öğrenimi gördü. 1922’de Moskova’daki Meyerhold Devlet Tiyatro Atölyeleri’ne girdi. 1923’te Meyerhold Tiyatrosu’nda oyunculuğa başladı. 1931-36 arasında Moskova’daki Gerçekçi Tiyatro’da yönetmenlik yaptı. Eski Yunan, Çin ve Japon tiyatrolanyla Shakespeare tiyatrosundan yola çıkarak, oyuncularla izleyiciler arasında yakın bir alışveriş oluşturmak amacıyla, tiyatro salonunun tam ortasında bir oyun alanı tasarladı. Çoğu zaman izleyici koltuklarını bu alanın içine kadar sokuyordu. Sovyet ideolojisiyle uyumlu, işçi sınıfına yönelik siyasal oyunlar sahnelemesine karşın, deneysel anlayışı nedeniyle 1930’larda yönetimin tepkisini çekince 1938’de Gerçekçi Tiyatro kapatıldı.
Ohlopkov 1938’den 1943’e değin Vahtangov Tiyatrosu’nda, 1943-66 arasında da Moskova Tiyatrosu’nda (1954’ten sonra Mayakovski Tiyatrosu) yapımcı olarak çalıştı. Ayrıca sinema yönetmenliği ve oyunculuğu da yaptı.
kaynak:nkfu
Kido Okamoto; (d. 15 Ekim 1872, Tokyo – ö. 1 Mart 1939, Japonya), yaklaşık 200 tarihsel Kabuki oyunu kaleme almış Japon oyun yazarı ve tiyatro eleştirmenidir.
1908’de Tokyo’da Niçiniçi adlı gazetede çalışırken oyuncu Sadanyi II. İçikava’nın Kabuki topluluğu için ilk oyunu olan İşin Zengo’yu yazdı. Bunu, tarihsel gerçeklere bağlılıkları ve şiirsel anlatımlarıyla dikkat çeken başka oyunlar izledi. Bunların en ünlüleri Şuzenci monogatari, Muromaçi goşo, Sasaki Takatsuna, Toribeyama şincu ve Bonço Sarayaşikidir. Okamoto yaşamının son yıllarında, konusunu gündelik yaşamdan alan Soma no Kinsan gibi oyunlar da yazmıştır.
1937’de Sanat Akademisi’ne giren Okamoto bu akademiye kabul edilen ilk oyun yazarı oldu. Yeni Kabuki (Şin Kabuki) adını alan akımın başlıca temsilcisi sayılan Okamoto’nun ayrıca birkaç romanı ve 100’den fazla öyküsü vardır. Romanları içinde en ünlüsü, dedektif Hanşiçi’nin serüvenlerini anlatan Hanşiçi torimono-ço’dur.
kaynak:nkfu
Joseph Papp; asıl adı Yosl Papirofsky (d. 22 Haziran 1921, Brooklyn, New York – ö. 31 Ekim 1991, New York, ABD), ABD’li tiyatro yapımcısı ve yönetmenidir. New York Shakespeare Festivali’nin ve Public Theatre’ın kurucusudur. ABD tiyatrosunun 20. yüzyılın ikinci yarısındaki önde gelen yenilikçi adlarındandır.
Hollywood’daki Actor’s Laboratory The-atre’da 1946’da oyunculuk ve yönetmenlik eğitimine, 1948’de de yöneticilik yapmaya başladı. 1950’de, ülke çapında turneye çıkarılan Arthur Miller’ın Death of a Salesman (Satıcının Ölümü) oyununda yardımcı teknik yönetmen olarak çalıştı. İki yıl New York kentinde, CBS televizyonunda sahne amirliği yaptıktan sonra, 1954’te Shakespeare Atölyesi’ni kurdu. Bu kuruluş 1960’ta New York Shakespeare Şenliği’ne dönüştü. Festival kentteki çeşitli yerlerde ve Central Park’ta açık havada halka parasız tiyatro gösterileri sundu. Topluluk 1962’de yeni yapılan Delacorte Tiyatrosu’yla, sürekli kullanacağı bir yapıya kavuştu.
Papp 1967’de çağdaş deneysel yapıtlar sahneleyen Public Theatre’ı kurdu. Sticks and Bones (1971), That Championship Season (1972) ve A Chorus Line (1975) gibi birkaç oyunu daha sonra Broadway’de de sahneye kondu. Manhattan’daki eski Astor Kütüphanesi yeniden düzenlenerek yedi salonlu bir tiyatro merkezine dönüştürüldü ve Public Theatre’ın kullanımına verildi. Papp ayrıca tiyatroyla ilgili kamu hizmetlerinde bulundu, Yale ve Columbia üniversitelerinde yönetmenlik dersleri verdi.
kaynak:nkfu
O tutkulu bir oyuncu, vazgeçmeyen bir kadın ve pes etmeyen bir anne. Kalbine inanç olarak işlediği ne varsa hep peşinden koşmuş. Kah babasının vazgeçtiği yerden sarılmış hayata, kah annesinin içinde kalanların peşinden sürüklenmiş. Ama sonunda kendi doğrularıyla hepimizin sevgilisi Suna Pekuysal olmuş…
Bir röportajında sormuşlar, “Geri dönme şansınız olsa neyi değiştirmek istersiniz?” diye. “Çocukluğumu yaşardım” demiş. Belki de oğlunun çocukluğunu yaşadığına şahit olmak, buna vesile olmak için vazgeçmedi ondan; sağlığından geçme pahasına.
Bunca güçlü ve kararlı olmak her insanın yapabileceği bir şey değil. O, bunu başarıp boynundaki madalyonu gururla taşımıştır eminim. Annemiz, babamız bize hep güzel yollardan öğretmezler hayatı. Şükürler olsun ki, Suna öğrendiklerini uygulamanın yolunu bulmuş. Ya da en azından benim hissettiğim bu.
Sen iyi ki var oldun kadın!
İyi ki doğdun!
Suna, 24 Ekim 1933’te İstanbul’da Hadiye Hanım ve İlhami Bey’in biricik kızları olarak dünyaya geldiğinde babacığı, ona, “Adile Suna” adını vermişti. Şu dünyaya sıradan bir “Merhaba” olmadı onunki. Kaderi, babasının kaderinden şekillendi. Belki de kararlarından demek daha doğru olurdu…
İlhami Bey, Harbiye’de okuyordu ve burada attan düşerek kalçasını kırmıştı. Dönemin tıp koşulları ve belki biraz da ihmal sebebiyle İlhami Bey’in kırığı yanlış kaynamıştı. 20’sinde gencecik bir delikanlıydı. Hayatını koltuk değnekleriyle geçiremeyeceğine karar verdi ve kendini önce yatağa sonra da hayata kapattı. Şu hayatta yaşayacağı çok az zamanı olduğuna inanıyordu; 7 yılı kaldığından habersizdi. 27’sinde hayata veda etmeden bir buçuk yıl önce komşu kızları Hadiye ile hiç çıkmadığı o yatağında evlendi. Adile Suna’sı doğduktan 7 ay sonra da dünyadan göçtü gitti. Adile, annesinin; Suna ise, çok sevdiği bir tangonun adıydı. Güzel kızına doğar doğmaz bu iki ismi uygun görmüştü.
İlhami Bey öldüğünde Soyadı Kanunu henüz çıkmamıştı. Suna’ya da annesinin soyadı Pekuysal’ı kullanmak düştü. Sanatla dolup taşacak gönlüne büyük bir aşk ve babasız kalbine de bir baba edineceği çocuk yaşlarını yaşıyordu Suna…
Suna, aslında Cağaloğlu Halkevinde büyümüştü. Sahneye sevdalı anneciği, burada, profesyonel tiyatronun olmadığı şu yıllarda, amatör tiyatroculuk yapıyordu. Suna’nın okul dışında kalan tüm zamanları annesiyle birlikte burada geçiyordu. Halkevi oyunlarının dekorunu hazırlayan Reşat Bulaner de, Suna’nın bir yanı asi, ama ille de güzel o kalbine ikinci baba oluvermişti.
Babası dekoru yapıyor, annesi o dekorda oynayan oyunculardan biri oluyordu. Tıpkı yıllar sonra kalbini kaptıracağı adamla yaşayacakları gibi…
Bu arada Suna, İstanbul Belediye Konservatuvarı Şan ve Bale Bölümü’nde öğrenim görüyordu. Armut anacığının dibine düşecekti elbet. 1949’da İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun çocuk bölümünde, Kadri Ögelman’ın “Artist Aranıyor” adlı oyununda ilk kez sahneye çıkacaktı 14’ünde. 3 sene sonra onu, Dram Bölümü’ne alacaklar ve Suna, bir daha hiç inmeyecekti sahneden…
Darülbedayi kurulmuş; ancak annesi Hadiye Hanım, ikinci evliliğinden dünyaya gelen iki kızının varlığı sebebiyle oraya geçememişti. Elbette bu tiyatrodan vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. En azından izleyici olarak da olsa hep devam edecek; ki çoğunda Suna’yı izleyecekti. Ona hep şöyle diyordu: “Beni sen tamamladın yavrum, sende gerçekleştirdim yapamadıklarımı”…
Suna, belki babasının kendine çizdiği kaderden şekillenen yolda yürüyordu; ama annesinin de hayalleri vardı. Bu muntazam bir uyumun madalyonu gibi gökyüzünden iniyor, aralarındaki bağı kuvvetli tutuyordu sanki.
Annesi gidemese de, bir gün Darülbedayi yolları Suna’ya göründü. Darülbedayi Çocuk Tiyatrosu kurucularından Ferih Egemen, Halkevine geldiğinde annesinin provasının bitmesini bekleyen küçük Suna’yı aldı ve götürdü. Henüz 13 yaşındaydı; ama Suna, “Efe Ali” adlı oyunda masal anlatan İnci Abla rolüyle Darülbedayiye ilk adımını atmıştı. Sonra Sihirli Pabuçlar geldi; Pollyanna’lar, Külkedileri, Kırmızı Kediler derken, sahneden pırıl pırıldı…
Çocuk oyunlarında oynuyordu, evet. Ama bu oyunlara çocukları bahane ederek büyükler de geliyordu. Artık Ankara’da konservatuvar okuma yolu görünmüştü. Çok yetenekliydi Suna. Ancak başvuru tarihini kaçırınca bu eğitimi almak kısmet olmadı. Zaman hızlı akıyordu. Bir sonraki başvuru tarihini beklemektense halihazırda Dram Tiyatrosu’ndan gelen küçük rolleri değerlendirdi. “Gelin” adlı oyundaki bulaşıkçı kız rolü, Suna’nın ilk önemli rolü oldu. Kalbi canına sığmıyordu. Oysa ikinci perdenin sonunda söylediği bir tek cümle vardı: “Af edersiniz efendim, geçiyordum da…”
Küçücük rollerle sahnede devleşmeyi öğrendiği Hocaları bakımından çok şanslıydı Suna. Vasfi Rıza, Reşit Gürzap, Şevkite Mav, Mahmut Moralı… Kimler yoktu ki!
Sonradan Ahududu oyununda misafir olarak yine çıkacaktı Şehir Tiyatrosu’na. Yıllar sonra Savaş Ay’a verdiği röportajında da şöyle diyecekti: “Darülbedayiden beri aşkımızın merkezi orasıdır”.
Suna’nın gönlü tiyatroyla dolup taşıyordu, evet; ama o zamanlar o en iyi rolleri kapmak da öyle kolay değildi. Sahneye had bilinerek çıkılırdı ve önce iyice pişmeyi beklemek gerekirdi. Öyle kolay yutulmazdı ya o lokma. Haliyle bu durumu kaldıramazdı genç bedenler; ne çok ağlarlardı bize rol verilmiyor diye…
Suna’da muziplik de vardı biraz. Bu hali bu konu ile birleşti ve şöyle bir anı bıraktı ona. Tepebaşı Dram Tiyatros’nda Cahide Sonku, Bedia Muvahhit, Şükriye Atay ve Şaziye Moral bir sohbetin ortasındaydı ki, Suna yanlarına geldi ve “Yahu ne zaman öleceksiniz de bir rol oynayabileceğiz?” deyiverdi. “O ne biçim laf!” diye çıkışsalar da pek eğlenmişlerdi doğrusu…
Elbette zamanı geldiğinde bu özel isimlerle aynı sahneyi paylaştı. Ama bu anları çok da kovaladı. Yeni Sahne’de “Çöpçatan” adlı oyun sergileniyordu. Bir gün Şükriye Atay, Suna’nın şansını döndürecek o cümleyi kurdu: “Yerime birini bulun, sesim çok kötü, galiba oynayamayacağım”. Suna’nın ise bundan haberi yoktu, o kulis kolaçan etme rutinini gerçekleştiriyordu. O sırada Atay’ın gözüne ilişti Suna. Birden “Ölü yıkayıcı geldi!” diye bağırıverdi…
Bu anı çok sonra şöyle dile getirecekti Suna: “Onun için geldiğimi zanneti herhalde, o anda sesi açıldı”.
Henüz dişinin kovuğunu dolduracak bir rol kapamamıştı Suna. Bunun için de sürekli kulislerde geziniyordu. Evet, yasaktı; ama onun umurunda mıydı hiç? Bir gün yine dalmış kulisten provayı izliyordu ki, Muhsin Ertuğrul’un eli kavrayıverdi kulağını. O gün, onu oracıkta “Kulis Faresi” ilan ediverdi…
Yine de uslanmak bilmiyordu işte. Bir başka oyunda da fark edilmemek için perdeye sarınmıştı. Tabii perdenin vakti geldiğinde kapanacağını hesaptan kaçırmıştı. Perde kapandığında üzerinde Kulis Faresi de onunla birlikte sahnenin ortasındaydı. Bu kız gerçekten de kovmakla gitmiyordu…
Sonraki yıllarda da provalardan nefret ettiği için Haldun Dormen, ona “Prova Cadısı” demeye başladı. Oyuna çıkana kadar öylesine sabırsızdı ki, oyuna çıktığında ise ondan keyiflisi yoktu.
Yıllar sonra Haldun Dormen, Suna Pekuysal’ı şöyle anlatacaktı: “Oraya çıkınca her şeyi unutturuyor, sanki dimdikmiş gibi görünüyor ve 18 yaşındaki bir gencin enerjisiyle seyircisini mest ediyordu”.
(Eşi Ergun Köknar ile)
Suna, sahnede bir yıldız olmuş parlıyordu adeta. Çok çalışıyor, işini aşkla yapmanın meyvelerini topluyordu. Elbette onun da hayatına bir erkeğin aşkı da dokunacaktı.
Gerçekten de çok çalışıyordu Suna, öyle yönetmenin verdiğiyle yetinmiyordu; oldukça disiplinliydi. Söz konusu tiyatro olduğunda odağında sadece o oluyordu ve haliyle Ergun’u (Köknar) da fark etmesi zaman alacaktı. 1963’te, Cevat Fehmi’nin “Küçük Şehir” oyununda bir rolü vardı. Yine onu derinlemesine çalışmanın peşindeydi. Dekorcu ve rejisör Ergun Köknar’a: “Seninle aynı yöre insanını oynuyoruz. O bölgedeki ağzı ortak tutturamazsak komik oluruz. Beni çalıştırır mısın?” dedi.
Ergun, aslında Suna’yı pek beğeniyordu; ama belli de etmiyordu. Şu aşkın ilk zamanları; söylese bir türlü, söylemese çatlatacak onu kalbine sığdıramadıkları… Çalıştılar birlikte. Suna kendini rolüne kaptırmış, Ergun da Suna’ya… Oyun sahnelenmeye başladı.
Sonunda Ergun’u çatlatacak olan şu kalbe sığmayanlar, sahnede patladı. Bir gün oyunu oynarlarken repliğini yarıda kesti Ergun, Suna’nın. Sahnede oyuncular kalakalmış, seyirci de anlamamıştı ne olduğunu. Şöyle bir baktı etrafına ve avaz avaz döküldü cümleler sanki dilinde; tek solukta: “Ey ahali, ey buradakiler! Hepiniz şahit olun ki, ben bu kızı tez vakitte Allah’ın emriyle alacağım”.
Herkes şaşkındı; ama en çok Suna. Sonrası hep sevgi, hep aşk… Suna’nın kalbinin yarısını dolduran tiyatronun yanına gelip yerleşti bu iri kıyım adamın hassas, sevgi dolu kalbinin yarısı.
Bu evlilik, onlara Sait Ali adını verdikleri bir de çocuk getirdi…
Evet, evlilikleri onlara bir bebek verdi; ama bu o kadar kolay olmadı. Onunki sıradan bir doğum değildi. Kendi bedenine getireceği değişiklikler olacaktı. Evliliği geciktirdiğinden, 39’unda hamileydi Suna. Bir film çekimi sırasında düşmüş ve omurgasına zarar vermişti. Dokuz ay boyunca bebeğin vereceği ağırlığı taşıması çok riskliydi. Ali Sait’i doktorların ve eşinin tüm itirazlarına rağmen doğurdu.
Kimseyi dinlememişti; kulağı anneliğindeydi. Ancak doğumdan bir soru işareti şeklinde çıktı. Omurgası iyice zedelenmişti. Pek çok ameliyat geçirse de görünümünde değişiklik olmadı.
Ama Suna bunu pek önemsemedi ve zamanla insanlara da unutturdu. Hem oyunculuğuna da engel olmasına izin vermemişti. Babasının içine kapandığı kaderinden doğan hayatı, onun oğluna ve oyunculuğa tutunduğu yerden aşkla devam ediyordu…
Suna’nın en uzun soluklu rolüydü Lüküs Hayat’taki. Bu müzikali Ekrem Reşit Rey 1933’te yazmış, Cemal Reşit Rey bestelerini yapmış, Haldun Dormen de 1984’te İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelemeye başlamıştı.
Sahneyi Zihni Göktay ile tam 14 sene aralıksız paylaştı. Bu onun kendi rekoruydu. Savaş Ay röportajında bunu hatırlattığında ise şöyle demişti: “Orada esas rekor Zihni’nin; 20 yıl oynadı”.
(Keloğlan)
Tiyatro gönlünü kaptırdığı ilk aşk olsa da, kamera karşısına da geçti elbet Suna. Kamera karşısına ilk kez 1951’de, “Evli mi Bekar mı” adlı kısa film ile geçti. Oynadığı ilk sinema filmi ise, 1952’de oynadığı “Can Yoldaşı” oldu.
Ömrüne neredeyse 250 oyun ve 100 film sığdırdı. Sinema ve tiyatronun Huysuz ve Tatlı Kadını olan Suna, sıcak aile komedilerinin de vazgeçilmez oyuncusuydu. Tıpkı tiyatroda olduğu gibi, sinemada da birçok kez küçük oyunları ile devleşti. Onun sıcacık gülüşü sizin de hatırınıza düştü mü? “Hayat Sevince Güzel” geçti şimdi gözlerimin önünden… “Hüdaverdi”yi de hatırladınız mı?
Peki ya Keloğlan’ın anası Suna’yı… Filmde hiç adının geçmediğini, yalnızca Keloğlan’ın ona, “Ana” dediğini fark etmiş miydiniz? Aslında belki de ihtiyacı yoktu; inanıyorduk çünkü, o, Keloğlan’ın anasıydı…
Yeşilçam’ın özel isimlerinden olmasının yanında bir de daha yakın zamanlardaki filmlerden de tanıyoruz onu aslında. Yedi Kocalı Hürmüz’de ne çok güldürmüştü yine örneğin…
(Yeter Anne)
Bir de TV dizileri vardı elbet. İlki 1979’da yayınlanan “Tatlı Çarşamba” oldu. Elbette pek çok dizide de vardı. Ancak birkaç tanesini söylemek gerekirse, 1993 – 1997 yılları arasında fırtınalar estiren “Süper Baba”da, 2002’de yayınlanan “Ekmek Teknesi”nde, 2004’te yayına başlayan “Avrupa Yakası”nda yer aldı.
Yine de dizi denildiğinde onu en çok Özkan Uğur ile başrolleri paylaştığı 2002’deki “Yeter Anne”den hatırlıyoruz. Bir röportajında bu dizideki rolü için şöyle diyordu Suna Pekuysal: “Yeter Anne’deki rol, sanki benim için yazılmış. Ben oynamıyorum ki; öyleyim. Sağım solum belli olmaz, birden parlarım. Ama bak insan olarak uysalımdır, her şeye uyarım. Parlasam da saman alevi gibi hemen sönerim; hiç kin tutmam”.
Büyük bir başarıydı onunki. Ömrünü, sevgisini adadığı tiyatroda, özellikle Lüküs Hayat ile yediden yetmişe her yaştan seyircinin gönlüne ulaşmış; bir tatlı nostalji yaşatmıştı. Bu oyunda tamamladığı 14 yıl ve Şehir Tiyatroları’nda dopdolu geçen 54 yılın ardından, 24 Ekim 1998’de Şehir Tiyatroları’ndan emekli oldu; ya da olması gerekiyordu. Ama o bunu “Sanatçının emeklisi olmaz. Sahnede ölmek istiyorum!” diyerek reddediyordu.
Haliyle bir köşeye çekilmedi ve devam etti. Joseph Kesselring’in yazdığı, Çetin İpekkaya’nın yönettiği, Şehir Tiyatroları’nda oynanan “Ahududu”da misafir oyuncu olarak bulundu. Yine sahnede parlıyordu…
Rolün büyüğüne küçüğüne bakmadan sahnede olmanın mutluluğunu yaşayan ve bunu syircisine hissettiren Suna Pekuysal, her zaman Türk tiyatro ve sinemasının en iyileri arasında anıldı. Elbette sanat yaşamı boyunca birçok ödül de kazandı.
1979’da Fakir Baykurt’un uyarlaması “Tırpan”daki rolüyle 1980 Avni Dilligil ve Ulvi Uraz Ödülleri’ne; “Lüküs Hayat”taki enfes performansıyla da 1986 Sanat Kurumu ve 1987 İsmail Dümbüllü Ödülleri’ne layık görülmüştü.
1997’de gerçekleşen 16. İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödülü verilirken, 2003’te gerçekleşen 25. Siyad Türk Sineması Ödülleri’nde de “İnşaat” filmindeki rolüyle “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” oldu.
Sanatla var olmuş, sanatla yaşamıştı. Ancak nihayetinde ölümlü dünyaydı. Neyse ki bu huysuz ve tatlı kadın da ölümsüzlüğü keşfedenlerdendi. Sanatçı olmanın getirdiği huzurla gidecekti bu dünyadan…
17 Temmuz 2008’de evinde düştü ve kalça kemiğini kırdı. İstanbul Tıp Fakültesi’nde tedaviye alındı. Ameliyatın ardından yoğun bakıma alınmış ve solunum cihazına da bağlanmıştı. Ancak bedeni sadece 5 gün dayanabildi. 22 Temmuz’da, saat 10.30’da Suna Pekuysal’ın kalbi durdu.
İstanbul Şehir Tiyatrosu Reşat Nuri Sahnesi’nde ona yakışır bir veda töreni düzenlendi. Oğlu, annesini uğurlayacak son konuşmasını yaptı. Suna Pekuysal, Merkezefendi Mezarlığı’na defnedildi.
Bir şeylere bunca bağlı ve tutkulu yaşamayı bilmiş bir kalbin durması bilinen tüm ölüm gerçekliği karşısında bile ne şaşırtıcı aslında. Her rolün hakkını veren, adını andığımızda dahi yüzümüze bir tebessüm yerleştiren özel kadın…
Bir Suna Pekuysal geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
André Antoine; (d. 31 Ocak 1858, Limoges – ö. 19 Ekim 1943, Pouliguen, Fransa), doğalcı tiyatronun öncülerinden olan tiyatro ve sinema yönetmeni, oyuncu, eleştirmendir. 1914’te İstanbul’a giderek bugünkü Şehir Tiyatrolarının temeli olan Darülbedayi-i Osmani’nin kuruluş çalışmalarını yönlendirmiştir.
Büyük ölçüde kendi kendini yetiştiren Antoine, 1887’de dönemin doğalcı oyun yazarlarının yapıtlarını sahnelemek üzere Théâtre-Libre’i kurduğunda bir yandan Paris Havagazı Şirketi’nde çalışıyor, bir yandan da oyunculuk yapıyordu.
Théâtre-Libre, en verimli dönemi olan 1887-93 arasında Fransız izleyicisine Brieux, Ibsen, Hauptmann, Strindberg gibi yazarların yapıtlarını tanıttı. Modern Fransız tiyatrosunu önemli ölçüde etkileyen Théâtre-Libre’in, başta Berlin’deki Freie Bühne ve Londra’daki Independent Theatre olmak üzere, dünyanın çeşitli yerlerinde çok sayıda benzeri ortaya çıktı. Antoine mali sıkıntı nedeniyle 1896’da tiyatrosunu kapattı. Théâtre de l’Odéon’da yönetmen olarak da çalıştığı bir yıllık aradan sonra, Théâtre-Antoine’ı kurdu ve ilk topluluğunun oynadığı türde yapımlarla izleyici karşısına çıktı.
1906’da, Odéon’un tek yönetmeni olarak atandı. Burada sekiz yıl çalıştıktan sonra görevden ayrıldı. İlk olarak 1894’te gittiği istanbul’a 1914’te, belediye başkanı Cemil Paşa’nın (Topuzlu) davetiyle bir kez daha gitti. Darülbedayi-i Osmani’nin kuruluş çalışmalarını yönetti. Bir eğitim programı hazırladı; sınavla okula yetenekli öğrenciler alınmasını sağladı. Ama I. Dünya Savaşı başlayınca ülkesine döndü. Daha sonra tiyatro eleştirileri yazdı ve sinema çalışmaları yaptı. Les frères corses (1915; Korsikalı Kardeşler), Mademoiselle de la Seiglière (1920) ve L’Artésienne (1921) gibi filmleriyle, aşırı derecede yenilikçi bir yönetmen olarak dikkat çekti.
Antoine, geleneksel tiyatronun kalıplarını sarsmış ve doğalcı tiyatronun yerleşmesine katkıda bulunmuştur. Stanislavski, Otto Brahm, Jacques Copeau, Muhsin Ertuğrul gibi kimi önemli tiyatro adamlarının yetişmesinde emeği geçmiştir. Sinemada gerçekçiliğin gelişmesine olan katkıları ise, ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında anlaşılabilmiştir.
kaynak:nkfu
Tiyatro, sinema
ve dizi oyuncusu (D. 16 Haziran 1952, İstanbul – Ö. 3 Ekim 2018, İstanbul). Tam
adı Ahmet Yıldırım Öcek. Televizyon
kariyerine ilk adımı Atilla Arcan ve Yalçın Menteş ile attı. Profesyonel
anlamda ilk oyununu Nejat Uygur Tiyatrosu’nda yaptı ve oyunculuğu Uygur’dan
öğrendi. ‘Avrupa Yakası’ ve ‘Zengin Kız Fakir Oğlan’ dizisinde canlandırdığı
rollerle izleyicinin beğenisini kazandı.
3
Ekim 2018’de hayatını kaybeden Yıldırım Öcek’in Feridun Öcek ve Eser Seçkin
Öcek isminde iki çocuğu var.
Acı
haberi, Öcek’in meslektaşı tiyatrocu İrfan Kangı Instagram hesabından şu
sözlerle duyurdu:
“Bir
güzel adamı, bir şahane adamı daha kaybetmişiz bugün. Neşeli bir şekilde oyuna
hazırlanırken geldi acı haber. Bu akşam tüm alkış ve kahkahalar, dualarımızla
Yıldırım abimize. Ruhu şad, mekanı cennet olsun. “
Rol Aldığı Bazı Diziler:
Canım
Benim (Atıf, 2012)
Evvel
Zaman Hikayesi (2011)
Halil
İbrahim Sofrası (Başkan, 2010)
Papatyam
(Ömer, 2009-2011)
Mert
İle Gert (Emelin Babası, 2008)
Aşkın
Mucizeleri (Doktor, 2004)
Avrupa
Yakası (Sadettin Yerebakan, 2004-2009)
Patron
Kim (Ayhan, 2003)
Ekmek
Teknesi (2002)
Üvey
Baba (Ekrem, 2000)
Dikkat
Bebek Var (2000)
Deli
Yürek (Halil İbrahim, 1999)
Ayrılsak
da Beraberiz (Niyazi, 1999-2003)
Ruhsar
(1997)
Böyle
mi Olacaktı (Esra’nın Patronu, 1997)
Gurbetçiler
(Relax Cihat, 1996)
Çiçek
Taksi (Sadi, 1995)
Rol Aldığı Bazı Filmler:
Tatlı
Bela ( 2018)
Oldu
mu Şimdi? (Müsteşar Eşref, 2016)
Figüran
( 2014)
Asla
Vazgeçme ( 2014)
Artiz
Kahvesi (Rejisör, Video 2013)
Semum
(Emlakçı, 2007)
Herşey
Oğlum İçin (Hakim, TV Filmi 2001)
Altın
Yumruk İstanbul’da (Resepsiyonist, 2001)
Babamın
Günahı (Baba, TV Filmi 1998)
Postacı
Kapıyı Ara Sıra Çalar (TV Filmi 1993)
Hoş
Memo (TV Filmi 1993)
KAYNAKÇA:
Ünlü oyuncu Yıldırım Öcek hayatını kaybetti (hürriyet.com.tr,03.10.2018), Yıldırım
Öcek (sinematurk.com,03.10.2018), Yıldırım Öcek (diziler.com,03.10.2018), Yıldırım
Öcek (beyazperde.com,03.10.2018).
Tiyatro,
sinema ve dizi oyuncusu. 1 Temmuz 1939 tarihinde İstanbul’da doğmuştur.
İstanbul Atatürk Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra Beşiktaş Belediye
Konservatuarı Tiyatro Bölümünden mezun olmuştur. Yeni 50 Türk lirasının arka
yüzündeki Fatma Aliye Hanım, Suna Selen’in anneannesidir. Pamuk Prenses ve Yedi
Cüceler filminde canlandırdığı kötü kraliçe rolü ile izleyicilerin hafızasına
kazınmıştır.
Zincirbozan
filminde Rahşan Ecevit’i canlandıran Suna Selen, birçok ve dizide rol almıştır.
Kendisi son olarak New York’da Beş Minare, Kara Murat Mora’nın Ateşi ve
Devrimden Sonra adlı sinema filminde oynamıştır. Oyunculuk kariyerine Hayat
Devam Ediyor adlı dizi film ile devam etmiştir.
Suna
Selen, Münir Özkul ile 6 yılı evli olmak üzere 14 yıl beraber yaşadılar, bu
evlilikten Güner Özkul (d. 1 Şubat 1966) adında bir kızı olmuştur.
Şimdiye
dek 100’den fazla film ve dizide rol alan Suna Selen, 2018’de ekranlara gelen
“Kızım” dizisi oyuncu kadrosunda yer aldı.
Tiyatro Ödülleri:
İsmet
Küntay Tiyatro Ödülleri 2016 – “Nadide Küntay Emek Ödülü”
Sinema Ödülleri:
En
İyi Kadın Oyuncu (Gönderilmemiş Mektuplar) / 22. İstanbul Film Festivali 2003
En
İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri) / 5. Ankara Film
Festivali 1993
En
İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Pamuk Prenses Ve 7 Cüceler) / 8. Antalya Film
Şenliği 1971
Rol Aldığı Bazı Tiyatro
Oyunları:
Tersine
Dünya / Oyuncu – 2015
Kalpak
/ Buck nine – 2013
Antigone
/ Müzisyen – 2012
Arıza
/ Oyuncu – 2006
Home
Sweet Home / Oyuncu – 2004
Gel
Evlenelim Yürü Boşanalım / Yargıç / Nikah Memuru – 2000
Küçük
Burjuvalar / Suflöz – 1993
Fırtına
/ Suflöz – 1991
Budala
/ Oyuncu – 1990
Rol Aldığı Bazı
Diziler:
Kızım
(Müfide (Uğur’un Annesi, (2018)
Bizim
Hikaye (Zeliha Hala, 2017)
Kadim
Dostum (Mara Hanım, 2014)
Hayat
Devam Ediyor (Kadriye Altındağ, 2011-2012)
Başrolde
Aşk (Babaanne, 2011)
Talih
Kuşu (Döndü, 2008)
Tutkunum
Sana (Hadiye, 2006)
Doktorlar
(Azize Nine, 2006-2008)
Yeniden
Çalıkuşu (Feride, 2005)
Yağmur
Zamanı (2004)
Sihirli
Annem (Mevhibe Hala, 2005)
Hızma
(Ebe, 2002)
Sırtımdan
Vuruldum (Naciye, 1997)
Şehnaz
Tango (1994)
Lüküs
Hayat (1989)
Keşanlı
Ali Destanı (Şerif Abla, 1988)
Çalıkuşu
(Öğretmen, 1986)
Bugünün
Saraylısı (Berrin, 1985)
Üç
İstanbul (Prenses, 1983)
Rol Aldığı Bazı Filmler:
İstanbul
Muhafızları: Ab-ı Hayat Çeşmesi (Ayşen, 2018)
Ev
Kira Semt Bizim (2018)
8
(Sekiz) (2018)
Yeni
Başlayanlar İçin Hayatta Kalma Sanatı (2017)
Cingöz
Recai (Berber Ömer’in Annesi, 2017)
Somuncu
Baba Aşkın Sırrı (Fatma Ana, 2016)
Vezir
Parmağı (Ayşe Hatun, 2016)
Uzaklarda
Arama (Samime, 2015)
Huzurevi
(Cennet, Kısa Film 2015)
Şipşak
Anadolu (2013)
Mc
Dandik (Karadul, 2013)
Kusursuzlar
(Selma Teyze, 2013)
Devrimden
Sonra (Yaşlı Kadın, 2011)
Son
İstasyon (Hacer, 2010)
Zincirbozan
(Rahşan Ecevit, 2007)
Bulutları
Beklerken (Selma, 2003)
Fidan
Hanım’a Ne Oldu (Fidan Hanım, TV Filmi 2001)
Zümrüt
/ Gözlerim Aklına Gelirse (Vasfiye, TV Filmi 2000)
Doğum
Yeri Absürdistan (Emre’nin annesi, 1999)
Şahmaran
(Menekşe, 1993)
Sarı
Tebessüm (1992)
Ölürayak
(1991)
Pamuk
Hemşire (1990)
Unutamadığım
(Ayşe Hanım, 1987)
Fırtına
Gönüller (1984)
İffet
(İffet in Teyzesi, 1982)
Kürtaj
(Talat’ın Annesi, 1981)
Sahte
Kabadayı (Şarkıcı, 1976)
Oy
Emine (1975)
Yüreğimde
Yare Var (Şaziment, 1974)
Gurbetçiler
(Zeynep, 1973)
Yetimler
Ahı (1972)
Yedi
Kocalı Hürmüz (Havva, 1971)
Küçük
Hanımın Şoförü (Fatoş, 1970)
Sürtüğün
Kızı (Huriye, 1967)
Bir
Millet Uyanıyor (1966)
Suçlu
Çocuklar (1965)
Kezban
(Nilüfer, 1963)
Kolsuz
Bebek / Üç Öykülü Film (1961)
Gecelerin
Ötesi (Sema, 1960)
KAYNAKÇA:
Suna Selen (haber7.com, 12.10.2018), Suna Selen (tiyatrolar.com.tr,
12.10.2018), Suna Selen (tv8.com.tr, 12.10.2018), Suna Selen (sinematurk.com,
12.10.2018), Suna Selen (diziler.com, 12.10.2018), Suna Selen (haberler.com,
12.10.2018).
Tiyatro,
sinema ve dizi oyuncusu. 10 Aralık 1982, İstanbul doğumlu. İstanbul
Bahçelievler Ticaret Meslek Lisesi ve Haliç Üniversitesi Tiyatro ve Oyunculuk Bölümü
mezunu. Konservatuvar da öğrenci olduğu yıllarda Bakırköy Belediye
Tiyatroları’nda oyunculuk yapmaya başladı. Mezun olduktan sonra da bu kurumda
çalışmaya devam etti.
Tiyatro
oyunculuğunun yanı sıra dizi filmlerde de rol alan Mercan “Suskunlar adlı
TV dizisinde canlandırdığı Zeki karakteri ile tanındı. Asla Vazgeçmem, Muhteşem
Yüzyıl: Kösem Sultan ve Kayıtdışı gibi dizilerde rol aldı.
Şimdiye
dek 14 film ve dizide rol alan Tugay Mercan, 2018’de ekranlara gelen “Kızım”
dizisinde Uğur karakterini canlandırdı.
Rol Aldığı Bazı Tiyatro
Oyunları:
Gül’e
Ağıt / Oyuncu – 2009
Külhanbeyi
Müzikali / Oyuncu
Rol Aldığı
Diziler:
Kızım (Uğur, (2018)
Dip (2018)
Kayıtdışı (Benjamin
2017)
Muhteşem Yüzyıl:
Kösem (Sultan İbrahim Han, 2016)
Asla Vazgeçmem (Cahit
Kozan, 2015-2016)
A.Ş.K. (Orhan, 2013)
Tatar Ramazan (Simitçi
Emin, 2013)
Suskunlar (Yanık
Zeki, 2012)
Kayıp Şehir (İsmail,
2012)
Es Es (Okan, 2009-2010)
Kollama (Hırsız)
2008)
Beşinci Boyut (Şeytan,
2005)
Rol Aldığı Filmler:
Şarkı Söyleyen
Kadınlar (2013)
Halam Geldi (Ferhat
(Baba, 2013)
KAYNAKÇA:
Tugay Mercan (haber7.com, 12.10.2018), Tugay Mercan (tiyatrolar.com.tr,
12.10.2018),Tugay Mercan (tv8.com.tr, 12.10.2018), Tugay Mercan (sinematurk.com,
12.10.2018), Tugay Mercan (diziler.com, 12.10.2018), Tugay Mercan
(haberler.com, 12.10.2018).
Tiyatro,
sinema ve dizi oyuncusu. 8 Ağustos 1988, Bursa doğumlu. Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih Coğrafya Fakültesinde Tiyatro eğitimi almıştır. Oyunculuğa Bursa Şehir
Tiyatrolarında başladı. İlk olarak Deniz Yıldızı dizisinde rol aldı. Halen Moda
Sahnesi’nin oyunlarında oynamakta ve DasDas Tiyatro’da tasarladığı çocuk
performansı gösterilmektedir.
Son
olarak Hangimiz Sevmedik, Oflu Hocanın Şifresi gii projelerde yer almıştır.
2017 yılından itibaren Selin Karpuzoğlu ile evlidir.
Şimdiye
dek 8 film ve dizide rol alan Alper Baytekin, 2018’de Kanal D ekranlarına gelen
Muhteşem İkili dizisinde Saffet karakterini canlandırdı.
Rol Aldığı Bazı Tiyatro
Oyunları:
Köleler
Adası / Arlequin – 2018
Şef
Fırfır ve Yardımcısı Tüy / Yazar – 2017
Her
Kafadan Bir Ses / Oyuncu – 2016
En
Kısa Gecenin Rüyası / Snug – 2015
Yamuk
Yemek / Alper – 2015
Buyur
Bi de Burdan Bak / Oyuncu – 2015
6
Oyuncu Yönetmenini Arıyor / Yönetmen – 2014
Hamlet
/ Oyuncu Kraliçe – 2013
Rol Aldığı
Diziler:
Muhteşem
İkili (Saffet, 2018)
Seven
Ne Yapmaz (İsmet, 2017)
Hangimiz
Sevmedik (Yakacıklı Yamuk Yadigar, 2016)
Hayata
Beş Kala (2011)
Deniz
Yıldızı (2009)
Rol Aldığı Filmler:
Çakallarla
Dans 4 (Sebati, 2016)
Öyle
ya da Böyle (2015)
Sol
Şerit (Himmet, 2015)
KAYNAKÇA:
Alper Baytekin (tiyatrolar.com.tr, 18.10.2018), Alper Baytekin (kanald.com.tr,
18.10.2018), Alper Baytekin (sinematurk.com, 18.10.2018), Alper Baytekin (diziler.com,
18.10.2018), Alper Baytekin (beyazperde.com, 18.10.2018).
Tiyatro,
sinema ve dizi oyuncusu. 1986 yılında Rize’de doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu Tiyatro oyunculuğuna Bornova Belediyesi Şehir
Tiyatrosunda başladı. 2013 yapımı A.Ş.K ve 2015 yapımı Kara Sevda dizilerinde
yer aldı.
Şimdiye
dek 10 film ve dizide rol alan Gökay Müftüoğlu, 2018’de Kanal D ekranlarına
gelen Muhteşem İkili dizisinde Hasan karakterini canlandırdı.
Rol Aldığı Bazı Tiyatro
Oyunları:
Cimri
/ La Fleche – 2014
Lord
/ Oyuncu – 2013
Rol Aldığı
Diziler:
Muhteşem
İkili (Hasan, 2018)
Ver
Elini Aşk (Oğuz, 2017)
Kara
Sevda (Salih, 2015-2016)
Emanet
(Caner, 2014)
A.Ş.K.
(Fırat, 2013)
Ağır
Roman Yeni Dünya (Türker, 2012)
Cennetin
Sırları (Onur, 2011)
Rol Aldığı Filmler:
Dünya
Hali (2018)
Yolunda
A.Ş.- Çinçin Bağları Hikayesi (2014)
Sivil
(2013)
KAYNAKÇA:
Gökay Müftüoğlu (tiyatrolar.com.tr, 18.10.2018), Gökay Müftüoğlu
(kanald.com.tr, 18.10.2018), Gökay Müftüoğlu (sinematurk.com, 18.10.2018),
Gökay Müftüoğlu (diziler.com, 18.10.2018), Gökay Müftüoğlu (beyazperde.com,
18.10.2018).
Tiyatro,
sinema ve dizi oyuncusu, seslendirme sanatçısı ve sunucu. 1 Eylül 1957, Gölcük,
Kocaeli doğumlu.
Gazi
Üniversitesi Teknoloji Eğitimi Seramik Bölümü mezunu olan Oruçkaptan, önce
TRT’de daha sonra özel televizyon kanallarında sunuculuk yaptı. Televizyon
dizileri ve sinema filmlerinde rol aldı. Seslendirme çalışmaları da yapan
sanatçı, son dönemde alışılagelenin aksine, kamera karşısından tiyatroya
geçerek Çığır Sahne’de Vagina Monologları adlı oyunda oynadı. Otel İstanbul
adlı filmde müzik yapımcılığını yaptı. Kanal T’de TV Programı yapmaktadır.
Müge
Oruçkaptan, evlenip boşandığı ilk eşinden İris Tolga Karaküçük (d.13 Şubat
1980) adında bir çocuğu vardır. 1990 yılında tiyatrocu Levent Özdilek ile
evlendi ve 1998 yılında boşandı.
1
Eylül 2012 tarihinde Baran Rasim Kaçmaz ile evlendi. Onur Akay nikah şahitleri
oldu. Müge Oruçkaptan, 2005 yılında “Otel İstanbul” adlı filmde müzik
yapımcılığını yaptı. Başkent İletişim Bilimleri Akademisi’nde diksiyon,
spikerlik, sunuculuk ve seslendirme dersi vermektedir.
2013
yılında “Vay Başıma Gelenler” adlı sinema filminde Hüsnü Şenlendirici, Metin
Keçeci, Merve Altınkaya, Sinan Bengier, Oya Aydoğan ile beraber oynadı.
Rol Aldığı
Yapımlar:
Ayrılık
– 2009
Umut
– 2008
Hasret
– 2006
Kül
– 2006
İki
Aile – 2006
Annenin
Oyunu – 2006
Hafız
– 2006
Anne
Ya da Leyla – 2005
Otel
İstanbul – 2005
Ayva
Sarı Nar Kırmızı – 2004
Aşkımızda
Ölüm Var – 2004
Gelin
– 2003
Keje
– 2002
Samyeli
– 2000
Tirvana
– 2000
Propaganda-
1999
Şara
– 1999
Bücür
Cadı – 1999
Bir
Filiz Vardı – 1998
İntizar
– 1997
Deli
Divane – 1997
Hüznün
Yüzü – 1997
İlk
Aşk – 1997
Canısı
– 1997
Anılardaki
Sevgili – 1996
Sahte
Dünyalar – 1995
Mirasyediler
– 1995
Süper
Baba – 1993
KAYNAKÇA:
Müge Oruçkaptan (sozcu.com.tr, 19.10.2018), Müge Oruçkaptan (sinematurk.com,
19.10.2018), Müge Oruçkaptan (diziler.com, 19.10.2018), Müge Oruçkaptan
(beyazperde.com, 19.10.2018).
Tiyatro,
sinema ve dizi oyuncusu. 20 Ağustos 1990, İstanbul doğumlu. Çemberlitaş Kız
Lisesini bitirdikten sonra Kenter Tiyatrosu’nda kısa bir eğitim aldı. İstanbul
Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü mezunudur. Şarkıcı Can Bonomo
ile (2018) evlidir.
İlk
profesyonel deneyimi olan; Güzel Şeyler Bizim Tarafta adlı tiyatro oyunundaki
Ayşe rolüyle, 16. Sadri Alışık Sinema ve Tiyatro Ödülleri’nde, Efes Özel
Ödülü’nü ve Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Genç Yetenek Ödülü’nü almayı
başardı. Performansıyla önce senarist Ece Yörenç’in ardından da yapımcı Kerem
Çatay’ın ilgisini çekip 20 yaşında oyuncu olmuştur. Kuzey Güney adlı tv
dizisinde, Cemre Çayak karakterini, Kara Para Aşk adlı tv dizisine İpek
karakterini oynadı
Şimdiye
dek 9 film ve dizide rol alan Öykü Karayel, 2018’de Kanal D ekranlarına gelen
Muhteşem İkili dizisinde Avukat Yağmur karakterini canlandırdı.
Ödülleri:
En
İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (dram) (İşe Yarar Bir Şey) / 23. Sadri Alışık
Ödülleri 2018
Rol Aldığı
Diziler:
Muhteşem
İkili (Yağmur, 2018)
Kalp
Atışı (Eylül Erdem, 2017)
Toz
(Azra, Sinema Filmi 2016)
Son
Destan (İpek, 2016)
Muhteşem
Yüzyıl: Kösem (Dilruba Sultan, 2015)
Kara
Para Aşk İpek, 2014)
Kuzey
Güney (Cemre Çayak, 2011-2012)
Rol Aldığı Filmler:
İşe
Yarar Bir Şey (Canan, 2017)
Put
Şeylere (2017)
Bulantı
(Aslı, 2015)
KAYNAKÇA:
Öykü Karayel (kanald.com.tr, 18.10.2018), Öykü Karayel (sinematurk.com,
18.10.2018), Öykü Karayel (diziler.com, 18.10.2018), Öykü Karayel (beyazperde.com,
18.10.2018).
Tiyatro,
sinema ve dizi oyuncusu. 1981 doğumlu. Anadolu Üniversitesi Devlet
Konservatuarı Tiyatro Bölümü mezunudur.
Şimdiye
dek 9 film ve dizide rol alan Sabahattin Yakut, Tatlı İntikam ve 2014 yapımı
Şeref Meselesi dizilerinden sonra 2018’de Kanal D ekranlarına gelen Muhteşem
İkili dizisinde Volkan Önder karakterini canlandırdı.
Rol Aldığı Bazı Tiyatro
Oyunları:
Ermişler
Ya Da Günahkarlar / Yönetmen – 2015
Suretsizler
/ Oyuncu / Yazar – 2015
Soytarılar
/ Yönetmen – 2014
Kırık
Merdiven / Yazar – 2013
Bir
Kurşun Deliğine Kaç İnsan Sığar / Oyuncu / Yönetmen / Yazar / Yönetmen – 2012
Dertsiz
Oyun / Oyuncu – 2012
Bir
İnfazın Portresi / Oyuncu – 2012
Karagöz’üm
Hacivat’ım / Oyuncu – 2011
Sevgili
Pazartesilerim / Dış Ses
Rol Aldığı
Diziler:
Muhteşem
İkili (Volkan Önder, 2018)
7
Yüz (Alihan 2017)
Rol Aldığı Filmler:
Can
Feda (2018)
Arapsaçı
(Kamil, 2018)
Dört
Köşe (Şükrü, 2017)
Çetin
Ceviz 2 (Kudret, TV Filmi 2016)
Yav
He He (2015)
Tuhaf
Zamanlar (Müşteri, Kısa Film 2015)
Jin
(Kahya, 2012)
KAYNAKÇA:
Sabahattin Yakut (tiyatrolar.com.tr, 18.10.2018), Sabahattin Yakut (kanald.com.tr,
18.10.2018), Sabahattin Yakut (sinematurk.com, 18.10.2018), Sabahattin Yakut (diziler.com,
18.10.2018), Sabahattin Yakut (beyazperde.com, 18.10.2018).
Oyuncu
/ Yönetmen, tiyatro, sinema ve dizi
oyuncusu. 30 Ağustos 1961, Kars doğumlu. 1975 sezonunda Bursa Devlet
Tiyatrosu’nda açılan Gençlik Kursları ile tiyatro eğitimi alan sanatçı, 1980
yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nü kazandı. 1985 yılında buradan
mezun olup, aynı yıl Bursa Devlet Tiyatrosu’nda sanat yaşamına başladı. 1989
yılında İstanbul Devlet Tiyatroları’na tayin olan Algöz, birçok oyunda rol
aldı, dizi ve sinema filmlerinde oynadı. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda oyuncu
olarak çalışmaktadır.
‘Pek
Yakında’, ‘Ali Baba ve 7 Cüceler’, ‘Arif v 216’ son dönemde yer aldığı önemli
filmlerdir. Son olarak ise Bir Deli Sevda dizisinde yer almıştır. 2007 yılında Kurtlar Vadisi Pusu dizisinde
Yalçın Yıldız karakterine hayat vermiş ve ünlenmiştir.
Şimdiye
dek …film ve dizide rol alan Zafer Algöz, 2018’de Kanal D ekranlarına gelen
Muhteşem İkili dizisinde Yüksel Amir karakterini canlandırdı.
Tiyatro
Ödülleri:
Vahşet
Tanrısı / Lions Tiyatro Ödülleri 2010 – “En İyi Komedi Erkek Oyuncu”
Rol Aldığı Bazı Tiyatro
Oyunları:
Coriolanus
/ Oyuncu / Yönetmen Yardımcısı – 2016
Münasabetsiz
/ Oyuncu – 2012
Babaanem
100 Yaşında / Yönetmen – 2012
Vahşet
Tanrısı / Oyuncu – 2009
Amadeus
/ Oyuncu – 2006
Güneş
Çocuklar / Reji Ses – 2003
Arturo
Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı / Oyuncu – 1999
Bina
/ 2. Adam / Asistan – 1995
Dün
Gece Yolda Giderken Çok Komik Bir Şey Oldu / Hysterium – 1991
Ballar
Balını Buldum (Yunus Emre) / Derviş Yunus – 1989
Ödülleri:
En
iyi erkek oyuncu (Kaçma Birader) / 22. Sadri Alışık Ödülleri 2017
Rol Aldığı Bazı Diziler:
Muhteşem
İkili (Yüksel, 2018)
Börü
(Osman Alan, TV Dizisi2018)
Bir
Deli Sevda (Faruk, 2017)
Hayatımın
Aşkı (Hikmet, 2016)
İntikam
(Haldun Arsoy, 2013-2014)
Beni
Böyle Sev (Menteş, 2013-2014)
Mor
Menekşeler (Yorgancı İshak, 2011)
Mükemmel
Çift (Haluk Karaman, 2010)
Behzat
Ç. Bir Ankara Polisiyesi (İstihbarat Başkanı, 2010-2011)
Kurtlar
Vadisi Pusu (Yalçın Yıldız, 2007-2009)
Cumhur
Cemaat (2007)
Hasret
(Süleyman, 2006)
Kapıları
Açmak (Kudret, 2005)
Çınaraltı
(Ali Bahtiyar, 2003)
Esir
Şehrin İnsanları (Zeybek Niyazi, 2003)
Cesur
Kuşku (Birol, 2001)
Akasya
Pasajı (2000)
Utanmaz
Adam (Korna Kamil, 1998)
Komşu
Komşu (Kerim, 1997)
Oğlum
Adam Olacak (Orhan, 1995)
Yazlıkçılar
(1993)
Saygılar
Bizden (Ali, 1993)
Rol Aldığı Bazı Filmler:
Görevimiz
Tatil (2018)
Deli
Aşk (Carol, 2017)
Arif
V 216 (Besim Toker, 2017)
Yok
Artık 2 (İzzet, 2016)
Kaçma
Birader (Muammer Kolçak, 2016)
Deli
Dumrul (2016)
Yahşi
Batı (Şerif Lloyd, 2009)
A.R.O.G.
(Doktor / Karga, 2008)
Salkım
Hanımın Taneleri (Durmuş, 1999)
Duruşma
(Selami, 1999)
Ağır
Roman (Gaftici Fethi, 1997)
KAYNAKÇA:
Zafer Algöz (tiyatrolar.com.tr, 18.10.2018), Zafer Algöz (kanald.com.tr,
18.10.2018), Zafer Algöz (sinematurk.com, 18.10.2018), Zafer Algöz (diziler.com,
18.10.2018), Zafer Algöz (beyazperde.com, 18.10.2018).
10 Ağustos 1927 Kilis doğumludur. Annesi öğretmen, babası ise subaydır. Nejat Uygur, 3 kardeşten ortanca olanıdır. Uygun, Kilis’te ünlü bir sanatçı tarafından keşfedilmiştir. Eğitim hayatını anne ve babasının mesleği nedeniyle Anadolu’nun farklı yerlerinde tamamlamıştır.
İlköğretimi Ezine, Siirt, İntepe’de okumuştur. Bu yıllarda tiyatroyla ilgilenmeye başlamıştır. Çanakkale, Sarıyer ve Manisa’da ortaöğretimi tamamlamıştır. Daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam etmiş, fakat mezun olamamıştır. 1943’te spora ilgi duymaya başlamıştır.
Su sporu ve atletizm’de başarılı olmuştur. Bunun dışında da profesyonel at biniciliği vardır. 1950 yılında evlenmiştir. (Eşi Necla Uygur). Tiyatroda tam anlamda 1949 yılında aktif olmuştur. ‘Nejat Uygur Tiyatrosu’ adı altında eğitimler vermeye başlamıştır. Nejat Uygur artık tiyatro turnelerine katılmaya başlamıştı.
13 yıl süren turneler sırasında 5 tane erkek evlat sahibi olmuştur. Süheyl ve Behzat adlı oğulları da kendisi gibi tiyatroya yönelmişlerdir. Nejat Uygur, geçirdiği bir hastalık nedeniyle 2007 yılında hayatını kaybetmiştir.
Nejat Uygur Borç Para Mevzusu İZLE
2007 – Altın Kelebek TV Yıldızları Yarışması “Tiyatroya Destek Yılı Özel Ödülü”
2006 – Kemal Sunal Kültür Sanat Ödülü “En İyi Tiyatrocu”
1999 – 22. Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri “Belkıs Dilligil Onur Ödülü”
2007 – Beyaz Melek
2004 – Vizontele Tuğba
1974 – Cafer’in Nargilesi
1971 – Cafer Bey İyi, Fakir Ve Kibar
1970 – Cafer Bey
Kaynak:Enson haber Biyografi
Sevgi dolu kalbi, hep gördüğümüz güçlü kadın rolleri ve artık erkeksi tavırları kendisiyle özdeşleştirmeyi başarmış kadın, Sezer Sezin.
Kim olduğuna ve bundan sonra ne olacağına karar verdiğinde daha çocuktu yaşı. Küçücükken bir anda tiyatro sahnesinde Kral’ın kızı olarak devleşiverdi ve yıllar sonra da hepimizin severek izlediği Şoför Nebahat oldu, Canımız Nebahat abla…
O erkeksi tavırlar, sert mizacı ve buna inat bakışının altından sızan sıcacık ışık hüzmesi ile o tam anlamıyla bir kadındı. Bize kendini sevdirmeyi bildi. Tek kötü yanı sinemaya erken veda edecekti, tıpkı erken başladığı gibi…
Sezer, 25 Ekim 1929’da İstanbul Eyüp’de doğduğunda anne ve babası ona Mesure Sezen adını verdi. Ama sanat yaşamına erkenden başlayacak olan Mesure, soyadını adı olarak kullanacaktı.
Sezer, ele avuca sığmayan çok yetenekli bir çocuktu. İlk ve ortaokula Eyüp’te gitti. Ancak bundan sonrasına devam etmedi. Okulu bıraktı. 90’ların furyası bunu gerektiriyordu sanırım. Yeteneği neredeyse ona yöneldi. Tıpkı dün yazdığım Harun Kolçak gibi.
Oyunculuğa ilgi duyuyordu. Bu sebepten tiyatroyla başladı ve bunun yanında bale dersleri de alacaktı.
İlk kez sahneye 1940’ta Eminönü Halkevi Tiyatrosu’nda çıktı. Henüz 11 yaşındaydı ve “Kral Oidipus” adlı oyunda Kralın kızını oynuyordu.
Henüz bir çocuktu ve hayat onun için erken başlamıştı. Bütün bunlar ona bir oyun gibi geliyordu belki. Ama ne olursa olsun, sonuçta adını Yeşilçam’a yazdıracaktı.
1944’te sinemaya ilk adımını attı. Bundan sonrası pek şenlikli olacak, herkes bu güzel kızı tanıyacaktı. İlk filmi 1944 yapımı “Hürriyet Apartmanı” oldu. 1945’te ise iki filmde oynadı, “Yayla Kartalı” ve “Köroğlu”. Küçük rollerde yer alıyordu. Bu bir bakıma çocuk yaşta olduğu düşünülürse, iyi bir şeydi. Yavaş yavaş, sağlam adımlarla ilerleyecekti.
Sezer, yine 1945’te Atilla Revüsü’nün “Bale Grubu”na katıldı. Bu gruptan Bakanların en büyük revüsü diye bahsediliyordu.
1946’da ise henüz 15 yaşında yeni yetme bir genç kızken “Vedat Örfi Bengü” ile birlikte “Sezer Tiyatrosu”nu kurdu. Bu tiyatro sadece bir yıl açık kalacaktı, ama nihayetinde bu cesur bir adımdı ve bu bir yıl boyunca da turneler yaptı.
Sezer, sinemada yükselişini 1948’de yani 17 yaşındayken yaşadı. 1948 yapımı “Damga” ile ciddi bir adım atmıştı. “Seyfi Havaeri”nin yönetmen koltuğuna oturduğu filmde Sezer, başrolü “Memduh Ün” ile paylaştı.
1949’da Lütfi Akad’ın yönettiği “Vurun Kahpeye” ile de herkesin tanıdığı ünlü biri olmuştu. Bundan sonra 1952 yapımı “Tahir ile Zühre” ve “Arzu ile Kamber” filmlerinde başrol oynadı.
Sezer, “Tahir ile Zühre” ve “Arzu ile Kamber” filminde Kenan Artun ile başrolü paylaştı. Film çekimleri için Bağdat’talardı ve filmde başlayan aşkın sonu evlilikle taçlandı.
Geri döndüklerinde, hiç zaman kaybetmeden hemen evlendiler. Bu evlilikten Sezer’in çocuğu olmadı. 1963’te de boşandılar.
Sezer Sezin, “Lütfi Akad, Memduh Ün, Atıf Yılmaz, Semih Evin” gibi Türk sinemasının önemli yönetmenlerinin en iyi çıkış yapan filmlerindeki isimdi.
Sanki oynadığı film çıkış yapıyor, yönetmenine de uğur getiriyordu. İşte tüm bu filmlerin toplamındaki başarısından ötürü Sezer Sezin’i, 1955’te “Film Dostları Derneği”, “Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu” ödülüne layık gördü
Giderek başarısını kanıtlıyordu Sezer. 1956’da kendisi gibi oyuncu eşi Kenan Artun ve İlham Filmer ile “Türk Eksport Film” şirketini kurdular ve bu şirketin prodüksüyonu ile 3 film çektiler.
Bu üç filmden biri olan “Kıbrıs’ın Belası Kızıl EOKA”, Kıbrıs sorununa değiniyordu ve bu konuda çekilmiş ilk filmdi. Ama Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan yumuşama ile film gösterimi fazla uzun sürmedi.
Bu hitap Sezer Sezin’in 1960’ta “Şoför Nebahat” isimli filmindeki rolünden sonra dillere pelesenk oldu. Hatta muhtemelen çoğumuz Sezer Sezin’i asıl bu rolle hahtırlar bugün.
Öyle ki, filmdeki Nebahat karakterinin erkeksi tavırlarını kendisiyle harmanlaması çok sevildi. Bundan böyle kendisine sonradan verdiği ismin yerini dahi alacak bir isim kazanmıştı, Şoför Nebahat.
Film çok beğenilmişti. Ee çok beğenilen şeylerin tadını damakta bırakmak olmaz. Bu sebepten 1964 – 1965’te iki devam filmi çekildi.
Sezer’in yıllar önce bir röportajında belirttiği üzere bu tipleme aslında “Atilla İlhan”a aitti. Ama Sezer’e de bir başka yakışmıştı. Zaten tüm sinema hayatı için şöyle bir genelleme yapabiliriz ki, Sezer Sezin hep güçlü kadın rollerindeydi. Sadece içlerinde “Şoför Nebahat” biraz daha fazla sevildi.
Sezer ikinci kez bu ödüle layık görülüyordu. Sadece bu sefer ödülü İzmir’den alacaktı. 1962’de oynadığı “Üç Tekerlekli Bisiklet” filmindeki başarısından dolayı, 1965 “İzmir Film Festivali”nde, “En Başarılı Kadın Oyuncu” ödülünü aldı.
Bundan başka bir de yabancı ortalığı olan bir filmde rol aldı. Sezer, 1963’te “L’immortelle” yani çevirisiyle “Ölümsüz Kadın” filminde oynadı. Bu film İstanbul’da çekiliyordu, ancak İtalyan – Fransız – Türk ortak yapımı bir filmdi.
Sezer Sezin, 1965’te ikinci kez Üner İlsever ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı oldu.
Sezer, eşiyle birlikte “Kadıköy İl Tiyatrosu”nu kurdu. Sevdiği adamları işine ortak etmeyi, onlarla beraber çalışmayı seviyordu belli ki.
Sezer, ilk önce 1967’de sinemayı bıraktı. 1970’lerin ortalarında da tiyatroya veda etti ve sonra da deri ticaretine atıldı.
Ama yine de sanat hayatı onu unutmadı. 1984’de “21. Altın Portakal Film Festivali”nde “Onur Ödülü” Sezer Sezin’e verildi. Yine 1993’te “12. İstanbul Film Festivali”nde “Jüri Onur Ödülü”ne layık görüldü.
O ne kadar oyunculuğu bıraktığını söylese de geçmişinin başarıları hala ödüllendiriliyordu.
Sezer Sezin 40 yıl sonra yeniden kamera karşısındaydı. Bir nevi jübilesini yaptı. 2007’de Safa Önal’ın yönetmen koltuğuna oturduğu “Hicran Sokağı” adlı dram filminde konuk oyuncu olarak rol aldı.
2008’de ise “Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali”nde “Sinema Onur Ödülü” ile ödüllendirildi.
2014’te Sezer Sezin yaşlılığa bağlı enfeksiyon tedavisi görmeye başladı. Bunun yanında Alzheimer de yakasına yapışmıştı.
Üç yıl boyunca devam eden tedavi sürecine dün yenik düştü. 20 Temmuz 2017’de yaşlılığı sebebiyle hayata gözlerini kapadı.
Güçlü kadın modelini canlandırdığı filmlerinin dışında, güçlüydü; yeryüzündeki her kadın kadar. Bize kendini sevdiren, erkeksi tavırlarıyla gönlümüzü çelen kadın, yolun ışık olsun.
Bu dünyadan güçlü, sevgi dolu bir kadın geçti. Adı, Mesure idi; Sezer idi; ama hepimize göre en çok Şoför Nebahat idi.
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bir çekirge kararlığında doğru sıçrayışlarla hayatını şekillendiren, 204 film ve 28 dizideki rollerin sahibi, kararlı adımlarla ünlenen adam, Fikret Hakan ya da gerçek adıyla Bumin Gaffar Çıtanak.
O şansıyla doğduğu ailesinin içinde kendi şansını yine kendisi yarattı. Kolay yolu seçmiş gibi görünürken aslında belki de yönünü daha zor olana çevirdi, kim bilir. Yine de o, üstlendiği her işin altından layıkıyla kalktı ve her zaman kendi doğruları için yaşadı.
Bu özelliği ile belki de özenilesi bir karakterdi…
Fikret, 23 Nisan 1934’te, tüm dünyanın şenlikle kutladığı o güne, Gaffar ve Fatma Belkıs’ın çocuğu olarak Balıkesir’de doğdu. O, her şeyden önce doğduğu günün çocuğuydu. Anne ve babası doğduğunda ona “Bumin Gaffar Çıtanak” adını verdi.
Eğitimli bir ailenin çocuğu olarak şanslı bir evde dünyaya gelmişti. Babası Edebiyat Öğretmeni, annesi de Başhemşireydi. Onun bu güzel çiftten öğrendiği çok şey olacak, ancak yine de Fikret kendi yolunda yürüyecekti.
Babası Gaffar Bey, Balıkesir’den Galatasaray Lisesi’ne atandığında ailecek İstanbul’a taşındılar. Artık hayatı burada şekillenecekti. İlk ve orta eğitiminden sonra liseye geçtiğinde aklı başında ve ne istediğine daha bu yaşlardan karar veren bir delikanlıydı.
Lisede gazetecilik merakına düşmüştü. Yazdıkları ve araştırdıkları da azımsanacak şeyler değildi. O dönem Abdi İpekçi, Halit Kıvanç gibi yaşıtlarıyla bir arada İstanbul Ekspres Gazetesi’nde röportajlarını ve küçük öykülerini yayınladı. Ancak erken yaşta kazandığı para ona tatlı gelmeye başlamıştı. Giderek okuldan daha da uzaklaştı. Sonunda Taksim Lisesi’nden ayrıldığında henüz 16 yaşındaydı.
Fikret okulu henüz bırakmıştı ki, gazetecilik serüveninin yanına bir de tiyatro sahnelerini ekledi. Okulu bırakmasıyla ilk kez sahneye çıkışı aynı zamana denk geliyordu. İlkez,1950’de “Üç Güvercin” operetinde palyaço rolüyle “Ses Tiyatrosu” sahnesindeydi. İşte o gün aynı zamanda adını “Fikret Hakan” olarak değiştirmeye karar verdi. Önsezisi kuvvetli bir gençti belli ki, dolu dolu bir hayat onu bekliyordu.
Bundan sonra yaşamını özgür düşünceleriyle şekillendirecek, hayat okulunda yoğurulacaktı.
Tiyatro sahnesindeki varlığından hoşnuttu Fikret, kendine verdiği yeni isimden de. “Ses Tiyatrosu, Cep Tiyatrosu, Küçük Sahne, Çığır Sahne, kendi kurduğu Sahne 8 ve Fikret Hakan Tiyatrosu”nda 1980 sonuna kadar sahneye çıktı.
Kendisini çok güzel tanımlıyordu: “Hayatımda üç sıçrayış yaptım; Babıali (Gazetecilik), Pera (Tiyatro) ve sinema”
Erken yaşta gazetecilik girişimiyle başladığı hayatında bahsettiği üçüncü sıçrayışı, 1953’te “Köprüaltı Çocukları” adlı sinema filmi oldu. Bu filmin ardından “Beyaz Mendil, Gelinin Muradı, Dokuz Dağın Efesi” ve “Üç Arkadaş” geldi.
Fikret Hakan, sinemada da aranan bir yüz olacağını kanıtlamıştı. Para kazanmaya başladıkça yaşam şeklini ve anlayışını da değiştirdi. Artık gece hayatı yaşamının bir parçası olmuştu örneğin ve sosyetenin kadınları da giderek ünlenen bu gencin etrafında şen kahkahalarla dolanıyordu.
1958’de askere gitmek için verdiği ara hariç sürekli sinema oldu hayatında. Ama artık onu daha yoğun bir çalışma temposu bekliyordu. Çünkü 1960’da oynadığı “Yılanların Öcü” ve “Karanlıkta Uyananlar” adlı sosyal içerikli sinema filmlerinden sonra artık neredeyse tanımayan, bilmeyen kalmamıştı Fikret Hakan’ı.
Yılda 15 film derken bu sayı 20’lere çıkmıştı ve Fikret yazmak yeteneğinden giderek uzaklaşıyordu. Hatta “Değil yazmak, uyumaya bile zaman bulamıyordum” şeklinde açıklayacaktı yıllar sonra bu günlerini.
Artık Fikret Hakan’ın yönü daha çok sinemaya dönmüştü.
Fikret Hakan evlendi
Herkesin kendisinden bahsettiği bir ünü yaşıyordu Fikret Hakan. Bahsettiğim gibi kadınlarla da arası daha iyiydi artık. Öyle ki kadınlarla ilişkileri flörtle sınırlı kalmayacak, birçok evlilik yapacak ve nihayetinde Yeşilçam’ın en çok evlenen aktörü olarak anılacaktı.
Bir sevgilisi vardı Fikret’in, Neşecan Paşmak. Neşecan’ın diğerlerinden farkı, 1962’de kızları Elif’i dünyaya getirmiş olmasıydı. Bu olay karşısında tüm gözler Fikret Hakan’a çevrilmişti, evlilik haberi bekleniyordu.
Çok zaman geçmeden gerçekten de evlilik haberi geldi, ama evlendiği kadın Neşecan değildi. Fikret Hakan, Valikonağı Caddesi’ndeki evinde tüm gözlerden uzakta yıldırım nikahı ile evlenmişti. Bu kişi Lale Sarı idi. Ancak bu evlilik 1 yıl bile sürmeden bitti.
Fikret, ikinci evliliğini 1963’te ünlü bir isimle yaptı; Semiramis Pekkan. O dönem en az Fikret Hakan kadar bahsediliyordu Semiramis Pekkan’dan.
İki ünlünün evliliğiydi yaşanan ve sadece 66 gün sürebildi. Üstelik yine gözlerden uzak bir nikahtı. Hoş dördüncü evliliği dışında hepsini bu şekilde gerçekleştirdi.
Fikret Hakan’ın sanat hayatı dolu dolu bir serüvendi. Kendisini tanımlarken kullandığı o üç sıçrayışın arasına 45’lik plaklar ve sunuculuk da sığdıracaktı.
Biz onu en çok aktör olarak tanımış olsak da, o bizim tanıdığımız Fikret Hakan olmak için kendini tanımladığı yollardan geçip de geldi. İşte bu süreçte onurlandığı ödüller de aldı.
1965’te “Keşanlı Ali Destanı”ndaki performansı için “Antalya Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı. Aynı ödülü bir kez daha 1968’de “Ölüm Tarlası” filmi ile de alacaktı.
1970’te ünlü yönetmen Peter Collinson, başrollerini Tony Curtis ve Charles Bronson’un paylaştığı “Paralı Askerler” filmi için Türkiye’ye geldiğinde Türk oyuncular için bir fırsat doğdu. Çünkü yönetmen filmin tamamını özellikle Türkiye’de çekmek istiyordu.
Bu fikre karşı ilgi de büyüktü. Hal böyle olunca “Şan Tiyatrosu” oyuncu seçme yarışması düzenledi. Bu yarışmanın sonunda “Fikret Hakan, Aytekin Akkaya, Erol Keskin, Salih Güney” gibi isimler başarılı bir performans sergileyerek ilk elemeyi geçmiş oldular ve sonunda büyük rolü kapan isim, Fikret Hakan oldu. Fikret Hakan bu dönemde artık sadece oyuncu değil, yönetmen ve yapımcı kimliği ile de boy gösteriyordu.
Fikret’in İngilizcesi çok zayıftı, ama mimikleri çok kuvvetliydi. Uyumlu dudak hareketleriyle “Albay Ahmet Elçi” rolünün hakkını vermeyi bilmişti. Özellikle yönetmenin ilgisini fazlasıyla çekmişti. Peter Collinson’un gözünde uzun yıllar Hollywood’da bulunmuş oyunculardan farksızdı. Bu güzel izlenimlerin sonucunda Fikret Hakan’ın daha başka projelerde bulunmak için teklif alması da kaçınılmaz oldu.
Ancak çekilen bu film zamanın koşullarına yenik düştü. İstanbul, İzmir, Nevşehir yörelerinde çekilen film, çekim öncesi zamanın sansür kurulu tarafından ince eleyip sık dokundu ve sonunda gösterimi Türkiye’de yasaklandı. Bu durum da haliyle Türkiye – Hollywood arasındaki bağları zayıflattı. İngilizce zaten en büyük engeldi ve nice yetenekleri gölgede bırakmaya yetiyordu.
İşte bu sebepten Fikret Hakan, teklifin cazibesine aldırmadı ve Türkiye’de kalmayı tercih etti. Salih Güney de filmde Fikret Hakan’ın oynadığı Albay Ahmet Elçi’nin yardımcısı rolünü hiç İngilizce bilmediğinden konuşmadan oynadı. Hal böyle olunca diğer yapımlar için de bir teklif almadı.
Fedailerden birini oynayan Aytekin Akkaya ise çok az göründüğü sahnelerde ilgi çekmeyi başarmış ve İngilizce öğrenmesi koşuluyla teklif almıştı. Ancak kurslara zaman ayıramayan Aytekin Akkaya da Türkiye’de kaldı.
Bir Hollywood macerası da böylece sonlandı.
Fikret, üçüncü evliliğini kendisinin ilk evliliğinden önce bir çocuk sahibi olduğu Neşecan Paşmak ile yaptı. Valikonağı Caddesi’nde gizli saklı, iki şahit eşliğinde bir yıldırım nikahı daha gerçekleşti. Fikret ve Neşecan evlendi. Ancak 1 yıl sonra boşandılar.
Bu Fikret’in dördüncü evliliği olacaktı. Aynı zamanda gözlerden uzak durma çabası sarfetmediği ilk ilşkisi. Hümeyra, dönemin ünlü pop yıldızıydı. Hümeyra ve Fikret, 1971’de evlendi. Ancak bu evlilik sadece bir ay sürdü.
Yıllar sonra bir itiraf şeklinde “Asla Unutmadım” adlı kitapta yazdı bu aşkı Fikret Hakan; şöyle anlatacaktı içindeki pişmanlığı: “Hümeyra ile öyle tutkulu bir aşk yaşamıştık ki bir daha da öyle tutkulu bir şey yaşamadım. O büyük aşkta kıskançlıktan katil bile olabilirdim. Bu nedenle Hümeyra’ya şiddet uyguladım. Attığım o yumruğu ben de unutamadım, o da unutmadı. 37 yıldır bunun pişmanlığını yaşıyorum. Hatalıydım. Hatasız kul olmuyor.
Hümeyra güzel bir kadın değildi. Ama güzelliğin çok ötesindeydi. Karizmatikti, beni çok derinden etkiledi. Şimdi havaya girecek. Yine asılıyor mu diye düşünecek. Bana hala kızgın olduğunu biliyorum. Öfke duyduğunu biliyorum… Hümeyra hala çok güzel.”
Bundan sonra Fikret Hakan, uzun bir süre evlenmedi. 1989’da Fatma Zeynep Mirgün ile beşinci kez evlendi. Bu evlilik 1991’e kadar devam etti ve Fikret Hakan’ın son evliliğiydi.
Fikret Hakan oyunculuğundan sonra haneye bir de şarkıcılığı ekledi. 1971’de gazino sahnelerinde şarkı söylemeye başladı. Bu dönemler Yeşilçam için en verimli zamanlardı. 1960 ve 1970’lerde “Sadri Alışık, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik” gibi birçok isim sinemanın yanında plak da dolduruyordu.
İşte bu dönemde Fikret Hakan da o isimler arasına katıldı ve birkaç 45’lik doldurdu. Sesi konusunda da en az oyunculuğu kadar başarılıydı.
Art arda “Cemo / Dedikleri Gerçek İmiş (1972 ), Kardaşlar orkestrası “Löberde / Dostun Gülü (Radyofon Plak 1974 ), Aşk Uğultusu / Sancı (Yavuz Plak 1975)” plaklarıyla sesini duyurmuştu.
1975 ve sonrasında bir dönem Yeşilçam’da seks furyasını doğurdu. Buna dahil olmak isteyen isimler olduğu gibi kaçanlar da vardı. Fikret Hakan, kaçma yanlısıydı, 1977’de Valikonağı Caddesi’ndeki evini satıp Marmaris’e yerleşti. Burada geçimini teknecilikle sağladı ve dönemin bitişiyle 1980’de sinemaya geri döndü.
Artık yeniden setlerdeydi ve oyuncu arkadaşları ile bir aradaydı. Bir gün Türk sinemasının altı jönü bir projede buluştu. “Fikret Hakan, Göksel Arsoy, Cüneyt Arkın, Ediz Hun, Kartal Tibet, ve İzzet Günay”, “Feyzan Ersinan Top”un kitabı “Asla Unutmadım”da unutamadıklarını anlattı.
Fikret Hakan’ın en ilgi çeken yazıları “Çolpan İlhan” ve “Hümeyra” ile ilgili olandı. Hümeyra’nın bölümünü biraz önce aktardım.
Çolpan İlhan ile ilgili olan kısım ise şöyleydi: “Çolpan İlhan’la nişanlıydık. Askere giderken, Baylan Pastanesi’nin önünde Çolpan’ı, Sadri Alışık’a emanet ettim. Sivas’ta askerliğimi yaparken, Çolpan’dan mektup geldi. Mektupta ‘Biz Sadri’yle evleniyoruz’ yazılıydı. Çok şaşırdım. Büyük bir acı hissettim. Çolpan’la güzel şeyler yaşamıştık. Ardından da birçok filmde oynadık. Asla da bir gün ‘Neden?’ diye sormadım. Hiç bir şey olmamış gibi davrandık. Birbirlerini gerçekten sevmişler demek ki bu evlilik Sadri ölünceye kadar devam etti.”
Yeşilçam jönlerinden olan Fikret Hakan’a Kültür Bakanlığı tarafından 1998’de “Devlet Sanatçısı” ünvanı verildi. Sonrasında da Fikret Hakan, İstanbul Kültür Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Ömrü başarısına başarı eklemekle geçti Fikret Hakan’ın. Aldığı ödül ve ünvanlarla hep onurlandırıldı. 13 Kasım 2009’da da Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fikret Hakan’a Karşılaştırmalı Edebiyat Anabilim Dalı’ndan, “Fahri Doktor” ünvanı verdi.
Fikret Hakan son zamanlarda Akciğer kanseri tedavisi görüyordu. Tüm düşünceleri, duygularıyla artık hasta yatağındaydı.
Nefesi yoruldu ve Fikret Hakan 11 Temmuz 2017 gecesi saat 02:00’da hayat veda etti. Bu taze ölüm tüm sevenlerini ve oyuncu arkadaşlarını yasa boğdu.
Yolun ışık olsun adam…
Bu dünyadan, her sıçrayışınla, iyi ki geçtin…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Afife Jale… Türk Tiyatro Tarihi’ne adını altın harflerle kazıyan ilk Türk Müslüman kadın ve evet, acı dolu bir yaşamın ardından gencecik yaşta ayrılmış dünyadan. Yine de “Beni acıyarak değil, düşünerek severek, kucaklayarak hatırlayın. Tiyatro varsa ben varım!” diyerek belirlemiş hayattaki yerini.
Herkesin doğru kendine doğru! Belki de okuduğunuzda ona kızacak çok yer bulacaksınız; ama önce insanın iç sesi, sonra da yaşadığı dönem ne çok şeyi etkiliyor. Kim bilir belki “Ben olsam…” diyeceksiniz pek çok yerde.
Bugün kendi yolunu kendi çizen, yok olacaksa da bir köşeye çekilmesini bilen Afife Jale’nin ölüm yıl dönümü. İlklerin yeri hepimizin hayatında olduğu gibi toplumda da özel elbette ve tartışmasız Onun yeri de çok özel.
O halde ruhun şad olsun, Afife Jale…
Afife, İstanbul Kadıköy’de, 1902’de, Methiye Hanım ve Hidayet Bey’in üç çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Orta halli bir ailenin çocuğuydu. Doktor Sait Paşa’nın da torunuydu. Kardeşleri Behiye ve Salah’tan ayrı bir çocuktu Afife; kendi başına buyruk, hayalleri peşinde koşmaya çok erken başlayacaktı.
Afife’nin çocukluk hayallerini hep tiyatro süsledi. İstanbul Kız Sanayi Mektebi’nde eğitim görüyordu; ancak aklı yine tiyatrodaydı. Ancak Türk ve Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaktı. İşte tam da böyle bir zaman diliminde 10 Kasım 1918’de, Darülbedayi’nin tiyatro kursları için açtığı sınava girdi.
Yasak hala devam ediyordu. Ancak Darülbedayi, Müslüman kadınların sadece kadınlara özel gösterilerde yer alacağı gerekçesiyle açmıştı bu sınavı. Elbette hayallerinde tiyatro sahnelerinden inmeyen Afife, bu sınavı kazandı. Darülbedayi’ye kabul edilen 5 Müslüman kadından biriydi…
Afife, sınavı geçen diğer kız arkadaşıyla beraber stajyer kadrosuna alınmıştı. Ancak bir süre sonra arkadaşlarından üçü, nasıl olsa hiçbir zaman sahneye çıkmasına izin verilmeyeceği gerçeği düşüncesine daha fazla dayanamadılar ve kursu bıraktılar.
Geride Afife ve Refika kalmıştı. Refika, suflör; Afife de mülazim artistlik (stajyer oyuncu) kadrosunda devam etti. 1920’ye kadar oyunların provasına katıldı, ancak hiç sahneye çıkamadı.
Daha yeni başlamıştı. Amacına kolay ulaşamayacağını biliyordu. Nasıl kolay olsundu ki? Daha önce hiçbir Müslüman kadını sahnede izlememişti. Ama yine de inanıyordu. Bir gün o sahneye çıkacaktı…
Afife, sabırla o anın, kendisine bahşedileceği günü bekliyordu…
Hüseyin Suat, “Yamalar” adlı oyunu sahneye koymuştu ve “Emel” karakterini Eliza Binemeciyan adlı bir yabancı oyuncu oynuyordu. Oyunun 13 Nisan 1919’da Kadıköy’deki Apollon Sineması’nda ilk gösteriminin yapılması bekleniyordu. Sonra bir gün Eliza’nın Paris’e gitmesi gerekti ve onun yerini dolduracak bir kadın oyuncu arayışına düşüldü. Bir sınav düzenlediler; sonsuz arzusu ve yeteneğiyle bu sınavı kazanan kişi elbette Afife idi.
Jale takma adını kullanarak ilk kez sahnedeydi Afife; göz dolduruyordu. Performansının ardından insanlar neredeyse avurtları çatlayıncaya kadar alkışladılar onu. Gerçek bir sanatçı olmak için ilk adımını atmıştı. Başarmıştı Afife. Tarihe geçecekti; Afife, sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadınıydı. Artık Afife Jale olarak tanınacaktı…
Afife, bu geceyi, altı yıl sonra Refik Ahmet Sevengil’e şöyle anlatacaktı: “Hayatımda mesut olduğum ilk gece… Sanatın ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içindeyim. O piyeste (Yamalar) güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi… Orada taşkın bir saadetle gerçekten ağladım… Alkış, alkış, alkış… Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler. Perde tekrar kapandı. Muharrir (Hüseyin Suat Bey) kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdu, alnımdan öptü: ‘Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin’ dedi.
Ancak bu sancılı bir sürecin başlangıcı da demekti aynı zamanda. Şimdi yeni bir ritüeli vardı Afife’nin; kaçmak ve kovalanmak…
Ertesi hafta Şehir Tiyatrosu ilk kez polis tarafından basıldığında Afife “Tatlı Sır” oyunundaki rolü için sahnedeydi. Polisleri çok erken fark eden Ermeni bir oyuncu, Kınar Hanım, onu aldı ve bahçeye doğru kaçırdı. Bu ilk seferdi ve kurtulmuştu. Ancak belli ki son olmayacaktı. Bu baskınlar devam etti.
Tiyatro bir kez daha basıldığında Afife bu kez “Odalık” adlı oyununu sahneliyordu. Çok mutluydu. Ancak dönemin şartlarının gerekliliğine ters düşen bir mutluluktu onunki. Bu kez de makine odasına kaçırılarak kurtarıldı Afife.
Ancak bu işin peşi bırakılmadı. Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) devreye girmişti. Art arda düzenlenen ilk baskınlardan kurtulsa da, Afife, son baskında yakalandı. Babası da bu süreçte kızını kendini düşürdüğü durum sebebiyle evlatlıktan reddetti. Onun “kötü kadın” olduğunu düşünüyordu. Dönemin kültürel şartlarına bakılırsa, aslında tam da Afife’nin beklediği gibi davranıyordu herkes. Zaten ona destek vermeyen babası da onu şimdi tamamen terk etmişti işte.
Afife zor günlerin onu beklediğini bilse de üzülmüştü. Bu üzüntülü günlerin en elim hediyesi şiddetli baş ağrılarıydı…
27 Şubat 1921’de, Dahiliye Nezareti’nin bir buyruğu ile belediye, Darülbedayi’nin yönetim kuruluna 204 sayılı bildiriyi gönderi: “Müslüman kadınlar kesinlikle sahneye çıkmayacak”.
Bu bildiri sonunda Afife’nin ücretli görevine son verildi. Ne parası ne de kalacak yeri vardı ve gözü hala tiyatrodaydı. İçinde bulunduğu durumun ayırdına bile varamıyordu. Sanki kanının akmasını sağlayan, ona iyi gelen tek şey sahnede olmaktı ve ne yapıp edip bunun bir yolunu bulmalıydı.
Yaşadığı sıkıntılar onu çıkmaza soktukça baş ağrısı da giderek artıyordu. Doktoru morfinle tedaviyi uygun gördü ve Afife tedaviye başladı. Ancak bir süre sonra morfin onu ele geçirmişti; Afife, artık bir bağımlıydı.
Birkaç yıl sonra Burhanettin Tepsi Kumpanyası ile Anadolu’da sahneye çıktı. Ardından Fikret Şadi’nin Milli Sahnesi’yle birçok şehirde temsiller verdi.
Ancak hala özgür değildi tabii. 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle değişenler arasında Türk kadınlarının sahneye çıkma yasağının ortadan kaldırılışı yazıyordu. Artık özgürdü Afife. Çekinmeden, korkmadan hep tiyatro yapabilirdi.
Ama bir yandan morfin bağımlılığı da devam ediyordu. Afife’nin sağlığı giderek bozuldu ve bu durum, onu en sevdiği şeyden uzaklara itmeye yetmişti. Bu bir savaşın hazin sonu gibiydi…
Afife, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedaviye alındı.
Afife, 1928’de, Selahattin Pınar ile “bir bahar akşamı”, Kadıköy Kuşdili Çayırı’ndaki Hafız Burhan konserinde karşılaştı. Selahattin Pınar, Hafız Burhan’a tamburuyla eşlik ediyordu.
İkisi de henüz 25’inde gencecik insanlardı ve ilk görüşte aşk sözcüğünün tam karşılığını yaşıyorlardı. Birbirlerine şöyle bir baktılar, “Daha önceleri neredeydiniz?” dediler ve evlenmeye karar verdiler.
1929’da evlendiler. Ancak bu evlilik, Afife’nin morfin bağımlılığı yüzünden 1935’te bitecekti.
Oysa her şey çok güzel başlamıştı. İkisi de karşısındakine baktığında, kendi yansımasını görüyordu. Öyle ki, ikisinin de gençliği acı ile kaplıydı. Evlenince içlerinde kalan ne varsa, hayatları boyunca boyunlarına astıkları halkaya işlenmişçesine yanlarından ayırmadıkları ne varsa işte, birlikte yapmaya başladılar. Mutlu olmanın bir yolunu arıyorlardı. Bir süre başardılar da aslında.
Kocası ona en güzel bestelerini çalar, Afife de gözlerinin içine bakarak dinlerdi. Ama sonra yeryüzünde, onun hayatında tiyatronun boşluğunu dolduracak hiçbir sevginin olmadığını fark etti. Daha önce tedavi amaçlı kullandığı morfine dönmek tek çare gibi gelmişti ya da aslında belki eski bağımlılığı çok da eski değildi. Kocası, onun, bir gün uykuya çekildiği odasının anahtar deliğinden bakarken, damarına morfin enjekte ettiğini gördü. Hissedebildiği tek duygu merhamet olmuştu. Şimdi var gücüyle sevdiği kadını hayata döndürmek için savaşmalıydı.
Selahattin Pınar, Afife için verdiği savaşta kendini birden morfinin tuzağına düşecekken buldu. Afife, bunu sevdiği adama yapamazdı ve ona: “Terk et beni!” diye yalvardı. “Yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim!” diyordu. Ama kocası onu bırakıp gidemiyordu. Bu sancılı süreç bir 6 ay daha devam etti. Sonra sevdiceği, canının içi Afife’sini canından bir parçayı bırakırcasına bıraktı. Çözüm olur zannetmişti Afife. Oysa bu ikisi için de yavaş yavaş ölüm demekti…
Afife, kimsesiz kalmış, parklarda yatıp kalkar olmuştu. Karnını ise, aş evlerinde doyuruyordu. Bu sırada da kocası en acıklı şarkılarını yazıyordu Afife’sinin ardından. “Nereden Sevdim O Zalim Kadını”, “Anladım Sevmeyeceksin Beni Seni Nazlı Çiçek” gibi şarkılar hep Afife’den sonra kalbini dağlayan sonsuz acı ile yazılmıştı. Afife ise, bir yerlerde taş plaklardan duyduğu bu şarkılara sadece gözyaşlarını akıtabiliyordu…
Afife, uyuşturucunun pençesinden kurtulamıyordu. Son yıllarında Darülbedayi’den arkadaşlarının yardımıyla Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatırıldı. Artık neredeyse bir deri bir kemik kalmıştı.
24 Temmuz 1941’de, hastanenin morfinmanlar bölümünde, hayata gözlerini kapadı. Henüz 39 yaşındaydı. Yalnızdı, kimsesizdi ve bu gerçekten onun seçtiği miydi?
Cenazesi Kazlıçeşme Kabristanı’na kaldırıldı. Çok az insan katılmıştı. Eşi de Afife’nin ölümünün ardından kendini iyice paralar oldu. Besteleri daha da hicran yüklenmişti…
Belki yalnız öldü; cenazesine çok az insan katıldı. Ama sonra yıl 90’ları bulduğunda, onun anısını yaşatacak güzel adımlar da atıldı. Onun sahneye çıkmış ilk kadın olduğu gerçeği öylece tiyatronun göğsünde asılı duruyordu sonuçta.
1987’de ilk kez hayatını konu alan Afife Jale çekildi. 2008’de ise, Kilit adlı filmde yer edecekti hayatı.
1997’de, Yapı Kredi tarafından Afife Tiyatro Ödülleri verilmeye başlandı.
Selahattin Pınar ile aşkları, 2003 yapımı Yüzyıl Aşkları: Afife ve Selahattin adlı belgeselde anlatıldı.
Ayrıca 2016’da, 20. Afife Tiyatro Ödülleri töreninde, bugüne dek Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü ve Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Ödülleri’ni almış 20 oyuncu, Afife Jale olarak poz verdi. Bu projeye Afife Jale’ye Saygı adı verildi.
Yaşadığı acı yüklü hayatın içinde, tutkularından vazgeçmeyen, ama doğru ama yanlış geçtiği her yolun sorumluluğunu alan bir Afife Jale geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Özgürlüğü sahnede buldu ve ondan vazgeçmeyecek kadar da cesaretliydi Al Pacino; her şeye rağmen. Annesine, babasına, hayata ve en çok da kendisine rağmen…
Onu öyle iyi tanıyorsunuz ki, hem hakkında hiçbir girizgah cümlesine gerek yok, hem de söylenecek ne çok söz var. Dahası onun hayatından öğrenecek ne çok şeyimiz var…
Yaralar alsak da kalkmayı öğrenmeliyiz mesela. Parçalanmış bir aileden yara alarak çıktıktan sonra da hayata tutunmanın birden fazla yolu olduğunu öğrenmeliyiz. İnsanın kendi gururunu, kendi inadını kırmanın yollarını arayacak kadar yüce gönüllü olabileceğini öğrenmeliyiz…
Hayatın herhangi bir aracı ile öğretecek ne çok şeyi var; önce bakmasını, sonra görmesini öğrenmeliyiz…
Al Pacino, 25 Nisan 1940’ta Doğu Harlem’de, Sicilya kökenli Salvatore ve Rose Pacino’nun tek çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ona “Alfredo James Pacino” adını verdiler.
Alfredo, aslında bir aşkın meyvesiydi. Babası bir sabah evi terk edip gitmeseydi, belki çok farklı bir çocukluk yaşardı. Bir sabah babası gitti, California’ya yerleşti ve annesi onu alıp Bronx Hayvanat Bahçesi yakınlarında yaşayan ailesinin yanına taşındı. Parçalanmış bir ailenin çocuğu olarak büyüyecekti.
Babasına kızgın bir çocuktu Al; neredeyse bütün enerjisini ona kızarak geçirdi. Araları hiçbir zaman iyi olmadı. İçini rahatlatan, daha az yara almasını sağlayan tek şey, babasının evi onun yüzünden terk etmediğiydi. Elbette çok üzgündü, çocuk aklıyla babasına karşı öfkeliydi. Ama yine de aldığı yaralar hayat içinde kendini kotaracaktı.
Utangaç bir çocuktu. Belki de yalnızlığın getirdiği bir utangaçlıktı bu, içine kapanıyordu. Annesi varını yoğunu oğluna adamaya kararlıydı. Maddi manevi yatırımını ona yapacaktı. Al, henüz 3 yaşındayken Rose onu sinemaya götürmeye başlamıştı; neredeyse her akşam gidiyorlardı. Bir filmi seyredip eve döndüklerinde Al’ın yaptığı ilk şey, aynanın karşısına geçip beğendiği sahneleri canlandırmaktı.
Küçücük bedeniyle aynanın karşısında kendi kendine konuşuyordu ve bu anneannesini çok korkutuyordu. Bir süre sonra Al abartmış, anneannesi de o aynanın karşısına geçer geçmez oda değiştirmeye başlamıştı. Bir gün kızı Rose’yi karşısına aldı, “Al, bütün gün kendi kendine konuşuyor” diyerek endişesini anlattı. Ama Rose bunun bir sorun olduğunu düşünmüyordu, oğlunu teşvik etmesi gerektiğini düşünüyordu. Hayatının ilk 7 yılı, yalnızlığın portresi olarak duvarda asılı durdu.
Al’ın hayatında oyunculuk, yemek yemek, su içmek kadar doğal bir eylemdi. Kendi deyimiyle, “sinema salonuna doğmuş gibi” hissediyordu.
Küçükken bir şeyleri taklit etmeyi hepimiz severdik muhtemelen ve yaptığımız ne olursa olsun insanları güldürür. Oysa biz o anı ciddiyetle yaşıyoruzdur. İşte Al’ın ki de böyle bir şeydi. Henüz 6 yaşındayken “Lost Weekend”in neredeyse tamamını oynadığında, insanların kendisine neden güldüğünü anlayamıyordu.
Kendini ilk kez yine “kendisi” keşfetti. Bir gün, henüz 5 – 6 yaşlarındayken, yine aynanın karşısına geçmiş bir filmden kareler canlandırıyordu. Bir palyaço edasında durdu ve aynadaki suretine daha anlamlı baktı; 6 yaşında bir çocuk anlamlandırmasından öte olduğunu hissediyordu, bir şeyler fazlaydı. Sonra birden aynadaki yansımasına, gözlerinin içine bakarak, “Bu olamaz! Ben çok iyiyim. Kimse bu kadar iyi olamaz!” dedi. İşte bugünün Al Pacino’su, belki de o günün kararlığından doğacaktı.
Al’ın gözünde okul, arkadaşların olduğu, yalnızlığını gidereceğini bildiği bir masal diyarıydı. Ama oraya gitmeye başladığında pek de beklediği gibi çıkmadı. İyi yanları vardı elbette, artık yalnız değildi; ama okulun disipliniyle de bir türlü barış sağlayamıyordu. Küçücük bedeni ve kalbiyle acı çekiyordu Al, kafası çok karışıyordu. Oysa ileride filmlerini göstereceği insanları tanımaya, onları biriktirmeye başlamıştı. Tek sorun, bir türlü başının beladan kurtulmayışıydı…
Al, okul hayatına ısınamamıştı. Annesi anlayışlı bir kadın olmasa, yaşadıklarından sıyrılamazdı. İlk kez evden kaçtığında 11 yaşındaydı ve bu son olmadı. Rose, bu konuda da oğlunun yanında oldu, onu anlamak için uğraştı. Al’ın içinde kopan fırtınaların, her çocuğun kendine özgü oluşunun farkındaydı. Üstelik Al, kendi çocuğuydu. Özel olması için yeterliydi.
Hayatını değiştiren günü yaşadığında Al, 14 yaşındaydı. Bronx’a bir gezici sinema geldi; Martı filmiyle. Al, aslında filmi pek beğenmemişti, ama o gün Al tüm hayatının değişeceğini anladı. Çünkü böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyordu. Ogün oyuncu olmak istediğinden tamamen emin oldu. Annesi de onun her koşulda yanındaydı. Oğlunun kaybolup giden çocuklardan olmaması için her şeyi yapardı Rose. Sürekli okuyor, kendini geliştiriyordu. Al oyuncu olmak istiyorsa, elbette o da istiyordu.
Yaşadıkları bölgede her ulustan insan bulunuyordu. İlkokula başlayana kadar dışarı neredeyse hiç çıkmadı. Anneannesi çıkmaz, Al’ın da çıkmasına izin vermezdi. Dışarıda dayak yiyeceğini Al da biliyordu, çünkü burası kavganın kol gezdiği bir bölgeydi. 14 yaşında, hayatını değiştiren o günden sonra, bir senaryo yazmaya karar verdi. Hayatı olduğu gibi anlatmak istiyordu, evden kaçışları, yaşadığı mahalleyi, okula başladıktan sonra tanımaya başladığı bu mahalleyi, bir çocuğun gözüyle yazacaktı.
Hayat gelişti, ilerledi… 17 yaşında gittiği Güzel Sanatlar Okulu’ndan ayrıldı. Bundan sonra bulduğu işlerde çalışacak ve en önemlisi oyunculuk dersleri alacaktı…
Elbette bizim sevdiğimiz ünlü isimler öyle bir anda ünlü olmuyorlardı. İnsanız, hepimizin zorlu yollardan geçmesi gerekiyordu.
Al 16 yaşındaydı annesi ciddi sağlık sorunları yaşamaya başladığında. Önce çalışmayı bıraktı, sonra da oğluna herkesin hayalperest gördüğü konularda destek olmayı. Bunca yıl nasıl annesi kendisine baktıysa, şimdi sıranın kendisinde olduğunu biliyordu Al. Ancak annesinin oyunculukla ilgili hayaller kurmaktan vazgeçmesini istemesinden hiç hoşlanmıyordu.
Sanki daha düne kadar yanında olan annesi değildi. Al, evi terk etti. Okulu bırakmıştı. Bir işten diğerine koşturarak çalıştı. Bütün kazancını da annesi için eve gönderiyordu. Sadece para değil, bunun yanında umutlar da gönderiyordu; çok yakında büyük işler yapıp zengin olacağını söylüyordu. Unutmasındı, ona çok iyi bakacaktı.
Annesi 43 yaşındayken maalesef öldü. Birlikte yapacak çok şeyleri vardı oysa. Annesi, onun her şeyiydi. Her ne kadar gençliğinin verdiği çözümle evden çıkıp gitse de ondan asla vazgeçmemişti. Ama sonuçta hayat da yaptığımız hataların ve çıkardığımız derslerin toplamıydı. Annesiyle çok zaman geçirememişti, ama onu hep yanında hissediyordu.
Annesi ölmeden bir süre önce Greenwich köyündeki küçük gösterilerde rol almaya başlamıştı Al. Oyunculuk dersleri de alıyordu. İçi tarifsiz bir şekilde rahattı. Belki de hayallerinden annesine rağmen vazgeçmeyerek aslında annesine en güzel hediyeyi vermiş, tek başına da bu hayatı yaşayabileceğini kanıtlamıştı. Al, büyüyordu. Çünkü konuşabildiğini fark ettiği, nefes aldığını hissettiği yerdeydi; sahnede.
Al, oyunculuk derslerini oldukça ilerletmişti. Artık gösterilerde küçük de olsa roller alıyordu. Kendini günden güne geliştiriyordu. Tüm çabalarının sonucu olarak 1966’da “Actors Studio”da eğitim alma hakkı kazandı. Al, annesinin kendisiyle gurur duyacağı biri olmak için çok çalışıyordu.
Artık yolu açıktı, bir star yetişecekti. 1967 – 1968 tiyatro sezonunda “The Indian Wants the Bronx”ta zalim bir sokak serserisini canlandırdı. Bu rol Al’a, “Obie Ödülleri”nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü getirdi. Başarısı ödülle taçlandırmadan geçilemezdi.
Al, Broadway’da sahneye ilk kez “Does the Tiger Wear a Necktie” oyununda topluma uyum sağlayamayan bir uyuşturucu bağımlısını canlandırdığı rolü ile çıktı. Bu oyun sadece 40 gösterimden sonra kaldırıldı. Ancak Al’a “Tony Ödülü”nü kazandırmaya yetmişti.
Al’ın kariyerinin ilk filmi 1969 yapımı “Me Natalie”i oldu. Kendini öylesine kanıtlamış, performansından o kadar söz ettirmişti ki, yapımcıların dikkatinden kaçamazdı. İşte bu başarı Al’a, onu ünlendiren filmi getirdi, “The Godfather (Baba)”.
Yapımcılığını Paramount’un üstlendiği bir “Francis Ford Coppola” filmi olan “The Godfather”de “Michael Corleone” rolünü almıştı. Ama hayatında bir şeylerin eksikliğini de hissediyordu. Annesini hissetmeye çok ihtiyacı vardı.
Al’ın hayattaki en büyük kavgası kendisiyleydi, hepimiz gibi. Gururunun hayattaki birçok şeyi kaçırma sebebi olduğunu kavramıştı. Belki bunca gururlu olmayı annesinden öğrenmişti. Sonuçta o da çocuğunu tek başına büyütmek zorunda kalmış yalnız bir kadındı. Al, kimseyi suçlamadı. Sadece yük olarak taşıdığı, ona fazla gelen bu gururu kırabilmek istiyordu. Çözümü babasına gitmekte buldu. The Godfather çekimleri devam ediyordu ve Al belli ki hayatında “baba” sözcüğünün karşılığını arıyordu.
Babasını pek tanımıyordu, belki kargacık burgacık birkaç anı parçası, hepsi bu. Babası kötü birine de benzemiyordu. Ama birine “baba” diyebileceğini de düşünmüyordu Al. Bu yüzden ona adıyla seslendi. Bundan da pek hoşlanmamıştı. Birinin ona annesinin baktığı gibi bakmasını özlemişti.
Çünkü Al “anne”yi işte şu duygusal sözlerle tanımlıyordu: “Ne yaptığınızın hiç önemi yoktur, anneniz size anne gibi bakar. Sizi gerçekten gördüğünü bilirsiniz. Fotoğrafınızı değil, sizi görür. İşte öyle bakılmasını istiyorum bana”.
Neyse ki babasıyla da bir orta yol buldu Al; bir tür aile duygusunu hissedebilmişti. Bunu kan bağı ile tanımlamıştı içinde. İşte bu bağı hissetmek, ona hayatının rolünü oynattı aslında. Baba filmindeki rolüne daha çok sahip çıkmasını sağlamıştı. Üstelik artık annesini de daha yakınında hissediyordu, dünyalara değerdi.
1972 yapımı The Godfather, Türkiye’de 2 Kasım 1973’te gösterime girdi. Bu film ile Al, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülü için Oscar’a aday gösterildi. “The Godfather II”, 1974’te çekildi. “The Godfather III” ise, 1990’da çekildi, ancak Türkiye’de vizyona 1991’de girdi.
Al’ın, “Jill Clayburgh, Marthe Keller, Diane Keaton, Penelope Ann Miller, Debra Winger, Kathleen Quinian” gibi ünlü isimlerle beraberlikleri oldu.
İlk birlikteliği “Jan Tarant”tan, “Julie Marie” adını verdikleri bir çocukları oldu.
Ocak 2001’de de, 1997’de birlikteliklerinin başladığı “Beverly D’Angelo”dan “Olivia ve Anton” adını verdikleri ikiz çocukları oldu.
Al, yeteneğinin farkındaydı. Sadece Al değil, seyircisi ve yapımcılar da. “The Godfather II” ile üçüncü kez Oscar’a aday gösterildi.
1975 yapımı “Dog Day Afternoon” filminde homoseksüel sevgilisinin cinsiyet değiştirme parasını karşılamak için banka soyan bir aşığı oynadı. Başarılı bir kariyer grafiği vardı Al’ın. Ancak 1977 yapımı, konusu araba yarışları olan “Bobby Deerfield”de beğenilmemişti. Göklere çıkaranlarla seni taşlayanlar maalesef aynı kişiler olabiliyordu.
Al, çözümü Broadway oyunlarına dönmekte buldu. Onca başarının içinde çıkan birkaç sevilmeyen iş onu oyunculuktan vazgeçirtecek değildi. “The Basic Training of Pavlo Hummel”deki başrolü ile ikinci kez “Tony Ödülü”ne layık görüdü.
Hayat inişleri ve çıkışları ile vardı; başarının yanında başarısızlık da… Al’ın daha sonra homoseksüel bir seri katilin peşinde olan polis memuruna hayat verdiği 1980 yapımı “Curising” ve 1982 yapımı “Author Author” adlı komedi de başarılı olmadı.
Ama 1983 yapımı, yönetmen koltuğuna “Brian De Palma”nın oturduğu şiddet dolu ”Sacrface” filmi ilk gösterildiği andan itibaren sinemanın kült filmleri arasına girdi.
Bir başarı, bir başarısızlık yer ediyordu hayatında. 1985 yapımı “Revolution”dan sonra gözlerden uzaklaştı. Bu süreçte “The Local Stigmatic” adını verdiği film ile yönetmenliğe soyundu, ancak bu filmi piyasaya sürmedi.
Uzun bir sessizlikten sonra dönüşü 1989 yapımı “Sea of Love” ile oldu. Al, bu filmdeki performansı ile oldukça sükse yaptı. Hemen ardından 1990’da gösterişli bir gangsteri canlandırdığı “Dick Tracy” çekildi. Bu film ile altıncı kez “Oscar”a aday gösterildi.
1991’de romantik komedi türündeki “Frankie ande Johnny” ve hemen ardından çekilen “Glengarry Glen Ross” beğeni toplayan filmleri oldu. Tüm bunlardan sonra ve uzun süren sessizlikten sonra başarısı 1992 yapımı “Scent of a Woman” filmindeki rolüyle layık görüldüğü “Oscar” ile taçlandı. Al, “En İyi Drama Erkek Oyuncu Oscarı”nı aldı.
1993’te “Carlito’s Way”de rol aldı. 1995’te ise “Michael Mann”in yazıp yönettiği, “Robert De Niro”nun hayat verdiği bir hırsızın peşindeki polisi canlandıran “Heat” ile oyunculuğa devam etti. Başarı grafiği yükselişteydi. 1996’da politik bir dram filmi olan “City Hall”da idi. Ancak asıl yine bu sene yazdığı, yönettiği ve oynadığı “Looking for Richard” ile adından ayrıca söz ettirdi.
1997’de genç Hollywood starları ile gündeme geldi; Johnny Depp ile “Donnie Brasco”, Keanu Reeves ile “The Devil’s Advocate”. 1999’da da “The Insider” filminde, Russell Crowe ile başrolü paylaştı…
Al, milenyuma girişini 2000’de yönetmenliğini “Oliver Stone”un yaptığı “Any Given Sunday” ile yaptı. Bu filmde “Tony D’Amato” adında futbol aşığı bir koça hayat verdi. Ayrıca “Cameron Diaz, Jmaes Woods ve Dennis Quaid” gibi oyuncularla bir aradaydı.
2002’de “Andrew Niccol”un yönetmen koltuğuna oturduğu “S1M0NE” adlı filmde Al, Hollywood yıldızlarının kaprislerine karşı eline geçen her fırsatı değerlendirerek tepki göstermeyi amaçlayan “Viktor Transky” adında bir yönetmeni canlandırdı.
2003’te genç yıldız “Colin Farrell” ile “Çaylak” adlı filmdeydi. Yine 2003’te “Angels in America” adlı mini dizide rol aldı ve bu dizi ile Al ilk kez “Emmy” ödülü aldı. Ayrıca dizi 12 ayrı dalda “Emmy” ödülü aldı.
2003, Al için şanslı bir yıldı. “Venedik Taciri” adlı film de yine bu yıl çekildi ve Al, “Yahudi Tefeci Shylock” rolündeydi.
Biraz mola verdi ve 2005’te “Kirli Para” adlı filmde yer aldı. Ancak bu film pek beğenilmedi. 2007’de ise tekrar başrol oynadı; “Jon Avnet”in yönetmen koltuğuna oturduğu “88 Dakika” filmindeydi. Rolü, üniversitede hoca olan bir cinayet psikiyatristi idi.
2008’de ise en son 1995’te çalıştığı “Robert De Niro” ile tekrar başrolü paylaştılar. 2008 yapımı “Righteous Kill” filminde yönetmen koltuğunda bu kez “Jon Aventin” vardı.
Mesleğine olan aşkını ve bağlılığını tanımladığı çok güzel bir tanımı var Al’ın: “Benim için hayat burada, sahnede… Ve oyunculuk ip üstünde yürümekten farklı değil; ikisinde de yaparsın ya ölürsün”.
“Uçan Wallendalar” adlı trapez topluluğunun şefi Karl Wallenda’ya onca yaralar üzerine ısrarla neden mesleğe devam ettiği sorusuna verdiği cevaptan sonra bu tanımı uygun görmüş Al. Wallenda’nın cevabı kısa ve netmiş çünkü; “Hayat ipin üzerinde”…
İşte böyle cesaretli olabilmek gerek hayatta. Bir ipin üzerinde yürüyormuşçasına; tüm yaraları ve bantlarıyla…
Vazgeçmeyen yüreği ve göz kamaştıran yeteneği ile bir Al Pacino geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Didem Balçın, 18 Mayıs 1982 Ankara doğumludur. Özlem adında bir ablası vardır. Annesi İstanbullu babası ise Gaziantepli’dir. Annesi Nur Balçın, Japonya’da 1975 yılında düzenlenen bir güzellik yarışmasında Türkiye’yi temsil etmiştir. Babası ise TRT radyosunda çalışıyordu.
Balçın, Ankara Üniversitesi Tiyatro ve Oyunculuk Bölümü mezunudur. Sanat hayatına başlamadan önce ablası ile birlikte İstanbul Taksim civarında ‘Doda Sanat’ adlı bir sanat okulu açtı. İlk olarak başrollerinde Haluk Bilginer ve Sumru Yavrucuk’un yer aldığı ‘Sevgili Dünürüm’ dizisinde rol aldı.
2011 yılında ‘Firar’ isimli dizide Gönül karakteriyle rol aldı. 2014 yılında ‘Çakallarla Dans’ adlı sinema filminde Fatma karakteriyle rol almıştır. 10 Aralık 2014’te TRT 1 ekranlarında yer alan ‘Diriliş Ertuğrul Gazi’ adlı dizide rol aldı. Dizi halen ekranlarda gösterilmektedir. Didem Balçın aynı zamanda Levent Kırca’nın yazdığı birçok tiyatro oyununda da rol almıştır.
Didem Balçın’ın bilinmeyen yönleri VİDEO
Kaynak:Enson haber Biyografi
16 haziran 1983 tarihinde İstanbul’da doğdu. Kendisinde 8 yaş büyük Aslı adında bir ablası var. Oyuncu Açelya Elmas ise üvey ablasıdır. İlköğrenimi 50. Yıl Cumhuriyet Okulunda tamamladı. Lise eğitimini dil eğitimi için Özel Kalamış Lisesinde tamamladı. Üniversite eğitimini ise İstanbul Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinin Tiyatro bölümünde tamamladı.
2004 yılında henüz üniversite son sınıftayken ‘Haziran Gecesi’ adlı dizide Özcan Deniz ile başrol oynadı ve bütün ilgileri üzerine toplamaya başladı. Özcan Deniz’in sevgilisi Havin karakterine can veren güzel oyuncu dizi sayesinde şöhret basamaklarını emin adımlarla çıkmaya başladı.
Yine aynı yıl ilk sinema deneyimini ‘G.O.R.A.’ adlı sinema filminde konuk oyuncu olarak yaptı. 2006 yılında ‘Candan Öte’ adlı dizide Gülen karakterini canlandırarak yine başrol oynadı. Dizilerin yanı sıra reklam filmlerinde de oynamaya başladı. 2007 yılında başrollerini Emre Altuğ ile paylaştığı ‘El Gibi’ adlı dizide rol aldı. 2008 yılında ‘Doktorlar’ adlı dizide oynadı. 2009 yılında ‘Nefes’ aldı dizide bir çok usta oyuncu ile birlikte rol aldı. 2011 yılında ‘Ay Tutulması’ adlı dizide Ayla karakterine can vererek yine başrol oynadı. Dizinin ilginç hikayesi oldukça ilgi çekti. Bu dizi biter bitmez yine Star TV’de yayınlanan ‘Bir Ömür Yetmez’ adlı dizide rol aldı.
Haziran Gecesi – Naz Elmas İZLE
Yine aynı yıl ‘Ya Sonra’ adlı sinema filminde rol aldı. 2012 yılında ‘Ustura Kemal’ adlı dizide Angela adlı karakteri oynadı. 2013 yılında Kanal D’de yayınlanan ‘Güzel Çirkin’ adlı dizide rol aldı. 2014 yılında ise 3. sinema filminde bu kez başrol oynamayı başardı. ‘Stajyer Mafya’ adlı sinema filminde Canan karakterini canlandırdı. Yine aynı yıl Kanal D’de yayınlanan ‘Merhamet’ adlı dizide oynadı. 2015 yılında TRT 1’de yayınlanan ‘Filinta’ adlı dizide Azize karakterini canlandırdı. 2016 yılında ‘Kördüğüm’ adlı dizide rol aldı.
Şimdilerde ise yeni yayınlanacak olan ‘İstanbul Sokakları’ adlı dizide Sibel karakterini canlandıracak. Sahneyi kutsal yer olarak gördüğünü söyleyen güzel oyuncu, ata binmeyi, yüzmeyi ve tenis oynamayı sevdiğini söyledi.
Elmas ‘Haziran Gecesi’ adlı dizide büyük ilgi görmüştü, ancak sonraki oynadığı dizilerin reytinglerinde ciddi sorunlar yaşadı. ‘Ay tutulması’, ‘Nefes’, ‘Bir Ömür Yetmez’ ve ‘Ustura Kemal’ adlı diziler en fazla 16 bölüm çekilebildi ve sonra yayından kaldırıldı.
İşlerde olduğu kadar özel hayatında da hüsran dolu günler yaşayan Elmas 2014 tarihinde evlendiği Emre Kıramer’den ani bir şekilde boşanma kararı aldılar. Yakın dostlarına eşinden severek boşandığını söyleyen güzel oyuncu bunalıma girdi ve kendisini bir dönem eve kapattı. Elmas’ın telefonunu da kapatması ile endişelenen ailesi onu yalnız bırakmamaya çalıştıklarını söylediler.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Barış Bağcı, 27 Mayıs 1975 Karaman doğumludur. Konya’da Selçuk Üniversite’sinde Konservatuar ve Tiyatro Bölümü mezunudur. İlk olarak Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda yer aldıktan sonra oyunculuğuna İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda devam etmiştir.
2009 yılında ‘Nefes Vatan Sağolsun’ adlı sinema filminde bir üsteğmeni canlandırmıştır. 2011de ‘Küçük Hanımefendi’ dizisinde yer almıştır. 2012 yılındaysa baş rollerde Ezgi Mola’nın yer aldığı ‘Pazarları Hiç Sevmem’ adlı sinema filminde oynamıştır. Günümüzde ise TRT 1 ekranlarında yer alan ‘Diriliş Ertuğrul Gazi’ dizisinde ‘Baycu Noyan’ karakterini oynamaktadır.
Barış Bağcı Rol Aldığı Televizyon Dizileri:
Diriliş Ertuğrul – Carmagon Noyan
Kara Kutu – Katip
Gümüş – Emir
Kırık Kanatlar -Halim
Yaprak Dökümü – Ali Sarper
Küçük Hanımefendi – Ömer
Nefes: Vatan Sağolsun – Üsteğmen – Barış
Pars: Kiraz Operasyonu –
Kaybedenler Kulübü – Devrim
Pazarları Hiç Sevmem – Ali
Diriliş Ertuğrul Noyan Aksiyon Sahnesi İZLE
Kaynak:Enson haber Biyografi
12 Eylül 1965 Ankara doğumludur. İlköğretim ve liseden sonra 1989 yılında Ankara Hacettepe Üniversitesi Devlet Konsevatuarı Bölümünden mezun oldu. 1989-1993 yılları arasında Diyarbakır’da görev yaptı.
Devlet tiyatrolarında Sanat yönetmenliği gibi görevleri aldı. 1996!dan bu yana televizyonda çeşitli projelerde yer almaya başladı. 2006 yılında Devlet Tiyatrolarından ayrılmıştır. Televizyonda birçok dizide ve reklam filminde rol almış olsa da en iyi çıkışını ‘Leyla ile Mecnun’ dizisinde canlandırdığı İskender karakteriyle yapmıştır.
Bu proje yayından kaldırıldıktan sonra aynı isimlerle ‘Ben de Özledim’ adlı yeni bir projeyle geri dönüş yapmıştır. Bazı sinema filmlerinde de yer alan Taylan, 15. Altın Koza Festivalinde En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülmüştür. Taylan, aynı zamanda Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği bir proje olan ‘Kelebeğin Rüyası’ filminde de rol almıştır.
Ahmet Mümtaz Taylan – Baba ve Kızı Reklamı İZLE
Oyunculuk kariyerinde gayet başarılı olan Taylan, evlilik hayatında pek başarılı olamamıştır. 2007 yılında Ayçin İnci ile evlenmiş fakat biilinmeyen sebeplerden dolayı 2012 yılında boşanma kararı almıştır. Şimdilerde ise Kanal D ekranlarında yer alan ‘Hayat Şarkısı’ adlı dizide evin babasını canlandırmaktadır.
Hayat Şarkısı : (2016) Çırağan Baskını (2014)
Güzel Köylü : Hüsnü Alkan (2014)
Cinayet : Serdar Akar – (2014)
Ben de Özledim : Onur Ünlü – (2013)
İşler Güçler : Selçuk Aydemir – (2012) (Konuk Oyuncu)
Kötü Yol : Nisan Akman – 2012 Behzat Ç : Serdar Akar – 2011
Leyla ile Mecnun : Onur Ünlü – (2010 – 2013)
Ateşe Yürümek : Cankat Ergin – (2010)
Son Bahar : Nihat Durak – (2008)
Hayat Apartmanı : Hüdaverdi YavuzAtilla Cengiz – (2007)
Başımın Belası : Tuğba German – (2007)
Ezo Gelin : Uluç Bayraktar – (2006)
Daha Neler : Birkan Uz – (2006)
Kınalı Kuzular : Tunç Davut – (2006)
Avrupa Yakası : Jale Atabey – 2006
Çapkın : Bora Onur – (2005)
Kayıp Aşıklar : Veli Çelik – (2004)
Sahra : Volkan Kocatürk – (2004)
Arapsaçı : Davut Coşkun -(2004)
Kurşun Yarası : Sadullah CelenÖzer Kızıltan – (2003)
Çaylak : Nihat Durak – (2002)
Kumsaldaki İzler : Veli Çelik – (2002)
Zeybek Ateşi : Veli Çelik – (2002)
Baba : Yağur TaylanDurul Taylan – (2002)
Yılan Hikayesi : Nihat Durak – (2000)
Barbunya Nuri : 2000
Kaynak:Enson haber Biyografi
Perran Kutman, hangi açısından bakarsan şanslı ya da şansız bulacağın bir çocukluk yaşadı. Hiç arkadaş bulamadığı için şanssız; ailesinin sonsuz sevgisini tattığı için de şanslıydı. Sadece oyuncaklarını arkadaş edinebilmek taklit yönünü geliştirecekti Perran’ın ve o bir gün ülkesinin sayılı kadın komedi oyuncularından biri olacaktı…
Bir diğer şansı da, hayatının aşkını bulacak ve mutlu bir hayat sürecekti…
Perran, 30 Kasım 1949’da, İstanbul Aksaray’daki 11 odalı bir konakta, Sabriye Hanım ve Rıdvan Bey’in ilk çocukları olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona “pervane” anlamına gelen “Perran” adını verdi; “Perran Kanat”. Annesi, Perran’ın doğumu öncesinde üç gün üç gece sancı çekti. Dünyaya gelişi bir hayli zor oldu yani. Öyle ki Sabriye Hanım’ın, sancılar arasında “Bir doğsun, yüzüne tokat atacağım!” diye söylendiği de olmuştu.
Sabriye Hanım, İETT muhasebesinde çalışıyordu. Bir yandan da kadın mecmuası çıkarıyordu. Kendini yetiştirmiş, aydın bir kadındı. Babası Rıdvan Bey ise, Milli Eğitim Basınevi Müdürü idi. Perran iki kişilik dünyalarına sekizinci harikaları olarak girmişti. El bebek gül bebek büyüttüler; ilk göz ağrılarıydı. Ne alınırsa çifter çifter alınıyordu.
Ailesi zamanla bu özeni abarttı ve Perran’ın bir tek canlı arkadaşı yoktu. Japonya’dan getirilmiş oyuncakları arkadaşı olmuştu; odasında yapayalnızdı. Çünkü ailesi onu terbiyesi bozulmasın diye asla sokağa çıkarmaz, başka çocuklarla görüştürmezdi. Perran, envaiçeşit oyuncaklarını kimseyle paylaşamadan, yalnız bir çocuk olarak büyüdü. Yıllar sonra bu günlerini “Masanın bacaklarıyla konuşurdum” itirafıyla anlatacaktı…
Perran, kah masanın bacaklarıyla kah oyuncaklarıyla konuşarak 8 yaşına kadar gelmişti. Bu yaşı, anne ve babasının boşandıkları zamana denk geldi. Evet, Sabriye Hanım ve Rıdvan Bey ayrıldılar; ama küsmediler. Rıdvan Bey ikinci kez evlendiğinde de dostlukları devam etti. Hatta kızı Berna, Sabriye Hanım’a “Cici Anne” diyecekti. Perran ise, hayatlarında başrolden hiç inmedi. Onunla ilgili bütün kararlarını ortaklaşa almaya devam ettiler.
Elbette değişen şeyler de vardı. Perran, anne ve babasının yoğun olan iş hayatı sebebiyle babaannesinde kalmaya başlamıştı. 15 yaşına gelene kadar babaannesinin koynunda uyudu Perran. Sonra da hep aynı odada…
Çok seviyorlardı birbirlerini, ölesiye düşkünlerdi. Babaannesinin gerçekçi ya da tüm hayalleri, hep Perran üzerine kuruluydu. En çok bir gün torununu Kraliçe Elizabeth’in oğlu ile evlendirme hayalleri kuruyordu. Çünkü onun torunu, canının içi kızı, bir prensesti.
Perran, yalnız kalınca çareyi kendi kendine taklitler yapmakta bulmuştu. Taklitlerini çalışıyor, sonra da ailesine sunuyor; onları eğlendiriyordu. Annesi, Perran’ın yeteneğini keşfetmişti, ailecek konservatuara gitmesi gerektiğine karar verdiler. Perran, “İstanbul Belediye Konservatuarı”na kaydoldu.
Perran artık konservatuara başlamıştı. İlk günler nasıl da çekilmez gelmiş, hiç sevmemişti. Ama sonra alıştıkça sevdi, sevdikçe daha da bağlandı. Çok iyi bir öğrenci olmuştu. Öğrencilik yıllarından bulacaktı sahneye çıkma şansını…
Perran, ilk kez sahneye çıkıyordu. Şu konservatuara girişi daha dün gibi kapıda duruyor, o günden şu ana geçen zaman hafızasından usul usul akıyordu. Bu anı yıllar sonra bir röportajında şu cümlelerle anlatacaktı:
“Gülriz Sururi ve Engin Cezzar da konservatuarda oldukları için, beni “Kurban” oyununda oynattılar. Hiç unutmam korodaydım. Kara çarşaflı kızlardan biriydim. Hiçbir yerim görünmüyordu. Anneannem, beraber getirdiği arkadaşlarına “Torunum efendim!” diyerek benimle gurur duyardı”.
1967’de konservatuardan mezun oldu. Hemen ardından da “Ulvi Uraz Tiyatrosu”nda sahnedeydi. Burada da oyunculuk sınavını geçmişti. Perran’ın gözünde Uraz, mükemmel bir hocaydı. Ondan sahne tahtasına saygı duymayı öğrendi.
Perran, 1969’da “Nisa Serezli”, 1973’te “Sezer Sezin” tiyatro topluluklarında çalıştı. Hayatının aşkını da 1980’de “Müjdat Gezen” ile çalışırken tanıyacaktı. Bu meslek, ona hayatın tüm lezzetlerini getirecekti.
Perran, son tiyatro oyunu “Artiz Mektebi”ni ise 1987’de oynayacaktı.
Perran birçok dizide, filmde, tiyatro oyununda oynayacaktı elbet; ama ilkler özeldi. 1972’de sinema için ilk kez kamera karşısına “Şehvet Kurbanı” filmi için geçti; yönetmen koltuğunda Nejat Saydam oturuyordu.
Zamanla sinemada klasikler arasına girecek, “Köyden İndim Şehire, Salak Milyoner, Hababam Sınıfı, Gırgıriye” birçok filmde rol alacak, hanemize konuk olacaktı…
1972 senesi, Perran’ın hayatında bir yeniliği daha barındırıyordu. Perran, aynı sahneyi paylaştığı 42 yaşındaki oyuncu “Hüseyin Kutman” ile evlendi. Kendisi ise, 23 yaşındaydı. Tanınmaya başladığı zamanlardı ve biz onu işte bu sebepten “Perran Kutman” olarak tanıyacaktık.
Aralarındaki yaş farkına rağmen gerçekleşen bu evlilik, 1979’da boşanma ile sonuçlandı. Perran ise, “Kutman” soyadı ile tanındığı için, eski eşinin soyadını taşımaya devam edecekti.
Bu ayrılığın üzerinden birkaç ay geçmişti ki, gazetelerde “Oyuncu Perran Kutman ile Yazar Engin Ardıç nişanlandı” haberleri verildi. Ancak bu nişan evlilikle sonuçlanmayacaktı.
Perran, nişanını yeni atmış bir kadındı ve hayatının aşkı “Koral Sarıtaş” ile çok geçmeden tanıştı.
Perran, o zamanlar Müjdat Gezen ile Miyatro adını verdikleri tiyatroyu kurmuşlardı. Burada Marşantiz adlı bir müzik grubu vardı ve Koral, bu grubun davulcusuydu. Büyük aşktı onlarınki; daha ilişkilerinin bir yılı dolmadan nikah masasına oturdular.
O zaman haberleri yoktu tabii; ama bu aileye iki kardeş gelin olacaktı. Perran’ın babasının ikinci evliliğinden olan kız kardeşi Berna da, Koral’ın kardeşi Özden ile evlenecekti. Hiç çocuk sahibi olmayacaklar; ama Berna ve Özden sağ olsun, çocuk sevgisini tadacaklardı.
Perran Kutman, 35 yıl sonra evliliğini bir röportajında şöyle özetleyecekti: “Aşk gidiyor; ama bitmiyor. Köklü bir sevgiye dönüşüyor. Aşk, küçük heyecanlardır. Halbuki sevgi, çok köklü ve vazgeçilmezdir. Koral’ı kaybetmekten korkarım. Büyük ihtimalle o da beni kaybetmekten korkuyor. Bizde artık hayat arkadaşlığı başladı. Onun hissi de bambaşka…”
Belli ki Perran, ömürlük aşkı bulmuştu…
Bir serisini izledik biz Gırgıriye’nin. Şenlik, cümbüş, eğlence, ne ararsak bulduk. “Sabahat”, Gırgıriye’nin dilinde “Sabayat” karakterine can verdi Perran Kutman. Evet, zaten bir ünü vardı; ama burada “Münir Özkul, Adile Naşit, Müjdat Gezen, Gülşen Bubikoğlu, Ayşen Gruda, Şener Şen” gibi güzel isimlerle bir aradaydı ve ününe ün kattı. Hepsi bir bütün olduğunda o mükemmel eğlence çıkıyordu ortaya…
Perran Kutman, önce Türk filmlerinin komedi yüzü olarak kendini gösterse de, 1986’da TRT2’de bir dizi ile çıktı seyircisinin karşısına; Perihan Abla. Mahalle kültürü içinde yaşayan, bütün mahallenin sevgilisiydi Perihan Abla. Öylesine samimi, öylesine bizden biriydi ki; çok geçmeden seyircisinin gönlünü fethetmiş, hepimizin Perihan Ablası oluvermişti.
Perran Kutman, artık beraberinde anılacağı bir ada kavuşmuştu. Dizi de TRT2’den TRT1’e geçti.
Bu dizi ile 1987’de Altın Kelebek Ödülleri’nde “Yılın Kadın Komedi Sanatçısı” ödülünü aldı.
Perran Kutman, her dönemde bir rolüyle ikonikleşmeye devam ediyordu. Artık 2000’lere gelmiştik ve Perran Kutman 2003’te bu kez “Hayat Bilgisi” dizisinde karşımıza “Afet Güçverir” karakteriyle çıktı karşımıza. “Hoca camide!” ünlemiyle bir anda hayatımıza girdi ve bu kez de 2006’ya kadar hepimizin öğretmeni oldu.
2010’da, “Deli Saraylı”, 2012’de ise, “Canımın İçi” dizisi ile kamera karşısındaydı…
Yaşam Boyu Onur Ödülü
Bunca başarının elbette ödülü de olmalıydı. Perran Kutman, bu ülkenin komedi dalında yetiştirdiği o güzel isimlerden biriydi. Sanat yaşamı boyunca birçok ödül aldı. Ancak muhtemelen en anlamlısı 8 Ekim 2011’de Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde layık görüldüğü “Yaşam Boyu Onur Ödülü”ydü.
Bizi güldüren yüzüyle, büründüğü karakterlerden kalbimize dokunuşuyla bu ödülü gerçekten hak etmişti.
Kah Perihan Abla, kah sevenleri ayıran Sabayat, kah Neriman Abla, kah Afat Hoca… Bol kahkahası ve yeteneğiyle bir Perran Kutman geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
En son ölüm yıl dönümün için anmışız seni; ama bugün senden bahsetmek daha güzel. Çünkü bugün “İyi ki doğdun! İyi ki seni tanıdık!” dediğimiz o güzel gün…
…
Bugün hepimizin babası Nejat Uygur’un sonsuzluğa uğurlanışının yıl dönümü. Hep kahkahalarla anılmak isteyen bir adam olarak doğmadı belki, gülmenin değerini anlaması zamanını aldı. Ama olsun bunu bilerek ve hatta yıllarca yaşamış olarak doğdu.
Televizyonda çocuk aklımla tekrar yayınlarını izlerdim tiyatro gösterilerinin. Tabii şimdi internet daha yaygın kullanılıyor. Ama ne bileyim, Nejat Baba’nın hakkında daha detaylı bilgilere ulaşıp, bir de hayatını yazma imkânı bulunca kendimi 90’lar kuşağından olduğum için ayrıca şanslı hissettim. Dilerim miras bıraktığı kahkahalar bir gün hepimizi sarar.
İyi ki o güzel gönlünle var oldun Nejat Baba!
İyi ki bu dünyadan o güzel kahkahanla geçtin!
İyi ki dünyaya geliş nedenini, sen zamanından önce buldun…
Keyifli okumalar…
Nejat, 10 Ağustos 1927’de Kilis’te Fikret Naciye Hanım ve Behzat Bey’in ortanca çocuğu olarak dünyaya geldi. Naciye Hanım öğretmen, Behzat Bey de subaydı.
Babasının görevi dolayısıyla Anadolu’nun çeşitli şehirlerini görerek büyüdü. İlkokula Siirt’te başladı; Ezine ve İntepe’de devam ederek tamamladı. Her müsamerede rol alan bir çocuktu. İlkokulu tamamladıktan sonra, Nejat, ailesinin gezdiği şehirler dolayısıyla ortaokulu Sarıyer ve Çanakkale’den geçerek Manisa’da tamamladı.
Farkındalığı yüksek bir çocuktu Nejat. Mesleğine bile karar vermişti, pilot olacaktı. Çocuk aklı, uçmanın gizemini keşfetmiş, bunu bir an önce gerçekleştirmenin peşindeydi. Üstelik abisi Zeki Ayhan’da kapılmıştı bu sevdaya. Bir gün abisiyle karar verdiler; uçacaklardı. Manisa’da oldukları yıllardı. Yatak çarşaflarını alıp olanca güçleriyle uç uca bağladı iki kardeş. Planları da hazırdı; yüksek bir yer bulup oradan uçacaklardı.
Gözlerine kestirdikleri, uçmaya yetecek kadar gördükleri bir yüksekliğe çıktılar. Tecrübe pilotu elbette abiydi; önce o atlayacaktı. Gözü kara Zeki Ayhan, hiç düşünmeden kendini boşluğa bıraktı ve… Yere çakıldı! Abisinin uçacağını büyük bir hevesle bekleyen Nejat da bu manzara karşısında dersini almış bir şekilde abisinin yanına ayaklarını kullanarak indi; Zeki’nin ayağı kırılmıştı. Pilotluğun düşündükleri gibi bir şey olmadığına acı bir şekilde karar verdiler böylece…
Nejat’ın kurduğu hayaller bitmeyecek, bir gün “Nejat Uygur” olmak istediğini anlayana kadar başka hülyalara da dalacaktı. Zeki Ayhan da, Türkiye’de Deniz Kuvvetleri’nde Tabip Albayı olacak; emekliliğinden sonra da Amerika’ya yerleşecek ve ünlü bir beyin cerrahı olarak anılacaktı…
Nejat, 1943’te, Sarıyer Halkevi’nde boksla spor yapmaya başladı. Büyümek için çırpınan gencecik bedeni ringe çıkmakla yetinmedi; atletizme, sonra su topuna da merak sardı derken aynı zamanda iyi bir at binicisi de oldu.
Tüm bu çocukluk zamanlarından sonra, Nejat, “Güzel Sanatlar Akademisi, Heykel Bölümü”ne girdi. Hâlâ kendini tam olarak keşfetmiş değildi; mezun olmadı. Onu bekleyen bambaşka bir hayat vardı, hissediyordu.
Nejat’ın gençlik döneminde herkeste Amerika’ya gitme isteği çok yoğun bir şekilde seyrediyordu. Nejat uçamamıştı belki ama yüzen bir geminin içinde olabilirdi; Nejat, gemici olabilirdi…
Hiç vakit kaybetmeden bir liman cüzdanı çıkarttı ve gemici oldu. Bu gemicilikte başlayan bir serüvenle Nejat’ın aslında insanların yüzünü güldürmeye tutkuyla bağlanışının hikâyesi olacaktı.
Mesela Panama şilebinde çalıştı. Gemide kimsenin canı sıkılmıyordu; çünkü Nejat oradaydı. Onun anlattığı fıkralar, yaptığı taklitler herkesi öylesine güldürüyordu ki… Bu gülüşler, Nejat’ın da içini ısıtıyordu.
Sonra askere gitti. Mekân ve Nejat’ın görevleri değişiyordu belki, ama değişmeyen bir şey vardı: İnsanların yüzündeki gülüş! Nejat, artık ne yapmak istediğine karar vermişti. Nerede olursa olsun, O, hep insanları güldüren yüz olmalıydı.
Bu tutku içinde büyüdü, büyüdü, büyüdü ve kocaman bir tutku oldu…
Nejat, Sarıyer Halkevi’nde sadece spora başlamadı; hayatını geçireceği uzun soluklu mesleğinin ilk adımını da burada “Avni Dilligil Tiyarosu”nda attı. Ustalarından bir diğeri de ünlü tuluat sanatçısı “Ahmet Yekta” idi.
Artık ne yapmak istediğini biliyordu ve bunun için nerede bulunması gerektiğini de. 1949’dakurduğu “Nejat Uygur Tiyatrosu” profesyonel olarak oyunculuk yaşamını başlattı. Ömrümüze ömür katacak kahkahaların yayılmasının da başlangıcıydı bu.
En güzel yanı, onu keşfeden biri yoktu. O, Nejat olarak Nejat’ın iç dünyasını, kim olduğunu ve daha da önemlisi kim olmak istediğini keşfetti. Örnek aldığı, çok sevdiği emektar tiyatrocular oldu elbet. Bunlardan en özeli, “İsmail Dümbüllü”ydü. 60’lı yıllarda, Şehzadebaşı’ndaki “Güneş Sineması”nda oynuyordu Nejat. Yılbaşlarında, Ramazan zamanlarında İsmail Dümbüllü, hep onu izlemeye gelir ve takdirini de alkışını da, hatta gururunu da esirgemezdi.
Nejat, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun içine doğmuş ve onun her bir harfini hissederek yutuyordu. Ailesinin, sevenlerinin, senin, benim, herkesin ondan öğrenecek çok şeyi vardı ve bu öğretiler gülüşlerle taşındığından asla zamanın içinde kaybolmayacaktı…
Nejat ve Necla, 1950’de evlendi. Bu evlilikten, 13 yıl süren Anadolu turneleri sürecinde, deyim yerindeyse, aslanlar gibi beş oğulları oldu. Onlara, “Ahmet, Süheyl, Süha, Kemal ve Behzat” adını verdiler. Süheyl ve Süha ikizdi.
Nejat, gülüşlerinin verdiği tatla eğlenceli; tiyatro yapmanın verdiği sorumlulukla da otoriter bir babaydı. Bu ince çizgiyi çocuklarına öyle doğru aktarmıştı ki, çocukları onun sevgisinden asla şüphe etmedi.
Ne şanslı çocuklardı… Bazı akşamlar ya plak dinlerler ya da film izlerlerdi mutlaka hep beraber. Çocukları haftanın iki üç günü babaları eve film getirecek diye, heyecanla beklerdi. Bazı akşamlar da, ki buna ve fotoğrafına bayılıyorum, bütün aile kitap okurlardı.
Çocuklukları, kulislerden oyunları izleyerek ve otel odalarında geçti. Oyuncu anne ve babaya sahip olmak böyle bir şeydi demek. Bu geçen zamandan sonra babasının izinden giden, Nejat Uygur’un deyimiyle, “Armut ağacının dibine düşmüş” olan çocukları Süheyl ve Behzat oldu. Bugün tanınan ve hala tiyatro yapmaya devam eden mükemmel kardeşler…
,
Nejat Uygur’un tiyatro yolculuğu 60 yıldan fazla sürecekti ve bu yıllar öyle kolay, hep gülerek geçemezdi. Hayatın kanuna, insanın doğasına uymazdı bir kere.
Onun tiyatrosu, iki darbe dönemini de gördü. Hatta bir turne sırasında darbe olunca, baktı ki ekibi aç kalıyor Celal Bayar’ın maskını yapıp satmaya başladı. Yapmasın da ne yapsındı; sadece soyadını taşıyan ailesinden sorumlu değildi ki. İyi bir tiyatrocu olarak ayakta kalmanın, iyi bir insan olmanın zorlukları olacaktı elbet.
1974’te de İzmir’delerdi tiyatro için. Kıbrıs çıkarması oldu ve karartma olduğu için bütün tiyatrolar ayrıldı. Ama Nejat Uygur, tiyatroyu kapatmadı; oyununu mavi ışıkta oynadı. Bu sefer çocukları büyümüş, birer genç olarak yanındalardı, gücünü daha sağlam buluyordu kalbinde. Yeri geldi elbisesini sattı, oyuncuların yevmiyelerini ödedi; asla işinin başından ayrılmadı. Çünkü insanların en çok ihtiyacı olan şeyin ne olduğunu biliyordu; gülmek!
Çocuklarına da, eğitiminden geçen bütün oyunculara da ayırım yapmaksızın aynı öğüdü verdi Nejat Uygur: “Bu işi yapacaksanız kesinlikle pes etmeyeceksiniz; meşakkatli bir iştir”.
Komedi, toplumun sorunlarına ve sıkıntılarına değinmenin en etkin yoluydu. Türk Tiyatrosu’nda hicvin yeri hep oldu; ama Nejat, hep daha çok pencere açıp bakmak gerektiğine inandı. Mizahını yapacağın siyasetçi her kimse, o da bu mizaha gülebiliyorsa, işin içinde hakaret yoksa tamamdı.
Başka türlüsünü asla yapmazdı.
Nejat Uygur, asla sıradan bir oyuncu değildi. Çünkü O, sanata devrim niteliğinde yenilikler kazandırdı. Bugün her birimizin severek izlediği televizyon programlarının önünü açan isimdi O. “Evinde Tiyatro” diye girdi söze önce. Televizyonunu açan herkes, bilet almada tiyatro izleyebilecekti. Madem bu televizyon denen merete bu kadar çabuk bağlanılmıştı; bari işin rengi kahkahalara boğulsundu.
Hem artık sinemanın da tiyatronun da yerini almıştı bu televizyon. Ekonomik imkânlar daraldıkça insanlar eğlenceyi bu küçük kutuda bulmuştu. Nejat Uygur da, tiyatronun kurtuluş biletinin bu kutuda olduğunu fark etti ve televizyona programlar hazırladı.
Ayrıca bir döneme de “Devekuşu Kabare” gibi büyük oyunları video kasetleri damga vurdu. Yeni bir çağ başlamıştı tiyatro için. Nejat Uygur, tiyatro formatında televizyon programları ile bir akşam vakti, ailecek çay-çekirdek ya da meyve keyfi yaparken ekrandan yüzümüzü güldürecekti.
Onunla en çok özdeşleşen oyunları ise, “Minti Minti” ve elbette “Cibali Karakolu” olacaktı…
Nejat Uygur, gerçekten “efsane” diye anılacak mükemmel bir isimdi. 60 yılı aşkın sanat hayatı boyunca, 2 kez ABD, 4 kez Avrupa ve 35 yıla yakın da Anadolu turnesi yaptı. Ona göre tiyatro denilen şey sadece İstanbul, Ankara, İzmir’de değil; her yerde, her insana yapılmalıydı. Sonuçta herkesin canı candı, patlıcan değil.
Televizyonda da yine tiyatrodan kopmadan bulundu tabii; ama sinemada da bulundu. Tunç Başaran’ın yönetmen koltuğuna oturduğu 1970 yapımı siyah beyaz bir film olan “Cafer Bey”de, başrol oynadı. 1971’de “Cafer Bey İyi, Fakir ve Kibar”da başroldeydi ve bu sefer bir Feyzi Tuna filmiydi. Ardından 1974’te “Cafer’in Nargilesi” ile yine başroldeydi ve bu kez bir Fikret Uçak filmi olarak tamamlandı.
2000’lere geldiğimizde yaş almış; ama performansından hiçbir şey kaybetmemiş usta bir sanatçıydı Nejat Uygur. 2004’te Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele Tuuba”sında; 2007’de de Mahsun Kırmızıgül’ün “Beyaz Melek” filminde oynadı.
Sanat yaşamı boyunca 50’den fazla ödül aldı büyük ustamız, babamız Nejat Uygur. Ben günümüze yakın olanlarından bahsetmek istiyorum.
1998’de Kültür Bakanlığı, Nejat Uygur’a “Devlet Sanatçısı” unvanını layık gördü, ki bunu kesinlikle hak etmişti.
1999’da “22. Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri’nde “Belkıs Dilligil Onur Ödülü”nü aldı. Hocasının adının verildiği bir ödül töreninde ödül almak çok onur verici olsa gerekti. 2006’da “Kemal Sunal Kültür Sanat Ödülü” gecesinde “En İyi Tiyatrocu” seçildi. 2007’de ise, “Altın Kelebek TV Yıldızları Yarışması, Tiyatroya Destek Yılı Özel Ödülü”nü büyük ustaya uygun gördü…
Nejat Baba, 10 Eylül 2007’de, beyin damarlarında meydana gelen bir tıkanıklık sebebiyle vücudunun sol tarafında oluşan kısmi felç geçirdi. Verilen bilgilere göre, sol kolunu hareket ettiremiyor, bacağını ise çok az hareket ettirebiliyordu. Ancak konuşması ve yüzünde oluşan kaymaya rağmen gözlerindeki gülüşte bir şey değişmemişti.
Daha sonra, bir zaman sonra işte, Süheyl ve Behzat Uygur kardeşler bir açıklama yaparak babanın artık geçmişiyle yaşadığını söylediler. Anneleri Necla Hanım, bir an olsun elini bırakmadı sevgilisinin. Gözlerinin içine hep sevgisiyle, aşkıyla baktı…
31 Ocak 2005’te hayatını kaybeden İsmail Hakkı Şen’in cenazesinde ona uzatılan bir mikrofona şunları söylemişti Nejat Baba: “Bir bakmışsınız benim cenazemde başka sanatçılarla röportaj yapmışsınız. Gün gelecek bütün tiyatro sanatçıları İsmail Hakkı Şen gibi, benim gibi ölecek. Tiyatro perdesi üstümüze üstümüze yıkılacak hatta. Seyirci üzülmesin. Ben ve benim arkadaşlarım, onların bütün kederini alıp götürecek. Onlara sadece gülmek kalacak”.
Sonra böyle oldu işte. Nejat Uygur, 18 Kasım 2013 saat 19.57’de, solunum yetmezliği sonucu Kavacık’ta bir hastanede tiyatro perdesinin üzerine örtülmesiyle dünyaya gözlerini kapadı; 86 yaşındaydı. Cenazesi Teşvikiye Camii’nden kaldırıldı ve Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.
Söylenecek ne çok sözcük var; hepsi gerekli, hepsi boş gibi. Şimdi tam da onun istediği gibi üzülmek vakti değil aslında. Bir gün öldüğünde bütün yaşamı boyunca olduğu gibi sadece ailesini değil, bizleri de düşünmüş sonuçta. Şimdi sadece onu güzel güzel anma, dualar gönderme vakti…
Bol gülüşü, içten kahkahaları, hepimizi düşünen o güzel kalbiyle bir Nejat Uygur geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Ve son söz, ustaya ait olsun istiyorum ve kendisinin cümlesiyle iletiyorum:
“Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden, ortancaların da alnından öperim”.
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün hepimiz acı bir haberle sarsıldık. Malkoçoğlu ve Kara Murat serisinde Cüneyt Arkın’ın sesi olarak tanıdık onu. Sonra çocukluk arkadaşı Zeki Müren’in 64. Yaşını canlandırdığı müzikalde. Yeter Anne, Bir Dilim Aşk gibi dizilerde sıcacık konuk oldu evlerimize. Evet, Toron Karacaoğlu, aramızdan ayrıldı; 88. yaşını doldurduktan 2 gün sonra.
Oğlu, tiyatroya küskün gittiğini açıklamış. Dilerim içinde tüm anılarını sığdırdığı koca sahnede kırgın olduğu ne varsa affetmiştir. Dilerim o sıcacık gülüşü, gitmeden onun da içini ısıtmıştır…
Ruhun şad olsun büyük usta…
Toron, 20 Ağustos 1930’da Bursa, Mudanya’da dünyaya geldi. Bir zamanların sanatçı isimlerinden biri olacağından habersiz, ailesi onu sevgiyle kucağına aldı.
İlkokul, ortaokul ve liseyi Bursa’da tamamladı. Hatta Zeki Müren ile de aynı okuldalardı. Bir gün okul arkadaşı Sanat Güneşi olacak ve onu anma gecesinde Zeki Müren’in 64. Yaşını oynamak Toron’a nasip olacaktı.
Toron, ilkokulda müsamerelerle birlikte tiyatroyla tanıştı. Sahnede belli ki oldukça derin bir nefes çekmiş, tozunu yutmuştu. Hücrelerinde yer eden bu sanat, onun vazgeçilmezi olacaktı. Bir söyleşisinde küçük bir anısını şöyle paylaşacaktı yıllar sonra: “Sınıfta iki kumbaramız vardı: Kızılay kumbarası ve şahsi kumbaramız. Sene sonunda biriken paralarla gezmeye giderdik. Kızılay kumbarasındaki para ise fakir çocuklar içindi. Eğer az para birikti ise, evimizin verandasında kendi yazdığımız veya doğaçlama olarak, bir kuruşa mahallenin çocuklarına çadır tiyatrolarındaki gibi temsiller oynardık. Kumbaraya çok para attığımda, öğretmenim babama şikayet edip “Çocuğunuz bu kadar parayı nereden buluyor?” diye sormuş. Babam sorduğunda söylemek zorunda kalmıştım. Babam da “İyi halt ediyorsunuz pis oyuncular!” demişti”.
Babası çok kızmış, evet. Ancak mani de olmamıştı. Toron ve arkadaşları, müsamerelerine devam etti. Zaman geçti; ilkokul, ortaokul derken lise sıraları da gelmişti. Lisede daha çok şiirlerden oluşan tek kişilik oyunlar oynuyordu. Sesi yeni yeni oturuyordu boğazına ve belki de sesini ilk keşfettiği zamanlardı.
Tabii sadece oynamıyor, sürekli tiyatro izlemenin fırsatını kolluyordu. Bursa’daki Şehir Tiyatrosu’na turneye gelen oyunları da izledikten sonra hevesi arttı. Kararını vermek de kolaylaşmış oldu. Tiyatro, onun mesleği olmalıydı.
Tabii kanı da deli akıyordu. Lise ikinci sınıftan ayrıldı; amacını ve umutlarını aldı cebine, 1947’de İstanbul’a gitti. Ne yazık ki bu tarihlerde İstanbul Konservatuarı’nda tiyatro bölümü yoktu. Bu tarihlerde tiyatro aşkıyla yanıp tutuşan bir gençseniz konservatuarın talebe derneğine bağlı tiyatro kurslarına katılıyordu. Toron da, Beşiktaş ve Büyükdere Halkevi’nde kurslara gitti. Ülkesine faydalı olacak, her kalbe onlar hiç bilmeden dokunacak günlere atılmış ilk adımlardı bunlar…
Melih Cevdet Anday ve Ahmet Kutsi Tecer, Şehir Tiyatrolarında hocaydı. Şair ve aktör Ercüment Behzat Lav da çalıştırıcı olarak bulunuyordu. Toron, işte bu dönemde katıldı çalışmalara; çok şey öğreniyordu. Sene sonuna gelindiğinde, 1949’da, “Tiyatro Resitali” verildi. Toron da, arkadaşları da çok başarılı bir iş çıkarmışlardı. Dönemin Vali ve Belediye Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, çok beğendi. Hemen bir emir verdi ve İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü resmen kuruldu.
Böylece Toron’un yolu açılmıştı; İstanbul Belediye Konservatuarı’nda 3 yıl eğitim aldı. Askere gitme zamanı geldiğinde gitti ve döndüğünde, 1954’te, ilk iş Şehir Tiyatroları Sınavı’na girdi. Artık bu kurumun kadrolu oyuncusuydu.
150’den fazla oyunda yer aldı. 1980’de de emekli oldu.
Toron, sinemaya ilk adımını dublaj ile attı. Bir gün filmlerinde Cüneyt Arkın’a ses olacaktı; öylesine aranan bir isim olacaktı. Artık tiyatro, seslendirme, radyo çalışmaları, hepsini bir arada yürütüyordu. Daha sonra da Müjdat Gezen’den, diksiyon ve makyaj dersleri aldı. Her an bir şeyler öğrenmek için öyle hevesliydi ki…
Yine de kalbindeki en özel yer tiyatroya aitti.
Kalbinde bir başka özel yeri de eşi Nurten Hanım’a ayırdı. 1958’de evlendiler ve 1959’da “Ata Tamer” adını verdikleri oğullarını aldılar kucaklarına…
Toron, 1980’de kendi isteğiyle tiyatrodan emekli olmuştu.
1973’ten beri her sene Berlin’e, halasının oğlunu ziyarete gidiyordu Toron. Bu ziyaretler sırasında SFB radyosunda Erkin Özgüç, Aras Ören ve Güner Yüreklik ile tanıştılar ve birlikte çalışmaları da oldu. Ramazan ve yılbaşı skeçleri hazırlayıp oynadılar. İşte bu çalışmaları sırasında duymaya alıştığı bir cümle vardı: “Keşke hep burada olsan”…
1979’daki gelişinde Bülent Talay ile karşılaştı. Şehir Tiyatrosu’ndan arkadaşlardı ve arkadaşı, Berlin Senat’ta görevliydi. Aslında Toron da öyle çok istiyordu ki yurt dışına açılmayı. Yıllardır içinde biriken isteğin sonunda ona da bir teklif geldi. Böylece 1980’de kendi isteğiyle Şehir Tiyatrosu’ndan emekli oldu ve Berlin’e gitti.
Gelir gelmez dostlarıyla yılda bir kez yürütebildikleri tiyatro çalışmalarında, SFB ve Volkshochschule’de başladı. Alman Kültür Senatosu bünyesinde yetiştirdiği öğrencileriyle sergiledikleri oyun da çok beğenilmişti. 30 – 40 kez tekrar sahnelediler hatta.
Ardından Schaubühne’den bir teklif geldi ve burada Türk grubunda bulunan Şener Şen, Ayla Algan, Kerim Afşar ile çalıştı. Burada çalışma fırsatı bulduğu bir özel isim de vardı: Haldun Taner. Senat kanalıyla üç ay süren seminerler düzenlediler. Üç ayrı amatör tiyatro grubunu bir araya topladılar. Senat’tan daha fazla yardım alıp daha iyi işler yapmanın peşindeydiler. Haldun Taner, Dünya ve Türk Tiyatrosu Tarihi dersleri; Toron da Reji, Makyaj ve Oyunculuk Tekniği derslerini veriyordu.
Yetiştirdiği öğrenciler ile gurur duyuyordu. Bu grubun içinden seçtiği oyuncularla Bekir Büyükartım’ın “SİS” oyununu sahneye koydular. Üstelik dünya prömiyerini de Manifaktur’da yapmışlardı. Sonra daha da ilerledi çalışmaları. 150 öğrencisi ve 8 folklor ekibiyle Tempodrom çadırında “Köy Düğünü”nü oynadılar. Bu harikulade büyük bir yapımdı.
Sonra inişli çıkışlı birçok çalışma daha yürüttü. Ancak Almanya’da yabancılara karşı Neo Naziler’in hoş olmayan hareketleri başlamıştı. Bu olaylar Toron’u oldukça tedirgin ediyordu. Bir de üzerine memleket hasreti eklenince, Türkiye’ye geri döndü…
Berlin’den yeni dönmüştü Toron. Bir sene kadar tiyatro yapmak istemedi. Ama oyun yönetmeye başladı. Yönettiği ilk oyunu Metin İnsenel’in tiyatrosunda sahneledi.
Bu sırada İstanbul Şehir Tiyatroları Sanat Yönetmeni Gencay Gürün, tiyatroya dönmesi için Toron’a haber göndermişti; “Sizin yaşınız daha emekliliği gerektirmiyor” diyordu. Emekliliğini de durdurmuştu zaten. 1987’de “Günden Geceye” oyunuyla Şehir Tiyatroları’na geri döndü. Eski kadrosuyla 1995’e kadar çalıştılar.
1995’te, Toron Karacaoğlu, yaş haddinden emekli olduğunda Yahya Kemal’i oynuyordu. Ona göre tiyatro sanatçısının emeklisi olmazdı. Bu duruma çok şaşmıştı.
Yine bir söyleşisinde şöyle örneklemişti bu konudaki durumunu: “Gençken makyaj yapıp 80’lik ihtiyarı oynamıştım. 80 yaşına da gelince makyaj yapmadan yine 80’lik ihtiyarı oynarım. Yaş haddinden emekli olalı 9 sene geçti, ben hala oynuyorum”.
90’lı yıllardı. Henüz Şehir Tiyatroları’ndan ayrılmamıştı. Tiyatro Kare’den Nedim Saban, Toron Karacaoğlu’na bir Zeki Müren Müzikali teklif etti: Bir Demet Yaemen. Gencay Gürün de onaylamıştı; zevkle kabul etti.
Bu onun için tarifsiz duygular içeren bir konuydu. Çünkü Zeki Müren, onun çocukluk arkadaşıydı. Aynı okulda okumuş, aynı mahallede büyümüşlerdi. Haftada en az iki gün mutlaka ailecek de görüşüyorlardı. Hal böyle olunca bu müzikalde onu en iyi tanıyan kişi de Toron’du. Zeki Müren’in gençliğini oynayacak genç için seçmeler başladı. 150 genç arasından seçilmişti oyuncusu.
Nihayet bu müzikal Bodrum’da başladı ve yine Bodrum’da bitecekti. Bu öylesine başarılı bir işti ki, turneler boyunca dakikalarca ayakta alkışlandılar. Bu kadar sevilen bir sanatçı, özellikle de çocukluğunu paylaştığı bir arkadaşı olduğu için Toron, ayrıca mutluydu…
2014’te Toron Karacaoğlu, Erbulak Evi’nde oyunculuk eğitmeni olarak yer aldı. İşte bu son işine kadar birçok ödüle layık görüldü.
2005’te, Sadri Alışık Onur Ödülü, Avni Dilligil Ödülü, Selim Naşit Usta Erkek Oyuncu – En İyi Yardımcı Oyuncu, İstanbul’un Gözleri Mahmur ‘Dünya Tiyatrolar Günü” Usta Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı; en bereketli yılıydı.
2010’da, 14. Afife Tiyatro Ödülleri Nisa Serezli Aşkıner Özel Ödülü; 2011’de 15. Afife Tiyatro Ödülleri “Yılın En Başarılı Müzikali / Komedi Erkek Oyuncusu”; 2016’da, 53. Uluslararası Antalya Film Festivali Onur Ödülü’ne layık görüldü.
(Ata Tamer ve Nurten Hanım)
Toron Karacaoğlu, eşi Nurten Hanım’la İstanbul’da yaşamını sürdürüyordu. Yazları ise, oğulları Ata Tamer’in de sürekli yaşadığı Altınoluk’ta geçiriyorlardı. Mayıs ayından bu yana Altınoluk’ta kalan Toron Karacaoğlu, evinde dün (22 Ağustos) saat 22.00’de hayata veda etti.
Oğluna göre, sebep kesinlikle tiyatro camiasına küskünlüğüydü. Şu açıklamada bulundu: “Babam, ’Ben sahnede öleceğim’ diyordu; ancak 60 yılını verdiği tiyatro sahnesinden 3 yıl önce koparıldı. Şehir Tiyatroları’ndan ayağını kestiler. O yüzden tiyatro camiasına ve hayata küstü. Sağlığı son derece iyiydi; ancak son 3 yılda çöktü. Son 1 haftadır yemek dahi yemiyordu. Tiyatro camiasına küskün olarak hayata veda etti”.
Onu aslında ne çok yerde gördük, sesini ne çok işittik. Böylesine özel işlerin hepsini başarı ile sonlandıran Karacaoğlu, 54 yıllık sanat yaşamında hepimizin kalbine inceden dokunmayı bildi.
Ömrünü tiyatroya adayan, seslendirme sanatıyla evlerimize konuk olan, kalbi sahnede bir başka atan bir Toron Karacaoğlu geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Nisa, doğduğu evden dünyaya açılırken hem yalnızdı, hem değil. Küçük oğluyla bir başlarına keşfettiler hayatın döngüsünü. Sonunda bir pişmanlığı olmadan, içi kıpır kıpır yaşadığı, sevdiği, affettiği bir hayatı olmuştu; ne büyük şanstı…
Anne ve babasından aldığı sevgiydi belki işine bunca aşkla sarılışının sebebi. Geçtiği yollar ne olursa olsun nereye varmak istediğinden emin olmanın bilgiçliği vardı kararlarında. Öyle ki, bir gün adı hep güzel anılacak, ondan hep iyi bahsedilecekti…
Nisa, 12 Nisan 1928’de, İstanbul’da doğduğunda Hayrunnisa Hanım ve Emin Sait Bey, ona Nurinnisa Ersan adını verdi. Anne ve babasının tek çocuğu olarak büyüdü. Daha çocuk yaşlarında oyunculuğa düşkünlüğü gözle görülür bir gerçekti. Yıllar sonra adıyla ödüller verilecek bir oyuncu olacağı tahmin edilmezdi belki, ama zaman her şeyi sırasıyla getirecekti.
İstanbul’da doğmuş olmak zamanla birçok şeye ulaşımı kolaylaştıracaktı. Erenköyl Kız Lisesi’nden mezun oldu. Liseden sonra İsviçre’ye üniversite eğitimi almaya gidecek kadar da şanslıydı, ailesi onun bu eğitimi almasını istemişti. Lozan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ndeydi. Türkiye’ye tekrar döndü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Fransız Filolojisi ve Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne devam etti. Eğitim alma konusunda sınırlar koyamamıştı kendine. O yıllarda açılan Gazetecilik Enstitüsü’ne girdi. Yolunu tiyatro ve cümleler çizecekti.
Oyunculuk sevgisi yüreğine çocuk yaşlarda düşmüştü. Üniversite zamanlarına geldiğinde tiyatro ile amatör olarak ilgilenmeye başladı. Bir yandan da Yeni Sabah Gazetesinin Beyoğlu muhabiri olarak çalışıyordu.
Oyunculuk ve yazma işini sevgi ile yapıyordu. Hayat ve Akbaba mecmualarında yazdı. Amatör olarak Gençlik Tiyatrosu’nda çalıştı. 1954’te ilk kez “On Küçük Yaramaz” oyunuyla sahnedeydi. Profesyonelliğe ilk adımını ise Küçük Sahne’de “Fare Kapanı” oyunu ile attı.
Artık yolu açılmıştı, belki sadece hayalini kurabileceği isimlerin sahnesindeydi. Münir Özkul Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu’nda çalıştı.
Oyunculuğa başlayıp güzel tiyatrolarda ilerleme şansını yakalamıştı Nisa. Dormen Tiyatrosu’ndan ayrıldıktan sonra ilk kez kendi tiyatrosunu kurma şansını da yakaladı.
Nisa Serezli, Ayfer Feray ile bir tiyatro kurdu. Ancak gençlik zamanlarında bu ortaklık yürümedi. Sonrasında Nisa Serezli – Tolga Aşkıner Tiyatrosu ile yollarına devam ettiler.
Nisa, Bülent Veziroğlu ile üniversite için İsviçre’ye gittiği dönemlerde flört ediyordu ve bu süreçte nişanlandılar. 1946’da evlendiler ve 7 ay sonra Levent adını verdikleri bir oğulları oldu. İşte bu yüzden Nisa eğitim hayatına ara verdi.
Ancak bu hızlı gelişmeler aralarında sorunları da doğurmuştu. Nisa, eşi Bülent’e, Bülent’in sonra evleneceği Emine Hanım’dan gelen mektupları da görünce, boşandılar. Levent 1 yaşındaydı ve Nisa İstanbul’a döndü.
Nisa, 1945’te kaybetmişti babası Emin Sait Bey’i. Boşanıp İstanbul’a döndükten sonra babasından kalan mirasla Taksim Kazancı Yokuşu’nda bir ev aldı; üst katı kiraya verdi ve alt katta oğluyla yaşamaya başladı. Bir yandan da Gazetecilik eğitimine devam ediyordu. Oğlunu da yalnız bırakmamak için kalacak yer arayan bir teyzeye, Semine Hanım, evinin bir odasını verdi. Ondan para yerine o yokken oğluyla ilgilenmesini istiyordu. Levent’i Semine Teyzesi ile birlikte büyüttü Nisa.
Boşanmış ve çocuklu bir kadın olarak hayat pek de renkli değildi. Ama o hayatı dolu dolu yaşamayı ve tüm renkleri görerek tadını çıkarmayı tercih etmişti.
Tiyatro yapmaya da üniversite eğitimi sıralarında başlamıştı. Artık oyunculuğunu kanıtlamaya başladığı sırada Metin Serezli le tanıştılar ve evlendiler. Uzun süreli bir evlilik değildi. 1957’de ayrıldılar. Geçimsizlikleri vardı. Nisa’nın değil, ama Metin’in ilk evliliğiydi. Aradığı hayatı Metin’de de bulamamıştı Nisa. Yoluna devam etti. Elbet bir gün bulacaktı.
Yoluna devam ederken Metin ile aralarında asla küslük olmadı. Metin de yoluna Nevra Serezli ile devam etti, evlendiler. Hatta şöyle bir anıları vardı: Nisa ve Nevra Hanım bir Anadolu turnesinde birliktelerdi. O sıralar Nisa ve Metin boşanmış, Metin ile Nevra arasında evlilik yolu kurulmuştu. İçinde bulundukları araba kaza yaptı. Şanslılardı ki, kimseye bir şey olmamıştı, ama Nevra bayılmıştı. Nisa da onu ayıltmak için bir tokat attı o panikle ve bir anda etrafında gülüşler yükseldi. Bugüne gelişleri ve şu an içinde bulundukları durum bir hayli garipti çünkü. Sonra bu olay ne zaman konuşulsa “Acaba o tokattaki gerçek amaç neydi” diye bir gülüşmeden geçilmedi.
Nisa, rol aldığı oyunlarda başarılı performanslar sergiledi. 1964’te “Şahane Züğürtler”, 1966’da “Tatlı Kaçık” oyunlarındaki başarısı, özellikle “Yılın En Başarılı Kadın İskender Tiyatro Armağanı”na layık görüldü. Özellikle “Tatlı Kaçık” rolünden sonra artık böyle anılacaktı.
Bunun yanında sayısını bilmediği kadar oyunun da çevirisini yaptı ve hatta bunlardan birçoğunda da oynadı.
Sinemada bulunuşu da yine filmlerdeki çevirileri ve seslendirmeleri ile oldu. Özellikle 1970’lerde yaptığı “Pasaklı Sally” ile seslendirmesi ile bu alanda ne kadar başarılı olduğunu gösterdi.
En onur verici olanı ise, yıllar süren emeklerinin ödülü olarak adı, “Nisa Serezli Aşkıner Ödülü” olarak “Afife Tiyatro Ödülleri” kapsamındaki bir ödüle verildi. Bu ödül, yaşamı boyunca tiyatro dalında başarılı çizgisini sürdürmüş tiyatro sanatçılarına bugün hala verilmektedir.
Nisa ve Tolga’nın yollarını kesiştiren tiyatro oldu. Başta “Biz sadece arkadaşız” reddettikleri süreçlerin üstüne bir gün sonunda kendilerini nikah masasında buldular.
Nikahları sade bir törenle Betül Mardin’in Teşvikiye’deki evinde kıyıldı. Törende 25 davetli ve 8 gazeteci vardı. Davetiyeye saat 17:00 yazılmıştı. Ancak o gün maç olduğu akıllarından çıkmıştı. Çünkü şahit Haldun Dormen trafik sebebiyle ancak 18:30’da gelebilmişti. Küçük aksilikler yaşansa da sonunda sade bir törenle evlenmişlerdi, mutlulardı.
Ancak balayından sonra Nisa turneye çıkacak, Tolga’da askere gidecekti. Evlilikleri başlar başlamaz ayrılıyorlardı. Ama bunlar tatlı bekleyişlerdi, aşk vardı. Ölene dek birlikte mutlu yaşadılar…
Birlikte kurdukları “Nisa Serezli – Tolga Aşkıner Tiyatrosu”, gün gelip Nisa ölene kadar var oldu. Onlarınki aşkın ve işin uyumuydu…
Nisa, tüm yaşamını tiyatroya adamış başarılı bir oyuncuydu. Kalbi erken yorulmuştu sadece. 25 Ağustos 1992’de kalp krizi geçirdi ve gözlerini sonsuzluğa kapadı…
Oğlu Levent’le ana oğuldan çok iki arkadaş gibiydiler. Hep konuşur, dertleşirlerdi; Levent hep merak ettiklerini sorardı annesine. Nisa ölmeden bir ay önce yine sordu annesine: “Yaşadığın hayattan memnun musun?” diye.
Cevabı oğlunun içini rahatlatmak için mi yoksa gerçek düşünceleri olduğundan mı bilinmez, ama şunları söyledi Nisa: “Evet, Leventciğim, güzel bir hayatı dolu dolu yaşadım ve hiçbir şey için pişman değilim. Gene de bugünkü aklım olsa babandan ayrılmazdım. Huysuzdu muysuzdu ama ben de çok alıngandım canım”
Yaptığı işe gönül vermiş ve hayatının en olmadık zamanlarında yalnız kalmış bir kadındı Nisa Serezli ve gönlünü evvela tiyatroya kaptırmıştı. Ölüm yıl dönümünde anmak istedim onu, sevgiyle…
Bu dünyadan bir güzel Nisa Serezli geçti diye…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi