Etiket: tutku

Elektriğe duyduğu müthiş tutku ile çağın ötesini gören mükemmel beyne sahip bilim adamı, Nikola Tesla’nın hayat hikayesidir.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Füreya Koral Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Seramik alanında bir eserin kime ait olduğunu, bir dizide hangi oyuncunun oynadığını söylediğiniz kadar kolay söyleyebilir misiniz? Tabii seramikle ilgileniyorsanız başka.

Bugün, bir Cumhuriyet kadını olarak kalbinin ve becerilerinin izinden giden Füreya Koral’ın doğum günü. Toplum yararına bir şeyler yapma isteğinin cevabını bulması yıllar sürmüş ve ölümcül bir hastalıktan geçmeye mal olmuş. Sonunda da adını sadece ülkesine değil, tüm dünyaya duyurmuş. Tıpkı Atatürk’ün ondan beklediği gibi çok çalışmış ve memleketine faydalı olmuş.

Onu okudukça ve tanıdıkça daha da bağlanmak istiyor insan yeteneklerine. Füreya Koral, kaybettiği çocuklarının acısını dindirmenin yolunu buldu belki de. Belki daha  çok annenin çocuğuna yardımcı olmanın bir yolunu buldu; ona sanatını öğretti.

İyi ki doğdun ve kendi ruhunun izini sürdün Füreya Koral…

Dilerim doğru yoldan sapmadan biz de bunu başarırız…

(Şakir Paşa Konağı)

Çocukluğu

Füreya, 12 Haziran 1910, Büyükada bulunan Şakir Paşa Konağı’nda, Hakiye Hanım ve Emin Bey’in biricik kızı olarak dünyaya geldi. Hakiye Hanım, bir Osmanlı Paşası, Şakir Paşa’nın kızıydı. Emin Bey ise, Kurtuluş Savaşı’na katılacak olan, Atatürk’ün silah arkadaşlarından Emin Koral Paşa idi.

Füreya, soylu bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmişti. Bir konakta, hiçbir maddi sıkıntı çekmeden süreceği biri hayata açmıştı gözlerini; şanslıydı. Ne isterse istesin, ulaşabileceği mesafedeydi…

Şakir Paşa Konağı’nın küçük çocuğuydu Füreya. Bu konak, ailedeki her canı sanki kendisi doğurmuşçasına sahipleniyordu her bireyini Füreya’ya göre; yıllar sonra bu durumu böyle değerlendirecekti. O dönem bazı Osmanlı aileleri, sarayın baskısından kurtulmak için Büyükada’ya yerleşiyordu. Füreya’nın ailesi de adaya böyle yerleşmişti. Yakın akrabalar bir arada, bu yeşillikler içindeki konakta koşturarak büyüdü Füreya…

(Soldan sağa: Aliye Berger, Fahrelnissa Zeid, Robert Trainer, Şirin Devrim, Hakkiye Koral ve Füreya)

Üç katlı, görkemli bu konak, bir camii ve kilisenin ortasındaydı. Yani her iki kültürden de kazanımlar edinerek büyüdü Füreya. Bir gün seramiğe gönül verip kendini sanata adadığında bunu daha iyi anlayacaktı. Füreya, kendi deyimiyle, “Osmanlı laleleri, karanfilleri ve söğütlerinin, Kütahya yeşilinin, kiremit kırmızısının, hele de Akdeniz turkuazının tutsağı” idi. Tüm ailenin yaşam tarzı ve sanata bakışı, bu konaktaki yaşam ile şekillenmişti…

Boşuna değildi sanata düşkünlüğü; ailede o kadar çok sanatçı vardı ki. Üstelik ünlülerdi de. Büyükbabası, tarih yazarı ve ödüllü bir fotoğrafçı olmasının yanında aynı zamanda çini ve sermaikle de ilgiliydi. Seramiğe ilgisi belli ki ondan genlerine kodlanacaktı. Halikarnas Balıkçısı olarak tanıdığımız Cevat Şakir Kabaağaçlı da Füreya’nın dayısıydı. Gravür sanatçısı Aliye Berger, aktris Şirin Devrim, ressam Fahrünissa Zeid gibi birçok isimle aynı gendendi…

Eğitim hayatı

Özel dil dersleri, sanat dersleri derken, Füreya bir küçük hanımefendi olmuş; gönlünü sanata kaptıran bir hanımefendiye dönüşmeye hazırlanıyordu.

Bir kaza sonunda Şakir Paşa’yı kaybettiler. Tam bu sırada I. Dünya Savaşı da patlak vermişti. Tüm ülkenin huzursuzluğu, elbette konakta da hakimdi. Şakir Paşa’nın ailesi, böyle bir dönemden sanatla geçti. Sanatla yeniden doğdular.

Bir porselen bebek edasında pamuklara sarmalanıp büyütülen Füreya, birçok konuda özel öğretmenlerden dersler almaya başlamıştı. Eğitim, bu aile için her şeyden önemliydi. 1927’de, ailesinin gözbebeği güzel bir genç kız olarak Notre Dame de Sion Kız Lisesi’nden mezun oldu.

Hemen ardından ailecek kararı İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde karar kıldılar. Bu dönemdeki en büyük tutkusu da keman çalmaktı. Hemen keman dersleri başladı. Özel dersini daha sonra teyzesi Aliye Hanım ile evlenecek olan Macar Prof. Charles Berger’den alıyordu. İyiden iyiye keman çalmaya başlamıştı Füreya. Bu güzel eller kemana yatkındı; ancak şimdilik. Bu eller bir gün seramiklere adeta can vereceğinden habersiz, bugün keman çalıyordu. Bir dönem müzik eleştirileri ve çevirileri yaptı.

Prof. Berger, Füreya’ya sanatta mükemmeliyeti, ödün vermemeyi öğretmişti. Dürüst  olmak, namuslu kalmak sanat için önemliydi.

Atatürk’ün anı defterine yazdıkları

İlk gençlik zamanları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında geçiyordu. Atatürk ve Latife Hanım’ın evine yaptıkları ziyaret sırasında Füreya, gencecik bir kızdı. Onlara kemanıyla konçerto çaldı. Sadece elleri değil, heyecandan tüm bedeni titriyordu.  Tek solukta çaldığı konçertonun ardından anı defterini Atatürk’e uzatarak ondan bir şeyler yazmasını rica etti.

Şöyle yazmıştı Atatürk, Füreya’nın anı defterine:
“Füreya hanım görüyorum ki, siz çok çalışkan bir insansınız. Millet sizden çok şey bekliyor. Siz çalışmalı ve bir şeyler vermelisiniz memlekete” (M. Kemal Atatürk)

Füreya, defterinde yazılı bu övgü dolu sözlerden sonra tüm ömrü boyunca ne yapması gerektiğini aramaya başladığı, o ilk lezzetli anı yaşıyordu. Atatürk, onu beğenmekle kalmamış; ona güvenmişti de…

Genç ve zor zamanlar

“Ama mantık ne zaman sevginin eseri olmamış ki?” diye soruyordu Füreya romanında Ayşe Kulin…

Böylesine görkemli başlıyor diye böyle gitmeyecekti ya! Hem parıltılar sonsuza dek sürerse de insan mutlu olamazdı. Acıyı tatmadan, mutlu anların kıymeti bilinmezdi elbet. Füreya’nın da acıları oldu; boyunu aşan, büyük acıları…

İlk evliliğini bir çiftlik ağasıyla yaptığında henüz gencecikti. Bu evlilik 2 yıl sürdü. Füreya, bu 2 yılda, 2 kez bebeğini kaybetti. Tarifsiz acılar yaşıyordu…

Biten evliliğinin üzerine baba evine dönen Füreya, dipsiz bir kuyuya düştüğünü hissediyordu. Evlilik denen karar onu bir kuyuya itmiş ve hayatında kocaman acı dolu bir boşluk bırakmıştı.

Ama bu boşlukta daha fazla debelenemezdi. O, bir Cumhuriyet kadınıydı. Sanatla ilgiliydi, birkaç dil biliyordu; işe yarayacağı çok şey yapabilirdi. Ama bir yandan da yerini dolduramadığı bir boşluk vardı içinde; içini yakıp kavurmadığı tek bir saniye bile yoktu: Evlat acısı!

Bir şeyler yapmalıyım diye düşünürken, evlat acısı kısmını yeğeni Sara ile dindirmeyi denedi. Sara, ona çok iyi gelmişti. Sanattan arta kalan tüm zamanlarını ona adadı. Onu daha sonra resmen nüfusuna da geçirecekti. Hatta onun çocukları Sera ve Mehmet’e de zamanı geldiğinde gözü gibi bakacak; anne olamayışının kanayan yarasını böyle hafifletecekti…

Büyük acıların üstüne ikinci evlilik

Füreya, ikinci evliliğini, 1935’teMilletvekili Kılıç Ali ile yaptı. Kılıç Ali, Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından biriydi.

Bu evlilik ile Füreya, Atatürk’e daha yakın olmaya başlamıştı. 3 sene sonra onu kaybedene kadar hep bir arada olmaya devam ettiler. Sonra da İstanbul’a taşınacaklardı. Bir yandan da anı defterine yazdığı cümleleri düşünüyordu. Sorumluluklarının bilincindeydi. Ancak henüz doğru adımın ne olduğunu kestiremiyordu. Daha zamanı vardı demek…

Bu arada bu evlilik ona iyi gelmişti. Bir sonu vardı; ama onun da zamanı vardı. Füreya, eşinin oğlu Altemur’a iyi bir anne olmuştu. Özellikle kültürlü ve sanatkâr ruhlu bir çocuk olması için çabalıyordu…

Hayatının amacına veremle kavuştu

Bazen kötü olaylar, bize iyi olanı sunmak ve onun değerini bilmemizin istenildiğini göstermek için başımıza gelir.

Füreya’nın hayatında iyiye vesile olacak o olay ise bir hastalıktı. Füreya verem olduğunu öğrendiğinde 37 yaşındaydı ve eşi, onu çoktan tedavisi için İsviçre’ye göndermişti. Burada 2 sene kaldı ve kesinlikle kolay zamanlar değildi.

Hayatta ne yapmak istediğini hala bulamamış olmanın ıstırabını yaşarken, şimdi de hastanedeydi ve ona göre bu hiç adil değildi. Bir gün Aliye Teyzesi ona oyalanması için plastik hamurlar getirdi. Burada o kadar sıkılıyor ve sıkıldıkça düşünüp o kadar kısır döngüye giriyordu ki, bu plastik hamurları reddedemedi. Hamura ilk dokunduğunda, hayatını başarı ateşine verecek o, ilk kıvılcımdan habersizdi.

Çok geçmeden içinde onu dürtüp duran, uyanmak isteyen tutkunun ne olduğunu bulmuştu. Füreya hemen resim, yontu, seramik dersleri almaya başladı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar öğrenmek, bilgiyle dolup taşmak istiyordu. Derslerden sonra seramik üzerine kitaplar aldırttı. Artık onu mutlu eden şeyin farkındaydı ve bu mutluluğu herkesle paylaşmalıydı…

Peşini bir ömür bırakmayacaktı. Bu sanatoryum ona sadece sağlığını değil, hayatının mesleğini de kazandırdı. Türk seramikçiliği de Füreya’ya kavuşuyordu…

Füreya Paris’te

Artık sağlıklıydı ve seramikle ilgili bilgilere açtı; eserler de vermek istiyordu. Ancak bir pürüz vardı: o zamanlar ülkede seramik sanat olarak değerlendirilmiyordu. Füreya da seramiğe değer verilen bir yere gitmeliydi; Paris’e…

Ünlü seramik sanatçılarından Fransız Serre sayesinde Paris’te bir atölye bulmuştu. Burada çamurlu elleriyle kendini ne çok seviyordu. Füreya istiyordu ki, onun yaptığı çini tabakta en fakir ev yemek yesin. Çiniden bir evin ihtiyacı olan her şeyi yapsın. Zengin, fakir her insan, dünyanın neresinde olursa olsun, onun ürettiği ürünleri kullansın. O sanatını bir müzeye hapsetmek değil, insanların hayatlarında yaşatmak istiyordu…

Aşkla yürüttüğü bu yoğun çalışma elbet ona başarı olarak döndü. Bakış açısı mükemmeldi. Doğu Batı kültürünü sentezlemede mükemmeldi. Belki kendisinin bu durumu keşfetmesi yıllarını almıştı; ama Füreya, seramik sanatı için dünyaya gelmişti. 1951’de, Paris’te, ilk kişisel üç boyutlu resim sergisini açtığında eleştirmenler, aynen böyle düşünüyordu.

Aynı yıl İstanbul’a döndü ve ilk sanat galerisi Maya Sanat Galerisi’nde ikinci kişisel sergisini açtı. Bu Türkiye’nin gördüğü ilk seramik sergisiydi ve bunu başaran bir kadındı. Sanatla harmanlanmış, sanata karışmış bir kadın…

Bu sergileri devam ettirdi ve Füreya, Türkiye ve yurt dışında toplamda 32 sergi açtı. Yaşadığı dönem için mükemmel bir rakamdı…

Türkiye’deki ilk seramik atölyesi

Her şey çok hızlı ilerliyordu. yıllarca yapmak için düşündüğü şeyi bulmuştu ve hızını alamıyordu. 1951 yılına ne çok şey sığdırdı. Evinde, iki küçük bölmeden oluşan Türkiye’nin ilk seramik atölyesini kurdu. Durmadan üretiyor ve öğretiyordu. Alev Ebüzziva, Bingül Başarır gibi özel isimleri, bu atölyede yetiştirdi.

Bu sırada hastalığı tekrar nüksetti ve riski çok yüksek bir ameliyata girdi. Tüm o büyük risklere rağmen hayattan bir şans daha kazanmıştı ve bu sefer daha çok üretmeliydi. Daha rahat nefes alıyordu ve aldığı her güzel nefesin de hakkını vermek istiyordu.

Seramiğe daha fazla sarılmalıydı; buna yürekten inanıyordu. Artık sadece seramik için yaşıyor gibiydi. Öyle ki, yatağını bile seramik fırının yanına taşımıştı…

Başka iklimlerde seramik sanatı

Kimisi dünyayı bisikletle gezeceğini hayal eder; kimisi bunu gerçekten yapar. Füreya’nın hayalinde bisiklet gibi seni bir yerden başka yere fiziksel olarak götürme yetisi olan bir araç yoktu belki; ama o, seramiğe kattığı ruhla her yerde hissediyordu.

İlk kazanımlarından sonra seramiği başka iklimlere taşımaya başladı. Ahmet Hamdi Tanpınar böyle tanımlamıştı Füreya’nın seramik aşkını; başka iklimlere taşımak…

Füreya, ilk çalışmalarında Mevlevi dervişlere, seyyahlara uzanmıştı. Daha sonra Hitit motifleri işlemeye koyuldu. Sınır tanımıyordu. Kim olduğunu ve ne istediğini biliyordu artık ve bunun için çok çalışmalıydı. Kazandığı bir burs ile Güney Amerika’ya gitti. Burada Aztek ve Maya kültürünü inceleme fırsatı da buldu. Döner dönmez eserlerinde bu incelemelerin de sonucu doğacaktı.

Tutkulu seramik çalışmalardan sonra

Her güzel şey, başka bir şeyi insanın hayatından götürmek zorunda mıydı? Çok sevdiğimiz doğrularımız, yanında bir başka doğruyu da barındıramaz mıydı?

Füreya’nın eşi, Atatürk’ün ölümünden sonra içine kapandı. Tam bu sırada Füreya da seramiğe olan yatkınlığını ve onu ne çok seveceğini keşfetmişti. Bu keşif zamanla bağlılığı ve  eşinin rahatsızlık duyacağı çevreyi de getirmişti.

Bir gün eşi, Füreya’ya sordu: “Ben mi seramik mi?”

Nedense Kılıç Ali’nin, akşam yemeğinde lokmasını ağzına götürürken vazgeçip, çatalını tabağına bırakıp sessizliğini bozduğunu ve bu soruyu sorduğunu hayal ettim… Cevabı ise yıllardır kimliğini arayıp bulan karısı Füreya’dan kararlı bir şekilde geldi: “Seramik!”

Ayrıldılar. Füreya, artık tek aşkı, sanatıyla tutku dolu bir beraberlik yaşayacaktı…

Eserleri ve ödülleri

Füraye için seramik kendini ifade etmek demekti. Siz baktığınızda sıradan bir süs eşyası ya da görkemli bir sanat eseri görebilirdiniz; ama onun dünyasındaki karşılığı her şeye bedeldi.

Zamanla etrafımızda gördüğümüz birçok yapıda da onun izleri oluşmaya başladı. Örneğin, İstanbul Marmara Oteli’nin lobisindeki duvar panosunu 1960’ta yapmıştı. Ankara Ulus Çarşısı’ndaki duvar panolarını 1962’de, İstanbul Divan Otel’deki duvar panosunu ise, 1969’da…

Bunlar sadece yüzlerce binlerce eseri arasında birkaç örnekti. Bir de sanatı için Türkiye’de ve yurt dışında aldığı ödüller vardı. Fransa’da düzenlenen Cannes Uluslararası Sergisi’nde Gümüş Madalya; Çek Cumhuriyeti’nde düzenlenen Prag Uluslararası Sergisi’nde Altın Madalya; İstanbul Uluslararası Seramik Sergisi’nde Gümüş Madalya aldı. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Ödülü, Wahington Smitjsonian Enstitüsü Ödülü gibi birçok ödüle layık görüldü…

Füreya Koral öldü

“Türk sanatının bütün bir köşesini dolduran büyük ve feyizli bir mevsime benzer. Yeri belki de hiç doldurulmayacak kadar özel bir mevsimdir Füreya” diyordu Ahmet Hamdi Tanpınar.

Son eserinde, insanlığın yalnız kalmışlığını ve dejenere olmuş halini, içi boş, gözlerinde ve vücudunda açılmış derin boşluklarla anlatıyordu Füreya. 85 yaşındaydı.

Yaşlanmıştı; ancak gururlu bir yaşlıydı. Biliyordu ki, yetiştirdiği her bir Füreya, yeryüzünde yaşamaya devam edecekti. Kuşkusuz bunun rahatlığıyla, Füreya Koral, 1997’nin bir yaz gününde, (26 Ağustos), hayata gözlerini kapadı. Muhtemelen üzüldüğü tek şey bir daha seramik yapamayacak oluşuydu. Ama eminim, seramik de en az onun kadar üzgündü. Böylesine tutku duyduğunuz şey cansız bir nesneyse bile, insan buna inanmak istiyor.

Füreya, şu anda, Şakir Paşa’nın Büyükada’da yaptırdığı Müslüman Mezarlığı’ndaki aile kabristanında, umarım huzurla uyuyor. Tutkularının peşinden koşmak uğruna yalnızlığı göze aldı diye düşünürken çoğalarak büyüyen, yücelen, bir sanatsever Füreya Koral geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş
[email protected]

Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , ,

Cemil Meriç Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Kitap okumayı en fazla ne kadar sevebilirdiniz? Ya da belki şöyle sormalıyım, herhangi bir şeyi en fazla neyinizi feda edecek kadar sevebilirdiniz?

Cemil Meriç, kitapları, görme yetisini yitirmeyi umursamayacak kadar çok seviyordu. Onun ki öğrenmeye karşı duyduğu sonsuz açlık gibiydi. Sonunda görme yetisini tamamen yitirdiğinde ise, kalp gözünü açtı ve eserlerini verdi. Belki de fiziksel olarak değil, bir nesnenin duygusunu görebildiği için bunca sevildi…

Çok sevdiği kitaplarıyla dolu dolu 70 yıl geçirdi Cemil Meriç ve 31 yıl önce bugün aramızdan ayrıldı. Dilerim bir yerlerde ruhu kitaplara doymuş bir şekilde, yazdıklarını okuyan herkese gülümsüyordur…

Çocukluğu

Cemil, 12 Aralık 1916’da, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, Zeynep Ziynet Hanım ve Mahmut Niyazi Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ev sahipleri Osman Ağa’nın bir asker dostunun ısrarı ile ailesi, ona “Hüseyin Cemil” adını verdi.

Ailesi Balkan Savaşları sırasında Dimetoka’dan Reyhanlı’ya göçmüştü. Çamurlu sokaklardan geçilerek varılan bir küçük evde oturuyorlardı. Cemil de bu evin bir odasında açtı dünyaya gözlerini. Dimetoka’da hakimlik yapan babası, Cemil’in doğumundan sonra Antakya’da Ziraat Bankası Müdürlüğü ve Mahkeme Reisliği yaptı. Cemil 7 yaşındayken memuriyetten ayrıldı ve ailecek Reyhanlı’ya döndüler.

Eğitim hayatı resmi olarak 7 yaşında başlayacaksa da, Cemil, okumaya başladığında henüz 4 yaşındaydı. Okumak, onun için eğlenmekle eş değerdi. Kitaplarla konuşmayı çok seviyordu. Ancak okumaya başladığı ilk yıl ileri derecede miyop olduğu teşhis edildi. Cemil, 4 yaşındaydı ve 4 derece miyoptu.

8 yaşına kadar bulanık hayatında çocukluğunu yaşamaya, bir şeyleri ayırt ederek görmeye çalışıyordu. Ancak tek görebildiği yaşadıklarından sonra hayata küsmüş, susmayı tercih etmiş, sürekli kaşlarını çatan bir baba ve sürekli hasta, hayattan kendisini soyutlamış, her şeye mızmızlanan bir anne! Ve bu tanımların arasında çocukluğunu kendi dünyasında “İtilip kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş, yabancı!” olarak tanımlıyordu. Yani en azından akıllı cümleler kurmaya başladığında hissettiği ve yıllar sonra kelimelere döktüğünde söylediği tam olarak böyleydi.

Kendine doğru bir yol bulmalıydı. Çünkü Cemil, başka çocuklar gibi değildi ve çocuk dediğin, kendine benzemeyeni ötekileştirirdi. Arkadaşları da Cemil’i dışladı; Cemil çok dayak yedi, çok hakaret işitti. Aslında ona göre en kötüsü arkadaşlarının yaptığı değil, eve döndüğünde anlatacak kimse bulamayışıydı. Aslında belki konuşsa onu anlarlardı, ama o, susmayı tercih etti. O zaman doğrusu buymuş gibi geliyordu. Kendi ifadesiyle dili başkaydı ve gözlükleri vardı. Cemil, kendinden çok utanıyordu…

Cemil, pencerelerini dış dünyaya kapatmış ve düşman bir çevrede insanları sevemeyince kitaplara kaçmıştı. Bu onun duygusal zekasının güçlü olduğunu gösteriyordu belki; ancak edebiyat, kesinlikle Cemil’in özgür bir kararı olmayacaktı. Buna 4 yaşında karar vermiş bir ruhla Cemil, gözünde 4 derece gözlükleri, elinde kitaplarıyla bir köşede oturan küçük adamdı.

Yıllar sonra, “Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım” diyecekti. Bu dünya, kitaplara açılıyordu; bu, sonsuzluğun erken keşfiydi belki de…

Bir de trajedisini birkaç satırla şöyle özetleyecekti: “Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla ‘Büyük Doğu’ kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla ‘Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış”.

Eğitim hayatı

Cemil 7 yaşındayken doğduğu yere geri dönmüşlerdi ve artık okul zamanıydı. Cemil, ilkokulu Reyhanlı Rüşdiyesi’nde bitirdi. Sonra yeniden Antakya’ya döndüler. Fransız idaresinde bulunan Antakya’nın Fransız eğitim sistemini uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu.

Okul ve kitaplar onun için çok değerliydi. Ancak belli ki gözleri bu duruma karşı isyan etmeye devam ediyordu. Antakya Sultanisi’ndeki eğitimi sırasında Cemil’in gözleri neredeyse 10 dereceye kadar yükselmişti. Ortaokul sıralarındaydı ve tahtada yazılanları dahi göremiyordu. Bir yandan bunu dile de getiremiyordu…

Bu sırada ilk yazısı “Geç Kalmış Bir Muhasebe” başlığını attığı yazısı Yenigün Gazetesi’nde yayımlandı. “Fırsat Yoksulu” takma adını kullanmıştı. Artık 12. Sınıfa geçmişti. Hocalarının bir yazısına yaptığı eleştiri sonrasında Cemil’in milliyetçi tutumu, onu, okulu terk etmek zorunda bırakmıştı; lise diplomasını alamadı.

1936’da, İstanbul’a giderek Pertevniyal Lisesi’ne kaydoldu. Öğretmenleri, İhsan Kongar, Keysa İdalı, Nurullah Ataç gibi değerli isimlerdi. Burada bir de Nazım Hikmet ve Kerim Sadi başta olmak üzere dönemin solcu aydınlarıyla da tanıştı.

Bir yandan da geçim sıkıntısı çekiyordu. Hatay’a dönmekten başka çaresi yoktu. Artık iş hayatı başlamalıydı…

İş hayatı

Cemil, döner dönmez Haymaseki köyüne ilkokul öğretmeni olarak çalışmak için gitti. Burada dokuz ay çalıştıktan sonra aynı yıl, 1937’de, İskenderun’a dönü ve Tercüme Bürosu’na Reis Muavini oldu. Ancak beklenmedik bir telefonla görevi son buldu. Cemil Meriç de artık kendini “sosyalist” olarak tanımlıyordu.

1938’deki görev yeri Batı Ayrancı Köyündeki ilkokuldu. Daha sonra Türk Hava Kurumu’nda sekreterlik, Belediye’de katiplik gibi geçici işler yaptı.

Hatay, Türkiye topraklarına yeni dahil edilmişti. Nisan 1939’da, Hatay Hükümeti’ni devirmek iddiasıyla tutuklandı; Cemil Meriç, komünizm propagandası yapıyordu. Çıktığı mahkemede Marksist olduğunu söyledi. Bu kelime, bir Türk Mahkemesinde ilk kez o gün telaffuz edilmişti. Antakya’da idam talebiyle yargılanan Cemil Meriç, üç buçuk ay sonra beraat etti.

Hala okumak istiyordu. Birkaç yıl ara vermek zorunda kalmıştı ancak bir yolunu bulur bulmaz da üniversiteye kaydolabilmek istiyordu. 1940’ta İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’na burslu olarak kabul edildi. Ancak burada da aradığını bulamamıştı. Öyle çok kitap okuyordu ki, diğerlerinden fazlaca önce olduğu muhakkaktı. Amfide en arkaya oturuyor, dersi oradan dinliyordu. Bir dersten sonra hocası Sabri Esat Siyavuşgil, ona, derslere girmeye ihtiyacı olmadığını, okula gelmesi gerekmediğini söyledi.

Bir yandan da yazmaya ve yazdıklarını yayımlamaya devam ediyordu. 1941’den itibaren yazılarını, İnsan, Gün, Yücel Ayın Bibliyografyası dergilerinde yayımladı.

Cemil Meriç evlendi

Cemil, kime gönlünü açıp evlenmek istese reddedilen bir delikanlıydı. Bu konu artık içinde kabuk bağlamaz bir yaraya döndü.

Belki de vazgeçmişti. Tam bu sırada dostu Kerim Sadi’nin ısrarıyla öğretmen arkadaşı Fevziye Menteşoğlu ile tanıştı. Ona, “İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım. Ne dersiniz? Benimle evlenir misiniz?” şeklinde bir evlenme teklifinde bulundu. Fevziye Hanım’ın cevabı kısa ve net oldu: “Cesaretimi takdir edersiniz”.

Evet, evlenmişlerdi. Az bir zaman sonra Cemil, 1942’de Elazığ Lisesi’ne Fransızca Öğretmeni olarak atandı.

1942’de, Elazığ Lisesi’ne Fransızca Öğretmeni olarak atandı Cemil. Burada bir süre görevini yerine getirdi. Ancak eşinin tayini Elazığ’a bir türlü çıkmıyordu. Daha da önemlisi eşi, iki kez hamile kalmış; ama bu doğum sağlıklı ilerleyememişti. Eşinin

İstanbul’da doğum yapabileceğinin anlaşılması üzerine Cemil, öğretmenlikten istifa etti ve İstanbul’a gittiler. 1 Nisan 1945’te oğulları Mahmut Ali dünyaya geldi. 16 Aralık 1946’da doğan kızlarına da Ümit adını verdiler.

İstanbul Üniversitesi’nde Fransızca Okutmanlık

Cemil, 1946’da İstanbul Üniversitesi’ne Fransızca Okutman olarak geri döndü. Bu görevi, 1974’te emekli olana kadar devam edecekti.

1947 yılı boyunca Yirminci Asır Dergisi’nde yazılarını yayımladı. 1948’de Victor Hugo’nun Hermani adlı piyesini manzum olarak tercüme etti. 1952 – 1954 yılları arasında da Işık Lisesi’nde Fransızca dersleri verdi.

Her koşulda okuyordu

Cemil, eğer işinde ya da evinde değilse bilirdiniz ki kütüphanedeydi. Kütüphanesi, onun hayatının en özel alanında bulunuyordu. Ancak elbette kütüphanesi dışında da bir özel hayatı vardı. Sadece kütüphanesi daha özeldi hepsi bu. Kütüphanesine girerken kirli giysilerinden sıyrılıo tertemiz giyinen Machiavelli’nin gözünden bakıyordu o da kütüphanesine; kutsaldı.

Cemil, daha çok kitaplarıyla olmayı tercih ediyordu. Gece ya da gündüz, onun için fark etmiyordu. Öyle ki, Cemil geceleri gözleri görmediğinden masanın üzerine bir sandalye koyar, ışığa mümkün olduğunca yaklaşır ve böyle okurdu. Bu şekilde yapmalıydı. Çünkü kordon alacak parası yoktu; tüm parasını çoktan kitaba vermişti. Gözleri de daha fazla dayanamayacaktı…

Cemil, aydın arkadaşlarıyla buluşur; Nisvaz ya da Elit pastanelerinde hoş sohbetli vakit geçirirdi. Salah Birsel, takdirini “Elit’e gelenlerin en bilgilisi, en kültürlüsüdür Cemil Meriç!” diye dile getiriyordu…

Görme yetisini tamamen yitirdi

1953’te, Cemil’in görme yetisi hissedilir derecede azalmıştı. 12,5 derece miyop ve kuvvetli hipermetrop onu çok zorluyordu.

1954 baharında geçirdiği bir kaza geçirdi Cemil. Aile dostları Ahmet Çipe’yi ziyaret ettikleri bir günün sonunda, merdivenlerden düştü. Eşine yönelttiği “Fevziye, hiçbir şey görmüyorum. Elektirikler mi kesik?” sorusundan sonra herkesin yüzünde acı gerçeğin yansıması vardı. Cemil Meriç, artık tamamen kördü.

Geçirdiği birkaç başarısız ameliyatın ardından Cemil, 1955’te tek başına Marsilya’ya giden bir vapura bindi. Oradan da umut ederek Paris’e gitti. 6 ay süren bir tedavinin ardından umutları tükendiğinde evine döndü. “Dante cehennemi anlayamamış dostum” diye tanımlıyordu yaşadığını…

Artık küçücük bir ışık huzmesi dahi yoktu ve Cemil, bir daha okuyup yazamayacağını düşünerek bunalıma girdi. Kitaplarını okşuyor, sayfalarını kokluyor ve sürekli hüngür hüngür ağlıyordu. Ama arkadaşları vardı ve bu kez çocukluğunda yaptığı gibi onlardan kaçmayacağını biliyordu. Çevresinde ona destek verenler sayesinde göremeyen bir insan olarak, okuma yazmayı yeniden öğrendi.

En üretken zamanları

Evet, Cemil Meriç artık göremiyordu ve bir daha da göremeyecekti. Ama aslında gördüğü çok daha fazla ve güzel şey vardı. Belki artık gökyüzünü, güneşi, bulutu göremeyecekti; ama görüyorum diyenden çok daha fazlasıyla her şeyi tanımlayabilirdi.

En üretken çağı başlamıştı Cemil Meriç’in. Sadece yanında insanlara ihtiyaç duyuyordu o kadar. Çevresindekilere Fransızca ve İngilizce metinleri okutuyor ve sözlü olarak yaptığı çevirileri de yardımcılarına yazdırıyordu.

1963’te, Edebiyat Fakültesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde, emekliliğine kadar sürdüreceği, Sosyoloji ve Kültür Tarihi dersleri vermeye başladı. Yine 1963’te yirmi yıl boyunca aralıklarla yazmaya devam edeceği günlüklerinin ilkine, ilk cümlesini yazdı.

Bir dünya edebiyatı yazma düşüncesine dalmıştı. Yola da İran Edebiyatı ile başlamayı düşünse de yönünü değiştirdi ve 1964’te ilk telif kitabı “Hint Edebiyatı”nı yayımladı. 4 yıllık bir çalışmanın sonucu olan bu eser, Doğu medeniyetlerine karşı önyargıların yıkılmasını amaçlıyordu. “Bir Dünya’nın Eşiğinde” adıyla iki kez daha basıldı.

Daha sonra yüzünü Doğu’dan Batı’ya döndü. Batı düşüncesinin önemli bir yönünü aydınlatma amacıyla sosyalizmin temelini atan ve sosyolojinin kurucusu olan Saint Simon hakkında bir eser yazdı. Bir süre yayınevlerinin basmayı istemediği bu eseri, 1967’de Can Yayınları bastı.

1965-1973 yılları arasında çeşitli dergilerde yazıları ve çevirilerini yayımlayan Cemil Meriç, Hisar Dergisi’nde “Fildişi Kuleden” başlığı ile denemeler yazdı. 1974’te İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden emekli olan Cemil Meriç, birikimlerini kitaplaştırmaya karar verdi.

Yine 1974’te, Türkiye Milli Kültür Vakfı’ndan fikir dalında ödüle layık görüldü.

1976’da, “Bu Ülke” adını verdiği kitabını yayımladı. Cemil Meriç, kendisinin fikir, kültür ve edebiyat konularına dair aforizmalarından oluşan bu eserini, “Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim” diye tanımlıyordu.

Yine 1976’da, medeniyet kavramını tartıştığı “Umran’dan Uygarlığa” adını verdiği eserini yayımladı.

1978-1984 yılları arasında çoğu Kubbealtı Cemiyeti’nde düzenlenen konferanslar vererek birikimlerini sözlü olarak da paylaştı. 1980’de kaleme aldığı, bir edebiyat ve düşünce tarihi niteliği taşıyan “Kırk Ambar” adını verdiği eseri ile “Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü”nü aldı.

1981’de Ankara Yazarlar Birliği, Cemil Meriç’i, “Yılın Yazarı” seçti. Yine 1981’de, “Bir Facianın Hikayesi” adını verdiği yarı derleme yarı telif eserinde, yakın tarihin yeni muhasebesini yaptı.

Cemil Meriç’in acı kaybı

41 yıl boyunca Fevziye Hanım ile aynı yastığa baş koydu Cemil Meriç. Kendisine ömrünü adayan, onun her haline saygı duyan bir kadınla evli olduğu için çok şanslı olduğunu biliyordu.

Cemil Meriç, Antakya’ya ablasını ziyareti sırasında Lamia Hanım ile tanıştı. Antakya Lisesi’nde İngilizce Öğretmeniydi. Cemil Meriç’in hayatındaki yeri çok özeldi. Fevziye Hanım, bu özel durumu anladı ve saygı duydu…

Fevziye Hanım, 10 Mart 1983’te öldü. Cemil Meriç de tamamen içine kapandı…

Oğluyla Caddebostan’da vakit geçirdiği bir günün sonunda Cemil Meriç fenalaştı. Gelen titreme atağının ardından Haydarpaşa Hastanesi’ne yatırıldı ve doktorlar, felçli olduğu haberini verdi. Bir süre sonra da zatürre oldu ve ardından kalp krizi geçirdi. Prof. Dr. Aram Sukyasyan’ın uyguladığı tedavi sonucunda hayata döndü.

Tüm bu süreçte de Lamia Hanım, Cemil Meriç’in bakımını üstlendi. Hiçbir karşılık beklemedi ve onu hiç yalnız bırakmadı.

Cemil Meriç öldü

Meriç’in hastalığından sonra Feneryolu’nda bir daireye taşındılar. Felçli olduktan sonra bambaşka biri oldu Cemil Meriç. Sürekli yataktaydı. Yine de kötümser değildi. Hatta daha iyimser biri oldu. Ziyaretine gelen kimseyi geri çevirmiyordu; hasta haliyle bile her soruyu cevaplıyordu.

Ömrünün sonuna yaklaşırken Cemil Meriç, yemek yerken dahi yoruluyordu. Neredeyse sadece suyla besleniyordu. Doktorlar yeni bir tedavi uygulamaya başlamıştı ki, 1987’de, 12 Haziran’ı, 13 Haziran’a bağlayan gece 00.25’te 70 yıllık hayata veda etti.

Düşünceleri, eserleri ve kitaplara olan düşkünlüğüyle bir Cemil Meriç geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş
[email protected]

Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , ,