Etiket: tuluat

Kel Hasan Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Kel HasanKEL HASAN (1865?-1929)

Türk sahnesinin en ünlü tulûat aktörlerinden biridir. Halıcıoğlu’ndaki Kumbarahane hastanesinde hastalar ağası olan Mehmet Efendi’nin oğludur. Küçük yaştan beri tiyatroya meraklıydı. Öyleki, on yedi, on sekiz yaşına geldiği zaman Abdürrezzak (Abdi) tiyatrosunun bütün repertuvarını ezbere biliyordu. 1885 yılında, Küçük İsmail’in idaresindeki tuluat tiyatrosunun, Kadıköy’deki temsilleri sırasında Hasan Efendi bu tiyatroya tavsiye edildi. İlk defa orada çalışmaya başladı. Sonra bu topluluktan ayrıldı, kendisiyle birlikte ayrılan Agâh’ı da alarak Şehzadebaşı’nda bir tulûat kumpanyası kurdu.

Başında hiç saçı olmadığı için Kel Hasan diye tanınan bu halk sanatçısı, Naşit, Dümbüllü gibi başka sanatçıların yetişmesine de yol açtı. Şahsına ait bir kılık yaratmıştı: Başına takke gibi kenarları yırtık bir fes geçirir, kaşlarını üçgen biçimi siyaha, yanaklarını, nohut kadar yassı burnunu kırmızıya boyardı. Elinde bir sırık süpürgesi, sırtında uzun bir siyah ceket, önünde boş bir gaz tenekesini yuvarlaya çala sahneye çıkardı. Kel Hasan, kısık sesine rağmen zekası, hazırcevaplılığı ile tulûat sahnesinin Abdi tarafından yaratılmış İbiş tipini en güzel şekliyle yaşatan kuvvetli bir sanatçıydı. Hasan Efendi’nin sahne hayatı hemen hemen 1925 yıllarına kadar sürmüştür.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , ,

İsmail Dümbüllü Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Çocukluğundan beri içine gelip yerleşen tiyatro sevgisine karşı koyamamıştı İsmail Dümbüllü. Tuluat geleneğinde ustası Kel Hasan’ın ellerinde pişti. Öylesine içselleştirmiş ve başarmıştı ki, ustası, onu nişane kabul gören kavuk ve fese layık gördü.

O, nihayetinde kendine özgü yarattığı Dümbüllü tarzı ile birçok oyunun ve oyunculuk tekniklerinin günümüze ulaşmasını sağladı. Özellikle ortaoyunu ve tuluatlarda gösterdiği ustalıkla kendini kanıtlayan Dümbüllü, operetlerde ve filmlerde aldığı rollerle de göz doldurdu. Nesilden nesile aktarılan kavuk, en güzel nişaneydi belki de. Ustası Kel Hasan, bugün bile küçücük bir kavukla bıraktığı sorumlulukta, öğrencilerine ne çok şey öğretmiş ve kuşkusuz onların da öğretmesini sağlamıştı.

Sevgili İsmail Dümbüllü,

Dilerim hissettiğim gibi huzurla yaşamış, huzurla ayrılmışsındır bu dünyadan.

Ruhun şad olsun…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

İsmail, 1897’de, İstanbul, Üsküdar’da Süleymanağa Mahallesi’nde Fatma Azize Hanım ve Zeynel Abidin Efendi’nin oğulları olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona “İsmail Hakkı” adını verdi. Zeynel Abidin Efendi, II. Abdülhamid’in silahşörlerinden biriydi.

Yaşadığı dönemde eğitim hayatı Üsküdar İttihatı Terakki Mektebi ile başladı. Bitirdikten sonra da Askeri Ortaokuluna başladı. Çocukluğundan bu yana kalbini pır pır ettiren, aklının büyük bir kısmını kaplayan bir merakı vardı: Tiyatro. İşte bu merak, onun okuldan üçüncü sınıftan ayrılmasının sebebi oldu. Şimdi ünü yıllar yıllar sonrasına taşınacak bir yolculuğa çıkıyordu…

Tiyatro yolculuğu

Evet, İsmail’in içini dolduran koca bir merak vardı; ama önce biraz yoğurulmalıydı, öğrenmeliydi. Amatör olarak Karagöz Hüseyin’in sahnesinde başladı oyunculuğa. Profesyonel hayata ise, 1918’de, Üsküdar’da, ona tiyatro olanında özel bir kişilik kazandıracak Kel Hasan’ın tiyatrolarında adımını attı.

Bu dönemde tiyatro, tuluat sanatı üzerinden yapılıyordu. Şöyle ki, önceden herhangi bir hazırlık yapılmadan, sahnede akla gelen sözlerle doğaçlama bir oyun sergileniyordu. İsmail, bu işi pek güzel kıvırmıştı doğrusu. Kel Hasan ile yolculuğu 30’una varasıya kadar sürecekti…

Buradan sonraki yeri Şehzadebaşı Tiyatrosu oldu. Kel Hasan ölmeden, kavuğunu ve de fesini, Dümbüllü’ye devretmişti. O, Geleneksel Türk tiyatrosunun son temsilcisi, ortaoyunu ve tuluat ustası İsmail Hakkı Dümbüllü olma yolundaydı.

Ve yoğurtçuluk yaparken tiyatro aşkına karşı koyamayan, sahnede kavuğuyla “İbiş” karakterine hayat veren Hasan Efendi, bir geleneğin başlamasına sebep olacaktı…

Dümbüllü tarzı

O, “Dümbüllü İsmail Efendi” olarak tanınıyordu ve de tanınacaktı. Dümbüllü adını üzerine alışını ise, İsmail’in kendisi şöyle anlatmıştı: “Peruz Hanım vardı kantocu, Samran’dan evvel. Bu Peruz Hanım o zamanın en birinci kantocusuydu. Hem de beste yapar, güftesini de kendisi yazardı. Dümbüllü diye bir kanto söylerdi. Buna bir gazel ilave ederek söylemeye başladım. ‘Dümbüllü, Dümbüllü, Gabarala, mabarala, Dümbüllü’ diye oynardık. Böylece Dümbüllü adı üzerimde kaldı”.

İsmail, Kel Hasan’dan öğrendiklerini kişiliğiyle birleştirdi ve Dümbüllü tarzını oluşturdu ve topluluğunu kurdu. 1928’de, Tevfik İnce ile kurduğu Direklerarası’ndaki Hilal Tiyatrosu’nun perdesini ilk kez açtılar. Geleneksel tuluat sanatına yeni oyunlar ekliyor, sahnede adeta parlıyordu.

1933’ten sonra Anadolu turnelerine çıkmaya da başladılar. Çok seviliyor, rağbet görüyorlardı. Elbet zaman geçtikçe tiyatro da bir dönemden diğerine hızlı geçişler gösteriyordu. Naşid’in ölümünün ardından da değişimlere rağmen geleneksel tiyatronun geleneğini tek başına sürdürdü ve tek başına ortaoyunu geleneğini sürdüren en ünlü isim oldu.

Filmleri

II. Dünya Savaşı yılları da yaşanmıştı. Dümbüllü’nün kendine has sevimli mimikleri, yüzünden akan saflık halleri ve ille de o ses tonu ile bir de filmlerde yer almayı denedi. 1946’dan sonra, filmler çekmeye başladı. İlk kez 1947’de “Memiş”, 1948’de “Dümbüllü Macera Peşinde” ve “Keloğlan” filmlerinde başroldeydi.

Birkaçını daha sayacak olursak, 1950’de “Harman Sonu”, 1951’de “Ne Sihirdir Ne Keramet” ve “Sihirli Define”, 1952’de “İncili Çavuş”, 1953’te “Kırk Gün Kırk Gece”, 1954’te “Mihrimah Sultan”, 1956’da “Dümbüllü Tarzan” filmlerindeydi. Bir yandan ününe ün katıyor olsa da, birçok eleştirmen başka açıdan değerlendiriyordu. Dümbüllü, her ne kadar bu filmler çok izlenmiş olsa da, sahnedeki Dümbüllü kadar başarılı değildi. O, sahne tozunu yutarken belli ki daha başka doğuyordu küllerinden…

Kavuğunu devretti

Onun işi sahnede olmaktı tabii. Döneminin en özel isimlerindendi. “Kavuklu Hamdi, Abdi, Naşid, Abdürrezak, Küçük İsmail” gibi birçok ünlü ortaoyuncu ile çalışma fırsatı bulmuştu.

1968’de, sıranın kendisine geldiğini düşündü. Her güzel şeyin zamana yayılmış bir sonu vardı elbet. Şimdi Dümbüllü’nün kavuğunun devretme vaktiydi. 1968’de jübilesini yaptı ve kavuğunu Münir Özkul’a devrederek mesleği bıraktı.

Yine de bu meslek öyle nefes alırken emekliye ayrılmaya fırsat vermiyordu. Gönül kabul etmezdi bir kere. Zaman zaman sahneye çıkmaya, radyo oyunlarında yer almaya devam etti. Dümbüllü, 1970’te, Nurhan Damcıoğlu ve Halit Akçatepe ile birlikte Çalıkuşu Opereti’nde sahnedeydi…

(Münir Özkul, kavuğu Ferhan Şensoy’a devrederken)

Neden Münir Özkul

Kavuk, daha çok ortaoyununu temsil ediyordu. Kel Hasan Efendi’nin Kavuğu, Türk Tiyatrosu güldürü geleneğinin bir nişanesi olarak kabul görüyordu. Kel Hasan da, kendisinden sonra Dümbüllü’nün kavuğu taşıması gerektiğini düşünmüştü. Elbet sıra onun da devrine gelecekti.

1967-1968 yıllarında Dümbüllü, bir dönem geleneksel tiyatro ile ilgilenen sinema sanatçısı Münir Özkul’u Arena Tiyatrosu’nda oynanan “Kanlı Nigar”da, “Kavuklu” rolünde izledi. Yeteneğine hayran kalmıştı ve kendine devredilen nişane kavuğu Münir Özkul’a devretti.

(Ferhan Şensoy, Rasim Öztekin’e kavuğu devrederken)

Daha sonra bu kavuk günümüze kadar devrola devrola geldi. Münir Özkul, kavuğunu, 1989’da Ortaoyuncular Tiyatro Topluluğu’nun kurucusu Ferhan Şensoy’a; o da, Mayıs 2016’da Rasim Öztekin’e devretti.

Hasan Efendi’nin fesi

Kavuktan başka bir de fes vardı. Fes de, tuluat sanatını temsil ediyordu. Yine fes devri de ilk kez kel Hasan ile başladı. Kel Hasan, kavuğu gibi fesini de Dümbüllü’ye devretti. Yine Dümbüllü’nün de Münir Özkul’a devrettiği fesi, Özkul, Müjdat Gezen’e devretti.

Müjdat Gezen ise, yıllardır kendisinde bulunan fesi, eski öğrencisi Şevket Çoruh’a devretti.

Dümbüllü öldü

Dümbüllü, sanatına aşık bir sanatçıydı ve kendinden sonrakileri de öyle yetiştirmek için elinden geleni yaptı. Hocalarından da böyle görmüştü. Bütün oyunları onun gözbebeğiydi. Ama o en çok “Kanlı Nigar, Kavuklu’ya Hile, Çifte Hamamlar, Ters Biyav ve Gözlemeci”yi sevdi. Filmlerde ise, en çok “Nasreddin Hoca” ile yakın hissetmişti kendini…

Bir kavuk ve bir fes devreden, geleneksel tiyatro ve tuluat sanatının ustası Dümbüllü, sahneyi tüm yeteneği ile doldurmuştu. Ama elbet fiziksel yaşamın da bir sonu vardı. Dümbüllü, geçirdiği trafik kazasının üzerinden bir ay geçmişti ki, 5 Kasım 1973’te, hayata gözlerini kapadı. 76 yaşındaydı.

Kendisine emanet edileni emanet etmenin, iki devrin de kendinde bıraktığı sorumluluğu yerine getirmiş olmanın huzuruyla, Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi.

Tiyatro aşkı ile yanıp tutuşan, döneminin en özel isimlerinden biri olmayı başaran ve o günlerden günümüze koca bir emanet bırakan bir İsmail Dümbüllü geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Instagram: biyografivekitap

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Nejat Uygur Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

En son ölüm yıl dönümün için anmışız seni; ama bugün senden bahsetmek daha güzel. Çünkü bugün “İyi ki doğdun! İyi ki seni tanıdık!” dediğimiz o güzel gün…

Bugün hepimizin babası Nejat Uygur’un sonsuzluğa uğurlanışının yıl dönümü. Hep kahkahalarla anılmak isteyen bir adam olarak doğmadı belki, gülmenin değerini anlaması zamanını aldı. Ama olsun bunu bilerek ve hatta yıllarca yaşamış olarak doğdu.

Televizyonda çocuk aklımla tekrar yayınlarını izlerdim tiyatro gösterilerinin. Tabii şimdi internet daha yaygın kullanılıyor. Ama ne bileyim, Nejat Baba’nın hakkında daha detaylı bilgilere ulaşıp, bir de hayatını yazma imkânı bulunca kendimi 90’lar kuşağından olduğum için ayrıca şanslı hissettim. Dilerim miras bıraktığı kahkahalar bir gün hepimizi sarar.

İyi ki o güzel gönlünle var oldun Nejat Baba!

İyi ki bu dünyadan o güzel kahkahanla geçtin!

İyi ki dünyaya geliş nedenini, sen zamanından önce buldun…

Keyifli okumalar…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Nejat, 10 Ağustos 1927’de Kilis’te Fikret Naciye Hanım ve Behzat Bey’in ortanca çocuğu olarak dünyaya geldi. Naciye Hanım öğretmen, Behzat Bey de subaydı.

Babasının görevi dolayısıyla Anadolu’nun çeşitli şehirlerini görerek büyüdü. İlkokula Siirt’te başladı; Ezine ve İntepe’de devam ederek tamamladı. Her müsamerede rol alan bir çocuktu. İlkokulu tamamladıktan sonra, Nejat, ailesinin gezdiği şehirler dolayısıyla ortaokulu Sarıyer ve Çanakkale’den geçerek Manisa’da tamamladı.

Farkındalığı yüksek bir çocuktu Nejat. Mesleğine bile karar vermişti, pilot olacaktı. Çocuk aklı, uçmanın gizemini keşfetmiş, bunu bir an önce gerçekleştirmenin peşindeydi. Üstelik abisi Zeki Ayhan’da kapılmıştı bu sevdaya. Bir gün abisiyle karar verdiler; uçacaklardı. Manisa’da oldukları yıllardı. Yatak çarşaflarını alıp olanca güçleriyle uç uca bağladı iki kardeş. Planları da hazırdı; yüksek bir yer bulup oradan uçacaklardı.

Gözlerine kestirdikleri, uçmaya yetecek kadar gördükleri bir yüksekliğe çıktılar. Tecrübe pilotu elbette abiydi; önce o atlayacaktı. Gözü kara Zeki Ayhan, hiç düşünmeden kendini boşluğa bıraktı ve… Yere çakıldı! Abisinin uçacağını büyük bir hevesle bekleyen Nejat da bu manzara karşısında dersini almış bir şekilde abisinin yanına ayaklarını kullanarak indi; Zeki’nin ayağı kırılmıştı. Pilotluğun düşündükleri gibi bir şey olmadığına acı bir şekilde karar verdiler böylece…

Nejat’ın kurduğu hayaller bitmeyecek, bir gün “Nejat Uygur” olmak istediğini anlayana kadar başka hülyalara da dalacaktı. Zeki Ayhan da, Türkiye’de Deniz Kuvvetleri’nde Tabip Albayı olacak; emekliliğinden sonra da Amerika’ya yerleşecek ve ünlü bir beyin cerrahı olarak anılacaktı…

Nejat, 1943’te, Sarıyer Halkevi’nde boksla spor yapmaya başladı. Büyümek için çırpınan gencecik bedeni ringe çıkmakla yetinmedi; atletizme, sonra su topuna da merak sardı derken aynı zamanda iyi bir at binicisi de oldu.

Tüm bu çocukluk zamanlarından sonra, Nejat, “Güzel Sanatlar Akademisi, Heykel Bölümü”ne girdi. Hâlâ kendini tam olarak keşfetmiş değildi; mezun olmadı. Onu bekleyen bambaşka bir hayat vardı, hissediyordu.

İnsanların yüzünü güldürme tutkusu

Nejat’ın gençlik döneminde herkeste Amerika’ya gitme isteği çok yoğun bir şekilde seyrediyordu. Nejat uçamamıştı belki ama yüzen bir geminin içinde olabilirdi; Nejat, gemici olabilirdi…

Hiç vakit kaybetmeden bir liman cüzdanı çıkarttı ve gemici oldu. Bu gemicilikte başlayan bir serüvenle Nejat’ın aslında insanların yüzünü güldürmeye tutkuyla bağlanışının hikâyesi olacaktı.

Mesela Panama şilebinde çalıştı. Gemide kimsenin canı sıkılmıyordu; çünkü Nejat oradaydı. Onun anlattığı fıkralar, yaptığı taklitler herkesi öylesine güldürüyordu ki… Bu gülüşler, Nejat’ın da içini ısıtıyordu.

Sonra askere gitti. Mekân ve Nejat’ın görevleri değişiyordu belki, ama değişmeyen bir şey vardı: İnsanların yüzündeki gülüş! Nejat, artık ne yapmak istediğine karar vermişti. Nerede olursa olsun, O, hep insanları güldüren yüz olmalıydı.

Bu tutku içinde büyüdü, büyüdü, büyüdü ve kocaman bir tutku oldu…

Tiyatroya başlarken

Nejat, Sarıyer Halkevi’nde sadece spora başlamadı; hayatını geçireceği uzun soluklu mesleğinin ilk adımını da burada “Avni Dilligil Tiyarosu”nda attı. Ustalarından bir diğeri de ünlü tuluat sanatçısı “Ahmet Yekta” idi.

Artık ne yapmak istediğini biliyordu ve bunun için nerede bulunması gerektiğini de. 1949’dakurduğu “Nejat Uygur Tiyatrosu” profesyonel olarak oyunculuk yaşamını başlattı. Ömrümüze ömür katacak kahkahaların yayılmasının da başlangıcıydı bu.

En güzel yanı, onu keşfeden biri yoktu. O, Nejat olarak Nejat’ın iç dünyasını, kim olduğunu ve daha da önemlisi kim olmak istediğini keşfetti. Örnek aldığı, çok sevdiği emektar tiyatrocular oldu elbet. Bunlardan en özeli, “İsmail Dümbüllü”ydü. 60’lı yıllarda, Şehzadebaşı’ndaki “Güneş Sineması”nda oynuyordu Nejat. Yılbaşlarında, Ramazan zamanlarında İsmail Dümbüllü, hep onu izlemeye gelir ve takdirini de alkışını da, hatta gururunu da esirgemezdi.

Nejat, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun içine doğmuş ve onun her bir harfini hissederek yutuyordu. Ailesinin, sevenlerinin, senin, benim, herkesin ondan öğrenecek çok şeyi vardı ve bu öğretiler gülüşlerle taşındığından asla zamanın içinde kaybolmayacaktı…

Nejat evlendi

Nejat ve Necla, 1950’de evlendi. Bu evlilikten, 13 yıl süren Anadolu turneleri sürecinde, deyim yerindeyse, aslanlar gibi beş oğulları oldu. Onlara, “Ahmet, Süheyl, Süha, Kemal ve Behzat” adını verdiler. Süheyl ve Süha ikizdi.

Nejat, gülüşlerinin verdiği tatla eğlenceli; tiyatro yapmanın verdiği sorumlulukla da otoriter bir babaydı. Bu ince çizgiyi çocuklarına öyle doğru aktarmıştı ki, çocukları onun sevgisinden asla şüphe etmedi.

Ne şanslı çocuklardı… Bazı akşamlar ya plak dinlerler ya da film izlerlerdi mutlaka hep beraber. Çocukları haftanın iki üç günü babaları eve film getirecek diye, heyecanla beklerdi. Bazı akşamlar da, ki buna ve fotoğrafına bayılıyorum, bütün aile kitap okurlardı.

Çocuklukları, kulislerden oyunları izleyerek ve otel odalarında geçti. Oyuncu anne ve babaya sahip olmak böyle bir şeydi demek. Bu geçen zamandan sonra babasının izinden giden, Nejat Uygur’un deyimiyle, “Armut ağacının dibine düşmüş” olan çocukları Süheyl ve Behzat oldu. Bugün tanınan ve hala tiyatro yapmaya devam eden mükemmel kardeşler…

,

Tiyatronun zor olduğu zamanlar

Nejat Uygur’un tiyatro yolculuğu 60 yıldan fazla sürecekti ve bu yıllar öyle kolay, hep gülerek geçemezdi. Hayatın kanuna, insanın doğasına uymazdı bir kere.

Onun tiyatrosu, iki darbe dönemini de gördü. Hatta bir turne sırasında darbe olunca, baktı ki ekibi aç kalıyor Celal Bayar’ın maskını yapıp satmaya başladı. Yapmasın da ne yapsındı; sadece soyadını taşıyan ailesinden sorumlu değildi ki. İyi bir tiyatrocu olarak ayakta kalmanın, iyi bir insan olmanın zorlukları olacaktı elbet.

1974’te de İzmir’delerdi tiyatro için. Kıbrıs çıkarması oldu ve karartma olduğu için bütün tiyatrolar ayrıldı. Ama Nejat Uygur, tiyatroyu kapatmadı; oyununu mavi ışıkta oynadı. Bu sefer çocukları büyümüş, birer genç olarak yanındalardı, gücünü daha sağlam buluyordu kalbinde. Yeri geldi elbisesini sattı, oyuncuların yevmiyelerini ödedi; asla işinin başından ayrılmadı. Çünkü insanların en çok ihtiyacı olan şeyin ne olduğunu biliyordu; gülmek!

Çocuklarına da, eğitiminden geçen bütün oyunculara da ayırım yapmaksızın aynı öğüdü verdi Nejat Uygur: “Bu işi yapacaksanız kesinlikle pes etmeyeceksiniz; meşakkatli bir iştir”.

Nejat Uyur görüşü

Komedi, toplumun sorunlarına ve sıkıntılarına değinmenin en etkin yoluydu. Türk Tiyatrosu’nda hicvin yeri hep oldu; ama Nejat, hep daha çok pencere açıp bakmak gerektiğine inandı. Mizahını yapacağın siyasetçi her kimse, o da bu mizaha gülebiliyorsa, işin içinde hakaret yoksa tamamdı.

Başka türlüsünü asla yapmazdı.

Televizyonda tiyatro

Nejat Uygur, asla sıradan bir oyuncu değildi. Çünkü O, sanata devrim niteliğinde yenilikler kazandırdı. Bugün her birimizin severek izlediği televizyon programlarının önünü açan isimdi O. “Evinde Tiyatro” diye girdi söze önce. Televizyonunu açan herkes, bilet almada tiyatro izleyebilecekti. Madem bu televizyon denen merete bu kadar çabuk bağlanılmıştı; bari işin rengi kahkahalara boğulsundu.

Hem artık sinemanın da tiyatronun da yerini almıştı bu televizyon. Ekonomik imkânlar daraldıkça insanlar eğlenceyi bu küçük kutuda bulmuştu. Nejat Uygur da, tiyatronun kurtuluş biletinin bu kutuda olduğunu fark etti ve televizyona programlar hazırladı.

Ayrıca bir döneme de “Devekuşu Kabare” gibi büyük oyunları video kasetleri damga vurdu. Yeni bir çağ başlamıştı tiyatro için. Nejat Uygur, tiyatro formatında televizyon programları ile bir akşam vakti, ailecek çay-çekirdek ya da meyve keyfi yaparken ekrandan yüzümüzü güldürecekti.

Onunla en çok özdeşleşen oyunları ise, “Minti Minti” ve elbette “Cibali Karakolu” olacaktı…

Filmleri

Nejat Uygur, gerçekten “efsane” diye anılacak mükemmel bir isimdi. 60 yılı aşkın sanat hayatı boyunca, 2 kez ABD, 4 kez Avrupa ve 35 yıla yakın da Anadolu turnesi yaptı. Ona göre tiyatro denilen şey sadece İstanbul, Ankara, İzmir’de değil; her yerde, her insana yapılmalıydı. Sonuçta herkesin canı candı, patlıcan değil.

Televizyonda da yine tiyatrodan kopmadan bulundu tabii; ama sinemada da bulundu. Tunç Başaran’ın yönetmen koltuğuna oturduğu 1970 yapımı siyah beyaz bir film olan “Cafer Bey”de, başrol oynadı. 1971’de “Cafer Bey İyi, Fakir ve Kibar”da başroldeydi ve bu sefer bir Feyzi Tuna filmiydi. Ardından 1974’te “Cafer’in Nargilesi” ile yine başroldeydi ve bu kez bir Fikret Uçak filmi olarak tamamlandı.

2000’lere geldiğimizde yaş almış; ama performansından hiçbir şey kaybetmemiş usta bir sanatçıydı Nejat Uygur. 2004’te Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele Tuuba”sında; 2007’de de Mahsun Kırmızıgül’ün “Beyaz Melek” filminde oynadı.

Ödülleri

Sanat yaşamı boyunca 50’den fazla ödül aldı büyük ustamız, babamız Nejat Uygur. Ben günümüze yakın olanlarından bahsetmek istiyorum.

1998’de Kültür Bakanlığı, Nejat Uygur’a “Devlet Sanatçısı” unvanını layık gördü, ki bunu kesinlikle hak etmişti.

1999’da “22. Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri’nde “Belkıs Dilligil Onur Ödülü”nü aldı. Hocasının adının verildiği bir ödül töreninde ödül almak çok onur verici olsa gerekti. 2006’da “Kemal Sunal Kültür Sanat Ödülü” gecesinde “En İyi Tiyatrocu” seçildi. 2007’de ise, “Altın Kelebek TV Yıldızları Yarışması, Tiyatroya Destek Yılı Özel Ödülü”nü büyük ustaya uygun gördü…

Nejat Uygur öldü

Nejat Baba, 10 Eylül 2007’de, beyin damarlarında meydana gelen bir tıkanıklık sebebiyle vücudunun sol tarafında oluşan kısmi felç geçirdi. Verilen bilgilere göre, sol kolunu hareket ettiremiyor, bacağını ise çok az hareket ettirebiliyordu. Ancak konuşması ve yüzünde oluşan kaymaya rağmen gözlerindeki gülüşte bir şey değişmemişti.

Daha sonra, bir zaman sonra işte, Süheyl ve Behzat Uygur kardeşler bir açıklama yaparak babanın artık geçmişiyle yaşadığını söylediler. Anneleri Necla Hanım, bir an olsun elini bırakmadı sevgilisinin. Gözlerinin içine hep sevgisiyle, aşkıyla baktı…

31 Ocak 2005’te hayatını kaybeden İsmail Hakkı Şen’in cenazesinde ona uzatılan bir mikrofona şunları söylemişti Nejat Baba: “Bir bakmışsınız benim cenazemde başka sanatçılarla röportaj yapmışsınız. Gün gelecek bütün tiyatro sanatçıları İsmail Hakkı Şen gibi, benim gibi ölecek. Tiyatro perdesi üstümüze üstümüze yıkılacak hatta. Seyirci üzülmesin. Ben ve benim arkadaşlarım, onların bütün kederini alıp götürecek. Onlara sadece gülmek kalacak”.

Sonra böyle oldu işte. Nejat Uygur, 18 Kasım 2013 saat 19.57’de, solunum yetmezliği sonucu Kavacık’ta bir hastanede tiyatro perdesinin üzerine örtülmesiyle dünyaya gözlerini kapadı; 86 yaşındaydı. Cenazesi Teşvikiye Camii’nden kaldırıldı ve Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.

Söylenecek ne çok sözcük var; hepsi gerekli, hepsi boş gibi. Şimdi tam da onun istediği gibi üzülmek vakti değil aslında. Bir gün öldüğünde bütün yaşamı boyunca olduğu gibi sadece ailesini değil, bizleri de düşünmüş sonuçta. Şimdi sadece onu güzel güzel anma, dualar gönderme vakti…

Bol gülüşü, içten kahkahaları, hepimizi düşünen o güzel kalbiyle bir Nejat Uygur geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Ve son söz, ustaya ait olsun istiyorum ve kendisinin cümlesiyle iletiyorum:

“Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden, ortancaların da alnından öperim”.

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.


Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,