Tom Robbins’i ilk “Parfümün Dansı” ile tanımıştım. Bir pancardan almamız gereken enfes dersten bahsediyordu. Tam olarak şöyleydi: “İnsan, yanağındaki ilahi renge; içindeki doğal pembeliğe sarılmalı yoksa kahverengiye dönüşür. Kahverengi olmakta, insanın masmavi kesildiğinin rengidir; çivit kadar mavi…”
Tom Robbins’in dediği gibi, “Doğduğumuz zaman yusyuvarlak, keskin, saf bir yüzümüz vardır. İçimizde evren bilincinin kırmızı ateşi yanar durur; ama yavaş yavaş bizi ana-babalar yer, okullar yutar, sosyal kuruluşlar emer, kötü alışkanlıklar kemirir, yaş ise tüketir. Sindirildiğimiz zaman tıpkı ineklerdeki gibi altı mideden geçtiğimiz zaman pis bir kahverengi tonunda çıkarız”.
Şimdi fark ediyorum ki, Tom aslında yaşadıklarından bahsediyordu. Sadece hayal gücü ziyadesiyle kuvvetliydi ve kurduğu cümleler bizi önce sarsıyordu, sonra algılıyordu insan bütünü. Kendinden yola çıkarak hepimizin hayatından bahsediyordu Tom Robbins. Bir pancar gibi keskin kalabilmenin ve daha fazlasının inceliklerini öğretmek istiyordu. Sadece algı dünyamıza neyi, hangi sırada aldığımızla ilgiliydi Tom Robbins’i anlama sürecimiz…
Tom, 22 Temmuz 1932’de, Kuzey Carolina’nın Blowing Rock kasabasında, George Thomas Robbins ve Katherine D’Avalon’un oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona Thomas Eugene adını verdi. Babası idareci, annesi ise, bir hemşireydi.
Yetişkin zamanlarında çocukluğu sorulduğunda, bu günleri “biraz kıro” olarak tanımlayacaktı. Çocukluğu hem sıradan bir çocuk kadar yaramaz, hem de hemen büyümek isteyen bir yetişkin gibi arafta geçiyordu.
Yıllar geçmiş, üniversiteye başlama vakti gelmişti. Pek parlak bir öğrencilik hayatı olmadı. Ancak bir yandan da oldukça zekiydi. 1954’te, Washington’da ve Virginia’nın Lexington kasabasında bulunan Lee Üniversitesi’ne gazetecilik öğrenimine başladı.
Disiplin konusunda sorunlu bir öğrenciydi Tom. Okulda öğrenci birliğinde görevliydi. Ancak disiplin problemi sebebiyle bu görevden alındı. Bunu kabul etmek istemeyen Tom, okulu bıraktı…
Tom, okuldan ayrıldıktan sonra otostop yaparak gezmeye başladı. New York’ta noktaladığı gezgin hayatı ona yeni bir bakış açısı ve bir dinginlik kazandırdı. Tom, ilk şiirlerini yazmaya başlamıştı.
1957’de askerlik çağrısını almıştı. Tom, askerlik görevini yerine getirmek için Amerikan Hava Kuvvetleri’ne katıldı. İki yıl Kore’de meteorolojist olarak görev aldıktan sonra, 1959’da terhis oldu. Sivil hayatına Virginia’nın Richmond kasabasında tekrar başladı. Değişen ne çok şey vardı aslında. Hepsinden önce, Tom, büyüyordu…
Bir gün Tim Robbins ile karıştırılacak kadar ismini duyuracaktı. Hatta bu durum ona bir röportajında sorulduğunda şöyle cevaplayacaktı: “Evet, bizi bir harf ve onun fazladan kazandığı bir kaç milyon dolar ayırıyor”.
Edebiyat dünyası, eğlenceli bir yazarı bağrına basacaktı…
Tom, artık bambaşka bir insan gibiydi. Bir kere disiplinle ilgili sorununu çözmüş görünüyordu. 1960’ta, daha sonra adı Virginia Commonwealth Üniversitesi olarak değişecek olan Rchmond Enstitüsü’nün Sanat Bölümü’ne girdi. Bir yandan da üniversitenin gazetesinde editörlük yapıyordu. Yazdığı şiirler, onu yeniliyordu.
Daha önce bir anlık kararla okulu bırakan Tom, şimdi mezundu ve üstüne yüksek lisans yapmak da istiyordu. Bunun için Seattle’deki Washington Üniversitesi’nin Uzak Doğu Bölümü’ne girdi. Seattle’de geçirdiği zaman ona ayrıca The Seattle Times ve Seattle Post – Intelligencer gazetelerinde çalışma fırsatı da vermişti.
1965 – 1967 yılları arasında bir de, underground bir radyo şovu yaptı. Şov için bir The Doors eleştirisi de yazıyordu. Gerçek edebi dili işte şimdi oluşmaya başlamıştı. En azından Tom, sürecini böyle yorumluyordu.
Yazmak işi, Tom için giderek daha da önem kazanıyordu. İlk romanını yayımladığında yıl 1971’di ve Tom, kitabına “Dur Bir Mola Ver” adını verdi. Kitap hakkında yapılan yorumlar olumluydu. Ancak bir sonraki romanı “Even Cowgirls Get The Blues”, büyük ilgi gördü ve bu kitap başyapıt oldu.
Tom Robbins, rüştünü ispatlamış bir yazardı artık. Hikaye anlatma konusunda oldukça yetenekliydi ve bu durumu şöyle açıklıyordu:
“Vaizlerin ve polislerin soyundan geliyorum. Polislerin doğuştan yalan söyleme yeteneğine sahip oldukları ve vaizlerin de doğa üstü hikayeler anlatmakta bir numara olduğu bir gerçek iken, ben de sanırım benden bekleneni yapıyorum”.
Acaba kendisi de geldiği noktaya şaşıyor muydu? İnsan hayatı düz bir zemin üzerinde değildi işte. Durumlar her an değişiyordu. Üniversiteden ayrılan o gençle şimdiki başarısına alkış tutanları izleyen olgun adam aynı kişiydi.
Tom, pek çok şiir ve hikaye ile 8 de roman yayımlayacaktı. Tüm yazdıklarında etkisi aşikar olan isim ise, gerçek hayatında da arkadaşı olan yazar Terence McKenna idi. Onun kitabındaki kuramların benzerlerine Tom’un eserlerinde de rastlamak mümkündü.
Tom, aynı zamanda Osho’nun da büyük hayranıydı. Yakın arkadaşı Timothy Leary de esin kaynağıydı. “Parfümün Dansı” romanındaki Wiggs Dannyboy karakteri, Timothy’den izler taşıyordu.
Tüm eserlerinde ve hayatında Tom’un odağında şiirsel hikayeler vardı. Her zaman gülümsemek için sebep bulanabilecek romanlar yazacaktı. Kurguladığı her karakter nihayetinde bir gariplik barındırıyordu. Tom, onlara özellikle filozofik özellikler yüklüyordu…
Tom Robbins, giderek mükemmel bir isme dönüşüyordu. Kuşkusuz bunu da mükemmeliyetçi yanına borçluydu. 1980-1990 yılları arasında katkıda bulunduğu GQ, The New York Times, Playboy gibi dergilerden arkadaş edindiği meslektaşı Michael Dare, onun bu yönünü şöyle tanımlayacaktı:
“O, yazmaya başladığında her şey sakince işler. Önce bir cümle yazar. Sonra aynı cümleyi defalarca yeniden yazar. Her harfinin mükemmelliğinden emin olmak ister”.
Attığı her adımın, yazdığı her sözcüğün mükemmel olduğundan emin olmak isteyen Tom, öyle kelimeleri bir araya getiriyordu ki, onu okuduğunuzda, gayriihtiyari elinizdeki kitabın bir filminin çekilmesini diliyordunuz. 1993 yılında da onlardan biri film oluverdi. “Kovboy Kızlar da Hüzünlenir” kitabı, “Dişi Kovboylar da Hüzünlenir” adıyla, yönetmen koltuğunda Gus Van Sant ile bir filme dönüştü. Başrolde ise, Uma Thurman vardı.
Tom Robbins, yazma konusundaki tarzını oyuncul romanlar olarak belirlemişti. “Oyunculuk, uçarılık değil bilgeliktir” görüşünü ön plana çıkarmak için çılgınlık derecesinde kelimelerle oynuyordu. Onun yazıları için aslolan ilke, mutluluktu. Hayatın ciddi yanlarını da inkar etmiyordu; ancak o, tam bir mutluluk savunucusuydu.
Romanlarında özenle seçtiği kelimeler, nasıl oluyor da bir şölene dönüşüveriyordu? Kelime oyunlarındaki edepsiz seçimleri, ara sözleri, zıtlık oluşturduğu bölümleri ve alakasız sonuçları ile Tom Robbins, bir bütünü sergiliyordu.
Bunun yanında Tom Robbins, insanoğlunu tatmin etmenin en iyi yolu hakkında toplumda yer alan varsayımları da sorguluyordu. Ayrıca, mistik Doğu dinleri, Yeni Fizik, panteizm gibi alternatif düşünceleri de ustalıkla bir araya getiriyordu.
Her koşulda mutluluk ilkesinin savunucusu olarak tanınan Tom Robbins, 1987’den beri, karısı Alexa D’Avalon ve köpekleri Blini Tomato Titanium ile birlikte La Conner’de yaşıyor.
Daha önceki evliliklerinden olan çocukları, Rip, Kirk ve Fleetwood sayesinde üç kez de baba oldu Tom.
Yürüttüğü özel hayatının yanında, yazma işi de devam ediyor tabii. İnsana sarhoşluk hissi veren hayal gücü ve cümleleriyle bir Tom Robbins geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi