Etiket: Fikret

Fikret Hakan Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Bir çekirge kararlığında doğru sıçrayışlarla hayatını şekillendiren, 204 film ve 28 dizideki rollerin sahibi, kararlı adımlarla ünlenen adam, Fikret Hakan ya da gerçek adıyla Bumin Gaffar Çıtanak.

O şansıyla doğduğu ailesinin içinde kendi şansını yine kendisi yarattı. Kolay yolu seçmiş gibi görünürken aslında belki de yönünü daha zor olana çevirdi, kim bilir. Yine de o, üstlendiği her işin altından layıkıyla kalktı ve her zaman kendi doğruları için yaşadı.

Bu özelliği ile belki de özenilesi bir karakterdi…

Çocukluğu ve eğitim hayatı

Fikret, 23 Nisan 1934’te, tüm dünyanın şenlikle kutladığı o güne, Gaffar ve Fatma Belkıs’ın çocuğu olarak Balıkesir’de doğdu. O, her şeyden önce doğduğu günün çocuğuydu. Anne ve babası doğduğunda ona “Bumin Gaffar Çıtanak” adını verdi.

Eğitimli bir ailenin çocuğu olarak şanslı bir evde dünyaya gelmişti. Babası Edebiyat Öğretmeni, annesi de Başhemşireydi. Onun bu güzel çiftten öğrendiği çok şey olacak, ancak yine de Fikret kendi yolunda yürüyecekti.

Babası Gaffar Bey, Balıkesir’den Galatasaray Lisesi’ne atandığında ailecek İstanbul’a taşındılar. Artık hayatı burada şekillenecekti. İlk ve orta eğitiminden sonra liseye geçtiğinde aklı başında ve ne istediğine daha bu yaşlardan karar veren bir delikanlıydı.

Lisede gazetecilik merakına düşmüştü. Yazdıkları ve araştırdıkları da azımsanacak şeyler değildi. O dönem Abdi İpekçi, Halit Kıvanç gibi yaşıtlarıyla bir arada İstanbul Ekspres Gazetesi’nde röportajlarını ve küçük öykülerini yayınladı. Ancak erken yaşta kazandığı para ona tatlı gelmeye başlamıştı. Giderek okuldan daha da uzaklaştı. Sonunda Taksim Lisesi’nden ayrıldığında henüz 16 yaşındaydı.

Tiyatroya ilk adım

Fikret okulu henüz bırakmıştı ki, gazetecilik serüveninin yanına bir de tiyatro sahnelerini ekledi. Okulu bırakmasıyla ilk kez sahneye çıkışı aynı zamana denk geliyordu. İlkez,1950’de “Üç Güvercin” operetinde palyaço rolüyle “Ses Tiyatrosu” sahnesindeydi. İşte o gün aynı zamanda adını “Fikret Hakan” olarak değiştirmeye karar verdi. Önsezisi kuvvetli bir gençti belli ki, dolu dolu bir hayat onu bekliyordu.

Bundan sonra yaşamını özgür düşünceleriyle şekillendirecek, hayat okulunda yoğurulacaktı.

Sinemaya geçiş

Tiyatro sahnesindeki varlığından hoşnuttu Fikret, kendine verdiği yeni isimden de. “Ses Tiyatrosu, Cep Tiyatrosu, Küçük Sahne, Çığır Sahne, kendi kurduğu Sahne 8 ve Fikret Hakan Tiyatrosu”nda 1980 sonuna kadar sahneye çıktı.

Kendisini çok güzel tanımlıyordu: “Hayatımda üç sıçrayış yaptım; Babıali (Gazetecilik), Pera (Tiyatro) ve sinema”

Erken yaşta gazetecilik girişimiyle başladığı hayatında bahsettiği üçüncü sıçrayışı, 1953’te “Köprüaltı Çocukları” adlı sinema filmi oldu. Bu filmin ardından “Beyaz Mendil, Gelinin Muradı, Dokuz Dağın Efesi” ve “Üç Arkadaş” geldi.

Fikret Hakan, sinemada da aranan bir yüz olacağını kanıtlamıştı. Para kazanmaya başladıkça yaşam şeklini ve anlayışını da değiştirdi. Artık gece hayatı yaşamının bir parçası olmuştu örneğin ve sosyetenin kadınları da giderek ünlenen bu gencin etrafında şen kahkahalarla dolanıyordu.

1958’de askere gitmek için verdiği ara hariç sürekli sinema oldu hayatında. Ama artık onu daha yoğun bir çalışma temposu bekliyordu. Çünkü 1960’da oynadığı “Yılanların Öcü” ve “Karanlıkta Uyananlar” adlı sosyal içerikli sinema filmlerinden sonra artık neredeyse tanımayan, bilmeyen kalmamıştı Fikret Hakan’ı.

Yılda 15 film derken bu sayı 20’lere çıkmıştı ve Fikret yazmak yeteneğinden giderek uzaklaşıyordu. Hatta “Değil yazmak, uyumaya bile zaman bulamıyordum” şeklinde açıklayacaktı yıllar sonra bu günlerini.

Artık Fikret Hakan’ın yönü daha çok sinemaya dönmüştü.

Fikret Hakan evlendi

Herkesin kendisinden bahsettiği bir ünü yaşıyordu Fikret Hakan. Bahsettiğim gibi kadınlarla da arası daha iyiydi artık. Öyle ki kadınlarla ilişkileri flörtle sınırlı kalmayacak, birçok evlilik yapacak ve nihayetinde Yeşilçam’ın en çok evlenen aktörü olarak anılacaktı.

Bir sevgilisi vardı Fikret’in, Neşecan Paşmak. Neşecan’ın diğerlerinden farkı, 1962’de kızları Elif’i dünyaya getirmiş olmasıydı. Bu olay karşısında tüm gözler Fikret Hakan’a çevrilmişti, evlilik haberi bekleniyordu.

Çok zaman geçmeden gerçekten de evlilik haberi geldi, ama evlendiği kadın Neşecan değildi. Fikret Hakan, Valikonağı Caddesi’ndeki evinde tüm gözlerden uzakta yıldırım nikahı ile evlenmişti. Bu kişi Lale Sarı idi. Ancak bu evlilik 1 yıl bile sürmeden bitti.

Fikret Hakan ikinci kez evlendi

Fikret, ikinci evliliğini 1963’te ünlü bir isimle yaptı; Semiramis Pekkan. O dönem en az Fikret Hakan kadar bahsediliyordu Semiramis Pekkan’dan.

İki ünlünün evliliğiydi yaşanan ve sadece 66 gün sürebildi. Üstelik yine gözlerden uzak bir nikahtı. Hoş dördüncü evliliği dışında hepsini bu şekilde gerçekleştirdi.

Altın Portakal Ödülü

Fikret Hakan’ın sanat hayatı dolu dolu bir serüvendi. Kendisini tanımlarken kullandığı o üç sıçrayışın arasına 45’lik plaklar ve sunuculuk da sığdıracaktı.

Biz onu en çok aktör olarak tanımış olsak da, o bizim tanıdığımız Fikret Hakan olmak için kendini tanımladığı yollardan geçip de geldi. İşte bu süreçte onurlandığı ödüller de aldı.

1965’te “Keşanlı Ali Destanı”ndaki performansı için “Antalya Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı. Aynı ödülü bir kez daha 1968’de “Ölüm Tarlası” filmi ile de alacaktı.

Fikret Hakan’a Hollywood teklifi

1970’te ünlü yönetmen Peter Collinson, başrollerini Tony Curtis ve Charles Bronson’un paylaştığı “Paralı Askerler” filmi için Türkiye’ye geldiğinde Türk oyuncular için bir fırsat doğdu. Çünkü yönetmen filmin tamamını özellikle Türkiye’de çekmek istiyordu.

Bu fikre karşı ilgi de büyüktü. Hal böyle olunca “Şan Tiyatrosu” oyuncu seçme yarışması düzenledi. Bu yarışmanın sonunda “Fikret Hakan, Aytekin Akkaya, Erol Keskin, Salih Güney” gibi isimler başarılı bir performans sergileyerek ilk elemeyi geçmiş oldular ve sonunda büyük rolü kapan isim, Fikret Hakan oldu. Fikret Hakan bu dönemde artık sadece oyuncu değil, yönetmen ve yapımcı kimliği ile de boy gösteriyordu.

Fikret’in İngilizcesi çok zayıftı, ama mimikleri çok kuvvetliydi. Uyumlu dudak hareketleriyle “Albay Ahmet Elçi” rolünün hakkını vermeyi bilmişti. Özellikle yönetmenin ilgisini fazlasıyla çekmişti. Peter Collinson’un gözünde uzun yıllar Hollywood’da bulunmuş oyunculardan farksızdı. Bu güzel izlenimlerin sonucunda Fikret Hakan’ın daha başka projelerde bulunmak için teklif alması da kaçınılmaz oldu.

Ancak çekilen bu film zamanın koşullarına yenik düştü. İstanbul, İzmir, Nevşehir yörelerinde çekilen film, çekim öncesi zamanın sansür kurulu tarafından ince eleyip sık dokundu ve sonunda gösterimi Türkiye’de yasaklandı. Bu durum da haliyle Türkiye – Hollywood arasındaki bağları zayıflattı. İngilizce zaten en büyük engeldi ve nice yetenekleri gölgede bırakmaya yetiyordu.

İşte bu sebepten Fikret Hakan, teklifin cazibesine aldırmadı ve Türkiye’de kalmayı tercih etti. Salih Güney de filmde Fikret Hakan’ın oynadığı Albay Ahmet Elçi’nin yardımcısı rolünü hiç İngilizce bilmediğinden konuşmadan oynadı. Hal böyle olunca diğer yapımlar için de bir teklif almadı.

Fedailerden birini oynayan Aytekin Akkaya ise çok az göründüğü sahnelerde ilgi çekmeyi başarmış ve İngilizce öğrenmesi koşuluyla teklif almıştı. Ancak kurslara zaman ayıramayan Aytekin Akkaya da Türkiye’de kaldı.

Bir Hollywood macerası da böylece sonlandı.

Fikret Hakan’ın üçüncü evliliği

Fikret, üçüncü evliliğini kendisinin ilk evliliğinden önce bir çocuk sahibi olduğu Neşecan Paşmak ile yaptı. Valikonağı Caddesi’nde gizli saklı, iki şahit eşliğinde bir yıldırım nikahı daha gerçekleşti. Fikret ve Neşecan evlendi. Ancak 1 yıl sonra boşandılar.

Fikret Hakan ve Hümeyra

Bu Fikret’in dördüncü evliliği olacaktı. Aynı zamanda gözlerden uzak durma çabası sarfetmediği ilk ilşkisi. Hümeyra, dönemin ünlü pop yıldızıydı. Hümeyra ve Fikret, 1971’de evlendi. Ancak bu evlilik sadece bir ay sürdü.

Yıllar sonra bir itiraf şeklinde “Asla Unutmadım” adlı kitapta yazdı bu aşkı Fikret Hakan; şöyle anlatacaktı içindeki pişmanlığı: “Hümeyra ile öyle tutkulu bir aşk yaşamıştık ki bir daha da öyle tutkulu bir şey yaşamadım. O büyük aşkta kıskançlıktan katil bile olabilirdim. Bu nedenle Hümeyra’ya şiddet uyguladım. Attığım o yumruğu ben de unutamadım, o da unutmadı. 37 yıldır bunun pişmanlığını yaşıyorum. Hatalıydım. Hatasız kul olmuyor.

Hümeyra güzel bir kadın değildi. Ama güzelliğin çok ötesindeydi. Karizmatikti, beni çok derinden etkiledi. Şimdi havaya girecek. Yine asılıyor mu diye düşünecek. Bana hala kızgın olduğunu biliyorum. Öfke duyduğunu biliyorum… Hümeyra hala çok güzel.”

Bundan sonra Fikret Hakan, uzun bir süre evlenmedi. 1989’da Fatma Zeynep Mirgün ile beşinci kez evlendi. Bu evlilik 1991’e kadar devam etti ve Fikret Hakan’ın son evliliğiydi.

Şarkıcı Fikret Hakan

Fikret Hakan oyunculuğundan sonra haneye bir de şarkıcılığı ekledi. 1971’de gazino sahnelerinde şarkı söylemeye başladı. Bu dönemler Yeşilçam için en verimli zamanlardı. 1960 ve 1970’lerde “Sadri Alışık, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik” gibi birçok isim sinemanın yanında plak da dolduruyordu.

İşte bu dönemde Fikret Hakan da o isimler arasına katıldı ve birkaç 45’lik doldurdu. Sesi konusunda da en az oyunculuğu kadar başarılıydı.

Art arda “Cemo / Dedikleri Gerçek İmiş (1972 ), Kardaşlar orkestrası “Löberde / Dostun Gülü (Radyofon Plak 1974 ), Aşk Uğultusu / Sancı (Yavuz Plak 1975)” plaklarıyla sesini duyurmuştu.

Asla Unutmadım

1975 ve sonrasında bir dönem Yeşilçam’da seks furyasını doğurdu. Buna dahil olmak isteyen isimler olduğu gibi kaçanlar da vardı. Fikret Hakan, kaçma yanlısıydı, 1977’de Valikonağı Caddesi’ndeki evini satıp Marmaris’e yerleşti. Burada geçimini teknecilikle sağladı ve dönemin bitişiyle 1980’de sinemaya geri döndü.

Artık yeniden setlerdeydi ve oyuncu arkadaşları ile bir aradaydı. Bir gün Türk sinemasının altı jönü bir projede buluştu. “Fikret Hakan, Göksel Arsoy, Cüneyt Arkın, Ediz Hun, Kartal Tibet, ve İzzet Günay”, “Feyzan Ersinan Top”un kitabı “Asla Unutmadım”da unutamadıklarını anlattı.

Fikret Hakan’ın en ilgi çeken yazıları “Çolpan İlhan” ve “Hümeyra” ile ilgili olandı. Hümeyra’nın bölümünü biraz önce aktardım.

Çolpan İlhan ile ilgili olan kısım ise şöyleydi: “Çolpan İlhan’la nişanlıydık. Askere giderken, Baylan Pastanesi’nin önünde Çolpan’ı, Sadri Alışık’a emanet ettim. Sivas’ta askerliğimi yaparken, Çolpan’dan mektup geldi. Mektupta ‘Biz Sadri’yle evleniyoruz’ yazılıydı. Çok şaşırdım. Büyük bir acı hissettim. Çolpan’la güzel şeyler yaşamıştık. Ardından da birçok filmde oynadık. Asla da bir gün ‘Neden?’ diye sormadım. Hiç bir şey olmamış gibi davrandık. Birbirlerini gerçekten sevmişler demek ki bu evlilik Sadri ölünceye kadar devam etti.”


Devlet Sanatçısı ve Fahri Doktor, Fikret Hakan

Yeşilçam jönlerinden olan Fikret Hakan’a Kültür Bakanlığı tarafından 1998’de “Devlet Sanatçısı” ünvanı verildi. Sonrasında da Fikret Hakan, İstanbul Kültür Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı.

Ömrü başarısına başarı eklemekle geçti Fikret Hakan’ın. Aldığı ödül ve ünvanlarla hep onurlandırıldı. 13 Kasım 2009’da da Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fikret Hakan’a Karşılaştırmalı Edebiyat Anabilim Dalı’ndan, “Fahri Doktor” ünvanı verdi.

Fikret Hakan hayatını kaybetti

Fikret Hakan son zamanlarda Akciğer kanseri tedavisi görüyordu. Tüm düşünceleri, duygularıyla artık hasta yatağındaydı.

Nefesi yoruldu ve Fikret Hakan 11 Temmuz 2017 gecesi saat 02:00’da hayat veda etti. Bu taze ölüm tüm sevenlerini ve oyuncu arkadaşlarını yasa boğdu.

Yolun ışık olsun adam…

Bu dünyadan, her sıçrayışınla, iyi ki geçtin…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Fikret Orman Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Fikret Orman, 4 Kasım 1967 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. Işık Lisesi’nde lise eğitimini, Yıldız Üniversitesi ve ABD Florida Üniversitesi’nde yükseköğrenimini tamamladı. Orsan Yedek Parça San. ve Knorr-Orsan Ticari Araç Sis. Ltd. şirketlerinde yönetim kurulu üyeliği yapmaktadır.

YÖNETİCİLİK KARİYERİ

2000-2004 yılları arasında Beşiktaş’ta, Serdar Bilgili başkanlığındaki yönetim kurulunda yöneticilik görevinde bulundu. Fikret Orman, 2004 yılında BJK başkanlık kongresinde başkanlığa aday oldu. Ancak 162 oy farkla Yıldırım Demirören’e başkanlığı kaptırdı.

2012 yılında kulüp başkanı Yıldırım Demirören’in TFF başkanlığı için istifa etmesiyle boşalan koltuk için aday oldu. Aday olan Fikret Orman, 25 Mart 2012 tarihli olağanüstü seçimli genel kurulda Beşiktaş Kulübünün 33. başkanı seçildi.

16 Haziran 2013 tarihinde yapılan başkanlık seçimlerinde 3 yıllığına yeniden Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün başkanı seçildi.

Orman, 1992 yılında evlendiği Sedef Orman’dan 2012 yılında boşandı. Bu evliliğinde iki kız çocuğu dünyaya geldi.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Tevfik Fikret Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

Doğum gününde yazmışım en son. Bugün ise Tevfik Fikret’in ölüm yıl dönümünü anma günü. Nasıl bir hayat yaşamış, bir kez daha analım…

Bugün usta şair Tevfik Fikret’in doğum günü…

Oğlunun kırık bıraktığı kalbiyle daha fazla yaşamaya devam edemedi; yazdığı şiirlerini dünyaya bırakıp göçüp gitti. Belli ki  şair olmanın yolu acı çekmekten ve kalbini hep acıyla  beslemekten geçiyordu. Tevfik de öyle yaptı. Hep kalbinin bir köşesine istiflediği acısıyla dünyadaki hayatını yaşayıp gitti.

Çocukluğu

Tevfik, 24 Aralık 1867’de İstanbul Kadırga semtinde Hacı Hatice Refia Hanım ve Hüseyin Efendi’nin oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona Mehmed Tevfik adını verdi. Daha sonra Sıdıka adını verecekleri bir kızları da olacaktı.

Refia Hanım, 1822 Yunan ayaklanmasından sonra kimsesiz kalmış ve Osmanlılara sığınıp Müslüman olmuş iki Sakızlı Rum çocuğunun kızıydı. Hüseyin Efendi ise, Çankırı’nın Bayramören ilçesine bağlı Dalkoz köyünden ayrılıp İstanbul’a yerleşmiş Ahmet Ağa’nın oğluydu. Tevfik doğduğu yıl babası, İstanbul’da meclis üyesi ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ne memur olmuştu. Tevfik, ilim irfan sahibi ve inançlı bir ailenin içinde büyüyecekti.

Elbette şair olmaya yaraşır acılar yaşamalıydı; bedeller ödenmeliydi. İlk yıkımını henüz 12 yaşındayken yaşadı. Annesi Refia Hanım Hac vazifesine gitmişti. Dönüş yolunda kolera nedeniyle yaşamını yitirdi. Anacığının acısı yüreğini daha köz etmemişti ki, babası saraya jurnal edilerek edilerek Arabistan’a sürgüne gönderildi. Şimdi hem annesiz hem de babasız kalmıştı. Şükürler olsun dönüp sarılabileceği bir kız kardeşi vardı; ama ikisi de henüz çocuktu. Özellikle annesinin ölümü onu derinden sarsmıştı. Babasının bir gün dönme umudu vardı, ancak annesinin hiç dönülmez bir yolculuğa çıktığını biliyordu. İki kardeş artık anneannesi ve büyük yengesinin bakımı altındaydı.

Babası ise, 19 yıl süren sürgünden hiçbir zaman dönmeyecekti…

Eğitim hayatı

Tevfik, eğitimine Aksaray’daki Mahmudiye  Valide Rüştiyesi’nde başladı. Ziyadesiyle dindar bir ortamda yetişiyordu. Ancak 93 Harbi’nde yaşanan yenilgiden sonra okulu Rumeli’den gelen göçmenlere tahsis edildi. Tevfik’in yeni okulu Galatasaray  Sultanisi olmuştu.

Bu yeni okul, onun hayatının dönüm noktası olacaktı. 11 yıl eğitim alacağı bu okuldaki öğretmenleri, dönemin önde gelen edebiyatçılarından Recaizade Ekrem, Muallim Feyzi ve Muallim Naci gibi isimlerdi. Öğretmenleri ondaki ışığı keşfetmişti. Şiir yazmaya lise yıllarında başlamıştı. Öğretmenlerinin teşvikiyle yazdığı ilk şiiri ise “Tercüman-ı Hakikat”te yayımlandı. Şiiri Nazmi mahlasında yazılmış bir gazel tarzı örneğiydi. Tevfik gelecek vaat ediyordu.

1888’de birincilikle mezun oldu…

İş hayatı

Tevfik, mezun olduğu yıl, Hariciye Nezareti İstişare Odası’nda katip olarak memuriyet hayatına başladı. Kısa bir süre sonra da Maarif Mektubi Kalemi’ne geçmişti. Ancak bir yılını doldurmadan istifa etti.

İş hayatında birçok şeye yetemediği inancına kapılmıştı. Öyle ki, gecikmiş maaşlarının ödenmesini dahi bir maaş bile hak etmediği gerekçesiyle reddetti. Bu eşi benzeri bulunmaz bir dürüstlük olarak görülmüştü. Bu sebepten o istemese de Hazine tarafından topluca ödeme yapılmıştı. Tevfik’in kabul etmeme kararı  kesindi, parayı Göçmenler Komisyonu’na bağışladı.

Daha sonra Sadaret Mektebi Kalemi’nde kısa bir süre çalıştı. Ağustos 1889’da tekrar İstişare Odası’na muavin olarak başladı. Bir yandan da Yüksek Ticaret Okulu’nda Fransızca ve Türkçe dersleri veriyordu.

Şiir konusuna gelince, bir süredir sessizliğini koruyordu. Ama elbet bu sessizliği bozmanın da zamanı gelirdi.

Tevfik Fikret evlendi

Suskunluğu ve işleri devam ededursun, bir kız vardı: 15 yaşında pırıl pırıl Nazime Hanım…

Nazime Hanım, kısa bir süre sonra Trabzon Valisi olacak dayısı Mustafa Bey’in kızıydı. Tevfik ve Nazime 1890’da evlendi. Dayısının evine yerleşti. Haluk adını verecekleri bir oğulları olacaktı.

Bozulan sessizlik

Şiir konusunda kendini kapatmıştı ki, İsmail Safa’nın yönetimindeki Mirsad dergisinde yayımladığı “Bahar” adını verdiği şiiriyle sessizliğini bozdu. Bu öyle bir dönüştü ki, aynı yıl 18 şiirini daha yayımladı. Ayrıca derginin açtığı iki yarışmada da birincili Tevfik’e aitti; ünleniyordu.

Bir yandan da Osmanlı Lisanı Öğretmenliği sınavını kazanmıştı. 1892’de çok sevdiği Mekteb-i Sultani’ye ilkokul üçüncü sınıf Türkçe Öğretmeni olarak atandı. Hayatında bambaşka bir dönem açılmıştı. Hayatında yükselişe geçmişti…

Bir süre sonra Muallim Naci Bey’in ölümü üzerine, Tevfik okulun Edebiyat Öğretmeni oldu. Bu arada şiirlerini yayımladığı Mirsad dergisi kapanmıştı. Şiire de ara vermişti ki, öğretmenlik görevinin ona şiiri de getirmesini sevinçle kucakladı. Arkadaşları Hüseyin Kazım ve Ali Ekrem “Malumat” adını verdikleri bir dergi çıkarıyordu. Elbette başyazarı da Tevfik’ti. İlk şiiri “Tebrik-i Veladet” adını verdiği padişah Abdülhamit’i öven şiiri olmuştu. Bu dönemde yazılan şiirlerde padişaha bağlı bir çizgide ilerliyordu; eski şiirlerine nazaran daha batılı bir tarzda yazıyordu. Dergi, Mayıs 1895’te kapanana kadar Tevfik, 25 şiirini yayımladı.

Sessizliğini bozmuş, hayatının seyrini istediği yöne çevirmişti; ancak yine bir sessizlik dönemi peşi sıra geliyordu. Hükümet bütçede kısıntı yapmaya karar vermişti, memur maaşlarını yüzde 10 kesti. Tevfik bu duruma tepki olarak 1895’te okuldan ayrıldı; inzivaya çekilecekti.

Tevfik Fikret yönetiminde dergi

Öğretmenlerinden Recaizade Ekrem 1895’te Tevfik’i bir bilim dergisi olan “Servet-i Fünun”un sahibi Ahmet İhsan Bey ile tanıştırdı. Derginin bir  edebiyat dergisi olması yönünde ısrarcıydı ve başarmıştı. Servet-i Fünun, 256. Sayıdan itibaren Tevfik Fikret yönetiminde ve bir edebiyat dergisi olarak yayımlanmaya başladı.

Bu yıl tam çok kötü geçecekmiş gibi hissettirirken birden onun yılı oluvermişti. Evet, bir dergisi olmuştu; ama asıl bu yılın en güzel ödülü, oğlu Haluk’tu. Tevfik, baba olmanın tarifsiz duygusunu iliklerine kadar yaşıyordu.

Sanat yaşamının da en verimli zamanıydı şimdi. Şiirlerini “Tevfik Fikret” imzasında yayımlamaya başlamıştı; bir gün onu herkesin şiirleriyle anacağı o isimle.

Bu dergi, yeniliklerle doluydu. Etrafında toplanan yenilikçi bir grup aydın vardı ve bu sanat topluluğunun anılacak adı da oluverecekti. Bu topluluk, sanatta hem biçim hem de içerik bakımından bir atılım yapmayı hedefliyordu. Karamsarlığı ile tanınan bu topluluk, sahip olduğu ağalı dille hareketlerinin adını da “Edebiyat-ı Cedide” (Yeni Edebiyat) koymuştu.

Bu toplulukta Tevfik Fikret dışında, “Halit Ziya, İsmail Safa, Samipaşazade Sezai, Cenap Şahabettin, Mehmet Rauf, Ahmet Şuayip, Hüseyin Cahit” gibi isimler vardı ve kesinlikle siyasi eylemlerden uzak duruyorlardı. Ancak zamanla Tevfik’in şiirlerinde toplumun kapladığı alan artmaya başladı be Milliyetçilik ön plana çıktı. Hatta 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda Türklerin kazandığı zaferden o kadar etkilenmişti ki, kahramanlık şiirleri yazmaya başladı. “Yenişehir Gazilerine” adını verdiği şiirinde adeta dünyaya meydan okuyordu.

Tevfik Fikret’e gözaltı

Tevfik, 1896 yılı biterken Robert Koleji’nde Türkçe Öğretmeni oldu ve bu görevi ölümüne değin sürecekti.

Okul  dışında kalan tüm zamanını dergi için harcıyordu.  O dönemde dostu İsmail Safa’nın evinde Abdülhamit karşıtı bir şiir okudu ve bu şiir onun gözaltına alınmasına sebep oldu. Hemen evi dip köşe arandı; ancak söz konusu şiir bulunamamıştı. Birkaç gün sonra serbest bırakıldı.

Ancak nem kapılmıştı bir kere, Tevfik çok geçmeden Robert Kolej’indeki bir çaya karısıyla birlikte gitmesi gerekçesiyle tekrar gözaltına alındı. Tevfik içten içe çok sıkılıyordu. Tüm bu olaylar onda inziva düşüncesini yine derinleştirmeye başlamıştı.

Arkadaşları Hüseyin Cahit, Hüseyin Kazım ve Mehmet Rauf, Dr. Esat’ın düşüncesini onaylamış, hep birlikte Yeni Zelanda’ya gitmeyi destekliyordu. Ancak olumsuz sonuçlanınca Hüseyin Kazım’ın Manisa’daki çiftliğine yerleşmeyi planladılar. Ama Tevfik Fikret bundan da vazgeçmişti. Hâl böyle olunca dostları da vazgeçti.

İlk kitabı

Tevfik, 1900’de ilk kitabı “Rubab-ı Şikeste” (Kırık Saz)’yi yayımladı. Büyük bir ilgiyle karşılandı. Kitabı da dergideki çalışmaları da onun için çok özeldi. Ancak Ahmet İhsan ile dergi yönetiminde düştükleri anlaşmazlık sonrası Tevfik, ertesi yıl topluluktan ayrıldı. Rica etmişti, dergi yönetimini Hüseyin Cahit üstlendi. Ancak birkaç ay sonra Servet-i Fünun, Hüseyin Cahit’in Fransız İhtilali hususunda yaptığı bir çeviri sebebiyle kapatılacak ve grup tamamen dağılacaktı.

Tevfik’in ise elinde biricik kitabı ve Robert Kolej’indeki öğretmenlik görevi kalmıştı.

İnziva düşüncesi – Aşiyan

Servet-i Fünun kapatılmış, arkadaşları İsmail Sfa ve Hüseyin Siret de sürgüne gönderilmişti. Bu baskılı yönetimden dolayı ziyadesiyle karamsardı ki, 1902’de de kız kardeşi Sıdıka’nın ölümüyle sarsıldı.

İstanbul’u ahlaksızlıkla suçlayıp lanetliyordu Tevfik… İşte o meşhur “Sis” şiirini 1902’de İstanbul’un sisler altında olduğu bir günde yazdı.

Bir yandan da göremese de hala babasından haberler geliyordu. Şimdiki sürgün yeri de Irak’tı işte. Ve sonunda 1905’te babasının da ölüm haberini alacaktı. Tüm bunlar Tevfik’in kalbini parça parça etmiş, annesinden kalan közü harlamıştı.

Yıllardır her bir olay karşısında içine düşen şu “inziva” fikri, artık daha da kemiriyordu içini. Bunun için Kadırga’daki konağın satışından elde ettiği parayla Robert Kolej’inin yamacında, Rumelihisarı’nda bir ev yaptırmaya başladı. Sadece yazma yeteneği yoktu  Tevfik’in, resim de yapardı. Bu sefer çizebilme yeteneğini evinin planını çizerken kullandı. Tüm bu süreçle ilgilenmek, onu oyalıyordu. Böylece yüreğini yakanları daha az düşünüyordu. Üç katlı ahşap binanın inşaatı 1905’te tamamlandı. Eşi ve oğlu ile bu evde yaşamaya başladı.

Toplumla arasına bir mesafe koymuştu, bir yandan da mesleğine devam edebiliyordu. Ülkenin gidişatını uzaktan seyredecek ve yeni eserler üretebilecekti. İşte evine bu yüzden “Aşiyan”( yuva) adını verdi. Daha ilk günden vasiyeti, evinin bahçesine gömülmek olmuştu bile.

Tevfik’in gözünde artık “millet,  tarih, din, kahramanlık” gibi konuların yazmak söz konusu olduğunda pek ehemmiyeti kalmamıştı. “Tarih-i Kadîm” şiirini din ve tarihe karşı, “Lahza-i Teahhur”u da 1905’te Ermenilerin Sultan II. Abdülhamid’e düzenledikleri suikasta duyduğu üzüntü sebebiyle yazdı. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar da başka şiir yayımlamadı. Derdi günü edebiyat üzerine düşünmekti. Tevfik, Edebiyat-ı Cedide’nin içe dönük boyutunu aşacak bir edebiyat tavrına doğru ilerliyordu…

II. Meşrutiyet

II. Meşrutiyet, Tevfik’in kabuğundan çıkmasını sağlamıştı. İttihat ve Terakki yönetiminin isteği üzerine ilandan 13 gün önce “Millet Şarkısı” adını verdiği marşı yazdı. Bu marş, devrimin habercisiydi. Meşrutiyetin ilanından sonra da “Rücu” (Geri Alış) adını verdiği şiirle İstanbul’un üzerine üzerine savurduğu lanetin küllerini geri aldı.

Dönüşü muhteşem olmuştu. Var gücüyle yazıyor ve koşturuyordu. Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım ile “Tanin” adını verdikleri bir gazete çıkardılar. İlk sayfasında Sis şiiri ve Rücu manzumesi bir aradaydı. Ancak, gazete İttihat ve Terakki’nin yayın organı hâline getirmek istenince, Tevfik gazeteden ayrıldı.

Tevfik’e Maarif Vekilliği teklif ediliyordu; ama o kabul etmedi. Yerine göreve Abdurrahman Şeref getirildi ve onun çağrısı üzerine Tevfik de Mekteb-i Sultani Müdürlüğü’nü kabul etti. 1895’te istifa ederek ayrıldığı okula, 1909’da müdür olarak dönmüştü. Bir yandan da Darülfünun’da Edebiyat dersleri verecekti. Tevfik, okul için yenilik demekti. Okul, Beyoğlu’ndaki bina yandığı için Beylerbeyi’ne taşınmıştı. Tevfik, eski binanın inşasını çok sürmeden tamamlattı.

Ancak getirdiği yenilikler bir kesimin de şikayetine yol açmıştı. Toplantı salonunun mescidin üzerine yaptırması gerekçesiyle basının sivri eleştirilerinin hedefindeydi. Bu sırada “31 Mart Vakası” da patlak vermişti. Tevfik, ayaklananların okulu yıkacakları haberini aldığında, “Sultani’yi yıkmak için önce beni yıkmak lazımdır” diye tepki gösterdi. Onları bizzat kendisi okulun önünde beklemeye koyuldu. Hatta bazı kaynaklara göre kendini okulun kapısına zincirlemişti. Ayaklanma bastırılmıştı; Tevfik istifa etmeyi düşünüyordu ki, onu öğrencileri geri döndürdü.

Bir süre daha görevini sürdürdü. Ancak bir süre sonra eski Maarif Nazırının yerine atanan Emrullah Bey ile anlaşmazlığa düşmüştü. Böyle yürümeyeceğinin farkındaydı; 1910’da görevinden kesinlikle istifa etti. Öyle ki, bizzat Emrullah Bey’in ricası dahi onu durdurmadı.

Tevfik, Aşiyan’daki evine inzivaya çekildi ve yalnızca Robert Kolej’indeki derslerine devam etti.

Oğlu Haluk için

Oğlu Haluk’un doğumundan sonra Tevfik’in tek isteği ileride ülkesini bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini sağlamaktı. Oğlunu, 14 yaşına geldiğinde, 1909’da, Elektrik Mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow şehrine gönderdi.

Tevfik, arzusunu “Haluk’un Vedâı” ve “Promete” adını verdiği şiirlerinde dile getirdi. Ancak hayat her zaman hayal edildiği gibi olmuyordu elbet. Haluk, yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisiyle din değiştirdi ve babasının düşündüğünden çok farklı bir yaşam sürmeye başladı.

Tevfik, 1911’de “Haluk’un Defteri” adını verdiği bir eser yayımladı. Gençliği tek umudu olarak görüyor ve onlara sesleniyordu. Şiirlerinde onlara çalışkanlığı ve yurt sevgisini öğütlüyordu. Yine aynı yıl “Rubab’ın Cevabı” bir diğer şiir kitabında da konusu halkın acılarıydı.

Haluk ise, evinden ve yurdundan tamamen uzaklaşmıştı. 1913’te Amerika’ya gitti ve ailesine izini kaybettirdi. 1916’da da Michigan Üniversitesi Makine Mühendisliği’nden mezun oldu. Tekrar ülkesine dönmek bir seçenek bile olmamıştı Haluk için. 1943’ten sonra kendisini dine verdi ve rahip olacak; 1965’te de Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi Rahibiyken hayatını kaybedecekti.

Tevfik Fikret’in son zamanları

Tevfik, oğlunun kendisine yaşattıklarına çok üzülüyordu elbette; ama bir yandan da burada hayatı devam ediyordu.

1912’de, Trablusgarp Savaşı nedeniyle Meclisin fethedilmesine karşı öfkesini dökmek için “Doksan Beşe Doğru” şiirini, “Vazife” dergisinde yayımladı. Oldukça sert bir eleştiri dili vardı. Bu eleştiriler, devrin yolsuzluklarını dile getirdiği “Han-ı Yağma” şiirinde de devam etti. “Sancak Şerif Huzurunda” şiiriyle de yanlış bir kararla I. Dünya Savaşı’na girilmesini yeriyordu.

Hâliyle devrin yöneticilerini kızdırmıştı. Muhafazakar kesimler tarafından da ağır eleştirilere maruz kalıyordu. Tevfik, bunlar karşısında müthiş bir moral çöküntüsüne düşmüştü ve çok geçmeden sağlığı bozuldu. Elbette her şeye cevabını da kalemiyle verecekti, nihayetinde o bir şairdi.

Modern bir okul açmak istiyordu ve bir de edebiyat dergisi çıkarmak… Ancak bu projeleri bozulan sağlığı nedeniyle gerçekleşmeyecekti. Son yıllarda kendini çocuk şiirleri yazmaya verdi. Yalın bir dille ve hece ölçüsü kullanarak yazdığı şiirlerini 1914’te “Şermin” adlı kitabında topladı. Kitaba, genç yaşta ölen kardeşi Sıdıka’nın kızı ve eğitimci Mustafa Satı Bey’in kurduğu okulun öğrencileri ilham vermişti…

Tevfik Fikret öldü

Çok inişli çıkışlı bir hayat  yaşamıştı Tevfik. Oğlunun ona yaşattığı hayal kırıklığı kalp kırıklıklarına eklenmiş en büyük darbeydi. Oğlunun kendisine karşı aldığı vefasız tavırları, kalp kırıklıklarının yanında vücudunu da hastalıklara  bırakmıştı. Geçirdi buhranlar ve çaresizlikler peşini hiç bırakmadı. Doktor tedavisini de kabul etmiyordu. Bir nevi kendini ölüme hazırlıyordu. Geçirdiği bir ameliyat sonrasında 19 Ağustos 1915’te hayatını kaybetti.

Vasiyeti Aşiyan’a gömülmekti; ama buranın kimin eline geçeceği konusundaki endişeler sebebiyle Eyüp’teki aile mezarlığına gömüldü. Evi 1945’te müze hâline getirildi ve kabri de 24 Aralık 1961’de, doğum gününde, hep istediği gibi Aşiyan’a taşındı.

Ölümünün ardından

Son haftalarında Aşiyan’a sık sık gelen ve kendisiyle yakın dostluk kurup portrelerini yapan Mihri Müşfik Hanım, ölümünden sonra Tevfik Fikret’in yüzünün ve sağ elinin kalıbını aldı. Bu Türkiye’de bilimsel olarak hazırlanan ilk maske çalışmasıydı.

Ayrıca 1920’lerde Tevfik Fikret’in anısına Galatasaray Lisesi’nin bahçesine bir anma mezarı  yaptırıldı. Rıza Tevfik’in başlattığı bir gelenekle ölümünün ilk yılından başlayarak ölüm yıldönümlerinde evinde anılmaya başlandı. 1918’deki törende, Mustafa Kemal  Atatürk de vardı…

Kırılgan ruhu, yazdığı şiirleri ve oğlunun kırdığı kalbiyle bir Tevfik Fikret geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş

[email protected]

Not:

Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,