Kaynak:Enson haber Biyografi
Kaynak:Enson haber Biyografi
Kaynak:Enson haber Biyografi
Eğitimci, şair ve
yazar (D. 28 Ocak 1895, İstanbul – Ö. 9 Temmuz 1974, İstanbul). Tam adı
Abdullah Mahir İz’dir. Dedesi Sadreyn (Rumeli ve Anadolu Kazaskerliği)
Müsteşarı ve Haremeyn (Mekke ve Medine kentlerinin toplu adı) mollası olan
Külâhizâde es-Seyyid Servet Efendi’dir. Babası, Külâhçızâde ailesinden Medine ve
Ankara kadılıklarında bulunmuş olan es-Seyyid İsmail Abdulhalim Efendi, annesi
bir şeyhülislâm ailesinden gelen Râife Hanım’dır. Prof. Fahir İz’in ağabeyidir.
İlk ve
ortaokulu babasının görev yaptığı Midilli, Balıkesir ve Isparta’da okuyarak
bitirdi. Medine’de okuyarak Arapçasını ilerletti. İstanbul Vefa
Lisesi’nde başladığı lise öğrenimini, Ankara Sultanisi (Lisesi) edebiyat bölümünde
okuyarak bitirdi (1916).
Mahir İz aynı
yıl bu okulun ilk kısmında Türkçe öğretmenliğine başladı. Büyük Millet Meclisi
(TBMM)’nde zabit kâtipliği yaptı. Millî Mücadele yıllarında Ankara’da bulunan
Mehmet Âkif’le Farsça, Fransızca ve edebiyat üzerinde çalışıp bilgisini
arttırdı. İstanbul İmam Hatip Okulu’nda öğretmenlik yaptığı sırada iki yıl
İstanbul Üniversitesi Kimya Bölümü’ne, bir yıl Hukuk Fakültesi’ne devam etti ve
Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu (1936). Dârülhilafe Medresesi’nde Türkçe dersleri
okuttu.
İstanbul’da ise
Halıcıoğlu ve Kuleli Askeri Liseleri ile Paşakapısı ve Davutpaşa
ortaokullarında çalıştıktan sonra Edremit Ortaokulu’na müdür olarak atandı. Üç
yıl sonra İstanbul’a naklederek, Beykoz Ortaokulu’nda görev aldı. 1938’de
Nişantaşı Ortaokulu Müdürü oldu. On yıl bu görevi sürdürdükten sonra, yedi yıl Haydarpaşa
Lisesi (1949-56)’nde, arkasından Çamlıca Kız Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği
yaptı. Bu sırada, bir yıl İstanbul İmam-Hatip Okulu Müdürlüğü yaparak emekliye
ayrıldı.
Mahir Hoca, aynı
yıl Taksim’de Yeni Kolej Müdürlüğü görevi ile yeniden eğitimciliğe döndü. Altı
ay sonra ise yeni açılan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü (İlahiyat
Fakültesi)’nde edebiyat, tasavvuf tarihi, hitabet (güzel konuşma) ve irşat
(uyarma, din yolunu gösterme) dersleri okuttu. On yıl süren bu yeni eğitimcilik
döneminden sonra ikinci kez emekli oldu. Yüksek İslâm Enstitüsü’ndeki hocalığı
sırasında, Bilimlere Yardım Cemiyeti’nin daveti üzerine Özel Fatih Erkek
Koleji’nin iki yıl müdürlüğünü üzerine alarak bu okulun kuruluşunda görev yaptı.
Mahir İz Bey, Mustafa Özdamar’ın anlatımıyla:
Aile çevresi, içinde yaşadığı olaylar ve elli yıl süren hocalık yaşamı
nedeniyle, devrin ileri gelen din, siyaset ve edebiyatçılarıyla yakın ilişkide
bulunmuş ve bunların kendi iman ve fikrine yakın olanlar ile dostluklar
kurmuştur. Ünlü İslam şairi Mehmet Âkif Ersoy da dostları arasındaydı.
Yaşamını, tanığı olduğu olayları ve tanıdığı kişileri anlatan anılarını “Yılların İzi” adıyla yayımladı. Sönmez
Neşriyat Şirketi’nin kuruluş yıllarında Yönetim Kurulu Başkanlığı ile İlim
Yayma Cemiyeti’nin Danışma ve Bilim Kurulu’nda çalıştı. İslamî İlimler
Araştırma Vakfı ile Türk Kültürü Vakfı’nın kurucuları arasında yer aldı.
Mahir Hoca’nın, yaşamı boyunca büyük bir aşk
ve azim ile devam ettiği hizmet yolu, kendisine özgü bir ihlâs (içtenlik) ve
kemal (olgunluk) ile yönettiği unutulmaz sohbetleri idi. Her yaştan ve her
kesimden insanla, derin bir hoşgörü ve içtenlik içinde konuşur, incitmeden ve
hissettirmeden onlara, iman ve hayat yolunda uyarırdı. İslamî yaşamın yurdumuzda
baskılar altındaki en sönük olduğu yıllardan, son günlerine kadar yüzlerce
gencin doğru yolu (Hak yolu) bulmasına aracı olmuştur. İslamî çizginin içinde
bulunan, Allah’a ve onun Resul’üne bağlanan herkesi kardeş sayarak kollarını
açan iman ve gönül eri bir insandı. 9 Temmuz 1974’de öldü ve Erenköy Sahray-ı
Cedid Mezarlığında toprağa verildi.
Mahir İz’in
şiirleri gençliğinde, Maksud Kamuran adıyla, Ankara çıkan “Sa’y”
dergisinde yayımlanmıştı. edebî ve sosyal konulu yazılarını Namık Yaz, bilim
konulu makalelerini Abdullah Söğüt imzasıyla yayımladı. Sonraki yıllarda yazı ve
şiirlerini Sebilürreşâd, Yeni İstiklâl, İslâm Düşüncesi, Bugün, Yeni
Asya, Sabah, Yeni İstanbul ve Diyanet Dergisi gibi dergi ve gazetelerinde
yayımladı. İslâmî
bilimler ve tasavvuf alanında döneminin tanınmış kişilerindendi. Hz. Adem’den
başlayarak bütün peygamberlerin, özellikle Hz. Muhammed’in Asr-ı Saadet, Hulefa-i
Raşidin, Emevi ve Abbasi devletleri ile diğer hilafet dönemlerinin ayrıntılı tarihini içeren Kısas-ı
Enbiya ve Tevârih-i Hulefâ idi Ahmet Cevdet Paşa’dan sadeleştirerek yayımlamıştı.
Sohbetlerine
geniş bir aydın çevresi katılır, ondan yararlanmaya çalışırdı. 27
Mayıs 1960 İhtilali’nden sonra, Kur’an-ı Kerim’in Latin harfleriyle basılması konusunda danışmanlık yapmak
üzere Diyanet İşleri Bakanlığı tarafından davet edildiği Ankara’daki bir
toplantıda, bunun yanlış olduğunu söyleyerek vazgeçilmesini sağladı. Aynı yıl
Diyanet İşleri Başkanlığı’nca hazırlanan Kur’an-ı Kerim Mealî adlı eserin redaksiyon heyetine
başkanlık yaptı. Eğitimci kişiliği, erdemi, vefalı dostluğu ve hoşsohbetleriyle
tanındı. Gerek derslerinde gerekse çevresinde pek çok bilim ve edebiyat adamının
yetişmesini sağladı.
ESERLERİ:
ARAŞTIRMA-İNCELEME:
Tasavvuf (1969, 9. bas. 2000), Peygamber
Efendimiz (Kısas-ı Enbiya eserinin Hz. Peygamber’in hayatına dair olan ilk
bölümü, 1982), Din ve Cemiyet (1972, 5. bas. 1998).
ANI: Yılların
İzi (1975).
SEÇKİ: Hoca’nın Seçtikleri (Yaşamı boyunca
seçerek derlediği şiirle).
MEAL-SADELEŞTİRME:
Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı
(Kural, Ankara 1961), Kısas-ı Enbiya ve Tevârih-i Hulefâ (Cevdet
Paşa’dan, 4 cilt, 1994).
KAYNAKÇA: Abdullah Mahir İz / Yılların İzi – Tasavvuf
(1997), Mahir İz Özel Sayısı , (Tohum dergisi, sayı: 85, Mart 1975), Uğur
Derman / Mahir Hocadan İzler (Kubbealtı Akademi Mecmuası, c. 6, sayı: l, s.
15-26, 1975), Osman Öztürk (İslâmî Edebiyat, sayı: 2, 1988), İhsan
Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) – Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001,
2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) – Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas.
2007) – Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3,
2013) – Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), M. Ertuğrul Düzdağ /
Hocam Mahir İz Bey ve Hatıralarım (Zaman, 24-30.8.1994), Mustafa Özdamar /
Mahir İz Hoca (1995), Mustafa Uzun / TDV İslâm Ansiklopedisi (c. 23, 2001),
Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Mustafa
Özdamar / Mahir İz Hoca (2014).
biyografya
Yazar. 7 Haziran 1952 tarihinde
İstanbul’da doğdu. Nişantaşı semtinde büyüdü ve ortaöğrenimini İstanbul Robert
Koleji (1970)’de bitirdi. Bir süre İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık
Fakültesi’nde okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik
Enstitüsü (1977)’den mezun oldu. Bitirdiği enstitüde yüksek lisans öğrenimi
gördü. Yirmi üç yaşında diğer uğraşılarını bırakarak yalnızca yazarlığı uğraş
edindi. Edebiyata 1970’li yılların başlarında “Yeditepe” dergisinde
yayımladığı şiirlerle girmişti. Sonra ağırlıklı olarak öykü, roman ve deneme
yazarlığına yöneldi.
Antalya Film Festivali kapsamında
düzenlenen bir yarışmada “Hançer”
adlı hikâyesiyle üçüncülük kazanmıştı. “Karanlık ve Işık” adlı roman
dosyasıyla 1979 Milliyet Roman Yarışmasında birincilik ödülünü Mehmet Eroğlu
ile paylaşarak adını duyurdu. “Cevdet Bey ve Oğulları” (1982) adı ile
yayımladığı aynı romanla 1983 Orhan Kemal, 1984 Madaralı roman ödüllerini
kazandı. “Sessiz Ev”in Fransızca çevirisiyle 1991 Prix de la Découverte Européene’i
kazandı. 1985’te yayımlanıp 1990’da pek çok dile çevrilen “Beyaz Kale” romanı
ile uluslararası bir üne kavuştu. 1985-88 yılları arasında New
York’ta Columbia Üniversitesinde “visiting scholar” olarak bulundu. “Kara
Kitap”ın (1990) Fransızca çevirisiyle Prix France Culture (ödülünü) aldı.
1991’de yazdığı tek senaryo filme çekildi. “Benim Adım Kırmızı” (1998) romanı ile
Fransa’da Prix Du Meilleur Livre Etranger, İtalya’da Grinzane Cavour (2002) ve
International Impac-Dublin ödüllerini (2003) kazandı. Pamuk’a Dublin şehri
adına bir belge ile birlikte yüz bin Euro’luk para ödülü verildi.
Orhan Pamuk’un romancılığı
“postmodern roman” kategorisinde değerlendirilmektedir. Eleştirmen Yıldız
Ecevit “Orhan Pamuk’u Okumak” adlı
kitabında onun avangard (öncü) romancılığını değerlendirmektedir. Özellikle “Beyaz Kale”, “Kara Kitap”, “Yeni Hayat”,
“Benim Adım Kırmızı” romanlarından
yola çıkarak, bize kendisini ve olayların gelişimini anlatır. Aynı şekilde
edebiyat tarihçisi Jale Parla da “Don Kişot’tan Günümüze Roman” adlı kapsamlı çalışmasında, “Benim Adım Kırmızı”dan hareketle Orhan
Pamuk’un eserlerini karşılaştırmalı edebiyat bağlamında irdeledi. Parla’ya göre
Pamuk, Türk romanının aldığı önemli dönemeçlerin sahibi olan bir yazardır.
Doğu-Batı sorunsalıyla estetik düzeyde hesaplaşmaya yönelen Ahmet Hamdi
Tanpınar ve Oğuz Atay gibi önemli yazarlardan birisidir. Bu sorunsalı kültürel
ve felsefi içerimleriyle edebiyatına taşımış, özellikle “Kara Kitap”ta bu tema bağlamında önemli, çok katmanlı bir edebi metin
örneği sergilemiştir.
“Dostoyevski ‘Ecinniler’de ateist sosyalizmin
yükselişe geçtiği bir dönemi anlatmakta ve bu siyasal ve metafiziksel sistemin
insanları nasıl bir boşluğun, kaosun ve şiddetin içine yuvarladığını
anlatmaktadır. ‘Kar’da ise ateist sosyalizm büyük bir yenilgiye uğradıktan
sonra siyasal ortamda meydana gelen boşlukta iki tarafa ayrılan eski
sosyalistleri ve bunların içine düştükleri kaosu anlatmaktadır. Bir kısım
sosyalistler (Muhtar ve Lacivert örneğinde olduğu gibi) siyasal
İslâm’da iyilik ve adalet istemlerini bulmaya çalışırken diğer bir kısım
sosyalistler (Kar örneğinde olduğu gibi) ateist, laik, Batıcı,
liberal karışımı bir fikir senteziyle aydınlığa kavuşacak bir Türkiye hayalini
gerçekleştirmeye çalışmışlardır. (…) Pamuk burada içgüdülerle
yaratılan sahte dünyaların en küçük bir olumsuzlukla yıkıldığını ustaca dile
getirmiştir.” (M. Mukadder Yakupoğlu)
“Pamuk, oyunu kurallarına göre oynadı; ‘’Benim Adım Kırmızı’’,
bilboardlara çıkan ilk roman unvanı kazandığında bakılan, görülen, seyredilen
yazarın çehresi oldu. Bir nesneyi iyi tanıyanlarla tanıtanların, tanımaya
dayanan bilgi ile tanıtmanın bilgisinin birbirinden tamamen koptuğu reklam dili
seçilmiş, iç metinle dış metin uyumu çatlamıştı. İçeriğini toplumsal ilginin
belirlediği ‘’Kar’’ı, bu çatlağı yeni bir uyum düzleminde kapatmak yolunda
atılmış bir adım olarak değerlendirmek gerekir. ‘’İstanbul, Hatıralar ve
Şehir’’de ise iç ve dış metinler starlık müessesesinin kuralları içerisinde
-korkarım ki bir daha hiç ayrılmamacasına- tamamıyla örtüşüyorlar.” (Ömer Türkeş)
ESERLERİ:
ROMAN: Cevdet Bey ve Oğulları (1982),
Sessiz Ev (1983), Beyaz Kale (1985), Kara Kitap (1990),
Yeni Hayat (1994), Benim Adım Kırmızı (1998), Kar (2002),
Masumiyet Müzesi (İstanbul 2008).
SENARYO: Gizli Yüz (1992).
ANI / DENEME: Öteki Renkler-Seçme
Yazılar ve Bir Hikâye (1999), İstanbul (2003), İstanbul:
Hatıralar ve Şehir (anı, İstanbul 2003), Babamın
Bavulu (anı, İstanbul 2007), Manzaradan Parçalar (yazılarından ve söyleşilerinden
seçmeler, 2010), Saf ve Düşünceli Romancı (Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton Dersleri, 2011).
HAKKINDA:
Yıldız Ecevit / Orhan Pamuk’u Okumak (1996), Enis Batur / Roman Okumaktansa
Yazarının Canına Okumak (Cumhuriyet Kitap, 18.2.1999), Oral Çalışlar / “Kar”
ile Yine Eleştirilerin Odağında: Orhan Pamuk (Cumhuriyet Kitap, 1.3.2002), M.
Tatyana Moran / Orhan Pamuk versus A.H. Tanpınar (Cumhuriyet Kitap, 25.4.2002),
“Kar” Sinemaya Uyarlanıyor (Hürriyet gazetesi, 27.5.2002), Necmiye Alpay /
“Bakışları Arasında” Töre (Radikal Kitap, 6.10.2002), Fatih Altaylı / Kara
Yazar (Hürriyet, 11.2.2005), Hürriyet (8.11.2005), İhsan Işık / TEKAA (2006).
biyografya
Şair ve yazar
(D. 13 Nisan 1914, Beykoz / İstanbul – Ö. 14 Kasım 1950, İstanbul). İlk birkaç
şiirinde Mehmet Ali Sel imzasını da kullandı. Cumhurbaşkanlığı Armoni
Orkestrası Şefi Veli Kanık’ın oğlu. Çocukluk yıllarını İstanbul’da geçirdi. 1921
yılında Beşiktaş Akaretler İlkokuluna yazıldı. Daha sonra Galatasaray Lisesinin
ilk kısmına nakledildi. 1925 yılında babasının tayini nedeniyle Ankara’ya
göçtüler. İlkokulun son sınıfını Ankara’da, Gazi Mustafa Kemal İlk Mektebinde
okudu. 1932 yılında Ankara Gazi Lisesini bitirdi. 1933 yılında İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne girdi.
Üç yıl sonra buradaki
öğrenimini yarım bırakarak, 1935 yılında bir süre yardımcı öğretmen olarak
çalıştı. Arkasından Ankara’ya dönerek, 1936 yılında PTT Umum Müdürlüğü Telgraf
İşleri Reisliği Milletlerarası Nizamlar Bürosunda memuriyete başladı. 1942-44
yılları arasında Gelibolu’da yedek subay olarak askerliğini yaptı. Askerlik
dönüşü, Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosunda çalışmaya başladı. 1945’te
başladığı görevinden 1947’de istifa ederek ayrıldı. 10 Kasım 1950’de, Ankara’da
karanlık bir sokakta yürürken bir çukura düşerek başından yaralandı. 13
Kasım’da İstanbul’a gitti. Baş ağrısı şikâyetiyle yatırıldığı hastanede alkol
zehirlenmesi teşhisi konularak tedaviye alındı. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Hastanesinde öldüğünde, ölüm sebebinin beyin kanaması olduğu anlaşıldı. Aşiyan Mezarlığında toprağa
verildi.
Şiire çocuk
yaşlarda ilgi duyan Orhan Veli’nin “Anneme” adlı ilk şiiri, Balıkesir’de
çıkan Gençleryolu dergisinin 15 Mayıs 1929 tarihli 6. sayısında
yayımlandı.
Lise yıllarında,
Ankara Erkek Lisesinin yayın organı Sesimiz dergisinde de çalışmaları
yayımlanan Orhan Veli, asıl çıkışını yaptığı Varlık dergisinde 1936
yılından itibaren görünmeye başladı. İlk şiirlerinde Necip Fazıl etkisinde
görünen Orhan Veli’nin Garip tarzındaki ilk şiirleri, Varlık dergisinin
15 Eylül 1937 tarihli sayısında yayımlandı. Bu tarihten itibaren, liseden
arkadaş olan üç şair; Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday
birlikte hareket ederek aynı tarzda şiirler yazdılar. Ortaya koydukları yeni
tarzın “garip” bulunması üzerine anlayışlarını “Garip” olarak adlandırdılar.
Yazdıkları şiiri, yapmak istedikleri işi ortaya koyan bildiriyi Orhan Veli
kaleme aldı. Bu bildiri “Garip” başlığıyla Varlık dergisinin 154.
sayısında (1 Aralık 1939’da) yayımlandı. Garip şiirinin çıkış bildirisi,
1941 yılında üç arkadaşın ortaklaşa yayımladıkları “Garip” adlı ortak
esere önsöz olarak konuldu. Bu eserde Orhan Veli’nin yirmi dört, Oktay Rifat’ın
yirmi bir, Melih Cevdet Anday’ın on altı şiiri vardır.
Özellikle bu tarihten
sonra Garip akımı Türk şiirinde rüzgâr gibi esmeye başladı. Bütün kuralları
bozulmuş, Cumhuriyetin başlarında plânlanan hece şiiri Garip’in müdahalesiyle
tamamlanmamış bir proje olarak kaldı. Garip’in Türk şiirine gelişi de, gidişi
de hızlıdır. İlk başlarda herkesi etkisi altına alan akım daha Orhan Veli’nin
sağlığında terk edilmeye başlandı. Akım, en önemli işlevini İkinci Yeninin
yolunu açarak yerine getirmiş oldu. Yine de Garip hareketi doğrultusunda
yazılan şiirler, modern Türk şiiri içinde uzun yıllar en geniş okuyucu kesimine
sahip oldu.
Orhan Veli’nin,
birlikte çıkış yaptıkları arkadaşlarıyla yolları 1945’te ayrıldı. Garip’in
ikinci baskısından Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’ın şiirleri çıkarıldı.
1945 basım tarihli “Garip”te, sadece Orhan Veli’nin şiirleri vardır.
Oktay Rifat’la ortaklaşa yazıp imzaladıkları “Ağaç” ile “Kuş ve
Bulut” şiirleri bile kitap dışı bırakıldı. Orhan Veli’nin bu davranışı, tek
başına akıma sahip çıktığı anlamına gelmektedir. Oktay Rifat ve Melih Cevdet
Anday daha sonra İkinci Yeni akımının etkisine girdiler. Fakat son şiirlerinde
ilk başta koydukları kuralları esneterek şiir yazmaya başlayan Orhan Veli de
tekrar “şairaneye” dönme eğilimleri gösterdi.
Orhan Veli Kanık’ın şiirleri dört dönemde
incelenebilir:
1. İlk şiirleri 1936-40 yılları arasında gençlik
eğilimlerini işlediği; resim ve müzik etkisindeki biçimce hececilere yakın
fakat arayış içinde olduğu belli olan 38 şiiri kapsar. 2. Garip dönemi de dört
yıl sürer: 1941-45. “Bu kitap sizi alışılmış şeylerden şüpheye davet
edecektir” kuşak-bandıyla satılan Garip kitabını da Orhan Veli hazırlar. Bu
küçük kitapta küçük insanın yaşayışı, aşk, çocukluk, yaşama sevinci, savaş
karşıtlığı ve İstanbul çok işlenen temalardır. 3. Garip sonrası döneminde şiir
eleştirileri yayımlar: 1945-49. Küçük öykücüklü şiirlerle birlikte folkloru da
işler. 4. Yaprak dergisi 1 Ocak 1949-15 Haziran 1950 tarihleri arasında
28 sayı çıkar. Yarı edebî yarı siyasi bir kavga dergisidir. (Dergi, Orhan
Veli’nin ölümü üzerine arkadaşları tarafından anısına saygı olarak “Son
Yaprak” adıyla bir sayı daha çıkarıldı.) Memet Fuat’ın şairin başyapıtı
saydığı İstanbul’u Dinliyorum şiiri de bu döneme aittir.
1946 yılında
ikinci kitabı Destan Gibi’yi, 1947’de üçüncü kitabı Yenisi’ni
çıkardı. 1947 yılında, Fransız şiirinden yaptığı tercümeleri Fransız Şiiri
Antolojisi’nde topladı. 1948’de, Şevket Rado’nun isteğiyle La Fontaine’in
Masalları’nı dilimize kazandırdı. 1949’da,
sağlığında yayımlanan son şiir kitabı Karşı’yı çıkardı. Ölümünden sonra, eserlerinin yeni
basımları Varlık, Can, Adam ve Yapı Kredi yayınlarınca yapıldı. Asım Bezirci,
Memet Fuat eserleri hazırladı. Sözlüklü, açıklamalı, karşılaştırmalı basımları
yapılmadı. Şiirleri tek kişilik oyunlar biçiminde Müşfik Kenter, Sönmez Atasoy
gibi tiyatro sanatçılarınca sahnede seslendirildi.
Orhan Veli İçin Ne Dediler?
“Orhan Veli,
Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in şiiri, dar ve özel anlamda gerçekçi
bir şiir. Yaşamak için gerekli yaşamayı, ekmeği kazanmak
cinsinden bir yaşamayı, toplumdaki yanından ve düz olarak anlatıyorlardı.
Şiir ‘fevkalâde’nin değil, ‘alelâde’nin anlatılışıydı. Şairanelik
alay konusu olmuştu. Kelime şiirde ve düzyazıda farklı kullanışta
değildi. Savaş gibi güçlü bir şoktu bu şiir. (…) Türk şiirinin
üstüne bir Roma kartalı gibi hegemonya kanatlarını germişti.” (Sezai
Karakoç)
***
“Bizim kuşak
Orhan Veli’nin Garip’yle şiirin farkına vardı.” (Turgut Uyar)
***
“Orhan
Veli’nin kavgası edebiyatımızın en büyük kavgasıdır, buna inanıyorum.
Bu kavganın yurdumuzdaki bütün şiir köklerini büyük büyük ırgalayan bir
işlevi oldu. Irmağın yatağını daha doğal bir vadiye indirdi.” (Cemal
Süreya)
***
“Dönüp arkamıza bakınca, ‘Garip Hareketi’nin
şiirimizdeki ‘tahribatını’ daha açık görmekteyiz: Türk şiiri, geleneksel sesini
yenileyecek yerde, onu ‘kaybetmiş’; handiyse ‘çeviri şiir’ kılığına girmiştir;
genç şairlerin çoğu, vezindir kafiyedir ahenktir imgedir vb. şiir altyapısını
bilmiyor; bir ‘tekerleme’ bulup, iki de ‘espriyle’ destekledi mi, ‘şiiri
kurtardım’ sanıyor; dahası, şiirin hemen bir çağrışım yükü taşımayan uydurma
kelimelerle yazılması, buna özellikle dikkat edilmesi; bu da yazılanın duyarlık
ve etkileme gücünü azaltıyor-, hasılı, ülkemizde mizah nasıl dönüp dolaşıp
‘sululuk’ hâline gelmişse; şiir de öyle, ya kelime cambazlığı, ya alaycı
tekerleme, ya da söz soytarılığı düzeyine indirilmiştir; bunda elbette
Garip’çilerin vebali çok!
“Yazık
oldu Türk şiirine! (Attila İlhan)
***
“Orhan Veli’nin getirdiği küçük adam’ın, bu
adamın değerlerinin bir katkısı oldu mu Türk şiirine, Türk kişisinin dünyayı
algılamasına? Bir aşamaydı; sonradan sağlıklılık ve bağışıklık verecek,
geçirilmesi, yaşanması önlenemez bir kızamıktı. Getirdiği insan yaşasaydı
(aslında kıyıda köşede bugün de yaşıyor ama biraz daha değişmiş bir biçimde)
sürdüremezdi keyifli küçüklüğünü. Bana kalırsa, getirdiği insan anlayışı
açısından büyük bir deneydir Türk şiiri için. Farkına varmadan, bilmeden bütün
potansiyelleri bir gülümsemeye bozmuştur. Bu, bir ihanet değildir kuşkusuz.
Bugün farkına vardığımız bir sonuçtur. Geleneği gelişmemiş bir ülkede şiirden
şairaneliği sürüp çıkarırken, başka bir takım değerleri de sürüp çıkarmakta
olduğunun bilincine varmamış olması, bağışlanamaz. (İkinci Yeni denilen şiirin
haklılığı, aşırılığı biraz da bu yüzdendir: küçük de olsa, büyük de olsa, bir
‘insan’ dramının varlığını gözden kaçırmamak değil yaşayıp durmak.” (Turgut Uyar)
ESERLERİ:
ŞİİR:
Garip
(Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’la birlikte, 1941; yalnız kendi şiirleri,
1945), Vazgeçemediğim (1945), Destan Gibi (1946), Yenisi
(1947), Karşı (1949), Orhan Veli Bütün Şiirleri (1951), Çeviri
Şiirleri (1982), Sakın
Şaşırma (Seçmeler) (2002), Bütün Şiirleri (2003).
DİĞER ESERLERİ:
La Fontaine’nin
Masalları (2 kitap, 1943), Nasrettin Hoca Hikâyeleri (1949), Orhan
Veli / Nesir Yazıları (1953), Bütün Yazıları–I (1982), Bütün
Yazıları–II (1982), Şevket Rado’ya Mektuplar (haz. Emin
Nedret İşli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday ile mektuplaşmaları, 2002).
KAYNAKÇA: Oktay Akbal / Modern Şiirimizin Triosu
(Uyanış, 25.9.1941) – Şair Dostlarım / Orhan Veli (1.2.1952), Baha Dülger /
Orhan Veli’yle Konuşma (Tasvir, 21.3.1947), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998)
– Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors
(2005) – Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 4, 2013) – Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Cemal Süreya / Şapkam Dolu
Çiçekle (3. baskı, 1991) – Güvercin Curnatası (1997), Milliyet Sanat Garip
Şiiri Özel Sayısı (Milliyet Sanat, 1.11.1991), Hikmet Altınkaynak / Yeni Türk
Şiiri ve Orhan Veli Kanık (Yaşasın Edebiyat, sayı: 15, Ocak 1999) – Dünyayı
Paylaşan Yazarlar (2001), Sadun Tanju / Eski Dostlar (2002), İbrahim Oluklu / Seni Yazarak (Balıkesir, 2003).
biyografya
Titus Maccius Plautus, Latin yazarı (Umbria/Sarsina İÖ 254 – Roma İÖ 184). Ömrü boyunca yazdığına inanılan 130 komedinin hepsinin onun olmadığını, başka yazarların ürünlerinin de ona maledildiğini söyleyenler inandırıcı kanıtlar ileri sürerler. Kesinlikle onun olduğu bilinen 21 eserden yalnız biri yitiktir, ötekiler tam metin olarak elde bulunur.
Ardından gelenlerin etkisinde kaldıkları, taklit etmek zorunda oldukları en başarılı eserleri arasında şunlar başta gelir: Amphitrion, Çömlek (Aulularia), İkizler (Menaechmi), Hortlak (Mostella-ria), Casina, Palavracı, Asker (Miles Gloriosus), Poenulus (Kartalcı), Asi-naira (Eşek Arısı), Çifte Bakhisler (Bacchides), Captivi (Tutsaklar), Cis-tellaria (Çekmece), Buğday Kurdu (Curculio), Epidicus (Tecimen), Mer-cator, Persa (İranlı), Pseudolus (Aldatıcı); Üç Akçalık Kişi (Trinummus), Truculentus (Avanak), Rudens (Urgan), Vidularia (Çanta), vb.
Konularını ve tekniğini eski Yunan tiyatrosundan alan Plautus, Terentius gibi seçkinlere değil, günlük Latince ile yığınlara seslenen bir halk yazarıdır.
Eleştirdiği ortam Roma toplumu ve yaşamıdır. Amacı güldürmek, bu yolla insan kusurlarını sergilemek, dolaylı yoldan katharsis denen tutkuların arıtılmasına yönelmektir. Kalıplaşmış tiplerin yanı sıra (palavracı, dalkavuk, cimri, hileci, iki yüzlü) yalnız Roma’ya özgü yerli kişilikler de yer alır. Koşukla (nazımla) yazılmış oyunların üçte biri cantica müzikli bölümlerdir. Diverbium denen konuşmalar (diyaloglar) bile konuşma diline yatkın ezgilerle güçlendirilir. Başta açıklayıcı bir önsöz eseri ve seyircileri tanıtıp uyarır, kaynakları belirtir, amacı özetler.
kaynak:nkfu
Mizancı Murat ya da Mehmet Murat Bey, yazar (Dağıstan / Huraki 1854 – İstanbul 1917); hep aynı adla değişik yerlerde çıkardığı gazetesinin adıyla da anılır: Mizancı.
Doğduğu bölgede öğrenim gördü. Rus baskısı karşısında 20 yaşına gelmeden İstanbul’a kaçtı (1873). Memurluklar yaptı, tarih öğretmenliğine atandı, gazete yazarlığına başladı (Vakit, İttihat), 1882’de Darülmuallimin (öğretmen okulu) yöneticiliği de verildi, birkaç yıl sonra gazetesini kurdu (21 Ağustos 1886).
Bu haftalık siyasal gazetenin 159. sayısında yayımına son vermek zorunda kaldı (2 Aralık 1890). Bir süre Düyun-i Umumiye’de çalıştıktan sonra çağının Jön Türk kuşağı gibi Avrupa’ya kaçtı (1895). Mizan’ı Kahire’de (Ocak 1896), II. Abdülhamit’in uyarılarıyla oradan da sürülünce Paris’te çıkardı (Temmuz 1896), Ahmet Rıza çevresinde biriken Jön Türklerin bir bölümüne baş oldu. Cenevre’ye geçerek gazetesini de orada yayımladı (Mayıs 1897).
Yurda dönünce (14 Ağustos 1897), Şurayı Devlet üyeliğiyle 1908’e kadar kişisel çıkarlarını yoluna koymuş oldu. İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle Mizan’ı yeniden çıkarmaya başladıysa da (30 Temmuz 1908), ilk adımda İttihatçılardan tepki gördü, 31 Mart 1909’daki (13 Nisan) gerici eylemde etkinliği olduğu kanısıyla Rodos’a sürüldü, Midilli’ye geçirildi (1911), 1912 affıyla İstanbul’a döndü, Hürriyet ve İtilaf Partisi’nden yana birkaç yazıyla okur ilgisini büsbütün yitirince bütün vaktini özel alanı olan tarih çalışmalarına verdi.
Başlıca eserleri: Özyaşamsal doğrulara ve kişisel eleştirilere dayalı en ilginç romanı Turfanda mı, Turfan mı? (1891), bugünkü dille Mansur Bey, Ertuğrul Düzdağ’ın emeğiyle 1972’de yayımlandı), Tarih-i Ebü’l Faruk (Osmanlı Tarihi, 7 cilt, 1909-1916), Taharri-i İstikbal (Gelecek Arayışı, iki cilt, 1913-1914).
kaynak:nkfu
Gaius PLİNİUS, (23 – 79)
Eski Roma’nın ünlü yazarlarındandır. Önceleri Roma ordusunda hizmet gördü. İlk eserlerinden biri «At Üzerinde Mızrak Kullanma Sanatı» adındadır. Girdiği savaşlarda başından geçenleri not ediyor, sonradan bunları yazıyordu. Bu arada «Germenler Ülkesinde Romalılar’ın Savaşları» adlı yirmi ciltlik bir eser yazdı. Bugüne yalnız 37 bölümlük bir «Devrimizin Tarihi» kalmıştır. Plinius «Tabiat Bilgisi» adını taşıyan eserinde, tabiat bilgisinden başka, astronomi, fizik, coğrafya, tarım, ticaret, tıp, hatta sanatlardan bahsetmiş, böylece 20 ciltlik bir eser de meydana getirmiştir.
79 yılında Vezüv Yanardağı püskürdüğü sırada Plinius Roma donanmasının amirali bulunuyordu. Felâket başladığı zaman hemen gemilerle Pompei’ye koştu, felakete uğrayanları kurtarmak için çalıştı. Vezüv’ün tepesinde öldüğü söylenirse de sonradan elde edilen belgelere göre, dalgalar kıyıdan uzaklaşınca, Stabies’te karaya çıkmış, orada yanardağdan çıkan kükürtlü gazlardan zehirlenerek ölmüştür.
kaynak:nkfu
Carlos Baker; (d. 5 Mayıs 1909, Biddeford, Maine – ö. 18 Nisan 1987, Princeton, New Jersey, ABD), romancı, eleştirmen ve öğretim üyesidir. Percy Bysshe Shelley ve Ernest Hemingway üzerine yazdığı yetkin, önyargısız yaşamöyküleriyle tanınır.
1940’ta Princeton Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı; 1951’de aynı üniversitede İngiliz edebiyatı dersleri vermeye başladı. Shelley’s Major Poetry: The Fabric of a Vision (1948; Shellev’nin Önemli Şiirleri: Bir Hayalin Dokusu) adlı yapıtında Shelley’ nin şiirine yansıyan iç dünyası üzerinde durur ve şairin yaşamını çevreleyen dış koşullan büyük ölçüde göz ardı eder. Edebi bir kronoloji izleyerek şairin kişisel değişimini ve çok yönlü kişiliğini şiirleri aracılığıyla ortaya çıkarır. Baker’ın Hemingway: The Writer as Artist (1952; Hemingway: Bir Sanatçı Olarak Yazar) adlı yapıtı, Hemingway üzerine yazılmış en güvenilir çalışmalardan biri kabul edilir. Hemingway’i ve kuşağını anlatan bu yapıt, sanatçının romanlarının ahlaki ve estetik eleştirisini de içerir. Hemingway üzerine iki ayrı çalışması daha olan ve ona ilişkin eleştirileri bir kitapta derleyen Baker, Hemingway’in mektuplarını da kapsamlı bir kitapta toplamıştır.
kaynak:nkfu
Eliza Orzeszkowa; (d. 25 Mayıs 1841, Milkowszczyzna, Polonya – ö. 18 Mayıs 1910, Grodno, Rus Çarlığı), yaşadığı dönemin en ünlü Polonyalı romancılarındandır. Yapıtları, başarısız Ocak Ayaklanması’nın sosyal adalet, eşitlik, bireysel özgürlük ve kardeşlik ideallerini etkilemiştir.
Taşralı varlıklı bir ailenin kızıydı. On yedi yaşındayken bir toprak sahibiyle evlendi. On bir yıl sonra boşanıp Grodno’ya yerleşti. 1879’da bir kitapçı dükkânı ve yayınevi açtı. 1878’de yayımladığı Meir Ezofowicz adlı romanda, Beyaz Rusya’nın küçük bir kasabasında oturan Yahudilerin yaşamlarını sergiledi ve Yahudi cemaatine karşı hoşgörüden çok, asimilasyon politikasının izlenmesi gerektiğini savundu. Yayınevi ve kitapçı dükkânı 1882’de Rus yetkililerce kapatıldı ve Orzeszkowa beş yıl gözetim altında tutuldu.
Orzeszkowa’nın tanınmış köy romanları arasında, yoksul çiftçilerin cahilliğini ve boş inançlarını çarpıcı bir biçimde yansıttığı Dziurdziowie (1885) ile bir balıkçının kültürlü ve ruh hastası bir kentli kıza olan aşkının trajik öyküsü Cham (1888; Kaba Saba Adam) yer alır. Başyapıtı sayılan Nad Niemnen (1888; Neman Kıyılarında) Litvanya’daki Polonyalıları, Bene nati (1892; İyi Aile Çocuğu) küçük köylerin yoksullaşmış toprak sahiplerini konu alır.
kaynak:nkfu
Liam O’Flaherty; (d. 28 Ağustos 1896, Inishmore, Aran Adaları, Galway – ö. 7 Eylül 1984, Dublin, İrlanda), İrlanda rönesansının önde gelen adlarından romancı ve öykü yazarıdır. Yapıtlarında katı bir doğalcılıkla şiirsel bir anlatım, keskin bir yergi ve psikolojik çözümlemeleri kaynaştırmış, İrlanda halkının cesaretine ve kararlılığına duyduğu saygıyı dile getirmiştir.
Rahiplik eğitimini yanda bıraktıktan sonra I. Dünya Savaşı sırasında orduda görev aldı ve Güney Amerika, Kanada, ABD ve Ortadoğu’da orman, maden ve fabrika işçiliği, bulaşıkçılık, tayfalık ve banka memurluğu gibi çeşitli işlerde çalıştı. İrlanda’da devrimci etkinliklere katıldıktan sonra 1922’de İngiltere’ye yerleşti. 1920’lerin ortalarında yeniden İrlanda’ya döndü. Yapıtları arasında, büyük başarı kazanan ilk romanı Thy Neighbour’s Wife (1923; Komşunuzun Kansı), uzak bir adada huzur arayan eski bir askerin öyküsü The Black Soul (1924; Karanlık Ruh), arkadaşını ele veren İrlandalı bir devrimciyi konu alan ve 1935’te John Ford tarafından aynı adla filme çekilen The Informer (1925; Muhbir, 1972), bir köy rahibiyle bir öğretmen arasındaki çatışmayı anlatan Skerrett (1932), 1840’larda İrlanda’da yaşanan kıtlığın küçük bir topluluğun üyeleri üzerindeki etkisini irdeleyen Famine (1937; Kıtlık, 1973), Short Stories (1937; Öyküler), 1916 Paskalya Ayaklanması’nı konu alan romanı Insurrection (1950; Boyun Eğmeyeceksin, 1983) ile bazı başka romanlar ve öykü kitapları sayılabilir. Otobiyografisi Shame the Devil (Şeytan Utansın) 1934’te yayımlanmıştır.
kaynak:nkfu
Seán Ó Faoláin; (d. 22 Şubat 1900, Cork – ö. 20 Nisan 1991, Dublin, İrlanda), İrlandalı romancı, öykü ve yaşamöyküsü yazarıdır. İrlanda’nın orta ve alt sınıfları üzerine, genellikle milliyetçi mücadelenin gerilemesini ve İrlanda Katoliklerinin başarısızlıklarını konu alan yapıtlar yazmıştır. Bu yapıtlar, 20. yüzyılın başındaki İrlanda rönesansının etkisiyle İrlanda kültürüne duyulan ilginin artışını yansıtır.
O’Faolain 1918-21 arasında İrlanda ayaklanmasına katıldı. Dublin’deki İrlanda Ulusal Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi’nde lisansüstü çalışmasını tamamladıktan sonra İngiltere ve ABD’deki çeşitli lise ve üniversitelerde Gaelce, İngiliz-İrlanda edebiyatı ve İngilizce dersleri verdi. İrlanda’ya döndükten sonra bir süre daha öğretmenliği sürdürdü. İlk öykü kitabı Midsummer Night Madness and Other Stories (1932; Bir Yaz Gecesi Çılgınlığı ve Başka Öyküler) ve Paskalya Ayaklanması (1916) ile Serbest İrlanda Devleti’nin kuruluşu (1921) arasındaki dönemde geçen A Nest of Simple Folk (1933; Basit Halkın Yuvası) romanının başarı kazanmasından sonra bütün zamanını yazmaya verdi. Yalnızca dört romanı vardır. Bird Alone (1936; Yalnız Kuş) ve Come Back to Erin’de (1940; İrlanda’ya Geri Dön) olduğu gibi, öteki iki romanında da aşağı orta sınıfa karşı ayaklanan ve sınıf atlamaya çalışan kahramanları konu alır. Sonraki yıllarda yazdığı öykü, deneme, yaşamöyküsü ve gezi yazıları, çağdaş İrlanda’daki yaşamı yüceltmeden ama sıcak ve gerçekçi bir yaklaşımla betimler. Dinsel sansüre, İrlandalı din adamlarının darkafalılığına ve katı aile geleneklerine yönelttiği eleştirilerle tartışmalara yol açan O’Faolain’in tanınmış yapıtları arasında A Life of Daniel O’Connell (1938; Daniel O’Connell’ın Yaşamı) ve otobiyografisi Vive Moi! (1964; Yaşasın Ben!) sayılabilir. The Irish, a Character Study (1949; İrlandalılar, Bir Karakter İncelemesi) ve An Irish Journey (1940, Bir İrlanda Yolculuğu) adlı yapıtlarında İrlandalılan tarihsel bir bakışla ele alır. Selected Stories”i (Seçme Öyküler) 1978’de, And Again? (Gene mi?) adlı romanı 1979’da, The Collected Stories of Sean O’Faolain I (Sean O’Faolain’in Toplu Öyküleri, I) 1980’de yayımlanmıştır.
O’Faolain 1940-46 arasında, Dublin’de yayımlanan The Bell adlı edebiyat dergisinin yayın yönetmenliğini, 1957-59 arasında da İrlanda Sanat Konseyi başkanlığını yapmıştır.
kaynak:nkfu
Asıl adı Kemal Sadık Göğceli olan Yaşar Kemal, 1923 yılında Adana’nın Osmaniye İlçesi’ne bağlı Hemite Köyü’nde doğdu.
Henüz ortaokul sıralarındayken halk yazınına duyduğu ilgi, onu folklor derlemeleri yapmaya yöneltti. O dönemde şiirleri, Adana Halkevi’nin yayını olan “Görüşler Dergisi” nde yayımlandı. Ortaokulun son sınıfındayken okulu bırakmak zorunda kalarak; ırgatlık, amelebaşılık, pirinç tarlalarında su bekçiliği, arzuhalcilik, öğretmenlik, kütüphane memurluğu gibi işlerde çalıştı.
Bu arada Ülke, Kovan, Millet, Beşpınar Dergilerinde, şiirleri görüldü. 1951 yılında İstanbul’a yerleşerek, Cumhuriyet Gazetesi’nde fıkra ile röportaj yazarlığı yapmaya başladı. “Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün” başlıklı röportajıyla, Gazeteciler Cemiyeti Özel Başarı Armağanı’nı kazandı.
O yıllarda öyküleriyle de ilgi çeken sanatçının, 1952 yılında “Sarı Sıcak” adlı öykü kitabı yayımlandı. İlk romanı “İnce Memed” 1955 yılında çıktı. 1955-1984 yılları arasında öykü, roman, röportaj ile makalelerinden oluşan 33 kitabı yayımlandı. Yaşar Kemal, ilk romanı “İnce Memed” ile 1955 yılında Varlık Roman Armağanı’nı kazandı. 1974 yılında “Demirciler Çarşısı Cinayeti” adlı yapıtı, Madaralı Roman Ödülü’nü aldı. “Yer Demir Gök Bakır” Fransa’da 1977 yılında, Edebiyat Eleştirmenleri Sendikası tarafından yılın en iyi yabancı romanı seçildi. “Binboğalar Efsanesi”, 1979 yaz dönemi için Büyük Edebiyat Jürisi tarafından seçilen kitaplar arasında yer aldı.
1982 yılında uluslararası Del Duca Ödülü’ne layık görülen Yaşar Kemal, 1984 yılında Fransa’ nın Légion D’Honneur Nişanı’nı aldı. Yapıtlarında; Torosları, Çukurova’yı, Çukurova insanının acı yaşamını, ezilişini, sömürülüşünü, kan davasını, ağalık ile toprak sorununu,çarpıcı bir biçimde ortaya koyan yazarın eşsiz betimlemeleri, eserlerinin en önemli özelliğidir. 29 dilde yayımlanmış olan kitaplarıyla, dünya yazınında çok önemli bir yeri vardır.
Kaynak:Enson haber Biyografi
ABD’li
Müslüman Zenci lider, düşünür, yazar, ABD
Nation of İslam (İslam Milleti)
hareketinin öncülerinden, Müslim Mosque,
Malik el-Şahbaz hareketlerinin kurucusu (D. 19 Mayıs 1925, Nebraska
eyaletinin Omaha şehri / ABD – Ö. 21 Şubat 1965, New York / ABD). Asıl adı
Malcolm Little’dır. Daha sonra Müslüman olduktan sonra adı Malik El Şahbaz olmuştur.
Malcolm
X, mütevazı ‘Little’ ailesinin 4’üncü çocuğu olarak doğdu. Malcolm X’in babası
Earl Little, Afrikalıların ABD’de asla özgür olamayacağını savunan ve
ülkelerine dönme ideali taşıyan bir Baptist Hıristiyan bir rahipti. Amerikalı Siyahların hiçbir zaman gerçek
özgürlüğe, bağımsızlığa ve itibara kavuşamayacağına inanmaktaydı. Annesi Louise
Norton Little adında bir Mulattodu idi. (Mulatto, Zenci ırktan olan biriyle
Kafkas ırkından olan birinin melez (hibrit) çocuğuna denir)
Irkçı
örgüt Ku Klux Klan, ömür boyu içinde Afrika’ya dönme ideali taşıyan baba
Little’a düşmandı. Malcolm dünyaya geldikten sonra, babası evi Milwauke’ye taşıdı.
Burada fazla durmadan Lansing’e taşındılar.
Malcom
Little’ın hayatında zorluklar, küçük yaşlarından itibaren başladı. 1929
yılında, daha 4 yaşındayken dehşete şahit oldu. Evleri ateşe verildi. Babası,
bu olayı gerçekleştirenlerin ırkçı çeteler olduğunu söylemişti.
Malcolm,
bu olayın üzerinden henüz 2 yıl geçmişken, 6 yaşında babası Ku Klux Klan adlı ırkçı
terör örgütü tarafından 1931 yılında öldürüldü. Ailede maddi çöküntüyle
birlikte psikolojik çöküntü de meydana geldi. Sonuçta sekiz kardeş farklı
yetimhane ve bakımevleri arasında birbirlerinden ayrılırlar.
12
yaşına gelen Malcom Little, çok daha büyük travmalara şahit oldu. Annesi, akıl
hastanesine yerleştirildi, Malcolm ve 6 kardeşi de farklı farklı ailelerin
yanına verildi. Malcolm’ün beyazlarla ilgili düşüncelerinin ilk tohumları bu
yıllarda atıldı.
Gençlik yılları
Malcolm X, evlatlık
olarak verildiği evde çok iyiydi, Massachusetts’in siyah mahallesindeki
ilkokula gitti. Lisede başarılı bir öğrencidir ve sınıfını birincilikle
bitirir.
Malcolm,
zeki ve oldukça başarılı bir öğrenciydi. Hayali avukat olmaktı.
Bir
gün öğretmenine hayalini söyledi. Öğretmeninin verdiği cevap ise, ondaki beyaz
düşmanlığını körükledi.
– Neden
marangoz olmuyorsun? Siyahiler için daha gerçekçi bir hayal
Bu
cümlenin kendisindeki tesirini yıllar sonra şöyle anlatıyor:
“Beyaz
dünyada yeteneği ne olursa olsun kariyer hedefleyen bir siyahi için yer
olmadığını düşündüm”
Üniversiteye
gidemeyince küçük yaşta çalışmaya başlar. 14 yaşından 18 yaşına kadar Boston’da
üvey ablasının yanında kaldı.
Askerlik
yaşı geldiğinde, amacın ne diye soruldu. “Siyahi askerleri organize etmek,
silah çalmak ve biraz kraker öldürmek” için güneye gönderilmek istediğini
söylüyor. Bu cevap üzerine, “askerlik için zihinsel yetersizlik”
hükmü aldı ve askere gitmekten muaf oldu.
Gönderildiği
ıslahevinden çıktığında, garson ve ayakkabı boyacılığı ile işe başladı. Sonra
siyahiler için o dönemde ‘itibar’ anlamına gelen gece hayatıyla tanıştı.
Michigan
ve Boston derken, Harlem yılları başladı. Kirli bir hayatın içinde buldu
kendini. Hakikatten, sorgulamadan, düşünmekten uzak… İçini kaplayan ‘beyaz
nefreti’ ile boğuşup durdu. Her türlü kirli işe bulaştı.
“Detroit
Red” olarak tanınıp birçok narkotik, fahişelik ve kumar zincirini koordine
eder. 1946 yılının şubatında 20 yaşında yakalanıp hırsızlıkla suçlanarak 10 yıl
hüküm giyer.
Bir
siyah olarak, ona verilen yaşama biçimi, onu sonunda hapishaneye düşürür.
Üniversiteyi Harlem sokaklarında tamamladığını ve doktora tezini de hapishanede
hazırladığını uzun uzun anlatır.
Okuma açlığını hapishanede giderir. Hapishane
kütüphanesindeki kitapları tek tek okur.
Hapishane yılları için: “Bir
insanın düşünmeye ihtiyacı varsa, gidebileceği en iyi yer, bana sorulursa,
üniversiteden sonra hapishanedir” demiştir.
1952
baharında O, yedi yıllık hapishane yaşamından sonra, başka bir Malcolm X olarak
Harlem yerine Detroit’teki kardeşinin yanına gitti.
Müslüman Malcolm
İki
ayrı cezaevinde kaldı, önce Charlestown, sonra Concord cezaevi.
Zenci
milliyetçiliğini savunan Elijah Muhammed’le ilk tanışması bu yıllarda
gerçekleşti. Beyazlara duyduğu derin öfke, Elijah’ın görüşmelerini
benimsemesini kolaylaştırdı. 1948’in sonlarında nakledildiği Norfolk
Hapishanesi’nde arkadaşları aracılığıyla Elijah Muhammed’le de mektuplaştı.
7
Ağustos 1952’de şartlı tahliye
edildiğinde Detroit, Michigan’a gider ve bu kentteki NOI mabedine katılır. Gerçek
bir aydınlanış değildi, ama içinde bulunduğu gafletten bir nebze kurtulduğunu
hissediyordu.
Malcolm bu ara soyadı değişikliği için başvuruda bulunmuş ve başvurusu kabul edilmişti. Eljah Muhammed “X” soyadını kullanmasını öğütlemişti. ‘Little’
olan soy ismini ‘X’ olarak
değiştirdi. ‘X’ , ‘Dava’nın isimsiz bir
savunucusu olmasını simgeliyordu.
Hapisten önce
bir sokak serserisiyken, hapisten sonra Amerika’da büyük bir hızla gelişen İslam dininin
etkili ve ateşli bir temsilcisi oldu. Kendisini Wallace D. Fard
tarafından kurulan ve Elijah Muhammed
(Elijah Poole) tarafından yönetilen siyahi bir Müslüman grup olan Nation of İslam‘ın (NOI) öğretilerine
dalmış buldu.
Elijah Muhammed öncülüğündeki Naiton of Islam’ üyelerine göre, beyazlar ‘şeytan’dı. Onların şerrinden kurtulmak
gerekiyordu. Elijah Muhammed, beyaz
toplumun Afro-Amerikalıları kendi kendilerini güçsüzleştirmeleri ve politik,
ekonomik ve sosyal başarıdan uzak kalmaları için aktif olarak çalışmasına karşılık,
beyazların yaşadığı bir devletten ayrı
olarak kendilerine ait bir devlet için savaşım vermiştir. Siyahilerin Allah’ın
yönetiminde hükmedeceği büyük bir savaş olacağını ön görüyordu. Bu yeni düzene
hazırlık olarak siyahi Müslümanlar’ın uyuşturucu ve alkol kullanımına karşı
çıkıp kendilerini dizginlemeleri gerekmekte olduğunu öğütlüyordu.
Malcolm,
NOI’nin (İslam Milleti hareketi) disiplinine girdi ve Kur’an-ı Kerim’e yöneldi.
Hapis cezası süresince güçlü ve ikna edici bir hatibe dönüşerek hapishanenin
MIT’ye karşı münazara takımını yönetirken, büyük ceza konusunda bir münazarayı
kazanmıştı. Dikkatleri
üstünde toplaması zor olmadı. Malcolm X, enerjik, teşkilatçı, hareketli, sağlam
bir hatipti.
Ocak
1958’de yine aynı örgüte mensup Betty ile evlendi. 6 kızı oldu. Kızlarından
dördü, Malcolm hayattayken, ikiz olan diğer kızları ise, onun vefatından sonra dünyaya
geldi.
Beyaz
ve batılılara duyduğu ilk dönmelerindeki öfke sebebiyle çocuklarına şu isimleri verdi: Atilla, Kubilay, İlyas,
Melek ve Melike.
Muhammed Speaks
gazetesi
NOI
içinde kısa sürede yükseldi ve 1954’de Elijah Muhammed onu Harlem mescidinin
imamı olarak tayin edildi. Ulusal konuşma programları, televizyon söyleşileriyle
ve hareketin ana bilgi ve propaganda gazetesi “Muhammed Speaks“i kurarak NOI’nin adını duyurmasına yardımcı
oldu. Malcom X’in karizması, enerjisi ve adanmışlığı birçok üyeyi etkilemiş ve
onu NOI için akıl hocası Elijah Muhammed’den daha önde bir sözcü yapmıştı.
1952’de NOI üyeleri 500 civarındayken 1963 e doğru bu sayı 30.000’e
yükselmişti.
Malcolm
X, müthiş bir hatiptir. Elijah’ın teşkilatına bir anda onbinlerce taraftar toplar.
Artık televizyon programlarına katılır, siyah Müslümanlar adına ülke gündemini
meşgul etmeye başlar. Ancak yine de, Elijah Muhammed’in önüne geçmemek için her
konuşmasına onun ismiyle başlardı.
Malcolm
X, “Bizden niye nefret ediyorsunuz?” diye soran bir beyaz muhabire,
“Bizi yüzyıllar önce buraya getiren, tarihimizden, kültürümüzden,
dilimizden ayıran, hayvan gibi alıp satan beyaz adamdan nefret edip etmediğimi
nasıl sorabilirsin? Bu bir tecavüzcünün iğfal ettiği kızcağıza “benden
niye nefret ediyorsun” diye sorması gibi bir şeydir. Artık siyah adama
söyleyecek sözünüz kalmadı. Sizin süreniz doldu, geminiz kalktı. Beyaz şeytanı
çalkantılı denizlerde, sert rüzgarlar bekliyor. Zalimler devrilmeye
mahkûmdurlar, beyinleri yıkanmış ‘Tom amca’lar da birlikte helak olacaklar!..” cevabını vermişti.
Malcolm
X, bu kadar sert konuşmasına rağmen göstere göstere “Kansız Devrim” ibaresinin altını çizer. Aslında istedikleri
çok şey de yoktur. Dertleri okumak, mevki sahibi olmak, yemek salonlarına,
tiyatrolara, parklara ve… Ve bir de beyazların girdiği tuvaletlere
girebilmektir, o kadar.
Batı
kültürünün ve dayandığı Yahudi-Hristiyan dini geleneklerin doğal olarak ırkçı
olduğunu ve onlara teslimiyetin “ahmakların
felsefesi” olduğunu öne sürer.
Malcolm
X’in ünü arttıkça bu durum Elijah Muhammed ve diğer NOI liderleriyle bir
gerilime neden olur. Malcolm X ve Elijah Muhammed arasındaki gerilimler, aralarında
laf götürüp getirenlerin tesiriyle daha da artar.
Malcolm
ile Elijah arasındaki sıcak ilişki sonraki yıllarda giderek bozulmaya başladı.
Malcolm’un yükselen grafiği Elijah Muhammed’i korkuturken Malcolm, Elijah
Muhammed’in özel hayatını sorgulamaya girişti. İki eski sekreterinin,
çocuklarının babası olduğu iddiasıyla Elijah aleyhine nafaka davası açması onu
Malcolm’un gözünden iyice düşürdü.
Malcolm
X, 1963’te Başkan John F. Kennedy’nin ölümü üzerine bunun “yapılan kötülük
eninde sonunda sizi tekrar bulur” yorumunu yaptı. Bu yorum, Başkana
saygısızlıkta bulunma amacıyla ortaya konmamıştır. Daha çok siyahilere vahşice
davranılması şimdi beyaz bir başkana şiddet olarak “geri dönmüştür”
anlamındadır.
Elijah’nın
Kennedy suikastı üzerine (Kasım 1963) Malcolm’a doksan gün süreyle konuşma
yasağı koyması gerginliği arttırdı.
Müslim Mosque
Bu
yasak, Malcolm X’in NOI’nin bir üyesi olduğunu inkârla aynı şeydir.
Malcolm
X sessiz kalmak yerine 1964’de hareketten ayrılır ve politik alanda çalışmaya
adanan İslami bir hareketi, “Müslim
Mosque“yi kurar. Mart 1964’te Elijah Muhammed ve Nation of Islam
hareketinden ayrılan Malcolm artık yerinin Elijah’nın yanı değil zenci
yerleşimler olduğuna karar verdi. Bu dönemde İslâm anlayışı değişmeye başladı,
beyaz adamın şeytan olduğu görüşünden vazgeçti. Müslüman ülkelerin
diplomatlarıyla görüşerek İslâmiyet hakkında bilgiler aldı. Biraz kafa dinlemek
ve tatil yapmak için eşiyle birlikte, o dönemlerde yeni yeni İslam cemaatine
katılan ve boksör olan Muhammed Ali‘nin
evine gittiler.
Malik el-Şahbaz adını alışı
Ve
1964 yılında ilk kez hacca gider. Gittiği her yerde, 2 CIA ajanı peşindeydi.
Malcolm X, gerçek dönüm noktasını yaşadı. Malcolm X’in içindeki ‘beyaz nefreti’
yerini hakiki Müslümanlığa bıraktı. Dönüş vakti geldi. Malcolm X, Mekke’den
arınmış, rahatlamış ve hakikatin nuruyla aydınlanmış bir halde, Malik El-Şahbaz
olarak döndü.
“Şahbaz”, Farsça’da “doğan” anlamına gelen,
mecazen “yiğit, yüksek görüşlü ve himmet sahibi” anlamına geliyordu.
Beyazların
artık şeytan olmadığını ilan ederek “gerçek kardeşliği” bulduğunu
duyurur. Güçlü bir siyahi özgürlüğe inanmaya devam etse de artık beyazlara
yönelik ırkçı eğilimler taşımaz. Beyazlar da onunla birlikte ibadet ediyor,
aynı Allah’a inanıyordu. Ona selam veriyor, onunla kucaklaşıyorlardı.
Malcolm, bu duruma o kadar şaşırmıştı ki,
eşine gönderdiği mektupta, hayretini şöyle dile getirmişti:
“Betty, Bu sözlerime belki şaşıracaksın. Ama
gözleri mavi, saçları sarı, tenleri bembeyaz olan Müslüman kardeşlerimle aynı
bardaktan su içtim, aynı kaptan yemek yedim. Biz, hepimiz kardeşiz. Rengimiz ya
da ırkımız ne olursa olsun, hepimiz insanız ve Aynı Allah’a inanıyoruz.”
Döner
dönmez yaptığı o meşhur basın açıklamasında örgütten ayrıldığını ilan etti:
“Bugün
ben kendi adıma konuşuyorum. Önceden, Elijah Muhammed’in öğretilerini
anlatıyordum, onun adına konuşuyordum. Ama şimdi, kendi düşüncelerimi, kendi
analizlerimi anlatıyorum…”.
Afro-Amerikan
Birliği Organizasyonu’nu
(OAAU) kurdu. Bu organizasyon bağımsız Afrika devletlerinden oluşan Afrika
Birliği Organizasyonundan (OAU) esinlenilmiştir.
Malcolm
X yaşam hikâyesini yazması için yazar Alex
Haley‘le beraber çalışır. Bu kitap taslağında (daha sonra The Autobiography of Malcolm X (1965)
adıyla basılacaktır) kitabın basıldığını görecek kadar yaşamayacağı ön
görüsünde bulunur. Bu ön görü doğru çıkacaktır.
Malcolm’un şehid
edilişi
Malcolm
X’in zenci İslam toplumunda etkileri arttıkça ona karşı düşmanlık çoğaldı. Malcolm
ve ailesi için zor günler başladı. Çocukluğunda olduğu gibi, evleri yakıldı.
Tehditlerin ardı arkası kesilmedi. Ölümle kendisinin burun buruna olduğunu
hissediyordu. Hem CIA, hem Elijah’ın örgütü telefonlarını dinliyor, peşinden
ayrılmıyordu.
15
Şubat 1965’te East Elmhurst, New York’taki evi bombalanır; ancak ailesi fiziki
bir yara almadan kaçar. Malcolm X nadiren korumalarla yolculuk etmiştir.
Ancak
bu bombalamadan 6 gün sonra, 21 Şubat 1965 tarihinde ,New York’ta kürsüye çıkmış,
Allah’ın selamıyla konuşmaya başlamıştı ki bir anda salon karıştı. 6 silahlı
kişi Malcolm X’in konuşma yaptığı kürsüye yaklaşarak yakın mesafeden 15 el ateş
ettiler.
Malcolm’ü
hedef alan silahtan çıkan kurşun sesleri, semaya kadar yükseldi. Karısı ve
kızlarının gözleri önünde şehadete kavuştu. New York Presbyterian Hastanesine
ulaştığında, hayatını kaybettiği duyurulur.
Harlem’deki
cenazesine 1500 kişi katılır. Aynı yıl karısı Betty ikiz kızlarını doğurur.
Mart 1966’da katilleri Talmadge Hayer, Norman 3X Butter ve Thomas 15X Johnson
taammüden cinayetten suçlu bulunurlar. Üç kişi de NOI üyesidirler.
Hala
adından söz ettiren Malcolm X’in hayatı, yönetmenliğini Spike Lee‘nin yaptığı ve kendisini Denzel Washington‘un canlandırdığı 1992 yapımı bir sinema filmine
konu olmuştur.
Bazı Kitapları (İngilizce):
The
Ballot or the Bullet (1964), The autobiography of Malcolm X (Editör: Alex Haley
1965; Uyarlamalar: Malcolm X, 1992; Ödüller: Anisfield-Wolf Book Award for
Nonfiction), Malcolm X Konuşuyor (Editör: George Breitman, 1965), The End of White
World Supremacy: Four Speeches (1971), February 1965: The Final Speeches, Malcolm
X Talks to Young People, Malcolm X on Afro-American History, Malcolm X: The
Last Speeches, The Diary of Malcolm X (Editör: Herb Boyd, 2013).
Türkçe Çevrilen Bazı
Kitapları:
Köklerimiz
/ Afro-Amerikalılar’ın Tarihi (2017, Beyan Yayınları), Amerika’ya Meydan
Okurken (Çevirmen- Derleyen Buğra Özler, 2018, Pınar Yayınları), Son Söyleşi
(2018, Teklif Yayınları), Biraz Aksiyon Rahat Durmayacağız (Çevirmen: Buğra
Özler, 2018, Pınar Yayınları),
Hakkında Yazılmış
Bazı Türkçe Kitaplar:
Sevgi
Başman / Malcolm X – Hacı Malik El-Şahbaz / Örnek İnsanlar Dizisi 1 (2013),
Malcolm X’in
Ünlü Sözleri:
KAYNAKÇA:
Erdoğan’ın Talimatıyla “Malcolm X”in İsmi ABD Büyükelçiliği’nin
Bulunduğu Caddeye Verilecek (haberler.com,
10.10.2018), Malcom X kimdir? (sabah.com.tr, 11.10.2018), Malcom X kimdir? (hurriyet.com.tr,
11.10.2018), Malcolm X kimdir? Gerçek adı ne? (haberler.com, 11.10.2018), Malcom
X kimdir? (islamveihsan.com, 11.10.2018), Malcom X kimdir? (timeturk.com,
11.10.2018), Malcom X kimdir? (yeniakit.com.tr, 11.10.2018), Malcom X kimdir? (internethaber.com,
11.10.2018), Acı, gaflet, mücadele, hakikat ve şehadet… Malcolm X’in hayatı (yenisafak.com.tr,
11.10.2018), Malcolm X’in hayatı (internet kitapçıları, 11.10.2018).
Yazmaya başladığımdan beri Boğaziçi’nin umutsuzlar merdivenine bir serçe edasında tünemiş ve günün hangi saatinde olduğu fark etmeksizin Slyvia Plath’i düşünen bir Nilgün Marmara var gözlerimin önünde. Orada duruyor öylece, kalemi kağıdı elinde, içinden geçen ne varsa yazıyor ve her bir kelimesini sır gibi saklayacağının muzipliğini dudak kıvrımına yerleştiriyor.
Ve karşıma çıkan tesadüf bir cümlesi içimi ürpertiyor: “Biliyorum, bir gün dayanamayacak küçük kalbim; arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye veda edeceğim”.
Doğum gününde onu anmak istedim; ama bu kez de benim kafamda Nilgün Marmara ile tarifsiz sorular var. Acaba gerçekten Slyvia Plath’i tanıdığı andan beri intiharı düşünüyor muydu ya da planladı mı? Bir anlık çığlıksız vazgeçişten ibaret miydi yoksa her şey? Gerçekten inanıp güvendiği her şeye veda etmenin bir yolunu bulmuş muydu? Taşlar yerine oturmuş muydu? Ne yazık ki bunların ardındaki gerçeği kimse bilemeyecekti.
Nilgün Marmara, yazdıklarından ibaretti bizim için. Bildiğim kadarı ve hafızamda canlanan haliyle iyi ki doğdun Nilgün Marmara…
Nilgün, 13 Şubat 1958’de İstanbul Moda’da, Balkan göçmeni Perihan Hanım ve Fikri Bey’in iki kızından biri olarak dünyaya geldi. Büyük kütüphanesi olan bir evde, Schubert ninnileri ile büyütüldü. Sanki doğduğu anda belliydi kısacık ömründe ne çok şey yaşayacağı, iç dünyasını dışa vurmak için çabalayacağı…
Kendini büyütmeye çalışan narin bir çocuktu. Önce elleri büyüdü, hayatı kavradı; sonra ayakları, sağlam adımlar atmak için ve en son gözleri ki, gördükten sonra birçok şeyi, bir yerlere konumlandıramadığı bedenini yükseklerden bırakabilsin diye…
Nilgün, ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesi’nde bitirdi. Okulun ele avuca sığmaz, öğür ruhlu, özgün kızıydı. Dışarıdan baktığınızda onu sıradan bir öğrenci zannedebilirdiniz. Öylesine fütursuzca arşınlıyordu okul yolunu. Kimse fark etmiyordu ki, zaman ona göre ağır ilerliyor ve bu durum onu boğuyordu.
Neyse ki üniversite zamanı gelmişti. Tercihini Boğaziçi Üniversitesi Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları’ndan yana kullandı. İçine çöreklenmişi kırgınlıklardan kurtulmanın yolunu nihayet bitirme tezini hazırlarken bulacaktı…
Ama bir de ülkesiyle birlikte içinden geçeceği bir dönem vardı; 12 Eylül 1980 darbesi. Üniversitenin kırmızı salonundaki edebiyat, şiir tartışmaları sona ermiş; yerini gizli ev toplantılarına bırakmıştı. Bohem bir hayat tarzını yaşıyorlardı.
Bu dönemde şiir yazmaya başladı; ama yazdıklarını kimseye göstermedi.
(Slyvia Plath)
Slyvia Plath, Nilgün’ün içinde tortu bırakmış her bir acı zerresinin karşılığıydı sanki. Hayatın üzerine incelemeler yaptığı Slyvia Plath’a içinden bir kez bile sormadı “Ölümden başka yol yok muydu?” diye… “Slyvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi” konulu tezi, onu giderek içine çekiyordu.
Slyvia’nın hayatı, Slyvia’nın düşünceleri, onun sorgulamadan kabullendikleri; her şey Nilgün’de özel bir yer etmişti. Şiirlerinden çeviriler yaptı. Bir yandan da “yaşama karşı ölüm” temalı şiirler yazmaya başlamıştı; her bir kelimesi buram buram intihar kokuyordu. Bu koku, ziyadesiyle keskindi. Yazgısının Slyvia ile ortak olduğuna inanıyordu. Aralık 86’da yazdığı şiirine, “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım…” diye başlayacaktı mesela.
Yazdığı şiirleri, çeşitli dergilerde yayımlamaya başladı. Slyvia’nın bireyin yalnızlığı ve bunun yanında var oluşu üzerine olan görüşü, Nilgün’ü çok fazla etkisi altına almıştı. Bitirme tezini tamamladığında, artık Nilgün’ün hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…
Nilgün, 1982’de, Endüstri Mühendisi Kağan Önal ile evlendi. Kızıltoprak’ta bir ev kurdular. Artık o güzel şiirlerini döken şairlerin uğrak yeri olmuştu evleri; Cemal Süreya, Ece Ayhan, Edip Cansever, Tomris Uyar, İlhan Berk, Küçük İskender, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya… Bütün edebiyatçılar, ev toplantılarında bir araya geliyor ve şiir konuşuyorlardı.
Pazar günlerinin ritüeline “but partisi”ni koydular. Fırında tavuk budu yaptıklarından partinin adını böyle seçmişlerdi. Nilgün, içinde tanımlayamadığı acıyı ve yalnızlığı bu toplantılarla bir nebze olsun unutuyordu.
Nilgün, bu günlerde şarkı söylemeye başladı. En az kelimelerle dansı kadar yetenekliydi. Cemal Süreya, Nilgün’e, caz gırtlağı sesi ve bunun yanında tavırlarından dolayı, “Çılgın Zelda” diyordu. Nilgün’ü Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald’ın ele avuca sığmayan karısı Zelda’ya benzetmişti.
Bundan sonra Cemal Süreya için, o, Zelda idi.
Sonra bir süreliğine kocasının işi nedeniyle Libya’ya taşındılar. Ülkenin baskıcı yaklaşımı, Nilgün’ün hiç sebepsiz yer bile boğulan ruhunu daha da boğmaya başlamıştı. Hemen Türkiye’ye döndüler.
Ama çok geçti; Nilgün geri dönüşü olmadığını hissettiği o yola girmişti. Psikolojisi günden güne kötüleşti. Psikiyatr yollarını aşındırmaya başladı. Teşhisi manik depresyondu. Hepsinin de önerisi ortak oldu; okuma yazmaya ara vermeliydi. Aa, bir de ilaçlar vardı tabii. Şu neden içmesi gerektiğini bir sürü anlamlandıramadığı ilaçlar…
Asla katlanamazdı. Söz dinlemedi. Ne ilaçları kullandı, ne okumaktan, yazmaktan vazgeçti. Sadece daha da yalnızlaştı. Şimdi yeni arkadaşı alkoldü; ona sığındıkça, daha da yalnızlığa gömdü ruhunu. Teslimiyetine az kalmıştı…
Ve bir gün, tarih 13 Ekim 1987’yi gösteriyordu. Kağan eve geldiğinde, ecza dolabında ne kadar ilaç vara hepsinin masanın üzerinde olduğunu gördü. İlaçlar yerlere de tane tane dökülmüştü ve takip ettiğinde lavabonun içinde de ilaçlar buldu.
Sonra yatak odasına yöneldi. Ev çok sessizdi; neredeyse içinden ölüm sessizliği diye geçirecekti ki; soluğunu tuttu. Odada hiç kullanmadıkları pencerenin arasına perdenin sıkışmış olduğunu fark etti. Bir hışımla perdeyi açtı ve aşağı baktı…
Son günlerde Nilgün, yazıyor ve yine yazdıklarını Kağan dahil kimselere göstermiyordu. Her zaman olduğu gibi konusu bireyin düşle gerçek arasında sıkışıp kalmış kırgınlıklarıydı. Tüm yaşayanlardan habersiz, yaşamı ve ölümü irdeliyordu…
Yıllardır bir gün bile aklından çıkarmadığı gibi, o gün de Slyvia Plath’i ve yazgılarının benzerliğini düşündü. Slyvia yaşamın ağırlığını, manik depresyonu ve nihayetinde kocasının bir başka kadınla olan ilişkisini kaldıramamış, çocuklarıyla kiraladığı evde, hayatına son vermişti. Çocuklarının baş ucuna bolca kurabiye ve süt bırakıp kapılarını sıkıca bantladı. İçeriye gidip hava gazı fırınının içine kafasını soktu…
Sürekli düşünmek fazlaydı ve sonunda düşünmekten vazgeçti Nilgün. 13 Ekim 1987’de, henüz 29 yaşındayken, kendini altıncı kattaki evlerinden aşağı bıraktı. Bir çığlık bile atmamıştı…
Ardından rüzgarın savurduğu perde, pencereye sıkıştı. Kağan fark edip aşağı baktığında, karısının hayattan vazgeçmiş bedeni ile karşılaştı.
Ruhu hayattan vazgeçeli çok olmuştu zaten diye düşünmüş müydü acaba?
Nilgün’ün intiharı hem üniversite sıralarından beri planlıydı, hem de bir anda oluvermişti.
Ölmeden kısa bir süre önce yazdığı ne varsa kocasına vermişti. Ölümünün hemen ardından metinleri ve şiirleri ayrılıp düzenlendi. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” ve “Metinler” olarak iki ayrı kitap halinde yayımlandı.
Daha sonra annesinin isteğiyle günlükleri, “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla yayımlandı. Editörlüğünü ise, arkadaşı Gülseli İnal üstlendi.
Günlüklerinin yayımlanması, en az intiharı kadar etkili bir etik tartışmasını da beraberinde getirmişti. Ne olursa olsun, yazdıklarını gölgede bırakıyordu yaşadığı her şey…
“Önce, Nilgün Marmara’yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu renkte bir giysiyle, bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni’nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Sırası belki önlerdedir ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı geçmiştir. Ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara ile 1987 Ekim’inin 13’ünde, kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul’da, Kızıltoprak’ta, en ufak bir çığlık bile atmadan korkunç ölümünden sonra da! Herhangi bir ikirciğe düşmeden, hiç çekinmeden şunu diyorum: “bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı.” o nedenle de yazımın başlığını şiirdeki gibi “128 Nilgün Marmara!” koydum”.
…
“Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel; ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan şöyle söz ettim: Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim; bugün ortaya çıkıyor”. (841. Gün)
Acısını o kadar zaman saklamış ki içinde, nasıl da yansımamış yüzüne. En sevdikleri bile hastalığını belki sıradan bir depresyon olarak gördü. Öyle ya, kim en sevdiğinin intihar etme ihtimalini düşünürdü ki? Ölümün gerçek olduğu bir dünyada hiç ölmeyecek gibi yaşayan insanlarız sonuçta.
Yazdıklarını kimsenin okumasını istemedi, bunun için ölmesi gerekiyordu belli ki. O da öldü. Şimdi onu hepimiz tanıyoruz.
Kısacık ömrüne sığdırdığı sınırsız çelişki ve bu çelişkilerinin doğurduğu hisli cümleleri ile bir Nilgün Marmara geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Marquez’in ailesine yakın kaynaklar, Marquez’in, Meksiko’daki evinde 87 yaşında (17.04.2014) hayata veda ettiğini açıkladı.
Meksika’da hayata veda eden ve Latin Amerika’da “Gabo” lakabıyla tanınan Nobel ödüllü Kolombiyalı yazar Gabrial Garcia Marquez, dünya edebiyat tarihine başta “Yüzyıllık Yalnızlık” olmak üzere çok sayıda kült eser bıraktı.87 yaşındaki senarist ve gazeteci Marquez, 1928 yılında Kolombiya’nın kuzeyindeki Aracataca kasabasında dünyaya geldi.
Büyükbabası ve büyükannesi tarafından büyütülen Marquez, hukuk eğitimini gazetecilik kariyeri için yarım bıraktı. 1954 yılında, çalıştığı gazete tarafından Roma’ya gönderilen Marquez, Paris, New York ve Barcelona’da da yaşadı.
1980’li yıllarda bir gerilla grubuyla ilişkisi olduğu suçlamasıyla karşı karşıya kalınca Meksika’da sürgün hayatı yaşamaya başlayan Marquez, daha sonra Kolombiya hükümeti ile ülkenin en büyük gerilla hareketi Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC) arasında görüşmeler yapılmasına yardımcı oldu.
Edebiyatta “büyülü gerçekçilik” akımının öncülerinden Marquez, Nobel Edebiyat Ödülü’ne 1982 yılında değer görüldü.
Düşsel Macondo köyünün ve köyü kuran Buendia ailesinin geçmişini anlatan en tanınmış romanı “Yüzyıllık Yalnızlık”, “Kolera Günlerinde Aşk”, “Kırmızı Pazartesi”, “Yaprak Fırtınası” ,”Bir Kayıp Denizci” ve “Anlatmak İçin Yaşamak” yazarın Türkçeye çevrilen yapıtları arasında yer alıyor.
Eşi Mercedes Barcha ile hayatını 1958 yılında birleştiren ve iki oğlu olan Marquez, 30 yıldan fazla süredir Meksika’da yaşıyordu.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün 13 Aralık 2017. Yıllar önce bugün Oğuz Atay hayata gözlerini kapadı. Gün dönmeden anmalıyım…
Aslında çok naif, fazlasıyla romantik ve sanat ruhlu bir kişilikti. İlk engeli babasıydı. İkincisi de hayatı yaşarken tercih ettiği yollar oldu sanırım. Yaşarken hak ettiği şöhrete maalesef kavuşamadı. Oysa bugün adını bilmeyenimiz yok. Çünkü “Tutunamayanlar” raflardan hiç eksilmiyor. Çünkü Olric’in her bir cümlesi dillere pelesenk. Çünkü o artık popüler kültürdeki yerini buldu.
Bir yandan da her şeyin bir zamanı var ve ondan önce hiçbir şey gün yüzüne çıkmıyor işte.
Sevgili Oğuz Atay, ruhun şad olsun…
Oğuz, 12 Ekim 1934’te Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde, Muazzez Hanım ve Cemil Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi. Babası, 11 yıl CHP’de milletvekilliği yapmış, ama kendine ait bir evi dahi olmamış Ağır Ceza Yargıcıydı. Annesi ise İlkokul Öğretmeni idi; Oğuz’un da öğretmenliğini yapacaktı.
Oğuz 5 yaşındayken ailesi Ankara’ya taşındı. Bir de kız kardeşi vardı. Zaten içine kapanık olan Oğuz, kardeşinin doğumundan sonra çocuk bedenini kemiren kıskançlık duygusuyla da tanışmıştı. Doğduğu günden beri kardeşi Okşan’a “Bohça” adını taktı. Onun bir gün evden gideceğini düşünüyordu. Ama o bohça bir türlü evden gitmek bilmiyordu işte. Sonunda isyanını “Alın bu bohçayı buradan, götürün artık. Hâlâ niye burada duruyor?” diye çıkışarak dile getirdi. Küçücük bir çocuğun anne babasını eve yeni girmiş bir başka çocuktan kıskanmaktı onunki. Ailesi de her aile gibi bu duruma gülümsedi.
Ancak gülüp geçmedi. Annesi okula başladığında artık Oğuz’un sadece annesi değil, öğretmeniydi de. Sınıfta “Kardeşini sevmeyen var mı?” sorusuna, oğlunun parmak kaldırışını seyredip onu anlayacak kadar yakındı oğluna. Çünkü Oğuz, dürüst ve duygularının farkında bir çocuk olarak büyüyordu. Cemil Bey bu konularda ketum olmayı tercih ederken, Muazzez Hanım, oğlunun duygusal ve kültürel alt yapısını inşa ediyordu. Oğuz, ileride her duyguyu keskin cümleleriyle anlatabilecek kadar iyi bir yazar olabilecekti.
Tüm çocukluğu boyunca sessizdi; ama çok da zekiydi. Zekâsını en iyi sokakta gördüğü ne varsa karikatürize ederek anlatışıyla seriyordu gözler önüne. Oğuz, ince espri anlayışıyla gençlik yıllarına kadar karikatürler çizdi.
Oğuz, eğitim hayatını Ankara’da sürdürdü. İlköğretimi tamamladıktan sonra Ankara Maarif Koleji’ne girdi. Tüm okul hayatı boyunca başarılı bir öğrenci olmuştu. Çünkü en iyi dostu kitaplardı; sessiz dünyasına onlardan başka kimseyi almayı tercih etmemişti. Liseden yüksek bir ortalama ile mezun oldu ve Shakespeare’in “Hırçın Kız” oyununda sahnedeydi.
Oğuz, buram buram sanat yanan, sanat kokan bir gençti. Eşref Ün ve Turgut Zaim’den resim dersleri de almıştı. Ama babası için bunlar tam anlamıyla “lafügüzaf” idi. Çünkü Cemil Bey güzel sanatların karın doyurmayacağı kanaatindeydi. Bu durum için Eşref Üren’in Oğuz’a kurduğu tek cümle, “Babana söyle sana köşe başında, işlek bir yerde bakkal dükkânı açsın o zaman. İyi para kazanırsın”.
Tüm bu olanlar babası ve Oğuz arasında bir çatışmanın çatırdamalarını oluşturmuştu. Artık Oğuz çocuk değildi; ama babasına pek karşı gelecek güçte de değildi. İçinde koca bir isyan, buna tezat lâl olmuş bir dil…
O gün belki konuşamadı, hayat çizgisini babasından yana çizdi; ama yıllar sonra “Babama Mektup”ta konuştu. Ancak o zaman bile cümlelerinde çekingendi. Annesinin oğlu olduğunu şöyle anlatıyordu: “Çünkü ben babacığım, biraz da duygularımın romantik bölümünü, sen kızacaksın ama annemden tevarüs ettim”.
Yine de hakkında kararını vermişti. Kendisinin vermiş olduğu gibi görünen bu karar babasının gölgesinden izler taşıyordu. Babası tarafından “gerçek bir meslek” olarak kabul görecek bir meslek edinmeliydi. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nde üniversite eğitimine başladı.
Sessizliği burada da devam etti. Amfide tercihi hep arka sıralardan yana oldu. Çünkü derslere karşı hiçbir ilgi besleyemiyordu. Öyle çok renkli ve heyecanlı bir öğrencilik dönemi olmadı yani. İki renkten ibaretti: Biri sessizliği, diğeri de arkadaşı Turhan Tükel sayesinde tanıştığı Marksizm. Bu yeni tattığı ikinci renk, ona yeni kitaplar kazandırmıştı.
Oğuz, 1957’de üniversiteden mezun oldu ve hemen ardından, askere gitti (1957 – 1959). Burada, edebiyata olan düşkünlüğü sayesinde Cevat Çapan ve Vüsat O. Bener ile tanıştı.
Döndüğünde de çalışma hayatı Kadıköy Vapur İskelesi yapımında Tamir ve Kontrol Elemanı olarak başladı. Bir süre sonra görevinden istifa etti ve şimdinin Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi İnşaat Bölümü’nde Öğretim Üyesi oldu. 1975’te de doçentliğini aldı.
Elbette birçok gazete ve dergide makaleleri yayımlanıyordu. Bunun üzerine bir de “Topoğrafya” adını verdiği mesleki bir kitap yazdı.
Bütün bu üniversitede eğitmenlik macerası boyunca yazmak – çizmek işlerine de devam etti. Adres tabii ki askerde kurduğu dostluklar sayesinde “Pazar Postası”ydı. Dergi artık İstanbul’daydı ve gün gelip kapanana kadar Oğuz’un yazıları ve çevirileri imzasız yayımlandı. Belki dergide bir adı yoktu; ama “Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ece Ayhan, İlhan Berk, Attila İlhan” gibi birçok isimle arkadaş olmuştu.
Oğuz Atay ve Fikriye Fatma Gürbüz, 2 Haziran 1961’de ile evlendi. 6 yıl sürecek bu evlilikten Özge adını verdikleri bir kızları oldu.
Arkadaşı Uğur Ünel ile bir şirket kurmuşlardı, o battı. Evliliği bozuldu. Bu süreçte Ünel’in eski eşi Sevin Seydi ile duygusal ve entelektüel açıdan birbirlerini besledikleri bir ilişki başladı aralarında. Zor zamanlardı…
1960’larda yazmak işini hâlâ hobi olarak yapıyordu; ama zamanı gelmişti. Oğuz, artık bir roman yazmalıydı ve bu ilk romanını Sevin’e ithaf etmeliydi; hep ve çok sevdiği kadına. 1968’de, “Tutunamayanlar”ı yazmaya başladı.
Bir diğer ithaf ettiği kişi de intihar eden, çok sevdiği arkadaşı Ural’dı. “Selim Işık” karakteri Ural’ın ta kendisiydi. Selim, neyin peşinden gitse, neye tutunmaya çalışsa onun ne kadar anlamsız olduğunu fark eden, şu modern hayatın içindeki en yalnız insandı. Arkadaşı “Turgut Özben” ise, görünüşe göre kafayı sıyırmış, kafasının içindeki sesle, “Olric”le konuşuyordu. Her şey, şu hayattaki her şey, pamuk ipliğine bağlıydı. Yazılarında çevresindeki herkes ilham kaynağıydı. Hatta karakterlerin her birinde bir parça Oğuz vardı.
Romanını bitirdiğinde ilk kez Vüs’at O. Bener’e okuttu. Ona o kadar güveniyordu ki, tavsiyesiyle romanından bir bölüm çıkardı. Bu bölüm daha sonra kim bilir nerede, nasıl karşımıza çıkacaktı…
Maalesef Ural hayatına kendi isteğiyle son vermişti. Sevin ise Oğuz’un jestine karşılık minnetini gösterebilirdi; ilk kitabın kapağını tasarladı.
Tutunamayanlar 1972’de yayınlandı ve hemen önemli bir tartışmanın odak noktası hâline geldi. Eleştirmen Berna Moran, kitabı “Hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” şeklinde nitelendirmişti. Ona göre Tutunamayanlar’ın edebi yetkinliği Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmişti. Elbette tersini düşünenler de söz konusuydu.
Ancak her ne olursa olsun, Türk Edebiyatı için önemli bir eser olduğu gerçeği değişmiyordu. Tutunamayanlar, “TRT Roman Ödülü”nü kazandı. Bu, dünya gözüyle göreceği tek ödül olacaktı.
Pakize Kutlu, Oğuz Atay ile romanı hakkında Yeni Ortam Dergisi için bir röportaj yaptı ve 30 Eylül 1972’de yayımlandı.
Bir yerde, “Selim öldü. Selimlik de ölmüştür. Başarının insanı sevimsizleştirdiğini yazmıştım bir yerde; fakat tutunamayanlığın sevimliliğine de kimsenin yanaşmadığını görüyorum. Neden yanaşsınlar? Bir arkadaşımın dediğine göre, ben romanda herkesi bir bakıma tutunamayanlığa çağırıyormuşum. Henüz bir karşılık alamadım” dedi Oğuz Pakize’ye.
O an bilmiyorlardı; ama ikisi de birbirine tutunacak, çok değil 2 yıl sonra evleneceklerdi.
Tutunamayanlar ile etkileyici bir başlangıç yapmıştı Oğuz. Bu aslında bir yandan da kendine olan güvenini kazanması, babasının onda yarattığı etkinin bir nebze olsun kırılması adına özellikle etkileyici bir başlangıçtı. Baba konusunda belki “Franz Kafka” kadar şanssız değildi; ama yine de onun da içinde hapsolmuş kendini babasına kanıtlama hırsı vardı. Zaten Kafka’ya ve Dostoyevski’ye olan düşkünlüğü de başkaydı.
Bu etkileyici girişin ardından 1973’te “Tehlikeli Oyunlar”ı yayımladı. Yine aynı yıl “Oyunlarla Yaşayanlar” adını verdiği oyununu da yayımladı. Bu oyun Devlet Tiyatoları’nda sahnelenecekti.
Yazdığı hikâyeleri ise 1975’te “Korkuyu Beklerken” adı altında topladı. Prof. Dr. Mustafa İnan’ın hayatını konu aldığı romanı “Bir Bilim Adamının Romanı”nı da yine 1975’te yayımladı.
Yazdıklarının dışında “Beyaz Mantolu Adam” hikâyesini kısa film olarak çekti; ama ne talihsizlik ki film kayboldu. Ayrıca Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filminin ilk üç dakikasının diyaloglarını da Oğuz yazmıştı.
Oğuz, 1976’nın sonuna doğru şiddetli baş ağrılarının olduğu bir sürece girdi. Başta pek önemsemedi; ama aldığı ağrı kesiciler de bana mısın demiyordu. Bir süre sonra çift görmeye başladığında, doktora gitti. Beyninde iki tane tümör vardı. Ameliyat olmak için 22 Aralık’ta Londra’ya gitti; iki tümörden birini aldılar.
Bir sene sonra 13 Aralık 1977’de arkadaşı Altay Gündüz’ün evindeydiler. Bir ara Oğuz banyoya gitti. Banyoda uzun kaldığını fark ettiklerinde tedirgin olup kapıyı tıklattılar: “Nasılsın Oğuz?” İçeriden cılız bir ses duyuldu: “Sevinmeyin, daha ölmedim”.
Sonra yine bir sessizlik… Altay dayanamadı ve kapıyı kırdı. Oğuz yerdeydi; ölmüştü…
Oğuz Londra’ya giderken kızı 15 yaşındaydı. Özge ona mektuplar yazıyor, Oğuz ise hasta yatağında bile üşenmeden kızının noktalama işaretlerini düzeltiyordu. Özge’den Turgenyev’in “Babalar ve Oğulları”nı okumasını istemişti. “Bitirince konuşuruz” diyecekti. O konuşma hiç yapılamadı ve Özge, babasının ne düşündüğünü hep merak etti…
Oğuz’un hayatı, daha doğusu edebiyat hayatı, aslında öldükten sonra, yıllar sonra başladı. Bugünlerde bu kadar popüler olan Oğuz Atay isminin değeri zamanında bilinmemişti.
Öldükten sonra bile yaşamaya, yazdıkları yayınlanmaya devam etti. 1987’de “Günlük”, 1998’de “Eylembilim” adlı kitapları yayımlandı. Sağlığında “Tutunamayanlar” dahi depolarda beklemişken, şimdi kitapları büyük ilgi görüyordu; defalarca basıldı. 2000’li yıllarda eserleri tiyatro oyunu olarak sahnelenmeye başladı.
Düşle gerçeği büyük bir ustalıkla birbirine karıştıran Oğuz Atay, postmodernist roman kategorisinde eserler veren ilk yazar oldu. Özellikle Tutunamayanlar’da modern yaşamda kaybolan insanın yalnızlığını, kopuşlarını, bir tutunamayışlarını mükemmel bir kurguyla anlatıyordu. 2007’den itibaren de “Oğuz Atay Edebiyat Ödülleri” verilmeye başlandı. Bu yaşamı boyunca fark edilmemiş bir yazarın yarım kalmış hayatının hikâyesiydi…
Babasının içine bıraktığı bir yumrukla, yutkunamayışı, tutunamayışı, hep sürüklenişi ve mükemmel kurgularıyla bir Oğuz Atay geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bazı isimler, ürettikleri eserler kadar özel hayatlarıyla da gündeme geliyor. Slyvia Plath de o isimlerden biri. Zira intiharları en az şiirleri kadar ünlü ya da ne bileyim kıyaslaması göreceli bir kavram olabilir.
Kendisi her ne kadar ömrünün 30 yıllık olduğuna karar verse de, edebiyat anlamında birçok yazarın ve hatta başka alanlardaki sanatçıların ilham kaynağı. Belli ki üzerinden ne kadar zaman geçse de olmaya da devam edecek. Çünkü o, 30 yıllık hayatında ölümsüz olmanın yolunu keşfetti…
Çünkü o, tutkularının tutsak olmasına izin veremeyecek kadar yaşamayı seviyor olabilirdi…
Sylvia, 27 Ekim 1932’de, ABD’nin Massachusetts eyaletinde, ABD’li Aurelia ve Alman Otto’nun çocuğu olarak dünyaya geldi.
Aslında her şey normal başlamıştı. Sylvia, sağlıklı bir çocuk olarak dünyaya gelmişti; ancak ruhsal sağlığı için aynı şey söylenemezdi. Zamanla Sylvia’nın bir manik depresif olduğu anlaşılacak ve hayatı boyunca bu gerçekle boğuşacaktı.
Babası Otto, profesördü. 1940’ta, Sylvia henüz bir çocukken hayata veda etti. Sylvia’nın, babasına karşı içinde büyüttüğü bir nefret vardı ve büyüdükçe bu duygu da büyüyecekti. Ruhsal dünyasındaki dalgalanmalar, zamanla bozulan psikoloji, ona çocukluğundan bir hediye olacaktı.
İlk şiirini yazdığında ve hatta yayımlandığında Sylvia, henüz 8 yaşındaydı. Rahatsızlığının ilk izleri de işte bu zamanlarda kendini belli etmeye başladı.
Sylvia, hep intihara meyilliydi. 1950’de Smith College’e burslu girdi. Aslında okulda gayet başarılıydı. Ancak ruhunun ona açtığı yaralar, hayatını sağlıklı bir şekilde yaşamasına izin vermiyordu.
Sylvia, ikinci sınıfta ilk intihar girişimini gerçekleştirdi ve ardından tedavi görmesi için bir akıl hastanesine yatırıldı. Artık ciddi bir şekilde ve resmi olarak hastalığıyla boğuşacaktı.
1955’te Smith College’den “summa cum laude” dereceyle mezun oldu. Zeki yönü ile hayat devam ediyordu. Sonra Fulbright bursu kazandı ve Cambridge Üniversitesi’ne gitti. Burada çalışmalarını sürdürdü ve şiirlerini üniversitenin öğrenci gazetesi, Varsity’de yayımladı.
Cambridge’de Sylvia, İngiliz Şair Ted Hughes ile tanıştı. Şiir, onları bir araya getirmişti. Sylvia’nın artık ayakları yere basmıyordu; aşk ile sarhoş olmuştu.
Ted, Sylvia için hem bir kaçış hem de sığınma noktasıydı. Kesinlikle çılgınca bir deneyim olacaktı bu aşk. Sonu sadece Sylvia’nın içini rahatlatacaktı. Tanıştıktan sonra çok zaman kaybetmeden, 1956’da evlendiler ve Boston’a yerleştiler. Sylvia, hemen hamile kalmıştı ve İngiltere’ye döndüler. Londra’da kısa bir süre yaşadıktan sonra North Tawton’a yerleştiler.
Bu sırada çiftin üzerine Sylvia’nın kıskançlık krizleri kara bulut gibi çöktü. Bu durum, onları evliliklerinde ciddi bir probleme doğru sürüklüyordu. İlk çocuklarının doğumundan sonra Sylvia, içinde bulunduğu durumun ağırlığını kaldıramadı ve Londra’ya dönerek boşanma işlemlerini başlattı.
Bir kere daha bir araya geldiler bu ayrılığın üzerine. Sylvia ve Ted’in bir çocukları daha oldu. Ancak Sylvia’nın ruhsal bozuklukları Ted’in ondan soğumasına sebep olmuştu. Sylvia’yı sürekli ihmal ediyor ve hatta aldatıyordu.
Bu ilişki, düşündüğü gibi Sylvia’ya iyi gelmemişti; kendisini yaratıcılığı konusunda gerilemiş ve kısıtlanmış hissediyordu. Hayatının aşkıyla karşılaştığını, belki iyileşeceğini düşünen Sylvia, bir anda kendini evde çocuk büyüten, dışarıda nerelerde gezdiğini bilmediği kocasını bekleyen bir kadın olarak buldu. Bu kadarı Sylvia gibi ruh taşıyan bir kadın için çok fazlaydı. Büyük aşk, büyük mutsuzluğa dönüşmüş; Sylvia’nın intihar hanesine yazılmıştı.
Sylvia, artık kesinlikle Ted ile olmaması gerektiğini biliyordu. Eskiden İngiliz Şair William Butler Yeats’a ait olduğunu öğrendiği evi kiralamıştı ve bunu iyi bir işaret olarak algılıyordu. Londra’da ruhsal anlamda kendini daha da zorlayacak bir sürece girmişti…
Yalnız bir hayat yaşıyordu burada. Yazar Jillian Becker ile de bu yalnızlığının ortasında, 1962 Eylülü’nde tanıştı. Tanıştıklarında Jillian’a, “Colossus” adlı kitabını imzalayıp hediye etmişti. Zamana mühürlenmesi gereken özel anlardandı.
Ted ile evliliği henüz bitmişti. Jillian, Sylvia’nın yeteneğine hayrandı. Ancak haline de acıyordu. Kısa sürede çok iyi arkadaş olmuşlardı. Gerçi hiçbir buluşmaları neşeli değildi; ama Sylvia ile zaman geçiriyor olmaktan çok memnundu Jillian.
1962 yılı ve 1963 kışı, Sylvia için çok zor geçiyordu. Ne az zamanı kalmıştı…
1963’ün soğuk Şubat günlerinden biriydi. Sylvia, Jillian’ı arayıp sadece “Gelebilir miyim?” diye sordu. Öğleden sonra çocukları Frieda ve Nick’i yanına katıp, Jillian’ın Islington’daki evinin kapısını çaldı.
Sylvia ölümün pençesine düşmüş gibi görünüyordu. İçeri girer girmez uzanmak istediğini söyledi. Jillian, onun bu haline hiç şaşırmamıştı. Onu tanıdığı son beş aydır olduğu gibi kötüydü; ama bu kez her zamankinden kötü…
Jillian, onu yukarıya, en büyük oğlunun odasına çıkardı. Yatağa nasıl küçük hareketlerle ve hayatı sevemeyen yönüyle ilerleyişini izledi. Üzerine bir örtü örtüp, aşağı indi. Jillian’ın 1 yaşında küçük bir kızı vardı; Madeleine. Sylvia’nın oğlu Nick ile yaşıtlardı; kızı Frieda ise 3 yaşına girmek üzereydi. Çocukları alıp birlikte oynamaları için kızının odasına götürdü. Sadece çocukların sesinin yükseldiği evin içinde kendi sessizliğinde sadece arkadaşı için üzülebildi Jillian…
Birkaç saatlik uykunun ardından Sylvia aşağı indi. Uykusunda mı düşünmüştü, yoksa gözlerini tavana dikip bolca düşünerek mi indi bilinmez, eve gitmek istemediğini söyledi. Jillian, Sylvia’nın evinde kalmasını sorun etmedi. İki büyük kızı Claire ve Lucy hafta sonu evde olmayacaktı ve bu iki boş odası var demekti.
Sylvia, arkadaşına evinin anahtarlarını verdi ve Jillian, ilaçlarını, diş fırçasını, bir elbisesi, geceliği ve hali hazırda okuduğu iki kitabını getirdi. Eve döndüğünde çocukları kendi kızıyla birlikte banyoya sokup bir güzel pakladı, karınlarını doyurdu ve yatırdı. Sonra da kocası ve Sylvia ile birlikte yemek için tavuk suyuna çorba, kızarmış biftek, patates püresi ve salata yaptı. Sylvia’nın iştahı arkadaşını pek memnun etmişti doğrusu. Hatta bu kez sorunlardan hiç konuşmamışlardı, neşeli bile sayılırdı muhabbetleri. En azından yemek boyunca…
(Ted ve Assia)
Sonra Sylvia, Jillian’a ilaçlarını gösterdi, ne kadar da fazlaydı. Kimisi uyanmasını, kimisi de uyanmasını sağlıyordu. Uyku ilaçlarını saat 22.00’de aldı. Ancak gözlerinden uykuya dair hiçbir iz yoktu. Üstüne ruh hali de çok hızlı değişiyordu. Enerjik bir duygudaydı ki, birden Ted ve uğruna kendisini terk ettiği kadın Assia Wevil’den bahsederek derin bir duygusallığa büründü.
İkisine de duyduğu öfkenin şiddeti gözbebeklerinde iki cilt roman gibi duruyordu. Kıskançlık bir türlü toparlayamadığı ruhunu kemiriyordu…
Ted, Assia’yı İspanya’ya götürmüştü. “Çocukları İspanya’ya götürebilsem, güneşli bir yere, bu dondurucu havalardan uzaklara” diyordu Sylvia. Ona göre çocukların buna çok ihtiyacı vardı ve hiç iyi değillerdi…
Assia Wevil, de şairdi. Ted ile hayatlarına 1961’de eşi David ile birlikte komşu olduklarında girdi. Ted ile aralarındaki çekimin fark edilmemesi imkansızdı; çok geçmeden bir ilişkiye de dönüştü. Ted’in aldatmaları, Sylvia’nın ruhuna derin yaralar açıyordu ve gözü önündeki bu ilişki, bardağı taşıran son damladı işte…
Nihayet saat gece yarısı olmuşken, Sylvia uykuya dalabildi. Ancak Nick’in uyanmasıyla bu kısa bir uyku olacaktı. Nick mamasını yemiş ve sakinleşmiş, ancak Sylvia hala uyuyamıyordu. Arkadaşından biraz yanında kalmasını rica etti. Gözlerini arada aça kapaya, arada uykusundan sıçraya sıçraya sonunda gerçek bir uykuya daldı. Artık Jillian da gidip uyuyabilirdi…
Sabah ilaçlarını alıp güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra onu birkaç saat götürecek kadar enerji toplamıştı. Çocuklarının bakımında ona yardımcı olan bir kadınla anlaşmıştı, ancak kadın şimdi gelmiyordu ve Sylvia çaresizdi. En az onun kadar çaresiz hisseden diğer isim de Jillian’dı.
Doktoru ile görüştü Jillian. Dr. Horder, ona çocukları konusunda Sylvia’ya yapacağı en büyük iyiliğin onların bakımını annesine bırakmak olduğunu söyledi. Sylvia, çocuklarının kendisine ihtiyaç duyduğunu hissetmeliydi.
Ama Sylvia’nın bunu anlamaya pek niyeti yoktu. Jillian ne kadar uğraşsa da, Sylvia, çocukları sanki kendi sorumluluğunda değilmiş gibi davranıyordu. Jillian, ya çocukları beslemeyecek, onlarla hiçbir koşulda ilgilenmeyecekti ya da her şeyi o yapacaktı. Mecburen yaptı.
Sylvia, ertesi akşam Jillian’a evinden getirttiği mavi, gümüş işlemeli elbisesini giymişti; karşısında durmuş, uzun uzun saçlarıyla oynadı. Yüzü ayrı bir aydınlanmış, gözlerindeki öfke neredeyse gölgelenmişti. Jillian, onun nasıl da güzel göründüğünü düşündü ve bunu yüksek sesle ona da söyledi.
Sylvia’nın neredeyse gülümsediğine emindi Jillian; arkadaşının memnuniyeti onu da memnun etti. Sonra biriyle buluşacağını söyledi; kim olduğunu söylememişti. Çocuklarını öperek iyi geceler dileyip kapıya doğru yönelmişti ki, Frieda arkasından yetişti. Onu sımsıkı sardı ve “Seni seviyorum” dedi Sylvia.
Günler sonra Jillian o gece buluştuğu kişinin Ted olduğunu öğrenecekti ve elbette daha fazlasını. Ted, onu arabayla Jillian’ın evine geri getirmişti…
Sabah olduğunda Jillian, arkadaşının kaçta geldiğini ya da neler söylediğini hiç hatırlamıyordu. Çorba, rosto, peynir, tatlı ve şaraptan olan bir menü ile enfes bir Pazar yemeği yediler. Sylvia’nın yüzünden bu yemekten zevk aldığını okuyordu arkadaşı. Hatta kahve içerken bir tatlı sohbete bile daldılar.
Gün akşama dönüyordu ve Jillian, kızları Claire ve Lucy’nin yakında döneceği konusunu düşünüyordu. Kafasında kimi nerede yatıracağına dair hummalı bir plana girişmişti ki, Sylvia birden “Eve dönmeliyim. Çamaşırları ayırmam lazım. Hem sabah bir hemşire uğrayacak. Nick hasta olduğunda bana yardıma gelen hemşire” dedi. Ani kararının verdiği anlık enerjiyle eşyalarını hızlıca toparladı ve gitmeye hazırdı. Jillian’ın kocası Gerry gitmek istediğine emin olup olmadığını sordu ve Sylvia kesinlikle kararlı görünüyordu. Gerry, onları neredeyse hurda bir arabayla evlerine götürdü. Arabanın gürültüsünden yol boyunca duyamadığı Sylvia’nın yarı hıçkırıklı sessiz ağlayışını, ancak kontağı kapadığında fark edebildi. Gerry ne kadar dil dökse de, Sylvia geri dönmeyi kabul edemedi ve adam, onları ertesi gün ziyaret edeceğine söz vererek yanlarından ayrılmak zorunda kaldı…
Gerry, dönüş yolu boyunca üzerinden atamadığı “Keşke bizimle kalsaydı” iç çekişini eve geldiğinde de devam ettirdi. Sylvia, kesinlikle yalnız kalmamalıydı; böyle düşünüyordu…
Aslında Jillian da kocasına katılıyordu, ancak “insan” yanına yenik düşüyordu içini rahatlatırken. Arkadaşının gidişine üzülmüştü aslında; ama bir yandan rahatlamıştı da, inkar edemezdi. Hem kendi çocuklarına hem onun çocuklarına bakmak için bu kadar uğraşa gerek kalmamıştı işte. Hem acıma duygusu kalbi çok fazla yorabiliyordu. Ertesi gün alacağı haberi önceden bilse, bunların ne kadarını düşünebilirdi ki? Bu düşünceleri ve hatta duyguların, onu yıllarca sürecek bir pişmanlığa sürükleyeceğini bilse, hiç düşünebilir miydi aynı şeyleri…
Çünkü Pazartesi sabahı saat 8.00’de Dr. Horder, Sylvia’nın intihar haberini vermek için aramıştı. Gitti diye içten içe rahatladığı, daha dün şu masada neredeyse mutlu yemek yediği arkadaşı, şu an hayatta değildi…
Tarih, 11 Şubat 1963’ü gösteriyordu. Sylvia’nın her günü, intiharı düşünüyor ya da deniyorsa, sıradan bir gün olarak geçiyor demekti. Bugün de yine bir planı vardı ve bu kez başaracaktı…
Çocuklarının odası ikinci kattaydı; başuçlarına kurabiye ve sütlerini bıraktı. Odalarının kapısını kapadı ve sıkıca kapının aralıklarını bantladığından emin oldu. Aşağı, mutfağa indi ve fırının gazını açıp kafasını içine soktu.
Sonrası Sylvia için muhtemelen huzura kavuşmak demekti…
Bu intiharın ardından tüm gözler elbette kocası Ted’e çevrildi. Ted, bu konuda yıllarca konuşmamayı tercih etti. Sonra da anılarını yayımladı. Sylvia’nın intiharından “Önlenemez!” diye bahsediyordu…
Ve intihar Sylvia’nın genlerine kodlanmış gibiydi; yıllar sonra oğlu da intihar edecekti…
Sylvia intihar ettiği sırada, Assia da Ted’in çocuğuna hamileydi. Bebeği aldırdı ve Ted ile beraberliğini de sürdürdü. Üstelik Sylvia’nın çocuklarına annelik eder. Kim bilir, belki de bu Assia’nın vicdanının sızısını dindirme şekliydi. Ted’in hayatında bir intiharla oluşan koca boşluğu doldurdu.
Ne yazık ki, Assia’nın da yaşamı Sylvia’nınki gibi Ted’in gölgesinde kalarak devam etti. Ne Ted ne de çevresi Assia’nın şiirleriyle ilgilenmedi, hatta onu küçümsedi. Assia, Sylvia’nın yolunda ilerliyordu. Onun sadece hayatını değil, ölümünü de aldı.
23 Mart 1969’da, Sylvia’dan farklı olarak, 4 yaşındaki kızı Shura’yı da yanına aldı; gazı açtı ve kızıyla birlikte ölüme kavuştu…
Ted’in anılarına göre Assia’nın ölümü ise, “Önlenebilir”di!
Sylvia Plath, gizdökümcü şiirin en büyük temsilcilerinden biri olarak tanındı. Şiirleri, en az intiharları kadar meşhur oldu. Kendisine biçtiği 30 yıllık ömürde biriktirdiği her cümle, ardından eserlere dönüştü.
Sylvia Plath, Virginia Woolf, Simone de Beauvoir, Marguerite Duras gibi isimlerle bir arada 20. Yüzyılın en büyük kadın edebiyatçıları arasında anıldı. “Sırça Fanus” adlı eseriyle tanınan Sylvia, kırılgan, karamsar ve illa duygusal diliyle okurunun ruhuna dokundu. Bu aslında kısacık hayatında yaptığı en iyi şeydi; ruha dokunmak. Bir tek kendi ruhuna dokunmayı becerememişti…
Her zaman dediğim gibi, insanlığa ucundan kıyısından sanata bulaşan, yaşayan bir şeyler bırakırsan bu ölümsüzlüğün keşfi gibi. Sylvia, belki hiç toparlayamadığı ruh sağlığıyla, içinde kopan fırtınalarla zor şeyler yaşadı. Nihayetinde herkes kendi payına düşeni yaşıyordu. Onu özgürleştiren de cümleleri oldu…
Kendi ölümüne karar verdiğinde ve başardığında henüz 30’undaydı. Daha sonra hayatı “Sylvia” adlı filmle beyaz perdeye aktarıldı. Onu ise, Oscarlı Oyuncu Gwyneth Paltrow cablandırdı.
Otobiyografik bir roman olarak öne çıkan “Sırça Fanus”, birçok eleştirmen tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendirildi.
Zaman içinde şiirleri, düzyazıları yayımlanmaya ve Sylvia Plath hep konuşulmaya devam etti. İçinde dindiremediği fırtınalara rağmen ruhlara dokunan şiirleriyle bir Sylvia Plath geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Kitap okumayı en fazla ne kadar sevebilirdiniz? Ya da belki şöyle sormalıyım, herhangi bir şeyi en fazla neyinizi feda edecek kadar sevebilirdiniz?
Cemil Meriç, kitapları, görme yetisini yitirmeyi umursamayacak kadar çok seviyordu. Onun ki öğrenmeye karşı duyduğu sonsuz açlık gibiydi. Sonunda görme yetisini tamamen yitirdiğinde ise, kalp gözünü açtı ve eserlerini verdi. Belki de fiziksel olarak değil, bir nesnenin duygusunu görebildiği için bunca sevildi…
Çok sevdiği kitaplarıyla dolu dolu 70 yıl geçirdi Cemil Meriç ve 31 yıl önce bugün aramızdan ayrıldı. Dilerim bir yerlerde ruhu kitaplara doymuş bir şekilde, yazdıklarını okuyan herkese gülümsüyordur…
Cemil, 12 Aralık 1916’da, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, Zeynep Ziynet Hanım ve Mahmut Niyazi Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ev sahipleri Osman Ağa’nın bir asker dostunun ısrarı ile ailesi, ona “Hüseyin Cemil” adını verdi.
Ailesi Balkan Savaşları sırasında Dimetoka’dan Reyhanlı’ya göçmüştü. Çamurlu sokaklardan geçilerek varılan bir küçük evde oturuyorlardı. Cemil de bu evin bir odasında açtı dünyaya gözlerini. Dimetoka’da hakimlik yapan babası, Cemil’in doğumundan sonra Antakya’da Ziraat Bankası Müdürlüğü ve Mahkeme Reisliği yaptı. Cemil 7 yaşındayken memuriyetten ayrıldı ve ailecek Reyhanlı’ya döndüler.
Eğitim hayatı resmi olarak 7 yaşında başlayacaksa da, Cemil, okumaya başladığında henüz 4 yaşındaydı. Okumak, onun için eğlenmekle eş değerdi. Kitaplarla konuşmayı çok seviyordu. Ancak okumaya başladığı ilk yıl ileri derecede miyop olduğu teşhis edildi. Cemil, 4 yaşındaydı ve 4 derece miyoptu.
8 yaşına kadar bulanık hayatında çocukluğunu yaşamaya, bir şeyleri ayırt ederek görmeye çalışıyordu. Ancak tek görebildiği yaşadıklarından sonra hayata küsmüş, susmayı tercih etmiş, sürekli kaşlarını çatan bir baba ve sürekli hasta, hayattan kendisini soyutlamış, her şeye mızmızlanan bir anne! Ve bu tanımların arasında çocukluğunu kendi dünyasında “İtilip kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş, yabancı!” olarak tanımlıyordu. Yani en azından akıllı cümleler kurmaya başladığında hissettiği ve yıllar sonra kelimelere döktüğünde söylediği tam olarak böyleydi.
Kendine doğru bir yol bulmalıydı. Çünkü Cemil, başka çocuklar gibi değildi ve çocuk dediğin, kendine benzemeyeni ötekileştirirdi. Arkadaşları da Cemil’i dışladı; Cemil çok dayak yedi, çok hakaret işitti. Aslında ona göre en kötüsü arkadaşlarının yaptığı değil, eve döndüğünde anlatacak kimse bulamayışıydı. Aslında belki konuşsa onu anlarlardı, ama o, susmayı tercih etti. O zaman doğrusu buymuş gibi geliyordu. Kendi ifadesiyle dili başkaydı ve gözlükleri vardı. Cemil, kendinden çok utanıyordu…
Cemil, pencerelerini dış dünyaya kapatmış ve düşman bir çevrede insanları sevemeyince kitaplara kaçmıştı. Bu onun duygusal zekasının güçlü olduğunu gösteriyordu belki; ancak edebiyat, kesinlikle Cemil’in özgür bir kararı olmayacaktı. Buna 4 yaşında karar vermiş bir ruhla Cemil, gözünde 4 derece gözlükleri, elinde kitaplarıyla bir köşede oturan küçük adamdı.
Yıllar sonra, “Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım” diyecekti. Bu dünya, kitaplara açılıyordu; bu, sonsuzluğun erken keşfiydi belki de…
Bir de trajedisini birkaç satırla şöyle özetleyecekti: “Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla ‘Büyük Doğu’ kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla ‘Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış”.
Cemil 7 yaşındayken doğduğu yere geri dönmüşlerdi ve artık okul zamanıydı. Cemil, ilkokulu Reyhanlı Rüşdiyesi’nde bitirdi. Sonra yeniden Antakya’ya döndüler. Fransız idaresinde bulunan Antakya’nın Fransız eğitim sistemini uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu.
Okul ve kitaplar onun için çok değerliydi. Ancak belli ki gözleri bu duruma karşı isyan etmeye devam ediyordu. Antakya Sultanisi’ndeki eğitimi sırasında Cemil’in gözleri neredeyse 10 dereceye kadar yükselmişti. Ortaokul sıralarındaydı ve tahtada yazılanları dahi göremiyordu. Bir yandan bunu dile de getiremiyordu…
Bu sırada ilk yazısı “Geç Kalmış Bir Muhasebe” başlığını attığı yazısı Yenigün Gazetesi’nde yayımlandı. “Fırsat Yoksulu” takma adını kullanmıştı. Artık 12. Sınıfa geçmişti. Hocalarının bir yazısına yaptığı eleştiri sonrasında Cemil’in milliyetçi tutumu, onu, okulu terk etmek zorunda bırakmıştı; lise diplomasını alamadı.
1936’da, İstanbul’a giderek Pertevniyal Lisesi’ne kaydoldu. Öğretmenleri, İhsan Kongar, Keysa İdalı, Nurullah Ataç gibi değerli isimlerdi. Burada bir de Nazım Hikmet ve Kerim Sadi başta olmak üzere dönemin solcu aydınlarıyla da tanıştı.
Bir yandan da geçim sıkıntısı çekiyordu. Hatay’a dönmekten başka çaresi yoktu. Artık iş hayatı başlamalıydı…
Cemil, döner dönmez Haymaseki köyüne ilkokul öğretmeni olarak çalışmak için gitti. Burada dokuz ay çalıştıktan sonra aynı yıl, 1937’de, İskenderun’a dönü ve Tercüme Bürosu’na Reis Muavini oldu. Ancak beklenmedik bir telefonla görevi son buldu. Cemil Meriç de artık kendini “sosyalist” olarak tanımlıyordu.
1938’deki görev yeri Batı Ayrancı Köyündeki ilkokuldu. Daha sonra Türk Hava Kurumu’nda sekreterlik, Belediye’de katiplik gibi geçici işler yaptı.
Hatay, Türkiye topraklarına yeni dahil edilmişti. Nisan 1939’da, Hatay Hükümeti’ni devirmek iddiasıyla tutuklandı; Cemil Meriç, komünizm propagandası yapıyordu. Çıktığı mahkemede Marksist olduğunu söyledi. Bu kelime, bir Türk Mahkemesinde ilk kez o gün telaffuz edilmişti. Antakya’da idam talebiyle yargılanan Cemil Meriç, üç buçuk ay sonra beraat etti.
Hala okumak istiyordu. Birkaç yıl ara vermek zorunda kalmıştı ancak bir yolunu bulur bulmaz da üniversiteye kaydolabilmek istiyordu. 1940’ta İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’na burslu olarak kabul edildi. Ancak burada da aradığını bulamamıştı. Öyle çok kitap okuyordu ki, diğerlerinden fazlaca önce olduğu muhakkaktı. Amfide en arkaya oturuyor, dersi oradan dinliyordu. Bir dersten sonra hocası Sabri Esat Siyavuşgil, ona, derslere girmeye ihtiyacı olmadığını, okula gelmesi gerekmediğini söyledi.
Bir yandan da yazmaya ve yazdıklarını yayımlamaya devam ediyordu. 1941’den itibaren yazılarını, İnsan, Gün, Yücel Ayın Bibliyografyası dergilerinde yayımladı.
Cemil, kime gönlünü açıp evlenmek istese reddedilen bir delikanlıydı. Bu konu artık içinde kabuk bağlamaz bir yaraya döndü.
Belki de vazgeçmişti. Tam bu sırada dostu Kerim Sadi’nin ısrarıyla öğretmen arkadaşı Fevziye Menteşoğlu ile tanıştı. Ona, “İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım. Ne dersiniz? Benimle evlenir misiniz?” şeklinde bir evlenme teklifinde bulundu. Fevziye Hanım’ın cevabı kısa ve net oldu: “Cesaretimi takdir edersiniz”.
Evet, evlenmişlerdi. Az bir zaman sonra Cemil, 1942’de Elazığ Lisesi’ne Fransızca Öğretmeni olarak atandı.
1942’de, Elazığ Lisesi’ne Fransızca Öğretmeni olarak atandı Cemil. Burada bir süre görevini yerine getirdi. Ancak eşinin tayini Elazığ’a bir türlü çıkmıyordu. Daha da önemlisi eşi, iki kez hamile kalmış; ama bu doğum sağlıklı ilerleyememişti. Eşinin
İstanbul’da doğum yapabileceğinin anlaşılması üzerine Cemil, öğretmenlikten istifa etti ve İstanbul’a gittiler. 1 Nisan 1945’te oğulları Mahmut Ali dünyaya geldi. 16 Aralık 1946’da doğan kızlarına da Ümit adını verdiler.
Cemil, 1946’da İstanbul Üniversitesi’ne Fransızca Okutman olarak geri döndü. Bu görevi, 1974’te emekli olana kadar devam edecekti.
1947 yılı boyunca Yirminci Asır Dergisi’nde yazılarını yayımladı. 1948’de Victor Hugo’nun Hermani adlı piyesini manzum olarak tercüme etti. 1952 – 1954 yılları arasında da Işık Lisesi’nde Fransızca dersleri verdi.
Cemil, eğer işinde ya da evinde değilse bilirdiniz ki kütüphanedeydi. Kütüphanesi, onun hayatının en özel alanında bulunuyordu. Ancak elbette kütüphanesi dışında da bir özel hayatı vardı. Sadece kütüphanesi daha özeldi hepsi bu. Kütüphanesine girerken kirli giysilerinden sıyrılıo tertemiz giyinen Machiavelli’nin gözünden bakıyordu o da kütüphanesine; kutsaldı.
Cemil, daha çok kitaplarıyla olmayı tercih ediyordu. Gece ya da gündüz, onun için fark etmiyordu. Öyle ki, Cemil geceleri gözleri görmediğinden masanın üzerine bir sandalye koyar, ışığa mümkün olduğunca yaklaşır ve böyle okurdu. Bu şekilde yapmalıydı. Çünkü kordon alacak parası yoktu; tüm parasını çoktan kitaba vermişti. Gözleri de daha fazla dayanamayacaktı…
Cemil, aydın arkadaşlarıyla buluşur; Nisvaz ya da Elit pastanelerinde hoş sohbetli vakit geçirirdi. Salah Birsel, takdirini “Elit’e gelenlerin en bilgilisi, en kültürlüsüdür Cemil Meriç!” diye dile getiriyordu…
1953’te, Cemil’in görme yetisi hissedilir derecede azalmıştı. 12,5 derece miyop ve kuvvetli hipermetrop onu çok zorluyordu.
1954 baharında geçirdiği bir kaza geçirdi Cemil. Aile dostları Ahmet Çipe’yi ziyaret ettikleri bir günün sonunda, merdivenlerden düştü. Eşine yönelttiği “Fevziye, hiçbir şey görmüyorum. Elektirikler mi kesik?” sorusundan sonra herkesin yüzünde acı gerçeğin yansıması vardı. Cemil Meriç, artık tamamen kördü.
Geçirdiği birkaç başarısız ameliyatın ardından Cemil, 1955’te tek başına Marsilya’ya giden bir vapura bindi. Oradan da umut ederek Paris’e gitti. 6 ay süren bir tedavinin ardından umutları tükendiğinde evine döndü. “Dante cehennemi anlayamamış dostum” diye tanımlıyordu yaşadığını…
Artık küçücük bir ışık huzmesi dahi yoktu ve Cemil, bir daha okuyup yazamayacağını düşünerek bunalıma girdi. Kitaplarını okşuyor, sayfalarını kokluyor ve sürekli hüngür hüngür ağlıyordu. Ama arkadaşları vardı ve bu kez çocukluğunda yaptığı gibi onlardan kaçmayacağını biliyordu. Çevresinde ona destek verenler sayesinde göremeyen bir insan olarak, okuma yazmayı yeniden öğrendi.
Evet, Cemil Meriç artık göremiyordu ve bir daha da göremeyecekti. Ama aslında gördüğü çok daha fazla ve güzel şey vardı. Belki artık gökyüzünü, güneşi, bulutu göremeyecekti; ama görüyorum diyenden çok daha fazlasıyla her şeyi tanımlayabilirdi.
En üretken çağı başlamıştı Cemil Meriç’in. Sadece yanında insanlara ihtiyaç duyuyordu o kadar. Çevresindekilere Fransızca ve İngilizce metinleri okutuyor ve sözlü olarak yaptığı çevirileri de yardımcılarına yazdırıyordu.
1963’te, Edebiyat Fakültesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde, emekliliğine kadar sürdüreceği, Sosyoloji ve Kültür Tarihi dersleri vermeye başladı. Yine 1963’te yirmi yıl boyunca aralıklarla yazmaya devam edeceği günlüklerinin ilkine, ilk cümlesini yazdı.
Bir dünya edebiyatı yazma düşüncesine dalmıştı. Yola da İran Edebiyatı ile başlamayı düşünse de yönünü değiştirdi ve 1964’te ilk telif kitabı “Hint Edebiyatı”nı yayımladı. 4 yıllık bir çalışmanın sonucu olan bu eser, Doğu medeniyetlerine karşı önyargıların yıkılmasını amaçlıyordu. “Bir Dünya’nın Eşiğinde” adıyla iki kez daha basıldı.
Daha sonra yüzünü Doğu’dan Batı’ya döndü. Batı düşüncesinin önemli bir yönünü aydınlatma amacıyla sosyalizmin temelini atan ve sosyolojinin kurucusu olan Saint Simon hakkında bir eser yazdı. Bir süre yayınevlerinin basmayı istemediği bu eseri, 1967’de Can Yayınları bastı.
1965-1973 yılları arasında çeşitli dergilerde yazıları ve çevirilerini yayımlayan Cemil Meriç, Hisar Dergisi’nde “Fildişi Kuleden” başlığı ile denemeler yazdı. 1974’te İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden emekli olan Cemil Meriç, birikimlerini kitaplaştırmaya karar verdi.
Yine 1974’te, Türkiye Milli Kültür Vakfı’ndan fikir dalında ödüle layık görüldü.
1976’da, “Bu Ülke” adını verdiği kitabını yayımladı. Cemil Meriç, kendisinin fikir, kültür ve edebiyat konularına dair aforizmalarından oluşan bu eserini, “Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim” diye tanımlıyordu.
Yine 1976’da, medeniyet kavramını tartıştığı “Umran’dan Uygarlığa” adını verdiği eserini yayımladı.
1978-1984 yılları arasında çoğu Kubbealtı Cemiyeti’nde düzenlenen konferanslar vererek birikimlerini sözlü olarak da paylaştı. 1980’de kaleme aldığı, bir edebiyat ve düşünce tarihi niteliği taşıyan “Kırk Ambar” adını verdiği eseri ile “Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü”nü aldı.
1981’de Ankara Yazarlar Birliği, Cemil Meriç’i, “Yılın Yazarı” seçti. Yine 1981’de, “Bir Facianın Hikayesi” adını verdiği yarı derleme yarı telif eserinde, yakın tarihin yeni muhasebesini yaptı.
41 yıl boyunca Fevziye Hanım ile aynı yastığa baş koydu Cemil Meriç. Kendisine ömrünü adayan, onun her haline saygı duyan bir kadınla evli olduğu için çok şanslı olduğunu biliyordu.
Cemil Meriç, Antakya’ya ablasını ziyareti sırasında Lamia Hanım ile tanıştı. Antakya Lisesi’nde İngilizce Öğretmeniydi. Cemil Meriç’in hayatındaki yeri çok özeldi. Fevziye Hanım, bu özel durumu anladı ve saygı duydu…
Fevziye Hanım, 10 Mart 1983’te öldü. Cemil Meriç de tamamen içine kapandı…
Oğluyla Caddebostan’da vakit geçirdiği bir günün sonunda Cemil Meriç fenalaştı. Gelen titreme atağının ardından Haydarpaşa Hastanesi’ne yatırıldı ve doktorlar, felçli olduğu haberini verdi. Bir süre sonra da zatürre oldu ve ardından kalp krizi geçirdi. Prof. Dr. Aram Sukyasyan’ın uyguladığı tedavi sonucunda hayata döndü.
Tüm bu süreçte de Lamia Hanım, Cemil Meriç’in bakımını üstlendi. Hiçbir karşılık beklemedi ve onu hiç yalnız bırakmadı.
Meriç’in hastalığından sonra Feneryolu’nda bir daireye taşındılar. Felçli olduktan sonra bambaşka biri oldu Cemil Meriç. Sürekli yataktaydı. Yine de kötümser değildi. Hatta daha iyimser biri oldu. Ziyaretine gelen kimseyi geri çevirmiyordu; hasta haliyle bile her soruyu cevaplıyordu.
Ömrünün sonuna yaklaşırken Cemil Meriç, yemek yerken dahi yoruluyordu. Neredeyse sadece suyla besleniyordu. Doktorlar yeni bir tedavi uygulamaya başlamıştı ki, 1987’de, 12 Haziran’ı, 13 Haziran’a bağlayan gece 00.25’te 70 yıllık hayata veda etti.
Düşünceleri, eserleri ve kitaplara olan düşkünlüğüyle bir Cemil Meriç geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün 11 Ekim 2017; “Kaptan” öleli tam 12 yıl oldu. 12 yıldır yeni hiçbir şey yazmadı. Ama yine de biz onu hiç unutmadık.
Çok sevdiğimiz biri ölünce kendimize bahaneler buluruz ya hani. Ben de onun öldüğünde babasına kavuşmuş olduğunu ve gülümsediğini düşünmek istiyorum. Ne tuhaf, Franz Kafka için de tam tersini dilemiştim. Hayat her zaman aynı yerden baktırmıyor insana. Ama neyse ki onlar var oldular ve cümleleri sonsuza kadar var…
Attila İlhan’ı, yazdıklarını, sonsuz sevgi ve minnetle anıyorum.
Ölüm yıl dönümünde yazdıklarımdan bu yana aylar geçmiş; Attila İlhan bugün 93 yaşında. İyi ki doğdun yüreği, kalemi güzel adam…
Attila, 15 Haziran 1925’te İzmir Menemen’de, Memnune Perihan Hanım ve Bedri Bey’in oğlu olarak doğduğunda ailesi ona “Attila Hamdi İlhan” adını verdi. Attila, baba tarafından kökenleri Kafkaslara dayanıyordu.
Bedri Bey, döneminin yenilikleri pek ciddiye almayan, aruzla şiirler yazan bir Divan şairiydi. Evde hep şiir hakimdi. Bu yüzden Attila, naif ve şiire düşkün bir çocuk olarak büyüdü.
Bir gün kendisi ünlü bir şair ve yazar, kardeşi “Çolpan İlhan” ise, ünlü bir oyuncu olacaktı…
Attila, okul hayatına İzmir’de, Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu’nda başladı. Daha sonra da Karşıyaka Orta Mektebi’ne devam etti.
Şiirle yatıp şiirle kalkan, kendi halinde bir çocuktu. Lisenin ilk senesine kadar da her şey normal seyrediyordu. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıftayken, bir gün, mektuplaştığı kıza yazdığı mektuplardan biri ele geçti. Aslında iki kanı kaynayan gencin masumane cümlelerini içeriyordu. Ama ucuna iliştirilmiş bir Nazım Hikmet şiiri de vardı. 1941 Şubatı’ydı; Attila tutuklandı.
Ülkenin aldığı bazı kararlar vardı. Nazım, yasaklıydı. Attila, üç hafta gözaltında kaldıktan sonra, iki ay da hapiste yattı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge de çıkartılmıştı adına. Eğitim hayatına zorunlu bir ara vermişti.
Danıştay kararı 1944’te bozdu ve Attila okuma hakkını kazanır kazanmaz İstanbul Işık Lisesi’ne kayıt edildi.
1946’da liseden mezun olduğunda, üniversite tercihi İstanbul Hukuk Fakültesi’nden yanaydı. Aslında başarılı bir öğrenci olmuştu hep. Ama yine de mezuniyetini alamadı. Onun gönlü kelimelerin dansından yanaydı. Bir mumun alevinde kelimelerini coşturmaktan başka gayesi yoktu.
Şiire ilk aşk
Attila, babasından aldığı bayrağı taşımaya niyet etmiş, kalemini defterini almış, ilk şiirini yazmıştı. “İlkbahar”. Kalemi küçücük parmaklarına yük olacak yaştaydı. Attila ilk şiirini yazdığında, henüz ilkokul üçüncü sınıf öğrencisiydi.
Babasıyla aralarında Attila kalemi ilk eline aldığında gizlice yapılmış bir anlaşma belirdi. Her şey aşikardı, ama kimse bir cümle kurup dile getirmedi. İlk şiirini babasına okumuştu; bedri bey beğenmedi, hatta “Böyle şiir olmaz” dedi. Oğlunun şiirlerini pek beğenmezdi ya da beğenisini diline dolamazdı. Sadece Divan şiiri kurallarına uygun şiirlerini okuyordu Attila’nın, Bedri Bey. Onu da mümkün mertebe gizlemeye özen göstererek…
Hapiste kaldığı dönemde kendini daha çok hissettirmişti aralarındaki o sessiz anlaşma. Babası ona hiç tepki göstermedi. Sadece bir telgraf çekti: “Üzülme geçer”.
Bilirdi Attila babasının sevgisini, şiire karşı ölçülü duruşunu. Belli ki eğer oğlunun da gönlü düşecekse şiire, bunu layıkıyla yapmasını istiyordu.
Attila bu naiflikle, hele babası böyle şiirle dolaşırken evin içinde, annesi bunca hayranken babasına, nasıl gönlü kaymasındı şiire! Annesi evindeki erkeklerin durumundan özellikle memnundu. O Nedim’i severdi, ezbere bilirdi. Çünkü Bedri Bey, ilk gecelerinde okumuştu Memnune Hanım’a…
İlk takdirini lise son sınıfa giderken aldı Attila. Amcası ondan gizli, “Cebbaroğlu Mehemmed” adını verdiği şiirini CHP Şiir Armağanı Yarışması’na gönderdi. Pek çok ünlü ismin şiiri de vardı yarışmada. Attila onları geride bırakarak ikincilik ödülünü kazandı.
Bu, Attila’nın yazmak konusunda cesaret kazandığı olaydı. Daha incelikli, daha düşkün yazdı artık şiirlerini, yazılarını. Üniversitede “Yığın” ve “Gün” dergilerinde ilk kez şiirlerini yayınlamaya başladı.
1948’de de “Duvar” adını verdiği ilk şiir kitabını, kendi imkanlarıyla, yayımladı…
Attila, 1948’de ilk kez yurt dışına çıktı. Henüz üniversite ikinci sınıftaydı. Paris’te Nazım Hikmet’i kurtarma hareketi başlatılmıştı. Ön saflardaki yerini almak için düştü Paris yollarına.
Koşulları zor günlerdi. Ama biliyordu, bu onun tercihiydi. Yıllarca yazdığı her şiirin, her metnin karakterlerini işte burada şahit oldukları, gözlemledikleri belirleyecekti.
Nazım’ın yeri onda ayrıydı. Şiire babasından aldığı hevesle başlamış, ama kendini bulana kadar hep Nazım’ın izini sürmüştü. Hatta belki yeri gelmiş taklit etmişti. İşte babasının kızdığı da buydu aslında; kendisini örnek almasını çok istemişti.
Attila aslında başlarda halk şiiri yazdı. Sonra Divan şiirleri okudu. Hatta aruz ölçüsüne heves edip 200 kadar gazel de yazdı. Ama sonra gönlünü Nazım’ın yoğurt yiyişine kaptırdı; ta ki kendi soluğunu keşfedene kadar 150 Nazım kokan şiir yazdı…
Fransa günleri
Attila, 1951’de Gerçek gazetesinde yazdığı bir yazıdan dolayı soruşturmaya uğramıştı. Bu olayın ardından Paris’e tekrar gitti. Bu kez Nazım’a sadece sevgi duyarak, kendi yolunu bilerek…
Attila, bu yıllarda Fransızcayı öğrendi. Sonra Maksizm ile tanıştı. Paris – İstanbul – İzmir arasında adeta mekik dokuyordu.
Bu gidiş gelişler, yazmaktan hiç vazgeçemeyişler ona bir ün kazandırmıştı. Yine bir yandan sürüncemede olan Hukuk Fakültesi’ni de bu süreçte tamamlamak istiyordu. Ancak gönlünü kaptırdığı çok fazla meslek vardı. Son sınıftayken gazeteciliğe başladı ve fakülteyi yürütemeyeceğini anladı. Sonra sinema merakına kapıldı. Bütün bunlar sökülen bir çorap gibi birbirini takip ediyordu. 1953’te “Vatan” gazetesinde kelimelerini sinema eleştirileri için kullanmaya başladı.
Attila, 1957’de Erzincan’da askerliğini yaptı ve İstanbul’a döndü. Kalemi bu dönemde sinema sektörüne ağırlık vermek niyetindeydi.
15 kadar senaryo yazdı. Ancak imzasını Ali Kaptanoğlu olarak atıyordu. Azımsanmayacak bir rakamdı aslında. Ama içini coşturacak o hissi sinemada bulamamıştı. 1960’da tekrar Paris’e gitti. Televizyonculuğu bir de incelemek istiyordu.
Attila, televizyonculuk gayesiyle düştüğü Paris yollarından, gözünün nuru babacığının ölüm haberi ile döndü. İzmir’e döndü. Ona bütün hayatını yaşamak için gayesini bulmasına sessiz saygısıyla olanak veren babası, artık hayatta değildi…
Bu haberin ardından şehrinden ayrılamadı. Önündeki 8 yılı İzmir’de geçirdi Attila. Bu dönemde Demokrat İzmir gazetesinin genel yayın yönetmeni olarak görev aldı ve başyazar olarak yazdı.
Yine bu dönemde kitaplar yazmaya da devam etti. “Yasak Sevişmek” ve “Aynanın İçindekiler” dizisinden “Bıçağın Ucu” adlı eserimi yayımladı.
“Ben sana mecburum” adını verdiği, hepimizin diline pelesenk olmuş, hafızalarına kazınmış o mükemmel şiiri, aynı zamanda kitabın da adı olmuştu. “Ben sana mecburum” 1960’da basıldı. Benim gibi bir 90 kuşağının bile ezberinde olan bu aşk kokan şiir kadar mükemmeldi kitaptaki diğer şiirler de.
Attila İlhan’ın olduğu her yer aşk, her yer tutkuydu… Ama bu kitapta sadece aşk yoktu; gerilim de vardı, siyaset de, özgürlüğe duyulan özlem de, sınırsızlığın direnişi de… İstanbul’un semtlerinde dolanıp, Paris’te tanık olduğu insanlara tutunup, Cezayir’de kurşuna dizilmişti. İşte hepsi Attila İlhan’dı; her yanı sade ve sadece, insan.
Aşkın ne manaya geldiğini hissettiğim günden beri bu şiirin varlığını bilmek ne güzel. Ustaya minnetle, bir kuplecik buraya bırakayım; ama siz tamamını hissederek okuyun olur mu?
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum…”
Onca şiire hayat veren, aşkı kelimelerle yaşayan adam, Attila, Biket İlhan ile 1968’de evlendi.
Bu evlilik 15 yıl sürdü ve çiftin hiç çocuğu olmadı.
1970’lerde Türkiye’de televizyon yayını başlamıştı. Attila’nın da senaryo yazma merakı alev aldı ve çalışmalara başladı.
“Kartallar Yüksek Uçar, Sekiz Sütuna Manşet ve Yarın Artık Bugündü” izleyicisinin beğenisini kazanan diziler oldu.
Söz konusu yazmaksa, her alanda iyi olabileceğini kanıtlamıştı.
Attila, 1973’te Ankara’ya taşındı. Burada “Bilgi Yayınevi”nin danışmanlığını yapacaktı. 1981’e kadar burada kaldı.
Bu süreçte “Sırtlan Payı” ve “Yaraya Tuz Basmak” adını verdiği eserlerini yazdı. “Fena Halde Leman” adını verdiği romanını tamamladıktan sonra da İstanbul’a yerleşti.
İstanbul’da yaşamaya başladığında Gazeteci kimliğine bürünmüştü. 2 Mart 1982’de “Milliyet”te yazmaya başladı ve 15 Kasım 1987’ye kadar devam etti. Daha sonra “Gelişim Yayınları” ile sürdürdü çalışmalarını.
1993 – 1996 yılları arasında sürdürdüğü “Meydan” gazetesindeki görevine başlamadan önce bir süre Güneş gazetesinde de yazdı.
1996’dan 2005’e kadar “Cumhuriyet” gazetesinde yazdı, bu son gazete olacaktı.
Attila İlhan’ın yayınlanan ilk romanı, “Sokaktaki Adam”dı. Ama kimsenin bilmediği, gün yüzüne çıkarmadığı 10 romanı vardı. O yayınlamasa da hep yazdı.
Yine de bunun bir sebebi olmalıydı. Yıllar sonra 1996 Haziran’da, bir söyleşide şu cümlelerle anlatacaktı bu sebebi: “Birçok roman yazdım daha önceden. Ama neden yayınlamadım? Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki, yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatır. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır.”
Attila İlhan, romanlarında şehir insanını anlatıyordu. En çok İstanbul ve İzmir vardı kitaplarında, elbette bir de Paris. Ancak bununla yetinmedi. Batı kültürünün Türkiye’de nasıl yansıdığını kurguladığı karakterlerle anlattı.
Bir küçük nokta var. Onun tamamen kişiliğiyle, bir gününü nasıl yaşadığıyla ilgili. Attila, her gün 10.00’da kafede oluyordu ve 12:00’de evine dönüyordu. İşte böylesine muntazam bir düzen içinde yazılıyordu onca eser. Bu özelliğini huy haline çok küçük yaşlarda getirmişti. Çünkü ne varsa sorumluluk adına, çocuk yaşta öğrenmişti. Ama belli ki hamurunda da vardı.
Çok özel bir kalemdi o. Elbette ödülleri de olacaktı…
İlk ödülü en başında bahsettiğim gibi 1946’daki “CHP Şiir Armağanı Yarışması”nda ikincilik oldu. 1974’te “Tutuklunun Günlüğü” ile “TDK Şiir Ödülü” ve “Sırtlan Payı” ile de “Yunus Nadi Roman Armağanı”na layık görüldü.
2003’te “Sertel Demokrasi Ödülü”nü aldı.
2007’de ise, o hayatta yokken, “Attila İlhan Bilim ve Sanat Kültür Vakfı” kuruldu…
Ayrıca adına konmuş bir de ödül var; “Attila İlhan Edebiyat Ödülleri”.
Attila, ilk kez kalp krizi geçirdiğinde takvimlerin mührü 1985’i gösteriyordu. Hissetmeye, çok sevmeye, çok kızmaya doyuramadığı kalbi işte o zamanlar yorulmaya başladı; çok erkendi.
Ne sigara kullanıyordu ne de alkolden haz ederdi; kendi deyimiyle “Temiz çocuk”tu. Sadece Fransa’da mecburen şarap içmişti. Öğrencilerin doldurduğu lokantalar bile sürahiyle şarap veriyordu.
Burayı bir röportajında anlatmış Attila: “Su yok mu?’ diye sordum. “Fransa’da suyu inekler içer” demişlerdi. Biz de içtik, ama 10 gün oteli bulamadım”
Bir de enfarktüsten sonra reçeteyle viski içti. Oysa yine kendi deyimiyle “Cenabetin” kokusunu da sevmezdi. Doktorlar ilaç diyordu; bakalım, içiyordu.
2004’e kadar hassasiyetle gelen kalbi, artık hastaydı. Tüm ömrü boyunca iki kez kalp krizi geçirdi. İkincisinde tarih 10 Ekim 2005’i gösteriyordu ve bu kez sondu.
Attila İlhan, öldü; 80 yaşındaydı. Ölümü kayıtlara 11 Ekim 2005 olarak geçti.
Aşka doyamayışıyla, yazdığı her cümleyle, gamzelendiği her gülüşle, hep çok sevişle bir Attila İlhan geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Dostu Cemal Süreya, ona, yarattığı mistik şiir tarzından ötürü “Sezo” diyordu ve onu, “Mehmet Akif ve Necip Fazıl karışımı şair” olarak tanımlıyordu.
Düşüncesi, yaşam tarzı ve şiirleri ile Türk şiirinin yaşayan efsanesi oldu. Özellikle Monna Rosa ile birlikte anılan Sezai Karakoç, belki de sanatta hayalini bile kurmadığı o yere geldiğinden bu konuda bir ego taşımıyordu. Bu sebepten layık görüldüğü ödülleri ret edebiliyordu belki. O, layık görülmüş olmanın mutluluğunu yaşamayı tercih ediyordu…
Sezai, 1933 baharında, Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde, Emine Hanım ve Yasin Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona “Muhammed Sezai” adını verdi. Ancak bu isim Nüfus Müdürlüğü’nde yaşanan bir yanlışlık sonrasında “Ahmet Sezai” olarak kaydedildi…
Annesi Emine Hanım, oğlunun doğduğu zamanı Gülan ayında bir günde diye tanımlıyordu hep. Gülan, Mayıs’ın eski söylenişiydi; güllerin açıldığı aydı. Sezai, yıkılmış ve yeniden doğmaya çalışan bir toplumun içinde, yeniden kendini bulmaya çalışan ailesine yeni bir nefes olarak gelmişti. Her şey baharı işaret ediyordu; Sezai’nin gelişi, onların umudu, güzelliğiydi.
Adını da eskilerin bir güzellemesinden almıştı. “İsim semadan gelir” derdi eskiler; bu durumda hepimizin adı, bir ilahi armağandı. Sezai doğdu, Kur’an-ı Kerim açıldı ve ismi böyle kondu. Her bebeğin bir adı bir de mahlası olurdu. Adı Muhammed, mahlasıysa Sezai olarak belirlenmişti. Ancak resmiyette herkes onu Ahmet Sezai olarak tanıyacaktı.
Zülküf Dağı’nın eteğindeki o küçük kasabanın, Ergani’nin ortasında bir evdi Sezai’nin doğduğu ev. Babası Yasin Bey, I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi’nde savaşırken Ruslara esir düşmüş, orta halli bir tüccardı; annesi Emine Hanım ise, ev hanımı. Çok evleri vardı aslında ailesinin. Ne zaman ki maddi durumları bozuldu, Yasin Bey, evleri birer birer satmaya başlayacaktı…
Sezai, henüz 2 yaşını doldurmamıştı ki, ailecek bakırdan bir kasabaya, Madene taşındılar. Buradaki evleri, oldukça yüksek bir tepeye konumlanmıştı. Burası ile ilgili kadınlar arasında dillendirilen bir efsane vardı; tepedeki ev, cinliydi. Bu varlıklar, küçük Sezai’ye de musallat olacaktı…
Bir gün Sezai, odada yalnızken yarı karanlıkta, süslü elbiseler giyinmiş bir cin gördü ya da gördüğünü sanıyordu. Anlatabildiği kadarıyla onları, düğün yapmakta ve gelin götürmekte olan birileri olarak tanımlıyordu. Küçük aklı fazlasıyla karışmıştı. Yaşadıklarından çok etkilendi Sezai. Bu olay, tüm sanat yaşamını etkileyecek olan mistisizm konusunda ona görünen ilk kesitti. İleride çocuk yaşından sıyrılıp sanata soyunduğunda Sezai, yaşadığı bu mistik olayı ve Maden kasabasını şu cümlelerle anlatacaktı:
“Ahmet Hamdi Tanpınar ‘Antalyalı genç kıza mektup’ yazısında ilk sanat zevkini Ergani madeninde 2-3 yaşlarında bir kış günü pencereden izlediği kar yağışı olarak algıladığını söyler. Bende ilk sanat algılarımı Maden’de aldım diyebilirim”.
Sezai, 1938’de Ergani’de, 3 aylık ilkokul öncesi ihtiyat sınıfı ile eğitim hayatına başladı; 1944’te ise, ilkokulu, yine Ergani’de tamamladı. Ardından parasız yatılı olarak Maraş Ortaokulu’na kaydoldu. Sanat da inceden pencereden sızan ilk ışık huzmesi gibi hayatına bu sırada sızmaya başladı…
1947’de tamamladığı ortaokulun ardından, yine parasız yatılı olarak lise öğrenimine Gaziantep’te başladı. 1950’de mezun olduğu lisenin ardından da felsefe okuma isteğiyle İstanbul’a geldi. Ancak o her ne kadar felsefe okumak istese de, babası, Sezai’nin İlahiyat Fakültesi’ne gitmesini istiyordu.
Sezai, kendi imkanlarının okula yetmeyeceğinin farkındaydı. Ancak istediğinden vazgeçmek de istemiyordu. Parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sınavına girdi. Sonuçları beklerken de felsefe için kaydını yaptırdı. Sınavı kazanamazsa felsefe tahsili yapacaktı.
Sezai, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandı ve 1955’te, yükseköğrenimini fakültenin mali şubesinden mezun olarak tamamladı.
Mezun olur olmaz, mecburi hizmet sebebiyle Maliye Bakanlığı’nın Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi Bölümü’ne atandı.
Ardından maliye müfettişliği sınavına giren Sezai, bu sınavı da başarıyla verdi ve 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcısı olarak göreve başladı. 1959’da, İstanbul’da Gelirler Kontrolü idi. Bir dönem Ankara’ya çağırılıp Yeğenbey Vergi Dairesi’nde görev alsa da, kısa bir süre sonra İstanbul’daki görevine tekrar getirildi.
Gezerken çalışıyor gibiydi. Görevi vesilesiyle Anadolu’yu karış karış gezip birçok yeri özel olarak da inceleme fırsatı buldu. Tüm bu gözlemler şiirlerinde ortaya çıkacaktı. İstanbul’daki görevine 1960-1961 döneminde askerlik sebebiyle ara verdi ve bittiğinde tekrar işinin başındaydı.
1965’ten 1973’e kadar birçok kez istifa etti. 1973’ten bu yana da hiçbir resmi görevde bulunmadı.
Sezai, Maraş Ortaokulu’na parasız yatılı kaydolmuştu. Başını kaldırıp da okula baktığında hissettiği şey ve bu şehrin tanımı çok netti onun için. Yıllar sonra “Maraş, çocuk yüreğimin ateş aldığı yer; belki ondan öncesi bir rüyaydı, bu ateş, Maraş’ta yanmaya başladı” diye aktaracaktı tüm duygusunu.
Okula geldi. Karşısında hayatında ilk kez gördüğü kaloriferli bina duruyordu. Yine ilk kez bir zeytin ağacını da burada görecek, ona dokunacaktı.
Bir de kitaplar vardı; kısıtlı bir harçlığı olmasına rağmen hiç aldırmadan aldığı kitaplar… İşte bu kitaplar sayesinde divan şiirleri ezberlemeye başladı. Evet, henüz ortaokula giden küçük bir çocuktu; bendnameler ezberliyor, Mesnevi’yi anlamaya çalışıyordu. Kendi deyimiyle bu, “Çok erken bir uyanma”ydı.
Divan şiirleri ezberlediği bir eğitim – öğretim yılını geride bırakmış, okul yaz tatiline girmişti; Sezai, Ergani’ye döndü.
Bir arkadaşı, elindeki gazeteyi “Savaş bitti” diye ona uzattı. Ağustos 1945’te, atom bombası atılmış ve savaş sona ermişti. Bu yaz tatillerinden birinde, ilk şiirlerini yazmaya, ilk eserlerini vermeye başladı. Halbuki sanatçı olmayı planlamıyordu. Onun idealinde, bilim yolunda hizmet etmek vardı. Bazen hayat planı senin yerine yapıveriyordu işte…
Sezai, ortaokulu başarıyla bitirmişti. Oldukça başarılı bir okul hayatı vardı. Bu sefer yönünü Gaziantep’e dönmüştü. Lise sıralarında özellikle serpilen bir genç olarak disiplinli oluşuyla ünlüydü. Kendi halinde ve disiplinli bir şekilde ilerlediği yolunda, ilgi alanlarını da genişletmeye karar vermişti. Divan şiirlerinden sonra Batı Edebiyatı’nı incelemeye başladı. Shakespeare’in piyesleri favorisiydi. Sonra Andre Gide’nin Dünya Nimetleri’ni, Dohame’mi, Verter’i ve daha fazlasını okudu.
Lise yaz tatiline girdiğinde hemşerisi olan bir sınıf arkadaşıyla memlekete dönmek için trene bindiler. Yolculuk sırasında rastladıkları bir tanıdıkları isim vermeden İstanbul’da bir hemşerilerinin öldüğünü ve cenazesini kaldırdıklarını anlatıyordu. Seazi’nin gözlerinden bir anda birkaç damla yaş düştü. Adres vermemişti, evet. Ama Sezai biliyordu. O ev, onların eviydi ve ölen kişi de Sezai’nin askerdeki ağabeyiydi.
Sezai, trenden yüreği yanarak uzun süre dağlara, ovalara, yamaçlara, tünellere baktı. Trenin ıslak kömür tozları, gözyaşlarına karışıyordu. Bu ölümle ilk tanışmasıydı…
Sezai’nin lise zamanları, Necip Fazıl ve Büyük Doğu’yu takip ettiği zamanlardı. Bir gün, cesaret edip Necip Fazıl’a bir mektup yazdı ve içine Mehmet Levendoğlu imzasıyla yazdığı “Sabır” adlı şiirini de ekledi. Ailesinin lakabı Levendoğlu olduğundan bu ismi kullanmıştı. 16 yaşındaydı.
Dergiye gelen 300 şiir arasından Sezai’nin “Sabır” şiiri seçildi ve dergide yayımlandı…
Sabır
Yeter
Bunca sabır!
Kır
Hududu
Mehmedim!
Kader
Dokudu
Kilim;
Ser
Odaya!
İlim:
Merdiven daya
Çık aya!
İman:
Al eline bastonu;
Sonu
Sonsuz(a)
Yürü
Sürü sürü
(Yalan)ı yara yara
Var (Var)a.
(Muazzez Akkaya)
Sezai Karakoç ve Cemal Süreya, sınıf arkadaşıydı. Bu sınıfta bir güzel kız da vardı: Muazzez Akkaya.
Sezai, Muazzez’e büyük bir aşkla bağlanmıştı. Ona hep şiirler yazıyor; kitaplar hediye ediyordu. Sezai’de tutku halini alan bu aşk, Monna Rosa ve Ping-pong Masası adlı iki şiir olarak ortaya çıktı. Özellikle Ping-pong Masası, bu aşkı fiziken de tanımlıyor gibiydi. Çünkü Muazzez, gayet iyi pingpong oynayan bir genç kızdı.
Bunun aksine Monna Rosa akrostişi ise, bir gün dillere destan olacaktı.
Muazzez’e bağlı bir isim daha vardı; Cemal Süreya. İlk zamanlar Muazzez, mantosunun cebinde şiirler buluyor; ancak bunların nereden geldiğini bilmiyordu. Bir gün sınıfa girdiğinde, Cemal Süreya’yı montunun cebine yazdığı şiirlerden birini tahtaya yazarken buldu. Artık pek de gizli olmayan ikinci aşığı vardı.
20 Nisan 1952’de, Pazar günü, sınıfça bir kır gezisi düzenlediler. 19’undaydı Sezai, ikinci sınıftaydı. Arkadaşları, Sezai’nin Monna Rosa’yı okuması konusunda ısrarcıydı. Onları kıramadı ve okudu. Bir üst sınıftan arkadaşı Cevat Geray, bu şiiri Sezai’den yazılı olarak istedi. Arkadaşından habersiz şiiri, Hisar Dergisi’ndeki arkadaşlarına göstermek niyetindeydi. Hisar’dan beklediği ilgiyle karşılaşmıştı Geray. Monna Rosa, Hisar’da yayımlanmış ve çok ilgi çekmişti. Ardından şiiri Mülkiye Dergisi de yayımladı.
Bu şiir, gerçek duyguların, gerçek bir aşkın hikayesiydi. Sezai Karakoç bunu yalanlarken, Muazzez Akkaya doğruluyordu. Monna Rosa, belki aşk ile yazılmıştı; ama bu aşk, reelde yaşanmadı.
Sezai Karakoç, bu şiirin sadece sanat için yazıldığını şöyle açıklamıştı: “Bu şiir gittikçe beni dünyasına çekmekteydi. Gül kavramını yeniden diriltmenin gereğini düşünüyordum hep. Monna Rosa böyle doğdu, modern bir Leyla ile Mecnun denemesiydi bu. Bir gencin dilinden anlatılış şeklinde başladı şiir. Rosa bilindiği gibi gül demektir. Böylece aşağılanan gül kavramını yeniden gündeme getirmek istedim.
…
Monna Rosa’nın her şiir gibi bir doğuşu vardır. Ama şiire bakıp bir takım senaryolar uydurulduğu söyleniyor ki bunların çoğu asıl ve esastan mahrumdur şüphesiz. Şiire bakıp tümünü hayatın bir fotoğrafı gibi düşünmek, şiiri hiç anlamamak demektir. Dante’nin ilahi komedyasında geçen Beatris’in gerçekten var olup olmadığı tartışılmış ve bir takım yakıştırmalardan öte kimlik bağlantısı kurulamamıştır.”
İşte o meşhur şiir;
Mona Rosa
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister.
Ah senin yüzünden kana batacak.
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
*
Ulur aya karşı kirli çakallar,
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa.
Mona Rosa bugün bende bir hal var.
Yağmur iri iri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.
*
Açma pencereni perdeleri çek,
Mona Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek.
Anla Mona Rosa ben bir deliyim.
Açma pencereni perdeleri çek.
*
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi,
Bende çıkar güneş aydınlığına.
Bir nişan yüzüğü bir kapı sesi.
Seni hatırlatır her zaman bana.
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi.
*
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur.
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.
*
Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi.
Ellerinden belli olur bir kadın,
Denizin dibinde geziyor gibi.
Ellerin, ellerin ve parmakların.
*
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar.
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.
*
Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine.
Kiminin rengi ak kiminin sarı.
Ah beni vursalar bir kuş yerine.
Akşamları gelir incir kuşları.
*
Ki ben Mona Rosa bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni.
O masum bakışların su kenarında.
Ki ben Mona Rosa bulurum seni.
*
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza.
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler.
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
*
Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir mavi, bir garip sızı
Alev alev sardı her tarafımı.
Artık inan bana muhacir kızı.
*
Yağmurdan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış.
Yağmurdan sonra büyürmüş başak.
*
Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kuş tüyüne.
Bir tüy ki can verir gülümsesen,
Bir tüy ki kapalı geceye güne.
Altın bilezikler o kokulu ten.
Tarih 6 Ocak 1959’u gösteriyordu ki, Sirkeci Faciası yaşandı. O sırada Sezai de, Mesevet Kıraathanesi’nde oturuyordu. Bir anda her şey çözülmüştü; bir insanın ayakkabısının bağcığı, çay bardağını tutan parmakların gücü, koşmaya yeltenen dizlerin bağı…
Bu olayda çok sayıda insan hayatını kaybetti. Sezai ise yaralandığı için kendini şanslı saymalıydı.
Ölüm ve annesinin hatırası arasında yaşadığı faciadan duyumsadıklarını yazdığı şiirine “Ben Kandan Elbiseler Giydim Hiç Değiştirsinler İstemedim” demişti.
“Kendinden birşeyler kattın,
Güzelleştirdin ölümü de.
Ellerinin içiyle aydınlattın.
Ölüm ne demektir anladım.
Yer değiştiren ben değildim.
Farklılaşan sendin.
Sendin bana gelen aynalarla,
Sendin bana gelen sendin.
Artık ölebilirdim.
Bütün İstanbul şahidim.
Ben kandan elbiseler giydim,
Bundan senin haberin var mı?”
Bu süreçte bir yandan da şiir kitabını basıma hazırlıyordu Sezai. Ancak bütün şiirlerini basmaya parası yetmeyeceğinden onları ikiye ayırdı. Daha metafizik ve ferdi olanları, arkadaşları Doğan Yel ve Cafer Canlı’dan borç alarak yayımladı. Uğruna kandan elbiseler giydiği kitabına “Körfez” adını verdi ve faciayla aynı yıl basılmıştı.
Ve aşık oldu Sezai. Bahar gelmişti gönlüne. Doğduğu zaman gibi aylardan Gülan’dı. İçinde boy vermeye hazır o mükemmel çiçeğin ilk tohumunu atmıştı. Hayatını sevdiği bu kadınla birleştirmek istiyordu. Babasına, nişanlanmaya niyetlendiğini belirten bir mektup yazdı.
Ancak babasından gelen cevap, kalbini acıtmıştı. Hissettiği acının tarifi yok gibiydi. Yine de hislerini bir şiire dökebilmişti. Şiirine Rüzgar adını verdi ve evlilik konusunu da kapattı; ömrü boyunca…
Rüzgâr
Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım!
Gelin duvağından kopan bir rüzgâr…
Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım;
Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar…
*
O ceviz dalları, o asma, o dut,
Gül gül, mektup mektup büyüyen umut…
Yangından yangına arda kalmış tut.
Muhabbet sürermiş bir rüzgâr kadar.
Sezai Karakoç, şiirler yazmaya genç yaşta başlamıştı. Ardından şiirle ilgili görüşlerini yazmaya başladığında şiir anlayışını da yazdı. Hatta bu konudaki düşüncelerini içeren 3 kitaba, “Edebiyat Yazıları” adını verdi. Sezai Karakoç, Türk şiirinde kendine özgü bir yer kazanmıştı.
Şiirin genel çizgilerini “Pergünt üçgeni” adını verdiği üç ilk ile açıklıyordu. Peer Gynt, Norveçli Yazar Henrik İbsen’in en ünlü oyunlarındandı. Sezai Karakoç da, bu oyunu şiire uyarlamıştı.
1 – Şair, Kendi Kendisi Olmalı: “Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu, değişmek, başkalaşmaktır”.
2 – Şair, kendine yetmeli: “Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yâni fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli”.
3 – Şair, kendinden memnun olmalı: “Eserin şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeye kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. ‘Beni andırıyor, ah, beni o’ demeli”.
Onun şiiri, Türk şiiri geleneksel yapısı itibarıyla metafizik bir şiir olarak tanımlanıyordu. Ancak bu tanım Tanzimat’tan sonra değişti. Yine de kendisinden sonra metafizik şiir konusunda birçok isim anılsa da, (YTÜ Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Ali Yıldız’ın tespitiyle) Türk şiirini metafizik bir esasta oturan isim kesinlikle Sezai Karakoç idi. Çünkü o, bunu modern şiirin diliyle yapıyordu. Üstelik Batı Edebiyatı’nı da iyi incelemiş bir şairdi. Modern sanattaki soyutlamanın İslam anlayışına uygun olduğu düşüncesindeydi ve şiirlerini bu yönde geliştirdi.
Ona göre şair de, şiiri soyutlamada bırakırsa eksik bırakmış demekti. Tamamlanması için mutlaka şairin tekrar somutlaştırması, yani soyutlaştırdığı kavramı, tekrar bir bağlama oturtması gerekiyordu.
Sezai Karakoç ve Cemal Süreya çok iyi iki dosttu ve bir dönem işleri gereği farklı şehirlerde yaşamaları gerekti. Fikir paylaşımlarını mektuplaşarak sürdürmeye devam ediyorlardı. Ne zaman yeni bir şiir yazsalar, hemen bir mektubun ucuna iliştirilip paylaşılıyor ve yorumlanıyordu. Bir gün, Sezai, Cemal Süreya’ya, “Balkon” adını verdiği şiirini gönderdi. Cemal Süreya şiire hayran kalmıştı. Dayanamamıştı ve sonuç olarak birkaç gün sonra Pazar Postası adlı dergi Sezai Karakoç’un önündeydi. Dergide Cemal Süreya’ya mektubundan pasajlarla birlikte Balkon şiirini de gördü. Cemal Süreya’nın yaptığı karşısında öfkesi çok büyüktü Sezai Karakoç’un. Hemen kaleme kağıda sarıldı ve çok sert bir mektup yazdı arkadaşına. Ancak birkaç gün sonra mektup kendisine geri döndü. Öfkesinden Cemal Süreya’nın adresini eksik yazmıştı. ,
Bir mektup yazdı. Cemal Süreya’ya, “Sana çok ağır bir mektup yazmıştım. Kızgınlıkla adresi eksik yazmışım; mektup geri döndü. Bir daha benden habersiz bunu yapma!” diyordu.
Cemal Süreya’nın yaptığı her ne kadar Sezai’yi kızdırsa da yeni yollar açacaktı. Çünkü daha sonra Muzaffer İlhan Erdost, Garip Akımı’na karşıt bir dil oluşturan yeni bir şiir akımının oluştuğunu haber veriyordu ve onun da isim babası Sezai Karakoç olacaktı. “İkinci Yeni” olarak kararlaştırılan akımın şiir üslubunun ise, “Yeni – Gerçekçi Şiir” olarak anılmasını istemişti.
Balkon şiiri ise şöyleydi:
Balkon
Çocuk düşerse ölür çünkü balkon,
Ölümün cesur körfezidir evlerde.
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların,
Anneler anneler elleri balkonların demirinde.
*
İçimde ve evlerde balkon,
Bir tabut kadar yer tutar.
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen,
Şezlongunuza uzanın ölü.
*
Gelecek zamanlarda,
Ölüleri balkonlara gömecekleri
İnsan rahat etmeyecek,
Öldükten sonra da.
*
Bana sormayın böyle nereye,
Koşa koşa gidiyorum,
Alnından öpmeye gidiyorum,
Evleri balkonsuz yapan mimarları.
1983 Mayıs’ında Necip Fazıl’ın ölüm haberini alır Sezai. Bir Mayıs ayı daha içi yanıyordu. Cenazeye katıldı ve bu hayatında hissettiği en büyük keder anlarından biriydi. Maraş’ta olduğu zamanlarda en büyük sevinci, Gaziantep’te rehberi, Ankara’da en yakını, Malatya’da ise artık dert ortağı olmuştu. O kadar üzgündü ki, sadece sustu.
“… Ve yüzyılımıza şeref olan şiir saati durdu…” deyip, susmaktan başka yolunun olmadığını anlattı.
Onun varlığını tanımlamada kullandığı terim, İslamiyet idi. Kendisi ve çevresindekiler İslam’ı çağa uydurmaktansa, çağın İslam’a uyması gerektiği görüşündeydiler. O, dini varlığın temel kaynağı, varoluş sebebi olarak görüyordu. Benimsediği ve şiirle harmanladığı bu görüşe de Diriliş adını vermişti. Tüm bunları düşündüğünde ve bir dergi kurmak istediğinde 30’ndaydı.
Sezai Karakoç, İstanbul’da 1960’ta Diriliş Yayınları ve Diriliş Dergisi’ni kurmuştu. Dergi, 27 Mayıs 1960 darbesi sebebiyle ancak iki sayı çıkarabildi. 30’lu yaşlarını sürmeye başladığında ise, Sezai Karakoç’un daha hassas bir ruhu vardı. Öyle ki, çimenlere basmaya dahi çekiniyordu. İlerleyen zamanlarda Diriliş Dergisi’ni daha kapsamlı bir şekilde çıkarmak için çalışacaktı. Dergi, ara arakapanıp tekrar açılarak 1988’e kadar varlığını sürdürdü.
Kendi deyimiyle, “Amaç üç kelimeyle özetlenirse, hakikat, adalet ve fazilettir”.
Karakoç, 1961 – 1964 yılları arasında Pazar Postası, Yeni İstiklal dergilerinde; 1964 – 1967 yılları arasında Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Dergisi’nde, şiir, eleştiri ve denemelerini yayımladı. Büyük Doğu, bir zamanlar onun için hayal bile olamazken, şimdi Necip Fazıl ile kurulmuş bir dostluğu vardı. İnsan, ulaşamadığında nasıl da uzaktı tüm yollar…
1990’da, amblemini güller açan gül ağacı olarak belirlediği Diriliş Partisi’ni kurdu. Bu partinin başkanlığını 7 yıl yürütecekti. 19 Mart 1997’de üst üste iki kez genel seçime giremediği için, Diriliş Partisi kapatıldı.
2007’de, bu kez Yüce Diriliş Partisi’ni kurdu.
Sezai Karakoç, memuriyet hayatından emekli olduğunda, hiçbir ortaklığa girmeden, ortaya bir sermaye koymadan, parasız pulsuz dergi, gazete çıkarmaya başlamıştı. Özellikle eserlerini, kendi yayınevinden başka bir yerde yayımlamama konusunda kararlıydı. Tüm hayatı boyunca kimseden bir şey istememe konusunu kendisine ilke edinmişti. Yetişen genç kuşak da, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su kadar, Sezai Karakoç’un Diriliş’i de etkiliydi.
1968’de, MTTB Milli Hizmet Madalyası; 1970’de, Sürgün Macar Yazarlar Gümüş Madalya Ödülü; 1982’de, Yazarlar Birliği Hikaye Ödülü; 1988’de Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü; 1991’de de Dünya Kültür ve Sanat Akademisi Ödülleri’ni layık görüldü. Ancak Sezai Karakoç, bu ödüllerin hiçbirini kabul etmedi.
2006’da, Sezai Karakoç, Kültür Bakanlığı Özel Ödülü’ne layık görüldü. Bakanlığa, ödülün para kısmının kültür sanat işleri için harcanmasını, diğer kısmınınsa bildirdiği adres gönderilmesini rica ettiğini açıklayan bir mektup yazdı.
2011’de ise, Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ancak bu ödülü de reddetti.
Mütevazılıkta sınırı olmayan, varlığının sebebi İslam konusunda ısrarcı bir Sezai Karakoç geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi