Etiket: yönetmen

Yazar

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , , ,

kimdir aslen nereli kaç yaşında hayatı biyografisi

Etiketler, , , , , , , , , , , , , , , , ,

Sergei Eisenstein Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Sergei Eisenstein
Sergei Eisenstein (Mihayloviç), (d. 23 Ocak 1898, Riga, Letonya, Rus Çarlığı – ö. 11 Şubat 1948, Moskova, SSCB), Sovyet sinema yönetmeni ve kuramcısı. Bronenosets Potiomkin (1925; Potemkin Zırhlısı), Aleksandr Nevski (1938; Şimal Hücum Taburu) ile 1944 ve 1958’de iki bölüm halinde gösterime giren İvan Grozni (Korkunç İvan) adlı filmleri sinemanın klasik yapıtlarındandır. Kurgu anlayışı, “ana” olaydan bağımsız da olabilen görüntülerin en güçlü psikolojik etkiyi sağlamak amacıyla kullanılmasına dayanır.

Ayzenştayn baba yanından Yahudi kökenliydi. Babasının mühendis olarak gemi yapımında çalıştığı Riga’da büyüdü. Annesiyle babası ayrılınca babasıyla birlikte kaldı ve düzenli olarak Petersburg’a, annesinin yanına gidip geldi. 1916-18 arasında bu kentteki Mühendislik Enstitüsü’nde öğrenim gördüyse de, görsel sanatlarla ilgili bir meslekte karar kılarak Güzel Sanatlar Akademisi’ne yazıldı.

1917’de Rus Devrimi’nin patlak vermesiyle Kızıl Ordu’ya katıldı ve hem savunma güçleri oluşturup bunların örgütlenmesine yardım etti, hem de birlikler için eğlence programları düzenledi. 1920’de dekorcu yardımcısı olarak Moskova’daki Proletkult Tiyatrosu’na girdi. Kısa sürede dekorcu oldu, sonra da yönetmenler arasına katıldı. Burada, dikkati çeken birkaç yapımın kostümlerini ve dekorlarını tasarladı.

Sinema konusundaki düşüncelerini de etkileyen Japon Kabuki tiyatrosuna duyduğu ilgi bu dönemde gelişti. 1923’te Dniyevnik Glumova (Glumov’un Günlüğü) adlı kısa bir film çekerek bunu, Aleksandr Ostrovs-ki’den gene kendi uyarladığı bir oyunda, gösterinin bir parçası olarak kullandı. Bundan sonra ilgisi giderek sinemaya yöneldi. Kurgu kuramlarıyla ilgili ilk makalesini, yayın yönetmenliğini ünlü şair Vladimir Mayakovski’nin yaptığı Lef dergisinde yayımladı. Bu yazıda, hareketlerin mantıksal açıklamalarla anlatılması yoluyla olayları durağan bir biçimde yansıtmak yerine, “çarpıcı kurgu” adını verdiği yeni bir biçim öneriyordu. Bu yöntem, olaydan bağımsız gelişigüzel seçilmiş görüntülerin zaman sırası gözetilmeden, en güçlü psikolojik etkiyi sağlamak üzere kullanılmasına dayanıyordu. Böylece filmi yapan kişi, iletmek istediği düşünceyi izleyicilerin bilincinde oluşturmayı amaçlamalı ve onları, bu düşünceyi doğuracak ruhsal duruma sokmaya çalışmalıydı.

Bu ilkeler Ayzenştayn’ın bütün yapıtlarında yönlendirici oldu. Ama gerçekçi filmlerinde bu teknik, ancak olayın içinde örtük olarak yer alan somut öğelerden yararlandığında etkili oluyor, buna karşılık simgeler gerçekliği zorladığında etkisini yitiriyordu. Örneğin çarın askerlerinin bir grevi bastırmasını anlatan ilk uzun metrajlı filmi Staçka’da (1925; Grev) Ayzenştayn, işçilerin makineli tüfeklerle tarandığı çekimlerle mezbahada kesilen hayvan görüntülerim art arda kurguladı. Böylece çarpıcı bir etki elde ettiyse de nesnel gerçekliği bozmuş oldu.

Yapıtlarında sürekli olarak kuramından yola çıkan ve sık sık aynı hataya düşen Ayzenştayn, 1905 Devrimi’ni anmak amacıyla ısmarlanan Potemkin Zırhlısı’nda bu yanılgıdan kurtuldu. Odessa kentinde ve rıhtımlarında çekilen film büyük bir yankı uyandırdı. 1958’de düzenlenen uluslararası bir oylamada eleştirmenler tarafından o güne değin yapılmış en iyi film seçildi; dünya sinemasının başyapıtlarından biri olma niteliğini günümüze değin korudu. Potemkin Zırhlısı’nın bu niteliği yalnızca konunun işlenişindeki insancıllık boyutundan, filmin toplumsal anlamlarından ya da ritm ve kurgusunun kusursuzluğundan değil, bunların tümünün kendi aralarındaki etkileşimle birbirlerini geliştirip zenginleştirmesinden ileri geliyordu.

Bu başarısından sonra Sovyet sinemasının epik şairi olarak kabul edilen Ayzenştayn, Oktiyabr / Diyesıat Dniyei Kotoriye Potriasli Mir (1928; Ekim / Dünyayı Sarsan On Gün) adlı bir sonraki filminde, iki saatlik bir süre içinde 1917 Devrimi sonrasında iktidarın el değiştirmesi, Lenin’in sahneye çıkışı ve Bolşeviklerle siyasal ve askeri düşmanları arasında geçen mücadeleye değindi. Oktiyabr, ilginç olmakla birlikte birbirinden kopuk sahneler içeren, düzensiz ve yer yer karmaşık bir filmdi.

1929’da kırsal bölgedeki kolektifleştirmeyi belgelemek üzere çektiği ve başlangıçta adı Generalnaya Liniya (Genel Çizgi) olan Staroye i Novoye (Eski ile Yeni), benzer sorunlar içermekle birlikte daha dengeliydi. Ayzenştayn bu yapıtta Potemkin Zırhlısı’ndaki şiddet ve yoğunluğun tersine, oldukça sakin ve rahat bir lirik şiir yaratmıştı.

Ayzenştayn, 1929’da yardımcısı Grigori Aleksandrov ve görüntü yönetmeni Edvard Tisse’yle birlikte çıktığı gezi sırasında Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde sinema üzerine incelemeler yaptı, toplantılara katıldı, konferanslar verdi. Ertesi yıl da Paramount stüdyolarıyla anlaşarak Hollywood’a gitti ve Blaise Cendrars’ın L’Or (Altın) ve Theo-dore Dreiser’ın An American Tragedy (İnsanlık Suçu) romanlarının uyarlamalarını hazırladı. Ama senaryolarını stüdyonun istekleri doğrultusunda değiştirmeyi reddederek anlaşmayı bozdu ve romancı Upton Sinclair’in topladığı sermayeyle Que Viva Mexico! (Yaşasın Meksika) filmini çekmek üzere Meksika’ya gitti.

Bu film tamamlanamadan Ayzenştayn ile Sinclair arasında çıkan anlaşmazlık sonucu negatiflerin bir bölümü satıldı. Hiçbir zaman Ayzenştayn’ın eline geçmeyen bu nega: tifler, daha sonra Thunder över Mexico (1933; Meksika’da Fırtına), S. M. Eisen-stein in Mexico (1933; Ayzenştayn Meksika’da), Death Day (1933; Ölüm Günü), Time in the Sun (1939; Güneşte Zaman), Mexican Symphony (1942; Meksika Senfonisi) gibi filmlerde kullanıldı. Ama bu filmlerin özgün tasarıyla ilgisi yoktu.

Ayzenştayn 1932’de Moskova’ya döndü ve bir süre sonra da Bejin Lug (Bejin Çayırı) üzerinde çalışmaya başladı. Filmin tamamlanmasına birkaç hafta kala çalışmalar durduruldu. Çekilmiş bölümler yönetmen tarafından bir araya getirildiyse de hiçbir zaman gösterime sokulmayan film, gerçekliği şiirsel bir dille yorumlaması nedeniyle “biçim-ci” olmakla suçlandı. Böylece, besteci Ser-gey Prokofiev, yazar İzak Babel ve Sovyet yetkilileriyle anlaşmazlığa düşen başka birçok sanatçı gibi Ayzenştayn da, o dönemdeki resmî sanat politikasının sıkıntılarını çekti.

Ayzenştayn, Bejin Lug ile ilgili bir özeleştiri yazısı yayımladıktan sonra bir ortaçağ destanını anlatan ve Stalin’in Rus kahramanlarını yüceltme politikasına da uygun düşen Aleksandr Nevski’nin çalışmalarına başladı. 1938’de çekilen film, gerçek tarihsel olayları yüceltiyor ve görkemli biçimde kolektivizmin zaferini vurgulayan bir sona ulaşıyordu. Karakterler de, ortaçağ destan-larındaki gibi efsanelerden alınma, oldukça stilize kahramanlar ya da tanrısal özellikleri olan insanlardı. Ayzenştayn’ın, filmin müziğini gerçekleştiren Prokofiev’le girdiği yakın işbirliği sonucunda, görüntülerle müziğin aynı ritmik birlik içinde kaynaştığı dengeli bir yapıt ortaya çıktı.

Ayzenştayn, II. Dünya Savaşı sırasında Aleksandr Nevski ile aynı çizgide olmakla birlikte çok daha tutku dolu bir film olan Korkunç İvan’ı gerçekleştirdi. Stalin’in hayranı olduğu 16. yüzyılda yaşamış Çar IV. İvan üzerine iki bölümlük bir film olan Korkunç İvan’ın çekimine 1943’te Ural Dağlarında başlandı. Filmin ilk bölümü 1944’te, ikinci bölümüyse 1946 başlarında tamamlandı. Üçüncü bir bölüm daha tasarlanmıştı, ama Ayzenştayn, bir kalp rahatsızlığı yüzünden birkaç ay yatmak zorunda kaldı. Elli yaşını yeni tamamladığı ve yeniden çalışmalarına dönmek üzere olduğu bir sırada öldü.

Aralarından üçü daha üstün olsa da, Ayzenştayn’ın filmlerinin tümü önemli çalışmalardır; kusurları, kendi alanlarının sınırlarını zorlayan her sanatçının yapıtlarında ortak olan yanlardır. Ayzenştayn’ın, sanatını kavrama konusunda sinema tarihindeki bütün sinemacılardan önde olduğu söylenebilir.

Tiyatrodan karikatüre, resimden müziğe uzanan geniş ilgi alanlarıyla çok yönlü bir sanatçı olan Ayzenştayn’ın kuramsal yapıtları arasında kendi onayıyla ABD’li öğrencisi Jay Leyda’nın derlediği yazılarından oluşan ve ilk kez ABD ve İngiltere’de yayımlanan The Film Sense (1942; Film Duyumu, 1984) ve Film Form (1949; Film Biçimi, 1985) ile Rostislav Yurenev’in derlediği, Türkçeye kısaltılarak çevrilen Zametki Kinorejissera (1956; Bir Sinemacının Düşünceleri, 1975) ve Vladimir Nijni’nin derlediği Na Urokak Rejissuri (1957; Sinema Dersleri, 1986) sayılabilir.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Teinosuke Kinugasa Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Teinosuke-KinugasaTeinosuke Kinugasa; Japon film yönetmenidir (Tokyo, 1896-Kyoto, 1982).

Bir süre sinema oyunculuğu yaptı (o dönemlerde kadın rolüne çıkan erkek oyuncuların en iyilerinden biriydi). 1922’den sonra film yönetmenliğine geçti ve yaklaşık yüz elli film gerçekleştirdi. Ayzenştayn’a büyük hayranlık duyan Kinugasa, özgün bir kurgu anlayışı ve ışıklandırma alanındaki ustalığıyla kendini gösterdi.

Başlıca filmleri arasında şunlar sayılabilir: Aşk (1924); Güneş Çemberi (1925); Kurutta İppeiji (Delilik Sayfası, 1926); jujiro (Kavşak, 1928); Osaka Natsu no Jin (Osaka’da Yaz Savaşı, 1937); Cehennem Kapısı (jigokumon; 1953 Can-nes Film Festivali’nde Birincilik Ödülü’nü kazandı); Okoto to Sasuke (Okoto ve Sasuke, 1963); Usu (Yalan, 1963).

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Mark Donskoy Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Mark-DonskoyMARK DONSKOY

S.S.C.B’li film yönetmeni (Odessa, 1901-Moskova, 1981).

Psikiyatri öğrenimi gördü, 1925’ten sonra sanatla ilgilenmeye başladı, 1927’de ilk filmini çevirdi. Gorki’nin romanlarından sinemaya uyarladığı ve “Gorki Üçlemesi” olarak adlandırılan, Gorki’nin Çocukluğu (Detstvo Gorkovo, 1938), Vlyudyakh (Ekmeğimi Kazanırken, 1939) ve Moi Üniversiteti (Benim Üniversitelerim, 1940) ile dikkati çekti. Daha sonra Ostrovski’nin Ve Çeliğe Su Verildi (Kak Zakalyalas Stal, 1942) ve Vasilievska’ nın (Raduga [Gökkuşağı, 1944]) yapıtlarını sinemaya uyarladı. Kimi kez ölçülü ve yumuşak, kimi kez lirik ve son derecede şiirsel bir anlatımı benimseyen, hareketli bir dönemin katı gerçekleri içindeki bireyin ruhsal evrimini vermeye çalışan

Donskoy’un öbür yapıtları arasında şunlar sayılabilir: Varvari (Barbarlar, 1947); Mat (Ana, 1956); Foma Gordeyev (1959); Zdravstvuytye Deti (Günaydın Çocuklar, 1963); Sierdtze Mat (Ana Kalbi, 1966); Şalyapüı (1969); Karı -Koca Orlovlar (1978).

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Aleksandr Dovjenko Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Aleksandr-DovjenkoALEKSANDR DOVJENKO

S.S.C.B’li film yönetmeni (Ukrayna, 1894-Moskova, 1956).

İlkokul öğretmeni ve ressam olarak çalıştıktan sonra sinemaya geçti. 1928’de, Ayzenştayn ile Pudovkin’in bir başyapıt olarak kabul ettikleri destansı özellikli Zvenigora’yı yönetti. Ukrayna’ya olan tutkusu bu filmde ortaya çıkan Dovjenko, 1930’da da büyük bir lirizmin egemen olduğu Toprak’ı (Zemliya) yaptı. Ama, gerek görüntülerin niteliği, gerekse yönetimdeki ustalık nedeniyle Dovjenko’ nun asıl başyapıtı Arsenal (Cephanelik, 1929) oldu ve bu filmiyle Sovyet yönetmenlerin önde gelenleri arasında yer aldı. Öbür yapıtları arasında şunlar sayılabilir: İvan (1932); Aerograd (1935); Bitva Za Naşu Sovietskayu Ukrainu (Ukrayna Savaşı, 1943); Miçurin (1949).

Ölümünden sonra karısı Yulia Solntseva daha önceki çekimlere ve senaryolara dayanarak Dovjenko’nun tasarılarını bütünledi: Poemo o More (Deniz Şarkısı, 1958); Ateş Yılları (1961); Desna (1964); Unutulmayan (1968).

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Dziga Vertov Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Dziga-Vertov

DZİGA VERTOV

S.S.C.B’li film yönetmenidir (Bialystok, Polonya, 1896-Moskova, 1954).

Tıp öğrenimi gördü, edebiyatla ilgilendi. İç savaş sırasında belgesel filmler çekti. 1922’de dergi-film olan Kino-Pravda’yı kurdu ve Kinoklar adlı fütürist eğilimli bir topluluğu oluşturdu. Modern sinemanın, oyunculardan ve yönetimde kullanılan çeşitli tekniklerden vazgeçerek, yalnızca Kino-Glaz (sinema-göz) ile saptanmış gerçek yaşamı göstermeye çalışması gerektiğini ileri sürdü.

Bu görüş açısına bağlı kalarak şu filmleri yönetti: Şagay Soviet (İleri Sovyet, 1926); Çelovek Skinoapparatom (Kameralı Adam, 1929); Entusiazm-Simfoniya Donbassa (Coşku-Donbas Senfonisi, 1931); Tri pesni o Lenin ya (Lenin Üstüne Üç Şarkı, 1934).

Vertov’un kurgu konusundaki kuramları, başta J. Grierson’un İngiliz belgeselci okulu, İtalyan yeni – gerçekçiliği, özgür sinema akımı ve sinema-gerçek yandaşları olmak üzere birçok sinemacıyı etkilemiştir.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , ,

Akira Kurosawa Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Japon sinemasının en önemli ve etkin temsilcisi Kurosawa, filmlerinde genellikle tarihi konuları işledi. Ayrıca Batı kültüründen esinlenen edebiyat motifleri kullandı.

Kurosawa, Tokyo kentinin Omori semtinde dünyaya geldi. Bir beden eğitimi öğretmeninin oğlu olan Akira, Taişo-döneminin (1912-26) klasik eğitiminden geçti. Güneş doğmadan eskrim dersi, ilkokul, akşamları da kaligrafi kursu. Kurosawa 1928’de Batı Resim Sanatları Doşuka Okulunda resim eğitimine başladı. 20’li yılların sonunda, film programlarına metin yazan ve sessiz film yorumcusu olarak çalışan erkek kardeşinin etkisiyle, o da sinema aşkına tutuldu. Hayatını resim çizerek kazanan Kurosawa, 1929’da Proleter Sanatçılar Birliğine katıldı ama aradığını burada bulamayınca üç yıl sonra aralarından ayrıldı.

1942/43: Sansürlü İlk Filmi Kurosawa bir film şirketinde iki yıl çalıştıktan sonra 1938’de yönetmen Kajiro Yamamato’nun birinci asistanı oldu. Bu arada yazdığı senaryolardan bazıları ödüllendirildiyse de hiçbiri gerçekleştirilemedi. 1942/43’de gösterime giren Sugata Sanşiro (Büyük Judo Efsanesi) adlı ilk filmi eleştirmenler ve seyircilerce çok beğenilmekle beraber, Japon sansürü tarafından “Îngiliz-Amerikan” yanlısı bulunarak sansüre takıldı. Bir Judo savaşçısının öyküsü olan bu film, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Amerikan makamları tarafından, feodal fikirleri övüyor diye yasaklandı.

1950: Uluslararası Dikkatleri Çekmesi Kurosawa 1948 yılında, çevirdiği Yoidore tenşi (Sarhoş Melek) filminde bundan sonraki 20 yıl içinde en önemli başrol oyuncusu olacak olan Toşiro Mifune adlı aktörü oynattı. Mifune bu filmde, Kurosawa filmleri için tipik olan yalnız kahramanı canlandırdı.

Kurosawa 1950 yılında çevirdiği Raşomon adlı filmiyle uluslararası üne kavuştu. Bir Samuray’m öldürülüşünü ve karısının ırzına geçirmesini dört ayrı perspektiften anlatan bu film, 1952’de en iyi yabancı film dalında Oscar ödülüne layık görülerek ilk kez Batılı seyircilerin dikkatlerini Japon sinemasına çekti. Kurosawa bu filminde Japon edebiyatından iki örnek sundu. Bunun arkasından çevirdiği Hakuçi (1951) ile Dostoyevski’nin “Budala” adlı romanını ele aldı. Kurosawa bundan sonra da tekrar tekrar ünlü edebi eserleri sinemaya uyarladı.

1953: İlk Savaş Filmi Kurosawa için karakteristik olan savaş sahnelerini sunan ilk filmi, 1953’te çevirdiği Şifinin no samurai (Yedi Samuray) adlı yapıtıdır. Bu filmde bir grup samuray, köye her yıl hasat zamanında musallat olan haydut ordusuna karşı yürüttükleri mücadelede köylüleri destekler. Kurosawa, bu şiddet olayındaki dinamizmi ve acımasızlığı daha da belirgin bir biçimde vurgulamak için tele çekim ve ağır çekim gibi tekniklere başvurur. Kurosawa 1959’da kendi yapımcı firmasını kurdu ve bu şirketiyle beş film çevirdi. Aralarında bulunan Yocimbo (1960) daha sonraki yıllarda Sergio Leone’ye çevireceği İtalyan-Westernleri için örnek oldu. Kurosawa Amerikalı Twentieth Century Fox şirketiyle 60’lı yılların ortasından sonra işbirliğini sürdürmedi. Kendi yurdundan kısa bir süre uzak kalan Kurosawa, sonraki yıllarda Japonya’da da film yapımcılığına fırsat bulamadı. 1970 yılında gösterime giren Dodeskaden adlı film parasal açıdan büyük bir fiyasko olunca, Kurosawa intihar etmeye kalkıştı.

1980’den Sonra: Amerikan Yardımı Kurosawa ancak on yıl sonra Kagemuşa (1980) adlı yapıtıyla kendi ülkesinde yeniden bir film yapımını gerçekleştirebildi. Efendisi öldükten sonra, onun rolünü üstlenen bir sahtekârın öyküsünü anlatan bu film, savaş sanatlarının yerini baruta bırakmasıyla Samuray’ların sonunu da getirmiş oldu. Shakespeare’in “Kral Lear” adlı yapıtından sinemaya uyarladığı Ran (1985) da önceki filmi gibi pesimist bir filmdi. Gerçi filmin konusu geçmişte geçer, ama “Ran” (Kaos, kargaşalık) Kurosawa’ya göre “en son dönemini” yaşayan bir dünyayı temsil etmektedir. ABD’de gerçekleştirdiği Akira Kurosawa’s Dreams (Düşler, 1990) adlı filminde Kurosawa, sekiz rüyayı arka arkaya dizerek insan hayatının değişik görünüşlerini bir arada gösteren büyülü bir resim dünyasını sunar; bu nedenle bu film eleştirmenler tarafından bilgece bir yaşlılık yapıtı olarak övüldü. 1990 yılında 80 yaşındaki Kurosawa ömür boyu Şeref Oscarı’yla ödüllendirildi. Rhapsody in August (Ağustos’da Rapsodi, 1991) ve Madadayo (1993) adlı filmleri çektikten sonra 1998’de hayata gözlerini yumdu.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , , ,

Georges Méliès Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Yaklaşık 1.200 filme imza atan son derece üretken sinema öncüsü Fransız yönetmen Méliès, popüler bol dekorlu tiyatroyu yeni medya aracına bağlamayı başardı. Trük sinemasının mucidi Méliès, sihirli ve fantastik efektleriyle sayısız Fransız yönetmene örnek oldu.

Paris’te zengin bir ayakkabı fabrikatörünün oğlu olarak dünyaya gözlerini açan Méliès, tasasız bir çocukluk geçirdi. Ortaokulu bitirdikten sonra birkaç yıl babasının fabrikasında çalışan delikanlı makineleri yakından tanıdı ve sonraki çalışmaları için önemli deneyimler kazandı.

1884’ten Sonra: Tiyatro Müdürlüğü Méliès bir müddet “La Griffe” adlı hiciv dergisinde karikatürcü olarak çalıştı. 1884 yılında Londra’yı ziyaretinde ünlü sihirbaz sanatçılar Maskelyne ve Devant’ın bir gösterisini izledi. O anda, kendisi de sihirbaz olmaya karar verdi. 1888 yılında Paris’teki Robert Houdin Tiyatrosu’nu satın alarak bundan böyle yalnız sanatsal çalışmalarla ilgilendi. Méliès kendi tiyatrosunda yapımcı, yönetmen, sahne dekorcusu ve oyuncu olarak çalıştı.

1896’dan Sonra: Film Prodüksiyonları Lumière Kardeşler 1895 yılında Cinematograf’larıyla ilk kez “canlı resimler” göstererek sinema tarihinin başlangıç noktasını koydukları zaman, Méliès de seyirciler arasındaydı. Bu yeni alete hayran kalan Méliès, Lumière Kardeşlerden bu gösteri makinesini satın almak için boşuna uğraştı. Bunun üzerine Londralı gözlükçü Robert W. Paul’dan benzeri bir alet satın aldı. 4.4.1896 tarihinde tiyatrosunu sinemaya dönüştürerek yeniden açılışını yaptı. Méliès sinemasının ilk yılında birkaç dakikalık 87 kısa filme imza attı. 1897’de yaklaşık 80.000 altın frank yatırarak, Paris’in banliyösü Montreuil’de 1931’e kadar yaklaşık 500 filmin gerçekleştirildiği, kendine ait film stüdyosunu inşa etti. Méliès yapıtlarında tiyatronun araçlarını ilk kez bu yeni medya aracına uyguladı.

1898-1906: “Trük” (Film Hilesi) ile Başarıya Film şeridinin kısa bir süre kameraya sıkışması gibi bir tesadüf sonucu Méliès 1898’de trük fotoğrafçılığını keşfetti. Bu şekilde sihirli efektler yaratabileceğini anladı, fotoğrafları üst üste kopyaladı ve böylece sihirli (hayali) görüntüler oluşturdu. İkili ve çoklu ışıklandırmayı ve stop trükü icat etti. La boite mystérieuse (Sihirli Kutu) adlı filminde 1898’de altı değişik trük kullandı. L’homme orchestre (Orkestra Adamı, 1899) filminde yedi değişik kamera ayan uyguladı ve 1901’de L’homme à la tête de caoutchouc (Kauçuk Başlı Adam) adlı yapıtında ilk kez hareketli fotoğrafçılığı bir film çekme aracı olarak sundu. Méliès en büyük başarısına Jules Vernes ve H. G. Wells’in romanlarından sinemaya uyarladığı Le voyage dans la Lune (Aya Seyahat, 1902) adlı filmiyle ulaştı. Bu filmde astronotlar mermi biçiminde bir hava gemisiyle aya atılır, tam ortasına düşerler ve heyecan dolu bir iki serüvenden sonra sapasağlam dünyaya dönerler.

1900’den Sonra: Pazarlama Döneminin Başlangıcı İngiltere’nin büyük “Music Hall” çalgılı/içkili gazinoları yüzyılın başından beri Méliès’nin yapıtlarını alıyorlardı. Filmleri diğer Avrupa memleketlerinde ve ABD’de de gösterilerek beğeni topluyordu. Méliès’in Star Film adlı şirketi New York’ta bir şube açtı. Méliès filmlerini artık satmayıp yalnızca kiralıyordu. Erkek kardeşi Gaston’un yönettiği şube, kısa zamanda çalışmalarının en önemli parasal desteği haline geldi.

1907’den Sonra: Batışı 1900’ü izleyen ilk on yılın sonuna doğru Méliès’in sinemaya uyarladığı geleneksel tiyatro, seyircilerin ilgisini çekmemeye başladı. Rekabetin baskısı artınca, film zanaatçılığından film endüstrisine geçiş, Méliès’in bağımsızlığına maloldu. 1911 yılında Pathé Frères adlı büyük prodüksiyon şirketiyle işbirliği yaparak filmlerinin dağıtım işini onlara bırakmak zorunda kaldı. La conquête du pôle (Kutbun Keşfi, 1912) ile Le voyage des Bourrichons (Bourrichon Ailesinin Seyahati, 1913) adlı son film projelerini gerçekleştirebilmek için büyük borçlara girmek zorunda kaldı. 1914’te New York’taki şirketi battı. Méliès stüdyolarından birini varyete tiyatrosuna çevirdi. 1923’e kadar bu tiyatroda oyuncu olarak sahneye çıktıysa da bu işte de iflas etti.

1923’ten Sonra: Mütevazı Bir Son Méliès tüm servetini kaybetmişti. Filmlerinin çoğu ayakkabı endüstrisinde ham malzeme olarak kullanıldı. Montparnasse gannda oyuncak satarken sinema yazarlarından biri Méliès’i tanıdı ve 1928 yılında filmlerini bir geriye bakış derleme-siyle gösterime soktu. Bu gösterilerden sağladığı kazançla Méliès, 1931 yılında, 69 yaşında hayata veda edinceye kadar yaşamını sürdürdüğü bir huzurevine çekilebildi.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , , ,

Jean-Pierre Melville Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Fransız yönetmen Melvilie, serinkanlılıkla çevirdiği gangster filmleriyle olduğu kadar, kendine özgü film stiliyle de “Nouvelle vague”ın örnek yönetmenlerinden biri oldu. Melville’in yapıtları, insanların kaderin ördüğü tuzaklar yüzünden kurban oldukları düşman bir dünyadan, konularını alırlar.

Melvilie, zengin bir ailenin oğlu olarak Jean-Pierre Grumbach adıyla Paris’te doğdu. Okulu bitirdikten sonra ticaret alanında yetişti ve savaş patlamadan kısa bir müddet önce büyük bir mağazanın müdürlüğüne getirildi. Savaş yıllarını İngiltere’de geçiren Grumbach, orada bulunan askerler için düzenlenen film gösterileri sayesinde sinemaya karşı ilgi duymaya başladı. Melvilie 1945’te Organisation Générale Cinématographique adı altında kurduğu film şirketinin başına geçti. Soyadını yazar Herman Melville’den esinlenerek Melvilie olarak değiştiren yönetmen, bir yıl sonra ilk kısa filmini gerçekleştirdi.

1947’den Sonra: Edebiyattan Uyarlamalar Melvilie 1947’de Fransız yazar Vercor’un aynı adlı öyküsünden sinemaya uyarladığı La silence de la mer (Denizin Sessizliği) adlı ilk uzun metrajlı filmini gerçekleştirdi. Bu filmde İkinci Dünya Savaşı sıralarında Fransa’da bir ailenin evinde kalan bir Alman subayı Fransızlardan anlayış bekler ama bulamaz. Subay bunun üzerine gönüllü olarak doğu cephesine tayinini ister. Zaman zaman sıkıcı uzunlukta görüntülerle, Melvilie bu filmin konusunu aslına uygun bir biçimde vermeye çalıştı.

İkinci uzun metrajlı filminde de edebiyata başvurdu. Les enfants terribles (Müthiş Çocuklar, 1949), Melville’in samimi arkadaşı ve koruyucusu Jean Cocteau’nun aynı adlı romanının sinemaya uyarlanmasıdır. Burada biri kız, biri erkek iki kardeşin ilişkisi, erkek başka bir kadına ilgi duyunca, felaketle sonuçlanır. Melville’in bundan sonraki yapıtlarının başlıca konusu ümitsiz aşklardı. Fransız yönetmen bu filmlerinde toplumun kenarındaki kaderleri aktarmayı yeğliyordu.

1962: İlk Kriminal Filmi Melville’in Georges Simenon’un bir romanından sinemaya uyarladığı ilk gangster filmi, ABD’de yerleşen yaşlı bir milyoneri (Charles Vanel) konu alır. Milyoner şoförü (Jean-Paul Belmondo) tarafından soyulursa da, adam sonradan pişman olur ve patronunun yanına geri döner. Melvilie bu yapıtıyla, Amerikan Kara Dizi filmlerini çağırıştıran Fransız “film noir” (kara film) uzmanı olarak tanınmasını sağladı. Bu filmi aynı zamanda 60’lı yılların sonunda ortaya çıkan “Road-movies”ın (Yol Filmi) erken öncülerindendir.

Melvilie yine 1962’de Le doulos (Beyaz Yelkenli Şeytan) adlı filmiyle, duygularına kapılmak gibi bir lükse izin verdikleri için mahva sürüklenen gangsterlerin kasvetli bir öyküsünü anlatır. Muhbir sanılan birinin (Jean-Paul Belmando) aslında koruyucu olduğu anlaşılırsa da, katiller çoktan, artık geri alınamayacak öldürme emriyle onun peşine düşmüşlerdir. Korkunç bir karmaşıklık içinde bir dünya gösteren bu çalışma “Nouvelle vague”ın yönetmenleri üzerinde son derece etkili oldu. Lino Ventura’yı başrolde oynattığı Le deuxième souffle (İkinci Nefes, 1966) adlı filminde Melville, polisin ve gangsterlerin kullandıkları metodların sonuçta birbirine hiç de yabancı olmadıklarını gösterdi. Burada bir soyguncunun işlediği hiçbir suçu kanıtlayamayan bir komiser, onu suç ortaklarına gammazlar.

1967: Uluslararası Üne Kavuşması Melville 1967’de Samurai mitine el atınca uluslararası alanda ünlenmeyi başardı. Le samourai (Buz Gibi Soğuk Bir Melek) adlı filmde Alain Delon, işverenleri tarafından kurban edileceği kararlaştırılan, ama ne zaman ve ne şekilde öleceğini kendisinin tespit etmesi istenilen, son derece dakik çalışan kiralık bir katildir. Kendisini takip edenlerden kurtulan katil, polisleri bilerek boş bir tabancayla kışkırtıp vurulmasını sağlar. Çok katı bir biçimde belirlenmiş kurallara göre kaçınılmaz sona götüren katilin kaderi, birçok eleştirmene antik bir trajediyi anımsattı. Melvilde 1969’da bir daha İkinci Dünya Savaşı konusuna eğildi. Lino Ventura ile Simone Signoret’nin rol aldıkları L’armée des ombres (Göldeki Ordu) adlı filminde bir kadın direnişçinin öyküsünü anlatır. Alman işgalcileri tarafından şantajla tehdit edilen kadın, kendilerini korumak zorunda olan direnişçi arkadaşları tarafından öldürülür. 1970 yılında gösterime giren Le cercle rouge (Kırmızı Daire) adlı kriminal film, Melville’in seyirci nezdindeki en büyük zaferini oluşturmaktadır. Burada hapisten kaçan bir gangster bir kuyumcu dükkânını soyar, polis tarafından kovuşturulur ve sonunda tuzağa düşer. Melville serinkanlı bir titizlikle, bakışlarla hareketlerin çoğu kez saf aksiyondan daha çok şey ifade ettiği, bir gerilim filmi yarattı. Melville stil açısından Un flic (Şef, 1972) adlı son yapıtıyla Le cercle rouge’la bağlantı kurdu. Bu filminde Melville acımasız bir komiserle bir banka soyguncusu çetesini konu almaktadır. Melville 1973 yılında, 55 yaşında geçirdiği bir enfarktüse yenik düştü.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , , ,

Friedrich Wilhelm Murnau Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

20’li yıllarda Alman sinemasının aykırı yönetmeni Murnau, Nosferatu (1922) ile vampir filmleri çığrını açtı ve sayısız korku filmi yönetmenini etkiledi. Murnau, hareketli ve sübjektif kamerayı kullanan ilk yönetmenler arasındadır.

Bielefeld’de Friedrich Wilhelm Plumpe olarak dünyaya gelen Murnau, Heidelberg ve Berlin’de felsefe ve sanat tarihi eğitimi gördü. Üniversiteye devam ederken bir yandan da Berlin’deki öğrenci tiyatrolarından birinde oyunculuk yaptı ve burada Max Reinhardt tarafından keşfedildi. Murnau, 1912’den sonra Reinhardt’ın sahneye koyduğu bazı yapıtlarında oynadı. Birinci Dünya Savaşı’nda savaş pilotu olarak görev yapan Murnau, mecburi bir iniş sırasında İsviçre’de enterne edildi.

1922: Vampir Filmlerinin Doğuşu Murnau 1919’da, günümüzde kayıp yapıtlar arasında sayılan Der Knabe in Blau (Mavili Çocuk) adlı filmle sinema yönetmenliğine adım attı. İlk büyük başarısını 1922’de vampir film türünü icat ettiği Nosferatu-Eine Symphonie des Grauens (Nosferatu-Korkunun Senfonisi) adlı filmiyle kaydetti. Murnau da yönetmen meslektaşlarının çoğu gibi, ruhun gizli kalmış yönlerini araştırdı, fakat kadere çaresizce baş eğmiş insanları sunmadı. Nosferatu esas itibariyle Bram Stoker’in “Dracula” adlı romanından alınmıştı. Burada Thomas Hutter adında bir adam, sonradan vampir Nosferatu olduğu anlaşılan, esrarengiz bir düke bir ev satmak için Transilvanya’ya gider. Vampir kendisini takip eder ve beraberinde veba hastalığını getirir. Ancak, Hutter’in kansı vampirle bir gece geçirerek kendisini feda edince kent halkı kurtulur. Murnau karanlık mahzenlerle ve daracık sokaklarla olduğu kadar titrek, oynak ışıklarla da gizemin boğucu atmosferini oluşturdu. O yılların sinema tekniğini de sonuna kadar kullandı. Filme negatifler monte etti, görüntü hızını değiştirdi ve Nosferatu’yu sık sık balıkgözü perspektifinden gösterdi.

1924: “Zincirlerinden Kurtulan” Kamera Phantom (1922) gibi popüler birkaç filmden sonra Murnau 1924’te Der letzte Mann (Son Gelen Adam) adlı psikolojik incelemeyi gerçekleştirdi. Bu filmde üniformalı bir otel kapıcısı işini kaybederek tuvalet bekçiliğine kadar düşer ve bu yüzden manevi çöküntüye uğrar. Yapımcılar Murnau’u filmi mutlu bir sonla bitirmesi için sıkıştırınca, yaşlı kapıcıya zengin bir otel müşterisinin serveti kalır -ama bu son da filmde yama gibi sırıtır. Murnau kamerayı değişik biçimlerde kullanarak sinema tekniğine yenilikler kazandırdı. Örneğin ilk kez bir çeşit kamera vinci, ayrıca binaların cephelerini çarpıtan ve doğrudan doğruya insanlarla nesnelere yaklaşan “zincirlerinden kurtulmuş” (hareketli) bir kamera kullandı.

1926: “Faust” Murnau 1925’te II. Frederik’in Prusyası’na taşıdığı, Molière’in “Tartuffe” adlı komedisini beyazperdeye uyarladı. Riyakârların her yerde bulunduklarını anlatan filmin mesajı bir çerçeve konuyla vurgulandı. Muraau 1926’da Faust motifine eğildi. Faust-Eine deutsche Volkssage (Faust-Bir Alman Efsanesi) adlı filminde Mumau, konu kahramanını özgür iradesiyle karar veren ilk çağdaş insan olarak yorumladı. Mumau gösterişli film kulisleriyle ve muhteşem bir trük tekniğiyle desteklediği çok etkili bir atmosfer yarattı. Bu film Mur-nau’un sanatsal açıdan olduğu kadar, ticaret açısından da ünlenmesine neden oldu. Bunun neticesi olarak Fox Film Corporation Murnau’u, Avrupa’dan prestij ithal edercesine, beş yıllık bir kontratla Hollywood’a getirtti. Birlikte çalıştığı en yakın mesai arkadaşları, senaryo yazarı Carl Meyer ve sahne dekorcusu Rochus Gliese, kendisine eşlik ettiler.

1927-29: Hollywood’da Murnau’un ABD’de gerçekleştirdiği ilk yapıt, 1927’de Hermann Sudermann’ın bir romanından beyazperdeye uyarladığı Sunrise (Şafak) oldu. Kentten gelen vamp bir kadın evli bir çiftçiyi baştan çıkartırsa da erkek, aslında karısını sevdiğini anlar ve ona döner. Murnau, burada da ışıklandırma, kamera hareketleriyle ve görüntü ritmiyle istediği havayı vermekte çok usta bir yönetmen olduğunu kanıtladı. Almanya’daki çalışmalarında olduğu gibi, burada da stüdyoda çalışmayıp doğrudan doğruya açık havada çekiyordu filmlerini.

Murnau iki film daha çevirdikten sonra, Amerikalı işverenleriyle çelişkiye düştü. Our Daily Bread (Günlük Ekmek Paramız, 1930) adlı filmde Murnau, kent hayatıyla kırsal alandaki yaşamın uyuşmazlığını konu almak istedi. Filmin yapımcıları, yönetmenin arzusuna karşı gelerek filmi değiştirince, Murnau filmi birlikte bitirmeye yanaşmadı ve film bir reji asistanına tamamlattırıldı.

1929’dan Sonra: Büyük Okyanus’ta Hollywood’daki film yapımcılarıyla kontratını fesheden Murnau, uzun yıllardan beri düşlediği, medeniyetten kaçış planını gerçekleştirdi. Büyük Okyanus’ta Bora-Bora Adası’nda Amerikalı film prodüktörü Robert Flaherty ile birlikte Tabu (1929-31) adlı filmi çevirdi. Murnau egzotik bir aşk hikâyesi düşünürken, sosyolojik bir yapıt yapmak isteyen Flaherty, 18 ay sonra bu projeden çekildi. Kadın, ilahlara adanıp “tabu” olarak ilan edilince ona artık hiçbir erkek dokunamaz ve iki sevgilinin öyküsü trajik bir biçimde son bulur. Mumau, bu filmin prömiyerinden çok kısa bir müddet önce, 42 yaşında Santa Barbara/Florida’da bir trafik kazasında hayatını kaybetti.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , , ,

Steven Spielberg Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Amerikalı yönetmen Spielberg, 70’li yılların ortasından beri ustalık açısından mükemmel filmleriyle uluslararası sinema olayına hakim olmuş durumdadır.

Cincinnati/Ohio’da dünyaya gelen Spielberg Phoenix/Arizona’da büyüdü. Allak bullak olmuş aile hayatından filmlerin hayal dünyasına kaçıyordu. 16 yaşındayken 8 mm’lik kamerasıyla ilk uzun metrajlı filmi olan Firelight adlı bilimkurguyu çevirdi.

1969: Hollywood’la İmzaladığı İlk Kontrat 20 dakikalık ki6a filmi Amb-lin (1969) Spielberg’e Hollywood’un kapılarını açtı. Universal Pictures adlı film şirketi 21 yaşındaki gencin yapıtından, kendisiyle yedi yıllık bir anlaşma yapacak kadar, etkilendi. Spielberg önceleri “Columbo” gibi televizyon dizileri için epizodlar çevirdi. Ancak 1971’de gerçekleştirilen Duel (Bela) adlı televizyon çalışması başarıyla Avrupa sinemalarında gösterilince, ABD’deki yapımcılar Spielberg’e ilk uzun metrajlı filmini çekmesi için bir fırsat tanıdılar. Spielberg Duel’de bile mükemmel biçimde kurgulanmış gerilim filmleri çekmekteki yeteneğini kanıtladı. Bu filmde arabasıyla yolda giden bir adam, birden bire bir kamyon tarafından izlenir ve ölesiye bir ikili mücadelenin içine çekilir.

1974: Jaws Spielberg’in, Amerikan özgürlük ütopyasını “Law and Order” (Kanun ve Düzen) düşüncesiyle yüzleştirdiği The Sugarland Express (Sugarland Ekspresi) adlı ilk filmi (Road Movie) 1973’te beyazperdede göründü. Spielberg, bu arada Jaws (1974) adlı filmin çekim çalışmalarına başlamamış olsaydı, Sugarland Express’in başarısızlığı daha sonraki projelerinin gerçekleştirilmesini kesinlikle önlerdi. Amerika’nın bir sahil kasabasında denize girenleri tehdit eden canavar köpekbalığı avını konu alan bu gerilim filmi, Spielberg’in Hollywood’un star yönetmenleri arasında yer edinmesini sağladı.

1977: Çocukların Koruyucusu Close Encounter of the Third Kind (Tehlikeli İlişkiler, 1977) Spielberg’in çocuklara ve onların hayal dünyasına duyduğu sempatiyi açıklayan ilk filmiydi. Spielberg bu filminde korkunç yaratıklar göstermeyip, daha iyi bir dünya düşünü canlandıran figürler sunuyordu.

1941 (1979) adlı 40 milyon dolarlık fiyaskodan sonra Spielberg serüvenci Indiana Jones’u (Harrison Ford) konu alan üç filmin birincisini 1979’da tamamladı. Yönetmen/yapımcı George Lucas ile birlikte gerçekleştirdiği çalışmanın sonucu olan bu aksiyon gösterisinde, 30’lu ve 40’lı yılların ucuz romanlarının stil araçlarını ve karakterlerini kullandı.

1982: E.T. Spielberg E. T. – The Extra-Terrestrial (E.T.) adlı uzay masalıyla Hollywood’un “Harika Çocuğu” olarak kazandığı ünü pekiştirmiş oldu. Başka bir yıldızdan dünyaya gelip kendi yurduna dönmek isteyen sevimli yaratığın öyküsü, çocukları olduğu kadar büyükleri de büyüledi ve dünya çapında 900 milyon dolara yakın bir gelir sağladı. Spielberg 80’li yılların başlamasıyla, yönetmenlikteki başarısına ilaveten film yapımcılığını da başarıyla yürüttü. Örneğin, Robert Zemeckis’in yönettiği Back to the Future (Geleceğe Dönüş, 1985,1989,1990) adlı üçlemenin yapımcılığını üstlendi.

Indiana Jones Filmleri
1980 Raiders of the Lost Arc (Kutsal Hazine Avcıları): Tevrat’ta adı geçen bir sanat eserinin peşindekilerin yarışması.
1983 Jndiana Jones and the Temple of tht Doom (Kamçılı Adam): Kutsal Sankara Taşı’nın aranması.
1988 Indiana Jones and the Last Crusade (Indiana Jones/Son Macera): Sonsuz hayat vadeden kutsal Graal’ın aranması.

1986’dan Sonra: Daha Ciddi Konular 80’li yılların ortasından sonra Spielberg, esas olarak trük tekniğinden beslenen salt gerilim filmlerinden vazgeçerek kendisine hırslı bir yönetmen olarak isim yapmaya çalıştı. Örneğin içlerinde The Colour Purple (Renklerden Moru, 1986) olmak üzere, birkaç kez Oscar’a aday gösterildiği halde, ödülün kendisine hiç verilmemiş olması, 70’li yıllardan beri Amerikan sinemasına ticari açıdan hakim olan adama karşı bir hakaret olarak değerlendirildi.

1994: Yönetmenlik Dalında Oscar Spielberg 1992’de “Pcter Pan” öyküsünün motiflerine göre kurguladığı Hook adlı filminde, bir daha çocukluk düşleriyle uğraştıktan sonra, Jurassic Park (1993) adlı Dinozor gerilim filmiyle E. T. ‘nin başarısını bastırdı. Kendisi içinse, bu filme paralel olarak çekimlerini sürdürdüğü Schindler’s List (Schindler’in Listesi, 1993) asıl kişisel zaferini oluşturdu. Binlerce Yahudiyi toplama kamplarına gitmekten kurtaran sanayicinin öyküsünü anlatan, siyah/beyaz olarak çekilen bu dramla Spielberg, çoktandır beklediği yönetmenlik dalındaki Oscar ödülünü kazandı. Kendisi de Yahudi olan Spielberg, bu filmiyle sinema tarihinin, toplam dokuz Oscar’la ödüllendirilen en iyi savaş karşıtı filmini çevirmiş oldu. Amistad (1997) ve Jurassic Park’m devamı olarak çevirdiği Lost world: The Jurassic Park (1997) filmlerinden sonra 1998’de gerçekleştirdiği Saving Private Ryan (Er Ryan’ı Kurtarmak), çarpıcı savaş sahneleriyle büyük yankı uyandırdı. Spielberg bu filmiyle de en iyi yönetmen Oscar’ını aldı.

2000’li Yılların Filmleri: Yapay Zeka (2001), Azınlık Raporu (2002), Sıkıysa Yakala (2002), Terminal (2004), Münih (2005), Dünyalar Savaşı (2005), Atalarımızın Bayrakları (2006), Transformers (Yapımcı olarak) (2007), Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı (2008), Transformers: Yenilenlerin İntikamı (Yapımcı olarak) (2009), Transformers: Ayın Karanlık Yüzü (Yapımcı Olarak) (2011), Tenten’in Maceraları (2011), Süper 8 (2011), Savaş Atı (2011), Lincoln (2012), Under the Dome (2013)(Tv Dizisi)

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Woody Allen Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Filmleri otobiyografik enstantanelerden oluşan Amerikalı yönetmen / oyuncu / yazar, kendi kişilikleriyle ilgili kaygıları olan entellektüelleri ele alarak yeni bir komedyen tipi yarattı.

Allen Stewart Königsberg adıyla gelenekçi bir Yahudi ailesinin oğlu olarak New York’ta doğdu. Babası orada burada bulduğu geçici işlerle hayatını kazanmaya çalışırken, annesi zaman zaman bir çiçekçinin muhasebe işlerini yürütürdü. Allen, henüz kolej öğrencisiyken filmlere espri “gag” üretmekle para kazanmaya başladı ve bu arada Bob Hope gibi ünlü komedyenlere de malzeme sattı. Allen, üniversite tahsilini, daha doğru dürüst başlamadan, bıraktı ve henüz 18 yaşındayken televizyon metinleri yazmaya başladı.

1961’den sonra: Komedyen Olarak Başarılı Olması Allen 60’lı yılların başında kendi üretimi skeçlerle gece kulüplerinde ve televizyon şovlarında sahneye çıktı. Filmlerinde de belirleyici olan, tipik komik figürünü, yani acayipliklerini hiç çekinmeden ortaya döken nörotik, entellektüel sıradan adam tipini geliştirmesi de bu zamana rastlar. Allen, ilk kez 1966 yılında Woody Allen – What’s Up Tiger Lily (Ne Haber Kaplan Lily) adlı filmi yönetti. Üç yıl sonra gençlerin suçluluğuna ilişkin bir taşlama olan Take the Money and Run (Parayı Al ve Kaç) adlı yapıt yönetmenliğini, senaryo yazarlığını ve başoyunculuğunu kendi başına yüklendiği ilk filmi oldu.

Tiyatro eserlerinden birinin sinema uyarlamasıyla, yönetmen olarak değilse de, oyuncu olarak adını uluslararası çapta duyurdu. Herbert Ross’un yönettiği Play It Againg Sam (Bir Daha Çal Sam) adlı bu film Humphrey Bogart kültüne bir taşlama niteliğindeydi.

1977: New York’ta Nörotik Bir Adam Allen ilk kez 1977’de Annie Hall adlı filmiyle doruğa erişti. Bu filmde başarılı bir televizyon komedyeni, ilişkisinin niçin yürümediğini anlamaya çalışır. Bu film, Allen’in daha sonraki filmleri için tipik olan taşlama, ruh analizi ve otobiyografi karışımından oluşuyordu. Film aynı zamanda, Allen’in, ikinci evliliği bozulduktan sonra tanıştığı oyuncu Diane Keaton’la yaşadığı birlikteliğin öyküsüydü. Annie Hall, aralarında en iyi yönetmen Oscar’ı da bulunmak üzere, dört Oscar ile ödüllendirildi. Hollywood stüdyo sistemine karşı duyduğu antipatiyi hiçbir zaman saklamamış olan Allen, ödül törenine katılmayı reddetti. Bir yıl sonra, İsveçli Ingmar Bergman’ın yapıtlarını çağrıştıran Interiors (İç Dünyalar) adlı filmi çevirdi. Bu filmde yaşlanmakta olan bir avukat, kendisinden genç bir kadınla birlikte olabilmek için ailesini terk eder. New York kentine aşkını ilan ettiği siyah/beyaz olarak çekilen Manhattan (1978) filmiyle Allen, Annie Hall konusuyla bağlantı kurdu. Bu filmin konusu, birkaç kadın arasında kaldığı halde hiçbirinde gerçek tatmini bulamayan bir televizyon yönetmeni çevresinde yer alır.

1985’ten Sonra: Ciddi Konular Allen, 80’li yılların ilk yarısında yeni ifade biçimleri aradıktan sonra, 1985’ten sonra kesin olarak ciddi ve melankolik yapıtlara eğildi, insanın büyük kentte hayatına bir anlam araması konusunun işlendiği Hannah and Her Sisters (Hannah ve Kız Kardeşleri, 1985) adlı film Allen’e en iyi senaryo dalında Oscar ödülünü kazandırdı. September (Eylül, 1987) adlı film ilişkiler arası çatışmayı işlerken, Another Woman (Bir Başka Kadın) filminde felsefe profesörü olan bir kadın hayatım eleştirel bir analize tabi tutar. Allen her iki filmde de oynamadı. Crimes and Misdemeanors (Suçlar ve Kabahatler, 1989) adlı kasvetli felsefi filmde suç konusu işlenmektedir.

1993’ten Sonra: Özel Hayatındaki Krizler Eş ve başoyuncu olarak Diane Keaton’ın yerine geçmiş olan oyuncu Mia Farrow ile birlikte son çalışması olan Husbands and Wives (Kocalar ve Karıları, 1993) adlı film, gerçek yaşamla filmi ayırmanın güçlüğünü ortaya koydu. Bu filmde Allen, 19 yaşındaki öğrencisine âşık olan evli profesör rolündedir. Allen’in evlat edindiği kızına âşık olduğunu itiraf etmesi aşağı yukarı aynı döneme rastlar. Farrow hayat arkadaşını bunun üzerine terk edince, Allen’in adı ilk defa basının dedikodu sütunlarına geçti. Manhattan Murder Mystery (Bir Cinayet Sim, 1993), Bullets Over Broadway (1994), Mighty Aphrodite (Sevimli Fahişe, 1995), Everyone Says I Love You (Herkes Seni Seviyorum Der, 1996), Deconstructing Harry (Yaramaz Harry, 1997) ve Celebrity (1998) Allen’in 90’lı yıllarda çektiği belli başlı filmlerdir.

Allen’in Olağandışı Filmleri:

1982 Zelig: Olağanüstü bir uyum kabiliyetine sahip bir Yahudi memurun hayali/belgesel biyografisi.
1984 The Purple Rose of Cairo (Kahire’nin Mor Gülü): Film içinde filmde başoyuncu beyazperdeden çıkıp en sadık hayranına aşkını itiraf eder.
1987 Radio Days (Radyo Günleri): Radyonun altın çağına ve ABD’de 30’lu ve 40’lı yıllardaki yaşama ilişkin anılar.
1992 Shadows and Fog (Gölgeler ve Sis): 20’li yılların Avrupa sinemasının anısına. Bu filmde hiçbir şeyden haberi olmayan bir vatandaş katil zanlısı olarak takibata uğrar. Franz Kafka’nın “Dava” adlı romanına bir gönderme.

Kısa Öyküleri: Eğrisi Doğrusu (Getting Even) (2010), Tüysüz (Without Feathers) (2009), Yan Etkiler (Side Effects (2009), Sırf Anarşi (Mere Anarchy)(2008)

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Agnès Varda Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Fransız yönetmen Varda ilk filmi olan La Pointe Courte (Paralel Yaşamlar, 1954) ile, film yapımcısının sübjektif stiliyle belgesel ve hayali içerikleri kendinde birleştiren Fransız “Nouvelle Vague”ın (Yeni Dalga) patlak vermesinden beş yıl önce, bu akımın yöntemlerini kullanmış oldu. Varda, uluslararası başarılara imza atan ilk kadın yönetmenlerden biridir.

Brüksel’de doğan Varda, Paris’te edebiyat, sanat tarihi ve fotoğrafçılık okudu. Eğitimi bitince Jean Vilar’ın tiyatrosu Théâtre National Populaire’de fotoğrafçı olarak çalıştı. 1954’te sinema tekniğiyle ilgili hiçbir bilgiye sahip olmadan, biriktirdiği paraları kullanarak ilk uzun metrajlı filmini çekti.

1954: La Pointe Courte (Paralel Yaşamlar) Değişik iki konuyu dönüşümlü bölümlerde anlatan Amerikalı yazar William Faulkner’ın roman biçiminden etkilenen Varda, ilk filminde bir balıkçı köyünün belgesel anlatımını, bu köyde tatil yaparken yeniden birbirlerine yakınlaşan iki insanın portresiyle birleştirdi. Fransız sinema dergisi “Cahiers du Cinéma”nın yazarlarıyla hiçbir teması bulunmadığı halde, Varda burada onların şart koştukları belirgin biçimde sübjektif film stilini gerçekleştirmiş oldu. Sonraları “Nouvelle Vague”ın temsilcileri arasında yer alan Alain Resnais, Varda’nın ilk filminin montaj işlerini üstlendi. Varda’nın metodu, kendisinin de henüz geliştirdiği metoda tıpatıp benzediğinden, Resnais önce bu proje üzerinde çalışmayı şiddetle reddetmişti.

1957: Kısa Filmlerden Uzun Metrajlı Filme Varda bunu izleyen yıllarda başka uzun metrajlı film projesi gerçekleştirmek için fırsat bulamadı. Onun yerine, içerdikleri fikir zenginliğiyle sivrilen birkaç kısa metrajlı film çekti. Bunların arasında iki memleket belgeseli ile hamile bir kadının bakış açısından Paris’te bir sokağı anlatan L’Opera-Mouffe (1958) adlı film bulunmaktadır. 1961’de gerçekleştirdiği ikinci uzun metrajlı filminde de buna benzer bir konu işlenmektedir. Cleo de 5 â 7 (5’ten 7’ye Cleo) adlı filminde hayatı tıbbi bir testten alınacak sonuca bağlı olan bir kadının yaşamından iki saati anlatır. Varda burada yeniden belgesel sahnelerle hayali sahneleri birleştirerek çalıştı.

1964: Basında Öfke Varda bir sonraki filmiyle eleştirmenleri ikiye ayırdı. Le Bonheur (1964) adlı filminde yönetmen, iki kadını birden seven bir marangozun öyküsünü anlatır. Bu üçlü aşk ilişkisinden haberdar olan kadınlar buna rıza gösterirler. İyi niyetli eleştirmenler, kahramanlarının görünen ‘Sorunlarıyla hiç ilgilenmeyen bu romantik/duygusal filmin başarılı bir taşlama niteliği taşıdığını kabullenirken, olumsuz düşünenler bu filmi, durumu neşeli bir hava içerisinde hafifletilmiş bularak reddettiler.

1968/69: ABD’deki Çalışmaları Varda, Loin du VietNam (1967) adlı ortak projeye katıldıktan sonra, birkaç belgesel film gerçekleştirdiği ABD’ ye gitti. Bu filmlerden Lion’s Love (1969) Amerika’daki Hippi akımının son dönemini mizahi bir anlayışla sunmaktadır. Varda, Andy-Warhol-Star’ı Viva’nın, “Hair” müzikalinin yapımcıları Gerome Ragni ve Hames Rado ile ortak yaşamlarını Kaliforniya’daki evlerinde gözlemledi. Yönetmen, stilistik açıdan çekimlerin belgesel niteliğiyle oynadı: Bazı belgesel sahnelerin “rol” olduğu açıktı. Hayali sahneler belgesel tarzda çekilmişti.

1970: Daha Sakin Yıllar Fransa’ya döndükten sonra Varda, önceleri yalnız televizyon için çalıştı. Gerçi çevirdiği filmlerin hepsi yayınlanmadı; kimileri de bir ses getirmedi. Varda, ancak 1976 yılında L’une chante, l’autre pas (Biri Şarkı Söylüyor, Diğeri Söylemiyor) adlı filmiyle sinema için yeniden bir yapıt gerçekleştirebildi. Yaşam yolları özgürlüğe ve kişisel mutluluğa ulaşan iki kadının öyküsünü anlatan bu yapıt, o yıllardaki kadın hareketleri çerçevesinde gelişen Kadın Filmleri’nin en başta gelen örnekleri arasında sayılmaktadır. Müziğe de yer verdiği bu filminden sonra Varda’nın sesi birkaç yıl çıkmadı.

1985: Geri Dönüşü Varda, ancak on yıl sonra çevirdiği Sans toit ni loi (Yersiz Yurtsuz, 1985) ile bir geri dönüş yapabildi ve aynı zamanda ticari açıdan en büyük başarısına imza attı. Bu filminde, burjuva ahlakıyla geleneklerden çok uzakta, aşırı yalnızlıkla bağımsızlık arasında bir hayat sürmüş olan ve sonunda donarak ölen evsiz barksız bir kadının (Sandrine Bonnaire) hayatını anlatır. Uluslararası ünü iyice pekişen Varda, bunu izleyen yıllarda düzenli olarak yeni filmlerle ortaya çıktı. Yapıtlarının en içten olanı Jacquot de Nantes (Nantes’li Jacquot, 1991) filminin çekim çalışmaları sırasında ölen eşi Jacques Demy’nin çocukluğunu ve bu çocukluğun eşinin film çalışmaları üzerindeki etkilerini çok ayrıntılı bir biçimde ortaya serdi. Varda, 1993’de Les demoiselles ont eu 25 ans, 1995’te de The universe of Jacques Demy ve Les cent et une nuit adlı filmleri çekti.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , , , ,

Wim Wenders Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

En çok prim alan Alman yönetmeni Wenders’in 70’li ve 80’li yıllardaki filmleri genellikle “Road-Movie” stilinde sakin yapıtlardır. Wenders’in en çok sevdiği konu, modern toplumda yabancılaşma ve insanın kendi benliğini bulmasıdır.

Wenders Düsseldorf ta dünyaya gözlerini açtı. Tıp ve Felsefe tahsilini yanda bırakarak Paris Yüksek Film Akademisine girebilmek için boşuna çaba harcadı. Münih Üniversitesi Televizyon ve Sinema Fakültesine devam ederken (1967-70) yıllarında ilk kısa filmlerini çekti. 1971’de, kendi filmlerinin prodüksiyonunu ve dağıtımını bizzat düzenlemek isteyen bir grup yönetmenin kurduğu “Filmverlag der Autoren” (Yaratıcı Yönetmenlerin Film Yayınevi) adı altındaki kuruluşun kurucu üyeleri arasında yer aldı.

1970: Deneme Mahiyetindeki İlk Filmi Wenders’in ilk uzun metrajlı filmi aynı zamanda üniversitedeki tez çalışmasını oluşturdu. Summer in the City (Kentte Yaz, 1970) belgesel niteliğindeki siyah/beyaz fotoğraflarla hapishaneden çıkıp geçmişiyle yüzleşen bir adamın başından geçenleri anlatır. Dramaturjik zirvelerden ve sürekli bir konu yapısından yoksun olan bu yapıtta yönetmen, sonraki filmlerinde de yinelenen hareket, kısa diyaloglar, ağır kamera ayan gibi motif ve stil öğelerini kullandı.

1971’den Sonra: Edebiyattan Uyarlamalar Wenders, filmin senaryosunu da yazan Peter Handke’nin romanından uyarladığı Die Angst des Tormanns beim Elfmeter (Kalecinin Penaltı Korkusu, 1977) adlı yapıtla ilk profesyonel prodüksiyonunu gerçekleştirdikten sonra, büyük bir şevkle edebiyattan film uyarlamaları yapmaya koyuldu. Bu filmden sonra, büyük masraf ve zengin dekorlarla gerçekleştirilen Der scharlachrote Buchstabe (Kızıl Harf, 1972) adlı televizyon yapıtını Wenders başarısız olarak niteledi. 1974’te Goethe’nin “Wilhelm Meisters Lehrjahre” (Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları) adlı yapıtından Falsche Bewegung (Yanlış Hareket) başlığı altında serbest bir çalışma ortaya koydu. Bu film, ilham arayışında olan bir yazarın Federal Almanya Cumhuriyeti’nde seçkin bir toplulukla yaptığı yolculuğu anlatır. Bu çalışmayla, Peter Handke’nin senaryosuna dayanarak film ve edebiyatın kendine özgü bir sentezi gerçekleştirilmiş oldu.

1973’ten Sonra: Road Movies (Yol Filmleri) 70’li yılların ilk yarısında çektiği iki film Wenders’in yapıtları için tipik olan içerikleri ve stil öğelerini ortaya koydu. Alice in den Staedten’de (Alis Kentlerde, 1973) bir kız çocuğun bir adamla birlikte dedesini arayışları anlatılmaktadır. Im Lauf der Zeit (Zamanın Akışında, 1975) adlı filmde bir kamyonda birlikte yolculuk eden iki erkeğin öyküsü anlatılır. Her iki yapıt insanların hareketlerine yoğunlaşan yolculuk filmleridir. Bu filmler dramaturjik ve ideolojik zorlanmalar olmaksızın, kendi başlarına buyruk insanların günlük hayatını ve az konuşmalı karşılaşmalarını konu alıyordu. Wenders uzun kamera ayarlamalarıyla ve montaj kullanmamak suretiyle, izleyicinin aşırı dikkatli olmasını gerektiren ritmik, belgesel ve aynı zamanda yapay bir fotoğraf (görüntü) dünyası yaratıyordu. Bu yapıtlarıyla aynı zamanda, arayışında olduğu “değişik vizüel bir sinema”yı da inandırıcı bir biçimde gerçekleştirdi.

I977’den Sonra: Amerika’nın Yolları Wenders 70’li yılların sonunda polisiye uyarlamalarla ve gangster filmleriyle Amerikan Sinemasına bir köprü kurmaya çalıştı. Patricia Highsmith’in bir romanından sinemaya uyarlanan Der amerikanische Freund (Amerikalı Arkadaşım, 1976) adlı yapıtın gerçekleştirilmesinde Bruno Ganz’ın yanı sıra Denis Hopper, Samuel Fuller ve Nicholas Ray adlı yönetmenler de katkıda bulundular. Bu filmde, onulmaz bir hastalığa tutulduğunu öğrenen bir erkek, iki kişiyi öldürmek için kiralık katil olmayı kabul eder.

Polisiye romanı yazarı Dashiell Hammett’in hayatını ve eserlerini konu alan Hammen (1979-82) ile Wenders, Kara Diziyle bağlantı kurmak istedi. Ne var ki bu filmi uyarlarken Hollywood’un değirmenlerine takıldı. Yapımcılığı Francis Ford Coppola tarafından üstlenilen bu yapıtın çekimine ancak çetin girişimlerden ve sayısız değişiklikten sonra izin verildi. Sonunda da, Wenders’inkinden ziyade Coppola’nın izlerini taşıyan bir film ortaya çıktı. Alman yönetmen, Amerikan stüdyo sistemleriyle edindiği cesaret kinci deneyimlerin bilançosunu 1982’de Der Stand der Dinge (Olayların Gidişi) adlı filminde çıkarttı.

1984’ten Sonra: Uluslararası Başarıları Wenders bu tarihe kadarki en büyük başarısına, Cannes Film Şenliğinde Altın Palmiye ile ödüllendirilen Paris-Texas ile ulaştı. Burada Travis adlı (Harry Dean Stanton) garip bir adam, küçük oğlu ve eski kansı (Nastassja Kinski) ile kısa bir süre için bir araya gelince geçirdiği kimlik krizini aşar. Wenders bu yapıtıyla 70’li yıllarda çektiği yol filmleriyle ilişki kurmakla beraber, anlatım tarzı eskiye oranla çok daha karakteristiktir.

Yine Peter Handke’nin senaristliğini üstlendiği Der Himmel über Berlin (Berlin Üzerindeki Gökyüzü, 1987) adlı filmi de Cannes’da ödül aldı. Wenders, kendine özgü, siyah/beyaz görüntülerle çalıştığı ve iki melekten (Otto Sander, Bruno Ganz) birinin âşık olunca insana dönüştüğü bu şiirsel filminin devamını 1993’te In Weiter Ferne, so nah! (Öylesine Uzak, Öylesine Yakın) ile çekti.

Antonioni ile birlikte çektiği Al di lâ delle Nuole (Bulutların Ötesinde, 1995) filminden sonra The end of Violence hotel (1997), The million dolar (1999) ve Buena Vista social club adlı filmleri gerçekleştirdi. Sonraki filmleri; 2002 Ode to Cologne: A Rock ‘N’ Roll, 2002 Ten Minutes Older, 2003 The Soul of a Man, 2004 Land of Plenty,
2005 Don’t Come Knocking, 2008 The Palermo Shooting, 2011 Pina

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , , ,

Margarethe von Trotta Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Alman oyuncu ve yönetmen von Trotta, kadın filmi denilen türün en başta gelen temsilcileri arasında yer almaktadır. Von Trotta, yapıtlarında çoğu kez kadınların ilişkilerindeki sorunları ele almaktadır.

Von Trotta, Alfred Roloff adlı ressamın kızı olarak Berlin’de dünyaya gözlerini açtı. Moskova doğumlu olan annesi Elisabeth von Trotta’nın yanında büyüyen Margarethe, Düsseldorf ta ticaret lisesine devam etti. Birkaç ay bir büroda çalıştıktan sonra Paris’e giden von Trotta, burada sinemayla ilgili ilk deneyimlerini yaşarken, kısa filmlerde de boy gösterdi. Von Trotta 60’lı yılların başında Almanya’ya dönerek liseyi bitirdi ve kısa bir müddet devam ettiği sanat eğitimine başladı. Arkasından Münih ve Paris’te Alman filolojisiyle Latin dilleri ve edebiyatı okudu. Münih’te de tiyatro okuluna devam etti.

1967’den Sonra: Oyunculuk Yılları Von Trotta 1965’te Stuttgart’ta tiyatro oyunculuğuna başladı. İki yıl sonra da Traenen trocknet der Wind (Rüzgâr Gözyaşını Kurutur) adlı filmde ilk rolünü alabildi. H. G. Schier’in yönettiği bu filmde von Trotta, bir deniz subayına âşık olup bir cinayete adı karışan striptiz dansçısı rolündedir. 1969’da tanıştığı yönetmen Volker Schlöndorffla 1971’de evlendi. Schlöndorff un Bertolt Brecht’in Baal adlı piyesinden sinemaya uyarladığı yapıtta rol aldı. Bunu izleyen yıllarda çoğu kez bir kriz içinde bulunan kadınları canlandıran von Trotta, Genç Alman Sineması denilen akımın en ünlü oyuncularından biri oldu. Başkaları yanında, Herbert Achternbusch, Reinhard Hauff ve Rainer Werner Fassbinder’in filmlerinde rol aldı.

1975: Eşiyle Birliktik Yaptığı Yönetmenlik Çalışmaları Von Trotta sadece oyunculukla tatmin olmadı. 1970’te ilk kez SchlöndorfPun Der plötzliche Reichtum der armen Leute von Kronbach (Kronbach’lı Fakirlerin Aniden Zenginliğine Kavuşması) adlı yapıtının senaryo çalışmalarına katıldı. Bir yıl sonra da Die Moral der Ruth Halbfass (Ruht Halbfass’ın Ahlakı) adlı filmde reji asistanlığı yaptı. 1975’te ilk kez yönetmen olarak dikkatleri çekmekle birlikte burada da yine Schlöndorff un yanında ve hatta gölgesindeydi: Die verlorene Ehre der Katharina Blum (Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru) adlı filmde von Trotta yönetmenliği paylaştı.

1977’den Sonra: Kadınların Kaderleri Trotta ilk defa 1977’de kendi başına bir filmin yönetmenliğini üstlendi. Das zweite Erwachen der Christa Klages (Christa Klages’in İkinci Uyanışı) adlı filmde bir çocuk mağazası açabilmek için banka soymaya kalkan ve bu arada birini rehine alan genç bir kadının öyküsü anlatılmaktadır. Daha sonraki filmlerinde de olduğu gibi, von Trotta burada da kadın karakterlerinin geliştirilmesi için büyük bir duyarlılık gösterdi. İki yıl sonra çevirdiği Schwestern oder die Balance des Glücks (Kizkar-deşler veya Mutluluğun Dengesi) adlı dramda daha çok kadın baş kahramanlarının iç dünyalarına önem verdi. Bu filmde mesleğinde çok başarılı olan Maria, kız kardeşinin üniversite tahsilini finanse ederek kendisine bağımlı olmasına ve sonunda intihan seçmesine neden olur. Mutluluğunu başkalarının kendisine olan bağımlılıkları üzerine kuramayacağını ne yazık ki çok geç anlar.

1981: Terörist Bir Kadının Yaşantısından Kesitler Von Trotta, uluslararası üne 1981’de çektiği Die bleierne Zeit (Ağır Zamanlar) ile kavuştu. Bu filmde yine, ilk filminde olduğu gibi, terörizm konusuna eğildi. RAF teröristlerinden Gudrun Ensslin’in yaşamından beyazperdeye sahneler getirmekle bu filme özellikle siyasal bir boyut kazandırdı. Her ne kadar bu filmde, Adenauer döneminden başlayarak, öğrenci hareketlerine ve Baader-Meinhof grubuna kadar savaş sonrası Almanyası’nın bir bölümüne belgesel nitelikli bir ışık tuttuysa da, von Trotta burada ilk planda iki kızkardeşin portresini çizdi. Her ikisi de politikaya karışmakla beraber, biri (Jutta Lampe) bir kadın dergisinin redaktörü olarak “küçük adamların politikası”na yöneltir; diğeriyse (Barbara Sukowa), gerektiğinde şiddet kullanmak suretiyle de olsa, radikal değişiklikler istemektedir.

1985: Devrimci Bir Kadının Yaşantısından Kesitler 1985’te çevirdiği, kahramanının adını taşıyan Rosa Luxemburg adlı filminde sosyalist önder bir kadının yaşamı anlatılmaktadır. Luxemburg (Barbara Sukowa) radikal düşünceleri ve kararlı barışçı tutumuyla Almanya Sosyal Demokrat Partisi içinde istediklerini kabul ettiremeyince, 1918 yılında Karl Liebknecht ile birlikte Almanya Komünist Partisini kurdu ve bir yıl sonra Liebknecht ile birlikte Reichswehr askerleri tarafından vahşice öldürüldü. Trotta burada tarihsel bütünlükten çok, Luxemburg’u siyasete doğru iten duygu ve motifler üzerinde durdu.

1989’dan Sonra: Von Trotta 1987’de Christel Buschmann, Helke Sander ve Helma Sanders-Brahms ile birlikte epizodlardan oluşan Felix adlı filmi çevirdikten bir yıl sonra Anton Çehov’un “Üç Kızkardeş” adlı sahne yapıtından motifler alarak İtalya’da Paura e amore adlı filmi gerçekleştirdi. Von Trotta, Schlöndorfftan ayrıldıktan sonra, 90’lı yılların başında İtalya’ya yerleşti.

Lungo silezio’dan (1993) sonra çevirdiği Das Verspechen (Vaat, 1994) ile von Trotta en iyi filmini gerçekleştirdi. Berlin duvarının inşasından kısa süre sonra Batı’ya kaçarken yolları ayrılan, biri Batı’da diğeri Doğu’da paralel yaşamlar süren ve otuz yıl boyunca ancak birkaç kez görüşüp duvarın yıkıldığı gece son kez buluşan iki âşığı konu alan bu filmde yönetmen ulusal bir konuya zekice eğilmektedir. Daha sonra Winter kind (1997), Mit fünfringküssen Männer Anders (1998) ve Dunkle Tage (1999) adlı filmleri çekti.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , , ,

Sven Nykvist Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Sven Nykvist; (d. 3 Aralık 1922, Moheda, İsveç – ö. 20 Eylül 2006, Stockholm, İsveç), özellikle Ingmar Bergman‘ın filmlerindeki ustalıklı kamera çalışmasıyla tanınmış İsveçli görüntü yönetmenidir.

Fotoğrafçılık öğrenimi gördü. Yardımcı kameraman olarak çalıştı. İtalya’daki Cinecittâ stüdyolarında bir yıl geçirdikten sonra, 1941’de İsveç’te Sandrews adlı film yapım şirketine girdi. İlk filmini 1945’te çekti. 1953’te Gycklarnas afton (Gezgincilerin Gecesi) filmiyle Bergman‘la çalışmaya başladı. 1960 tarihli Jungfrukallen (Genç Kız Pınan) filminde gene onunla çalıştı ve bundan sonra Svensk Filmindustri’de düzenli olarak Bergman’ın görüntü yönetmenliğini yaptı. Bu filmlerden Viskingar och rop (1972; Çığlıklar ve Fısıltılar) ve Fanny och Alexander’la (1983; Fanny ve Alexander) en iyi görüntü yönetmeni olarak iki Oscar kazandı.

Nykvist, Bergman’la çalışırken onun istediklerini tam olarak yerine getirebilmek için kamerayı hep kendisi kullanmıştır. Bergman’ ın güçlü ışık duygusunu tümüyle paylaşmış, teknik gösterisinden kaçınarak İsveç manzaralarının soğuk güzelliğini doğrudan aktaran etkileyici bir yalınlık elde etmiştir. Birkaç filmde yönetmenlik yapan Nykvist ayrıca başka İsveçli yönetmenlerle çalışmış ve ülkesi dışında da birçok filme imza atmıştır. Bunlardan birkaçı, Siddhartha (1972), Black Moon (1975; Kara Ay), Pretty Baby (1978; Güzel Bebek), Starting Over (1979; Yeni Baştan), The Postman Always Rings Twice (1981; Postacı Kapıyı İki Kere Çalar) ve The Unbearable Lightness of Being’dw (1988; Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği).

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Bilge Olgaç Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında ,biyografisi , hakkında

Bilge Olgaç; (d. 14 Ocak 1940, Vize, Kırklareli – ö. 2 Mart 1994, İstanbul), Türk sinemasının en çok film çekmiş kadın yönetmendir.

Lise son sınıfta öğrenimini bırakarak çeşitli işlerde çalıştı. 1962’de Memduh Ün’ün yönettiği Kısmetin En Güzeli’nin senaryosunu yazdı; ayrıca bu filmin çekiminde asistanlık yaparak sinema dünyasına girdi. Yirmi kadar filmde yönetmen yardımcılığı yaptıktan sonra Üçünüzü de Mıhlarım’la (1965) yönetmenliğe geçti. Genellikle piyasanın isteklerine uygun filmler yaptı. Bu arada, bütün oyuncularının erkek olmasıyla ve şiddet sahneleriyle dikkati çeken, Kerim Korcan’ın aynı adlı romanından Linç’i (1970) ve Yılmaz Güney’in bir senaryosundan siyasal konulu Bir Gün Mutlaka’yı (1975) yönetti.

Olgaç 1976’da sinemadan uzaklaştı ve bir süre reklam filmleri hazırladı. 1984’te, gerçek bir olaya dayanan Kaşık Düşmanı’yla sinemaya döndü. Kadın sorununa ağırlık veren film, 1985’te Fransa’da Creteil’de düzenlenen 7. Uluslararası Kadın Filmleri Şenliği’nde birincilik ödülüyle Basın Özel Ödülü’nü, Halil Ergün de filmdeki rolüyle en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandı. Olgaç, Gülüşün (1986), Üç Halka Yirmi Beş (1987), İpekçe (1987) gibi sonraki filmlerinde de kadının toplumsal konumuna eğildi.

kaynak:nkfu

Etiketler, , , , , , , , , , ,

Quentin Tarantino Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

27 Mart 1963 tarihinde, Knoxville, Tennessee’de dünyaya gelen yönetmenin babası İtalyan asıllı bir aktör ve müzisyendi. 16 yaşında oyunculuk eğitimi için James Best tiyatro grubuna katılan ünlü yönetmen, ilk senaryosunu 22 yaşında yazdı.

HOLLYWOOD’UN DİKKATİNİ ÇEKTİ

1984’te bir video kaset dükkanında kasiyerlik yapmaya başladığı dönemlerde senaristliğe yoğunlaştı. 1993 yılında gösterime giren, ünlü yönetmenin yazdığı “True Romance” adlı filmin senaryosu satıldığında, Tarantino dikkatleri çekmeyi başardı. 1992 yılında ortaya bol nükteli, bol şiddetli bir soygun filmi olan “Reservoir Dogs” ile çıktı. Bu film ile tarzını belli eden yönetmen Hollywood’un dikkatini çekmeyi başardı ancak o yıllarda kendisine sunulan projeleri reddederek, kendi projeleri üzerine yoğunlaştı.

ALTIN PALMİYE KAZANDI

1994 Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülü kazanan “Pulp Fiction” adlı filmini çekerek bağımsız filmlerin de gişe başarısı gösterebileceğini kanıtladı. John Travolta’nın kariyerini de canlandıran bu film karmaşık kurgusuyla ilgi çekti. Sonrasında Allison Anders, Alexandre Rockwell ve Robert Rodriguez ile ortak yapım olan “Four Rooms” adlı filmin dördüncü öyküsünü çekti. Bir sonraki filmi ise “Jackie Brown” adında, “Rum Runch” adlı kitaptan uyarlanan bir eserdi.

ÇAĞIN YÖNETMENLERİ ARASINDA

Ardından, “Pulp Fiction”ın yapımı esnasında Tarantino ve baş aktris Uma Thurman tarafından geliştirilen “kill-bill” adlı, Çin dövüş sanatları, Japon sineması, Spaghetti Western ve İtalyan korku filmi tarzlarını bünyesinde barındıran intikam filmi projesini hayata geçirdi. Sonrasında, bir Robert Rodriguez ile Frank Miller yapımı olan “Sin City” adlı filmde konuk yönetmen olarak yer aldı. Şiddet üzerine kurduğu filmleri; parçalanmış kurgu, pop-kültür takıntısı ve bol miktarda kan içeren sahneleri barındırsa da, Tarantino çağın ünlü yönetmenleri arasına girmeyi başardı ve halen yakın tarihte çıkarmayı planladığı projeler üzerinde çalışıyor.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , ,

Kadir İnanır Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında

15 Nisan 1949 tarihinde Fatsa, Ordu’da doğan Kadir İnanır, kalabalık bir ailenin son çocuğudur.

Kadir İnanır, yatılı olarak okuduğu İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nin ardından Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon Bölümü’nü bitirdi. Uzun bir birliktelik yaşadığı Jülide Kural’la en son organlarını bağışladılar.

TÜRK SİNEMASININ ERKEK YILDIZI

1967 yılında düzenlenen Ses dergisinin düzenlediği “Sinema Artisti Yarışması”‘nda finale kaldı, 1968 düzenlenen Saklambaç gazetesinin “Fotoroman Artisti Yarışması”‘nda da birinci oldu. Bir süre fotoromanlarda oynadıktan sonra Yedi Adım Sonra (1968) adlı filmdeki küçük bir rolle sinemaya başladı. İlk kez başrolde oynadığı 1970 tarihli, Atıf Yılmaz’ın yönettiği Kara Gözlüm filminde Türkân Şoray’la başrolleri paylaştı. Daha sonra Şoray’la birçok film daha çevirerek Türk sinemasının erkek yıldızları arasına girdi.

ROL ALDIĞI YAPIMLAR

Atıf Yılmaz’ın yönettiği Utanç (1972), Selvi Boylum, Al Yazmalım (1977) ve Bir Yudum Sevgi (1984), Ömer Kavur’un yönettiği Ah Güzel İstanbul (1981), Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981) ve Amansız Yol (1985), Şerif Gören’in yönettiği Tomruk (1982), Sen Türkülerini Söyle (1986) ve Katırcılar (1987), Erdoğan Tokatlı’nın yönettiği Suçumuz İnsan Olmak (1986) ve 72. Koğuş (1987), Zeki Alasya’nın yönettiği Dikenli Yol (1986), Zafer Par’ın yönettiği Yedi Uyuyanlar (1988), Melih Gülgen’in yönettiği Tatar Ramazan (1990) ve Tatar Ramazan Sürgünde (1992) bu filmler arasındadır. 5. Altın Koza Film Festivali’nde başrolünü Filiz Akın’la paylaştığı Utanç (1973) adlı filmle En İyi Erkek Oyuncu seçilen Kadir İnanır, başrollerini Fatma Girik, Serpil Çakmaklı, Nur Sürer, Erdal Özyağcılar ile paylaştığı 1985 tarihli Yılanların Öcü adlı Şerif Gören filmiyle ise 1986 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülününün sahibi oldu. Kadir İnanır, 1990’da Medcezir Manzaraları adlı film ile 3. Ankara Film Festivali’nde de En İyi Erkek Oyuncu dalında ödülün sahibi oldu. Son dönem Türk sinemasında 2000 yapımı Komser Şekspir adlı Sinan Çetin filminde yeralan ünlü oyuncu, 24 yıl aradan sonra 2003 yılında Gönderilmemiş Mektuplar adlı filmde Türkân Şoray’la yeniden biraraya geldi. Uzun yıllar birbirine yakıştırılan ikili bu filmle de büyük ilgi topladı. 2005 yılında Memduh Ün ve Tunç Başaran’ın yönettiği, Fatma Girik ile birlikte başrollerini paylaştığı, Sinema Bir Mucizedir adlı yapımda oynadı.

Kaynak:Enson haber Biyografi

Etiketler, , , , , , , , , , , ,