Etiket: Zeki Müren

Zeki Müren kimdir aslen nereli kaç yaşında hayatı biyografisi

Klasik Türk Müziği ses sanatçısı, söz yazarı ve besteci. Türk Sanat Musikisi’nin unutulmaz seslerinden biri olan Zeki Müren, duygulu sesi, farklı yorum tarzı ve feminen görüntüsüyle, Türkiye‘de birçok toplumsal tabuyu aşmıştır. Sanatını icra ederken takındığı efendi ve kibar tavrıyla ülkenin ilk sivil “paşa“sı olmuş; güçlü sesi, müzik kariyerindeki başarısı ve sahnedeki görkemiyle “san’at güneşi” ünvanına layık görülmüştür.

//pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || ).push({});

6 Aralık 1931‘de, Bursa‘nın Tophane semtinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Bursa’da tamamladı. İnşaat mühendisi olan babası Kaya Müren, oğlunun musiki yeteneğinin ve hevesinin farkına vardı. Zeki Müren, Tamburi İzzet Gerçeker‘in hocalığında solfej ve sanat müziği usül dersleri almaya başlayarak, kişisel yetilerini edindiği bilgilerle geliştirdi.

1946‘da, ilk bestelerini yapmaya başlayan Müren, eğitim hayatına İstanbul‘da devam etmeye karar verdi. Büyük musiki üstadlarından ders almak, onları birebir dinlemek istiyordu. Bu hevesi kırmayan baba Müren, oğlunu İstanbul Boğaziçi Lisesi‘ne yatılı olarak gönderdi.

1949‘da, lise eğitimine devam ederken, sinema yönetmeni ve senaryo yazarı Arşavir Alyanak‘ın babası ve ünlü bir musiki üstadı olan Agopos Efendi ile udi Kirkor Efendi‘den dersler almaya başladı. Sonraki yıllarda, Refik Fersan ve Şerif İçli hocalardan fasıl musikisi, Klasik Türk müziği makamları, usül ve kuramları üzerine öğretiler aldı; Şükrü Tunar‘la besteleme çalışmaları yaptı.
Yine 1949’da, ilk şarkısı ve akrostişi “Zehretme bana hayatı cananım“ı besteledi. Bu şarkı İstanbul Radyosu‘nda Suzan Güven tarafından “Bursalı Zeki Müren’in acemkürdi şarkısı…”anonsuyla okunduğunda, 17 yaşında bir lise öğrencisiydi.

1950 yılına gelindiğinde Müren, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi (Şimdiki adıyla Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) ‘nin Yüksek Süsleme Bölümü, Sabiha Gözen Atölyesi’nde yüksek tahsiline başladı. Aynı yıl, açılan bir sınavda, 186 kişi arasından birinci seçilerek İstanbul Radyosu sanatçıları arasına katıldı. Ancak Müren’in hayatını asıl değiştiren olayın tarihi, 1 Ocak 1951‘di. O gün, İstanbul Radyosu sanatçılarından Perihan Altındağ Sözeri‘nin aniden rahatsızlanması üzerine, onun yerine konser vermek için radyodan çağrılmıştı. Programda, 45 dakikalık muhteşem bir canlı performans sergileyen Müren’in musiki kariyeri, bu konserden sonra yükselişe geçti.

Sanatçının ilk profesyonel plak çalışması, aslında bu konserden önce, 1950 yılındaydı ve plağa Şükrü Tunar‘ın güftesini yaptığı “Bir Muhabbet Kuşu” şarkısını okumuştu. Radyo programlarında seslendirdiği parçalarla yeteneğini sergileyen ve geniş bir dinleyici kitlesi edinen Müren’in ismi artık büyük harflerle yazılıyordu.

1954 yılında, müzikal başarılarının yanı sıra, o zamanların sinema ilahesi Cahide Sonku‘yla başrolünü paylaştığı ilk beyaz perde çalışması olan “Beklenen Şarkı” filmini çevirdi. O dönemde halen öğrenci olan Müren, akademide üçüncü sınıftaydı. Henüz sahneye çıkmadığı için radyo programları vesilesiyle sesi tanınıyordu, ama insanlar sanatçının yüzünü merak ediyordu. On güzel bestesinin de yer aldığı müzikal niteliğindeki bu film, Zeki Müren’i görmek isteyenlerin akınıyla gişe rekorları kırdı. 17 filmde daha başrol oynayan unutulmaz sanatçı, sinema oyuncusu olarak da büyük beğeni topladı ve o dönemler telaffuz edilen en yüksek rakamlı sözleşmelere imza attı. 1955 yılında, Arena Tiyatrosu’nun “Çay ve Sempati” adlı oyununda da başrol oynadı. Filmlere kendi bestelediği şarkıların isimlerini verdi: Berduş, Hayat Bazen Tatlıdır, Altın Kafes, Bir Yaz Yağmuru, vs. Bundan sonrası için ünlü sanatçı, sahne ve plak çalışmalarına ağırlık vermeye başladı.

1955 yılında, müzik kariyerinde önemli bir noktaya gelen Müren, “Manolyam” adlı kürdilihicazkar makamındaki parçasıyla, Türkiye’de ilk defa verilmeye başlanılan “Altın Plak Ödülü“nün ilk sahibi olmayı başardı. Sanatını bu ödülle taçlandıran şarkıcı, dönemin en popüler ve aranılan yüzü haline geldi. Öyle ki, ünlü gazinolar sanatçıyla çalışmak için birbirleriyle kıyasıya rekabete girişti; sahne aldığı mekanlar cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar ağırladı. Vurgulu ve ince yorumuyla, ahenkli sesiyle kulağa; tasarımı kendine ait gösterişli ve ilgi uyandıran kostümleriyle de göze hitap eder hale gelmişti (Bir gazino çalışmasında o zamana kadarki en uzun ökçeli ayakkabıyı giymişti: 20cm). Türkiye’de ilk defa saz ekibini de standart kıyafetlerle birörnek giydiren Müren, sahnede bütünlük oluşturarak, müziğine neredeyse tiyatral bir görkem katıyordu. Bu vesileyle kendisine, sadece ömrü boyunca değil, ölümünden sonra da adıyla birlikte telaffuz edilmeye devam edecek olan “sanat güneşi” betimlemesi atfedildi.

Birçok sanatsal yeteneğe sahip olduğunu, ortaya koyduğu başarılı yapıtlarla kanıtlayan Müren, 1965 yılında, farklı zamanlarda yazdığı şiirlerini biraraya getirerek “Bıldırcın Yağmuru” adıyla yayınladı. Amatör olarak resimle ve desen tasarımıyla da ilgilendi ve birkaç sergi açarak bu alandaki yeteneğini gözler önüne serdi. 70’li yıllar boyunca birçok kaset çalışması yayınlayan sanatçı, televizyonun gündelik hayattaki payını arttırmasıyla birlikte, sahnelerden ekranlara doğru geçiş yapmaya başladı. Sayısız kurum ve kuruluş tarafından birçok ödüle layık görüldü ve sanatını aynı saygın çizgiden kopmaksızın sürdürdü. Sert ifadesine rağmen, duygusal besteleri ve nezaketiyle, Türkiye’nin ilk sivil “paşa“sı oldu. 70’li yılların sonuna doğru, kalp yetmezliği, yüksek tansiyon ve şeker hastalığı nedeniyle, sanatsal çalışmalarında perde arkasında kalmayı tercih etti. Sahnelerden uzaklaşarak, varlığını, dönemin müzikal modası olan video kliplerde hissettirdi.

1980‘de Kuşadası‘nda ve 1983‘de Paris‘te kalp krizi geçirdikten sonra, Bodrum‘daki evinde istirahate çekildi. 1984‘de, oldukça uzun bir zamandan sonra geliri antik tiyatronun restorasyonuna harcanmak üzere, Bodrum kalesinde son konserini verdi. Aldığı ilaçlar yüzünden artan kilosu ve yıpranmış görüntüsüyle değil de, parıltılı kostümler içindeki görkemli haliyle hafızalarda kalmak isteyen Müren, evine kapanarak insanlardan uzaklaştı. 24 Eylül 1996 tarihinde, TRT tarafından adına düzenlenmiş bir ödül töreninin TV çekimleri için İzmir Stüdyosuna gelen sanatçı, Ajda Pekkan ve Muazzez Ersoy‘un da bulunduğu program esnasında kalp krizi geçirerek hayata veda etti. Üç yıldan aradan sonra çıkarmayı planladığı, Ajda Pekkan, Muazzez Abacı ve Muazzez Ersoy‘la düetlerin yer alacağı yedi şarkıdan oluşan yeni kasetini tamamlayamamıştı.

Hemen hemen her albümü büyük başarılara imza atan Zeki Müren, Türk toplum yapısıyla tezat düşen görüntüsüne rağmen, farklı kesimlerden insanların sevgisini kazanabilmiş nadir sanatçılardandır. 45 yıllık sanat hayatında, yüzün üzerinde besteye imza atan sanat güneşi, ikiyüzün üzerinde plak ve albüm çalışması yayınlamıştır. Almanya, Amerika, Yunanistan gibi ülkelerde de kasetleri satılmıştır. İngiltere‘nin dünyaca ünlü şarkıcılarından Morrissey ve Marc Almond, Zeki Müren’i en sevdikleri ses sanatçıları arasında baş sırada göstermektedirler.

Müren’in radyolarda başlayan canlı performans geçmişi artarak devam etmiş ve Türkiye’nin en çok konser veren sanatçısı haline gelmiştir. Öyle ki, bir yıl içinde yaklaşık yüz konsere çıktığı olmuştur. Çok sevdiği Bodrum’da evinin bulunduğu koy bugün, kendi adıyla anılmaktadır. Aynı zamanda sanatçının evi, müzeye dönüştürülmüştür ve sahne kostümlerinden resim çalışmalarına kadar birçok yapıtı burada sergilenmektedir. Müren’in cenazesi, binlerce kişinin katılımıyla, görkemli bir törenle kaldırılmıştır. Kabri Bursa Emirsultan mezarlığında bulunmaktadır ve mirasının büyük bir bölümünü Mehmetçik Vakfı‘na bağışlamıştır.

ALBÜMLERİ:

SENEDE BİR GÜN (1970); PIRLANTA 1 (1973); PIRLANTA 2 (1973); PIRLANTA 3 (1973); PIRLANTA 4 (1973); HATIRA(1973); ANILARIM (1974); MÜCEVHER (1975); GÜNEŞİN OĞLU (1976); NAZAR BONCUĞU (1977); SÜKSE (1978); KAHIR MEKTUBU (1981); ESKİMEYEN DOST (1982); HAYAT ÖPÜCÜĞÜ (1984); MASAL (1985); HELAL OLSUN (1986); AŞK KURBANI (1987); GÖZLERİN DOĞUYOR GECELERİME (1988); AYRILDIK İŞTE (1989); KARANLIKLAR GÜNEŞİ (1989); ZİRVEDEKİ ŞARKILAR (1989); DİLEK ÇEŞMESİ (1989); BİR TATLI TEBESSÜM (1990); DORUKTAKİ NAĞMELER (1991); SORMA (1992)

Ölümünden Sonra Yayınlanan Albümler;

MUAZZEZ ABACI & ZEKİ MÜREN DÜET (2000); SELAHATTİN PINAR ŞARKILARI (2005); SADETTİN KAYNAK ŞARKILARI (2005); ZEKİ MÜREN: 1955-1963 KAYITLARI (2005); BATMAYAN GÜNEŞ (2006)
Kaynak:Biyografi.info

 

Kaynak: biyografi info

Etiketler, , , , , , , , , , , , ,

Bekir Coşkun Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Bekir Coşkun, 1945 yılında Şanlıurfa’da, memurluk yapan Mehmet Zeki Coşkun’un çocuğu olarak dünyaya geldi. Anneannesi Ümmühan, Gümüşhaneli bir Osmanlı Ermenisi’dir. Çocukluğu Şanlıurfa Tülmen’de geçti. İlkokula Ceylanpınar‘ında başladı, Akziyaret’te, Sogmatar’da ondan sonra Bozova’da devam etti. İlk ve ortaokulu Şanlıurfa’da okudu. Ankara’da Yüksek Gazetecilik Okulu’ndan mezun olduktan sonra 1974’te foto muhabiri olarak işe başladı. Daha sonra polis muhabirliği, parlamento muhabirliği yaptı.

ZEKİ MÜREN’İN KANUNCUSU

Gençlik yıllarında, üniversite okurken Ankara gazinolarında kanun, ud, bağlama, keman çaldı. Zeki Müren‘e birkaç kez kanunu ile sahnede eşlik ettikten sonra kariyerine gazeteci olarak devam etme kararı aldı. 1978’de Günaydın gazetesinde “Dokuzuncu Köy” isimli köşesini yazmaya başladı. 1987’de ise Sabah gazetesine geçerek “Onuncu Köy” isimli köşesini yazmaya başladı.

HÜRRİYET DÖNEMİ

1993’te Hürriyet gazetesine geçti. 3 Mayıs 2007 tarihinde yayınlanan “Göbeğini Kaşıyan Adam” yazısından ötürü pek çok yazar tarafından demokrasi karşıtı olmakla eleştirildi. Yazar Bekir Coşkun, başlığı “O benim ‘cumhurbaşkanım’ olmayacak” olan köşe yazısında, Abdullah Gül’ün şeriat yanlısı biri olduğu ve bunun geçmişte sarf ettiği sözler ile sabit olduğu yönünde görüş bildirdi. Bu yazı üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan “İstemeyen vatandaşlıktan çıkar!” cevabını alan Coşkun, 2 Ağustos 2007 tarihinde Başbakan Erdoğan’a “Gidecek yerim yok” yazısı ile cevap vermiş, ayrıca basına verdiği demeçler ile de “Nereye gideyim? Deve versin Arabistan’a gideyim” diyen hicivli açıklamalarda bulunarak gündeme geldi. 15 Ağustos 2007’de Emin Çölaşan’ın yazılarına son verilmesi üzerine Hürriyet’ten istifa ettiği iddia edilse de, 16 Ağustos 2007 tarihli yazısında istifa etmeyeceğini belirterek 2009’a kadar Hürriyet gazetesinde yazmaya devam etti.

ONUNCU KÖYE DÖNÜŞ

Coşkun, 25 Eylül 2009 tarihi itibarıyla Habertürk gazetesinde yazmaya başladı. Ancak referandumda AKP hükümetine karşı yazdığı yazılardan dolayı baskı gördüğünü iddia eden Coşkun’un işine 20 Eylül 2010 itibarıyla son verildi. Bunun üzerine Coşkun, 3 Kasım 2010 tarihinden itibaren Cumhuriyet gazetesinde “Onuncu Köy” köşesinde yazmaya baladı. 14 Mart 2013 tarihinde Cumhuriyet gazetesinden ayrılarak Sözcü gazetesinde yazmaya başladı. Son dönem yazılarında, 2015 seçimleri ile ilgili olarak oyunu CHP’ye vereceğini ancak başkanlık sisteminin getirilmemesi için HDP’nin barajı aşması gerektiğini belirterek gündem yaratmaya çalıştı.

BBC’YE DİZİ

Yayımlanmış 6 adet kitabı bulunmaktadır. 1990 yılında “Dövlet”, 1998’de “Avukatımı İstiyorum…”, 2000’de “Pako’ya Mektuplar” ve “Şifre: K.Ö.Ş.K”, 2005’te “Ben Pako” ve 2011’de “Başın Öne Eğilmesin” kitapları yayınlanmıştır. “Ben Pako” kitabında köpeği Pako’nun adıyla kaleme aldığı yazılar yayımlayan Coşkun, TRT’de yayımlanan “Pako’ya Mektuplar” adlı diziye konu oldu ve dizi BBC dahil olmak üzere altı AB ülkesi televizyonu tarafından satın alındı. Hayvansever kişiliğiyle de bilinen Coşkun; keman çalabilmektedir, bir doğa ve deniz tutkunudur. Fransız asıllı Türk vatandaşı Andree Coşkun ile evli olan Coşkun, yaz aylarında Ayvalık’ın Cunda Adası’nda yaşamaktadır.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , ,

Zeki Müren Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Hafızamın bana oynadığı küçük oyunlarla bugünü 6 Aralık olarak kabullenmişim. Yani bana göre bugün Zeki Müren’in doğum günü; nasıl bir kendine inanmaktır belli değil 🙂

İçimde bir yerlerde, çocukluğumdan beri hissettiğim bir sevgi ona duyduğum. Adının ve sesinin geçtiği yerde yüzüne bir gülümseme yayılmayanınız, sevgisini içinde hissetmeyeniniz var mı?

Öyle işte, çok zaman sonra bugünün 6 Aralık değil de 7 Aralık olduğunu kabullendiğime göre, “İyi ki doğdun Zeki Müren”.

Ve bu vesileyle “Türk Sanat Müziği Günü” de tabii.

Keyifli okumalar…

Çocukluğu

Zeki, 6 Aralık 1931’de, Bursa’nın Hisar semtinde Hayriye Hanım ve Kaya Bey’in tek çocuğu olarak dünyaya geldi.

Müren ailesi, Üsküp’ten Bursa’ya yerleşmişti. Ortapazar Caddesi’ndeki 30 numaralı ahşap evde yaşamaya başlamışlar; aralarına katılan Zeki ile çekirdek aile tamamlanmıştı. Kaya Bey, İnşaat Mühendisiydi, ayrıca kereste tüccarlığı da yapıyordu.

Zeki, ufak tefek, çelimsiz bir çocuktu. Hani şu bir kadının diğer kadına “Aa, sen bu çocuğu hiç yedirmiyor musun?” diye annelik mertebesinde üstünlük sağlatacak bir görünümdeydi. Ayrıca fazlasıyla da duygusaldı. Daha çocuk zamanlarından duygusallığını her durumda hissettirirdi.

Bütün bunların dışında en önemlisi Zeki’nin musikiye yeteneği vardı ve babası bunun farkına şükürler olsun ki çok erken varmıştı. Aslında bu fark ediş, Zeki’nin yıllar sonra bir “Sanat Güneşi” olacağının ilk adımıydı.

Eğitim hayatı

Zeki, eğitim hayatına Bursa Osmangazi İlkokulu’nda başladı. Zeki’nin müziğe olan yatkınlığı öğretmenlerinin de dikkatinden kaçmamıştı. Müzikli okul müsamerelerinde oynamaya başladı. İlk rolü, çobanlıktı daha sonra hep başroldeydi. Onda bir ışık vardı; parlıyordu.

Babası oğlunun ayrıca müzik eğitimi alması gerektiğini biliyordu. Zeki, Tamburi İzzet Gerçeker’den solfej ve sanat müziği usul dersleri aldı. Kişisel yetilerini geliştireceği becerileri için bilgilenmişti.

Ortaokulu da yine Bursa’da tamamladı. 1946’da ilk bestesini yapmış; gözünü daha fazlasına dikmişti.  Bundan sonrasında notalar onu İstanbul’dan çağırmaya başlamıştı. Büyük musiki üstatlarından ders almak, onları yakından dinlemek istiyordu. Bu isteğini babasıyla paylaştı; Kaya Bey’in onayından geçmişti. Sadece lise hayatının değil birçok şeyin daha başlangıcıydı bu. Zeki, İstanbul Boğaziçi Lisesi’nden birincilikle mezun oldu.

Musiki eğitimi

1949’da lise eğitimini sürdürürken, bir yandan da sinema yönetmeni ve senaryo yazarı olan Arşavir Alyanak’ın babası ünlü Musiki Üstadı Agopos Efendi ve Udi Kirkor Efendi’den ders almaya başladı. Sonraki yıllarda Refik Fersan ve Şerif İçli’den Fasıl Musikisi, Klasik Türk Müziği makamlarında eğitim aldı.

Şükrü Tunar’la da beste yapmak üzerine çalıştı. 1949’da, ilk şarkısı ve akrostişi “Zehretme bana hayatı cananım”ı besteledi. İstanbul Radyosu’nda Suzan Güven, şarkıyı “Bursalı Zeki Müren’in Acemkürdi Şarkısı” anonsuyla sundu ve Zeki, henüz 17 yaşındaydı.

İstanbul Radyosu Sanatçısı, Zeki Müren

Zeki, dolu dolu bir lise dönemi geçirdi. 1950’de İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (Mimar Sinan Üniversitesi) Yüksek Süsleme Bölümü, Sabiha Gezen Atölyesi’nde yepyeni bir eğitim sürecini başlatmıştı. Desen çalışmalarını öğrencilik yıllarında başlayarak çok kez sergiledi.

Her şey bir yana, müzik bir yanıydı Zeki’nin dünyasında. Akademiye başladığı yıl İstanbul Radyosu’nun açtığı bir sınava girdi. 186 kişinin katıldığı sınavda Zeki birinci oldu ve İstanbul Radyosu Sanatçıları arasına katıldı.

Artık bir radyo sanatçısıydı; inanamıyordu. Ama inanamayacağı daha pek çok güzel şey yaşayacaktı. İlki için çok beklemedi. 1 Ocak 1951’de radyonun sanatçılarından Perihan Altındağ Sözeri aniden rahatsızlandı ve onun yerine konsere çıkması için Zeki çağırıldı. Bir filmin sahnesini gerçekten yaşıyor gibiydi. Programa çıktı; 45 dakikalık nefis bir canlı performans sergiledi.

Herkes mest olmuştu. Konser bitiminde radyonun telefonu çalıyordu. Arayan Hamiyet Yüceses’ten başkası değildi. Zeki Müren’i tebrik etmek için aramıştı. Musiki kariyeri yükselişe geçmeye başlamıştı bile.

Radyo programları

O dönemlerde TRT Ankara Radyosu, Anadolu’da en çok dinlenen radyoydu. İstanbul Radyosu, Anadolu’dan pek dinlenemiyordu.

Çıktığı şu enfes konserin haftası dolmadan ünlü klarnet sanatçısı Şükrü Tunar, Zeki’yi sahibi olduğu Yeşilköy’deki plak şirketine götürdü ve kendi eseri “Muhabbet Kuşu”nu plağa doldurttu. Bu plak, Zeki Müren adını Anadolu’ya tanıttı.

Bu küçük ama etkili iki güzel adımdan sonra Zeki, Türkiye radyolarında düzenli olarak, çoğu canlı yayında, eserlerini icra etmeye başladı ve bu program 15 yıl devam etti. Bundan sonra daha çok sahneye çıkacak ve daha çok plak çalışmalarında bulunacaktı.

Artık Zeki Müren ismini altın harflerle yazma günleri uzak değildi.

Zeki Müren beyaz perdede

Müzikallerde çok başarılıydı Zeki. Ama elbette daha yolun başındaydı. 1954’te dönemin sinema ilahesi ile başrolü paylaştı. O ilahe Cahide Sonku’ydu ve “Beklenen Şarkı” filmi ile beyaz perdedeydi.

Henüz hiç sahneye çıkmamıştı; insanlar onun sadece sesini duymuştu. İlk kez yüzünü göreceklerdi. Görünmeyene duyulan tarifsiz merakla insanlar sinemaya akın etti. Zeki Müren’in on bestesinin yer aldığı müzikal niteliğindeki film, gişe rekorları kırmıştı.

Müziğe duyduğu aşkın gücüyle kameranın önünde daha da parladı Zeki Müren; bir güneş gibi parladı, bir yıldız gibi. Gündüz, gece parladı. Yapabileceklerinin listesine sinema oyunculuğu da eklenmişti işte.

17 filmde daha başrol oynayacak; filmlere de kendi bestelediği şarkıların ismini verecekti: “Berduş, Altın Kafes, Bir Yaz Yağmuru, Hayat Bazen Tatlıdır…”

Zeki Müren ilk kez sahnede

Zeki Müren, mükemmel bir sanatçı olma yolunda sağlam adımlarla ilerliyordu. Şarkı söylemenin yanında bir de mezuniyetinden doğan mesleği vardı; bunu da hep kullandı. Hayatında her şey nizami bir düzende, yakıştığı gibi olmalıydı.

26 Mayıs 1955’te ilk kez sahnedeydi. Genellikle kendi tasarladığı kıyafetleri giyiyordu. Saz heyetini de tek tip giydirmek konusunda titizdi. İlerleyen süreçte “T podyum” kullanmak gibi çeşitli yenilikler de getirecekti.

Maksim Gazinosu sahnelerinde de hiç ara vermeden 11 yıl boyunca Behiye Aksoy ile dönüşümlü sahne alarak parladı.

Geçen yıllar, başarılı yüzlerce çalışmadan sonra 1976’da Londra’daki Royal Alber Hall’da konser verdi. Bu sıradan gibi görünen değerli bir eylemdi. Çünkü Zeki Müren bu mekânda sahne alan ilk Türk Sanatçıydı.

İlk “Altın Plak” sahibi, Zeki Müren

1955, Zeki Müren için her açıdan bereketli ve emeklerinin karşılığını aldığı bir yıldı.

Müzik kariyerinde önemli bir yol kat etmişti. “Manolyam” adını verdiği kürdilihicazkâr makamındaki eseri, 1955’te Türkiye’de ilk defa verilmeye başlanan “Altın Plak Ödülü”ne layık görüldü.

Bu ödülle sanatını taçlandıran Zeki Müren, yaşadığı dönemin aranan yüzü olmuştu. Öyle ki gazinolar adeta peşinden koşuyor; birbirleriyle yarışıyorlardı. Nasıl koşmasınlar, nasıl yarışmasınlar efendim; o mekânlar cumhurbaşkanları mı ağırlamadı, bakanlar mı görmedi…

Sanat Güneşi, Zeki Müren

Zeki Müren, kadife sesi, vurgulu yorumu ile insanın kulaklarının pasını siliyordu. Kendine özel zevkinden doğan gösterişli sahne kostümleriyle de adeta bir görsel şölendi. Sesi ne kadar seviliyorsa, bu gösterişi de bir o kadar beğeniliyor ve merak ediliyordu.

Sahnede bütünlük oluşturma titizliğiyle her sahnesi ayrı bir tiyatral hava estiriyordu. İşte bu yüzden ona, sadece yaşadığı süreçte değil, öldükten sonra bile adının yerine telaffuz edilecek “Sanat Güneşi” betimlemesi atfedildi.

1991’de de “Devlet Sanatçısı” olacaktı.

Şair Zeki Müren

Zeki Müren, birçok sanatsal yeteneğe sahip olduğunu çocukluktan yetişkinliğe geniş bir yelpazede yeri geldikçe ortaya çıkardı ve her işinde ayrı bir başarıya imza attı.

Şarkılarının sözünü yazıyor, bestesini de yapıyordu. İşte bunun yanında bir de şiirleri vardı. 1965’te, uzun zamandır farklı zamanlarda yazdığı şiirlerini “Bıldırcın Yağmuru” adını verdiği kitabıyla yayımladı.

Ayrıca mezun olduğu bölüm itibarıyla zaten desen tasarımları da yapıyordu. Bunun yanında amatör olarak resimle de ilgilendi. Hatta birkaç sergi açarak bu alandaki yeteneğini de paylaştı.

Türkiye’nin ilk sivil paşası

Zeki Müren, özellikle 70’li yıllarda birçok kaset çalışması yaptı. Televizyon ile tanıştıktan ve bu küçücük kutu yaşamımızda önemli bir yer tutmaya başladıktan sonra, Zeki Müren de sahnelerden ekranlara doğru bir geçiş yaptı.

Ziyadesiyle mütevazı bir yapısı vardı. Aldığı onca ödül, ona duyulan bunca sevgi, ne varsa hiçbiri ama hiçbiri onu bu çizgisinden öteye geçirmedi. Onu sanatında bunca değerli kılan da kuşkusuz aynı sebepten geçiyordu. Aslında sert bir ifadesi vardı ve buna tezat düşen nezaketi. Ve bir de duygusal besteleri…

Tüm bunların toplamında bir isim oluşuyordu işte; Zeki Müren ve Türkiye’nin ilk sivil “paşa”sı olmuştu. O, “Müziğin Paşası”ydı. Ona ilk kez bu şekilde, 1969’da gerçekleştirdiği Aspendos konseri sonrası Antalya halkı bu şekilde seslenmeye başladı.

Bu şekilde anılmaktan son derece memnun olmuştu. Yine de verdiği bir röportajda neden bu sözcüğe uygun görüldüğünü bilmediğini açıklamıştı.

Özel hayatında Zeki Müren

Özel hayat denilince bahsedilen evlilik oluyor tabii. Ama o bambaşka bir adamdı. Hayatı boyunca hiç evlenmedi. Çünkü onun kalıpları, sınırları, kendini aşan bir hayatı vardı genel anlamda. Kıyafetleri, ayakkabıları, cümleleri, sahnedeki hâli tavrı, her şeyi işte, her şeyi aşıyordu. O tüm bunlarla halkının, kendi deyimiyle canından çok sevdiği biz sevgili dinleyicilerinin ilgisini hep üstünde tuttu.

Mesleğini ilk icra ettiği zamanlarda aslında onun da sıradan kıyafetleri, sıradan bir saç stili vardı. Ama sonra bütün yeteneklerini yerinde ve zamanında kullanarak, yavaş yavaş istediği görünüme, halkın sevgilisi “Zeki Müren”e dönüştü. Sıradan kıyafetlerin yerini daha ilgi çekici, kadınsı kıyafetler aldı. Artık kendine has saç modelleri ve makyajıyla sahnedeydi.

Hiçbir zaman cinsel tercihinden bahsetmedi; bir açıklama yapmadı. Zaman zaman adı kadınlarla da anıldı aslında. Ama yine de genel görüş onun eşcinsel olduğu yönündeydi. Ya da aslında o, hiçbirimizin aklının almayacağı kadar ütopik bir insandı; hepsi bu.

Her zaman kuralında ve ağdalı bir Türkçe ile bizlere sesini duyurdu. Biz sonra onu duymaya, sevmeye, gönülden kabullenmeye devam ettik. Çünkü o, “Müziğin Paşası”ydı; çünkü o bizim “Sanat Güneşi”mizdi, pırıl pırıldı.

Hastalık süreci

Zeki Müren, ilk kez 1980’de Kuşadası’nda kalp krizi geçirdi; ikincisinde de 1983’te Paris’teydi. Bodrum’daki evine istirahate çekildi. Son bir kez daha konsere çıkacaktı. 1984’te geliri antik tiyatronun restorasyonuna harcanacak Bodrum Kalesi konserini verdi.

Aldığı ilaçlardan sonra yıpranmaya başlamıştı; kilosu da artıyordu. bir yandan kalbi yorulmuş, bir yandan da şeker hastalığı nüksetmişti. Ama o asla böyle hatırlanmak istemiyordu. O, sahnedeki parıltılı, görkemli görüntüsüyle hafızalarda yer etmeliydi. Evine kapandı ve insanlardan uzaklaştı.

Son veda

Her şey bir öğleden sonra Bodrum’daki evine gelen telefonla başladı; arayan yardımcısıydı. “Paşam” dedi her zamanki sesiyle. “Buyurunuz efendim” dedi Paşa. Bir yandan acı içindeydi. Hastalıktan parmakları da şişmiş, hareket etmekte güçlük çeken bedeni ve ellerinin hâlsizliğiyle ahizeyi tutmak dahi yorucuydu. Dinledi, dinledikçe de yüzünün şekli değişiyordu. TRT, şahsına özel bir gece düzenlemek istiyordu. Duyduğu bu haber karşısında mutluluğu ayrı, hüznü ayrıydı sanki.

İzmir Stüdyosu’nda canlı yayın düzenlenecek ve bir de ödül verilecekti. Yüzünde karmaşık ifadesiyle dondu kaldı. Doktorlar sahneyi ve ardından gelebilecek her şeyi, ufacık bir heyecanı dahi yasaklamıştı. Hastalığının bu aşamasında bu teklifi kabul etmesi çılgınlık olurdu. Yapmak istediği ne çok şeyi, hayata geçsin istediği ne çok fikri vardı. Ama bir yandan da dayanamadı, sanatına başlangıç noktası olan bu kuruma nasıl hayır diyebilirdi…  “Memnuniyetle efendim. Acaba birkaç ricam olabilir miydi?” diyerek kabulünü bildirdi. Ajda Pekkan ve Muazzez Ersoy’un da davet edilmesini rica etmişti.

24 Eylül 1996 günü çatıp gelmişti. Saat 18.00’de arkasında onu ne zamandır yakalayamayan bir basın ordusuyla TRT İzmir binasına giriş yaptı. Nasıl mutluydu, nasıl heyecanlı… Makyaj odasında er zamanki titizliğiyle görkemli bir hazırlık yaptı. Yıllardır huyuydu, her kostümüne mutlaka isim verirdi. Bu gecenin kostümünün adı, “Son Gece”ydi.

Hazırlıkları bittiğinde stüdyoda kendine ayrılan koltuğa oturdu. Ajda Pekkan ve Muazzez Abacı da Türkiye’nin iki önemli sanatçısı olarak Sanat Güneşi’ni sevgiyle selamladı ve prova başladı. Herkes gibi onlar da biliyordu. Zeki Müren, Türkiye’de iyi sanatçılar listesinde sıralamaya girecek bir isim değildi. Liste zaten tepede onun adı yazıldıktan sonra başlayabilirdi.

Adı ödül için anons edildiğinde hantallaşan vücudu ve mesleğine duyduğu aşkla kalktı masadan. TRT Sunucusu ve Genel Müdür Yardımcısının yanına doğru gitti. Bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi aslında. Ayakta durmakta güçlük çekiyordu. TRT Genel Müdür Yardımcısı ambalajlı olan sürpriz ödülü açtı. Ödül TRT Ankara Radyosunda ilk şarkılarını söylediği mikrofon. 45 yıllık geçmişin ve yaşadığı anın verdiği heyecan, üstüne bir de mikrofonun ağırlığıyla ödülünü daha eline alır almaz geri vermek zorunda kalıyor. Çünkü bu kadar heyecan fazlaydı ve her zaman özendiği seyircilerinin önünde düşme korkusu onda daha da panik yaratmıştı.

Neyse ki sunucunun kollarına tutunarak koltuğuna kadar gidebilmeyi başardı. Ama sakinleşemiyordu. Gülümsemesini yüzünden asla azaltmadan sadece şunu söyleyebildi: “Beni dışarı çıkarın”. Programa hemen ara verildi ve Zeki Müren makyaj odasına götürüldü. Düştüğü tek bir kare dahi olmamalıydı. Makyaj odasının kapısı açılır açılmaz kendini yere bıraktı. Sanat Güneşi, Müziğin Paşası, ah iki gözümün nuru… O anda, hep doğduğunu söylediği TRT’de şimdi ölmüştü işte…

Onun ardından

O, “Sanat Güneşi”mizdi. Sonradan öğrenildi ki, bizlerin karşısına çıktığında odaklanmakta zorlanmasın diye ilaçlarını almamış, gülüşünün ardına saklanmıştı.

Binlerce kişinin katılımıyla şanına yaraşır görkemli bir cenaze töreni düzenlendi. Bursa Emir Sultan Mezarlığı’na defnedildi. Mirasının tamamını da Türk Eğitim Vakfı ve Mehmetçik Vakfı’na bağışlamıştı.

Ölümünün ardından Bodrum’daki evi Kültür Bakanlığı’nca “Zeki Müren Sanat Müzesi”ne dönüştürüldü ve 8 Haziran 2000’de ziyarete açıldı. Ayrıca Onur Akay’ın TRT Müzik ekranlarından yaptığı öneri ile 2012’den itibaren Zeki Müren’in doğum günü 6 Aralık, “Türk Sanat Müziği Günü” olarak kutlanmaya başlandı.

O, bu yalan dünyayı terk edip gittiğinde çok küçüktüm. Onu tanıyacak, kim olduğunu yaşarken kavrayacak şansım yoktu ne yazık ki. Ama bu sanat işi öyle büyülü bir şey ki, o günleri yakalamışçasına sevgisini içimde hissedebiliyorum.

Sadece yazarken bile zordu son vedası. O da ölümden şu cümlelerle bahsetmiş: “Bazen ölümü de özlüyorum. “Ölüm özlenir mi” diyeceksiniz. Elbette özlenir. O beni özlemeden ben yakınlık kurarım, yeter ki Tanrı onun bile hayırlısını versin”.

Ne mutlu bize ki, sanatımıza böyle bir güneş doğdu. Seyircisine duyduğu sonsuz sevgi, hep hediye ettiği gülüşü ve mükemmel Türkçesiyle bir Zeki Müren geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , ,

Toron Karacaoğlu Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Bugün hepimiz acı bir haberle sarsıldık. Malkoçoğlu ve Kara Murat serisinde Cüneyt Arkın’ın sesi olarak tanıdık onu. Sonra çocukluk arkadaşı Zeki Müren’in 64. Yaşını canlandırdığı müzikalde. Yeter Anne, Bir Dilim Aşk gibi dizilerde sıcacık konuk oldu evlerimize. Evet, Toron Karacaoğlu, aramızdan ayrıldı; 88. yaşını doldurduktan 2 gün sonra.

Oğlu, tiyatroya küskün gittiğini açıklamış. Dilerim içinde tüm anılarını sığdırdığı koca sahnede kırgın olduğu ne varsa affetmiştir. Dilerim o sıcacık gülüşü, gitmeden onun da içini ısıtmıştır…

Ruhun şad olsun büyük usta…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Toron, 20 Ağustos 1930’da Bursa, Mudanya’da dünyaya geldi. Bir zamanların sanatçı isimlerinden biri olacağından habersiz, ailesi onu sevgiyle kucağına aldı.

İlkokul, ortaokul ve liseyi Bursa’da tamamladı. Hatta Zeki Müren ile de aynı okuldalardı. Bir gün okul arkadaşı Sanat Güneşi olacak ve onu anma gecesinde Zeki Müren’in 64. Yaşını oynamak Toron’a nasip olacaktı.

Toron, ilkokulda müsamerelerle birlikte tiyatroyla tanıştı. Sahnede belli ki oldukça derin bir nefes çekmiş, tozunu yutmuştu. Hücrelerinde yer eden bu sanat, onun vazgeçilmezi olacaktı. Bir söyleşisinde küçük bir anısını şöyle paylaşacaktı yıllar sonra: “Sınıfta iki kumbaramız vardı: Kızılay kumbarası ve şahsi kumbaramız. Sene sonunda biriken paralarla gezmeye giderdik. Kızılay kumbarasındaki para ise fakir çocuklar içindi. Eğer az para birikti ise, evimizin verandasında kendi yazdığımız veya doğaçlama olarak, bir kuruşa mahallenin çocuklarına çadır tiyatrolarındaki gibi temsiller oynardık. Kumbaraya çok para attığımda, öğretmenim babama şikayet edip “Çocuğunuz bu kadar parayı nereden buluyor?” diye sormuş. Babam sorduğunda söylemek zorunda kalmıştım. Babam da “İyi halt ediyorsunuz pis oyuncular!” demişti”.

Babası çok kızmış, evet. Ancak mani de olmamıştı. Toron ve arkadaşları, müsamerelerine devam etti. Zaman geçti; ilkokul, ortaokul derken lise sıraları da gelmişti. Lisede daha çok şiirlerden oluşan tek kişilik oyunlar oynuyordu. Sesi yeni yeni oturuyordu boğazına ve belki de sesini ilk keşfettiği zamanlardı.

Tabii sadece oynamıyor, sürekli tiyatro izlemenin fırsatını kolluyordu. Bursa’daki Şehir Tiyatrosu’na turneye gelen oyunları da izledikten sonra hevesi arttı. Kararını vermek de kolaylaşmış oldu. Tiyatro, onun mesleği olmalıydı.

Tabii kanı da deli akıyordu. Lise ikinci sınıftan ayrıldı; amacını ve umutlarını aldı cebine, 1947’de İstanbul’a gitti. Ne yazık ki bu tarihlerde İstanbul Konservatuarı’nda tiyatro bölümü yoktu. Bu tarihlerde tiyatro aşkıyla yanıp tutuşan bir gençseniz konservatuarın talebe derneğine bağlı tiyatro kurslarına katılıyordu. Toron da, Beşiktaş ve Büyükdere Halkevi’nde kurslara gitti. Ülkesine faydalı olacak, her kalbe onlar hiç bilmeden dokunacak günlere atılmış ilk adımlardı bunlar…

Tiyatro eğitimi yılları

Melih Cevdet Anday ve Ahmet Kutsi Tecer, Şehir Tiyatrolarında hocaydı. Şair ve aktör Ercüment Behzat Lav da çalıştırıcı olarak bulunuyordu. Toron, işte bu dönemde katıldı çalışmalara; çok şey öğreniyordu. Sene sonuna gelindiğinde, 1949’da, “Tiyatro Resitali” verildi. Toron da, arkadaşları da çok başarılı bir iş çıkarmışlardı. Dönemin Vali ve Belediye Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, çok beğendi. Hemen bir emir verdi ve İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü resmen kuruldu.

Böylece Toron’un yolu açılmıştı; İstanbul Belediye Konservatuarı’nda 3 yıl eğitim aldı. Askere gitme zamanı geldiğinde gitti ve döndüğünde, 1954’te, ilk iş Şehir Tiyatroları Sınavı’na girdi. Artık bu kurumun kadrolu oyuncusuydu.

150’den fazla oyunda yer aldı. 1980’de de emekli oldu.

Sinemaya başladı

Toron, sinemaya ilk adımını dublaj  ile attı. Bir gün filmlerinde Cüneyt Arkın’a ses olacaktı; öylesine aranan bir isim olacaktı. Artık tiyatro, seslendirme, radyo çalışmaları, hepsini bir arada yürütüyordu. Daha sonra da Müjdat Gezen’den, diksiyon ve makyaj dersleri aldı. Her an bir şeyler öğrenmek için öyle hevesliydi ki…

Yine de kalbindeki en özel yer tiyatroya aitti.

Toron Karacaoğlu evlendi

Kalbinde bir başka özel yeri de eşi Nurten Hanım’a ayırdı. 1958’de evlendiler ve 1959’da “Ata Tamer” adını verdikleri oğullarını aldılar kucaklarına…

Toron Karacaoğlu öldüBerlin’de sanat

Toron, 1980’de kendi isteğiyle tiyatrodan emekli olmuştu.

1973’ten beri her sene Berlin’e, halasının oğlunu ziyarete gidiyordu Toron. Bu ziyaretler sırasında SFB radyosunda Erkin Özgüç, Aras Ören ve Güner Yüreklik ile tanıştılar ve birlikte çalışmaları da oldu. Ramazan ve yılbaşı skeçleri hazırlayıp oynadılar. İşte bu çalışmaları sırasında duymaya alıştığı bir cümle vardı: “Keşke hep burada olsan”…

1979’daki gelişinde Bülent Talay ile karşılaştı. Şehir Tiyatrosu’ndan arkadaşlardı ve arkadaşı, Berlin Senat’ta görevliydi. Aslında Toron da öyle çok istiyordu ki yurt dışına açılmayı. Yıllardır içinde biriken isteğin sonunda ona da bir teklif geldi. Böylece 1980’de kendi isteğiyle Şehir Tiyatrosu’ndan emekli oldu ve Berlin’e gitti.

Gelir gelmez dostlarıyla yılda bir kez yürütebildikleri tiyatro çalışmalarında, SFB ve Volkshochschule’de başladı. Alman Kültür Senatosu bünyesinde yetiştirdiği öğrencileriyle sergiledikleri oyun da çok beğenilmişti. 30 – 40 kez tekrar sahnelediler hatta.

Daha büyük işlere

Ardından Schaubühne’den bir teklif geldi ve burada Türk grubunda bulunan Şener Şen, Ayla Algan, Kerim Afşar ile çalıştı. Burada çalışma fırsatı bulduğu bir özel isim de vardı: Haldun Taner. Senat kanalıyla üç ay süren seminerler düzenlediler. Üç ayrı amatör tiyatro grubunu bir araya topladılar. Senat’tan daha fazla yardım alıp daha iyi işler yapmanın peşindeydiler. Haldun Taner, Dünya ve Türk Tiyatrosu Tarihi dersleri; Toron da Reji, Makyaj ve Oyunculuk Tekniği derslerini veriyordu.

Yetiştirdiği öğrenciler ile gurur duyuyordu. Bu grubun içinden seçtiği oyuncularla Bekir Büyükartım’ın “SİS” oyununu sahneye koydular. Üstelik dünya prömiyerini de Manifaktur’da yapmışlardı. Sonra daha da ilerledi çalışmaları. 150 öğrencisi ve 8 folklor ekibiyle Tempodrom çadırında “Köy Düğünü”nü oynadılar. Bu harikulade büyük bir yapımdı.

Sonra inişli çıkışlı birçok çalışma daha yürüttü. Ancak Almanya’da yabancılara karşı Neo Naziler’in hoş olmayan hareketleri başlamıştı. Bu olaylar Toron’u oldukça tedirgin ediyordu. Bir de üzerine memleket hasreti eklenince, Türkiye’ye geri döndü…

Toron Karacaoğlu öldü

İstanbul’a dönüş

Berlin’den yeni dönmüştü Toron. Bir sene kadar tiyatro yapmak istemedi. Ama oyun yönetmeye başladı. Yönettiği ilk oyunu Metin İnsenel’in tiyatrosunda sahneledi.

Bu sırada İstanbul Şehir Tiyatroları Sanat Yönetmeni Gencay Gürün, tiyatroya dönmesi için Toron’a haber göndermişti; “Sizin yaşınız daha emekliliği gerektirmiyor” diyordu. Emekliliğini de durdurmuştu zaten. 1987’de “Günden Geceye” oyunuyla Şehir Tiyatroları’na geri döndü. Eski kadrosuyla 1995’e kadar çalıştılar.

Tiyatro sanatçısının emeklisi olmaz

1995’te, Toron Karacaoğlu, yaş haddinden emekli olduğunda Yahya Kemal’i oynuyordu. Ona göre tiyatro sanatçısının emeklisi olmazdı. Bu duruma çok şaşmıştı.

Yine bir söyleşisinde şöyle örneklemişti bu konudaki durumunu: “Gençken makyaj yapıp 80’lik ihtiyarı oynamıştım. 80 yaşına da gelince makyaj yapmadan yine 80’lik ihtiyarı oynarım. Yaş haddinden emekli olalı 9 sene geçti, ben hala oynuyorum”.

Bir Demet Yasemen

90’lı yıllardı. Henüz Şehir Tiyatroları’ndan ayrılmamıştı. Tiyatro Kare’den Nedim Saban, Toron Karacaoğlu’na bir Zeki Müren Müzikali teklif etti: Bir Demet Yaemen. Gencay Gürün de onaylamıştı; zevkle kabul etti.

Bu onun için tarifsiz duygular içeren bir konuydu. Çünkü Zeki Müren, onun çocukluk arkadaşıydı. Aynı okulda okumuş, aynı mahallede büyümüşlerdi. Haftada en az iki gün mutlaka ailecek de görüşüyorlardı. Hal böyle olunca bu müzikalde onu en iyi tanıyan kişi de Toron’du. Zeki Müren’in gençliğini oynayacak genç için seçmeler başladı. 150 genç arasından seçilmişti oyuncusu.

Nihayet bu müzikal Bodrum’da başladı ve yine Bodrum’da bitecekti. Bu öylesine başarılı bir işti ki, turneler boyunca dakikalarca ayakta alkışlandılar. Bu kadar sevilen bir sanatçı, özellikle de çocukluğunu paylaştığı bir arkadaşı olduğu için Toron, ayrıca mutluydu…

Ödülleri

2014’te Toron Karacaoğlu, Erbulak Evi’nde oyunculuk eğitmeni olarak yer aldı. İşte bu son işine kadar birçok ödüle layık görüldü.

2005’te, Sadri Alışık Onur Ödülü, Avni Dilligil Ödülü, Selim Naşit Usta Erkek Oyuncu – En İyi Yardımcı Oyuncu, İstanbul’un Gözleri Mahmur ‘Dünya Tiyatrolar Günü” Usta Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı; en bereketli yılıydı.

2010’da, 14. Afife Tiyatro Ödülleri Nisa Serezli Aşkıner Özel Ödülü; 2011’de 15. Afife Tiyatro Ödülleri “Yılın En Başarılı Müzikali / Komedi Erkek Oyuncusu”; 2016’da, 53. Uluslararası Antalya Film Festivali Onur Ödülü’ne layık görüldü.

(Ata Tamer ve Nurten Hanım)

Toron Karacaoğlu öldü

Toron Karacaoğlu, eşi Nurten Hanım’la İstanbul’da yaşamını sürdürüyordu. Yazları ise, oğulları Ata Tamer’in de sürekli yaşadığı Altınoluk’ta geçiriyorlardı. Mayıs ayından bu yana Altınoluk’ta kalan Toron Karacaoğlu, evinde dün (22 Ağustos) saat 22.00’de hayata veda etti.

Oğluna göre, sebep kesinlikle tiyatro camiasına küskünlüğüydü. Şu açıklamada bulundu: “Babam, ’Ben sahnede öleceğim’ diyordu; ancak 60 yılını verdiği tiyatro sahnesinden 3 yıl önce koparıldı. Şehir Tiyatroları’ndan ayağını kestiler. O yüzden tiyatro camiasına ve hayata küstü. Sağlığı son derece iyiydi; ancak son 3 yılda çöktü. Son 1 haftadır yemek dahi yemiyordu. Tiyatro camiasına küskün olarak hayata veda etti”.

Onu aslında ne çok yerde gördük, sesini ne çok işittik. Böylesine özel işlerin hepsini başarı ile sonlandıran Karacaoğlu, 54 yıllık sanat yaşamında hepimizin kalbine inceden dokunmayı bildi.

Ömrünü tiyatroya adayan, seslendirme sanatıyla evlerimize konuk olan, kalbi sahnede bir başka atan bir Toron Karacaoğlu geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Instagram: biyografivekitap

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , ,