Etiket: yaşam

Nilgün Marmara Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Yazmaya başladığımdan beri Boğaziçi’nin umutsuzlar merdivenine bir serçe edasında tünemiş ve günün hangi saatinde olduğu fark etmeksizin Slyvia Plath’i düşünen bir Nilgün Marmara var gözlerimin önünde. Orada duruyor öylece, kalemi kağıdı elinde, içinden geçen ne varsa yazıyor ve her bir kelimesini sır gibi saklayacağının muzipliğini dudak kıvrımına yerleştiriyor.

Ve karşıma çıkan tesadüf bir cümlesi  içimi ürpertiyor: “Biliyorum, bir gün dayanamayacak küçük kalbim; arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye veda edeceğim”.

Doğum gününde onu anmak istedim; ama bu kez de benim kafamda Nilgün Marmara ile tarifsiz sorular var. Acaba gerçekten Slyvia Plath’i tanıdığı andan beri intiharı düşünüyor muydu ya da planladı mı? Bir anlık çığlıksız vazgeçişten ibaret miydi yoksa her şey? Gerçekten inanıp güvendiği her şeye veda etmenin bir yolunu bulmuş muydu? Taşlar yerine oturmuş muydu? Ne yazık ki bunların ardındaki gerçeği kimse bilemeyecekti.

Nilgün Marmara, yazdıklarından ibaretti bizim için. Bildiğim kadarı ve hafızamda canlanan haliyle iyi ki doğdun Nilgün Marmara…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Nilgün, 13 Şubat 1958’de İstanbul Moda’da, Balkan göçmeni Perihan Hanım ve Fikri Bey’in iki kızından biri olarak dünyaya geldi. Büyük kütüphanesi olan bir evde, Schubert ninnileri ile büyütüldü. Sanki doğduğu anda belliydi kısacık ömründe ne çok şey yaşayacağı, iç dünyasını dışa vurmak için çabalayacağı…

Kendini büyütmeye çalışan narin bir çocuktu. Önce elleri büyüdü, hayatı kavradı; sonra ayakları, sağlam adımlar atmak için ve en son gözleri ki, gördükten sonra birçok şeyi, bir yerlere konumlandıramadığı bedenini yükseklerden bırakabilsin diye…

Nilgün, ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesi’nde bitirdi. Okulun ele avuca sığmaz, öğür ruhlu, özgün kızıydı. Dışarıdan baktığınızda onu sıradan bir öğrenci zannedebilirdiniz. Öylesine fütursuzca arşınlıyordu okul yolunu. Kimse fark etmiyordu ki, zaman ona göre ağır ilerliyor ve bu durum onu boğuyordu.

Neyse ki üniversite zamanı gelmişti. Tercihini Boğaziçi Üniversitesi Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları’ndan yana kullandı. İçine çöreklenmişi kırgınlıklardan kurtulmanın yolunu nihayet bitirme tezini hazırlarken bulacaktı…

Ama bir de ülkesiyle birlikte içinden geçeceği bir dönem vardı; 12 Eylül 1980 darbesi. Üniversitenin kırmızı salonundaki edebiyat, şiir tartışmaları sona ermiş; yerini gizli ev toplantılarına bırakmıştı. Bohem bir hayat tarzını yaşıyorlardı.

Bu dönemde şiir yazmaya başladı; ama yazdıklarını kimseye göstermedi.

(Slyvia Plath)

Slyvia Plath üzerine

Slyvia Plath, Nilgün’ün içinde tortu bırakmış her bir acı zerresinin karşılığıydı sanki. Hayatın üzerine incelemeler yaptığı Slyvia Plath’a içinden bir kez bile sormadı “Ölümden başka yol yok muydu?” diye… “Slyvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi” konulu tezi, onu giderek içine çekiyordu.

Slyvia’nın hayatı, Slyvia’nın düşünceleri, onun sorgulamadan kabullendikleri; her şey Nilgün’de özel bir yer etmişti. Şiirlerinden çeviriler yaptı. Bir yandan da “yaşama karşı ölüm” temalı şiirler yazmaya başlamıştı; her bir kelimesi buram buram intihar kokuyordu. Bu koku, ziyadesiyle keskindi. Yazgısının Slyvia ile ortak olduğuna inanıyordu. Aralık 86’da yazdığı şiirine, “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım…” diye başlayacaktı mesela.

Yazdığı şiirleri, çeşitli dergilerde yayımlamaya başladı. Slyvia’nın bireyin yalnızlığı ve bunun yanında var oluşu üzerine olan görüşü, Nilgün’ü çok fazla etkisi altına almıştı. Bitirme tezini tamamladığında, artık Nilgün’ün hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…

Nilgün Marmara evlendi

Nilgün, 1982’de, Endüstri Mühendisi Kağan Önal ile evlendi. Kızıltoprak’ta bir ev kurdular. Artık o güzel şiirlerini döken şairlerin uğrak yeri olmuştu evleri; Cemal Süreya, Ece Ayhan, Edip Cansever, Tomris Uyar, İlhan Berk, Küçük İskender, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya… Bütün edebiyatçılar, ev toplantılarında bir araya geliyor ve şiir konuşuyorlardı.

Pazar günlerinin ritüeline “but partisi”ni koydular. Fırında tavuk budu yaptıklarından partinin adını böyle seçmişlerdi. Nilgün, içinde tanımlayamadığı acıyı ve yalnızlığı bu toplantılarla bir nebze olsun unutuyordu.

Çılgın Zelda

Nilgün, bu günlerde şarkı söylemeye başladı. En az kelimelerle dansı kadar yetenekliydi. Cemal Süreya, Nilgün’e, caz gırtlağı sesi ve bunun yanında tavırlarından dolayı, “Çılgın Zelda” diyordu. Nilgün’ü Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald’ın ele avuca sığmayan karısı Zelda’ya benzetmişti.

Bundan sonra Cemal Süreya için, o, Zelda idi.

Zor zamanlar başlarken

Sonra bir süreliğine kocasının işi nedeniyle Libya’ya taşındılar. Ülkenin baskıcı yaklaşımı, Nilgün’ün hiç sebepsiz yer bile boğulan ruhunu daha da boğmaya başlamıştı. Hemen Türkiye’ye döndüler.

Ama çok geçti; Nilgün geri dönüşü olmadığını hissettiği o yola girmişti. Psikolojisi günden güne kötüleşti. Psikiyatr yollarını aşındırmaya başladı. Teşhisi manik depresyondu. Hepsinin de önerisi ortak oldu; okuma yazmaya ara vermeliydi. Aa, bir de ilaçlar vardı tabii. Şu neden içmesi gerektiğini bir sürü anlamlandıramadığı ilaçlar…

Asla katlanamazdı. Söz dinlemedi. Ne ilaçları kullandı, ne okumaktan, yazmaktan vazgeçti. Sadece daha da yalnızlaştı. Şimdi yeni arkadaşı alkoldü; ona sığındıkça, daha da yalnızlığa gömdü ruhunu. Teslimiyetine az kalmıştı…

Çığlıksız vazgeçiş

Ve bir gün, tarih 13 Ekim 1987’yi gösteriyordu. Kağan eve geldiğinde, ecza dolabında ne kadar ilaç vara hepsinin masanın üzerinde olduğunu gördü. İlaçlar yerlere de tane tane dökülmüştü ve takip ettiğinde lavabonun içinde de ilaçlar buldu.

Sonra yatak odasına yöneldi. Ev çok sessizdi; neredeyse içinden ölüm sessizliği diye geçirecekti ki; soluğunu tuttu. Odada hiç kullanmadıkları pencerenin arasına perdenin sıkışmış olduğunu fark etti. Bir hışımla perdeyi açtı ve aşağı baktı…

Son günlerde Nilgün, yazıyor ve yine yazdıklarını Kağan dahil kimselere göstermiyordu. Her zaman olduğu gibi konusu bireyin düşle gerçek arasında sıkışıp kalmış kırgınlıklarıydı. Tüm yaşayanlardan habersiz, yaşamı ve ölümü irdeliyordu…

Yıllardır bir gün bile aklından çıkarmadığı gibi, o gün de Slyvia Plath’i ve yazgılarının benzerliğini düşündü. Slyvia yaşamın ağırlığını, manik depresyonu ve nihayetinde kocasının bir başka kadınla olan ilişkisini kaldıramamış, çocuklarıyla kiraladığı evde, hayatına son vermişti. Çocuklarının baş ucuna bolca kurabiye ve süt bırakıp kapılarını sıkıca bantladı. İçeriye gidip hava gazı fırınının içine kafasını soktu…

Sürekli düşünmek fazlaydı ve sonunda düşünmekten vazgeçti Nilgün. 13 Ekim 1987’de, henüz 29 yaşındayken, kendini altıncı kattaki evlerinden aşağı bıraktı. Bir çığlık bile atmamıştı…

Ardından rüzgarın savurduğu perde, pencereye sıkıştı. Kağan fark edip aşağı baktığında, karısının hayattan vazgeçmiş bedeni ile karşılaştı.

Ruhu hayattan vazgeçeli çok olmuştu zaten diye düşünmüş müydü acaba?

Ölümünün ardından

Nilgün’ün intiharı hem üniversite sıralarından beri planlıydı, hem de bir anda oluvermişti.

Ölmeden kısa bir süre önce yazdığı ne varsa kocasına vermişti. Ölümünün hemen ardından metinleri ve şiirleri ayrılıp düzenlendi. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” ve “Metinler” olarak iki ayrı kitap halinde yayımlandı.

Daha sonra annesinin isteğiyle günlükleri, “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla yayımlandı. Editörlüğünü ise, arkadaşı Gülseli İnal üstlendi.

Günlüklerinin yayımlanması, en az intiharı kadar etkili bir etik tartışmasını da beraberinde getirmişti.  Ne olursa olsun, yazdıklarını gölgede bırakıyordu yaşadığı her şey…

Ece Ayhan – 128 Nilgün Marmara

“Önce, Nilgün Marmara’yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu renkte bir giysiyle, bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni’nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Sırası belki önlerdedir ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı geçmiştir. Ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara ile 1987 Ekim’inin 13’ünde, kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul’da, Kızıltoprak’ta, en ufak bir çığlık bile atmadan korkunç ölümünden sonra da! Herhangi bir ikirciğe düşmeden, hiç çekinmeden şunu diyorum: “bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı.” o nedenle de yazımın başlığını şiirdeki gibi “128 Nilgün Marmara!” koydum”.

Cemal Süreya – Günler

“Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel; ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan şöyle söz ettim: Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim; bugün ortaya çıkıyor”. (841. Gün)

Acısını o kadar zaman saklamış ki içinde, nasıl da yansımamış yüzüne. En sevdikleri bile hastalığını belki sıradan bir depresyon olarak gördü. Öyle ya, kim en sevdiğinin intihar etme ihtimalini düşünürdü ki? Ölümün gerçek olduğu bir dünyada hiç ölmeyecek gibi yaşayan insanlarız sonuçta.

Yazdıklarını kimsenin okumasını istemedi, bunun için ölmesi gerekiyordu belli ki. O da öldü. Şimdi onu hepimiz tanıyoruz.

Kısacık ömrüne sığdırdığı sınırsız çelişki ve bu çelişkilerinin doğurduğu hisli cümleleri ile bir Nilgün Marmara geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Anne Frank Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Anne, doğduğunda sonradan yaşayacaklarının yanında nispeten şanslıydı. Ölümün acı yanlarını savaşla öğrendi. İnsanın yaşadıkları karşısında şükrü de değişiyordu. 16 yıllık yaşamının ilk 5 yılı hiç farkında olmadan, ailesiyle bir çatı altında geçirdiği en güzel zamanları oldu. Savaşın ortasında bulduğu her şey karşısında şükrediyordu belli ki. Muhtemelen eline geçmiş en değerli şey bir ajanda ve kalemdi.

Ruhunu güçlü tutmayı başarsa da, bedeni yenik düştü Anne’nin. Ancak şu kısacık hayatı, onun Holocaust faciasının, simge isimlerinden biri olmasına yetecekti…

(Ablası Margot ve bebek Anne Frank)

Çocukluğu

Anne, 12 Haziran 1929’da Almanya’nın Frankfurt şehrinde Edith ve Otto’nun kızları olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona Annelies Marie Frank adını verdi. Annesi, babası ve ablası Margot ile Frankfurt’ta bir apartman dairesinde yaşıyorlardı. Babası Otto, bir banka görevlisiydi. 1929’da yaşanan büyük buhran sonra, babasının işleri kötüye gitmeye başlamıştı. Bundan daha kötüsü olamaz dediğimiz her andan sonra tam olarak daha kötüsü olurdu. Olaylar art arda sıralanacaktı…

Naziler, 1933’te iktidara gelmişti. Otto, işlerinin de kötüye gitmesi sebebiyle, iş bağlantılarının olduğu Hollanda’nın Amsterdam şehrine gitmenin yollarını aramaya başladı. Önce baba, ardından da ailesi gitti. Ancak bir süre sonra Adolf Hitler Hollanda’ya da girdi ve buradaki Yahudilere de Almanya’dakiler gibi kısıtlamalar getirildi. Anne, ablası Margot ile birlikte sadece Yahudilerin eğitim gördüğü okula kaydoldu.

Öğretmenleri de tıpkı kendileri gibi kaçak bir Yahudi idi. Burada herkes kuşkusuz aynı kaderi paylaşıyordu. Anne, burada Nanette ile tanıştı; sıra arkadaşıydı. Zamanla en yakın arkadaşı oldu. Onu en az ablası kadar çok seviyordu. Buradaki her öğrenci, bir çocuk olmasına rağmen, ikinci sınıf insan olduğunu biliyordu. Bu yüzden aynı kaderi paylaştığın insana sımsıkı tutunmak hiç de zor değildi. Bir daha asla evlerine dönemeyeceklerini, hatta öldürüleceklerini biliyordu. Bu çok soğukkanlı bir bekleyişti. Anne, Nanette ile bir kere daha yine aynı şekilde karşılaşacaktı…

Hayat giderek zorlaşıyordu. Küçücük yüreği ve kocaman gözleri vardı artık Anne’nin. Etrafında değişen ve gelişen ne varsa bir yetişkin edasında teslimiyetçi kabullenişle kabulleniyordu. Yahudilerin kendi işini kurması, bir yer işletmesi yasaktı. Otto da çözümü işlerin başına bir dostunu geçirmekte buldu. Bunlar daha iyi günleriydi…

(Babası Otto, annesi Edith, ablası Margot ve Anne)

Yahudi işareti

Orijinal adı “Schutzstaffel” (SS) olan “Koruma Timi” merkezi vardı. İlk önce Hitler’in kişisel muhafızlığını yapmak için kurulmuş bu birlikler, polislikle görevli silahlı parti militanlarından oluşuyordu. Toplama kampları kurulmaya başlanınca, Heinrich Himmler, bu birliklerin yönetiminden “SS”i sorumlu tutunca ikiye ayrıldı. İlki Waffen-SS (Silahlı SS), askeri bir yapıydı. Diğeri ise Allgemeine-SS (Genel SS) idi; bir çeşit polisti.

Anne’nin ablası Margot’a Temmuz 1942’de bir celp geldi; SS merkezine çağrılıyordu. Margot, burada Yahudi olarak işaretlenmişti…

Artık tehlike daha yakındaydı; onlarında kapısını çalmıştı. İşler giderek çığırından çıkıyordu. Ailecek İsviçre’ye kaçtıklarını bildiren bir not bırakarak ortalıktan kayboldular. Ancak pek uzakta değillerdi. Otto’nun Prinsengrach’taki ofisinin gizli bölmesinde saklanmaya başlamışlardı. Yakın dost oldukları 4 kişiyle beraber bir hapis hayatı başladı. Onların dış dünya ile bağlantısını sağlayan, yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayan Otto’nun sekreteri Miep Gies idi.

İşte Anne yazmaya bu küçük yaşam alanında başladı. On üçüncü yaş gününde ona hediye edilen ajandayı bir günlük olarak kullanmaya başlamıştı. Aslında hediyesini ilk aldığı günlerde de yazıyordu; ama burada bu işi her gün yapacaktı. Ajandanın hikayesi böyle bir zaman için ziyadesiyle anlamlıydı. O günlerde saat 8’den sonra sokağa çıkmak yasaktı. 12 Haziran 1942’de Anne on üçünü yaşına girerken, ona bir doğum günü partisi düzenlemek istediler. Aslında çocukların akşamüstü birbirini görmesine imkan yoktu. Ancak bugün için öğretmenlerinin de yardımıyla bir yolunu buldular. Anne için küçük bir parti organize edebilmişlerdi. Ailesinden gelen hediye işte bu ajandaydı. Yıllar sonra milyonlara ulaşan bir günlüğe dönüşecekti…

Gizli oda

Bu hapis, iki yıl sürecekti. İki yılın her gününü yazdı Anne. “Gizli oda” diye bahsettiği bu yer, Prinsengracht Sokağı, 263 numaralı apartmanın çatı katındaydı. Saklandıkları süre boyunca, korkularını, yaşadıklarını ve en önemlisi yaşama dair umutlarını yazdı. Çünkü kısacık hayatında, yazmasa delirebilirdi.

22 Haziran 1942 tarihli sayfasında şöyle diyordu:

“Hatıra defteri tutmak benim gibi biri için tuhaf bir duygu. Yalnızca daha önce hiç yazmadığımdan değil. İleride ben de dahil hiç kimse on üç yaşında bir kızın içinden geçenlerle ilgilenmeyecekmiş gibi geliyor. Ama aslında bunun hiçbir önemi yok, ben yazmak ve daha da önemlisi kalbimden geçen bir sürü şeyi ortaya dökmek istiyorum.

Ellerimi başıma dayadığım ve tembellikten dışarı mı çıksam, evde mi kalsam bilemediğim, sonuçta aynı yerde pinekleyip kaldığım hafif melankolik günlerimden birinde canım sıkıldığında ‘Kâğıt insanlardan daha sabırlıdır, sözü içime işledi”.

İki yıl sonra

Anne ve ailesini Ağustos 1944’te birileri ihbar etti. İhbarcının kim olduğu asla öğrenilmedi. Frank ailesi, saklandığı yerde bir baskınla yakalandı ve apar topar alındı. Ailenin her bir üyesi başka kamplara gönderildi.

Anne, gönderildiği Polonya’daki Auschwitz kampında, çocukluk arkadaşı Nanette ile karşılaştı. Kıyafetlerinin hepsi bitlendiği için Anne’nin üzerinde sadece bir battaniye vardı. Bir deri bir kemik kalmıştı. Nanette, arkadaşını gördüğünde içi sızladı. Bu karşılaşma özellikle Anne için büyük bir mucizeydi. Çünkü böyle bir durumda tanıdık yüz bulmak bir mucize değil de ne olabilirdi? Nanette yedi, Anne ise sekizinci kamptaydı. Bu yüzden birkaç kez karşılaşabildiler. Bu kısa zaman dilimlerinde de her şeyden konuştular. Anne, Nanette’ye hayatı saklanarak yaşamanın ne kadar zor olduğundan bahsediyordu. Günlüğünü de anlattı arkadaşına. Savaş bittiğinde bu günlüğü yazacağı kitap için kullanacağına inanıyordu…

Anne öldü

Anne’nin çok hayali vardı. Yaşadığı ne varsa bundan bir kitap çıkacaktı. Yeniden ailesine kavuşma umudunu ise, asla kaybedemezdi. Bunu ise kocaman gülümsemesi ile perçinliyordu. Hayata hep gülümsüyordu. O gülen yüzüyle, özünde mutluluğu keşfetmiş bir çocuktu; savaşa rağmen…

Ancak zayıflayan bedeni buna izin vermeyecekti. Tifüse yakalanmıştı ve savaşın son bulmasına iki ay kala, Şubat 1945’te, yaşamını yitirdi. Yaşadıklarının belki hepsini; ama hissettiklerinin çoğunu yaşamadan hayata gözlerini kapadı…

Küçücük kalmış bedeninde, incecik parmaklarıyla yazmaktan hiç vazgeçmediği günlüğünü bıraktı geriye. Anne’nin yaşamı, ruhu yaş almış bir çocuk olarak son bulmuştu.

Anne Frank’ın Hatıra Defteri

Anne’nin incelikle dokuduğu günlüğü babasına ulaştı. Babası Kızıl Ordu’nun gelmesiyle kamptan kurtulmuştu. Kızının günlüğünü defalarca okudu. Daha sonra Nanette ile tanıştı. Kızının günlüğünü yayımlamayı düşünüyordu.  Düşüncesini kızının son zamanlarını geçirdiği Nanette ile paylaştı. Herkesin görüşü günlüğün basılması yönündeydi ve günlük, savaşın ardından, 1947’de “Anne Frank’ın Hatıra Defteri” adıyla kitap haline getirildi.

Günlük, acının cümlelerle resmedilmiş hali gibiydi. İlk yazmaya başladığında okuldaki arkadaşlarından, yaşananlardan bahseden bir çocuk vardı. Ancak 25 ay bir yerde saklı kalmak ve sonrasında kampa sürüklenmek onu olgunlaştırmıştı.

Günlük, 30 milyondan fazla sattı ve 67 dile çevrildi. Hatta bazı ülkelerde de müfredat kitapları listesine alındı.

Acıyı günlüğün bir yerinde şöyle anlatıyordu:

“Böylesi zamanlarda yaşamak zordur: içimizdeki idealler, hayaller ve umutlar yaşamın acımasız gerçekleri yüzünden paramparça olur… Hayatımı kaos, acı çekme ve ölüm üzerine kurmam mümkün değil. Dünyanın yavaş yavaş vahşete büründüğünü görüyorum; bir gün bizi de yok edecek olan fırtınanın sesini duyuyorum; milyonlarca insanın acı çekişini hissediyorum”.


Savaşın ardından

Savaş, 9 milyon insanın ölümüyle sonuçlanmıştı. Elbette hayali ve hayatı yarım kalan tek kişi Anne değildi.

Anne hayatta olmamasına rağmen savaşın izlerini tüm emeği ile aktardı. En yakını Nanette ise, hayatta kalmayı başarmıştı. Kendine bir aile kurup yaşamına bir düzen getirdikten sonra Holocaust faciasını dünyanın her bir köşesine gidip üniversitelerde anlatmaya başladı. Çünkü biliyordu, hayatta kalma şansı bulduysa, bunu başaramayanlar için konuşmak zorundaydı. Belki de içten içe en çok Anne için…

Yeryüzünde savaşın son bulması dileğimle…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Tarık Akan Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

O bizim “Damat Feritimiz”… Tatlı dilli, güler yüzlü, yakışıklı mı yakışıklı Yeşilçam’ın göz bebeği oyunculardan biri; en sevdiklerimizden. Bugün ölümünün birinci yıl dönümü.

Sevgi, saygı ve özlemle anmak istedim…

Ve bir yıl daha geçti bile…

Özlemle…


Çocukluğu ve eğitim hayatı

Tarık 13 Aralık 1949’da İstanbul’da annesi Yaşar Hanım ve babası Hüseyin Yaşar Bey’in üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ebeveynleri ona “Tarık Tahsin Üregil” adını verdi. Bir ablası ve bir abisi vardı.

Babası subaydı ve görevi nedeniyle Tarık, Erzurum Dumlupınar’da çocukluğun yaşadı. İlkokula burada başladı. Ancak babasının tayini Kayseri’ye çıkınca taşındılar ve Tarık, ilkokulu burada tamamladı. Babasının mesleğinden kaynaklı disiplinli ve göçebe bir çocukluk yaşadı.

Babası emekli olduğunda Tarık ortaokul çağına gelmişti. Emeklilikten sonra İstanbul Bakırköy’e taşındılar. Tarık, ortaokul ve lise eğitimini burada tamamladı.

Üniversite eğitimi için Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü tercih etti. Buradan sonra İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi.


İş deneyimleri ve oyunculuğa adım adım

Tarık, 1970’de “Ses” dergisinin düzenlediği “Sinema Artist” yarışmasına katıldı ve birinci oldu. Artık sinema için ilk adımını atmıştı ve ardı başarılarla dolu bir şekilde gelecekti.

1971’de ilk kez kamera karşısına geçtiğinde “Filiz Akın” ve “Ekrem Bora” başroldeydi. Tarık, “Emine” filmiyle oyunculuk kariyerine başladı.

Ama oyunculuk yolculuğu başlamadan önce Tarık, Bakırköy plajlarında cankurtaranlık yaptı. Bir yandan da sokaklarda işportacılık yapıyordu.

Gönlü artık sinemadan yanaydı, ancak sinema sektörünün iyi gitmediği 1978 – 1981 yılları arasında buradan para kazanamayacaktı. Bu süreçte de ticari taksi alarak kiralama sistemi ile ticaret yapmaya devam edecekti.


Yeşilçam’a merhaba

Tarık, yönetmen koltuğunda “Mehmet Dinler”in oturduğu, başrollerini “Fatma Girik” ve “Münir Özkul”un paylaştığı 1971 yapımı “Solan Bir Yaprak Gibi” filminde “Murat” karakteri ile Yeşilçam’a merhaba dedi. Bu filmden sonra da adını “Tarık Akan” olarak kullanmay aabaşladı. Ayrıca yine bu yıl “Vefasız”, “Melek mi Şeytan mı?” adlı filmlerde rol oynadı.

Bundan sonra her şey çok hızlı gelişti. 1972’de ilk başrolünü “Hülya Koçyiğit” ile “Beyoğlu Güzeli” filminde oynadı.

1970’te “Ertem Eğilmez” ile tanışmak ona “Ferit” karakterini getirdi ve Tarık, ailemizin Damat Ferit’i oluverdi. Adı Ertem Eğilmez’in her filminde “Ferit” oldu. Bu, Ertem Eğilmez’in ölen oğlunun adıydı. Bu yüzden her filminde “uzun oğlum” diye sevdiği tarık ile oğlunun adını yaşatacaktı…

Giderek Yeşilçam’ın aranan yakışıklı oyuncularından biri oluyordu ve başrolleri paylaştığı kadınlar dönemin hem en ünlü hem de en güzel kadınlarıydı. Tarık, “Türkan Şoray” ile ilk başrolünü de “Sisli Hatıralar”da oynadı; yıl 1972 idi.


İlk büyük başarısı

Tarık, 1972 yapımı “Suçlu”da oynadığında ödüllendirileceği ilk büyük başarısını da yakalamış oldu. Yönetmen koltuğunda Mehmet Dinler oturuyordu ve başrolü “Fatma Belgen” ile paylaşmıştı. Ayrıca film, Tarık’ın oynadığı ilk romantik komediydi.

Bu film, 1973’te Tarık Akan’a “Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü kazandırdı.

Artık oyunculuğu da tescillendiğine göre, Tarık kesinlikle ünlüydü. Uzun boyu, çekici tavırları ve gözden kaçmayacak yakışıklılığıyla Tarık kısa sürede uzun bir yol yürümüştü…


Sevdiğimiz bütün isimlerle bir arada

Tarık, artık başarısına başarı katıyordu. 1972’de oynadığı “Sev Kardeşim” filminde “Adile Naşit, Münir Özkul, Hulusi Kentmen ve Hülya Koçyiğit” gibi güzel isimler de yer alıyordu. Yine aynı yıl “Tatlı Dillim” filminde “Filiz Akın” ile  başroldeydi ve bu film aynı zamanda “Kemal Sunal”ın ilk filmiydi. Aynı zamanda kadroda “Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe” gibi isimler de vardı.

Güzel ve başarılı kadın oyuncularla başrol paylaşmaya da devam ediyordu Tarık. 1972’de “Emel Sayın” ile ilk başrolünü “Feryat” filminde oynadı. Yine de eminim sizin de aklınızda bugün hala “Yalancı Yarim” var Emel Sayın ve Tarık Akan denilince. O naiflik, gözünün ondan başka kimseyi görmeyişi, aşkın sel olup akıp gidişi…

1973’teki isim ise “Necla Nazır”dı ve film de “Umut Dünyası”. 1974’te de “Hale Soygazi” ile “Oh Olsun”


Canım Kardeşim

Her filmi bir başka güzeldi, eminim hepiniz için Yeşilçam filmleri öyledir. Ama yürekleri dağlayan bir film vardı hani, çok bilinen. Hasta küçük kardeşin çok istediği televizyona hepimiz ağlamışızdır içli içli. Çünkü film hakkını vermişti ve gözyaşlarımız boşuna değildi. Yeşilçam klasikleri arasına girdi ve en iyi drama filmlerinden biri oldu.

Evet, “Canım Kardeşim”. 1973’te “Halit Akçatepe” ve dönemin çocuk oyuncusu “Kahraman Kıral” ile başrolü paylaştılar bu filmde.


Mavi Boncuk

Nasıl ki “Yalancı Yarim” unutulmazsa, Emel Sayın ve Tarık Akan bir arada düşünüldüğünde “Mavi Boncuk” da hemen gelir akıllara. Hatta unutulmaz replikleri ve oyuncu kadrosuyla muhtemelen ilk sırayı çeker.

Özellikle Emel Sayın’ın kaçırıldığı sahne hafızalara adeta kazındı. Emel Sayın’ın “yalnız benim için bak yeşil yeşil” diye söylediği o şarkı… “Ben bu dertten ölürsem söyle küçük bey” diye içlenişi… Kemal Sunal’ın “soğuktan kapında donabilirim”leri…

Ah bu filmler, iyi ki vardı…

A bu arada heyecana kapılıp filmin içinde kaybolmuş da tarih bile vermemişim. “Mavi Boncuk”, 1975’te çekildi ve Yeşilçam’ın en iyi filmlerinden biri olarak gösterildi. Bunu söylemek için kadrosu bile yeterliydi çünkü: “Adile Naşit, Münir Özkul, Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe…”


Hababam Sınıfı

Gösterime girdiği anda hasılat rekorları kıran ve serisi çekilen o mükemmel filmden bahsetmeden olmaz tabii; “Hababam Sınıfı”

1975’te “Ertem Eğilmez” yönetmenliğinde çekilen film ile her rolde beğendiğimiz Tarık, artık “Damat Ferit”ti. Her karakteri ayrı değerli, her sahnesi ayrı komik film, bugün bile sıkılmadan izlediğimiz klasikler arasında.

Şahsına münhasır karakterler oyuncuların üzerine yapışıp kaldı adeta: “Hafize Ana, Kel Mahmut, İnek Şaban, Güdük Necmi, Tulum Hayri, Hayta İsmail…”


En iyi romantik komedi

Yeşilçam’ın en iyi romantik komedilerinden biri kabul edildi “Ah Nerede”. Filmde “Gülşen Bubikoğlu” ve Tarık Akan başrolü paylaşıyordu. 1975’te vizyona girmiş ve hasılat rekorları kırmıştı.

Çünkü kadın dünyalar güzeliydi ve adam çok yakışıklıydı. Nice hatalar yapmış, ama dönüp doğruyu bulmuştu. Zehra’dan sonra her şey başkaydı ve doğru olan ne varsa o yaşanmalıydı. Yani hayatın ta kendisiydi, aşkın ta kendisi…

Adam sonunda bir binanın tepesine çıktı ve “Seni seviyorum Zehra” diye atladı. Demek ki istenilen aşk böyle bir şeydi ve biz işte bu duyguyu pek sevdik. Bu yüzden “Ah Nerede” en iyi romantik komediler arasına girdi…


Bizim Aile

1976’da Yeşilçam’ın neredeyse bir araya toplandığı bir kadro ile bir film çekildi; “Bizim Aile”. Gerçekten de bir Türk ailesi vardı ekranda. Sevgi sonsuzdu.

Ne mutlu ki, Tarık da işte bu kadrodaydı. Bugün bile hala keyifle izlenen film, klasikler arasındaki yerini aldı.


Romantik komedi yıldızının değişimi

Tarık, oynadığı romantik komedilerle büyük bir ün kazanmıştı. Üstelik bu rollere de çok yakışıyordu. 1976’dan sonra ciddiyetle bir karar aldı ve uyguladı. Artık romantik komedi çizgisinden ayrılıp daha ciddi rollere soyunmaya karar verdi ve henüz 28 yaşındaydı.

İlk iş imajını değiştirdi, bıyık bıraktı. Bir yandan eski tarzına da devam etti, ama ruhunun asi olduğuna karar vermiş ve yeteneğini daha başka filmlerde göstermeye karar vermişti. Ama bunun da hakkını verecekti.

Bıyıklı haliyle oynadığı ilk film, “Baraj” oldu; bir dram, gerilim filmiydi. 1978’de “Cüneyt Arkın” ile oynadığı “Maden” filmi büyük başarı elde etti. Yeşilçam tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul ediliyordu.

1978’de çekilmeye  başlanmış, 1979’da vizyona giren bir “Zeki Ökten” yapımı olan “Sürü” filminde “Tuncel Kurtiz” ve “Melike Demirağ” ile başrolü paylaştı. Büyük ses getiren bu film de Yeşilçam’ın en iyileri arasına girmeyi başarmıştı. Ancak bu kez tek ödül bu değildi. 12 Ekim 2011 “Altın Portakal Film Festivali”, “Geç Gelen Altın Portakallar Gecesi”nde “En İyi Film Ödülü” aldı. Filmin ödülü tam 31 yıl sonra verilmişti. Çünkü 12 Eylül Darbesi yaşanmış ve 1980’de ödül gecesi yapılamamıştı.

1978’de “Fikret Hakan” ile başrol paylaşma şansı oldu. “Demiryol” adlı bu film, “Altın Portakal Film Festivali”nde 4 dalda ödül aldı. En İyi Erkek Oyuncu ödülü Fikret Hakan’ın oldu.


Darbe dönemi

12 Eylül dönemi birçok alanı olduğu gibi Yeşilçam’ı da yavaşlatmıştı; çok az film çekiliyordu. Tarık da bu sebepten bu süreçte hiçbir filmde rol almadı.

1981’de “Müjde Ar” ile başrol paylaştığı “Deli Kan” filmi ile geri döndü.

Darbeden sonra Almanya’da yaptığı bir konuşmadan dolayı Türkiye’ye döndüğünde tutuklandı ve 2,5 ay cezaevinde kaldı. 31 Mart 1982’de beraat etti.

1982’de yönetmenliğini “Yılmaz Güney ve Şerif Gören”in yaptığı “Yol” filminde “Şerif Sezer” ile başrolü paylaştı. Oldukça ses getirdi. Dönemin yaşananlarını konu alıyordu. Bu filmin yeri ayrıydı. Çükü dünyanın en prestijli ödül törenlerinden biri olan “Cannes Film Festivali”nde en önemli ödül olan “Altın Palmiye”ye layık görüldü. Bu Türkiye için bir ilkti. Böylece dünya çapında izlenmeye başladı, ancak bu sefer de 1983’te Türkiye’de gösterimi yasaklandı. 1999’a kadar da bu yasak devam etti.

1984’te “Zeki Ökten”in yönetmenliğindeki “Pehlivan” filminde oynadı Tarık. Bu film ona “21. Altın Portakal Film Festivali”nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü getirdi.

Artık sert mizacı iyice oturmuştu yüzüne. Her film ayrı bir başarı demekti. Tarık Akan asla unutulmayacak oyuncular arasına çoktan girmişti…


Tarık Akan evlendi

Onca filmin arasında elbette bir de özel hayatı vardı. Gözler önünde olan yakışıklı bir erkekti ve onun yanında olmak için can atacak çok kadın olurdu. Ancak onun gönlü Yasemin Erkut’u seçti.

Tarık ve Yasemin 1986’da evlendi. Bu evlilikten aynı yıl “Barış Zeki Üregül” adını verdikleri oğulları geldi dünyaya. 1988’de de “Yaşar Özgür ve Özlem Üregül” adını verdikleri ikizleri…

Ancak yine de evlilikleri uzun sürmedi. Tarık ve Yasemin 1989’da boşandı.

Tarık, 1990’da Acun Günay ile birlikte yaşamaya başladı ve bu birliktelik o ölene dek sürdü…


90’larda Tarık Akan

Tarık, 90’larda daha az sinema filminde görüldü, ancak yine de vardı. Ancak bir yenilik vardı. Artık Tarık Akan, televizyon dizilerinde de görülecekti.

1992’de ilk kez “Taşların Sırrı” adlı dizide çıktı seyircisinin karşısına, bir yıl sürdü. Sinema filmleri de devam ediyordu bir yandan, sadece eskisi kadar sık değildi.

2000’e geldiğinde oyunculuğa 2 yıl ara verdi ve 2002’de sinemaya geri döndü. Yine sadece sinema değildi, bir yandan da TRT 1’de yayınlanan “Koçum Benim” adlı gençlik dizisinde oynuyordu.

Bir de “Vizontele” klasikleri var. “Yılmaz Erdoğan” filmlerinden “Vizontele Tuuba”da “Güner Sernikli” rolüyle yer aldı.

2009’da en son “Yol” filminde birlikte rol aldığı “Şerif Sezer” ile bir kez daha “Deli Deli Olma” filminde tekrar karşılaştı ve bu film de oldukça iyi bir hasılat elde etti. Ayrıca bu film Tarık için ayrıca değerliydi. Çünkü filmde gençliğini oğlu “Barış Zeki Üregül” oynuyordu…


Anne kafamda bit var

Tarık, ömrüne 111 sinema filmi ve 4 dizi sığdırdı. İşte bunların yanına bir de kitap iliştiriverdi. Zamanında darbe döneminde ne yaşadıysa onu kaleme aldı ve 2002’de yayınladı.

Kitabı da tıpkı filmleri gibi ilgi çekmişti. Otobiyografi dalında yazdığı “Anne Kafamda Bit Var” onlarca baskı sattı.

Tarık Akan öldü

Artık iyiden iyiye yaş alıyordu ve bir de üstüne akciğer kanseri olmuştu. Sonra tam akciğer kurutuldu derken kanser karaciğere de sıçradı.

16 Eylül 2016’da hayata gözlerini kapadı, 66 yaşındaydı.

Bugün ölümünün yıl dönümü. Tam 1 yıldır yok. Böyle sevilen insanlar hiç ölmüyor aslında ya da insan pek anlayamıyor. İstediğin her an bir filmiyle karşında olabileceğini bilmenin verdiği bir his belki de bu. Ama sonuç olarak o artık hayatta değil ve bir yıl geçti bile…

Zaman gerçekten de çok acımasız. Sanki daha dün ölüm haberini görmüşüm de boğazıma düğümler dolanmış gibi… Hangimizin çocukluk aşkı değildi ki yarattığı karakterler, hangimiz gülüşüne tutulmadık…

Dili, dini, ırkı, inanışı ne olursa olsun insan dediğin başka; ama sanatçı dediğin bambaşka… Bizden farklı olanı sevmemeye hep meyilli yürekler taşıyoruz. Oysa ki hayat senden farklı olanla çeşitlenip güzelleşiyor…

E o zaman Sevgili Damat Ferit, canım Tarık Akan, nurlarda uyu…

Hep yaptığım kapanışlar gibi, bolca özlem ekleyerek bir ucuna, diyorum ki, bir Tarık Akan geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Instagram: biyografivekitap


Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Kemal Kılıçdaroğlu Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Düşünün ki bir çocuk doğmuş aşiretin ortasına, adına Kemal demişler. Ailede dedelik geleneği sürüp giderken o büyüdüğü yolda kendini siyasete adamak istemiş.

Biz bugün sorulsa kuvvetle muhtemel hiçbir SSK Genel Müdürü’nün adını ezbere sayamayız. Ama 90’larda kimin bu görevde olduğunu dededen toruna herkes bilmekte. Bazen bir şey başarırsın ya da başaramazsın ve o şey senin üzerine biçilmiş bir gömlek gibi uyar kalır. İşte Kemal’in de üzerine biçilmiş bir gömleği vardı.

Sonra bir gün hiç iktidara getiremediği, ama hep hayalini kurduğu bir partiye lider oldu. İşte bu, Hesap Uzmanlığı’ndan Ana Muhalefet Parti Liderliği’ne kadar uzanan bir hayatın hikayesiydi.

Çocukluğu

Kemal, 17 Aralık 1948’de, Tunceli ilinin Nazımiye ilçesine bağlı Ballıca köyünde, Ev Hanımı Yemuş Hanım ve Tapu Memuru Kamer Bey’in yedi çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geldiğinde ona “Kemal Karabulut” adını verdiler. Kemal’den 10 dakika ikizi doğmuştu. Onun da adı “Adil” idi.

Yaşadıkları köyde neredeyse herkesin soyadı Karabulut’tu. Babası Kamer Bey de çözümü değiştirmekte buldu. 1950’lerde Karabulut olan soyadı Kılıçdaroğlu olarak değiştirildi. Soyu Oğuzlar’ın Bozok kolunun Beğdili boyundan geliyordu ve Ehl-i Beyt’e kadar uzanan Seyyid’in soyuna dayanıyordu. Ailesinin kökenlerinde aşiretlik vardı; Horasan’dan göç ederek Anadolu’ya yerleşen Tunceli aşiretlerinden Kureyşan aşiretine mensuplardı.  Horasan’dan önce Konya Akşehir’e gelmişlerdi. Daha sonra bu aşiret, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında yaşanan çatışma sebebiyle bugünkü yerleri olan Tunceli’ye göçtüler.

Kureyşanlılar’ın, bilinen Kureyş kabilesi ile bir bağı yoktu ve bu aşiret, bölge halkı için kutsal bir ocaktı. Dedelik yapanlara “Horasanlı Baba Kureyş” denirdi. Alevi geleneğindeki dedelik makamının da buradan geldiği söyleniyordu. Bu kültürde büyüyen çocukların tabiatında bir sakinlik vardı. Kemal de sakin bir tabiatla büyüdü. Kemal’in ailesinde dedelik makamında bulunan kimseler vardı. Ama Kemal bunu sadece kültür olarak benimseyecek, bambaşka bir yolda yürüyecekti.

Kemal’in ailesi Dersim’de “Cebeligiller” lakabı ile tanınıyordu. Muhtemelen bu lakap aileden birisinin Osmanlı’da askerlik yapmasından kaynaklanıyordu. Bir ihtimal de Osmanlı’nın dedesinin dedesi eşkıyaydı ve muhtemelen babası da soyadını büyük dedesine dayandırarak değiştirmişti.

Aşiretin yapısında yetişen gelişen bir aile oldu Kılıçdaroğlu ailesi. Kardeşler içinde üniversite mezunu olan sadece Kemal olacaktı yıllar sonra. Kemal’in de en büyük arzusu kız kardeşlerinden Fikriye’yi okutmaktı. Ama bu pişmanlıkları hanesine yazılacaktı.

Eğitim ve çalışma hayatı

Kemal, ilk ve orta eğitimini Tunceli, Erciş, Elazığ gibi Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde tamamladı. Lise eğitimini ise, 1967’de “Elazığ Ticaret Lisesi”nde birincilikle bitirdi.

Üniversite tercihi sırası geldiğinde, bugünkü adı Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi olan “Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi”ndeydi; 1971’de mezun oldu.

Lisansını tamamlar tamamlamaz iş hayatı başladı. Artık ne çocukluk ne de gençliğin deli çağları kalmıştı. Mezuniyetiyle aynı sene Hesap Uzman Yardımcılığı Sınavı’na girdi ve Maliye Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. Kısa bir süre sonra da Hesap Uzmanı oldu. Ardından bir yıl kalmak üzere Fransa’ya gitti. Bu görevi 1983’e kadar sürdürdü ve yine 1983’te Gelirler Genel Müdürlüğü’ne atandı. Önce Daire Başkanı, daha sonra da kurumun Genel Müdür Yardımcısı oldu.

Kemal evlendi

Kemal, 1974’te Selvi Kılıçdaroğlu ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı ve bir oğlu oldu.

Evlilik yaşamından çok siyasi yönüyle tanınacaktı…

SSK Genel Müdürü oldu

Kemal, Gelirler Genel Müdürlüğü’nden sonra 1991’de Bağ-Kur’a Genel Müdür olarak atandı. 1992’de de Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü’ne geçiş yaptı ve 1999’a kadar kaldığı görevinde rekor zarara ulaştı. İşte bu yüzden Kemal Kılıçdaroğlu, bugüne kadar SSK Genel Müdürlüğü’ne gelmiş herkesten daha çok tanındı; büyük bir başarısızlıktı. Çünkü SSK Genel Müdürlüğü, bir önceki yıl kâr açıklayan bir kurumken, zarar tablosunu açıklar olmuştu; 128 bin lira kâr ile devraldığı kurumu, 1 milyar 111 milyon zarar ile devretti.

Evet, Kemal Kılıçdaroğlu 1992’de kurumu 128 bin lira ile devraldı. İlk yıl 2 milyon 556 bin lira zarar açıklaması yapıldı. Zarar açıklaması diğer yıllarda da maalesef devam etti; 1993’te 8 milyon 84 bin lira, 1994’te 19 milyon 399 bin lira, 1995’te 81 milyon 335 bin lira, 1996’da 144 milyon 383 bin lira, 1997’de 336 milyon lira, 1998’de 447 milyon lira ve 1999’da 1 milyar 111 milyon lira idi.

Üstelik halk hastanelerin durumundan, ihtiyaçlarının karşılanmamasından da oldukça şikayetçiydi. Ayrıca Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Müdür olduğu SSK döneminde tahsil edilemeyen primlerin tutarı da rekor kırmıştı. 1992’de 8.7 milyon lira prim alacağı bulunan SSK’nın 1999’da ulaştığı rakam 220 milyondu. Yapılan bunca şeyin üzerine halkın hala memnun olamayışı büyük bir kaostu.

Kemal’in başarısızlığı artık daha fazla hükümetin gözünden kaçamadı. Normal bir insan aklının alamayacağı kadar uzun bir süre verilen bu zararın üzerine, dönemin hükümeti olan 57. Hükümet tarafından görevden alındı. SSK, Türkiye’nin en çok zarar eden kurumu olmuştu.

Kemal Kılıçdaroğlu yaşananları kabullenmek istemiyordu; görevden alınmasının üzerine hemen Danıştay’da dava açtı. Ancak Kemal’in SSK’yı zarara uğrattığı devletin resmin yazışma ve raporlarına dahi girmişti. Çalışma Bakanlığı’ndan Danıştay 5. Dairesi’ne gönderilen yazıda da Kemal Kılıçdaroğlu’nun SSK’yı basiretsiz yönettiği için görevden alındığına ilişkin ibarelere yer verdi. Gönderdiği açıklamada Çalışma Bakanlığı, SSK’nın Hazine’den 1994’te 15 milyon lira, 1995’te 60 milyon lira, 1996’da ise 90 milyon lira yardım almak zorunda kaldığını da açıklıyordu. Ayrıca yine bu yönetim döneminde SSK ilk kez değeri 5 milyon lirayı aşan gayrimenkulleri satmak zorunda kalmıştı.

Kemal Kılıçdaroğlu, kendi isteğiyle SSK’den emekli olmak durumunda kaldı.

SSK macerası sırasında kısa bir süre Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı olarak da bulundu. Doğrusuyla yanlışıyla ekonomi de siyaset de devam ediyordu yaşamında. 1994’te Kemal Kılıçdaroğlu “Ekonomik Trend” dergisi tarafından “Yılın Bürokratı” seçmişti.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Adayı

Devlette bulunduğu önemli konumlardan sonra Kemal Kılıçdaroğlu, “DSP’nin yıldızları” arasında anılmaya başladı. 1999 Türkiye Genel Seçimleri’nde DSP’nin Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından milletvekili adayı olacağı belirtildi. Ancak Bülent Ecevit, Kemal Kılıçdaroğlu’nu aday göstermedi. Bir süre “Vatandaşın Vergisini Koruma Derneği”nin Genel Başkanlık görevini üstlendi. 2002 Türkiye Genel Seçimleri’nde meclise sadece iki parti girebildi; Kemal Kılıçdaroğlu da CHP’den İstanbul Milletvekili olarak meclise kendine bir koltuk buldu. 2007 Türkiye Genel Seçimleri’nde bir kez daha CHP İstanbul Milletvekili olarak meclisteydi.

Kemal Kılıçdaroğlu, SSK Genel Müdürlüğü ile özdeşleşmiş ikonik bir isimdi. Ayrıca o dönemlerden kalma yakınlarını işe yerleştirdiği, hatta ihalelerde usulsüzlük yaptığı yönünde iddialar vardı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun buna cevabını ise şu cümlelerle vermişti: “SSK Genel Müdürü olarak çizdiğim performans başarılıdır. Kurumda 65 bin kişi çalışıyor. Ben Tunceli’de de sınav yaptım. Bir tek akrabam Tunceli’de sınava girmedi; hiçbirine izin vermedim, torpil olur, söz olur diye. 65 bin kişinin çalıştığı kuruma eğer ben yakınlarımı, akrabalarımı doldurmak isteseydim, kurum tarihinde ilk kez ÖSYM aracılığıyla sınav yapmazdım. Kimin sınav kazandığının belgelerini, isimlerini noter huzurunda açtıran benim.

Ben Genel Müdür olmadan önce de yakınlarım vardı. Ama hiç kimse şu yakınını şurada müdür yapmıştır diyemez. Sınavı kazanmıştır, gelmiştir. Düz memurdur, çok istediği halde, asla müdür olmamıştır”.

Bu iddialar uzun süre devam ededursun, Kemal’in gözü İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndaydı. “30 Mart’ta inşallah İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturacağım” diyordu. Üstelik Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın kapısına beş kuruş dahi talep etmek için gitmeyeceğini de özellikle vurguluyordu. Mümkün değil ihtiyacı olmayacaktı. Bu kentin 10 milyar dolar bütçesinin yeteceğini düşünüyor ve ekliyordu; “Ben burada iddialıyım. 10 milyar dolara İstanbul’u İstanbul yapacağım. Zaten Tayyip Bey’in de korkusu da o. Acaba diyor, bu adam gelir, gerçekten beş yılda bizim on beş yılda yapamadığımızı yaparsa ne olacak?”

Ne de olsa Kemal Kılıçdaroğlu bir hesap uzmanıydı.

Bu düşünceler, cümleler havada uçuşadursun, “Bu üçlü çok güçlü” sloganıyla başlatılan bir üçlü yönetim vardı. 29 Mart 2009 Seçimleri’nden sonra İstanbul’u yönetmeye aday olmuşlardı. Belediye Başkanlığı görevinde Kemal Kılıçdaroğlu, Meclis Başkan Vekilliği’nde Gürsel Tekin ve Genel Sekreterlik görevinde de Alper Ünlü vardı. Ancak daha seçilmeden bu üçlüden Gürsel Tekin, genel merkezle ihtilafa düştü; istifanın eşiğinden döndü. Neredeyse diğerlerini yarı yolda bırakıyordu. Kemal Kılıçdaroğlu bu duruma şu cümlelerle açıklık getirdi: “Aday belirleme sürecinde her partide olduğu gibi kırgınlıklar olur. Birisi gider, öbürü gelir; bunlar işin doğası gereği. Bizim üçlüde bir ayrılık yok. Ben şahsen liste işine girmiyorum. Çünkü ben öyle partinin iç sorunlarına girersem başkan adaylığımı yapamam”.

2009 Türkiye Yerel Seçimleri’nde Kemal Kılıçdaroğlu CHP İstanbul Milletvekili ve Grup Başkanvekili olarak partisinden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday oldu. Ancak seçimi %44,7 oyla 2004’ten beri İstanbul Belediye Başkanlığı’nı üstlenen AK Parti adayı Kadir Topbaş kazandı. Bu seçimde Kemal Kılıçdaroğlu da %36,80 oy almış ve partinin 2004 seçimlerinde aldığı oy oranını %25’in üstünde bir oranda artırmıştı.

Bu dönemde Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim propagandasında kullandığı şarkıyı, sanatçı Onur Akın hazırlamıştı.

Kitap yazdı

Kemal Kılıçdaroğlu, SSK Genel Müdürü olduğu zaman dilimine 3 de kitap sığdırdı. Ayrıca çok sayıda yayınlanmış makalesi de vardı.

Ocak 1993’te “İşsizlik Sigortası Kanunu – Yorum ve Açılamalar, TÜRMOB”, Eylül 1997’de “1948 Türkiye İktisat Kongresi, 1. Baskı DPT, 2. Baskı SPK” ve Ekim 1997’de de “Kayıt Dışı Ekonomi ve Bürokraside Yeniden Yapılanma Gereği, TÜRMOB” kitaplarını yayınladı.

Mal bildirimi

Kemal Kılıçdaroğlu, 2003, 2005, 2007, 2009 ve 2010 yıllarında mal bildirimini kamuoyuna açıkladı. En son Ocak 2010’da verdiği beyana göre Kemal Kılıçdaroğlu’nun üzerine kayıtlı iki konut, bir arsa, üç kooperatif hissesi ve 2.733 TL değerinde 8 tablo bulunmaktaydı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu

6 Mayıs 2010’da saat gece yarısını geçerken internete Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Cumhuriyet Halk Partisi’nin tepesine kara bulutlar gibi çökecek bir kaset düştü. Kasette partiyi 1992’de yeniden kuran 18 yıllık Genel Başkan Deniz Baykal’ın, uzun yıllar Kalem Müdürlüğü’nü yapan ve 2007’de Ankara Milletvekili seçilen Nesrin Baytok ile görüntüleri vardı. Bu görüntüler Deniz Baykal’ın ailesini ayrı, sevenlerini ayrı, partisini ise apayrı bir dehşete düşürmüştü.

Özellikle CHP’de şok etkisi yaratan bu kaset internette bir virüs gibi yayılırken yapılan montaj ya da komplo açıklamalarına her kulak sağır, her göz kör oldu bir süre. Bu kadar ucuz kurtulabilecekleri bir hadise değildi bu; olamazdı. Elbette ilk refleks olarak partinin üyeleri genel başkanlarına sahip çıktı. Ancak olay kontrolden çıktıkça kaset parti içinde de çıkmaza yol açmıştı. Üzerlerine toplanan kara bulutlar şimşekler çaktırıyor, bir kasırga etkisi oluşturuyordu.

Bir yandan da olaya bir çözüm getirmek gerekirdi. Öncelikle kasetin yayılmasını önlemeye yönelik hukuki önlemler alınmak istendi, ama sonuçsuzdu. Deniz Baykal da üç gün evine kapanmış, sessizliğe bürünmüştü; bir karar vermeye çalışıyordu. Bu süreçte yanında dimdik duran, bu olayı soğukkanlılıkla çözüme kavuşturmaya çalışan isim ise, Deniz Baykal’ın yarım asırlık yol arkadaşı, 10 yıllık Genel Sekreteri Önder Sav idi.

Deniz Baykal üç günlük suskunluğunun ertesi günü 10 Mayıs 2010’da, kameralar önünde kasetin montaj olayın komplo olduğunu savunup suçu AKP ve Başbakan’ın üzerine attıktan sonra Pensilvanya’daki Fettullah Hoca Efend’ye de bir selam çakarak istifasını sundu. Ayrıca her bir cümlesinin içinde “Dönebilirim” mesajı saklıydı. Bir istifa mı değil mi kafalar iyice karışmıştı.

Dönebilme ihtimali üzerine bırakılmış açık kapı, özellikle parti içindeki birçok kişiyi harekete geçirdi. Deniz Baykal istifa etmesin diye evinin önünde açlık grevi başlattılar. Bir kaos ortamı almış başını giderken Önder Sav ipleri tamamıyla eline aldı.

Bu süreçte Kemal Kılıçdaroğlu da aday olarak gösterildi, ancak kendisi sürekli “Aday Değilim” açıklamalarında bulunuyordu. İşte burada devreye giren Önder Sav, CHP’yi içinde bulunduğu kaostan çıkarmak, olanları gündem dışı bırakabilmek için kolları sıvadı. Süreci tüm ayrıntıları ile planlayarak Kemal Kılıçdaroğlu’nu Genel Başkanlık koltuğuna kendi elleriyle oturtacaktı.

Kemal Kılıçdaroğlu ve Önder Sav, kimsenin bilemeyeceği bir yerde, karılarına dahi haber vermeden birkaç kez buluştu. Ne kadar ketum kalınırsa o kadar sağlıklı sonuç alınacağını düşünüyordu Önder Sav. Parti içinde de desteği oluşturmuştu. “Aday değilim” açıklamaları yapan Kemal Kılıçdaroğlu, 17 Mayıs 2010’da birden CHP Grup Başkanvekilliği’nden istifa ederek kurultaya Genel Başkanlık için aday olacağını açıkladı.

Kemal Kılıçdaroğlu, 22 Mayıs 2010’da yapılan 33. Olağan CHP Kurultayı’nda, 1249 delegeden 1200’ünün imzasını aldığı ve tek aday olarak girdiği kurultayda geçerli 1189 oy ile CHP’nin 7. Genel Başkanı oldu.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri

2014’te yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP aday olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu gösterdi. Ancak seçim sonunda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan oldu.

Yaşanan bu olay üzerine parti içinde Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı eleştiriler artmaya başladı. Her gün yeni bir söz ile sarsılan Kemal Kılıçdaroğlu, tüzükteki yetkisini kullandı ve olağanüstü kurultay çağrısı yaptı. Karşısındaki aday Eski Grup Başkanvekili ve Yalova Milletvekili Muharrem İnce’ydi. 5 – 6 Eylül 2014’te Ankara’da yapılan CHP 18. Olağanüstü Kurultayı’nda Kemal Kılıçdaroğl, 740 oy ile tekrar CHP Genel Başkanı oldu.

Muharrem İnce ise 415 oy aldı.

2015 Türkiye Genel Seçimleri

Türkiye 2015’te Haziran ve Kasım aylarında iki genel seçim süreci yaşadı. Haziran 2015 Genel Seçimleri’nde CHP’nin sloganı “Anadolu’nun Kemal’i” idi. Asgari ücretin 1500 TL olacağını, dini bayramlarda işçilere birer maaş verileceğini vaat ediyordu. Ancak ülke vaatleri yeterli bulmamış ya da belki de güven duymamış olacak ki, 7 Haziran 2015’te sandığa gidildiğinde CHP %24,95 oy oranı ile ikinci sırada kaldı.

Seçim sonuçlarını değerlendiren Kemal Kılıçdaroğlu, “Seçimin kazananı “demokrasi”, mağlubu ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Oy sonuçlarından memnunum, istifa etmeyeceğim” dedi.

Kasım 2015’te ise CHP, “Milletçe Alkışlıyoruz” ve “Önce Türkiye” sloganlarını kullandı. Ayrıca bir de reklam filmi vardı; Kemal Kılıçdaroğlu, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Memleket İsterim” şiirini okuyordu. Haziran’da verdiği vaatlere ekonomik temelli başkalarını da ekledi. 1 Kasım 2015’te yapılan seçimde CHP, %25,32 oy oranı ile tekrar ikinci sırada yerini aldı.

Bu seçimden sonra da yöneltilen “İstifa edecek misiniz?” sorusunu şu cümlelerle yanıtladı Kemal Kılıçdaroğlu: “CHP’yi diğer partilere benzetmeyin. Demokrasiyi bu ülkeye getiren partiyiz. Kurallar neyi gerektirirse, o kurallar aynen çalışır. Oyumuz arttı, milletvekillerimiz arttı, ama kendimizi başarılı görmüyoruz. Bizden çok ilgili partilerin kendi alanına girer oy düşüşleri. Önümüzdeki süreçte oy alanımızı göreceğiz”.

Guguk kuşu

Siyasetle ilgilenen her bireyin kaderidir eleştirilmek, tiye alınmak ya da bazen mizahının yapılması…

1 Kasım 2015 Türkiye Genel Seçimleri’den 2 ay sonra toplanan 36. CHP Kurultayı’nı baz alarak Yılmaz Özdil 17 Ocak 2016’daki Sözcü Gazetesi’ndeki köşesinde Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştiren bir yazı yazdı. Yazının başlığını da “Sıkın dişinizi… En fazla dokuz kurultay sonra tamamdır bu iş” koymuştu. Üstelik Kemal Kılıçdaroğlu için “Guguk Kuşu” benzetmesi yapıyordu. “Guguk Kuşu” başlıklı yazısını da 5 Kasım 2015’te kaleme almıştı.

Şöyle başlıyordu yazısı: “Guguk kuşu. En tehlikeli… En sinsi kuş türüdür”.

Yılmaz Özdil’in tabiriyle Guguk kuşu, belki de gerçekten Atatürk’ün kurduğu partiye, CHP’ye zarar veriyordu.

Suikaste maruz kaldı

Kemal Kılıçdaroğlu, 8 Nisan 2014’te TBMM’de yumruklu saldırıya uğramıştı. Bu olay 2016 yılında yaşayacaklarının yanında hafif kalacaktı.

Kemal Kılıçdaroğlu, 8 Haziran 2016’da Vezneciler’de bombalı araç saldırısında hayatını kaybeden polislerin Fatih Camisi’ndeki cenaze törenine katıldı. İşte bu sırada kurşunlu saldırıya uğradı. Neyse ki sağlığı yerindeydi.

Bu olay hala tazeliğini korurken, 25 Ağustos 2016’da Artvin Ardanuç’ta Kemal Kılıçdaroğlu’nun konvoyuna silahlı saldırı yapıldı. Ardanuç yolu üzerindeki Yanıklı köyünden geçildiği sırada ormanlık alandan konvoy üzerine uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. CHP heyetinden yaralanan olmadı. Ancak bölgede güvenlik önlemi sağlayan jandarma ekiplerinden, 1 asker şehit düştü ve 2 asker de yaralandı. Bu olayı kimin gerçekleştirdiği merak konusuyken, PKK saldırıyı üstlendi ve hedefin Kemal Kılıçdaroğlu olmadığını söyledi.

Atatürk’ün emanetini yaşatmak, Cumhuriyet’e sahip çıkmak için kurulan parti bugün hala var ve Genel Başkanı da hala Kemal Kılıçdaroğlu. Tunceli’den çıkıp parti koltuklarına uzanan bir hayat da işte böyle geçiyordu, bazen eleştirel, bazen mizahi, ama hep siyasi…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Naim Süleymanoğlu Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Çocukluğunu geleceğinin başarılarına hibe etmek çok zor bir karar. İnsan aklı ermeye başladığında belki pişmanlıklara bile bürünebilir. Ama o sadece bunu içine ince bir sızı yapıp gözünü ulaşabileceği madalyalara dikti. Sonuçta herkesin vardı insanın içini burkacak bir hikâyesi; varsın onunki de böyle olsundu. Belki de alkışlarla avuttu kendini ya da ülkesinin gururu olmakla gururlandı da geçti sızısı.

Hem kocaman bir gerçek ortada duruyordu işte; o tarihe daha yaşarken geçmiş bir isimdi. Cep Herkülü’nü kimse unutmayacaktı…

Çocukluğu

Naim, 23 Ocak 1967’de Bulgaristan Kırcaali’de Ahatlı köyünde, Hatice Hanım ve Süleyman Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ona verdikleri isim “Naim Süleymanoğlu”ydu. Ancak daha sonra 1985’te Bulgaristan’da isim değişikliği uygulaması başladığında, artık “Naum Sulejmanow” olacaktı. Muharrem adında bir de kardeşi vardı.

Ailesi Ahatlı köyünden Mastanlı şehrine yerleşti; Naim 2 yaşındaydı. Süleyman Bey, Mastanlı – Kırcaali otobüs hattında şoförlük yapmaya başlamıştı.

Konuşmayı pek sevmeyen sakin bir çocuktu Naim. Yıllar sonra herkesin tanıdığı “Naim Süleymanoğlu” olduğunda da çocukluğunu hiç yaşayamadığını fark edecekti. Bir şampiyon olmanın bedeli vardı. Yaşıtlarının sokakta top koşturduğu, taştan topraktan oyunlar kurduğu zamanlarda o antrenmanlardaydı.

9 yaşındaydı haltere başladığında. O suskun çocuk yaşına, boyuna posuna bakmadan ağırlık kaldırmaya başlamıştı ve belki de yıllar sonra kendi ağırlığının çok çok üstünde ağırlık kaldırabileceğini bilmiyordu…

Haltere nasıl başladı

Naim 9 yaşındaydı ve okulda arkadaşlarının halter sporuna başladıklarını duydu. Bir arkadaşında gördüğünün içinde bir heyecan fırtınası kopardığı yaşlardı. Arkadaşları Naim’i antrenörle tanıştırdı. Naim, ortamı da antrenörü de sevmişti. Ayrıca yurtdışına gidileceğini de öğrenmişti. İçine yayılmış merak dalgasına karşı koyamadı ve gönlünü bu spora oracıkta kaptırdı. Artık spor yapacak, ülke ülke gezecek ve çok güçlü olacaktı; hayalini kurmaya başlamıştı bile.

Çok çalışıyordu tüm incelikleri öğrenmek için. Antrenmanlar, okul derken çocuk olduğunu unutmuştu. Hayat nedir, nasıl yaşanır, çalışmak nasıl olur çok erken öğreniyordu.

En Genç Dünya Rekortmeni

Naim çalışmalarının karşılığını çok erken yaşta alacaktı. Onca çaba boşuna değildi. 1982’de Brezilya’da düzenlen “Dünya Gençler Halter Şampiyonası”na katıldığında 15 yaşındaydı ve 52 kiloda iki altın madalya alarak şampiyon oldu.

16 yaşında bir rekor daha kırdı. Böylece halter tarihinde “En Genç Dünya Rekortmeni” unvanını aldı. Ayrıca 1984’te silkme kategorisinde vücut ağırlığının üç katını kaldıran ikinci halterci olarak tarihe geçti.

Gencecik yaşına rağmen kırdığı rekorlar bütün Halter otoritelerini Naim’e hayran bırakmıştı. Herkesin gözü onun üzerindeydi. “Yıldız hastalığına katılmak” denirdi ünlüler arasında; Naim de tutulmuştu, hem de nasıl. 15 yaşında kazanılmış dünya şampiyonluğu dile kolaydı. Ancak bütün çalışmalarında yanında olan Hocası yine yanındaydı. Toparlanması için Naim’i bir silkeledi ve kendine getirdi. Bundan sonra başaracakları için bu sarhoşluğa kapılmaması gerekiyordu. İyi ki de ensesinde boza pişiren, iyiliği için onun yanında olan böylesine yetkin biri vardı. Naim, madalyalarına madalya ekleyebilecekti. O, kaybolmayacaktı.

1984’te bir kez daha olimpiyatlar için geri sayım başladı. Naim, 17 yaşındaydı ve 20-24 yaş aralığındaki takım arkadaşlarıyla her gün 10 – 12 saat çalışıyordu. Antrenman sabah 8’de başlıyor, gece yarısına kadar devam ediyordu. Yorgunluktan adım atamayacak hallere düşüyor, antrenörlerin yardımıyla otele dönebiliyordu. Ama başarıya giden yolun kolay olduğunu kimse söyleyemezdi zaten. Bunca yoran çalışmaları boşa çıkmayacaktı ayrıca. 1983 – 1986 yılları arasında gençlerde 13, büyüklerde 50; toplam 63 rekor kırdı. Dünya ve Avrupa şampiyonalarında 52-56-60 kilolarda şampiyonluklar elde etti. 1984 – 1985 – 1986 yıllarında dünya çapında “Yılın Haltercisi” ilan edildi.

Türkiye’ye ilticası

1985’te Bulgaristan’da orada yaşayan Türklerin Bulgar ismi alma zorunluluğu geldi. Bir Türk olan Naim’in de adı Bulgaristan’da “Naum Sulejmanow” oldu. Bulgarlar, aslında Naim ile iyi geçinirlerdi; ama çözmüştü sebebini. Bulgaristan, bir nevi kazandırdığı madalyalar için kendisine mecburdu. Ama bu isim değişikliği olacak işi değildi.

İşin rengi değişmişti. Başarılı olmaya devam etmeli ve ait olduğu yere gitmeliydi; Türkiye’ye. Aklına koymuştu; bir dahaki gittikleri ülkede yarışırken kaçacaktı. Bulgarlar da ona güveniyordu aslında; kaçacağından şüphe etmezlerdi. Naim, kafasındaki planı ailesine dahi anlatmadı. Çünkü kimsenin onu yolundan döndürmesini ya da kendisi için endişe duymasını istemiyordu. Hem burada artık yeri yoktu, gitmeliydi. Ailesini de ne kadar çabuk giderse o kadar kolay yanına aldıracağını hesaplamıştı. Zaten ismini değiştirmelerine izin verişi de planının bir parçasıydı.

1986’da ilk adımını attı; Melbourne’deydi. Burada Türk Büyük Elçiliği’ne sığınma talebinde bulundu. Elçilik yarına kadar beklemesi gerektiğini, Ankara’dan gelecek cevaba göre hareket edebileceklerini bildirdi. Ertesi gün Naim’in sabırsızlıkla beklediği o haber geldi; Naim’in başvurusu olumlu değerlendirilmişti.

1986’da bir Cumartesi günü dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın gönderdiği, içinde danışmanlarından Can Pulak ve Selim Ereğli’nin de bulunduğu özel uçakla Londra Havalimanına indi. Buradan da İstanbul Atatürk Havalimanı’na inişi planlanıyordu; ancak Mürted Askerî Havalimanı’na indi ve Üs Komutanı tarafından karşılandı. Koruma altına alınarak plakasız bir araçla TBMM’ye götürüldü. O sırada Turgut Özal, Bakanlar Kurulu ile toplantıdaydı ve Naim salona girdiğinde bir anlık sessizlikten sonra herkes avurtları patlayana dek alkışladı. Hepsi ayaktaydı.

Naim, başarmıştı.

Türkiye günleri

Naim Türkiye’ye iltica etmesinin de sonuçları olacaktı elbet. IWF yönetmenliğinin 16.maddesindeki “Göç eden halterciler bir yıl süre ile uluslararası müsabakalara katılamaz” ibaresi sebebiyle Naim bir yıl boyunca müsabakalara katılamayacaktı.

Elbette antrenmanlarının hızını kesmedi; bir yılı iyi değerlendirdi. Süre dolduğunda Aralık 1987’de “Türk vatandaşı” olarak Antalya’daki Uluslararası Halter Turnuvası’na katıldı. 60 kg sıkletinde 150+188 kg sonuç ile dünya rekoru kırdı.

Sırada 1988’deki Avrupa Halter Şampiyonası ve Seul Olimpiyatları vardı. Özellikle Seul Olimpiyatları’na katılmayı çok istiyordu; ama bu iş biraz sorunlu olacak gibiydi. Çünkü Türkiye adına katılabilmesi için Bulgaristan’dan bedelini ödeyerek izin almak gerekiyordu. Türk Hükümeti 1 milyon dolar bedeli ödeyerek gerekli izinleri aldı ve Naim müsabakaya katıldı. 60 kg koparmada 145 kg, 150,5 kg, 152,5 kg; silkmede 175 kg, 188,5 kg, 190 kg kaldırarak 9 dünya, 6 olimpiyat rekoru kırdı. Bu muhteşem bir zaferdi; Türkiye’ye olimpiyatlar tarihinde güreş dışında ilk altın madalya getiren sporcu olmuştu Naim Süleymanoğlu.

Avrupa Halter Şampiyonası’nda da üç altın madalya kazandı. Ayrıca 1989’da Dünya Şampiyonası’nda 60 kg’da koparmada 150 kg kaldırarak dünya rekorunu da kırdı.

Emekli oldu

Naim, 1989’daki Dünya Şampiyonası’ndan sonra emekliye ayrılmaya karar verdi; 22 yaşındaydı. Belli ki çok yorulmuştu, dinlenmeye ihtiyacı vardı.

Başlarda verdiği kararın doğruluğundan emindi. Ancak çok gençti. Başka bir mesleği olsa bu yaş, neredeyse işe başlama yaşıydı. Naim ise, emekliye ayrılıyordu; ironik bir durumdu.

Daha fazla halterden uzak kalamadı. 1992’de Barcelona’da düzenlenen olimpiyat ile geri döndü. Dönüşü muhteşem olacaktı…

Dünyanın En İyi Sporcusu

Naim, başarılara da madalyalara da doyamıyordu. 1992’deki Barcelona Olimpiyatları’nda rakiplerine ezici bir üstünlük sağladı ve altın madalyayı Türkiye’ye kazandırdı. Yine bu yıl, “Uluslararası Halter Basın Komisyonu”, Naim Süleymanoğlu’nu “Dünyanın En İyi Sporcusu” seçti. Aldığı unvanlar onu kulvarında tek kılmaya yetip artıyordu.

1993’te yine Melbourne’deydi. Burası onun kendi içinde özgürlüğünü bulduğu o şehirdi, yeri ayrıydı. Dünya Şampiyonası’ndan 3 altın madalya ve 2 dünya rekoru ile döndü.

1994’te ise Bulgaristan’daydı. Hayat, insanı bulunduğu yerlerden hiç tahayyül edemeyeceği yerlere bırakıp, üzerine bir kez daha başladığı yere döndürerek şaşırtan garip bir şeydi. Bulgaristan’da yapılan Avrupa Halter Şampiyonası’nda sadece üç kaldırış yaptı ve 3 dünya rekoru kırdı. Yine 1994’te 66.’sı İstanbul’da düzenlenen Dünya Halter Şampiyonası’nda, bu kez sakat olmasına rağmen, 3 dünya rekoru kırdı ve 3 altın madalya kazandı. Bu kez de “Dünyanın En Güçlü Sporcusu” unvanını kazanmıştı. Üstelik bu müsabaka, ilk kez Türk seyircisi önüne çıktığı için de ayrıca anlamlıydı.

1995’te Avrupa Halter Şampiyonası’nda hala sakat olmasına rağmen 1 altın, 2 de gümüş madalya kazandı ve Türkiye’nin takım halinde birinci olmasında katkısı şüphesizdi. Sakatlığı devam ediyordu. Yine aynı yıl Çin’de düzenlenen Dünya Şampiyonası’nda 3 altın madalya kazandı.

Elbette sadece başarı olan bir hayat mümkün değildi; Naim, Sidney Olimpiyatları’nda başarısız oldu. Sakatlığı devam ediyordu. 1996 Atlanta Olimpiyatları’nda 64 kg’da 4 dünya rekoru kırdı. Üçüncü kez olimpiyatlarda madalya kazanıyordu ve adı tarihe geçti.

Tekrar emekliye ayrıldı

Naim Süleymanoğlu, 1996’daki son başarı ve başarısızlığından ikinci kez emekliliğe ayrıldı. Atlanta Olimpiyatları’nın sunucusu Lynn Jones, finali “Az önce tarihin en büyük halter müsabakasına tanıklık ettiniz” anonsu ile noktalamıştı. Gerçekten de tezahüratlar da müsabakanın nasıl mükemmel olduğunun habercisiydi.

Naim, aynı zamanda çok alçakgönüllü bir sporcuydu. Yine katıldığı bu son müsabakanın finalinde efsanevi Yunan Halterci Valerios Leonidis’i teselli eden de oydu. Naim, 187,5 kg’ı kaldırarak Valerios’u yenmişti. Valerios 190 kg’ı kaldıramayınca gözyaşlarına boğuldu. Rakibini yendiğinde onun üzüntüsünü görmezden gelecek kadar kendi sevincinde boğulamazdı Naim.

2000’lerde Naim Süleymanoğlu

7 – 9 Aralık 2000’de Uluslararası Halter Federasyonu kongresi Atina’da toplandı. Naim Süleymanoğlu, bu kongrede astbaşkanlığa seçildi ve bu görevi 4 yıl sürdürecekti.

Emekliye ayrıldıktan sonra spordan kopmak istemedi; ama spor hocalığı yapmak da istememişti. Zaten çok önce kendine bir söz vermişti: Eğer bir gün sporu bırakırsa yalnızca idareci olmayı seçecekti. Spor Hocası olmak meşakkatli bir işti. Sporcu olmak tamam; ama hocalık yapmak onun için akıl kârı değildi.

Naim Süleymanoğlu bir ara siyasete atılmaya da karar verdi. 2004 Yerel Seçimlerinde MHP’den Büyükçekmece Kıraç Beldesi Belediye Başkanlığı’na adaylığını koydu; ancak seçilmedi. 2007 Genel Seçimlerinde de yine MHP’den İstanbul Milletvekili adayı oldu. Ancak yine seçilmedi. O da daha fazla zorlamadı; tadında bıraktı.

Cep Herkülü Naim

Naim, 1.47 m boyundaydı. Bir bu sebepten bir de güçlü olduğundan ona “Cep Herkülü” demek uygun görülmüştü; artık böyle anılacaktı.

İlk zamanlar neden bu kadar kısayım diye düşünüp çok üzülüyordu; hatta kompleks yapıyordu. Ama Allah onu da böyle yaratmıştı ve muhtemelen daha uzun boylu ya da farklı bir ergonomide olsaydı halterci olamazdı. Bütün bunları düşünerek kompleksini üzerinden atmıştı.

Sonuçta o “Times”a kapak olmuş bir sporcuydu. Kariyeri boyunca 3 Olimpiyat altın madalyası, 7 Dünya Şampiyonluğu ve 6 Avrupa Şampiyonluğu kazandı. Ayrıca tam 46 kez de dünya rekoru kırmıştı. Tüm bunlar yadsınamaz başarılardı ve kazanmaya çok erken yaşlarda başlamıştı.

Özel hayatı

Naim hiç evlenmedi; ama 4 çocuğu oldu. 3 çocuğu bir kadından, bir çocuğu da başka bir kadındandı. 3 çocuğu Türkiye’de annesinin yanında; diğer çocuğu ise yine annesiyle, ancak yurt dışında yaşıyordu. Elbette babalarının soyadını taşıyorlardı.

Evlilik dışı olduğu için çocuklarından hiç bahsetmedi. Zaten özel hayatıyla gündeme gelmek de istemiyordu. Kendince çocuklarını gözden uzak ve daha iyi yetiştirmek istemişti. Ya da belki çocuklar da görünmek istememişti ki hiç görünmediler.

Naim Süleymanoğlu öldü

Naim, 28 Eylül’de siroza bağlı karaciğer yetmezliği sebebiyle Ataşehir’de bir hastanenin yoğun bakım ünitesinde tedaviye başladı. 6 Ekim’de tedavi gördüğü hastanede organ nakli gerçekleştirildi.

Ancak 11 Kasım’da beyindeki kanama ve buna bağlı artan ödem sebebiyle acilen ameliyata alındı. Ancak 18 Kasım’da gelen haber Naim Süleymanoğlu’nun öldüğünü bildiriyordu.

Bütün madalyaları, başarılarını ülkesine bırakıp sonsuzluğa gitti Cep Herkülü. Sanatçılar, Sporcular, kısaca tanınmış ve çok sevilmiş kişiler kendilerine ülkelerinden, hatta dünyadan bir aile ediniyor. Bu yüzdendir ki bu insanların ölüm haberi hepimizi sarsıyor.

İşte böyle… Sevdikleri, saydıkları, genç yaşında başardıklarıyla, övünç kaynağı bir Naim Süleymanoğlu geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Ömer Hayyam Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Ne zamandır yazmak istiyordum onu; ama özellikle bugünü beklemek istedim. Bugün 4 Aralık; Ömer Hayyam’ın ölüm yıl dönümü.

Evet, belki insan dediğin ön plana çıktığı bir tek şey ile ünleniyor bu hayatta. Üstelik kaçıncı yüzyılda yaşadığımızın da bir önemi yok bu konuda. Hayyam da belki hep rubaîleri ile tanındı; öncüsü kabul edildi. Öyle ki kime ait olduğu kestirilemeyen birçok rubaînin altına da onun adını vermek kaçınılmaz oldu.

Oysa Hayyam çok daha fazlasıydı. O, bu dünyadan sadece bir ananın bir babanın oğlu olarak değil; “Şair, Yazar, Matematikçi, Filozof ve Astronom” olarak geçti. Aklının yettiği her yere elini de uzattı.

Çocukluğu

Hayyam, 18 Mayıs 1048’de İran Nisabur’da doğduğunda ailesi ona “Gıyaseddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam” adını verdi.

Gıyaseddin “İnancın omzu”, Eb’ul “Baba”, Feth “Fetheden”, Ömer ise “Hayat” anlamını taşıyordu. İbni de, kimin oğlu olduğunu bildiriyordu; yani İbrahim’in oğluydu.

Hayyam ise takma adıydı ve “Çadırcı” anlamına geliyordu. Babası İbrahim Khayyam Nayshapuri çadırcılık yaptığı için bu adı da vermişlerdi.

Yüzyıllar öncesinden bugüne kadar gelen birçok ismin doğum tarihinin net bilinmemesine rağmen, Hayyam’ın doğum günü biliniyordu. Çünkü kendisi birçok konuda olduğu gibi takvim konusunda da uzmanlaşacak ve kendi doğum tarihini araştıracak ve net bir tarih bulacaktı.

Bu araştırmacı ruhu Hayyam’a ve dolayısıyla bize çok şey kazandıracaktı…

Eğitim hayatı

Hayyam’ın eğitim hayatı – çocukluğunun bir bölümünde – Belh’te ünlü bir araştırmacı olan “Şeyh Muhammed Mansuri”nin yanında başladı. Ardından Nisabur bölgesinin en ulu hocalarından “İmam Nisaburlu Mowaffag”ın yanına geçti.

Daha sonra medresede dönemin ünlü alimi “Muvafakeddin Abdüllatif ibn el Lübad”dan eğitim aldı. Bazı kaynaklara göre medresedeki arkadaşları yaşadığı zamanların ünlü veziri “Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah” idi. Hayatı boyunca da bu iki isimle ilişkisini kesmemişti.

Bu bazı kaynaklara göre ulaşılan bir bilgiydi. Başka kaynaklar ise, Hasan Sabbah’ın Rey kentinde yaşadığını, ayrıca Nizamül-Mülk’ün de Hayyam’dan yaşça büyük olduğunu söylüyordu. Hâl böyle olunca aynı medresede eğitim görmeleri mümkün olmazdı. Ama sadece birlikte eğitim alamazlardı; kaynaklar dostluklarını inkâr etmiyordu. Amin Maalouf “Semerkant” kitabında bu üçlünün ilişkisinden bahsediyordu; ama tabii kurgulamış bir hikâye de olabilirdi.

Hayyam, kendi hakkında bu konuda herhangi bir açıklamada bulunmuyordu. Kesin olan Hayyam’ın İslam kültürüne dayalı bir medrese eğitiminden geçtiğiydi. Sadece o hayatı fazla sorgulamış ve kendi bulgularına ulaşmıştı.

O, “İslam’ın Altın Çağı” döneminden çıkmıştı…

Çalışkan Ömer Hayyam

Hayyam, tüm hayatı boyunca yorulmak nedir bilmeden çalışarak, insanlığa ve buluşlarına zemin oluşturacak birçok çalışmada bulundu.

Gündüzleri Cebir ve Geometri alanlarında çalışıyor; gecelerini de Astronomiye adıyordu. Ayrıca Selçuklu Hükümdarı Melikşah’a da danışmanlık yapıyordu.

Bunların yanında Celali Takvim hakkında da çalışıyordu. Hayatının her döneminde üretmekten asla vazgeçmedi.

Hayyam Rubaîleri

Hayyam, Allah, dünya, var oluş, toplum sıkıntıları, hayat ve insan adına her konuda özgürce akıl yürütmüş; asla sınır tanımamıştı. Bütün bunlar, Hayyam’ın rubaîlerini oluşturdu.

Rubaîlerini oluştururken içinde yaşadığı toplumla yetinmemiş; daha öncesinde yaşamış toplumları ve belki yaşayacakları da hesaba katmıştı. İnsan aklının düşünürken ona konan sınırlardan hoşnut olamazdı. Bu yüzden insanı ve var oluşunu kendi aklından ve belki de kalbinden geçenlerle yeniden tanımlamıştı.

Hayyam, evreni anlamak için yetiştiği İslam kültürünün anlayışını bir kenara bıraktı; belli ki öğrendiklerinin yanında aklına güvenmek onun için doğru olandı. Kendi içinde harmanladığı her şeyi aklının süzgecinden geçirdi ve eşi benzerine az rastlanır bir edebi başarı ile her şeyi içinden dışarı dörtlükler şeklinde taşırdı.

İşte bu yüzden Hayyam, çağının çok ötesinde “evrenselliğe” ulaşmış bir adamdı. Elbette Felsefenin o dönemdeki değerinin de buna katkısının olduğu su götürmez bir gerçekti.

Hâliyle bu durum Hayyam’ı rubaî konusunda ünlendirmişti. Bu sebepten pek çok rubaî, günümüze gelene kadar onunkilere karışıp gidecekti. Bilinene göre Hayyam’ın 158 rubaîsi vardı; ancak altına onun adının yazıldığı rubaî sayısı binin üzerinde olacaktı.

Hayyam’ın rubaîleri Türkçeye pek çok çevirmen tarafından kaydedilse de; onu asıl sevdiren isim de Sabahattin Eyüboğlu idi.

Cebirde Ömer Hayyam

Hayyam, her ne kadar şiirlerindeki eğlence düşkünlüğünün ön planda oluşundan rubaîleri ile ünlense de; bir yandan da Pasgal üçgeni olarak bildiğimiz Matematik kavramının temelini oluşturan isimdi. Matematiğe Cebir denilen zamanlardı. Hayyam, Binom Açılımını ilk kullanan Bilim İnsanı olarak tarihe geçecekti.

Şu bizim tüm Matematik öğrenim sürecimiz boyunca bir türlü yalnız bırakmaya kıyamadığımız “x” de onun eseriydi. Hayyam, Üçüncü Dereceden Bilinmeyen Denklemler ile ilgili yazdığı eserinde bilinmeyen rakam olan “x”in yerine Arapçada “şey” manasına gelen sözcüğü tercih etmişti. Daha sonra bu eser başka dillere çevrilirken İspanyolcaya “Xay” olarak geçti. En sonunda bu kelime ilk harfine indirgendi ve Matematikte bilinmeyen rakam “x” sembolü kullanılarak göstermeye başlandı. Ve biz duygusal insanlar olduğumuzdan mı; yoksa Matematiğin ne anlatmak istediğini düşünemeyecek kadar tembel olduğumuzdan mı bilinmez, “x”i bir türlü yalnız bırakamadık.

İşte bu Hayyam’ın Matematik alanında daha birçoklarına yol açacak bir zemini, “x”i bize hediye edişinin hikâyesiydi.

Celali Takvimin hazırlığı

Üretmekten hiç vazgeçmeyen ve asla yorulmaktan şikâyetçi olmayan bir beyni vardı Hayyam’ın. Hayatının bir döneminde bugün kullandığımız Miladi Takvimden çok daha hassas olan o takvimi hazırladı; Celali Takvim ya da bir diğer adıyla Hicrî Şems Takvimi.

Hayyam bir kurul düzenledi ve güneş yılı esasına göre hazırladığı bu takvimi Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’a sundu. Kabul gören takvim, 1079’dan itibaren uygulamaya konuldu. 9 Ramazan 471, yani Miladi olarak 15 Mart 1079 yılına denk düşen Nevruz, yılbaşı; Hicret yılı da başlangıç noktası kabul edildi. 1 yıl, 365 gün ve 6 saatti.

Ayrıca matematiksel kurallar yerine astronomik hesaplamalar kullanıldığından, İlkbahar Ekinoksu başlangıcı tayininde Gregoryen Takviminden daha doğruydu.

Ömer Hayyam öldü

Hayyam, 4 Aralık 1131’de, doğduğu topraklarda hayatını kaybetti.

O kadar zeki ve çalışkandı ki, ne açıdan bakarsan bak, çok değerli bir kayıptı. Birçok dörtlük bıraktı gerisinde ve birçok icadın da temellerini attı; ama bildik, ama bilemedik.

Yaşam nasıl sınırsızsa ya da insan sınırını göremiyorsa, ölüm de böyleydi. Onun için sanki asıl değer, Allah’ın sana bahşettiği aklın hakkını vermekti. Ölüm için kaleminden şu dörtlük dökülmüştü:

“Yaşamanın sırlarını bileydin
Ölümün sırlarını da çözerdin.
Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok:
Yarın, akılsız, neyi bileceksin?”

Biz bugün Hayyam’ı şarap içip gününü gün eden, işte bir zamanlar birkaç dörtlük karalayan bir Filozof olarak tanıyoruz belki daha çok. Oysa tüm bunlar ve hatta kalemime sığdıramadıklarım, onun çok daha fazlası olduğunun kanıtı.

O sadece haddini bilmeyi, sınırsızlığının içinde kendine sınır çizmeyi bilmiş ve Allah’ın varlığı için de şu dörtlüğü yazmıştı:

“İçin temiz olmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun, kaç para!
Hırka, tespih, post, seccade güzel;
Ama Tanrı kanar mı bunlara?”

O güzel beyni, içine sığdıramayıp taşırdıklarıyla, illa ki buluşlarıyla bir Ömer Hayyam geçti dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , ,

Oğuz Atay Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Bugün 13 Aralık 2017. Yıllar önce bugün Oğuz Atay hayata gözlerini kapadı. Gün dönmeden anmalıyım…

Aslında çok naif, fazlasıyla romantik ve sanat ruhlu bir kişilikti. İlk engeli babasıydı. İkincisi de hayatı yaşarken tercih ettiği yollar oldu sanırım. Yaşarken hak ettiği şöhrete maalesef kavuşamadı. Oysa bugün adını bilmeyenimiz yok. Çünkü “Tutunamayanlar” raflardan hiç eksilmiyor. Çünkü Olric’in her bir cümlesi dillere pelesenk. Çünkü o artık popüler kültürdeki yerini buldu.

Bir yandan  da her şeyin bir zamanı var ve ondan önce hiçbir şey gün yüzüne çıkmıyor işte.

Sevgili Oğuz Atay, ruhun şad olsun…

Çocukluğu

Oğuz, 12 Ekim 1934’te Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde, Muazzez Hanım ve Cemil Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi. Babası, 11 yıl CHP’de milletvekilliği yapmış, ama kendine ait bir evi dahi olmamış Ağır Ceza Yargıcıydı. Annesi ise İlkokul Öğretmeni idi; Oğuz’un da öğretmenliğini yapacaktı.

Oğuz 5 yaşındayken ailesi Ankara’ya taşındı. Bir de kız kardeşi vardı. Zaten içine kapanık olan Oğuz, kardeşinin doğumundan sonra çocuk bedenini kemiren kıskançlık duygusuyla da tanışmıştı. Doğduğu günden beri kardeşi Okşan’a “Bohça” adını taktı. Onun bir gün evden gideceğini düşünüyordu. Ama o bohça bir türlü evden gitmek bilmiyordu işte. Sonunda isyanını “Alın bu bohçayı buradan, götürün artık. Hâlâ niye burada duruyor?” diye çıkışarak dile getirdi. Küçücük bir çocuğun anne babasını eve yeni girmiş bir başka çocuktan kıskanmaktı onunki. Ailesi de her aile gibi bu duruma gülümsedi.

Ancak gülüp geçmedi. Annesi okula başladığında artık Oğuz’un sadece annesi değil, öğretmeniydi de. Sınıfta “Kardeşini sevmeyen var mı?” sorusuna, oğlunun parmak kaldırışını seyredip onu anlayacak kadar yakındı oğluna. Çünkü Oğuz, dürüst ve duygularının farkında bir çocuk olarak büyüyordu. Cemil Bey bu konularda ketum olmayı tercih ederken, Muazzez Hanım, oğlunun duygusal ve kültürel alt yapısını inşa ediyordu. Oğuz, ileride her duyguyu keskin cümleleriyle anlatabilecek kadar iyi bir yazar olabilecekti.

Tüm çocukluğu boyunca sessizdi; ama çok da zekiydi. Zekâsını en iyi sokakta gördüğü ne varsa karikatürize ederek anlatışıyla seriyordu gözler önüne. Oğuz, ince espri anlayışıyla gençlik yıllarına kadar karikatürler çizdi.

Eğitim hayatı

Oğuz, eğitim hayatını Ankara’da sürdürdü. İlköğretimi tamamladıktan sonra Ankara Maarif Koleji’ne girdi. Tüm okul hayatı boyunca başarılı bir öğrenci olmuştu. Çünkü en iyi dostu kitaplardı; sessiz dünyasına onlardan başka kimseyi almayı tercih etmemişti. Liseden yüksek bir ortalama ile mezun oldu ve Shakespeare’in “Hırçın Kız” oyununda sahnedeydi.

Oğuz, buram buram sanat yanan, sanat kokan bir gençti. Eşref Ün ve Turgut Zaim’den resim dersleri de almıştı. Ama babası için bunlar tam anlamıyla “lafügüzaf” idi. Çünkü Cemil Bey güzel sanatların karın doyurmayacağı kanaatindeydi. Bu durum için Eşref Üren’in Oğuz’a kurduğu tek cümle, “Babana söyle sana köşe başında, işlek bir yerde bakkal dükkânı açsın o zaman. İyi para kazanırsın”.

Tüm bu olanlar babası ve Oğuz arasında bir çatışmanın çatırdamalarını oluşturmuştu. Artık Oğuz çocuk değildi; ama babasına pek karşı gelecek güçte de değildi. İçinde koca bir isyan, buna tezat lâl olmuş bir dil…

O gün belki konuşamadı, hayat çizgisini babasından yana çizdi; ama yıllar sonra “Babama Mektup”ta konuştu. Ancak o zaman bile cümlelerinde çekingendi. Annesinin oğlu olduğunu şöyle anlatıyordu: “Çünkü ben babacığım, biraz da duygularımın romantik bölümünü, sen kızacaksın ama annemden tevarüs ettim”.

Yine de hakkında kararını vermişti. Kendisinin vermiş olduğu gibi görünen bu karar babasının gölgesinden izler taşıyordu. Babası tarafından “gerçek bir meslek” olarak kabul görecek bir meslek edinmeliydi. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nde üniversite eğitimine başladı.

Sessizliği burada da devam etti. Amfide tercihi hep arka sıralardan yana oldu. Çünkü derslere karşı hiçbir ilgi besleyemiyordu. Öyle çok renkli ve heyecanlı bir öğrencilik dönemi olmadı yani. İki renkten ibaretti: Biri sessizliği, diğeri de arkadaşı Turhan Tükel sayesinde tanıştığı Marksizm. Bu yeni tattığı ikinci renk, ona yeni kitaplar kazandırmıştı.

İş hayatı

Oğuz, 1957’de üniversiteden mezun oldu ve hemen ardından, askere gitti (1957 – 1959). Burada, edebiyata olan düşkünlüğü sayesinde Cevat Çapan ve Vüsat O. Bener ile tanıştı.

Döndüğünde de çalışma hayatı Kadıköy Vapur İskelesi yapımında Tamir ve Kontrol Elemanı olarak başladı. Bir süre sonra görevinden istifa etti ve şimdinin Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi İnşaat Bölümü’nde Öğretim Üyesi oldu. 1975’te de doçentliğini aldı.

Elbette birçok gazete ve dergide makaleleri yayımlanıyordu. Bunun üzerine bir de “Topoğrafya” adını verdiği mesleki bir kitap yazdı.

Bütün bu üniversitede eğitmenlik macerası boyunca yazmak – çizmek işlerine de devam etti. Adres tabii ki askerde kurduğu dostluklar sayesinde “Pazar Postası”ydı. Dergi artık İstanbul’daydı ve gün gelip kapanana kadar Oğuz’un yazıları ve çevirileri imzasız yayımlandı. Belki dergide bir adı yoktu; ama “Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ece Ayhan, İlhan Berk, Attila İlhan” gibi birçok isimle arkadaş olmuştu.

Oğuz Atay evlendi

Oğuz Atay ve Fikriye Fatma Gürbüz, 2 Haziran 1961’de ile evlendi. 6 yıl sürecek bu evlilikten Özge adını verdikleri bir kızları oldu.

Çok zor zamanlardan sonra “Tutunamayanlar”

Arkadaşı Uğur Ünel ile bir şirket kurmuşlardı, o battı. Evliliği bozuldu. Bu süreçte Ünel’in eski eşi Sevin Seydi ile duygusal ve entelektüel açıdan birbirlerini besledikleri bir ilişki başladı aralarında. Zor zamanlardı…

1960’larda yazmak işini hâlâ hobi olarak yapıyordu; ama zamanı gelmişti. Oğuz, artık bir roman yazmalıydı ve bu ilk romanını Sevin’e ithaf etmeliydi; hep ve çok sevdiği kadına. 1968’de, “Tutunamayanlar”ı yazmaya başladı.

Bir diğer ithaf ettiği kişi de intihar eden, çok sevdiği arkadaşı Ural’dı. “Selim Işık” karakteri Ural’ın ta kendisiydi. Selim, neyin peşinden gitse, neye tutunmaya çalışsa onun ne kadar anlamsız olduğunu fark eden, şu modern hayatın içindeki en yalnız insandı. Arkadaşı “Turgut Özben” ise, görünüşe göre kafayı sıyırmış, kafasının içindeki sesle, “Olric”le konuşuyordu. Her şey, şu hayattaki her şey, pamuk ipliğine bağlıydı. Yazılarında çevresindeki herkes ilham kaynağıydı. Hatta karakterlerin her birinde bir parça Oğuz vardı.

Romanını bitirdiğinde ilk kez Vüs’at O. Bener’e okuttu. Ona o kadar güveniyordu ki, tavsiyesiyle romanından bir bölüm çıkardı. Bu bölüm daha sonra kim bilir nerede, nasıl karşımıza çıkacaktı…

Maalesef Ural hayatına kendi isteğiyle son vermişti. Sevin ise Oğuz’un jestine karşılık minnetini gösterebilirdi; ilk kitabın kapağını tasarladı.

Tartışma konusu: Tutunamayanlar

Tutunamayanlar 1972’de yayınlandı ve hemen önemli bir tartışmanın odak noktası hâline geldi. Eleştirmen Berna Moran, kitabı “Hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” şeklinde nitelendirmişti. Ona göre Tutunamayanlar’ın edebi yetkinliği Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmişti. Elbette tersini düşünenler de söz konusuydu.

Ancak her ne olursa olsun, Türk Edebiyatı için önemli bir eser olduğu gerçeği değişmiyordu. Tutunamayanlar, “TRT Roman Ödülü”nü kazandı. Bu, dünya gözüyle göreceği tek ödül olacaktı.

Oğuz Atay ikinci kez evlendi

Pakize Kutlu, Oğuz Atay ile romanı hakkında Yeni Ortam Dergisi için bir röportaj yaptı ve 30 Eylül 1972’de yayımlandı.

Bir yerde, “Selim öldü. Selimlik de ölmüştür. Başarının insanı sevimsizleştirdiğini yazmıştım bir yerde; fakat tutunamayanlığın sevimliliğine de kimsenin yanaşmadığını görüyorum. Neden yanaşsınlar? Bir arkadaşımın dediğine göre, ben romanda herkesi bir bakıma tutunamayanlığa çağırıyormuşum. Henüz bir karşılık alamadım” dedi Oğuz Pakize’ye.

O an bilmiyorlardı; ama ikisi de birbirine tutunacak, çok değil 2 yıl sonra evleneceklerdi.

Eserleri

Tutunamayanlar ile etkileyici bir başlangıç yapmıştı Oğuz. Bu aslında bir yandan da kendine olan güvenini kazanması, babasının onda yarattığı etkinin bir nebze olsun kırılması adına özellikle etkileyici bir başlangıçtı. Baba konusunda belki “Franz Kafka” kadar şanssız değildi; ama yine de onun da içinde hapsolmuş kendini babasına kanıtlama hırsı vardı. Zaten Kafka’ya ve Dostoyevski’ye olan düşkünlüğü de başkaydı.

Bu etkileyici girişin ardından 1973’te “Tehlikeli Oyunlar”ı yayımladı. Yine aynı yıl “Oyunlarla Yaşayanlar” adını verdiği oyununu da yayımladı. Bu oyun Devlet Tiyatoları’nda sahnelenecekti.

Yazdığı hikâyeleri ise 1975’te “Korkuyu Beklerken” adı altında topladı. Prof. Dr. Mustafa İnan’ın hayatını konu aldığı romanı “Bir Bilim Adamının Romanı”nı da yine 1975’te yayımladı.

Yazdıklarının dışında “Beyaz Mantolu Adam” hikâyesini kısa film olarak çekti; ama ne talihsizlik ki film kayboldu. Ayrıca Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filminin ilk üç dakikasının diyaloglarını da Oğuz yazmıştı.

Oğuz Atay öldü

Oğuz, 1976’nın sonuna doğru şiddetli baş ağrılarının olduğu bir sürece girdi. Başta pek önemsemedi; ama aldığı ağrı kesiciler de bana mısın demiyordu. Bir süre sonra çift görmeye başladığında, doktora gitti. Beyninde iki tane tümör vardı. Ameliyat olmak için 22 Aralık’ta Londra’ya gitti; iki tümörden birini aldılar.

Bir sene sonra 13 Aralık 1977’de arkadaşı Altay Gündüz’ün evindeydiler. Bir ara Oğuz banyoya gitti. Banyoda uzun kaldığını fark ettiklerinde tedirgin olup kapıyı tıklattılar: “Nasılsın Oğuz?” İçeriden cılız bir ses duyuldu: “Sevinmeyin, daha ölmedim”.

Sonra yine bir sessizlik… Altay dayanamadı ve kapıyı kırdı. Oğuz yerdeydi; ölmüştü…

Oğuz Londra’ya giderken kızı 15 yaşındaydı. Özge ona mektuplar yazıyor, Oğuz ise hasta yatağında bile üşenmeden kızının noktalama işaretlerini düzeltiyordu. Özge’den Turgenyev’in “Babalar ve Oğulları”nı okumasını istemişti. “Bitirince konuşuruz” diyecekti. O konuşma hiç yapılamadı ve Özge, babasının ne düşündüğünü hep merak etti…

Ölümünden sonra

Oğuz’un hayatı, daha doğusu edebiyat hayatı, aslında öldükten sonra, yıllar sonra başladı. Bugünlerde bu kadar popüler olan Oğuz Atay isminin değeri zamanında bilinmemişti.

Öldükten sonra bile yaşamaya, yazdıkları yayınlanmaya devam etti. 1987’de “Günlük”, 1998’de “Eylembilim” adlı kitapları yayımlandı.  Sağlığında “Tutunamayanlar” dahi depolarda beklemişken, şimdi kitapları büyük ilgi görüyordu; defalarca basıldı. 2000’li yıllarda eserleri tiyatro oyunu olarak sahnelenmeye başladı.

Düşle gerçeği büyük bir ustalıkla birbirine karıştıran Oğuz Atay, postmodernist roman kategorisinde eserler veren ilk yazar oldu. Özellikle Tutunamayanlar’da modern yaşamda kaybolan insanın yalnızlığını, kopuşlarını, bir tutunamayışlarını mükemmel bir kurguyla anlatıyordu. 2007’den itibaren de “Oğuz Atay Edebiyat Ödülleri” verilmeye başlandı. Bu yaşamı boyunca fark edilmemiş bir yazarın yarım kalmış hayatının hikâyesiydi…

Babasının içine bıraktığı bir yumrukla, yutkunamayışı, tutunamayışı, hep sürüklenişi ve mükemmel kurgularıyla bir Oğuz Atay geçti bu  dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , ,

Perran Kutman Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Perran Kutman, hangi açısından bakarsan şanslı ya da şansız bulacağın bir çocukluk yaşadı. Hiç arkadaş bulamadığı için şanssız; ailesinin sonsuz sevgisini tattığı için de şanslıydı. Sadece oyuncaklarını arkadaş edinebilmek taklit yönünü geliştirecekti Perran’ın ve o bir gün ülkesinin sayılı kadın komedi oyuncularından biri olacaktı…

Bir diğer şansı da, hayatının aşkını bulacak ve mutlu bir hayat sürecekti…

Çocukluğu

Perran, 30 Kasım 1949’da, İstanbul Aksaray’daki 11 odalı bir konakta, Sabriye Hanım ve Rıdvan Bey’in ilk çocukları olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona “pervane” anlamına gelen “Perran” adını verdi; “Perran Kanat”. Annesi, Perran’ın doğumu öncesinde üç gün üç gece sancı çekti. Dünyaya gelişi bir hayli zor oldu yani. Öyle ki Sabriye Hanım’ın, sancılar arasında “Bir doğsun, yüzüne tokat atacağım!” diye söylendiği de olmuştu.

Sabriye Hanım, İETT muhasebesinde çalışıyordu. Bir yandan da kadın mecmuası çıkarıyordu. Kendini yetiştirmiş, aydın bir kadındı. Babası Rıdvan Bey ise, Milli Eğitim Basınevi Müdürü idi. Perran iki kişilik dünyalarına sekizinci harikaları olarak girmişti. El bebek gül bebek büyüttüler; ilk göz ağrılarıydı. Ne alınırsa çifter çifter alınıyordu.

Ailesi zamanla bu özeni abarttı ve Perran’ın bir tek canlı arkadaşı yoktu. Japonya’dan getirilmiş oyuncakları arkadaşı olmuştu; odasında yapayalnızdı. Çünkü ailesi onu terbiyesi bozulmasın diye asla sokağa çıkarmaz, başka çocuklarla görüştürmezdi. Perran, envaiçeşit oyuncaklarını kimseyle paylaşamadan, yalnız bir çocuk olarak büyüdü. Yıllar sonra bu günlerini “Masanın bacaklarıyla konuşurdum” itirafıyla anlatacaktı…

Anne ve babası boşandı

Perran, kah masanın bacaklarıyla kah oyuncaklarıyla konuşarak 8 yaşına kadar gelmişti. Bu yaşı, anne ve babasının boşandıkları zamana denk geldi. Evet, Sabriye Hanım ve Rıdvan Bey ayrıldılar; ama küsmediler. Rıdvan Bey ikinci kez evlendiğinde de dostlukları devam etti. Hatta kızı Berna, Sabriye Hanım’a “Cici Anne” diyecekti. Perran ise, hayatlarında başrolden hiç inmedi. Onunla ilgili bütün kararlarını ortaklaşa almaya devam ettiler.

Elbette değişen şeyler de vardı. Perran, anne ve babasının yoğun olan iş hayatı sebebiyle babaannesinde kalmaya başlamıştı. 15 yaşına gelene kadar babaannesinin koynunda uyudu Perran. Sonra da hep aynı odada…

Çok seviyorlardı birbirlerini, ölesiye düşkünlerdi. Babaannesinin gerçekçi ya da tüm hayalleri, hep Perran üzerine kuruluydu. En çok bir gün torununu Kraliçe Elizabeth’in oğlu ile evlendirme hayalleri kuruyordu. Çünkü onun torunu, canının içi kızı, bir prensesti.

Perran konservatuarda

Perran, yalnız kalınca çareyi kendi kendine taklitler yapmakta bulmuştu. Taklitlerini çalışıyor, sonra da ailesine sunuyor; onları eğlendiriyordu. Annesi, Perran’ın yeteneğini keşfetmişti, ailecek konservatuara gitmesi gerektiğine karar verdiler. Perran, “İstanbul Belediye Konservatuarı”na kaydoldu.

Perran artık konservatuara başlamıştı. İlk günler nasıl da çekilmez gelmiş, hiç sevmemişti. Ama sonra alıştıkça sevdi, sevdikçe daha da bağlandı. Çok iyi bir öğrenci olmuştu. Öğrencilik yıllarından bulacaktı sahneye çıkma şansını…

Perran sahnede

Perran, ilk kez sahneye çıkıyordu. Şu konservatuara girişi daha dün gibi kapıda duruyor, o günden şu ana geçen zaman hafızasından usul usul akıyordu. Bu anı yıllar sonra bir röportajında şu cümlelerle anlatacaktı:

“Gülriz Sururi ve Engin Cezzar da konservatuarda oldukları için, beni “Kurban” oyununda oynattılar. Hiç unutmam korodaydım. Kara çarşaflı kızlardan biriydim. Hiçbir yerim görünmüyordu. Anneannem, beraber getirdiği arkadaşlarına “Torunum efendim!” diyerek benimle gurur duyardı”.

1967’de konservatuardan mezun oldu. Hemen ardından da “Ulvi Uraz Tiyatrosu”nda sahnedeydi. Burada da oyunculuk sınavını geçmişti. Perran’ın gözünde Uraz, mükemmel bir hocaydı. Ondan sahne tahtasına saygı duymayı öğrendi.

Tiyatro topluluklarında Perran

Perran, 1969’da “Nisa Serezli”, 1973’te “Sezer Sezin” tiyatro topluluklarında çalıştı. Hayatının aşkını da 1980’de “Müjdat Gezen” ile çalışırken tanıyacaktı. Bu meslek, ona hayatın tüm lezzetlerini getirecekti.

Perran, son tiyatro oyunu “Artiz Mektebi”ni ise 1987’de oynayacaktı.

Perran ilk kez sinemada

Perran birçok dizide, filmde, tiyatro oyununda oynayacaktı elbet; ama ilkler özeldi. 1972’de sinema için ilk kez kamera karşısına “Şehvet Kurbanı” filmi için geçti; yönetmen koltuğunda Nejat Saydam oturuyordu.

Zamanla sinemada klasikler arasına girecek, “Köyden İndim Şehire, Salak Milyoner, Hababam Sınıfı, Gırgıriye” birçok filmde rol alacak, hanemize konuk olacaktı…

Perran evlendi

1972 senesi, Perran’ın hayatında bir yeniliği daha barındırıyordu. Perran, aynı sahneyi paylaştığı 42 yaşındaki oyuncu “Hüseyin Kutman” ile evlendi. Kendisi ise, 23 yaşındaydı. Tanınmaya başladığı zamanlardı ve biz onu işte bu sebepten “Perran Kutman” olarak tanıyacaktık.

Aralarındaki yaş farkına rağmen gerçekleşen bu evlilik, 1979’da boşanma ile sonuçlandı. Perran ise, “Kutman” soyadı ile tanındığı için, eski eşinin soyadını taşımaya devam edecekti.

Büyük aşkı ile karşılaştı

Bu ayrılığın üzerinden birkaç ay geçmişti ki, gazetelerde “Oyuncu Perran Kutman ile Yazar Engin Ardıç nişanlandı” haberleri verildi. Ancak bu nişan evlilikle sonuçlanmayacaktı.

Perran, nişanını yeni atmış bir kadındı ve hayatının aşkı “Koral Sarıtaş” ile çok geçmeden tanıştı.

Perran, o zamanlar Müjdat Gezen ile Miyatro adını verdikleri tiyatroyu kurmuşlardı. Burada Marşantiz adlı bir müzik grubu vardı ve Koral, bu grubun davulcusuydu. Büyük aşktı onlarınki; daha ilişkilerinin bir yılı dolmadan nikah masasına oturdular.

O zaman haberleri yoktu tabii; ama bu aileye iki kardeş gelin olacaktı. Perran’ın babasının ikinci evliliğinden olan kız kardeşi Berna da, Koral’ın kardeşi Özden ile evlenecekti. Hiç çocuk sahibi olmayacaklar; ama Berna ve Özden sağ olsun, çocuk sevgisini tadacaklardı.

Perran Kutman, 35 yıl sonra evliliğini bir röportajında şöyle özetleyecekti: “Aşk gidiyor; ama bitmiyor. Köklü bir sevgiye dönüşüyor. Aşk, küçük heyecanlardır. Halbuki sevgi, çok köklü ve vazgeçilmezdir. Koral’ı kaybetmekten korkarım. Büyük ihtimalle o da beni kaybetmekten korkuyor. Bizde artık hayat arkadaşlığı başladı. Onun hissi de bambaşka…”

Belli ki Perran, ömürlük aşkı bulmuştu…

Gırgıriye’de Cümbüş var

Bir serisini izledik biz Gırgıriye’nin. Şenlik, cümbüş, eğlence, ne ararsak bulduk. “Sabahat”, Gırgıriye’nin dilinde “Sabayat” karakterine can verdi Perran Kutman. Evet, zaten bir ünü vardı; ama burada “Münir Özkul, Adile Naşit, Müjdat Gezen, Gülşen Bubikoğlu, Ayşen Gruda, Şener Şen” gibi güzel isimlerle bir aradaydı ve ününe ün kattı. Hepsi bir bütün olduğunda o mükemmel eğlence çıkıyordu ortaya…

Komşu Perihan Abla

Perran Kutman, önce Türk filmlerinin komedi yüzü olarak kendini gösterse de, 1986’da TRT2’de bir dizi ile çıktı seyircisinin karşısına; Perihan Abla. Mahalle kültürü içinde yaşayan, bütün mahallenin sevgilisiydi Perihan Abla. Öylesine samimi, öylesine bizden biriydi ki; çok geçmeden seyircisinin gönlünü fethetmiş, hepimizin Perihan Ablası oluvermişti.

Perran Kutman, artık beraberinde anılacağı bir ada kavuşmuştu. Dizi de TRT2’den TRT1’e geçti.

Bu dizi ile 1987’de Altın Kelebek Ödülleri’nde “Yılın Kadın Komedi Sanatçısı” ödülünü aldı.

2000’lerde Perran Kutman

Perran Kutman, her dönemde bir rolüyle ikonikleşmeye devam ediyordu. Artık 2000’lere gelmiştik ve Perran Kutman 2003’te bu kez “Hayat Bilgisi” dizisinde karşımıza “Afet Güçverir” karakteriyle çıktı karşımıza. “Hoca camide!” ünlemiyle bir anda hayatımıza girdi ve bu kez de 2006’ya kadar hepimizin öğretmeni oldu.

2010’da, “Deli Saraylı”, 2012’de ise, “Canımın İçi” dizisi ile kamera karşısındaydı…

Yaşam Boyu Onur Ödülü

Bunca başarının elbette ödülü de olmalıydı. Perran Kutman, bu ülkenin komedi dalında yetiştirdiği o güzel isimlerden biriydi. Sanat yaşamı boyunca birçok ödül aldı. Ancak muhtemelen en anlamlısı 8 Ekim 2011’de Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde layık görüldüğü “Yaşam Boyu Onur Ödülü”ydü.

Bizi güldüren yüzüyle, büründüğü karakterlerden kalbimize dokunuşuyla bu ödülü gerçekten hak etmişti.

Kah Perihan Abla, kah sevenleri ayıran Sabayat, kah Neriman Abla, kah Afat Hoca… Bol kahkahası ve yeteneğiyle bir Perran Kutman geçiyor bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Jose Mauro de Vasconcelos Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

“Onu düşünmekten kendimi alamıyorum, şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi”.

Şeker Portakalı’ndan bu paragrafla acının, belki de hayatının salt tanımını yapmıştı Jose. Acı, insanın birlikte yaşamayı, sonra da birlikte öğrenmesi gereken o şeydi. Jose, yoksulluğundan, yaşadığı acılardan, kararlarından ve tüm kararsızlıklarından tam 13 kitap çıkardı ortaya. Biz onun adını en çok Şeker Portakalı ile duyduk. Oysa Jose, hissettiği her bir duygunun bütünüyle var oldu yeryüzünde; hepimiz gibi…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Jose, 26 Şubat 1920’de Rio de Janeiro yakınlarındaki Bangu Kasabası’nda, yarı Kızılderili yarı Portekizli yoksul bir ailenin 11 çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. İki ayrı kültürün de izlerini taşıyordu. Maddi anlamda şanslı olduğu bir koşula doğmamıştı Jose. 10 kardeşe sahip olmak, hayatta bazı ayrıcalıklardan, yaşayabileceklerden yoksun kalmak demekti. Jose de kendi şansını yaratacaktı…

Haliyle 11 çocuğun bakımı, eğitimi oldukça zordu. Ailesi Jose’yi, eğitim alması için Brezilya’nın kuzeydoğusunda bulunan Natal’da yaşayan amcasının yanına gönderdi. Jose, zeki bir çocuktu ve okumayı okula gitmeden kendi çabalarıyla zaten öğrenmişti. Onun en büyük serveti, sahip olduğu hayal gücüydü…

Jose, Natal’da liseyi tamamladı. Daha sonra üniversitede tıp eğitimine de yine burada başlayacak; ancak sadece iki yıl devam edecekti.

Natal, Jose’nin hayatı yaşamayı öğrendiği yer oldu. İçine işleyecek her bir duygu bu topraklarda kazındı kalbine ve beynine. 9 yaşındayken Potengi Irmağı’nda yüzmeyi öğrendi. O gün Jose, ilk büyük hayalini de kurdu; ileride bir gün yüzme şampiyonu olacaktı…

Tıp eğitimini tamamlamayan Jose, eğitim hayatına resim, hukuk, bir ara da felsefe alanında devam etmek istese de bu fikirler de ona pek cazip gelmedi. Büyük hayaller kurmayı 9 yaşında öğrenmişti. Sıra kurduğu hayallerin peşine düşmeye gelmişti. Jose, yeni hayaller peşinde Rio de Janeiro’ya gitti…

Rio de Janeiro günlüğü

Jose, eğitim hayatını sonlandırmış ve iş hayatına atılmıştı. İlk olarak boks antrenörlüğü ile başladı. Kafasında dönen çok şey vardı; ama bir yandan da yaşamak için para kazanmalıydı. Bir ara tarım işçiliği yaptı. Sonra garsonluk, balıkçılık derken Jose, yaşamı boyunca gocunmadan birçok işte çalıştı ve hep çocukluk zamanlarını düşündü. Bu günler, o zor zamanların uzantısı gibiydi. Bir gün elbet o da ışığa doğru giden bir yol keşfedecek ve her şey yoluna girecekti. En azından Jose’nin inanmak istediği gerçek buydu.

Bugüne kadar yaşadığı hayatın yanında kalbinden ve aklından geçenleri dökmenin yollarını aramak üzerineydi Jose’nin hayalleri. Kabına sığmayan şeyler vardı içinde; hissediyordu. Bir yolunu bulduğunda huzura kavuşacaktı sanki ve o yol, yazmaktı.

Jose, yaşadığı durumları roman ve hikayelerinin değerli kaynakları olarak kullandı. Tüm bu yaptığı işler sayesinde değişik ortamlarda, başka başka karakterde insanlarla tanıştı. Gözlemci yönü öylesine kuvvetliydi ki, her birinden bir karakter çıkardı. Jose, yaşadıklarını yazmakla, yazdıklarını yaşamak arasında duygularını yöneten bir ince çizgide yürürken buldu kendini.

Jose, kendi çok yönlü kişiliğinin ve yaşadıklarının yansıması hikayeleriyle en çok çocukları ve çocuk kalmayı bilenleri kalbinden yakaladı…

Eserleri

Jose, küçük bir çocukken de, genç bir delikanlı olduğunda da, hayatının her döneminde çok güçlü bir hayal gücüne sahipti. Yazarlık konusundaki yeteneğini de genç yaşta ortaya çıktı. Kendini yazarak ifade etmeye karşı büyük bir tutkusu oluşmuştu. İlk eseri “Yaban Muzu”nu 1942’de yayımladı; 22 yaşındaydı. Yazarlığa ilk adımı olan bu kitap, oldukça başarılı bulunmuştu. Onu, 1945’te en çok beğenilen eserlerinden biri olan “Beyaz Toprak” izledi.

Şöhretinin doruğuna ise, 1961’de yayımladığı “Kayığım Rosinha” ile ulaştı. Dünya çapında tanınmaya da kalplerimizi titreten Zeze’nin hikayesi, “Şeker Portakalı” ile başlayacaktı…

Yazdığı kitaplar, özellikle Brezilya’da birçok filmin de ilham kaynağı ve konusu olacaktı…

Şeker Portakalı

Şeker Portakalı, yoksul bir ailenin 11 çocuğundan biri olan, 9 yaşında yüzmeyi öğrendiğinde, bir gün yüzme şampiyonu olacağının hayalini kuran Zeze’nin yaşam hikayesini anlatıyordu. Bu hikaye size tanıdık geldi mi? Evet, Jose, nihayet kendini tam anlamıyla açmaya karar vermişti. Şeker Portakalı ise, bir üçleme romanın ilkiydi ve Jose, onu sadece 12 günde yazmıştı. 2012’de beyaz perdeye de aktarılacaktı.

Jose, bu kitabı, “O Meu Pe de Laranja Lima” orijinal adıyla 1968’de paylaştı. Özellikle bu eserine derinden bağlıydı Jose; Zeze onun kalbinden kopmuştu ve onun hayata tutunmaya çalışan yanıydı. İşte bu sebepten 12 günde yazdığı Şeker Portakalı’nı sevgi dolu şu cümle ile tanımlıyordu: “Ama onu 20 yıldan fazla yüreğimde taşıdım”.

Şeker Portakalı, her ne kadar çocuk kitabı olarak geçse de aslında içinde çocukluğunu yaşatan yetişkinlerin kitabı olmalı…

(Jose Mauro de Vasconcelos’un “Şeytanın Boğazı” filmindeki aktör deneyimi)

Ve sonrası

Jose, romanlarında genellikle karakterlerinin zorlu yaşam koşullarını işliyordu. Yoksulluğu ve şiddeti tüm gerçekliği ve her bir nüansı ile anlatıyordu. Ah o yoksulluk yok muydu… Jose’nin çocukluktan beri kalbine işlemişti. Ailesiyle bir çatı altında bulunamayışının sebebi de o değil miydi işte? Jose, böylesine hisli olmasını, hayallerinin güçlenmesini işte bu yoksulluk denen gerçeğe bir bakıma borçluydu. Bir şeyin yokluğu acıyı, acı da gücü getiriyordu…

Şeker Portakalı, özellikle kendi hayatından kesitler sunuyordu. Jose, kitabındaki duygunun devamını getirdi. Güneşi Uyandıralım ve Delifişek gibi romanları, yoksulluk, şiddet gerçeklerinin yanında duygusallık ve iyimserlik de içeriyordu. Brezilya ormanlarında, step bölgelerinde yaşayan insanların, elmas avcılarının, yerlilerin, denizcilerin ya da şahsına münhasır insanların yaşamları, ruh halleri onun hep dikkatini çekti. Gözlem yeteneğinin hayal gücüyle birleşimi ise, onu, bugün hayatımızın bir parçası kitapların yazarı yapıverdi…

Jose Mauro öldü

Jose, 24 Temmuz 1984’te, akciğerindeki iltihaplanma nedeniyle hayata veda etti. Çocukluğundan bu yana yitirmediği gibi çoğalan duygusallığı ile acıyı keşfetmiş ve başkalarının da keşfine vesile olmak için uğraşmıştı hep. Çünkü o, acının varlığını öğrenmişti artık ve bu güçlü duyguyu paylaşmazsa zararı kendineydi.

Yaşadığı hayattan öğrendiği ne varsa yazdı. Kimi zaman eleştirildi; ama hep sevildi. Acının olduğu yerde sevginin de olması kaçınılmazdı. Bu hayatın en özel gerçeklerinden olsa gerekti. Acının varlığını öğrenmekle yetinmeyip dönüştürmeyi ve onu paylaşmayı bilen bir Jose Mauro de Vasconcelos geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Necip Fazıl Kısakürek Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Yaramazlıklarla dolu bir çocukluk, ardından bohem bir hayat ve sonrasında küllerinden doğan bir dava adamı… Hayatı boyunca kendi hatalarının bedelini ödedi Necip Fazıl. Aynalar şiirinde şöyle dile getiriyordu kendisine kızgınlığını:

“Suratımda her suç, bir ayrı imza,

Benmişim kendime en büyük ceza!”

Aklına sığmayan fikirleri, hep düşünmekten kaçma çabaları, hayran olduğu kadınlara yazıp sonradan reddettiği şiirler, Paris ve İstanbul’daki o sefil zamanlar; eksiği yok fazlası çok bu zamanlardı bu cezaların sebebi.

İşte tüm bu bedeller, cezalar ve elbette ödülleri arasında dolu dolu yaşadı şiirleriyle yaşadı Necip Fazıl. Dün öldü; bugün de doğdu. Bugün “İyi ki doğdun” demek için ona bütün cümlelerim…

İyi ki doğdun Necip Fazıl…

Çocukluğu

Necip, 26 Mayıs 1904’te, İstanbul Çemberlitaş’taki konakta, Mediha Hanım ve Abdülbaki Fazıl Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona, büyükbabası Necip Efendi’den mütevellit “Ahmet Necip” adını verdi.

Necip Efendi, bir zamanlar Halep Vilayetine bağlı bir sancak olan Maraş’ın Müftüsüydü. Halep valisi Salim Paşa, bir gün Maraş’a geldiğinde onu Necip Efendi konağında ağırladı. Zekasına ve terbiyesine hayran kaldığı oğlu Mehmet Hilmi Efendi’yi babasını ikna ederek yanında İstanbul’a götürdü. Burada yüksek tahsil yapan Mehmet Hilmi Efendi iyi konumlara geldi ve ardından Salim Paşa’nın kızı Zafer Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Necip Fazıl’ın babası Abdülbaki Fazıl Bey geldi dünyaya. Çemberlitaş’taki bu konak köklenecek, bir gün Necip Fazıl da işte burada açacaktı dünyaya gözlerini. Böylesine köklü, kalabalık ve varlıklı bir aileye doğmuştu işte.

Necip doğduğunda babası bir hukuk öğrencisiydi. Daha sonraki yıllarda Bursa’da Âzâ Mülazımlığı, Gebze Savcılığı ve Kadıköy Hakimliği görevlerinde bulundu. Annesi Mediha Hanım ise, ailesinin tek çocuğuydu.

Bir konakta doğduğundan şanslıydı Necip. Dedesi, ninesi herkes bir arada büyük bir ailenin içindeydi. Ancak 15’ine varana kadar önemli hastalıklarla boğuşacaktı. Bir yandan da çok yaramaz, ele avuca p sığmazdı Necip. Yerinde duramayan bu haşarı çocuk, bir gün kireci kaymak zannedip yiyerek ecel terleri döktürürken, bir gün denize düşüp boğulma tehlikesi geçirerek yürekleri ağızlara getiriyordu. Bir gün de kendisine ömürlük iz bırakacak bir yaramazlığa yeltendi. Babasının arabası tamir ediliyordu ve Necip neyin merakına düştüyse eğilip tekerin altına kafasını soktu. Bir kez daha ölümün kıyısından dönmüştü. Alnına bir yarık açmış, ömürlük mührünü kondurmuştu.

Yaramazlıkları artık bu küçük çocuğun boyunu aşmıştı. 4 yaşında mıydı; belki 5. Ancak durdurmak mümkün olmuyordu. Necip, ninesine “Cici Anne” diye sesleniyordu. Necip’ten en fazla nasibini alan da cici annesiydi. Bu kadıncağızın en büyük korkusu ölümdü ve torunu yakında onun eceli olacaktı. Çözümü Necip’in önüne sepet sepet romanı, bir oyuncak edasında yığmakta buldu. Torununun kitaplarla uysallaşacağını düşünüyordu. Okumayı ona bu yaşlarda dedesi öğretti. Çok geçmeden Necip tutkulu bir okuyucu haline geldi. Hatta sabahlara kadar okuma alışkanlığı ona bugünlerden miras kalacaktı.

Ancak madalyonun bir de öteki yüzü vardı tabii. Ninesi elbette çözümü kitaplarda aramakla doğru bir adım atmıştı. Ancak can havli ve ölüm stresiyle kitapların türünü seçmeye vakti kalmamış olacak ki, Necip, çocuk aklıyla okuduklarının altından kalkamadı. Elbette ki, romanlar küçük bir çocuk için çok fazlaydı. Bu yaramaz çocuk sebebini, ne istediğini bilmeden sadece ağlıyordu artık. Neyse ki sorunu erken fark ettiler ve Necip’e kitapları yasakladılar…

Eğitim hayatı

Necip’in pek çok farklı okulda geçecek ilköğretim hayatına, Gedikpaşa’daki Fransız Frerler Mektebi’nde başladı. 1912’de Amerikan Koleji’ne kaydoldu; ancak yaramazlıkları bu okulda kabul edilmedi ve Necip atıldı. Buradan Büyükdere’deki Emin Efendi Mahalle Mektebi’ne; sonra da yatılı bir okul olan Rehber-i İttihat Mektebi’ne devam etti. Daha sonra çok iyi dost olacağı Peyami Safa ile de burada tanıştılar.

Tabii Necip bu okulda da pek uzun kalamadı. Bir sonraki durağı da Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi oldu. Bu kez de seferberlik nedeniyle Gebze’ye gidildi ve Aydınlı Köyü’nün ilk mektebi yeni okulu oldu. Bu sırada kız kardeşi Sema öldü; henüz 5 yaşındaydı. Annesi bu büyük acıya dayanamadı ve vereme tutuldu; ailecek Heybeliada’ya taşındılar. Necip de ilköğrenimini nihayet Heybeliada Numune Mektebi’nde tamamladı.

Uzun soluklu bir ilköğrenimin ardından Necip, 1916’da, sınavla Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhâne’ye (Deniz Harp Okulu) girmeye hak kazandı. Tabii artık genç bir delikanlı olma yolundaydı. Yaramazlıkları da duruldu. Beş yıl bu okulda öğrenim görmeyi başarabilmişti. Burada Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Akseki, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi tanınmış isimler görevliydi. Yıllar sonra Necip Fazıl’ın zıt kutbunda yer alacak Nazım Hikmet Ran da aynı okulda iki üst sınıfta öğrenciydi…

Şiir yazmaya da işte bu okulda başladı. Tek nüshalık elle yazılmış “Nihal” adını verdiği bir dergi çıkararak ilk yayımcılık faaliyetini de başlattı. Okumak onun için çok önemliydi. Yabanı romanları da okumayı istiyordu. Okulda çok iyi derecede İngilizce öğrenerek Oscar Wilde, William Shakespeare, Lord Byron gibi yazarların eserlerini orijinallerinden okudu.

Ahmet Necip olan adı da yine bu okulda Necip Fazıl olarak değiştirdi.

İstanbul’un işgali sırasında annesi ile Erzurum’daki büyük dayısının yanına gittiler. Babası ise, ölmüştü…

Bir küçük dişlenmiş elmanın hüznü

Selma minicikti ve hep minicik de kalacaktı. Bundan habersizdi Necip şimdi aktaracaklarımı yaşarken. Necip, minicikken fark etmediği kız kardeşini yaşı ilerledikçe hayatının merkezine oturttu; en büyük vicdan azabı olacaktı.

Necip’in vicdan azabı, Selma’nın masumluğu bir küçük dişlenmiş elmadan geçiyordu. Necip, bir gün büyükbabasından kıpkızıl bir lira çeyreği koparmıştı o gün. Ballandıra ballandıra Selma’ya da gösterdi. Minik Selma’nın elinde de henüz ilk ısırığını aldığı mini mini dişlerinin izlerini bıraktığı bir elma vardı.

Lira çeyrek Selma’nın gözlerinde ışıldamıştı adeta. “Bu elmayı sana vereyim de, o parayı bana ver. Biraz ısırdım; ama ziyanı yok değil mi?” dedi.

Necip, parıl parıl lira çeyreğini Selma’ya verdi; ama elmayı da aldı. Sonra ne yaptığını anladığında çok dövündü. “Niçin o da senin olsun!” diyemediğinin acısını hissetti hep. Hayatının ilk büyük vicdan azabını yüreğinin derinliklerine mühürledi. Hele 5 yaşında hayatını kaybettiğinde o mühür, daha da derinlere saplandı.

Konağın selamlık kapısından küçücük tabutunda beyaz gelin tülleri uçuşan Selma’yı uğurlarken yüreğinde hissettiği o tarifsiz acı, Selma’nın minik dişlerinin elmanın üzerinde bıraktığı izler kadar yaktı yüreğini. O gün, o elmayı dişleriyle bölüp yuttuğunu sandığı lokmalarsa, o tabutun karşısında boğazında düğümlenivermişti…

Şairliğe karar verdiği an

Annesine verem teşhisi konmuştu ve hastanede kalıyordu. Necip annesini ziyarete gitti. Hemen annesinin yanındaki yatakta yatan genç kızın şiirlerini çok seviyordu annesi. Annesi bayılıyordu onun şiirlerine. Beyaz yatak üzerinde duran siyah kaplı, küçük, eski deftere baktı ve sonra bir an oğlunun gözlerini taradı: “Senin” dedi; “Şair olmanı ne kadar isterdim”.

Necip, o anda annesinin dileğinin 12 yaşına kadar farkında olmadan içinde besleyip büyüttüğü bir istek olduğunu fark etti. Şiir, meğer onun için varlık hikmetinin ta kendisiydi.

Gözlerini, hastane odasının penceresinden gördüğü savrulan kar ve uluyan rüzgara karşı sessizce kararını verdi: “Şair olacağım!”

Oldu da…

Darülfünûn ve Paris zamanları

İşgaller, kayıplar… Hayatından eksilen çok şey vardı. O, en çok şiir yamaya ve annesine düşkündü. Şiirlerini yazmaya devam etti. Bir de eğitimini tamamlamaya gayret ediyordu.

1921’de, Darülfünûn’un Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesi’ne girdi. Burada da Ahmet Haşim, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Kutsi Tecer, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi dönemin ünlü ve önemli edebiyatçıları ile tanıştır. Yeni Mecmua’da ilk şiirlerini yayımlamaya başladı.

Lise ve Darülfünûn öğrencileri arasından eğitim hayatlarını devam ettirmek üzere Avrupa ülkelerine öğrenciler gönderilmesi planlanıyordu. 1924’te Maarif Vekaleti gidecek ilk grubu belirlemek için sınav açtı. Necip, gösterdiği başarı ile üniversitedeki eğitimini resmen tamamlamış sayıldı ve Paris’e gönderildi.

Paris’te Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne girmişti. Burada da sezgici ve mistik filozof Henri Bergson ile tanıştı. Ancak çocukluğundan kalma yaramaz yönü onu yine dürtmeye başlamıştı ve bu kez bir çocuk değildi. Paris’te bohem bir hayata yönelmişti ve kumara da ilgi duymaya başlamıştı. Çünkü kağıtların verdiği benzersizdi. Bir kadın bile bu denli ipeksi bir tene sahip olamazdı. Necip, kağıtlara her dokunduğunda işte bunu hissediyordu. “Kabur faresi” diye betimlediği bu hayatta kumar, onun için vazgeçilmez ve benzersiz olandı. Aslında kumarın asıl yaptığı şey, onu düşünmekten uzaklaştırıyordu. Gel gör ki, bu illet yüzünden Paris’i şöyle bir gündüz gözüyle de görememişti.

Ah o kumar, Necip’in zayıf yönü oluvermişti. Bir yılın sonunda bursu kesildi ve Necip, yurduna dönmek zorunda kaldı.

Çalışma hayatı ve ilk kitapları

Necip, Paris’teki bohem hayatını İstanbul’da da sürdürmeye devam etti; şiirlerine de. 1925’te ilk şiir kitabı “Örümcek Ağı”nı yayımladı.

Elbette para kazanmak için de çalışması gerekiyordu. Bankacılık yeni yeni kendini gösteren bir meslekti. Bir Hollanda Bankası “Bahr-i Sefit”te çalışmaya başladı. Daha sonra Osmanlı Bankası’na geçti. Kısa süre de olsa Ceyhan, İstanbul, Giresun şubelerinde çalıştı. İkinci şiir kitabı “Kaldırımlar”ı da 1928’de yayımladı. Bu kitapla Necip Fazıl adını duyurmuştu, büyük hayranlık topladı.

1929 yazının sonlarına doğru Ankara’ya gitti ve burada İş Bankası’nda “Umum Muhasebe Şefi” olarak çalışmaya başladı. Burada 9 yıl çalışarak müfettişliğe kadar yükseldi. Buradaki yaşamı sırasında siyasal elit ve aydınlarla yakın ilişkiler kurdu. Özellikle Falih Rıfkı Atay ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile sürekli bir aradalardı.

1931-1933 yılları arasında askerlik görevini yerine getirdi ve tekrar Ankara’ya döndü. Hemen “Ben ve Ötesi” adını verdiği üçüncü şiir kitabını çıkardı. Artık ününün zirvesine ulaşmıştı. Dergilerde yayımladığı hikaye yazılarını da “Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil” adını verdiği kitapta topladı.

Hayatının dönüm noktası

Necip Fazıl, Nakş’i Şeyhi Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştığında bohem hayatının döngüsünü tamamlamış oldu; bu hayatının dönüm noktasıydı. Necip Fazıl, Abdülhakîm Arvâsî ile Eyüp Sultan’daki Pierre Loti Mezarlığı’nın yanındaki Kaşgari Murtaza Efendi Camii’ndeki sohbetleri sayesinde yadsınamayacak bir fikir ve zihniyet dönüşümü yaşadı. Bu tanışmayı ve sonrasını Necip Fazıl, bir milat kabul etti ve bu tasavvuf şiirlerine de yansıdı.

Bu tasavvufi dönüşümün üzerine hayatında yeni bir dönem açtı ve bu dönemde 1935’te ilk önemli eseri “Tohum” tiyatro oyununu yazdı. İslamcılık ve Türklük vurgusu ön plandaydı. Bu eseri, Muhsin Ertuğrul, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahneledi.

1936’da bir kültür-sanat dergisi olan “Ağaç Mecmuası”nı çıkarmaya başladı. İlk sayısı 14 Mart’ta Ankara’da basılan dergi, ilk altı aydan sonra İstanbul’da çıkarılmaya başlandı.

1937’de “Bir Adam Yaratmak” adını verdiği piyesini tamamladı. İlk kez 1937-38 sezonunda yine Muhsin Ertuğrul tarafından İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelendi ve büyük ilgi gördü.

Büyük Doğu Marşı

1938 başlarında yeni bir milli marş yazılması gündemdeydi. Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı beğenilmemiş, onun yerine bir Milli Marş yazılması isteniyordu.

Ulus Gazetesi, bu sebeple bir müsabaka açtı. “Bunu yazsa yazsa Necip Fazıl yazar; ama bir garip adamdır, yazmaz” diyorlardı. Yine de teklif götürdüler. Necip Fazıl; “Akif’in ruhuna ve eserine hürmetim var. Fakat içinde hiçbir has isim geçmemek ve kendi anlayışıma göre yazmak şartıyla milletimden aldığım heyecanı böyle bir marş içinde billurlaştırmak isterim. Razı mısınız? Öyleyse durdurun müsabakayı!” şeklinde cevap verdi.

Gazete, müsabakayı durdurdu. Bunun üzerine Necip Fazıl, “Büyük Doğu Marşı”nı yazdı. Şöyleydi şiirin dizeleri:

“Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, Kılavuz’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!”

Şiirine verdiği bu isim, daha sonra çıkaracağı dergiye de isim olacaktı: “Büyük Doğu”.

Bankacılıktan istifa

Necip Fazıl, 1938 sonbaharında bankacılıktan istifa etti. Haber Gazetesi’ne giderek gazeteciliğe başladı. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel tarafından Ankara Devlet Yüksek Konservatuarı’nda öğretim üyeliğine atandı. Kısa bir süre bu görevi yürüten Necip Fazıl, İstanbul’da bir göreve yerleşmek istedi. Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Mimari kısmına atandı ve Robert Koleji’nde Edebiyat Öğretmenliği yaptı.

1934’te yaşadığı buhranlı dönemi anlatan, “Çile” adını verdiği şiirini 1939’da yayımladı. 1940’ta da TDK hesabına Namık Kemal’in 100. Doğum yıldönümü dolayısıyla, onun şairliği, romancılığı, oyun yazarlığı, fikir adamlığı konularında “Namık Kemal” adını verdiği eserinde yerden yere vurdu.

Necip Fazıl evlendi

Necip Fazıl, 1941’de, Fatma Neslihan Balaban ile evlendi. Bu evlilikten Mehmet, Ömer, Osman adını verdikleri üç oğlu; Ayşe ve Zeynep adını verdikleri 2 kızları oldu.

Henüz 1 yıllık evliydi ki, 1942 kışında yeniden askerlik yapmak üzere 45 gün süre için Erzurum’a gönderildi. Askerde kaleme aldığı siyasi bir yazı kaleme aldı. Bu yazı ona ilk hapis cezasını getirdi; Sultanahmet Cezaevi’nde yattı.

Necip Fazıl’ın siyasi yönü

1943, Necip Fazıl’ın siyasal tavrını yazılarına dökmeye başladığı yıl oldu. Muhalefet anlayışını ifade etmek için kullandığı araç ise, 17 Eylül 1943’te ilk sayısını çıkardığı Büyük Doğu Dergisi oldu; o dönemde çıkarılan tek İslamcı dergiydi.

İlk zamanlar dönemin ünlü isimleri de yer aldı bu dergide. Ancak daha sonra Necip Fazıl’ın “B.A.B, İstanbul Çocuğu, BÜYÜK DOĞU, Fa, Tenkitçi, N.F.K., ?, Ne-Mu, Ahmet Abdülbaki, Abdinin Kölesi, HA.A.KA, Adıdeğmez, Bankacı, Be-De, Prof. Ş. Ü., Dilci, İstanbullu, Muhbir…” takma adlarla yazdığı yazılar dergide büyük yer kaplamaya başladı.

Büyük Doğu ilk kez Aralık 1943’te “dini neşriyat yapmak ve rejimi beğenmemek” gerekçesiyle birkaç aylığına kapatıldı ve bu süreçte Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki işinden de kovuldu.

Dergi, Şubat’ta tekrar yayımlanmaya başladı. Ancak “rejime itaatsizliği teşvik” suçlamasıyla Mayıs 1944’te Bakanlar Kurulu’nun kararıyla kapatıldı. Necip Fazıl, ikinci kez ikinci askerliğe sevk edildi ve Eğirdir’e sürüldü.

2 Kasım 1945’te “Büyük Doğu” yeniden yayımlanmaya başlandı. Artık dergi daha çok dini yazılara yer veriyordu. Yazıların çoğu “Adıdeğmez” mahlasını kullanan Necip Fazıl’ın kaleminden çıkıyordu. Dergisinin üst üste kapatılmalarından sonra radikalleşen Necip Fazıl, 4 Aralık 1945’te gerçekleşen Tan baskını sırasında, olayları Vakit Yurdu adı verilen binanın penceresinden izledi. Kendisine sevgi gösterisi yaparak binanın önünden geçen gençleri alkışlamayı da ihmal etmedi.

Büyük Doğu, 13 Aralık 1946 tarihli sayısındaki yazısı nedeniyle bir kez daha kapatıldı. Dergide tefrika edilmeye başlanmış olan “Sır” isimli piyesi, “milleti kanlı ihtilale teşvik” suçlamasıyla Necip Fazıl’ın mahkemeye çıkarılmasına sebep oldu.

1947 baharında Büyük Doğu tekrar faaliyete geçti. Ancak 6 Haziran’da Rıza Tevfik’e ait Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat adlı şiirin yayımlanması sebebiyle dergi, mahkeme kararıyla tekrar kapatıldı ve Necip Fazıl yine tutuklandı. Derginin sahibi görünen  eşi Neslihan Hanım ile birlikte Padişahlık Propagandası Yapmak – Türklüğe ve Türk Milletine Hakaret’ten yargılanan Necip Fazıl, 1 ay 3 gün tutuklu kaldıktan sonra beraat etti. Bu tarihten sonra dergide sadece İslamcılığı öven yazılar değil; Yahudilik, Masonluk, komünizm düşmanlığı içeren yazılar da yayımlanmaya başlandı.

Yine 1947’de Büyük Doğu’nun çıkmadığı bir dönemde Necip Fazıl, “Borazan” adlı mizah dergisini üç sayı çıkardı. Hakkındaki beraat kararı 1948’de temyiz Mahkemesi tarafından bozuldu. Necip fazıl da geçimini sağlamak için evindeki tüm eşyaları satmak zorunda kaldı.

Büyük Doğu Cemiyeti

Necip Fazıl, Büyük Doğu ismini benimsemişti. 28 Haziran 1949’da, Büyük Doğu Cemiyeti’ni kurdu ve derneğin başkanı oldu.

Derneğin ilk şubesi, 1950’de, Kayseri’de açıldı. Kayseri’deki açılışa katılan Necip Fazıl, İstanbul’a döndükten sonra, bir yazısı nedeniyle bir kere daha tutuklandı. “Türklüğe Hakaret Davası”nda verilmiş beraat kararı Nisan’da Temyiz Mahkemesi tarafından bozulunca, eşi Neslihan Hanım ile birlikte hapse girdi. Demokrat Parti’nin çıkardığı Af Kanunu ile hapishaneden serbest bırakılan ilk kişi oldu; 15 Temmuz’da serbest bırakıldı.

18 Ağustos 1950’de Büyük Doğu’yu yeniden çıkarmaya başladı. Necip Fazıl, dergide özellikle Adnan Menderes’e, partiyi İslam ekseninde geliştirmesini öneren açık mektuplar yazıyordu. Yine aynı yıl cemiyetin şubelerini Tavşanlı, Kütahya, Afyon, Soma, Malatya ve Diyarbakır’da açmaya devam etti.

Hapis süreçleri

Gençliğindeki kumar tutkusu, yine onu ele geçiriyordu sanki. 22 Mart 1951’de “Kumarhane Baskını” olarak anılan olayda Beyoğlu’nda bir kumarhaneye düzenlenen baskında yakalandı, 18 saat karakolda tutuldu. Daha sonra orada bulunma sebeplerini sıralayan Necip Fazıl, bunun Demokrat Parti’nin bir komplosu olduğunu savundu.

30 Mart 1951’de dergi 51. Sayıya ulaştı. Henüz bayilere dağıtılmamıştı ki, hakkında toplatılma kararı çıktı. Necip Fazıl, bu sayıda yer alan imzasız bir yazısı nedeniyle tutuklandı ve 19 gün tutuklu kaldı.

Ani bir kararla 26 Mayıs 1951’de Büyük Doğu Cemiyeti’ni feshetti. Bir parti kurmaya hazırlanıyordu. Haziran 1951’de dergiye ara verdi. Son sayıda “Müslüman Türklerin günlük gazetesi çıkacak” diye duyurdu. Günlük Büyük Doğu Gazetesi, 16 Kasım 1951’de yayımlanmaya başladı.

1957’de çeşitli davalardan gecikmiş cezaları bulunan Necip Fazıl, 8 ay 4 gün daha hapis yattı.

1960 darbesinden sonra 6 Haziran’da Necip Fazıl evinden alındı. 4.5 ay Balmumcu garnizonunda tutulduktan sonra Basın Affı ile tahliye edildi. Ancak bu kez de Atatürk’e hakaret içerdiği iddia edilen bir yazısı ile mahkumiyet kararı o Balmumcu’da bulunduğu sürede kesinleştiğinden, tahliye edildiği gün tekrar tutuklandı; 1 yıl 65 günlük cezasını doldurdu ve 18 Aralık 1961’de tahliye edildi.

Son 20 yılı

Tahliye edildikten sonra, önce “Yeni İstiklal”, sonra “Son Posta” gazetelerinde yazarlığa başladı. 1963-1964’te Türkiye’nin çeşitli yerlerinde konferanslar vermeye başladı. 1965’te “b.d Fikir Kulübü”nü kurdu. Konferanslar, günlük yazılar, gazetelerde tefrikalarla Necip Fazıl çalışmalarını sürdürmeye devam etti.

1973’te Hac vazifesini terine getirdi. Yine aynı yıl oğlu Mehmet’e “Büyük Doğu Yayınevi”ni kurdurdu. “Esselâm” adlı manzum eserinden başlayarak daha evvel çeşitli yayınevlerince basılmış eserlerinin düzenli yayınına başladı. 1978’de de “SON DEVRE Büyük Doğu” dergisini çıkardı.

26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyat Vakfı, Necip Fazıl’ı “Şairler Sultanı” ilan ederken yine 1982’de yayımlanan “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu” adlı eserleri münasebetiyle “Yılın Fikir ve Sanat Adamı” olarak anıldı.

“İman ve İslam Atlası” adını verdiği eserini yazmak için 1981’de Erenköy’deki evinde odasına kapandı. Yeni bir parti kurmak üzere bulunan Turgut Özal’ı sık sık odasına kabul etti; tavsiyelerde bulundu.

8 Temmuz 1981’de Atatürk’ün manevi şahsına hakaret suçundan hüküm giydi. Karar, Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından onaylandı. “Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin” davaya konu olan kitabıydı ve herhangi bir suç unsuru içermediği mahkemenin atadığı bilirkişi tarafından rapor edildi. Ancak Necip Fazıl, yine de “Atatürk’e hakaret etmeye meyilli olmak” gerekçesiyle mahkum edildi…

Necip Fazıl öldü

Tüm hataları, kendinde eksik buldukları, pişman olduklarının yanında bir muazzam sanat adamı oldu Necip Fazıl. Başta hece şiiri olmak üzere Türk şiirine damga vuran şiirleri, Necip Fazıl’ın aynı zamanda tüm zarafetini de gözler önüne serdi. Türk şiirine yeni bir anlam ve bambaşka bir renk kattı.

25 Mayıs 1983’te de bir çilehane olarak değerlendirdiği bu dünyadan şiirlerini bırakarak göçtü, gitti. Ardında belki birçok şiir bıraktı; ama onun ilk otuz yılından yola çıkarak yazdığı ve yaşadığı hayatını şu iki mısra açıklıyordu:

“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;

Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…”

Uçurtman hangi bulutta takılı kaldı bilemiyorum. Umarım sonsuzluğu keşfetmişsindir. Zira sanata bıraktığın her etki, senin gibi güzel insanların güzel eserleriyle birleşip sonsuzluğa yol aldı. Hayatın her aşamasında her duygunun karşılığını yaşayarak öğrenen ve nihayetinde yazan bir Necip Fazıl geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Tevfik Fikret Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Doğum gününde yazmışım en son. Bugün ise Tevfik Fikret’in ölüm yıl dönümünü anma günü. Nasıl bir hayat yaşamış, bir kez daha analım…

Bugün usta şair Tevfik Fikret’in doğum günü…

Oğlunun kırık bıraktığı kalbiyle daha fazla yaşamaya devam edemedi; yazdığı şiirlerini dünyaya bırakıp göçüp gitti. Belli ki  şair olmanın yolu acı çekmekten ve kalbini hep acıyla  beslemekten geçiyordu. Tevfik de öyle yaptı. Hep kalbinin bir köşesine istiflediği acısıyla dünyadaki hayatını yaşayıp gitti.

Çocukluğu

Tevfik, 24 Aralık 1867’de İstanbul Kadırga semtinde Hacı Hatice Refia Hanım ve Hüseyin Efendi’nin oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona Mehmed Tevfik adını verdi. Daha sonra Sıdıka adını verecekleri bir kızları da olacaktı.

Refia Hanım, 1822 Yunan ayaklanmasından sonra kimsesiz kalmış ve Osmanlılara sığınıp Müslüman olmuş iki Sakızlı Rum çocuğunun kızıydı. Hüseyin Efendi ise, Çankırı’nın Bayramören ilçesine bağlı Dalkoz köyünden ayrılıp İstanbul’a yerleşmiş Ahmet Ağa’nın oğluydu. Tevfik doğduğu yıl babası, İstanbul’da meclis üyesi ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ne memur olmuştu. Tevfik, ilim irfan sahibi ve inançlı bir ailenin içinde büyüyecekti.

Elbette şair olmaya yaraşır acılar yaşamalıydı; bedeller ödenmeliydi. İlk yıkımını henüz 12 yaşındayken yaşadı. Annesi Refia Hanım Hac vazifesine gitmişti. Dönüş yolunda kolera nedeniyle yaşamını yitirdi. Anacığının acısı yüreğini daha köz etmemişti ki, babası saraya jurnal edilerek edilerek Arabistan’a sürgüne gönderildi. Şimdi hem annesiz hem de babasız kalmıştı. Şükürler olsun dönüp sarılabileceği bir kız kardeşi vardı; ama ikisi de henüz çocuktu. Özellikle annesinin ölümü onu derinden sarsmıştı. Babasının bir gün dönme umudu vardı, ancak annesinin hiç dönülmez bir yolculuğa çıktığını biliyordu. İki kardeş artık anneannesi ve büyük yengesinin bakımı altındaydı.

Babası ise, 19 yıl süren sürgünden hiçbir zaman dönmeyecekti…

Eğitim hayatı

Tevfik, eğitimine Aksaray’daki Mahmudiye  Valide Rüştiyesi’nde başladı. Ziyadesiyle dindar bir ortamda yetişiyordu. Ancak 93 Harbi’nde yaşanan yenilgiden sonra okulu Rumeli’den gelen göçmenlere tahsis edildi. Tevfik’in yeni okulu Galatasaray  Sultanisi olmuştu.

Bu yeni okul, onun hayatının dönüm noktası olacaktı. 11 yıl eğitim alacağı bu okuldaki öğretmenleri, dönemin önde gelen edebiyatçılarından Recaizade Ekrem, Muallim Feyzi ve Muallim Naci gibi isimlerdi. Öğretmenleri ondaki ışığı keşfetmişti. Şiir yazmaya lise yıllarında başlamıştı. Öğretmenlerinin teşvikiyle yazdığı ilk şiiri ise “Tercüman-ı Hakikat”te yayımlandı. Şiiri Nazmi mahlasında yazılmış bir gazel tarzı örneğiydi. Tevfik gelecek vaat ediyordu.

1888’de birincilikle mezun oldu…

İş hayatı

Tevfik, mezun olduğu yıl, Hariciye Nezareti İstişare Odası’nda katip olarak memuriyet hayatına başladı. Kısa bir süre sonra da Maarif Mektubi Kalemi’ne geçmişti. Ancak bir yılını doldurmadan istifa etti.

İş hayatında birçok şeye yetemediği inancına kapılmıştı. Öyle ki, gecikmiş maaşlarının ödenmesini dahi bir maaş bile hak etmediği gerekçesiyle reddetti. Bu eşi benzeri bulunmaz bir dürüstlük olarak görülmüştü. Bu sebepten o istemese de Hazine tarafından topluca ödeme yapılmıştı. Tevfik’in kabul etmeme kararı  kesindi, parayı Göçmenler Komisyonu’na bağışladı.

Daha sonra Sadaret Mektebi Kalemi’nde kısa bir süre çalıştı. Ağustos 1889’da tekrar İstişare Odası’na muavin olarak başladı. Bir yandan da Yüksek Ticaret Okulu’nda Fransızca ve Türkçe dersleri veriyordu.

Şiir konusuna gelince, bir süredir sessizliğini koruyordu. Ama elbet bu sessizliği bozmanın da zamanı gelirdi.

Tevfik Fikret evlendi

Suskunluğu ve işleri devam ededursun, bir kız vardı: 15 yaşında pırıl pırıl Nazime Hanım…

Nazime Hanım, kısa bir süre sonra Trabzon Valisi olacak dayısı Mustafa Bey’in kızıydı. Tevfik ve Nazime 1890’da evlendi. Dayısının evine yerleşti. Haluk adını verecekleri bir oğulları olacaktı.

Bozulan sessizlik

Şiir konusunda kendini kapatmıştı ki, İsmail Safa’nın yönetimindeki Mirsad dergisinde yayımladığı “Bahar” adını verdiği şiiriyle sessizliğini bozdu. Bu öyle bir dönüştü ki, aynı yıl 18 şiirini daha yayımladı. Ayrıca derginin açtığı iki yarışmada da birincili Tevfik’e aitti; ünleniyordu.

Bir yandan da Osmanlı Lisanı Öğretmenliği sınavını kazanmıştı. 1892’de çok sevdiği Mekteb-i Sultani’ye ilkokul üçüncü sınıf Türkçe Öğretmeni olarak atandı. Hayatında bambaşka bir dönem açılmıştı. Hayatında yükselişe geçmişti…

Bir süre sonra Muallim Naci Bey’in ölümü üzerine, Tevfik okulun Edebiyat Öğretmeni oldu. Bu arada şiirlerini yayımladığı Mirsad dergisi kapanmıştı. Şiire de ara vermişti ki, öğretmenlik görevinin ona şiiri de getirmesini sevinçle kucakladı. Arkadaşları Hüseyin Kazım ve Ali Ekrem “Malumat” adını verdikleri bir dergi çıkarıyordu. Elbette başyazarı da Tevfik’ti. İlk şiiri “Tebrik-i Veladet” adını verdiği padişah Abdülhamit’i öven şiiri olmuştu. Bu dönemde yazılan şiirlerde padişaha bağlı bir çizgide ilerliyordu; eski şiirlerine nazaran daha batılı bir tarzda yazıyordu. Dergi, Mayıs 1895’te kapanana kadar Tevfik, 25 şiirini yayımladı.

Sessizliğini bozmuş, hayatının seyrini istediği yöne çevirmişti; ancak yine bir sessizlik dönemi peşi sıra geliyordu. Hükümet bütçede kısıntı yapmaya karar vermişti, memur maaşlarını yüzde 10 kesti. Tevfik bu duruma tepki olarak 1895’te okuldan ayrıldı; inzivaya çekilecekti.

Tevfik Fikret yönetiminde dergi

Öğretmenlerinden Recaizade Ekrem 1895’te Tevfik’i bir bilim dergisi olan “Servet-i Fünun”un sahibi Ahmet İhsan Bey ile tanıştırdı. Derginin bir  edebiyat dergisi olması yönünde ısrarcıydı ve başarmıştı. Servet-i Fünun, 256. Sayıdan itibaren Tevfik Fikret yönetiminde ve bir edebiyat dergisi olarak yayımlanmaya başladı.

Bu yıl tam çok kötü geçecekmiş gibi hissettirirken birden onun yılı oluvermişti. Evet, bir dergisi olmuştu; ama asıl bu yılın en güzel ödülü, oğlu Haluk’tu. Tevfik, baba olmanın tarifsiz duygusunu iliklerine kadar yaşıyordu.

Sanat yaşamının da en verimli zamanıydı şimdi. Şiirlerini “Tevfik Fikret” imzasında yayımlamaya başlamıştı; bir gün onu herkesin şiirleriyle anacağı o isimle.

Bu dergi, yeniliklerle doluydu. Etrafında toplanan yenilikçi bir grup aydın vardı ve bu sanat topluluğunun anılacak adı da oluverecekti. Bu topluluk, sanatta hem biçim hem de içerik bakımından bir atılım yapmayı hedefliyordu. Karamsarlığı ile tanınan bu topluluk, sahip olduğu ağalı dille hareketlerinin adını da “Edebiyat-ı Cedide” (Yeni Edebiyat) koymuştu.

Bu toplulukta Tevfik Fikret dışında, “Halit Ziya, İsmail Safa, Samipaşazade Sezai, Cenap Şahabettin, Mehmet Rauf, Ahmet Şuayip, Hüseyin Cahit” gibi isimler vardı ve kesinlikle siyasi eylemlerden uzak duruyorlardı. Ancak zamanla Tevfik’in şiirlerinde toplumun kapladığı alan artmaya başladı be Milliyetçilik ön plana çıktı. Hatta 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda Türklerin kazandığı zaferden o kadar etkilenmişti ki, kahramanlık şiirleri yazmaya başladı. “Yenişehir Gazilerine” adını verdiği şiirinde adeta dünyaya meydan okuyordu.

Tevfik Fikret’e gözaltı

Tevfik, 1896 yılı biterken Robert Koleji’nde Türkçe Öğretmeni oldu ve bu görevi ölümüne değin sürecekti.

Okul  dışında kalan tüm zamanını dergi için harcıyordu.  O dönemde dostu İsmail Safa’nın evinde Abdülhamit karşıtı bir şiir okudu ve bu şiir onun gözaltına alınmasına sebep oldu. Hemen evi dip köşe arandı; ancak söz konusu şiir bulunamamıştı. Birkaç gün sonra serbest bırakıldı.

Ancak nem kapılmıştı bir kere, Tevfik çok geçmeden Robert Kolej’indeki bir çaya karısıyla birlikte gitmesi gerekçesiyle tekrar gözaltına alındı. Tevfik içten içe çok sıkılıyordu. Tüm bu olaylar onda inziva düşüncesini yine derinleştirmeye başlamıştı.

Arkadaşları Hüseyin Cahit, Hüseyin Kazım ve Mehmet Rauf, Dr. Esat’ın düşüncesini onaylamış, hep birlikte Yeni Zelanda’ya gitmeyi destekliyordu. Ancak olumsuz sonuçlanınca Hüseyin Kazım’ın Manisa’daki çiftliğine yerleşmeyi planladılar. Ama Tevfik Fikret bundan da vazgeçmişti. Hâl böyle olunca dostları da vazgeçti.

İlk kitabı

Tevfik, 1900’de ilk kitabı “Rubab-ı Şikeste” (Kırık Saz)’yi yayımladı. Büyük bir ilgiyle karşılandı. Kitabı da dergideki çalışmaları da onun için çok özeldi. Ancak Ahmet İhsan ile dergi yönetiminde düştükleri anlaşmazlık sonrası Tevfik, ertesi yıl topluluktan ayrıldı. Rica etmişti, dergi yönetimini Hüseyin Cahit üstlendi. Ancak birkaç ay sonra Servet-i Fünun, Hüseyin Cahit’in Fransız İhtilali hususunda yaptığı bir çeviri sebebiyle kapatılacak ve grup tamamen dağılacaktı.

Tevfik’in ise elinde biricik kitabı ve Robert Kolej’indeki öğretmenlik görevi kalmıştı.

İnziva düşüncesi – Aşiyan

Servet-i Fünun kapatılmış, arkadaşları İsmail Sfa ve Hüseyin Siret de sürgüne gönderilmişti. Bu baskılı yönetimden dolayı ziyadesiyle karamsardı ki, 1902’de de kız kardeşi Sıdıka’nın ölümüyle sarsıldı.

İstanbul’u ahlaksızlıkla suçlayıp lanetliyordu Tevfik… İşte o meşhur “Sis” şiirini 1902’de İstanbul’un sisler altında olduğu bir günde yazdı.

Bir yandan da göremese de hala babasından haberler geliyordu. Şimdiki sürgün yeri de Irak’tı işte. Ve sonunda 1905’te babasının da ölüm haberini alacaktı. Tüm bunlar Tevfik’in kalbini parça parça etmiş, annesinden kalan közü harlamıştı.

Yıllardır her bir olay karşısında içine düşen şu “inziva” fikri, artık daha da kemiriyordu içini. Bunun için Kadırga’daki konağın satışından elde ettiği parayla Robert Kolej’inin yamacında, Rumelihisarı’nda bir ev yaptırmaya başladı. Sadece yazma yeteneği yoktu  Tevfik’in, resim de yapardı. Bu sefer çizebilme yeteneğini evinin planını çizerken kullandı. Tüm bu süreçle ilgilenmek, onu oyalıyordu. Böylece yüreğini yakanları daha az düşünüyordu. Üç katlı ahşap binanın inşaatı 1905’te tamamlandı. Eşi ve oğlu ile bu evde yaşamaya başladı.

Toplumla arasına bir mesafe koymuştu, bir yandan da mesleğine devam edebiliyordu. Ülkenin gidişatını uzaktan seyredecek ve yeni eserler üretebilecekti. İşte evine bu yüzden “Aşiyan”( yuva) adını verdi. Daha ilk günden vasiyeti, evinin bahçesine gömülmek olmuştu bile.

Tevfik’in gözünde artık “millet,  tarih, din, kahramanlık” gibi konuların yazmak söz konusu olduğunda pek ehemmiyeti kalmamıştı. “Tarih-i Kadîm” şiirini din ve tarihe karşı, “Lahza-i Teahhur”u da 1905’te Ermenilerin Sultan II. Abdülhamid’e düzenledikleri suikasta duyduğu üzüntü sebebiyle yazdı. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar da başka şiir yayımlamadı. Derdi günü edebiyat üzerine düşünmekti. Tevfik, Edebiyat-ı Cedide’nin içe dönük boyutunu aşacak bir edebiyat tavrına doğru ilerliyordu…

II. Meşrutiyet

II. Meşrutiyet, Tevfik’in kabuğundan çıkmasını sağlamıştı. İttihat ve Terakki yönetiminin isteği üzerine ilandan 13 gün önce “Millet Şarkısı” adını verdiği marşı yazdı. Bu marş, devrimin habercisiydi. Meşrutiyetin ilanından sonra da “Rücu” (Geri Alış) adını verdiği şiirle İstanbul’un üzerine üzerine savurduğu lanetin küllerini geri aldı.

Dönüşü muhteşem olmuştu. Var gücüyle yazıyor ve koşturuyordu. Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım ile “Tanin” adını verdikleri bir gazete çıkardılar. İlk sayfasında Sis şiiri ve Rücu manzumesi bir aradaydı. Ancak, gazete İttihat ve Terakki’nin yayın organı hâline getirmek istenince, Tevfik gazeteden ayrıldı.

Tevfik’e Maarif Vekilliği teklif ediliyordu; ama o kabul etmedi. Yerine göreve Abdurrahman Şeref getirildi ve onun çağrısı üzerine Tevfik de Mekteb-i Sultani Müdürlüğü’nü kabul etti. 1895’te istifa ederek ayrıldığı okula, 1909’da müdür olarak dönmüştü. Bir yandan da Darülfünun’da Edebiyat dersleri verecekti. Tevfik, okul için yenilik demekti. Okul, Beyoğlu’ndaki bina yandığı için Beylerbeyi’ne taşınmıştı. Tevfik, eski binanın inşasını çok sürmeden tamamlattı.

Ancak getirdiği yenilikler bir kesimin de şikayetine yol açmıştı. Toplantı salonunun mescidin üzerine yaptırması gerekçesiyle basının sivri eleştirilerinin hedefindeydi. Bu sırada “31 Mart Vakası” da patlak vermişti. Tevfik, ayaklananların okulu yıkacakları haberini aldığında, “Sultani’yi yıkmak için önce beni yıkmak lazımdır” diye tepki gösterdi. Onları bizzat kendisi okulun önünde beklemeye koyuldu. Hatta bazı kaynaklara göre kendini okulun kapısına zincirlemişti. Ayaklanma bastırılmıştı; Tevfik istifa etmeyi düşünüyordu ki, onu öğrencileri geri döndürdü.

Bir süre daha görevini sürdürdü. Ancak bir süre sonra eski Maarif Nazırının yerine atanan Emrullah Bey ile anlaşmazlığa düşmüştü. Böyle yürümeyeceğinin farkındaydı; 1910’da görevinden kesinlikle istifa etti. Öyle ki, bizzat Emrullah Bey’in ricası dahi onu durdurmadı.

Tevfik, Aşiyan’daki evine inzivaya çekildi ve yalnızca Robert Kolej’indeki derslerine devam etti.

Oğlu Haluk için

Oğlu Haluk’un doğumundan sonra Tevfik’in tek isteği ileride ülkesini bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini sağlamaktı. Oğlunu, 14 yaşına geldiğinde, 1909’da, Elektrik Mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow şehrine gönderdi.

Tevfik, arzusunu “Haluk’un Vedâı” ve “Promete” adını verdiği şiirlerinde dile getirdi. Ancak hayat her zaman hayal edildiği gibi olmuyordu elbet. Haluk, yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisiyle din değiştirdi ve babasının düşündüğünden çok farklı bir yaşam sürmeye başladı.

Tevfik, 1911’de “Haluk’un Defteri” adını verdiği bir eser yayımladı. Gençliği tek umudu olarak görüyor ve onlara sesleniyordu. Şiirlerinde onlara çalışkanlığı ve yurt sevgisini öğütlüyordu. Yine aynı yıl “Rubab’ın Cevabı” bir diğer şiir kitabında da konusu halkın acılarıydı.

Haluk ise, evinden ve yurdundan tamamen uzaklaşmıştı. 1913’te Amerika’ya gitti ve ailesine izini kaybettirdi. 1916’da da Michigan Üniversitesi Makine Mühendisliği’nden mezun oldu. Tekrar ülkesine dönmek bir seçenek bile olmamıştı Haluk için. 1943’ten sonra kendisini dine verdi ve rahip olacak; 1965’te de Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi Rahibiyken hayatını kaybedecekti.

Tevfik Fikret’in son zamanları

Tevfik, oğlunun kendisine yaşattıklarına çok üzülüyordu elbette; ama bir yandan da burada hayatı devam ediyordu.

1912’de, Trablusgarp Savaşı nedeniyle Meclisin fethedilmesine karşı öfkesini dökmek için “Doksan Beşe Doğru” şiirini, “Vazife” dergisinde yayımladı. Oldukça sert bir eleştiri dili vardı. Bu eleştiriler, devrin yolsuzluklarını dile getirdiği “Han-ı Yağma” şiirinde de devam etti. “Sancak Şerif Huzurunda” şiiriyle de yanlış bir kararla I. Dünya Savaşı’na girilmesini yeriyordu.

Hâliyle devrin yöneticilerini kızdırmıştı. Muhafazakar kesimler tarafından da ağır eleştirilere maruz kalıyordu. Tevfik, bunlar karşısında müthiş bir moral çöküntüsüne düşmüştü ve çok geçmeden sağlığı bozuldu. Elbette her şeye cevabını da kalemiyle verecekti, nihayetinde o bir şairdi.

Modern bir okul açmak istiyordu ve bir de edebiyat dergisi çıkarmak… Ancak bu projeleri bozulan sağlığı nedeniyle gerçekleşmeyecekti. Son yıllarda kendini çocuk şiirleri yazmaya verdi. Yalın bir dille ve hece ölçüsü kullanarak yazdığı şiirlerini 1914’te “Şermin” adlı kitabında topladı. Kitaba, genç yaşta ölen kardeşi Sıdıka’nın kızı ve eğitimci Mustafa Satı Bey’in kurduğu okulun öğrencileri ilham vermişti…

Tevfik Fikret öldü

Çok inişli çıkışlı bir hayat  yaşamıştı Tevfik. Oğlunun ona yaşattığı hayal kırıklığı kalp kırıklıklarına eklenmiş en büyük darbeydi. Oğlunun kendisine karşı aldığı vefasız tavırları, kalp kırıklıklarının yanında vücudunu da hastalıklara  bırakmıştı. Geçirdi buhranlar ve çaresizlikler peşini hiç bırakmadı. Doktor tedavisini de kabul etmiyordu. Bir nevi kendini ölüme hazırlıyordu. Geçirdiği bir ameliyat sonrasında 19 Ağustos 1915’te hayatını kaybetti.

Vasiyeti Aşiyan’a gömülmekti; ama buranın kimin eline geçeceği konusundaki endişeler sebebiyle Eyüp’teki aile mezarlığına gömüldü. Evi 1945’te müze hâline getirildi ve kabri de 24 Aralık 1961’de, doğum gününde, hep istediği gibi Aşiyan’a taşındı.

Ölümünün ardından

Son haftalarında Aşiyan’a sık sık gelen ve kendisiyle yakın dostluk kurup portrelerini yapan Mihri Müşfik Hanım, ölümünden sonra Tevfik Fikret’in yüzünün ve sağ elinin kalıbını aldı. Bu Türkiye’de bilimsel olarak hazırlanan ilk maske çalışmasıydı.

Ayrıca 1920’lerde Tevfik Fikret’in anısına Galatasaray Lisesi’nin bahçesine bir anma mezarı  yaptırıldı. Rıza Tevfik’in başlattığı bir gelenekle ölümünün ilk yılından başlayarak ölüm yıldönümlerinde evinde anılmaya başlandı. 1918’deki törende, Mustafa Kemal  Atatürk de vardı…

Kırılgan ruhu, yazdığı şiirleri ve oğlunun kırdığı kalbiyle bir Tevfik Fikret geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Nisa Serezli Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Nisa, doğduğu evden dünyaya açılırken hem yalnızdı, hem değil. Küçük oğluyla bir başlarına keşfettiler hayatın döngüsünü. Sonunda bir pişmanlığı olmadan, içi kıpır kıpır yaşadığı, sevdiği, affettiği bir hayatı olmuştu; ne büyük şanstı…

Anne ve babasından aldığı sevgiydi belki işine bunca aşkla sarılışının sebebi. Geçtiği yollar ne olursa olsun nereye varmak istediğinden emin olmanın bilgiçliği vardı kararlarında. Öyle ki, bir gün adı hep güzel anılacak, ondan hep iyi bahsedilecekti…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Nisa, 12 Nisan 1928’de, İstanbul’da doğduğunda Hayrunnisa Hanım ve Emin Sait Bey, ona Nurinnisa Ersan adını verdi. Anne ve babasının tek çocuğu olarak büyüdü. Daha çocuk yaşlarında oyunculuğa düşkünlüğü gözle görülür bir gerçekti. Yıllar sonra adıyla ödüller verilecek bir oyuncu olacağı tahmin edilmezdi belki, ama zaman her şeyi sırasıyla getirecekti.

İstanbul’da doğmuş olmak zamanla birçok şeye ulaşımı kolaylaştıracaktı. Erenköyl Kız Lisesi’nden mezun oldu. Liseden sonra İsviçre’ye üniversite eğitimi almaya gidecek kadar da şanslıydı, ailesi onun bu eğitimi almasını istemişti. Lozan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ndeydi. Türkiye’ye tekrar döndü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Fransız Filolojisi ve Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne devam etti. Eğitim alma konusunda sınırlar koyamamıştı kendine. O yıllarda açılan Gazetecilik Enstitüsü’ne girdi. Yolunu tiyatro ve cümleler çizecekti.

Tiyatro sevgisi ve oyunculuğa ilk adım

Oyunculuk sevgisi yüreğine çocuk yaşlarda düşmüştü. Üniversite zamanlarına geldiğinde tiyatro ile amatör olarak ilgilenmeye başladı. Bir yandan da Yeni Sabah Gazetesinin Beyoğlu muhabiri olarak çalışıyordu.

Oyunculuk ve yazma işini sevgi ile yapıyordu. Hayat ve Akbaba mecmualarında yazdı. Amatör olarak Gençlik Tiyatrosu’nda çalıştı. 1954’te ilk kez “On Küçük Yaramaz” oyunuyla sahnedeydi. Profesyonelliğe ilk adımını ise Küçük Sahne’de “Fare Kapanı” oyunu ile attı.

Artık yolu açılmıştı, belki sadece hayalini kurabileceği isimlerin sahnesindeydi. Münir Özkul Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu’nda çalıştı.

Nisa kendi tiyatrosunu kurdu

Oyunculuğa başlayıp güzel tiyatrolarda ilerleme şansını yakalamıştı Nisa. Dormen Tiyatrosu’ndan ayrıldıktan sonra ilk kez kendi tiyatrosunu kurma şansını da yakaladı.

Nisa Serezli, Ayfer Feray ile bir tiyatro kurdu. Ancak gençlik zamanlarında bu ortaklık yürümedi. Sonrasında Nisa Serezli – Tolga Aşkıner Tiyatrosu ile yollarına devam ettiler.

Nisa Serezli evlendi

Nisa, Bülent Veziroğlu ile üniversite için İsviçre’ye gittiği dönemlerde flört ediyordu ve bu süreçte nişanlandılar. 1946’da evlendiler ve 7 ay sonra Levent adını verdikleri bir oğulları oldu. İşte bu yüzden Nisa eğitim hayatına ara verdi.

Ancak bu hızlı gelişmeler aralarında sorunları da doğurmuştu. Nisa, eşi Bülent’e, Bülent’in sonra evleneceği Emine Hanım’dan gelen mektupları da görünce, boşandılar. Levent 1 yaşındaydı ve Nisa İstanbul’a döndü.

Yalnız hayat ve ikinci evlilik

Nisa, 1945’te kaybetmişti babası Emin Sait Bey’i. Boşanıp İstanbul’a döndükten sonra babasından kalan mirasla Taksim Kazancı Yokuşu’nda bir ev aldı; üst katı kiraya verdi ve alt katta oğluyla yaşamaya başladı. Bir yandan da Gazetecilik eğitimine devam ediyordu. Oğlunu da yalnız bırakmamak için kalacak yer arayan bir teyzeye, Semine Hanım, evinin bir odasını verdi. Ondan para yerine o yokken oğluyla ilgilenmesini istiyordu. Levent’i Semine Teyzesi ile birlikte büyüttü Nisa.

Boşanmış ve çocuklu bir kadın olarak hayat pek de renkli değildi. Ama o hayatı dolu dolu yaşamayı ve tüm renkleri görerek tadını çıkarmayı tercih etmişti.

Tiyatro yapmaya da üniversite eğitimi sıralarında başlamıştı. Artık oyunculuğunu kanıtlamaya başladığı sırada Metin Serezli le tanıştılar ve evlendiler. Uzun süreli bir evlilik değildi. 1957’de ayrıldılar. Geçimsizlikleri vardı. Nisa’nın değil, ama Metin’in ilk evliliğiydi. Aradığı hayatı Metin’de de bulamamıştı Nisa. Yoluna devam etti. Elbet bir gün bulacaktı.

Yoluna devam ederken Metin ile aralarında asla küslük olmadı. Metin de yoluna Nevra Serezli ile devam etti, evlendiler. Hatta şöyle bir anıları vardı: Nisa ve Nevra Hanım bir Anadolu turnesinde birliktelerdi. O sıralar Nisa ve Metin boşanmış, Metin ile Nevra arasında evlilik yolu kurulmuştu. İçinde bulundukları araba kaza yaptı. Şanslılardı ki, kimseye bir şey olmamıştı, ama Nevra bayılmıştı. Nisa da onu ayıltmak için bir tokat attı o panikle ve bir anda etrafında gülüşler yükseldi. Bugüne gelişleri ve şu an içinde bulundukları durum bir hayli garipti çünkü. Sonra bu olay ne zaman konuşulsa “Acaba o tokattaki gerçek amaç neydi” diye bir gülüşmeden geçilmedi.

Nisa Serezli’nin çalışmaları ve ödülleri

Nisa, rol aldığı oyunlarda başarılı performanslar sergiledi. 1964’te “Şahane Züğürtler”, 1966’da “Tatlı Kaçık” oyunlarındaki başarısı, özellikle “Yılın En Başarılı Kadın İskender Tiyatro Armağanı”na layık görüldü. Özellikle “Tatlı Kaçık” rolünden sonra artık böyle anılacaktı.

Bunun yanında sayısını bilmediği kadar oyunun da çevirisini yaptı ve hatta bunlardan birçoğunda da oynadı.

Sinemada bulunuşu da yine filmlerdeki çevirileri ve seslendirmeleri ile oldu. Özellikle 1970’lerde yaptığı “Pasaklı Sally” ile seslendirmesi ile bu alanda ne kadar başarılı olduğunu gösterdi.

En onur verici olanı ise, yıllar süren emeklerinin ödülü olarak adı, “Nisa Serezli Aşkıner Ödülü” olarak “Afife Tiyatro Ödülleri” kapsamındaki bir ödüle verildi. Bu ödül, yaşamı boyunca tiyatro dalında başarılı çizgisini sürdürmüş tiyatro sanatçılarına bugün hala verilmektedir.

Nisa Serezli – Tolga Aşkıner aşkı

Nisa ve Tolga’nın yollarını kesiştiren tiyatro oldu. Başta “Biz sadece arkadaşız” reddettikleri süreçlerin üstüne bir gün sonunda kendilerini nikah masasında buldular.

Nikahları sade bir törenle Betül Mardin’in Teşvikiye’deki evinde kıyıldı. Törende 25 davetli ve 8 gazeteci vardı. Davetiyeye saat 17:00 yazılmıştı. Ancak o gün maç olduğu akıllarından çıkmıştı. Çünkü şahit Haldun Dormen trafik sebebiyle ancak 18:30’da gelebilmişti. Küçük aksilikler yaşansa da sonunda sade bir törenle evlenmişlerdi, mutlulardı.

Ancak balayından sonra Nisa turneye çıkacak, Tolga’da askere gidecekti. Evlilikleri başlar başlamaz ayrılıyorlardı. Ama bunlar tatlı bekleyişlerdi, aşk vardı. Ölene dek birlikte mutlu yaşadılar…

Birlikte kurdukları “Nisa Serezli – Tolga Aşkıner Tiyatrosu”, gün gelip Nisa ölene kadar var oldu. Onlarınki aşkın ve işin uyumuydu…

Nisa Serezli öldü

Nisa, tüm yaşamını tiyatroya adamış başarılı bir oyuncuydu. Kalbi erken yorulmuştu sadece. 25 Ağustos 1992’de kalp krizi geçirdi ve gözlerini sonsuzluğa kapadı…

Oğlu Levent’le ana oğuldan çok iki arkadaş gibiydiler. Hep konuşur, dertleşirlerdi; Levent hep merak ettiklerini sorardı annesine. Nisa ölmeden bir ay önce yine sordu annesine: “Yaşadığın hayattan memnun musun?” diye.

Cevabı oğlunun içini rahatlatmak için mi yoksa gerçek düşünceleri olduğundan mı bilinmez, ama şunları söyledi Nisa: “Evet, Leventciğim, güzel bir hayatı dolu dolu yaşadım ve hiçbir şey için pişman değilim. Gene de bugünkü aklım olsa babandan ayrılmazdım. Huysuzdu muysuzdu ama ben de çok alıngandım canım”

Yaptığı işe gönül vermiş ve hayatının en olmadık zamanlarında yalnız kalmış bir kadındı Nisa Serezli ve gönlünü evvela tiyatroya kaptırmıştı. Ölüm yıl dönümünde anmak istedim onu, sevgiyle…

Bu dünyadan bir güzel Nisa Serezli geçti diye…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Sabahattin Ali kimdir, aslen nereli , kaç yaşında

Sabahattin Ali

Sabahattin Ali, Türk Edebiyatı’nda özel bir yer edinmiş o güzel adamlardan biri. Toplumcu gerçekçi yazarlardan biri olarak kabul görmüş. Kürk Mantolu Madonna’yı, sonra İçimizdeki Şeytan’ı Kuyucaklı Yusuf’u yazdı ve hepsi Türk Edebiyatının önemli yapı taşlarından biri oldu. Özellikle Kuyucaklı Yusuf, 100 Temel Eser’den biriydi.

Okumak da yazmak da hayati telaşeleri arasında yer aldı hep. Yemek yer gibi, su içer gibi okudu ve onu güldüren, ağlatan, kızdıran, sevindiren ne kadar duygu varsa, hepsini bir araya toplayıp yazdı. Başka türlüsü mümkün olamazdı…

Çocukluğu

Sabahattin, 25 Şubat 1907’de, Edirne’nin Gümülcine Sancağına bağlı Eğridere’de, Hüsniye Hanım ve Ali Selahattin Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi.

Ali Bey, Eğridere’de zabit olarak çalışırken tanışmıştı Hüsniye Hanım’la, kendisinden 16 yaş küçüktü. Evlendiler. Ali Bey, dönemin entelektüel kesiminden Prens Sabahaddin ve Tevfik Fikret ile derin bir dostluk içindeydi. Bir gün çocukları olduğunda onlara dostlarının isimlerini vermek istiyordu. Allah gönlüne göre vermişti. İlk oğluna Sabahattin, diğerine de Fikret (1911) adını verdi. Uzun bir aradan sonra 1920’ye gelindiğinde, Süheyla adını verecekleri, ama aile içinde “Süha” diye çağıracakları, kızları da katılacaktı aralarına.

Ali Bey, I. Dünya Savaşı yıllarında “Divan-ı Harb Orfi Reisi” olarak Çanakkale’ye çağırıldı. Ailesini geride bırakmadı, hep birlikte yola düştüler ve 4 yıl orada yaşadılar. Aslında isteği biriktiği parayla İzmir’de tiyatro veya gazino işleriyle uğraşmaktı. Ancak İzmir’in işgali ile yolunda giden şeyler de rayından çıkmıştı. Bunun üzerin Edremit’e, Hüsniye Hanım’ın babasının yanına yerleştiler.

Hüsniye Hanım, evlendiğinde henüz 16 yaşındaydı ve ruhsal sorunlar yaşıyordu. Defalarca intihara kalkıştı. Evet, hayatta kalmayı başarmıştı; ama Sabahattin’in pek yanında olamamıştı. Çok küçük yaşta anne olmasından mütevellit onunla ilgilenememiş; diğer oğlu Tevfik’e daha yakın durmuştu. Bu durum Sabahattin’in içine kapanık bir çocukluk yaşamasına sebep olacaktı. Sabahattin arkadaşlarıyla oynamaktansa evinde kitap okumayı ya da resim yapmayı tercih ediyordu. Yine de başarılı bir öğrenci olmaktan hiç ayrılmadı.

Eğitim hayatı

Sabahattin, eğitimine 7 yaşında İstanbul, Üsküdar’da Doğancılar mahallesinde “Füyûzâtı Osmâniye Mektebi”nde başladı. Çanakkale’ye gitmek söz konusu olduğunda eğitimine “Çanakkale İptidai Mektebi”nde devam edecekti. Ancak bu sefer de seferberlik ilan edildi ve okul öğretmensiz kaldığı için kapatıldı. Okulun tekrar açılmasında babası Ali Bey’in çabası yadsınamazdı…

Daha sonra Edremit İptidai Mektebi’nde başarılı bir öğrenci oldu. Okumaya fazlasıyla özeniyordu. Özellikle babasının arkadaşı Mehmet Şah Bey’in özel ilgisi, bu konudaki en güzel teşvikiydi. Her ne kadar sorunlarla karşılaşıp bölünmeler yaşasa da başarılı bir öğrencilik geçirmişti.

1921’de Edremit İptidai Mektebi’nden mezun oldu ve bir yıl kalmak üzere İstanbul’a büyük dayısının yanına geldi. Ardından Balıkesir’e döndü; “Balıkesir Muallim Mektebi”ne kayıt yaptırdı.

Okul hayatı boyunca şiirler, hikâyeler yazmak onun için en büyük keyif kaynağıydı. Muallim Mektebi’nde şiir ve hikâye konularında deneyim kazandı. Artık kendini geliştirmek için gazete ve dergilere yazılarını göndermeye başlamıştı. Bu okul ona yaramıştı. Arkadaşlarıyla birlikte bir okul gazetesi çıkardı. Sessiz geçen çocukluğunun üzerine belki de sosyalleşerek kendini buluyordu.

Günlük tutmaya da başlamıştı. Sanata olan ilgisini ve bağını güçlendirmek için daha çok sinema ve tiyatroya gitti. Ruhu özgürlük için vardı ve okul disiplini onun için biraz fazlaydı. Daha çok sinema ve tiyatro seyretmesinin bir sebebi de buydu. Okul müdürü bunu fark ettiğinde Sabahattin’i ailesinin yanına göndermekle tehdit etti.

Annesinin intihar girişimleriyle büyümüş bir çocuktu o. Blöf olarak nitelendirdiği bu intihar girişiminden arkadaşı ve öğretmenleri sayesinde döndü. Çok geçmeden okul müdürünün yardımlarıyla İstanbul’a naklini aldırdı. Burası onun için daha iyi olmuştu. Edebiyat Öğretmeni Ali Canip Yöntem en büyük destekçisiydi. Eğitimine devam ederken “Çağlayan ve Akbaba” gibi dergilerde şiir ve hikâyeleri yayımlandı. Hayatı bir düzene girmiş gibiydi. Bu sefer de annesinin sağlık sorunları artmıştı.

21 Ağustos 1927’de öğretmenlik diplomasını aldı.

Öğretmen Sabahattin Ali

Sabahattin’in ilk görev yeri Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu oldu. Dayısı Rıfat Ali Ertüzün, Yozgat Devlet Hastanesi’ne başhekim olarak atanınca yeğeninin de yanında olmasını sağlamıştı. Bir süre sonra ailesi de Sabahattin’in yanına gitti.

Çevresi dayısının da etkisiyle oldukça genişlemişti; ama Sabahattin’e sorsan onu anlayacak kime yoktu. Çünkü yazdıklarını okutacağı, paylaşacağı birilerini bulmakta zorlanıyordu. Kim bilir belki de içinde tek taraflı aşka dönüşmüş arkadaşı uzaklarda olduğundan böylesine yalnız hissediyordu.

Karşılıksız aşk

Nahit Hanım ile öğretmenlik stajı sırasında tanışmıştı. Başta ziyadesiyle dostluk havasında olan bu arkadaşlık, zamanla tek taraflı bir aşka dönüştü. Burada yazdığı bütün şiirlerde buram buram Nihat Hanım vardı. Hatta 2 Şubat 1928’de “Servet-i Fünun” dergisinde yayımlanan “Bir Macera” adını verdiği şiirini yine Nihat Hanım’a ithaf etmişti.

Hatta ve hatta karşılık bulamadığı aşkını 1927’de “Ne Kazandık”, “Kalbimde Aşkınız”; 1928’de “Ebedi”, “Yat ve Uyu”, “Bütün İnsanlara”, “Firar”, ve “Kudurmak” adını verdiği şiirlerinde anlattı.

Almanya yolları

Sabahattin, Yozgat’ta bir yıl geçirdi. İstanbul’a gitmek istiyordu. Dayısı da Ankara’da özel bir hastane açtığı için buradan ayrılıyordu.

Sabahattin, İstanbul’a tatile giderken Ankara’ya uğradı. Niyeti Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki tanıdığı kişilerin yanına gidip Yozgat’tan ayrılma isteğini dillendirmekti. Bu isimler onu dinledi ve genç bir öğretmen oluşunu vurgulayarak Avrupa’ya gitmesi konusuna dikkat çekti.

Sabahattin’in de aklına yatmıştı bu fikir. Kasım 1928’de Türkiye Cumhuriyeti tarafından eğitim amacıyla Almanya’ya gönderildi.

15 gün Berlin’de kaldı ve sonra Potsdam’a yerleşti. Dil öğrenmek en büyük kaygısıydı. Önce yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak yerleşti. Sonra da özel bir kurumda Almanca kursuna başladı.

Bir yandan da İstanbul’u ve karşılıksız aşkını çok özlüyordu. 1 Ocak 1929’da Nahit Hanım’a yeni yıl hediyesi bir şiir gönderdiyse de cevabını alamadı; içi çok kırgın ve özlem doluydu.

Kurstan sonra Berlin’de yatılı bir okula yerleşmişti. Almanya’da 6-7 yıl kadar kalacağını düşünüyordu; ama planlanan süre 4 yıldı. Sabahattin, ikinci yılını tamamlayamamıştı ki, Türkiye’ye döndü.

Nihal Atsız’ın kalemine göre, “Bu parazit Türkleri buradan atmalı!” diyen Alman öğrenciyi dövmüştü. Ayrıca Alman öğrencilere komünizm propagandaları yaptığı iddiası da vardı. Bu yüzden Almanya’dan dönüşü erken olmuştu.

Almanya dönüşü

Sabahattin, Mart 1930’da Almanya’dan döndü. İstanbul Yüksek Muallim Mektebi’nde yatılı okuyan “Nihal Atsız, Pertev Naili Boratav, Nihad Sâmi Banarlı ve Orhan Şaik Gökyay” gibi arkadaşlarının yanında kaldı. Bir süre sonra bu okulun müdürünün yardımıyla Bursa Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atandı.

Eylül 1930’da Gazi Terbiye Enstitüsü’nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girdi. Almanya’da geçirdiği süreç, ona Aydın Ortaokulu’nda Almanca Öğretmenliğini getirmişti. Ancak bir süre sonra komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma başlatıldı.

25 Mayıs 1931 tarihli “Vakit” gazetesinde, Sabahattin Ali’nin de adının yazılı olduğu isimlerin mahkeme için İstanbul’a sevk edildiği haberi yazılıydı. İki gün sonra da Sabahattin Ali’nin tutuksuz yargılanacağını yazacaktı. Ancak daha sonra derin soruşturmalar başlatıldı ve Sabahattin tutuklandı. 9 Eylül 1931’e kadar Aydın Hapishanesi’nde kaldı. Üzerinden 21 gün geçtiğinde ise Konya Ortaokulu’na Almanca Öğretmeni olarak atandı.

Aşk hayatı

Bir yazar tavrıyla aşk duygusunun kendisine âşıktı hep Sabahattin. Yozgat’ta olduğu zamanlarda Nahit Hanım’a, Almanya’da olduğu yıllarda Frolayn Puder’e, Aydın’da bir Miralayın kızına, Konya’da da öğrencisi Melahat Muhtar’a ve şarkıcılık yapan Muhsine’ye âşık oldu.

Melahat dışında hepsi de sadece aşka âşık olmaktı; çünkü platonikti. Sadece Melahat’tan aşkına karşılık bulmuştu. “Çocuklar Gibi” şiirini onun için yazdı. Bu şiire göre, Melahat öncesi aşkları birkaç günlük düşkünlüklerdi. Bu aşk da Sabahattin’in tutuklanması ile yarım kalacaktı.

Elbette bir gün aşkın tam karşılığı da gelecekti hayatına…

Ceza süreci

Sabahattin, 22 Aralık 1932’de, bir toplantıda okuduğu şiiriyle Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi devlet yöneticilerini yerdiği gerekçesiyle tekrar tutuklandı. Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Davaya temyizde üzerine iki ay daha eklenmişti. 14 aylık cezası başlamıştı. Burada Ayşe Sıtkı’ya mektuplar yazıyordu. Bir mektubunda olayı da anlatmıştı:

“Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs’ında falanca yerde Gazi’yi ima ve telmihen tahkiri tazammün eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat lehimde olduğu hâlde, müdde-i umumi yaranmak için mahkumiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkum etti. Temyiz, cezayı aleyhimde nakseti, cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yattım. 11 ayım kaldı demektir”.

Aldığı bu cezanın ardından 29 Nisan 1933’te 1249 sayılı kanun gereğince memurluk kaydı silindi. Daha sonra Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Burada bir iddiaya göre hapishane müdürü, Sabahattin Ali’yi cinayetten hüküm giymiş Mehmet Kuşüzümü adlı bir suçluya emanet etmişti. Kuşüzümü’nün ifadelerine göre Sabahattin Ali, geceleri sürekli okuyor, gündüzleri de bir sandık üzerine kuş gibi tüneyip bir şeyler yazıyordu.

Artık yaşamında değişen her şey Sabahattin’in dilinden geçmiş, kalemine yerleşmişti. Daha az konuşuyor, daha çok yazıyor ve okuyordu. Burada edindiği tecrübeler eserlerine konu olacaktı. Hikâyelerine, “Bir Şaka”, “ Kazlar”, “Kanal”, “Katil Osman”, “Çaydanlık”, “Bir Firar” adını verdi.

Sabahattin Ali, Cumhuriyet’in onuncu kuruluş yıl dönümü sebebiyle çıkan aftan yararlanarak, cezasının onuncu ay yedinci gününde serbest bırakıldı.

Yeniden görevine atanma çabaları

Artık tutuklu olduğu zamanlar geride kalmıştı. Sabahattin Ali, önce İstanbul’daki eş, dost, akrabasını ziyaret etti. Sonra da yönünü Ankara’ya çevirdi. Yeniden görevine atanmanın bir yolunu bulmalıydı.

İlk iş dönemin Orta Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemseddin Sirer ve Müsteşar Vekili Rıdvan Nafiz Edgüer’i buldu. Ne yapması gerektiğini öğrenmek istiyordu. Ancak tutuklanma gerekçesi sebebiyle kimse bu işe bulaşmak istemiyordu. Yine de Şemseddin Bey, durumu Hasan Ali Yücel’e aktardı. Yücel’in yardımları ile bir kurul toplandı ve Sabahattin Ali’nin öğretmenlik dışında bir başka göreve getirilmesine karar verildi.

Ancak Maarif Vekili, eski düşüncelerini değiştirmediğine göre atanmasını yanlış buluyordu; kurul kararını reddetti.

Bu arada Sabahattin gelecek iyi haberleri beklemekteydi. Beklerken de boş durmuyordu; küçük küçük tercümeler yapıyordu. Bu süreçte dayısı Rıfat Ali Ertüzün’ün evinde kaldı.

Bu arada Sabahattin Ali’den Atatürk ile ilgili bir kaside yazılması istendi. Bunun üzerine 15 Ocak 1934 tarihli Varlık dergisinin 13. Sayısında “Benim Aşkım” adını verdiği şiiri yayımlandı. Görevine atanabilmek için güzel bir fırsattı. Ancak yine de bir süre daha beklemesi gerekiyordu. Özellikle Maarif Vekilini ikna etmesi gerekiyordu. Sabahattin Ali, kendisine yakıştırılan “komünist” sıfatının doğru olmadığını ispat etmek istiyordu. Bunun için yazılar yazmıştı ve “Esirler” adlı eseri de halkevlerinde sahnelenecekti.

Sabahattin Ali, nihayetinde Atatürk’ten izin aldı ve Mayıs 1934’te Orta Tedrisat Şube Müdürlüğü’ne, daha sonra da asli görevi Milli Talim ve Terbiye’ye atandı.

Sabahattin Ali evlendi

Sabahattin Ali, görevine atanmak için beklerken arkadaşı Ayşe Hanım’a bir mektup yazdı. Mektubun sonunda da bir not vardı: “Benimle evlenir misin?”

Açık açık teklifini sunmuştu. Ancak gelen cevap pek de iç açıcı değildi. Ayşe Hanım 22 Şubat 1934’te yazmış olduğu mektubunda bu teklifin bir şaka olduğunu kabul ettiğini söyleyerek geri çevirdi. Sabahattin Ali, görevine atanmak amacında zorlanırken bir de üstüne reddedilmek onu üzmüştü.

Nihayet amacına ulaşıp görevine atandıktan sonra aklına yine evlilik fikri düşmüştü. Eski sevdalarından Nahit Hanım da evlenmişti. Belli ki Ayşe Hanım’ın da bu işe gönlü yoktu işte. Aklına Aliye Hanım düşüverdi.

Sabahattin Ali ve Aliye Hanım, İstanbul, Erenköy’de, 1932 yazında Eczacı Salih Başotaç’ın evinde tanışmışlardı. Yıllar sonra Aliye Hanım şöyle anlatacaktı tanışmalarını: “Grup halinde İçerenköy’de yapılan bir sünnet düğününe gittik. Dönmek istediğimizde Sabahattin yanımızda yoktu. Giderken kullandığımız lüks lambalı fenerle bir ağaç altında onu kitap okurken bulduk. Gidiyoruz dendiğinde kalktı ve feneri benim yüzüme tutarak gözlerimin içine uzun uzun baktı”.

Bu bakışlar Aliye Hanım’ın içine akmıştı, ancak yine de ilk görüşte aşk olduğu da söylenemezdi. Ama belli ki, izlerini de taşımıyor değildi. Sabahattin Ali tarafından bakılırsa, onu aklından hiç çıkarmamış, sadece gönlünde kondurduğu yerde kararsızdı. Ancak sonunda kararını verdi.

Şimdi Sabahattin Ali, Aliye Hanım ile evlenmek istiyordu. Ancak Sabahattin’in sicil kaydının bulunması Aliye’nin ailesini rahatsız etmişti; evlenmelerini istemediler. Sonra Aliye Hanım’ın da gönlü olduğu anlaşıldı da, ailesi de razı geldi.

Hemen ardından Sabahattin Ali, Ayşe Hanım’a bir mektup daha yazdı: “Mühim bir havadisim var. Evleniyorum. Hatta nişanlandım bile. Sen benim gibi kelepiri kaçırdığınla kal. Birisi “Niçin evleniyorsun” dese vereceğim cevap şudur: Çalışabilmek için… Ben kendimi her hususta idare edemiyorum. Halbuki muhakkak muntazam ve ölçülü bir hayata muhtacım ve ancak bu şekilde faydalı işler çıkarabilirim”.

Çift, 16 Mayıs 1935’te Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlendi. Ertesi gün de Ankara’da düğünleri oldu. Artık burada, Ulus’ta bir apartman dairesinde yaşamaya başladılar.

(Annesi Hüsniye Şenyuva, eşi Aliye Ali, kızı Filiz Ali ve kız kardeşi Süheyla Conkman)

Sen beni tamamlayansın

Sabahattin Ali, seçimine bağlanmış, hayata oradan tutunmuştu. Öyle ki, zamanla Aliye Hanım’a yazdığı mektuplar, en az öyküleri kadar ünlenecekti.

Söz kesildiği andan itibaren başladı Sabahattin Ali’nin mektupları. Her cümlesinde aşkı, artan heyecanı, tarifsiz özlemi vardı. Aliye Hanım’ı hayatının tamamlayıcısı ilan etmişti.

Bir mektubunda şu hisli cümlelerle dile getiriyordu bu aşkı: “Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku. Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin.”

Soyadı düzenlemesi

Ailesi, Soyadı Kanunu’nda “Şenyuva” soyadını almıştı. Ancak Sabahattin, babasının adı olan Ali’yi kullanmayı tercih etti. Yazdığı tüm yazıların sonunda imzası “Sabahattin Ali” şeklindeydi. Bu sebepten soyadını Ali olarak düzenlemek istedi. Ancak nüfus müdürlüğü buna izin vermedi.

O yine de imzasını kullanmaya, kendisini böyle tanıtmaya devam edecekti.

Askerlik ve sonrası

Sabahattin Ali, askerliğe 30 yaşına geldiğinde İstanbul Eski Harbiye’de başladı. 2 ay er, 6 ay yedek subay öğrencisi olarak eğitim gördü.

Askerliği boyunca Aliye Hanım’ı da bulunduğu şehirlerde hep yanında götürdü. Kızları Filiz de bu süreçte 1937’de doğdu.

Askerlik görevi bittiğinde de Sabahattin Ali, Musiki Muallim Mektebi’ne Türkçe Öğretmeni olarak atandı. Sonunda yine Ankara’ya yerleştiler.

İçimizdeki Şeytan

Ankara’da öğretmenlik görevi sırasında Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Niyazi Ağırnaslı gibi birçok isimle yakın dostluklar kurdu. İlerleyen dönemlerde de Devlet Konservatuarı’na atandı; burada Karl Albert’in asistanlığını yaptı.

Bir yandan da içine yönelmeye başlamıştı. Edebi çalışmalar üzerinde yoğun bir şekilde çalışıyordu. “İçimizdeki Şeytan”, 1939’da yayımlandı. Bu romanı siyasi tartışmalara sebep olmuştu. Öyle ki, Nihal Atsız karşılık olarak “İçimizdeki Şeytanlar” romanını yayımladı.

Bu sırada II. Dünya Savaşı öncesinde çıkarılan seferberlik sebebiyle Sabahattin Ali tekrar askere alındı. Görev yeri İstanbul’du ve 4 ay sürdü. Bu dönem, ona “Kürk Mantolu Madonna”yı getirmişti. Bugün dillere destan o romanını Sabahattin Ali, askerdeyken yazdı. 18 Aralık 1940 ve 8 Şubat 1941 arasında Hakikat Gazetesinde bölüm bölüm yayımlandı.

Ankara’daki çevresi de giderek genişlemişti. Artık daha çok tanınıyordu. Öyle ki, dönemin siyasileri ile dahi yakın ilişki içindeydi.

Tartışmaları ile Sabahattin Ali

Sabahattin Ali, ülkenin sol kesimi tarafından lüks ve burjuvazi yaşamından dolayı daha radikal tavırlara zorlanıyordu. Sağ kesim ise, sosyalist misyon yüklenmek istenen birinin Dil Kurumu Azalığı gibi görevlere getirilmesini onaylamıyordu.

Nihal Atsız yine devreye girmişti. 1 Nisan 1944’te Orhun Dergisi’ne Şükrü Saraçoğlu’na atfen bir yazı yayımladı. Sabahattin Ali’nin herkesçe bilinen bir komünist olduğunu, Hasan Ali Yücel’in şahsi sempatisi ile göreve getirildiğini ve ayrıca Atatürk başta olmak üzere birçok isme hakaret ettiğini yazmıştı. En sonunda onu “vatan haini” olarak nitelemiş ve devlet tarafından korunmasını kınamıştı.

Bu yazı üniversite öğrencisi ve halkı ayaklandırdı. Ardından Atsız da görevinden alındı. Ancak konu bu kadarla kapanmadı. Sabahattin Ali de Nihal Atsız’a hakaret davası açmıştı. Üçüncü duruşmanın ardından Nihal Atsız altı ay ceza aldı. Ancak mazisi temiz olduğundan ve milli tahrik gibi gerekçelerle cezası 4 aya düşürüldü ve tecil edildi.

Davanın ardından Sabahattin Ali tam görevinin başına dönmüştü ki, üçüncü kez askere çağrıldı. Bu sefer Çankırı’da bir buçuk ay kaldı ve mesleğine geri döndü.

Markopaşa Dergisi

1944’ten sonra Sabahattin Ali, Markopaşa, Malum Paşa, Ali Baba gibi yerlerdeki yazılarında daha sert bir dil kullanmaya başladı. Artık daha eleştirel bir tavırdaydı. Artık siyasetle daha çok ilgilenmek istiyordu.

1946’da İstanbul’a gitti; ailesini Ankara’da bırakmıştı. Aziz Nesin ile Markopaşa Dergisi’ni çıkardı. Aslında derginin tirajları iyiydi. Ancak bir süre sonra mizah yönünden çok siyasi olduğu görüşü artarak tartışmalar doğurdu. Artık dergide çıkan özellikle imzasız yazılar için davalar açılıyordu. Bizzat Sabahattin Ali adına açılmış oluyordu. İşte bu davalardan birinde yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’a ait olmasına rağmen, sorumlu Sabahattin Ali olduğundan kendisi tutuklandı. Bir süre İstanbul Paşakapısı Cezaevi’nde kaldı ve 10 Eylül 1947’de tahliye oldu. Ardından dergi kapatıldı ve Merhum Paşa ve Malum Paşa gazeteleri çıkartıldı.

İlerleyen zamanlarda bir tutuklanma kararı daha çıkartıldı; ama hayata geçirilmedi. Ali Baba dergisini çıkardı ve ilk önce “Sırça Köşk” öyküsünü yayımladı. Ancak bu öykü de Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı ve Sabahattin Ali, Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi. 31 Aralık 1947’de serbest bırakıldı. Dergi de kapatıldı.

Sabahattin Ali öldü

Sabahattin Ali, artık yurt dışına gitmek istiyordu; özellikle Fransa. Ancak kendisine pasaport verilmiyordu. Tamir edilmesi gereken bir arabası vardı. Mart 1948’de arabasını tamir ettirdi. “Edirne’ye peynir götüreceğim” diyerek sabaha karşı beşte bir süredir yanında kaldığı M. Ali Ciimcoz ile vedalaştı.

Elbette peynir sadece bahaneydi. Asıl amacı Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya ulaşmaktı. Pasaport alamadığı için kaçak yollardan amacına ulaşacaktı. Hakkındaki davalar uzayıp gidiyordu.

Sabahattin Ali, tanıştırıldığı Ali Ertekin ile Kırklareli’ye doğru kamyonla yol aldılar. Başta bir de şoför vardı. Sonra onu bırakıp yola ikisi devam etti. İlerleyen vakitlerde Ertekin, kitap okuduğu sırada Sabahattin Ali’yi, kafasına elindeki sopayla vurarak öldürdü.

Ertekin’in savcılığa verdiği ifadeye göre, Sabahattin Ali sınırı geçtikten sonra önce Bulgaristan, ardından Rusya’da çatışmalar yapacağını ve Türkiye’de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylemişti. Konuşmalarına bakılırsa Sabahattin Ali kötü bir insandı. Yol boyunca tartışmışlardı. Ve öldürme gerekçesi de, milli duygularını tahrikten başka bir şey değildi.

Sabahattin Ali’nin cansız bedenini 16 Haziran 1948’de bir çoban buldu; hemen jandarmaya bildirdi. Yapılan incelemelerden sonra cesedin kime ait olduğu teşhis edilemiyordu. Bulgaristan’da adam kaçıran bir şebeke vardı. İstanbul polisi şebekeyi çökertti. Ali Ertekin de bu şebekenin üyesiydi. Yakalanmıştı artık, Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf etti. Aslında idam ile cezalandırılmıştı; ama dört yıl hüküm giydi ve kısa bir süre sonra da serbest bırakıldı.

Ölümüne inanmayanlar da vardı. Elbette geride bıraktığı öyküleriyle romanlarıyla o zaten hiç ölmeyecekti. Tüm yaşamı boyunca aklından ve kalbinden koparıp yazdıklarıyla bir Sabahattin Ali geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , ,