Bugün 11 Ekim 2017; “Kaptan” öleli tam 12 yıl oldu. 12 yıldır yeni hiçbir şey yazmadı. Ama yine de biz onu hiç unutmadık.
Çok sevdiğimiz biri ölünce kendimize bahaneler buluruz ya hani. Ben de onun öldüğünde babasına kavuşmuş olduğunu ve gülümsediğini düşünmek istiyorum. Ne tuhaf, Franz Kafka için de tam tersini dilemiştim. Hayat her zaman aynı yerden baktırmıyor insana. Ama neyse ki onlar var oldular ve cümleleri sonsuza kadar var…
Attila İlhan’ı, yazdıklarını, sonsuz sevgi ve minnetle anıyorum.
Ölüm yıl dönümünde yazdıklarımdan bu yana aylar geçmiş; Attila İlhan bugün 93 yaşında. İyi ki doğdun yüreği, kalemi güzel adam…
Attila, 15 Haziran 1925’te İzmir Menemen’de, Memnune Perihan Hanım ve Bedri Bey’in oğlu olarak doğduğunda ailesi ona “Attila Hamdi İlhan” adını verdi. Attila, baba tarafından kökenleri Kafkaslara dayanıyordu.
Bedri Bey, döneminin yenilikleri pek ciddiye almayan, aruzla şiirler yazan bir Divan şairiydi. Evde hep şiir hakimdi. Bu yüzden Attila, naif ve şiire düşkün bir çocuk olarak büyüdü.
Bir gün kendisi ünlü bir şair ve yazar, kardeşi “Çolpan İlhan” ise, ünlü bir oyuncu olacaktı…
Attila, okul hayatına İzmir’de, Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu’nda başladı. Daha sonra da Karşıyaka Orta Mektebi’ne devam etti.
Şiirle yatıp şiirle kalkan, kendi halinde bir çocuktu. Lisenin ilk senesine kadar da her şey normal seyrediyordu. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıftayken, bir gün, mektuplaştığı kıza yazdığı mektuplardan biri ele geçti. Aslında iki kanı kaynayan gencin masumane cümlelerini içeriyordu. Ama ucuna iliştirilmiş bir Nazım Hikmet şiiri de vardı. 1941 Şubatı’ydı; Attila tutuklandı.
Ülkenin aldığı bazı kararlar vardı. Nazım, yasaklıydı. Attila, üç hafta gözaltında kaldıktan sonra, iki ay da hapiste yattı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge de çıkartılmıştı adına. Eğitim hayatına zorunlu bir ara vermişti.
Danıştay kararı 1944’te bozdu ve Attila okuma hakkını kazanır kazanmaz İstanbul Işık Lisesi’ne kayıt edildi.
1946’da liseden mezun olduğunda, üniversite tercihi İstanbul Hukuk Fakültesi’nden yanaydı. Aslında başarılı bir öğrenci olmuştu hep. Ama yine de mezuniyetini alamadı. Onun gönlü kelimelerin dansından yanaydı. Bir mumun alevinde kelimelerini coşturmaktan başka gayesi yoktu.
Şiire ilk aşk
Attila, babasından aldığı bayrağı taşımaya niyet etmiş, kalemini defterini almış, ilk şiirini yazmıştı. “İlkbahar”. Kalemi küçücük parmaklarına yük olacak yaştaydı. Attila ilk şiirini yazdığında, henüz ilkokul üçüncü sınıf öğrencisiydi.
Babasıyla aralarında Attila kalemi ilk eline aldığında gizlice yapılmış bir anlaşma belirdi. Her şey aşikardı, ama kimse bir cümle kurup dile getirmedi. İlk şiirini babasına okumuştu; bedri bey beğenmedi, hatta “Böyle şiir olmaz” dedi. Oğlunun şiirlerini pek beğenmezdi ya da beğenisini diline dolamazdı. Sadece Divan şiiri kurallarına uygun şiirlerini okuyordu Attila’nın, Bedri Bey. Onu da mümkün mertebe gizlemeye özen göstererek…
Hapiste kaldığı dönemde kendini daha çok hissettirmişti aralarındaki o sessiz anlaşma. Babası ona hiç tepki göstermedi. Sadece bir telgraf çekti: “Üzülme geçer”.
Bilirdi Attila babasının sevgisini, şiire karşı ölçülü duruşunu. Belli ki eğer oğlunun da gönlü düşecekse şiire, bunu layıkıyla yapmasını istiyordu.
Attila bu naiflikle, hele babası böyle şiirle dolaşırken evin içinde, annesi bunca hayranken babasına, nasıl gönlü kaymasındı şiire! Annesi evindeki erkeklerin durumundan özellikle memnundu. O Nedim’i severdi, ezbere bilirdi. Çünkü Bedri Bey, ilk gecelerinde okumuştu Memnune Hanım’a…
İlk takdirini lise son sınıfa giderken aldı Attila. Amcası ondan gizli, “Cebbaroğlu Mehemmed” adını verdiği şiirini CHP Şiir Armağanı Yarışması’na gönderdi. Pek çok ünlü ismin şiiri de vardı yarışmada. Attila onları geride bırakarak ikincilik ödülünü kazandı.
Bu, Attila’nın yazmak konusunda cesaret kazandığı olaydı. Daha incelikli, daha düşkün yazdı artık şiirlerini, yazılarını. Üniversitede “Yığın” ve “Gün” dergilerinde ilk kez şiirlerini yayınlamaya başladı.
1948’de de “Duvar” adını verdiği ilk şiir kitabını, kendi imkanlarıyla, yayımladı…
Attila, 1948’de ilk kez yurt dışına çıktı. Henüz üniversite ikinci sınıftaydı. Paris’te Nazım Hikmet’i kurtarma hareketi başlatılmıştı. Ön saflardaki yerini almak için düştü Paris yollarına.
Koşulları zor günlerdi. Ama biliyordu, bu onun tercihiydi. Yıllarca yazdığı her şiirin, her metnin karakterlerini işte burada şahit oldukları, gözlemledikleri belirleyecekti.
Nazım’ın yeri onda ayrıydı. Şiire babasından aldığı hevesle başlamış, ama kendini bulana kadar hep Nazım’ın izini sürmüştü. Hatta belki yeri gelmiş taklit etmişti. İşte babasının kızdığı da buydu aslında; kendisini örnek almasını çok istemişti.
Attila aslında başlarda halk şiiri yazdı. Sonra Divan şiirleri okudu. Hatta aruz ölçüsüne heves edip 200 kadar gazel de yazdı. Ama sonra gönlünü Nazım’ın yoğurt yiyişine kaptırdı; ta ki kendi soluğunu keşfedene kadar 150 Nazım kokan şiir yazdı…
Fransa günleri
Attila, 1951’de Gerçek gazetesinde yazdığı bir yazıdan dolayı soruşturmaya uğramıştı. Bu olayın ardından Paris’e tekrar gitti. Bu kez Nazım’a sadece sevgi duyarak, kendi yolunu bilerek…
Attila, bu yıllarda Fransızcayı öğrendi. Sonra Maksizm ile tanıştı. Paris – İstanbul – İzmir arasında adeta mekik dokuyordu.
Bu gidiş gelişler, yazmaktan hiç vazgeçemeyişler ona bir ün kazandırmıştı. Yine bir yandan sürüncemede olan Hukuk Fakültesi’ni de bu süreçte tamamlamak istiyordu. Ancak gönlünü kaptırdığı çok fazla meslek vardı. Son sınıftayken gazeteciliğe başladı ve fakülteyi yürütemeyeceğini anladı. Sonra sinema merakına kapıldı. Bütün bunlar sökülen bir çorap gibi birbirini takip ediyordu. 1953’te “Vatan” gazetesinde kelimelerini sinema eleştirileri için kullanmaya başladı.
Attila, 1957’de Erzincan’da askerliğini yaptı ve İstanbul’a döndü. Kalemi bu dönemde sinema sektörüne ağırlık vermek niyetindeydi.
15 kadar senaryo yazdı. Ancak imzasını Ali Kaptanoğlu olarak atıyordu. Azımsanmayacak bir rakamdı aslında. Ama içini coşturacak o hissi sinemada bulamamıştı. 1960’da tekrar Paris’e gitti. Televizyonculuğu bir de incelemek istiyordu.
Attila, televizyonculuk gayesiyle düştüğü Paris yollarından, gözünün nuru babacığının ölüm haberi ile döndü. İzmir’e döndü. Ona bütün hayatını yaşamak için gayesini bulmasına sessiz saygısıyla olanak veren babası, artık hayatta değildi…
Bu haberin ardından şehrinden ayrılamadı. Önündeki 8 yılı İzmir’de geçirdi Attila. Bu dönemde Demokrat İzmir gazetesinin genel yayın yönetmeni olarak görev aldı ve başyazar olarak yazdı.
Yine bu dönemde kitaplar yazmaya da devam etti. “Yasak Sevişmek” ve “Aynanın İçindekiler” dizisinden “Bıçağın Ucu” adlı eserimi yayımladı.
“Ben sana mecburum” adını verdiği, hepimizin diline pelesenk olmuş, hafızalarına kazınmış o mükemmel şiiri, aynı zamanda kitabın da adı olmuştu. “Ben sana mecburum” 1960’da basıldı. Benim gibi bir 90 kuşağının bile ezberinde olan bu aşk kokan şiir kadar mükemmeldi kitaptaki diğer şiirler de.
Attila İlhan’ın olduğu her yer aşk, her yer tutkuydu… Ama bu kitapta sadece aşk yoktu; gerilim de vardı, siyaset de, özgürlüğe duyulan özlem de, sınırsızlığın direnişi de… İstanbul’un semtlerinde dolanıp, Paris’te tanık olduğu insanlara tutunup, Cezayir’de kurşuna dizilmişti. İşte hepsi Attila İlhan’dı; her yanı sade ve sadece, insan.
Aşkın ne manaya geldiğini hissettiğim günden beri bu şiirin varlığını bilmek ne güzel. Ustaya minnetle, bir kuplecik buraya bırakayım; ama siz tamamını hissederek okuyun olur mu?
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum…”
Onca şiire hayat veren, aşkı kelimelerle yaşayan adam, Attila, Biket İlhan ile 1968’de evlendi.
Bu evlilik 15 yıl sürdü ve çiftin hiç çocuğu olmadı.
1970’lerde Türkiye’de televizyon yayını başlamıştı. Attila’nın da senaryo yazma merakı alev aldı ve çalışmalara başladı.
“Kartallar Yüksek Uçar, Sekiz Sütuna Manşet ve Yarın Artık Bugündü” izleyicisinin beğenisini kazanan diziler oldu.
Söz konusu yazmaksa, her alanda iyi olabileceğini kanıtlamıştı.
Attila, 1973’te Ankara’ya taşındı. Burada “Bilgi Yayınevi”nin danışmanlığını yapacaktı. 1981’e kadar burada kaldı.
Bu süreçte “Sırtlan Payı” ve “Yaraya Tuz Basmak” adını verdiği eserlerini yazdı. “Fena Halde Leman” adını verdiği romanını tamamladıktan sonra da İstanbul’a yerleşti.
İstanbul’da yaşamaya başladığında Gazeteci kimliğine bürünmüştü. 2 Mart 1982’de “Milliyet”te yazmaya başladı ve 15 Kasım 1987’ye kadar devam etti. Daha sonra “Gelişim Yayınları” ile sürdürdü çalışmalarını.
1993 – 1996 yılları arasında sürdürdüğü “Meydan” gazetesindeki görevine başlamadan önce bir süre Güneş gazetesinde de yazdı.
1996’dan 2005’e kadar “Cumhuriyet” gazetesinde yazdı, bu son gazete olacaktı.
Attila İlhan’ın yayınlanan ilk romanı, “Sokaktaki Adam”dı. Ama kimsenin bilmediği, gün yüzüne çıkarmadığı 10 romanı vardı. O yayınlamasa da hep yazdı.
Yine de bunun bir sebebi olmalıydı. Yıllar sonra 1996 Haziran’da, bir söyleşide şu cümlelerle anlatacaktı bu sebebi: “Birçok roman yazdım daha önceden. Ama neden yayınlamadım? Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki, yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatır. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır.”
Attila İlhan, romanlarında şehir insanını anlatıyordu. En çok İstanbul ve İzmir vardı kitaplarında, elbette bir de Paris. Ancak bununla yetinmedi. Batı kültürünün Türkiye’de nasıl yansıdığını kurguladığı karakterlerle anlattı.
Bir küçük nokta var. Onun tamamen kişiliğiyle, bir gününü nasıl yaşadığıyla ilgili. Attila, her gün 10.00’da kafede oluyordu ve 12:00’de evine dönüyordu. İşte böylesine muntazam bir düzen içinde yazılıyordu onca eser. Bu özelliğini huy haline çok küçük yaşlarda getirmişti. Çünkü ne varsa sorumluluk adına, çocuk yaşta öğrenmişti. Ama belli ki hamurunda da vardı.
Çok özel bir kalemdi o. Elbette ödülleri de olacaktı…
İlk ödülü en başında bahsettiğim gibi 1946’daki “CHP Şiir Armağanı Yarışması”nda ikincilik oldu. 1974’te “Tutuklunun Günlüğü” ile “TDK Şiir Ödülü” ve “Sırtlan Payı” ile de “Yunus Nadi Roman Armağanı”na layık görüldü.
2003’te “Sertel Demokrasi Ödülü”nü aldı.
2007’de ise, o hayatta yokken, “Attila İlhan Bilim ve Sanat Kültür Vakfı” kuruldu…
Ayrıca adına konmuş bir de ödül var; “Attila İlhan Edebiyat Ödülleri”.
Attila, ilk kez kalp krizi geçirdiğinde takvimlerin mührü 1985’i gösteriyordu. Hissetmeye, çok sevmeye, çok kızmaya doyuramadığı kalbi işte o zamanlar yorulmaya başladı; çok erkendi.
Ne sigara kullanıyordu ne de alkolden haz ederdi; kendi deyimiyle “Temiz çocuk”tu. Sadece Fransa’da mecburen şarap içmişti. Öğrencilerin doldurduğu lokantalar bile sürahiyle şarap veriyordu.
Burayı bir röportajında anlatmış Attila: “Su yok mu?’ diye sordum. “Fransa’da suyu inekler içer” demişlerdi. Biz de içtik, ama 10 gün oteli bulamadım”
Bir de enfarktüsten sonra reçeteyle viski içti. Oysa yine kendi deyimiyle “Cenabetin” kokusunu da sevmezdi. Doktorlar ilaç diyordu; bakalım, içiyordu.
2004’e kadar hassasiyetle gelen kalbi, artık hastaydı. Tüm ömrü boyunca iki kez kalp krizi geçirdi. İkincisinde tarih 10 Ekim 2005’i gösteriyordu ve bu kez sondu.
Attila İlhan, öldü; 80 yaşındaydı. Ölümü kayıtlara 11 Ekim 2005 olarak geçti.
Aşka doyamayışıyla, yazdığı her cümleyle, gamzelendiği her gülüşle, hep çok sevişle bir Attila İlhan geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Dostu Cemal Süreya, ona, yarattığı mistik şiir tarzından ötürü “Sezo” diyordu ve onu, “Mehmet Akif ve Necip Fazıl karışımı şair” olarak tanımlıyordu.
Düşüncesi, yaşam tarzı ve şiirleri ile Türk şiirinin yaşayan efsanesi oldu. Özellikle Monna Rosa ile birlikte anılan Sezai Karakoç, belki de sanatta hayalini bile kurmadığı o yere geldiğinden bu konuda bir ego taşımıyordu. Bu sebepten layık görüldüğü ödülleri ret edebiliyordu belki. O, layık görülmüş olmanın mutluluğunu yaşamayı tercih ediyordu…
Sezai, 1933 baharında, Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde, Emine Hanım ve Yasin Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona “Muhammed Sezai” adını verdi. Ancak bu isim Nüfus Müdürlüğü’nde yaşanan bir yanlışlık sonrasında “Ahmet Sezai” olarak kaydedildi…
Annesi Emine Hanım, oğlunun doğduğu zamanı Gülan ayında bir günde diye tanımlıyordu hep. Gülan, Mayıs’ın eski söylenişiydi; güllerin açıldığı aydı. Sezai, yıkılmış ve yeniden doğmaya çalışan bir toplumun içinde, yeniden kendini bulmaya çalışan ailesine yeni bir nefes olarak gelmişti. Her şey baharı işaret ediyordu; Sezai’nin gelişi, onların umudu, güzelliğiydi.
Adını da eskilerin bir güzellemesinden almıştı. “İsim semadan gelir” derdi eskiler; bu durumda hepimizin adı, bir ilahi armağandı. Sezai doğdu, Kur’an-ı Kerim açıldı ve ismi böyle kondu. Her bebeğin bir adı bir de mahlası olurdu. Adı Muhammed, mahlasıysa Sezai olarak belirlenmişti. Ancak resmiyette herkes onu Ahmet Sezai olarak tanıyacaktı.
Zülküf Dağı’nın eteğindeki o küçük kasabanın, Ergani’nin ortasında bir evdi Sezai’nin doğduğu ev. Babası Yasin Bey, I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi’nde savaşırken Ruslara esir düşmüş, orta halli bir tüccardı; annesi Emine Hanım ise, ev hanımı. Çok evleri vardı aslında ailesinin. Ne zaman ki maddi durumları bozuldu, Yasin Bey, evleri birer birer satmaya başlayacaktı…
Sezai, henüz 2 yaşını doldurmamıştı ki, ailecek bakırdan bir kasabaya, Madene taşındılar. Buradaki evleri, oldukça yüksek bir tepeye konumlanmıştı. Burası ile ilgili kadınlar arasında dillendirilen bir efsane vardı; tepedeki ev, cinliydi. Bu varlıklar, küçük Sezai’ye de musallat olacaktı…
Bir gün Sezai, odada yalnızken yarı karanlıkta, süslü elbiseler giyinmiş bir cin gördü ya da gördüğünü sanıyordu. Anlatabildiği kadarıyla onları, düğün yapmakta ve gelin götürmekte olan birileri olarak tanımlıyordu. Küçük aklı fazlasıyla karışmıştı. Yaşadıklarından çok etkilendi Sezai. Bu olay, tüm sanat yaşamını etkileyecek olan mistisizm konusunda ona görünen ilk kesitti. İleride çocuk yaşından sıyrılıp sanata soyunduğunda Sezai, yaşadığı bu mistik olayı ve Maden kasabasını şu cümlelerle anlatacaktı:
“Ahmet Hamdi Tanpınar ‘Antalyalı genç kıza mektup’ yazısında ilk sanat zevkini Ergani madeninde 2-3 yaşlarında bir kış günü pencereden izlediği kar yağışı olarak algıladığını söyler. Bende ilk sanat algılarımı Maden’de aldım diyebilirim”.
Sezai, 1938’de Ergani’de, 3 aylık ilkokul öncesi ihtiyat sınıfı ile eğitim hayatına başladı; 1944’te ise, ilkokulu, yine Ergani’de tamamladı. Ardından parasız yatılı olarak Maraş Ortaokulu’na kaydoldu. Sanat da inceden pencereden sızan ilk ışık huzmesi gibi hayatına bu sırada sızmaya başladı…
1947’de tamamladığı ortaokulun ardından, yine parasız yatılı olarak lise öğrenimine Gaziantep’te başladı. 1950’de mezun olduğu lisenin ardından da felsefe okuma isteğiyle İstanbul’a geldi. Ancak o her ne kadar felsefe okumak istese de, babası, Sezai’nin İlahiyat Fakültesi’ne gitmesini istiyordu.
Sezai, kendi imkanlarının okula yetmeyeceğinin farkındaydı. Ancak istediğinden vazgeçmek de istemiyordu. Parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sınavına girdi. Sonuçları beklerken de felsefe için kaydını yaptırdı. Sınavı kazanamazsa felsefe tahsili yapacaktı.
Sezai, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandı ve 1955’te, yükseköğrenimini fakültenin mali şubesinden mezun olarak tamamladı.
Mezun olur olmaz, mecburi hizmet sebebiyle Maliye Bakanlığı’nın Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi Bölümü’ne atandı.
Ardından maliye müfettişliği sınavına giren Sezai, bu sınavı da başarıyla verdi ve 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcısı olarak göreve başladı. 1959’da, İstanbul’da Gelirler Kontrolü idi. Bir dönem Ankara’ya çağırılıp Yeğenbey Vergi Dairesi’nde görev alsa da, kısa bir süre sonra İstanbul’daki görevine tekrar getirildi.
Gezerken çalışıyor gibiydi. Görevi vesilesiyle Anadolu’yu karış karış gezip birçok yeri özel olarak da inceleme fırsatı buldu. Tüm bu gözlemler şiirlerinde ortaya çıkacaktı. İstanbul’daki görevine 1960-1961 döneminde askerlik sebebiyle ara verdi ve bittiğinde tekrar işinin başındaydı.
1965’ten 1973’e kadar birçok kez istifa etti. 1973’ten bu yana da hiçbir resmi görevde bulunmadı.
Sezai, Maraş Ortaokulu’na parasız yatılı kaydolmuştu. Başını kaldırıp da okula baktığında hissettiği şey ve bu şehrin tanımı çok netti onun için. Yıllar sonra “Maraş, çocuk yüreğimin ateş aldığı yer; belki ondan öncesi bir rüyaydı, bu ateş, Maraş’ta yanmaya başladı” diye aktaracaktı tüm duygusunu.
Okula geldi. Karşısında hayatında ilk kez gördüğü kaloriferli bina duruyordu. Yine ilk kez bir zeytin ağacını da burada görecek, ona dokunacaktı.
Bir de kitaplar vardı; kısıtlı bir harçlığı olmasına rağmen hiç aldırmadan aldığı kitaplar… İşte bu kitaplar sayesinde divan şiirleri ezberlemeye başladı. Evet, henüz ortaokula giden küçük bir çocuktu; bendnameler ezberliyor, Mesnevi’yi anlamaya çalışıyordu. Kendi deyimiyle bu, “Çok erken bir uyanma”ydı.
Divan şiirleri ezberlediği bir eğitim – öğretim yılını geride bırakmış, okul yaz tatiline girmişti; Sezai, Ergani’ye döndü.
Bir arkadaşı, elindeki gazeteyi “Savaş bitti” diye ona uzattı. Ağustos 1945’te, atom bombası atılmış ve savaş sona ermişti. Bu yaz tatillerinden birinde, ilk şiirlerini yazmaya, ilk eserlerini vermeye başladı. Halbuki sanatçı olmayı planlamıyordu. Onun idealinde, bilim yolunda hizmet etmek vardı. Bazen hayat planı senin yerine yapıveriyordu işte…
Sezai, ortaokulu başarıyla bitirmişti. Oldukça başarılı bir okul hayatı vardı. Bu sefer yönünü Gaziantep’e dönmüştü. Lise sıralarında özellikle serpilen bir genç olarak disiplinli oluşuyla ünlüydü. Kendi halinde ve disiplinli bir şekilde ilerlediği yolunda, ilgi alanlarını da genişletmeye karar vermişti. Divan şiirlerinden sonra Batı Edebiyatı’nı incelemeye başladı. Shakespeare’in piyesleri favorisiydi. Sonra Andre Gide’nin Dünya Nimetleri’ni, Dohame’mi, Verter’i ve daha fazlasını okudu.
Lise yaz tatiline girdiğinde hemşerisi olan bir sınıf arkadaşıyla memlekete dönmek için trene bindiler. Yolculuk sırasında rastladıkları bir tanıdıkları isim vermeden İstanbul’da bir hemşerilerinin öldüğünü ve cenazesini kaldırdıklarını anlatıyordu. Seazi’nin gözlerinden bir anda birkaç damla yaş düştü. Adres vermemişti, evet. Ama Sezai biliyordu. O ev, onların eviydi ve ölen kişi de Sezai’nin askerdeki ağabeyiydi.
Sezai, trenden yüreği yanarak uzun süre dağlara, ovalara, yamaçlara, tünellere baktı. Trenin ıslak kömür tozları, gözyaşlarına karışıyordu. Bu ölümle ilk tanışmasıydı…
Sezai’nin lise zamanları, Necip Fazıl ve Büyük Doğu’yu takip ettiği zamanlardı. Bir gün, cesaret edip Necip Fazıl’a bir mektup yazdı ve içine Mehmet Levendoğlu imzasıyla yazdığı “Sabır” adlı şiirini de ekledi. Ailesinin lakabı Levendoğlu olduğundan bu ismi kullanmıştı. 16 yaşındaydı.
Dergiye gelen 300 şiir arasından Sezai’nin “Sabır” şiiri seçildi ve dergide yayımlandı…
Sabır
Yeter
Bunca sabır!
Kır
Hududu
Mehmedim!
Kader
Dokudu
Kilim;
Ser
Odaya!
İlim:
Merdiven daya
Çık aya!
İman:
Al eline bastonu;
Sonu
Sonsuz(a)
Yürü
Sürü sürü
(Yalan)ı yara yara
Var (Var)a.
(Muazzez Akkaya)
Sezai Karakoç ve Cemal Süreya, sınıf arkadaşıydı. Bu sınıfta bir güzel kız da vardı: Muazzez Akkaya.
Sezai, Muazzez’e büyük bir aşkla bağlanmıştı. Ona hep şiirler yazıyor; kitaplar hediye ediyordu. Sezai’de tutku halini alan bu aşk, Monna Rosa ve Ping-pong Masası adlı iki şiir olarak ortaya çıktı. Özellikle Ping-pong Masası, bu aşkı fiziken de tanımlıyor gibiydi. Çünkü Muazzez, gayet iyi pingpong oynayan bir genç kızdı.
Bunun aksine Monna Rosa akrostişi ise, bir gün dillere destan olacaktı.
Muazzez’e bağlı bir isim daha vardı; Cemal Süreya. İlk zamanlar Muazzez, mantosunun cebinde şiirler buluyor; ancak bunların nereden geldiğini bilmiyordu. Bir gün sınıfa girdiğinde, Cemal Süreya’yı montunun cebine yazdığı şiirlerden birini tahtaya yazarken buldu. Artık pek de gizli olmayan ikinci aşığı vardı.
20 Nisan 1952’de, Pazar günü, sınıfça bir kır gezisi düzenlediler. 19’undaydı Sezai, ikinci sınıftaydı. Arkadaşları, Sezai’nin Monna Rosa’yı okuması konusunda ısrarcıydı. Onları kıramadı ve okudu. Bir üst sınıftan arkadaşı Cevat Geray, bu şiiri Sezai’den yazılı olarak istedi. Arkadaşından habersiz şiiri, Hisar Dergisi’ndeki arkadaşlarına göstermek niyetindeydi. Hisar’dan beklediği ilgiyle karşılaşmıştı Geray. Monna Rosa, Hisar’da yayımlanmış ve çok ilgi çekmişti. Ardından şiiri Mülkiye Dergisi de yayımladı.
Bu şiir, gerçek duyguların, gerçek bir aşkın hikayesiydi. Sezai Karakoç bunu yalanlarken, Muazzez Akkaya doğruluyordu. Monna Rosa, belki aşk ile yazılmıştı; ama bu aşk, reelde yaşanmadı.
Sezai Karakoç, bu şiirin sadece sanat için yazıldığını şöyle açıklamıştı: “Bu şiir gittikçe beni dünyasına çekmekteydi. Gül kavramını yeniden diriltmenin gereğini düşünüyordum hep. Monna Rosa böyle doğdu, modern bir Leyla ile Mecnun denemesiydi bu. Bir gencin dilinden anlatılış şeklinde başladı şiir. Rosa bilindiği gibi gül demektir. Böylece aşağılanan gül kavramını yeniden gündeme getirmek istedim.
…
Monna Rosa’nın her şiir gibi bir doğuşu vardır. Ama şiire bakıp bir takım senaryolar uydurulduğu söyleniyor ki bunların çoğu asıl ve esastan mahrumdur şüphesiz. Şiire bakıp tümünü hayatın bir fotoğrafı gibi düşünmek, şiiri hiç anlamamak demektir. Dante’nin ilahi komedyasında geçen Beatris’in gerçekten var olup olmadığı tartışılmış ve bir takım yakıştırmalardan öte kimlik bağlantısı kurulamamıştır.”
İşte o meşhur şiir;
Mona Rosa
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister.
Ah senin yüzünden kana batacak.
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
*
Ulur aya karşı kirli çakallar,
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa.
Mona Rosa bugün bende bir hal var.
Yağmur iri iri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.
*
Açma pencereni perdeleri çek,
Mona Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek.
Anla Mona Rosa ben bir deliyim.
Açma pencereni perdeleri çek.
*
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi,
Bende çıkar güneş aydınlığına.
Bir nişan yüzüğü bir kapı sesi.
Seni hatırlatır her zaman bana.
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi.
*
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur.
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.
*
Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi.
Ellerinden belli olur bir kadın,
Denizin dibinde geziyor gibi.
Ellerin, ellerin ve parmakların.
*
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar.
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.
*
Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine.
Kiminin rengi ak kiminin sarı.
Ah beni vursalar bir kuş yerine.
Akşamları gelir incir kuşları.
*
Ki ben Mona Rosa bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni.
O masum bakışların su kenarında.
Ki ben Mona Rosa bulurum seni.
*
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza.
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler.
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
*
Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir mavi, bir garip sızı
Alev alev sardı her tarafımı.
Artık inan bana muhacir kızı.
*
Yağmurdan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış.
Yağmurdan sonra büyürmüş başak.
*
Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kuş tüyüne.
Bir tüy ki can verir gülümsesen,
Bir tüy ki kapalı geceye güne.
Altın bilezikler o kokulu ten.
Tarih 6 Ocak 1959’u gösteriyordu ki, Sirkeci Faciası yaşandı. O sırada Sezai de, Mesevet Kıraathanesi’nde oturuyordu. Bir anda her şey çözülmüştü; bir insanın ayakkabısının bağcığı, çay bardağını tutan parmakların gücü, koşmaya yeltenen dizlerin bağı…
Bu olayda çok sayıda insan hayatını kaybetti. Sezai ise yaralandığı için kendini şanslı saymalıydı.
Ölüm ve annesinin hatırası arasında yaşadığı faciadan duyumsadıklarını yazdığı şiirine “Ben Kandan Elbiseler Giydim Hiç Değiştirsinler İstemedim” demişti.
“Kendinden birşeyler kattın,
Güzelleştirdin ölümü de.
Ellerinin içiyle aydınlattın.
Ölüm ne demektir anladım.
Yer değiştiren ben değildim.
Farklılaşan sendin.
Sendin bana gelen aynalarla,
Sendin bana gelen sendin.
Artık ölebilirdim.
Bütün İstanbul şahidim.
Ben kandan elbiseler giydim,
Bundan senin haberin var mı?”
Bu süreçte bir yandan da şiir kitabını basıma hazırlıyordu Sezai. Ancak bütün şiirlerini basmaya parası yetmeyeceğinden onları ikiye ayırdı. Daha metafizik ve ferdi olanları, arkadaşları Doğan Yel ve Cafer Canlı’dan borç alarak yayımladı. Uğruna kandan elbiseler giydiği kitabına “Körfez” adını verdi ve faciayla aynı yıl basılmıştı.
Ve aşık oldu Sezai. Bahar gelmişti gönlüne. Doğduğu zaman gibi aylardan Gülan’dı. İçinde boy vermeye hazır o mükemmel çiçeğin ilk tohumunu atmıştı. Hayatını sevdiği bu kadınla birleştirmek istiyordu. Babasına, nişanlanmaya niyetlendiğini belirten bir mektup yazdı.
Ancak babasından gelen cevap, kalbini acıtmıştı. Hissettiği acının tarifi yok gibiydi. Yine de hislerini bir şiire dökebilmişti. Şiirine Rüzgar adını verdi ve evlilik konusunu da kapattı; ömrü boyunca…
Rüzgâr
Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım!
Gelin duvağından kopan bir rüzgâr…
Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım;
Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar…
*
O ceviz dalları, o asma, o dut,
Gül gül, mektup mektup büyüyen umut…
Yangından yangına arda kalmış tut.
Muhabbet sürermiş bir rüzgâr kadar.
Sezai Karakoç, şiirler yazmaya genç yaşta başlamıştı. Ardından şiirle ilgili görüşlerini yazmaya başladığında şiir anlayışını da yazdı. Hatta bu konudaki düşüncelerini içeren 3 kitaba, “Edebiyat Yazıları” adını verdi. Sezai Karakoç, Türk şiirinde kendine özgü bir yer kazanmıştı.
Şiirin genel çizgilerini “Pergünt üçgeni” adını verdiği üç ilk ile açıklıyordu. Peer Gynt, Norveçli Yazar Henrik İbsen’in en ünlü oyunlarındandı. Sezai Karakoç da, bu oyunu şiire uyarlamıştı.
1 – Şair, Kendi Kendisi Olmalı: “Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu, değişmek, başkalaşmaktır”.
2 – Şair, kendine yetmeli: “Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yâni fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli”.
3 – Şair, kendinden memnun olmalı: “Eserin şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeye kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. ‘Beni andırıyor, ah, beni o’ demeli”.
Onun şiiri, Türk şiiri geleneksel yapısı itibarıyla metafizik bir şiir olarak tanımlanıyordu. Ancak bu tanım Tanzimat’tan sonra değişti. Yine de kendisinden sonra metafizik şiir konusunda birçok isim anılsa da, (YTÜ Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Ali Yıldız’ın tespitiyle) Türk şiirini metafizik bir esasta oturan isim kesinlikle Sezai Karakoç idi. Çünkü o, bunu modern şiirin diliyle yapıyordu. Üstelik Batı Edebiyatı’nı da iyi incelemiş bir şairdi. Modern sanattaki soyutlamanın İslam anlayışına uygun olduğu düşüncesindeydi ve şiirlerini bu yönde geliştirdi.
Ona göre şair de, şiiri soyutlamada bırakırsa eksik bırakmış demekti. Tamamlanması için mutlaka şairin tekrar somutlaştırması, yani soyutlaştırdığı kavramı, tekrar bir bağlama oturtması gerekiyordu.
Sezai Karakoç ve Cemal Süreya çok iyi iki dosttu ve bir dönem işleri gereği farklı şehirlerde yaşamaları gerekti. Fikir paylaşımlarını mektuplaşarak sürdürmeye devam ediyorlardı. Ne zaman yeni bir şiir yazsalar, hemen bir mektubun ucuna iliştirilip paylaşılıyor ve yorumlanıyordu. Bir gün, Sezai, Cemal Süreya’ya, “Balkon” adını verdiği şiirini gönderdi. Cemal Süreya şiire hayran kalmıştı. Dayanamamıştı ve sonuç olarak birkaç gün sonra Pazar Postası adlı dergi Sezai Karakoç’un önündeydi. Dergide Cemal Süreya’ya mektubundan pasajlarla birlikte Balkon şiirini de gördü. Cemal Süreya’nın yaptığı karşısında öfkesi çok büyüktü Sezai Karakoç’un. Hemen kaleme kağıda sarıldı ve çok sert bir mektup yazdı arkadaşına. Ancak birkaç gün sonra mektup kendisine geri döndü. Öfkesinden Cemal Süreya’nın adresini eksik yazmıştı. ,
Bir mektup yazdı. Cemal Süreya’ya, “Sana çok ağır bir mektup yazmıştım. Kızgınlıkla adresi eksik yazmışım; mektup geri döndü. Bir daha benden habersiz bunu yapma!” diyordu.
Cemal Süreya’nın yaptığı her ne kadar Sezai’yi kızdırsa da yeni yollar açacaktı. Çünkü daha sonra Muzaffer İlhan Erdost, Garip Akımı’na karşıt bir dil oluşturan yeni bir şiir akımının oluştuğunu haber veriyordu ve onun da isim babası Sezai Karakoç olacaktı. “İkinci Yeni” olarak kararlaştırılan akımın şiir üslubunun ise, “Yeni – Gerçekçi Şiir” olarak anılmasını istemişti.
Balkon şiiri ise şöyleydi:
Balkon
Çocuk düşerse ölür çünkü balkon,
Ölümün cesur körfezidir evlerde.
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların,
Anneler anneler elleri balkonların demirinde.
*
İçimde ve evlerde balkon,
Bir tabut kadar yer tutar.
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen,
Şezlongunuza uzanın ölü.
*
Gelecek zamanlarda,
Ölüleri balkonlara gömecekleri
İnsan rahat etmeyecek,
Öldükten sonra da.
*
Bana sormayın böyle nereye,
Koşa koşa gidiyorum,
Alnından öpmeye gidiyorum,
Evleri balkonsuz yapan mimarları.
1983 Mayıs’ında Necip Fazıl’ın ölüm haberini alır Sezai. Bir Mayıs ayı daha içi yanıyordu. Cenazeye katıldı ve bu hayatında hissettiği en büyük keder anlarından biriydi. Maraş’ta olduğu zamanlarda en büyük sevinci, Gaziantep’te rehberi, Ankara’da en yakını, Malatya’da ise artık dert ortağı olmuştu. O kadar üzgündü ki, sadece sustu.
“… Ve yüzyılımıza şeref olan şiir saati durdu…” deyip, susmaktan başka yolunun olmadığını anlattı.
Onun varlığını tanımlamada kullandığı terim, İslamiyet idi. Kendisi ve çevresindekiler İslam’ı çağa uydurmaktansa, çağın İslam’a uyması gerektiği görüşündeydiler. O, dini varlığın temel kaynağı, varoluş sebebi olarak görüyordu. Benimsediği ve şiirle harmanladığı bu görüşe de Diriliş adını vermişti. Tüm bunları düşündüğünde ve bir dergi kurmak istediğinde 30’ndaydı.
Sezai Karakoç, İstanbul’da 1960’ta Diriliş Yayınları ve Diriliş Dergisi’ni kurmuştu. Dergi, 27 Mayıs 1960 darbesi sebebiyle ancak iki sayı çıkarabildi. 30’lu yaşlarını sürmeye başladığında ise, Sezai Karakoç’un daha hassas bir ruhu vardı. Öyle ki, çimenlere basmaya dahi çekiniyordu. İlerleyen zamanlarda Diriliş Dergisi’ni daha kapsamlı bir şekilde çıkarmak için çalışacaktı. Dergi, ara arakapanıp tekrar açılarak 1988’e kadar varlığını sürdürdü.
Kendi deyimiyle, “Amaç üç kelimeyle özetlenirse, hakikat, adalet ve fazilettir”.
Karakoç, 1961 – 1964 yılları arasında Pazar Postası, Yeni İstiklal dergilerinde; 1964 – 1967 yılları arasında Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Dergisi’nde, şiir, eleştiri ve denemelerini yayımladı. Büyük Doğu, bir zamanlar onun için hayal bile olamazken, şimdi Necip Fazıl ile kurulmuş bir dostluğu vardı. İnsan, ulaşamadığında nasıl da uzaktı tüm yollar…
1990’da, amblemini güller açan gül ağacı olarak belirlediği Diriliş Partisi’ni kurdu. Bu partinin başkanlığını 7 yıl yürütecekti. 19 Mart 1997’de üst üste iki kez genel seçime giremediği için, Diriliş Partisi kapatıldı.
2007’de, bu kez Yüce Diriliş Partisi’ni kurdu.
Sezai Karakoç, memuriyet hayatından emekli olduğunda, hiçbir ortaklığa girmeden, ortaya bir sermaye koymadan, parasız pulsuz dergi, gazete çıkarmaya başlamıştı. Özellikle eserlerini, kendi yayınevinden başka bir yerde yayımlamama konusunda kararlıydı. Tüm hayatı boyunca kimseden bir şey istememe konusunu kendisine ilke edinmişti. Yetişen genç kuşak da, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su kadar, Sezai Karakoç’un Diriliş’i de etkiliydi.
1968’de, MTTB Milli Hizmet Madalyası; 1970’de, Sürgün Macar Yazarlar Gümüş Madalya Ödülü; 1982’de, Yazarlar Birliği Hikaye Ödülü; 1988’de Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü; 1991’de de Dünya Kültür ve Sanat Akademisi Ödülleri’ni layık görüldü. Ancak Sezai Karakoç, bu ödüllerin hiçbirini kabul etmedi.
2006’da, Sezai Karakoç, Kültür Bakanlığı Özel Ödülü’ne layık görüldü. Bakanlığa, ödülün para kısmının kültür sanat işleri için harcanmasını, diğer kısmınınsa bildirdiği adres gönderilmesini rica ettiğini açıklayan bir mektup yazdı.
2011’de ise, Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ancak bu ödülü de reddetti.
Mütevazılıkta sınırı olmayan, varlığının sebebi İslam konusunda ısrarcı bir Sezai Karakoç geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Tom Robbins’i ilk “Parfümün Dansı” ile tanımıştım. Bir pancardan almamız gereken enfes dersten bahsediyordu. Tam olarak şöyleydi: “İnsan, yanağındaki ilahi renge; içindeki doğal pembeliğe sarılmalı yoksa kahverengiye dönüşür. Kahverengi olmakta, insanın masmavi kesildiğinin rengidir; çivit kadar mavi…”
Tom Robbins’in dediği gibi, “Doğduğumuz zaman yusyuvarlak, keskin, saf bir yüzümüz vardır. İçimizde evren bilincinin kırmızı ateşi yanar durur; ama yavaş yavaş bizi ana-babalar yer, okullar yutar, sosyal kuruluşlar emer, kötü alışkanlıklar kemirir, yaş ise tüketir. Sindirildiğimiz zaman tıpkı ineklerdeki gibi altı mideden geçtiğimiz zaman pis bir kahverengi tonunda çıkarız”.
Şimdi fark ediyorum ki, Tom aslında yaşadıklarından bahsediyordu. Sadece hayal gücü ziyadesiyle kuvvetliydi ve kurduğu cümleler bizi önce sarsıyordu, sonra algılıyordu insan bütünü. Kendinden yola çıkarak hepimizin hayatından bahsediyordu Tom Robbins. Bir pancar gibi keskin kalabilmenin ve daha fazlasının inceliklerini öğretmek istiyordu. Sadece algı dünyamıza neyi, hangi sırada aldığımızla ilgiliydi Tom Robbins’i anlama sürecimiz…
Tom, 22 Temmuz 1932’de, Kuzey Carolina’nın Blowing Rock kasabasında, George Thomas Robbins ve Katherine D’Avalon’un oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona Thomas Eugene adını verdi. Babası idareci, annesi ise, bir hemşireydi.
Yetişkin zamanlarında çocukluğu sorulduğunda, bu günleri “biraz kıro” olarak tanımlayacaktı. Çocukluğu hem sıradan bir çocuk kadar yaramaz, hem de hemen büyümek isteyen bir yetişkin gibi arafta geçiyordu.
Yıllar geçmiş, üniversiteye başlama vakti gelmişti. Pek parlak bir öğrencilik hayatı olmadı. Ancak bir yandan da oldukça zekiydi. 1954’te, Washington’da ve Virginia’nın Lexington kasabasında bulunan Lee Üniversitesi’ne gazetecilik öğrenimine başladı.
Disiplin konusunda sorunlu bir öğrenciydi Tom. Okulda öğrenci birliğinde görevliydi. Ancak disiplin problemi sebebiyle bu görevden alındı. Bunu kabul etmek istemeyen Tom, okulu bıraktı…
Tom, okuldan ayrıldıktan sonra otostop yaparak gezmeye başladı. New York’ta noktaladığı gezgin hayatı ona yeni bir bakış açısı ve bir dinginlik kazandırdı. Tom, ilk şiirlerini yazmaya başlamıştı.
1957’de askerlik çağrısını almıştı. Tom, askerlik görevini yerine getirmek için Amerikan Hava Kuvvetleri’ne katıldı. İki yıl Kore’de meteorolojist olarak görev aldıktan sonra, 1959’da terhis oldu. Sivil hayatına Virginia’nın Richmond kasabasında tekrar başladı. Değişen ne çok şey vardı aslında. Hepsinden önce, Tom, büyüyordu…
Bir gün Tim Robbins ile karıştırılacak kadar ismini duyuracaktı. Hatta bu durum ona bir röportajında sorulduğunda şöyle cevaplayacaktı: “Evet, bizi bir harf ve onun fazladan kazandığı bir kaç milyon dolar ayırıyor”.
Edebiyat dünyası, eğlenceli bir yazarı bağrına basacaktı…
Tom, artık bambaşka bir insan gibiydi. Bir kere disiplinle ilgili sorununu çözmüş görünüyordu. 1960’ta, daha sonra adı Virginia Commonwealth Üniversitesi olarak değişecek olan Rchmond Enstitüsü’nün Sanat Bölümü’ne girdi. Bir yandan da üniversitenin gazetesinde editörlük yapıyordu. Yazdığı şiirler, onu yeniliyordu.
Daha önce bir anlık kararla okulu bırakan Tom, şimdi mezundu ve üstüne yüksek lisans yapmak da istiyordu. Bunun için Seattle’deki Washington Üniversitesi’nin Uzak Doğu Bölümü’ne girdi. Seattle’de geçirdiği zaman ona ayrıca The Seattle Times ve Seattle Post – Intelligencer gazetelerinde çalışma fırsatı da vermişti.
1965 – 1967 yılları arasında bir de, underground bir radyo şovu yaptı. Şov için bir The Doors eleştirisi de yazıyordu. Gerçek edebi dili işte şimdi oluşmaya başlamıştı. En azından Tom, sürecini böyle yorumluyordu.
Yazmak işi, Tom için giderek daha da önem kazanıyordu. İlk romanını yayımladığında yıl 1971’di ve Tom, kitabına “Dur Bir Mola Ver” adını verdi. Kitap hakkında yapılan yorumlar olumluydu. Ancak bir sonraki romanı “Even Cowgirls Get The Blues”, büyük ilgi gördü ve bu kitap başyapıt oldu.
Tom Robbins, rüştünü ispatlamış bir yazardı artık. Hikaye anlatma konusunda oldukça yetenekliydi ve bu durumu şöyle açıklıyordu:
“Vaizlerin ve polislerin soyundan geliyorum. Polislerin doğuştan yalan söyleme yeteneğine sahip oldukları ve vaizlerin de doğa üstü hikayeler anlatmakta bir numara olduğu bir gerçek iken, ben de sanırım benden bekleneni yapıyorum”.
Acaba kendisi de geldiği noktaya şaşıyor muydu? İnsan hayatı düz bir zemin üzerinde değildi işte. Durumlar her an değişiyordu. Üniversiteden ayrılan o gençle şimdiki başarısına alkış tutanları izleyen olgun adam aynı kişiydi.
Tom, pek çok şiir ve hikaye ile 8 de roman yayımlayacaktı. Tüm yazdıklarında etkisi aşikar olan isim ise, gerçek hayatında da arkadaşı olan yazar Terence McKenna idi. Onun kitabındaki kuramların benzerlerine Tom’un eserlerinde de rastlamak mümkündü.
Tom, aynı zamanda Osho’nun da büyük hayranıydı. Yakın arkadaşı Timothy Leary de esin kaynağıydı. “Parfümün Dansı” romanındaki Wiggs Dannyboy karakteri, Timothy’den izler taşıyordu.
Tüm eserlerinde ve hayatında Tom’un odağında şiirsel hikayeler vardı. Her zaman gülümsemek için sebep bulanabilecek romanlar yazacaktı. Kurguladığı her karakter nihayetinde bir gariplik barındırıyordu. Tom, onlara özellikle filozofik özellikler yüklüyordu…
Tom Robbins, giderek mükemmel bir isme dönüşüyordu. Kuşkusuz bunu da mükemmeliyetçi yanına borçluydu. 1980-1990 yılları arasında katkıda bulunduğu GQ, The New York Times, Playboy gibi dergilerden arkadaş edindiği meslektaşı Michael Dare, onun bu yönünü şöyle tanımlayacaktı:
“O, yazmaya başladığında her şey sakince işler. Önce bir cümle yazar. Sonra aynı cümleyi defalarca yeniden yazar. Her harfinin mükemmelliğinden emin olmak ister”.
Attığı her adımın, yazdığı her sözcüğün mükemmel olduğundan emin olmak isteyen Tom, öyle kelimeleri bir araya getiriyordu ki, onu okuduğunuzda, gayriihtiyari elinizdeki kitabın bir filminin çekilmesini diliyordunuz. 1993 yılında da onlardan biri film oluverdi. “Kovboy Kızlar da Hüzünlenir” kitabı, “Dişi Kovboylar da Hüzünlenir” adıyla, yönetmen koltuğunda Gus Van Sant ile bir filme dönüştü. Başrolde ise, Uma Thurman vardı.
Tom Robbins, yazma konusundaki tarzını oyuncul romanlar olarak belirlemişti. “Oyunculuk, uçarılık değil bilgeliktir” görüşünü ön plana çıkarmak için çılgınlık derecesinde kelimelerle oynuyordu. Onun yazıları için aslolan ilke, mutluluktu. Hayatın ciddi yanlarını da inkar etmiyordu; ancak o, tam bir mutluluk savunucusuydu.
Romanlarında özenle seçtiği kelimeler, nasıl oluyor da bir şölene dönüşüveriyordu? Kelime oyunlarındaki edepsiz seçimleri, ara sözleri, zıtlık oluşturduğu bölümleri ve alakasız sonuçları ile Tom Robbins, bir bütünü sergiliyordu.
Bunun yanında Tom Robbins, insanoğlunu tatmin etmenin en iyi yolu hakkında toplumda yer alan varsayımları da sorguluyordu. Ayrıca, mistik Doğu dinleri, Yeni Fizik, panteizm gibi alternatif düşünceleri de ustalıkla bir araya getiriyordu.
Her koşulda mutluluk ilkesinin savunucusu olarak tanınan Tom Robbins, 1987’den beri, karısı Alexa D’Avalon ve köpekleri Blini Tomato Titanium ile birlikte La Conner’de yaşıyor.
Daha önceki evliliklerinden olan çocukları, Rip, Kirk ve Fleetwood sayesinde üç kez de baba oldu Tom.
Yürüttüğü özel hayatının yanında, yazma işi de devam ediyor tabii. İnsana sarhoşluk hissi veren hayal gücü ve cümleleriyle bir Tom Robbins geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Üniversiteye yeni başlamıştım. Bir şarkı duydum. Daha önce de duyduğuma emindim aslında; ama nedense bu kez başkaydı içime işleyişi. Demek, şimdi de Ahmed Arif’i özümseme zamanıydı…
“Ahmed Arif hasretinden prangalar eskitmiş
Beni böyle eskitense prangalı hasretin…”
Diyordu şarkıda.
Ahmed Arif, hasretinden prangalar eskitmişti. Yandıkları, sevdikleri, vazgeçtikleri… Her şey yan yana dizilmiş bu 5 sözcüğün içindeydi sanki. Her kültüre bulanmış, ülkesini, memleketini, sevgiyi savunan şiirler yazmıştı…
Ahmed, 21 Nisan 1927’de, Diyarbakır Hançepek semtinde bulunan Yağcı Sokak 7 no’lu evde dünyaya geldiğinde, ailesi ona “Ahmet Hamdi Önal” adını verdi. Annesi Kürt, babası ise Kerkük kökenliydi.
Annesi Sare, Ahmed henüz bebekken hayata veda etti. Ahmed, sekiz kardeşin en küçüğüydü. Bundan sonra hayatı, babasının yeni eşiyle devam edecekti. Babası memurdu ve bu sebepten Diyarbakır’dan sonraki yaşayacağı yer Siverek olmuştu. Bundan sonra da bu taşınmalar devam edecekti.
Çocukluğu boyunca farklı yerlerde yaşayan Ahmed, Arapça, Kürtçe ve Zazaca dillerini çok iyi konuşuyordu. Hatta o kadar iyiydi ki, ilginç bir iddiada ismi geçecekti. Bir gün Ahmed ve arkadaşları oyun oynarken onu izleyen üç adam, Ahmed’in hangi ırka mensup olduğu üzerine bir iddiaya tutuştu. Biri Arap, diğeri Kürt, öteki ise Ahmed’in Zaza olduğunu tahmin ediyordu. Aralarında anlaşamayan bu üçlü, orada bulunan bir esnafa danıştılar. “Bu çocuk nedir?” diye sorup 5’er lira koydular ortaya. O zamanlar 5 lira büyük paraydı tabii ve üçü de kendisinin kazanacağına ziyadesiyle emindi. Esnaf ise onları şöyle yanıtladı: “Üçünüz de yanıldınız, bu çocuk Türk”.
Ahmed, henüz anlamını bildiğinden habersiz, belki de en çok hissederek, adaletin peşindeydi. Haksızlığa tahammül edemeyen, büyümüş de küçülmüş bir çocuktu o. Özellikle sevdikleri söz konusu olduğunda bu yanı şiddetleniyordu. Bu durumun en ilgi çekici yanı ise, o hep sevgi doluydu. Ne kadar sevgi doluysa, o kadar kavgacı bir yönü de vardı. Ama arkadaşları için, okulu için, mahallesi için ederdi kavgasını; tabiatı böyleydi.
Büyüdüğü coğrafya, onun sadece kişiliğin değil, yeteneklerini de şekillendiriyordu. Henüz küçük bir çocukken at binmeye başlamıştı. Oldukça iyi becerdiği bu eylemde ustalaşacaktı da. Bu konuda kesin bir tavrı da oluşacaktı ve yıllar sonra, “Çünkü ben, şahlanmayan ata binmezdim. Kısrak ise, şahlanmaz” diyecekti.
Okul çağı geldiğinde ailecek Siverek’teydiler ve Ahmed, okuma yazmayı ilkokuldan önce anaokulunda öğrenmişti. Ardından ilkokul kolay geçti. Ortaokulu Urfa’da, liseyi ise yatılı olarak Afyon’da okudu. Ancak lise mezuniyeti Diyarbakır Lisesi’nden oldu. Şiir yazmaya da işte bu sıralarda başladı.
Lise sıraları, şiir sanatını en yoğunluklu icra ettiği zamanlar oldu. İlk şiiri, 1940’ta, “Seçme Şiirler Demeti Dergisi”nde yayımladı. 10 lira telif ücreti bile kazanmıştı. Ancak en büyük kazancı, şiirinin dedesi yaşındaki şair ve ney üstadı Neyzen Tevfik ile bir arada yayımlanıyor olmasıydı.
Ahmed, askerliğini de İstanbul Riva’da yaptıktan sonra üniversite için de Ankara’daydı. Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydolmuştu. Bu sırada, 1951 ve 1952’de iki kez TCK 141’e muhalefetten tutuklandı ve bu sebeple de yükseköğrenimini tamamlayamadı.
Ahmed, 1940-1955 yılları arasında başka başka dergilerde şiirlerini yayımladı. 1956’dan sonra Medeniyet, Öncü ve en son da Halkçı gazetelerinde düzeltmen olarak görev aldı. Bu şiirlerde kendine has hayal gücü göze çarpıyor ve lirizm ile Türk Edebiyatı’nda özel bir yer edinmek için ilk adımlarını atıyordu. Bir gün Türkçeyi en iyi kullanan şairler arasında anılacaktı adı.
Şiirlerinde her zaman ezilenden yanaydı ve insanlığı, kardeşliği vurguluyordu. Çeşitli gazetelerde çalışan Ahmed Arif’in, şiirlerinin toplandığı ilk ve tek kitap, “Hasretinden Prangalar Eskittim”, 1968’de yayımlandı ve korsanları hariç, 23 baskı yaptı. Yine aynı adı verdiği şiir kitabı da 20 binden fazla sattı. Tek kitabıydı; ama 20 yılın birikimiydi. Sonraki baskılarda eklenecek şiirleri de düşünürsek, 50 yıla çıkacaktı bu birikim.
Ahmed Arif, kitabını “Hasretinden Prangalar Eskittim” adıyla yayımlamıştı. Aslında bu isme gelene kadar başka isimler de düşünmüştü. İlk olarak “Dört Yanım Puşt Zulası” olmasına karar vermişti. Ancak kardeşi ona engel oldu. “Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok, seni 15 yaşındaki çocuklar, kızlar taparcasına seviyorlar. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın” diyordu. Kardeşine hak vermişti, daha sonra “Hasretinden Prangalar Çürüttüm”de karar kılmıştı ki, “çürütmek” kelimesinin kulak tırmaladığını fark etti. “Eskitmek” sözcüğü daha iyi duracaktı…
“Günde dört paket Bafra içiyorum” diye açıklardı Ahmed Arif günde dört paket sigara içtiğini. Oysa içerken dahi sigaranın kokusuna tahammülü yoktu. Kendisi bu kadar çok içse de, sigara içilen ortamlardan mümkün olduğunca uzak dururdu. İlerleyen yaşlarda da sigarayı tamamen bırakacaktı. Sigaraya ilginç bir şekilde şiire bağlı olduğu gibi bağlıydı aslında. Sigara uzun vadede verdiği zararla nihayetinde onu öldürmeye yeminliydi. Bir gün, yazdığı şiirle de ölümün eşiğinden dönecekti.
1943’te, Van’da yaşanan, 32 kişinin ölümü ve 1 kişinin yaralanması ile sonuçlanan Muğlalı Katliamı sonrasında, Ahmed Arif, bir şiir yazdı. Ona “Otuz Üç Kurşun” adını vermişti. Bir gece geldiler, aldılar onu bu şiirden sebep ve sabaha kadar dövdüler. “Oku!” dediler; okumamıştı. Dövdükten sonra, Ahmed Arif’in gözlerinin yarı kapalı seçebildiği tellerden aşağı bıraktılar onu. Sabah çöpçüler bulacaktı onu. O zamana kadar da sokak köpekleri koklamak için burnunun dibine kadar gelmiş, “Ya beni öldü sanıp yerlerse” diye ödünü koparmıştı…
(Ahmed Arif, Leyla Erbil)
Büyük aşktı Ahmed Arif’inki. Onu öyle seviyordu ki, “Sen ister dostum ol, ister sevgilim, yeter ki hayatımda ol” diyordu. Yıllar sonra bu aşk, “Leylim Leylim” kitabında anlatılacaktı. “Ahmed gibi sevmek” diye bir deyim bile oluşabilirdi bu aşktan.
Leyla Erbil’e mektuplar yazıyordu Ahmed Arif ve her mektubun sonunda “Senin” diyordu. Arif’e göre, Leyla’ya doymak korkunç bir ahmaklık olurdu. Sonsuz aşkı, şairliği ile perçinleniyordu. Binlerce yıldır aradığı, hasretini çektiğiydi.
“Gün yirmi dört saat seni düşünmek. Ne yüce, ne sonsuz bir duygu bu, bilir misin ki?” dediği Leylası, gün geldi evlendi. 13 Nisan 1955’te, evliliği üzerine bir mektup daha yazdı:
“Evleneceksin demek? Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesut olursun canım. Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah. Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur’’.
Sonra da hep yazmaya devam etti. “İki milyar beş yüz milyon adem evladının seni tanımalarını, öğrenmelerini istiyorum, anlıyor musun?” diyordu.
Sonra istediği oldu; kağıda döktüğü sevgisi, çığlıkları, belki de planladığı gibi, adem evlatları tarafından öğrenildi.
(Eşi Aynur Hanım ile)
Ahmed Arif, 1967’de, Aynur Hanım ile evlendi. Bu evlilikten, 1972’de, oğulları geldi dünyaya. Ona Filinta adını vermişlerdi ve bu isim, onun hayatında pek çok şey demekti.
Oğlu hayatında sadece ismiyle yer etmemişti. O, hayatındaki her şeyin karşılığıydı. Kendi deyimiyle yaşamındaki en büyük sevinci baba olduğu gün yaşamıştı. Öyle ki, tam 2 yıl oğlunun nüfus kağıdını cebinde, kalbinin üzerinde taşıdı. Sanki içi bolca para dolu bir cüzdan taşır gibiydi. Oğlu vardı artık; oğlu dünyanın en güzel güverciniydi, en güçlü silahı…
Ahmed Arif’in hayranlık duyduğu birçok şair vardı: Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Orhan Veli, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Külebi, Ahmet Muhip Dıranas, Behçet Necatigil… Yine de özellikle Cemal Süreya ve Nazım Hikmet onun için bambaşkaydı.
İşte ilk yıllarda hepsinden aldığı feyzle şiirlerini yazıyordu. Onların şiirlerinden besleniyor, düşüyor, kalkıyor; ama illa kaliteli şiirler çıkarıyordu ortaya. Cemal Süreya için “Ama sen ki benim yarı parçamsın. Suyun ötesindeki parçamsın!” diyordu. Nazım Hikmet içinse, “Bir Nazım sarhoşuyum. Ezbere canımı verebilirim” diye anlatıyordu duyduğu sevgisini.
Cahit Külebi’den söz ederken de, “Onun ben “Pembe Mantolu Kıza” şiirini okurken sarhoş olurdum. Kendimden geçerdim” diyordu.
Ahmed, özellikle lise sıralarında, gençlik döneminde ne çok şiir yazmıştı. Ancak hepsi elinden uçup gitmişti. Defterler dolusuydu halbuki. Gecede en az 8-10 sayfa yazıyordu. “Her biri bir kızda kaldı” diye açıklıyordu bu dönemi. “Birçoğu da poliste… Feri alamadım, vermiyorlar”.
Zamanla şiirlerini bekletmeyi öğrendi. Mesela yirmi yıldır hiç dokunmadığı şiirinden bahsedecekti. “Öylece kalsın” diyordu; “Damıtılsın”. Kesin bir yere takılmıştı çünkü, öyle düşünüyordu. Mutlaka oraya layık, yakışan bir bölüm oluncaya kadar beklemeliydi. “Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın. Ben, buna çok saygı duyarım” diye açıklıyordu bunun sebebini.
Hem sonra örnek veriyordu, “Ay Karanlık” adını verdiği şiirinde,
“Maviye
Maviye çalar gözlerin…
Dizesini, belki on yıl, belki de çok, çok daha fazla bekletmişti.
Saygısı boşuna değildi. Çünkü hepsi için, tek tek, beklediğine değdiğini de görecekti.
(Leylim Leylim kitabı)
Şiir, Ahmed’in hayatında yemek, içmek gibi bir eylemdi. Öyle ki, yazmasa yaşayamaz, bu duygudan uzak kalamazdı. Kendini en verimli hissettiği zaman geceydi. Geceleri şiir yazmayı alışkanlık haline getirmişti artık.
Geceyi de aşıp onu rüyasında yakalayan ilham perileri vardı. Çoğu zaman uykusundan uyanır, rüyasında içine düşen mısraları kağıda dökerdi. Daha çocukluğunda yakalamıştı onu bu rüyalar. O zamandan beridir ki, Ahmed, rüyasında şiir okur, mısralar söylerdi.
Ahmed Arif, en güzel yıllarını kendisine çeyrek ekmek verilen parmaklıklar ardında geçirmişti. Polishane, kodes, dam gibi sözcüklerden hiç hoşlanmıyordu. Mahpusluk için en güzel ismin “Makamı Yusuf” olduğunu düşünüyordu. Yusuf Peygamber gibi şerefli bir dava için hapiste kaldığını bildiğinden, bu tabir kesinlikle çok uygundu.
Onun şiirleri, hayatı, aşkı, sevgiliyi karşılıyordu. Hem o zamanlar şiirin yeri, insanların gözünde bir başkaydı. Öyle ki, insanlar kendini bir şiirle ifade etmek dururken başka bir şeye yeltenmezdi. Ahmed Arif şiirleri de oldukça ilgi görüyordu. Hatta bir öğretmen, nikahında şeker dağıtmak yerine 500 adet Ahmed Arif şiir kitabı almış ve dağıtmıştı.
Ahmed Arif bunu öğrendiğinde utançla karışık bir mahcubiyet yaşadı. Ancak Ahmed Arif artık tanınan bir şairdi. Dergiler de böyle satılıyordu. Örneğin, normalde 500 adet satan Soyut Dergisi, Ahmed Arif’in şiirlerini yayımladığı dönemde 3 bin adet satmıştı…
Elbette Ahmed Arif de şairden önce bir insandı ve sevdiği, sevmediği şeyler vardı; onu, Ahmed Arif yapan özel zevkleri.
Mesela sevdiği kitaplarda başı Andre Malraux’tan İnsanlığın Hali çekiyordu. İnanıyordu ki, bu kitap, kendisini çocukluktan, cahillikten kurtarmıştı. Dünyanın kaç bucak olduğunu öyle bir öğretmişti ki, onun hayatı tanıma rehberi işte bu kitaptı. Bundan başka, Tolstoy, Dostoyevski ve Emile Zola’yı da okumalara doyamıyordu.
Sonra Beethoven’den Dokuzuncu Senfoni ve Schubert’ten Dünyayı Dolaşan Şarkı’yı dinlemeye bayılıyordu. Klasik müziğin yanında bir de halk müziğine ilgi duyuyordu. Hemşerisi Şark Bülbülü olarak tanınan Celal Güzelses ve bir de Ruhi Su’ya hayrandı. “Bizim çocuklar, Filinta’nın yaşındakiler rock müzikle, heavy metal dedikleri bir müzikle uğraşıyorlar. Onlarda da bazı güzellikler sezmiyor değilim” de diyordu bir yandan.
Sadece şiir yazmakta iyi değildi elbette. Yemek yapmayı da seviyordu. En iyi yaptığı ve en sevdiği yemek, mercimek çorbasıydı. Bir şölene dönüştürmek istiyorsa, kendi elleriyle çiğköfte yapar, dostlarıyla paylaşırdı. Ayrıca ekmeği ve sütü de özellikle kendisi alırdı.
Ahmed Arif, en çok basılan kitaplar listesinde yer alıyordu ve Ahmet Kaya, Cem Karaca gibi isimler birçok şiirini bestelemiş, onlara bir başka hayat vermişti.
Sonra şiirleri üzerine edebi eleştiriler de vardı. Bunlar arasında 1990’da Ahmet Oktay’ın “Karanfil ve Pranga” adını verdiği çalışma, en detaylısı olarak kabul görmüştü. Bunun yanında Muzaffer İlhan Erdost’un “Üç Şiir” adlı kitabı da yine Ahmed Arif şiirlerini yorumluyor ve çözümlemeler barındırıyordu.
(Ahmed Arif oğlu ile)
Ahmed Arif, emekli olduktan sonra Ankara’da bulunan mütevazı evine çekildi. Her zaman gösterişten ve gürültüden uzak durmuştu. Bu durumu “Çünkü ben doğuluyum” diye açıklıyordu. Aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuktu o…
1983’te anacığı Arife’yi kaybetti. Okutulmamıştı; onun gözünde şirin bir kadındı. Ancak anacığı, oğlunu Ankara’ya gitmiş ve komünist olmuş diye tanımlıyordu.
Velhasıl, artık evinde yalnız yaşıyordu. 2 Haziran 1991’de kalp krizi geçirdi. Kalbi yalnızlığa mı dayanamamıştı, yoksa çok mu yorgundu… Ahmed Arif, hayata gözlerini kapadı…
Ülkesine, memleketine, sevgiliye yazdığı onca şiirle, bir Ahmed Arif geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Tomris Uyar’ın adını duyduğunda hatırına şiir düşmeyen, gönlünden Turgut Uyar’a, Cemal Süreya’ya, Edip Cansever’e bir selam göndermeyen var mı? Elbette bu bilinen aşlar ve şiirlerin arasında bir öykü yazarı da oldu Tomris Uyar. Üstelik başarılıydı da.
Hayatı ciddiye almayan, sevgiden yorulduğunda yeni bir sevdaya açılmaktan korkmayan bir kadındı. Kuşkusuz onca şiirin gölgesinde, kadın yanı mutluluk duysa da, ağır yükler altındaydı aslında. Dost kaldığı, gönlünü kaptırdığı ve hatta evlendiği şairler, onu hep her an ellerinden uçup gidecek bir kuş edasında sevdiler ve haksız da değillerdi. Tomris, hep açık denizleri tercih ediyordu.
Sonra özgür ruhu ve sahip olunamayan kadın kimliğiyle hayattan göçüp gitme zamanı geldi. Her an aşklarının elinden uçup gidecek hissiyatı veren o yaralı kuş, 15 yıl önce bugün toprak oldu.
Ardında bolca şiir ve öykülerini bırakan Tomris Uyar, güzel kalp, sevgi ve bin özlemle…
Tomris, 15 Mart 1941’de, Celile Hanım ve Ali Fuat Bey’in kızı olarak dünyaya geldi. Annesi de babası da hukukçuydu. İkisi de edebiyata ayrı düşkündü. Babasının şiir kitapları ve annesinin çevirileri arasında geçen, şaşılmayacak bir sona doğru giden enfes bir çocukluktu onunki.
Eğitim hayatına Taksim’deki Yeni Kolej’de başladı. Ortaokulda ise, İngiliz High School’da idi. Ardından Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne başladı ve buradan 1961’de mezun oldu. Üniversite zamanı geldiğinde, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü tercih etti. Tercihinde etkili olansa, öykü yazmaya çoktan gönlünü kaptırmış olmasıydı.
Tomris, gönlüne ilk öykü yazma isteği düştüğünde lise sıralarındaydı. Çocukluğundan beri annesinden, babasından genlerine kodlanan yazarlık, kanını sulandırmaya başlamıştı. Kalbinde yeni bir heyecan dolanıyordu artık.
Tüm lise ve üniversite yıllarını, ilk öykü denemeleriyle geçirdikten sonra Tomris bu sefer de çeviri denemelerine başladı. Öykü yazmaya profesyonel bir şekilde başlamadan önce Türkçeye en ince ayrıntısına kadar hakim olmak istiyordu. Çeviriler de mükemmellik yolundaki zevkli egzersizleriydi.
1962’de, hala bir üniversite öğrencisiyken ilk çevirisi Şekerden Bebek’i (Tagore) tamamladığında, bu çeviri, Varlık dergisinde yayımlandı. Tomris, aileden gelen sevgiyle bir edebiyat tutkunu, bir öykü sevici, nice güzel işler yapacağının muhakkak farkında olmalıydı…
Onlarınki kolej aşkıydı. Şair Ülkü Tamer ile kısa sürede evlendiler; nasıl da gençtiler. Artık o, Tomris Tamer’di. İlk çevirisini yaptığı sırada da evliydi.
Onların aşkı, ancak ölüm ayırır cinstendi aslında. O talihsiz olay yaşanmasa, belki de gerçekten ölene dek sürecekti. Tamer çiftinin dünyalar güzeli bir kızı oldu. Ona Ekin adını verdiler. Ancak Ekin henüz birkaç aylıkken sütten boğuldu. Bir daha toparlanamadılar. Onları gerçekten de bir ölüm ayırmıştı…
Tomris, Cemal Süreya ve Ülkü Tamer ile birlikte Papirüs dergisini kurmuşlardı. Deneme, eleştiri gibi yazılarını da Varlık, Yeni Dergi, Soyut gibi dönemin önde gelen dergilerinde yayımladı.
Tomris, evliliği sırasında “Kristin” adını verdiği, yayımlanacak ilk öyküsünü yazdı ve bu öykü, 1965’te Türk Dili’nde yayımlandı.
“Suya Yazılı” adını verdiği ilk öykü dosyasını ise, 1967’de tamamladı. Dosyanın kaderini belirleyen bir ad seçtiğini bilse, yine de bu adı koyar mıydı acaba? Bu öykü dosyasının tek kopyası, Papirüs Dergisi’nde çıkan yangında kül oldu. Geriye elinde sadece “Kristin” kalmıştı.
Kuşkusuz bu tarifi olmayan bir hayal kırıklığıydı. Aynı yangında Dos Passos’un “USA” çevirisinin 100 sayfası da yanmıştı. Tomris ne öykülerini ne de çevirisini yeniden yazmayı düşündü. O, pişmanlık ya da hayal kırıklığına pabuç bırakmayacak kadar güçlü bir karakterdi. Her zaman şöyle derdi: “Yaptığı işi çok ciddiye alan insanlar için üzülürüm. Bir şeyi ciddi yapan bir insanın bir de kişisel bir ağırlık taşıması gerekmez”.
Durmadı ve yazmaya devam etti. Suya Yazılı’nın ardından yayımladığı ilk kitabına “İpek ve Bakır” adını verdi. Yazdığı öykülerden, 10 öykü derlemesinden oluşan “Yürekte Bukağı” ile 1979’da, “Yaza Yolculuk” ile de 1986’da Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazandı. Günlüklerini de “Gündökümü” başlığı ile yayımladı…
Tomris, hiç şiir yazmadı. Ancak İkinci Yeni akımının gözde şairlerinin en özel ilham kaynağı oldu. Duymuşsunuzdur, Tomris Uyar için “Bir akımın ilham kadını” denir. Ne doğru bir tespit aslında. Nasıl taşımış bunca aşkın yükünü yüreğinde.
Önce Cemal Süreya, sonra Turgut Uyar ile fırtınalı bir aşk yaşayacak ve bu durum edebiyatımıza çokça şiir getirecekti. Bunun yanında Edip Cansever’in hayranlığı da yadsınamayacak derecede sürecekti. Tomris Uyar, okuduğumuz onca şiirin sebebi, esin kaynağı olacaktı…
Ankara’da, Sanatseverler Derneği’nde tanıştılar. İkisi de evliydi. Cemal süreya, Tomris’in kesinlikle keşfedilmeye değer olduğunu düşünüyordu. Şimdilik tek bildiği Ülkü Tamer’le evli ve edebiyata düşkün olduğuydu.
Aralarında bir aşk doğmuştu nihayetinde. İkisi de eşinden boşamış ve 3 yıl sürecek fırtınalı bir aşka tutulmuşlardı. Cemal Süreya bir başka seviyordu Tomris’i. Her akşam hiç zaman eve dönüyor, arkadaşlarıyla buluşmak aklına bile düşmüyordu. Tomris, onun tüm dünyası olmuştu. Öyle düşkündü ki kadınına, her şeyin fazlası zarar olacaktı.
Tomris bir akşam Cemal Süreya’ya bu halinden duyduğu rahatsızlığı açtı. Biraz gezip dolaşmasını, arkadaşlarıyla buluşmasını teklif etti. Bir ilişkinin sağlığı, sosyal hayatın sağlığından geçiyordu. Bu konuşmanın üzerine Cemal Süreya ertesi akşam geç geldi; bir sonraki akşam da. Tomris, tam Cemal’in durumu kavradığını düşünüyordu ki, bir akşam pencereden dışarı bakarken apartman girişinde, arkadaşlarıyla buluşmada (!) olan Cemal Süreya’yı görmüş. Cemal Süreya, Tomris’in kendisiyle konuştuğu zamanın dolmasını bekliyormuş… Tomris ise, bu durumun adını koymuştu: Şahsiyet Rötarı.
Bunun gibi ne çok anı biriktirdikleri, en çok Cemal Süreya’nın aşkı ile dolu bir ilişki yaşadılar. Cemal Süreya, en güzel şiirlerini Tomris için yazdı. Ancak gün gelip de ayrılık vakti geldiğinde, büyük aşkına kendisi hakkında hiçbir şekilde konuşmayacağını söyledi.
Bu konuyla ilgili ikisi de hiç konuşmadı. Eşlerinden birbirleri için boşandıkları yazılsa ya da düşünülse de, bu konu hakkında hep sustular. Tomris, kendisine Cemal Süreya sorulduğunda şöyle anlatmıştı: “Beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı. ‘Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikâyen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim; benim ağzımdan kimse duymayacak’ dedi ve doğrusu hiç yazmadı”.
Cemal Süreya’nın aşkını döktüğü şiirlerden biri şöyleydi:
“Ayışığında oturduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğunda öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni
En sonunda caddelere çıkardım
Kaynağından öptüm seni…”
Turgut Uyar ile tanışmasını şöyle anlatıyordu Tomris: “1966 yılında ben zaten Cemal Süreya’dan ayrılmak üzereydim. O da eşinden ayrılmıştı. İstanbul’a gelmişti çocuklarıyla. Burada tanıştık. Asıl tanışmamız herhalde o, çünkü o zaman daha bir yakın oturup konuşma fırsatını bulduk ve mektuplaşmaya başladık. Bu mektuplar önce sadece şiir üzerine mektuplardı. Hâlâ duruyor bende. Genellikle onun şiir üzerine düşünceleri, benim onun şiirleri üzerine düşüncelerim… Ve anladığım kadarıyla çok sıkışık bir dönem geçiriyordu. Yani evlilik hayatında bir süredir yaşadığı tedirginlik ve uyumsuzluk şiirini de etkilemişti, yedi yıldır şiir yazmıyordu. Esin periliği olarak ifade etmek istemiyorum ama herhalde çok konuştuğum, çok dürttüğüm, yazmasını çok rica ettiğim için diyeyim, yavaş yavaş şiir yazma isteği yeniden doğdu”.
Bu aşk, Tomris Uyar’ın en uzun ilişkisiydi; evleneceklerdi de. Bu kez başka değil, bambaşkaydı. Turgut Uyar’ın kendisine duyduğu aşkı, “Turgut, her an elinden kaçıracakmış gibi gereksiz bir kaygıyla yıpranacak; ben de hiçbir rekabetin söz konusu olmadığı bir alanda, boyuna birinci seçilmekten yorulacaktım” diye anlatıyordu.
Gerçekten de yoruldu sonra Tomris. Onun sadece dünyaya açılan penceresi olmadığının, artık bir parçasına dönüştüğünün farkındaydı. Yine de bu aşk, soluksuz devam etti. Tomris, Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı’nda soluksuz beklediği, soluksuz sevdiğiydi.
1969’da evlendiler ve bu evlilik, onlara Hayri Turgut adını verdikleri oğullarını hediye etti. Ne olursa olsun bu aşk da fırtınalı geçti. Bu ikisinin de sanatçı olmasından kaynaklanıyor olmalıydı. 1985’te, Turgut Uyar bu dünyadan göçene kadar bu aşk devam etti.
Turgut Uyar, bir şiirinde şöyle sesleniyordu sevgili eşine:
Senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz
Kış gecesi amcamızdır bahar yakından kardeşimiz
Alır başımı Erzincan’a giderim seni düşünmek için
Dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor
Kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için
Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur
Ne var ki ıslanır gider coskunluğum durmadan
Durmadan
Dağ biraz daha benden deniz her zaman senden
Hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan
Kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm
Seni övdüğüm zaman
Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda
Seni övdüğüm zaman
Edip Cansever, Tomris’e karşı konulmaz büyük bir hayranlık duyuyordu. Üstelik Turgut Uyar’ın da en yakın dostuydu.
Bu hayranlık, edebiyat dünyasının çok yakından bildiği ancak üzerinde durmadığı bir gizli hayranlıktı. Her yıl düzenli olarak 15 Mart’ta, Tomris’in doğum gününde bir şiir yayımlıyor, bıkmadan usanmadan vazgeçemediği hayranlığını anlatıyordu.
Tomris ise, Edip Cansever için “Sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor, örselenebiliyor, bitebiliyor. Bitmeyen tek aşkın gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu Edip Cansever öğretti bana” diyordu.
Böyleydi işte, Edip Cansever’in deyimiyle Tomris rakıyı severdi, Edip de onu. Yıllarca sessizliğini koruyan Tomris, ölümünden kısa bir süre önce Edip’in kendisini daha çok etkilediğini itiraf ediyordu. Yine de eleştirmen tavrını bir kenara bırakamadan, “Daha çok anlatan, daha süslü ve imgesi bol. Tekrarı seven bir şair…” olarak tanımlayacaktı Edip Cansever’i.
Edip Cansever, şiirlerinden birinde Tomris Uyar’a sonsuz hayranlığını bir şiirinde şöyle anlatıyordu:
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet’nin
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Yok bir yanıtın ”nereye” diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler’den Hisar’a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Mart ayında patlıcan, ağustosta karnabahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.
Tomris, öyküleri ve şiirlere sebep aşkları, dostluklarıyla dolu dolu 62 yıl geçirdi. Ancak 62 yaşında yakalandığı yemek borusu kanseri onu sonunda soluksuz bıraktı ve Tomris Uyar 4 Temmuz 2003’te ardında nice güzellikler bırakarak hayata gözlerini kapadı.
Acaba benim için yazılsaydı bunca şiir onun kadar nesnel bakmayı başarabilir miyim diye düşünüp durdum yazı boyunca. Hiçbir şey ciddiye alınmamalı diyordu bir yandan Tomris Uyar. Bir yandan adına nice şiirler yazılıyordu ve bir yandan da, o aslında evladını kaybetmiş, üstüne bu sebepten evliliğini yitirmiş acılı bir kadındı. Yazmak da ilham kaynağı olmak da hayatının ayrılmaz bir parçasıydı, evet. Ama acaba madalyonun bir de öteki yüzü vardı da, Tomris Uyar, acısından yazarak kaçıyor ve ünlü şairlerin ilham kaynağı olmaktan mı besleniyordu. Oysa okuduğu şiirler kendine yazılıyordu ve o, bir tanesini dahi okurken kibre ve gurura kapılmayı düşünmemişti.
İşte tüm bunlardan mütevellit, iyi öyküleri, İkinci Yeni Şiiri’ne yadsınamaz katkısı ile sıra dışı bir kadın, Tomris Uyar geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
1976 yılında Trabzon’un Of ilçesinde dünyaya gelen Mustafa Varank, ilköğrenimini Yedikule İlkokulu’nda, orta öğrenimini ise İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı.
1999 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu ve eğitimini sürdürmek üzere ABD’ye gitti. Tallahassee Community College’da Ağ Hizmetleri Teknolojisi alanında eğitim alan Mustafa Varank aynı zamanda Florida State Üniversitesi’nde uzman ve araştırmacı olarak görev yaptı.
Yüksek lisansını Indiana Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nde tamamlayan Varank, eş zamanlı olarak bilgi teknolojileri ve inovasyon araştırmaları yapan Indiana University Pervasive Technology Institute’te araştırmacı ve sistem yöneticisi pozisyonunda görev yaptı.
Mustafa Varank, yurtdışındaki eğitim ve çalışma hayatını 2005 yılında bitirip Türkiye’ye döndü ve Başbakanlık’ta çalışmaya başladı. 2011 yılında Başbakan Başdanışmanlığı görevine getirildi. Recep Tayyip Erdoğan’ın en yakınındaki isimlerden biri olan Varank, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte 2014 yılında Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı görevine getirildi.
Varank, Erdoğan’a kurulan böcek kumpasının ortaya çıkartılmasında kilit rol oynadı. Özellikle 17-25 Aralık süreci ve sonrasında FETÖ/PDY mensuplarının en fazla hedef aldığı isim olarak dikkat çekti.
15 Temmuz kanlı darbe girişimine katılan Özel Kuvvetlerdeki darbeci kurmayların odasında ele geçirilen notta Varank’ın ismi ve ev adresi yazılıydı. Aynı darbe girişiminde, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde bölüm başkanı olarak görev yapan ağabeyi Prof. Dr. İlhan Varank, darbeci teröristler tarafından Şehzadebaşı’nda şehit edildi. 2016 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Büyükelçi unvanı verilen Mustafa Varank, iyi derecede İngilizce biliyor. Mustafa Varank evli ve iki çocuk babasıdır.
Varak 66’ıncı hükümette Sanayi ve Teknoloji bakanı vazifesini üstlenmektedir.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Yazdıkça kafamda hayali bir karaktere bürünen, gerçek olması neredeyse imkansızmış gibi görünen sayılı insanlardan biri Elon Musk. Bir şeye yürekten inanmak, hayata geliş nedeninin o çok inandığın şey olduğunu kabullenmek ve çalışmaktan asla yorulmamak ne kadar önemli şu hayatta. Ellon Musk, bunu başarmışa benziyor ve belli ki başarmaya da devam edecek. İlk kez 12 yaşında küçük bir çocukken başardıklarını göz önünde bulundurursak, Elon, hayal ettiklerine ulaşabilmek için durmayacaktır…
Elon, 28 Haziran 1971’de, Güney Afrika’nın başkenti Pretoria’da Kanadalı annesi Maye ve Güney Afrikalı babası Errol’un oğlu olarak dünyaya geldi.
Elon, sürekli gözlerini bir noktaya sabitleyen ve asla konuşmayan bir çocuktu. Ailesi onun çok uzun bir zaman sağır sandı. Ancak çok sonra anlaşıldı ki, Elon sadece hayal kuruyordu. Annesi bu konuyu şöyle özetleyecekti yılla sonra: “Sanki zihni başka bir evrene geçiş yapardı. Bu konuda artık üzerine gitmiyorum çünkü böyle zamanlarda yeni bir roket ya da benzer bir şey tasarladığından emin oluyorum“.
Arkadaşları kendine oyunlar kurarken de Elon, yazılım programlarına olan düşkünlüğü ile ön plana çıkan bir çocuktu. Öyle hevesliydi ki, kendi çabasıyla yazılım programlamayı, kodlamayı öğrendi. Bu merakını bir işe dönüştürüp para kazandığında ise, sadece 12 yaşında bir çocuktu. Blaster adını verdiği bir uzay oyunu yazmıştı ve yaklaşık 500 Dolara sattı.
Elon, Bryanston High Scholl’un ardından Pretoria Boys High School’a geçiş yaptı ve buradan mezun oldu.
Okul hayatı boyunca acımasız çocuklarla bir aradaydı Elon. Sınıf arkadaşları tarafından şiddete uğradığı zamanlar oldu ve asla sıradan değildi. Bunlar ciddi darbelerdi. Öyle ki, Ellon, deforme olan septum bölgesinden 41 yaşında ameliyat olacaktı yıllar sonra.
1988’de Elon’un Güney Afrika ordusuna katılması gerekiyordu. Henüz 17 yaşındaydı ve orduya katılarak askerlik yapmak yerine evden ayrılmayı tercih etti. Bu kararını ise şu cümlelerle açıklayacaktı: “Askerlik yapmakla ilgili bir sorunum yok; ancak Güney Afrika ordusuna askerlik yapıp siyahi insanları bastırmaya çalışmak bana vakit geçirmek için iyi bir yol gibi görünmedi”.
Gözü Amerika’daydı; orayı “Orası muhteşem şeylerin mümkün olduğu yer” olarak tanımlıyordu. Hayalinde hep uzay vardı…
Elon, 1992’de Kingston, Ontario’daki Queen’s Üniversitesi’nde iki yıl eğitim aldı. Ancak neden sonra Pennsylvania Üniversitesi’nde İşletme ve Fizik okumaya karar verdi; Kanada’dan ayrıldı.
Üniversiteye kayıt oldu; ekonomi alanından lisans diplomasını aldı. Ayrıca Fizik alanında da yan dal yaptı. Adeta bulunduğu alandan keyif alıyordu. Doktorasını Uygulamalı Fizik ve Malzeme Bilimi alanında yapmaya karar verdi. Bunun için de Kaliforniya’da Silikon Vadisi bölgesine taşındı. Ancak doktora yarım kalacaktı.
Ayrıca üniversite boyunca kazancını ilginç bir yoldan sağladı. Elon, ev partileri düzenliyor ve giriş ücreti olarak da 5 dolar alıyordu. Kirasını ve ihtiyaçlarını bu şekilde karşıladı bir süre. İşini de ciddiye alıyordu. Bu partilerde sorumluluğunu bilir ve asla alkol almazdı.
Lisans eğitimi Elon’a çok şey katmıştı. Bunun yanında ilham kaynağı çok insan vardı. “Nikola Tesla, Thomas Edison, Steve Jobs, Bill Gates, Walt Disney”, onun fikirleriyle beynini coşturduğu insanlardı.
Çalışmaları için “İnsanlığın geleceğini en çok etkileyecek sorunlardan” üç alan tespit etti. Elon’a göre, “internet, uzay ve temiz enerji” konuları kollarını bağlamış, ayaklarını yere vurur ritimde insanlığı bekliyordu.
Elon, doktoraya 1995’te Stanford Üniversitesi’nde başlamıştı. Ancak iş hayatı da çekiyordu. Üstüne bir de henüz doktoraya başlayalı iki gün olmuştu ki, kardeşi Kimbal, ona Zip2 projesine başlama teklifinde bulundu. Elon, yeni organizasyonlar için çevrimiçi içerik yayınlama yazılımı olan bu projeye başlamak için doktorayı bıraktı.
Böylece kariyerini de başlatmış oldu. Kardeşiyle hummalı bir çalışma içine girdiler. 1999’da projelerini Compaq’ın AltaVista birimi, 370 milyon dolar nakit ve 34 milyon dolarlık hisse senedi ödemesi karşılığında satın aldı.
Attığı ilk adım başarılı olmuştu. Mart 1999’da, bir çevrimiçi finans ve ödeme servisi olan X.com’un ortak kuruculuğuna soyundu. Ertesi yıl da bu proje, Paypal’ı oluşturacaktı. Bunu 50/50 birleşme anlaşmasına dayanan bir açık arttırma sistemi Confinity’i bünyesine katarak yapmıştı.
Elon, kilit isim olmuştu. Çevrimiçi aktarım ya da P2P teknolojisine olan inancı büyüktü. Alımın organize edilmesi Elon sayesindeydi ve ona göre, Confinity alt markası olan X.com kişiden kişiye ödeme platformu kurulmalıydı. Mutlaka geliştirilmeliydi.
Bir araya gelen şirketler, alışkanlıklarını bir anda bırakamadılar; X.com’dan vazgeçememişlerdi. Sonunda Şubat 2001’de PayPal Inc. İsmini almaya karar verdiler. Bu projede Elon’un hisse payı yüzde 11.7 idi. Küresel ödeme sistemindeki süreçten finansal tekliflerin ayrılmasına kadar her yerde geçen isim de Elon Musk olmuştu. Yine PayPal’ın hızla yayılmasında da Elon’ın etkisi büyüktü. İnternette yürüttüğü büyüme kampanyaları sonuç verdi ve proje, Ekim 2002’de 1.5 milyon dolarlık hisse senedi karşılığında eBay tarafından satın alındı.
Elon’un özel hayatı, en az iş hayatı kadar hızlı ve sürükleyici geçecekti. Elon ilk olarak 2000’de Justine ile evlendi. Ancak evlilikleri 8 yıl sürdü.
Ardından 2010’da Talullah Riley ile evlendi. 2 yıl sonra boşandılar; ama sadece 1 yıl ayrı kalabildiler. 2013’te tekrar evlendiler. Ancak bu kez de yürütemediler ve 2016’da boşandılar.
Elon’un bu iki evlilikten toplamda 6 çocuğu oldu. İsimleri ise şöyleydi: Nevada Alexander, Xavier, Saxon, Griffin, Damian ve Kai.
Çocukluğundan bu yana gönlünü uzaya kaptırdığı için sıra dışı kabul edilen insanlardan biri olduğunun farkında mı bilinmez, Elon, uzayı keşfetmenin insanlığın bilincini korumasa da genişleteceğine inanıyordu. Bu, insanlık için müthiş derecede önemli bir adımdı. Kendi deyimiyle, çok gezegenli hayat, insan ırkının hayatta kalmasını tehdit edecek unsurlar için doğru bir önlemdi.
Öyle ki, bu konuda “Bir asteroid veya büyük bir volkan bizi yok edebilir. Ayrıca dinozorların hiç görmediği risklerle karşı karşıyayız; mühendislik ürünü bir virüs, yanlışlıkla oluşturulmuş bir mikro karadelik, küresel ısınma ya da sonumuzu getirecek henüz bulunmamış bir teknoloji. İnsan ırkı milyonlarca yıldır evrimleşmekte; fakat son 60 yılda atomik silahlar kendimizi tüketmek için bir potansiyel oluşturdu. Er ya da geç hayatı mavi-yeşil topun ötesine genişletmek zorunda kalacağız ya da soyumuz tükenecek” diyordu.
2011’de verdiği bir röportajda ise, “10-20 yıl içinde Mars’a insan göndermeyi umuyoruz” şeklinde konuşacaktı.
Kendisine de yapmak istediklerinin değerine de o kadar inanıyordu ki… 2001’de Mars’ta küçük bir sera kurmayı, bitki yetiştirmeyi planlıyordu örneğin. Bir sincap kararlılığında yaşadığı hayatın içinde “Mars Vahası” adını verdiği düşüncesinden, insanlığın uzayda dolaşmasını engelleyen roket teknolojisinin gelişmemesi olduğunu anladığından da vazgeçmedi. Sadece bir süre ertelemeye karar verdi. Amacına ulaşmak istiyorsa, ki istiyordu; o zaman önce yolunu ve yönünü tıkayan sorunlara çözüm getirmeliydi.
Elon Musk, Haziran 2002’de, şu an hala CEO ve CTO’su olduğu üçüncü şirketi SpaceX’i kurdu. Hızla yükseliyordu.
SpaceX, fırlatma araçları üretip geliştiriyordu. Odak noktasında roket teknolojisinin stabil durumunu ilerletmek vardı. Ürettikleri ilk iki fırlatma aracına Falcon1 ve Falcon9 roketi adını verdi. İlk uzay aracı ise Dragon’du. Elon, dünyanın ötesinde gezinmek istiyordu.
Elon, başarılarında sınırları aşmıştı. Amerika’yı her şeyin mümkün olduğu yer olarak tanımlamakta haksız değildi belki de. Elbette bunlar özünde sadece motivasyondu; cevher, Elon’un ruhunda asılı bir madalyondu ve iki yüzü de uzayı işaret ediyordu.
2011’de Space Shuttle’in kullanımını durduran şirket, yerine Falcon 9 roketi ve Drogon’u koydu. 23 Aralık 2008’de, Uluslararası Uzay İstasyonu’na gerçekleştireceği 12 uçuş için, şirket, 1.6 milyon dolar değerindeki NASA anlaşması ile ödüllendirildi. Astronot taşımak için tasarlanmış bu fırlatma araçları, hayal ettiği değere ulaşıyordu.
Eylül 2009’da Falcon1 roketi, Dünya yörüngesine uydu yerleştiren ilk sıvı yakıtlı fırlatma aracı olmuştu. Uluslararası Uzay İstasyonu’na astronot gönderimi üzerinde yoğunlaşılmıştı. Elon’un asıl hedefi ise, Mars’ın keşfi ve iskanını başarmaktı.
25 Mayıs 2012’de de, Dragon, Uluslararası Uzay İstasyonu’na girdi ve SpaceX, buraya bir araç gönderen ve yanaştıran ilk ticari şirket olarak adını tarihe yazdırdı.
Elon, ilham kaynağı olan Nikola Tesla’nın izinde kurulan Tesla Motors’un da ortak kurucularından biri olmuştu. Özellikle ürün tasarımı başkanıydı. Elektrikli araçlara olan ilgisi ise çok öncesine, çocukluk yaşlarına, Tesla’yı ilk keşfettiği zamanlara dayanıyordu. Böyle bir projeye soyunduğunda işe CEO olarak Martin Eberhard’ı işe almakla başladı. Bir yandan da başlangıcının temelinde büyük risk yatıyordu. Anaparanın neredeyse tamamını Tesla’nın ilk iki yatırım turuna harcadı.
Başarı kadar, başarısızlık da mümkündü. Bu projenin ilham kaynağı belliydi; hiçbir koşulda vazgeçmek olmazdı. 2008’de yaşanan ekonomik krizde de işte bu yüzden dayandı. Zorunlu işten çıkarmalar başlamıştı. Sonunda mecburen CEO görevinin altını da kendisi doldurdu.
Tesla Motors’un ürettiği ilk olarak ürettiği araba Tesla Roadster idi. Elektrikle çalışıyordu ve 31 ülkede yaklaşık 2500 adet satıldı. Ardı da geldi; üretimler devam etti. Bunun yanında Elon, sonunda Mercedes ve Toyota’ya sağladığı elektrik motorları ve güç aktarım organları ile uzun vadeli yatırımcı olarak bünyesine kazandırmayı da başarmıştı.
Vizyonu ise, öncelikli olarak varlıklı müşterileri kazanıp Tesla Roadster ile para kazanmak ve bu parayı daha düşük fiyatlı elektrikli araçların Ar-Ge’sine yatırmaktı. İşte bu yüzden Tesla Motors’un yola çıktığı günden beri, temel fiyatı Tesla Roasdster’in yarısı olan dört kapılı aile arabası Model S’in destekçisiydi.
Açıklanan raporlara göre, Elon’un Tesla projesinde yüzde 21 hissesi vardı; değeri ise 29 Mayıs 2013 itibarıyla 12 milyar dolar olarak belirlenmişti.
Elon’un, kuzeni Lyndon Rive’yi CEO’su ve ortak kurucusu olarak seçtiği şirketin adı SolarCity idi; Birleşik Devletler’in en büyük güneş enerjisi sağlayıcısıydı. Bu şirketi kurmaktaki asıl amacı ise, küresel ısınma ile savaşmaktı. Tıpkı Tesla’da olduğu gibi. Elon, bu şirketlere yatırım yapmasının altındaki en büyük motivasyon, çevreye karşı duyarlılığıydı.
2012’de Tesla Motors ve SolarCity’nin çatısındaki güneş panellerinin elektrik şebekesine etkisini yumuşatmak için elektrikli araç bataryalarını kullanmaya karar verdiğini açıkladı ve gerekli iş birliklerini de başlatmıştı.
Eylül 2015’te Elon, The Late Show With Stephen Colbert isimli televizyon programına katıldı ve kendisine Mars ile ilgili yöneltilen bir soruya şöyle cevap verdi: “Sonuçta, Mars’ı Dünya’ya benzer bir gezegene dönüştürebilirsiniz. Sıcaklığını artırabilirsiniz”.
Biraz daha detaylandırması istendiğinde, “Bunu yapmanın bir hızlı bir de yavaş olmak üzere iki yolu var. Hızlı yol Mars’taki çukurlara termonükleer bombalar atmak” dedi. Ancak daha sonra konuya bir açıklık getirdi ve bu fikrin sadece nükleer füzyon yoluyla Mars’ın yanında iki güneş oluşturmak olduğunu açıkladı.
Elon, sadece çevreye değil, yardıma ihtiyaç duyan herkese ya da her şeye duyarlıydı. Kazanmak istediklerinin temelinde hep bir şeylere dönüştürmek vardı.
Öncelikle başkanlık ettiği vakıftan bahsedelim; Musk Vakfı. Bu vakıf, çocuk sağlığı, bilimsel eğitim ve temiz enerji üzerine hayır işleri yapılması amacıyla kuruldu. Bununla birlikte, X Prize Vakfı’nın da yönetimi kendisine verilmişti. Burada da yenilenebilir enerjiye teşvik konusunda çalışmalar yürütülüyordu. Bunun gibi daha birçok vakfa da üyeydi ve buralarda hiçbir kâr amacı güdülmüyordu.
Sonunda Elon Musk, Nisan 2012’de The Giving Pledge’ye (Verme Yemini) katıldı ve servetinin çoğunu hayır işlerde harcayacağının yeminini verdi.
Verdiği yemin, küçücük bir çocukken kendine verdiği sözlerle eşdeğerdi sanki ve belli ki çocukluğuna dönmenin iç huzurunu da yaşıyordu. Hatta belki kim bilir Elon Musk, büyüdüğünü, çok şey başardığını ve daha başaracaklarını Nisan 2012’de dünya gözüyle görmüş oldu. Yine de şu an biliyor ve hissediyorum ki, onun gönlü dünya gözüyle görecekleriyle yetinecek kadar dar bakamıyor hayata. Görmek, bilmek, tanımak, bir selam verip dönmek istediği koskoca bir evren var.
İlhamlarına olan saygısı, sürdüğü izler ve başarılarıyla bir Elon Musk geçiyor bu dünyadan…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Bugüne en çok yakışacak isimlerden biri de kuşkusuz Sabiha Gökçen.
Bazen kalbimizin kuzeyini çocuk yaşta bulmaya mecbur oluruz ve hayat da bize karşı hamlesini yapar. Ne mutlu ona ki, Sabiha, kendi şansını kendisi yaratabilmiş; Atatürk’ün karşısına çıkıp hayallerinden bahsedebilmişti. Bundan sonrası iki kalbin doğru yerde duruşu ve ortak istekleriyle ilgiliydi işte…
O gün bir kadın doğdu yeryüzüne; adı Sabiha Gökçen oldu. Çok güzel işler başaracak, birçok ilke imza atacaktı…
Günümüz kutlu olsun diye…
Sevgimle…
(Atatürk’ün manevi kızları (soldan sağa) Rukiye, Sabiha, Afet, Zehra)
Sabiha, 22 Mart 1913’te Bursa’da, Hayriye Hanım ve Bursa Vilayet Başkatibi Hafız Mustafa İzzet Bey’in kızı olarak dünyaya geldi. Öncesinde Edirne Defterdarı olan Hafız Mustafa İzzet Bey, “Jön Türk” olduğu gerekçesiyle Bursa’ya sürülmüştü. Sabiha’nın hayatı bu şehirde başlamıştı ve burada şekillenecekti.
Hayatı aslında anne ve babasını kaybettiği zaman başladı. Onlar Sabiha daha çok küçükken ölmüştü. Sabiha’nın bakımını da abisi Neşet üstlendi.
Her insanın hayatında bir köşe başı dönüşü vardı; keskin ve baş döndüren dönüşler. Sabiha’nın köşe başından dönüşü 1925’te, henüz 12 yaşındayken gerçekleşti. Atatürk ile tanışmıştı.
Mustafa Kemal Atatürk, 1925’te Bursa ziyareti sırasında Hünkar Köşkü’nde kalıyordu ve bu köşk Sabiha’nın yaşadığı eve çok yakındı. Ne yaptı etti, sonunda Atatürk’e ulaştı ve okumayı e kadar çok istediğini iletti. Çakmak çakmak gözleri, Ata’nın gözlerinde parladı. Hayat şimdi yeniden başlıyordu. Atatürk, abisinden izin aldı ve Sabiha’yı evlat edinerek Ankara’ya götürdü. Anne ve babasını kaybettiğinde yaşadığı yıkım, Türkiye’nin Atatürk’ünde onarım bulacaktı…
Sabiha, belki de hayatının en güzel zamanlarını yaşıyordu manevi babasının yanında. Önce Çankaya İlkokulu’yla gerçekleşti okuma hayali. Ardından Arnavutköy Amerikan Kız Koleji ve Üsküdar Amerikan Lisesi’nde eğitimine devam etti.
Son derece başarılı bir öğrencilik sürdürürken rahatsızlandı ve öğrenimini yarıda bıraktı. Heybeliada ve Viyana’da tedavi gördü.
Bir yandan da yeni bir dil öğrenmek için çaba sarf ediyordu. Fransızcasını geliştirmek için bir süre Paris’te yaşadı. Bu cesaret yüklü uçarı hallerinin bir gün meslek seçiminde de onu etkileyeceğinden henüz habersizdi…
Atatürk, 1934’te kabul edilen Soyadı Kanunu üzerine, Sabiha’ya Gökçen soyadını verdi. Sabiha Gökçen, bir yıl sonra havalarda süzülmeye merak salacaktı…
1935 yılıydı. Türkkuşu’nun açılış töreninde planör gösterileri düzenlenmişti. Sabiha, işte o anda, oracıkta havacılığın tutkusuna kapıldı. Heyecanı Mustafa Kemal’i de etkilemiş olacak ki, kızına destek verdi. Sabiha, 1935’te Türk Hava Kurumu’nun Türk Kuşu Sivil Havacılık Okulu’na kaydoldu. Ankara’da yüksek planörcülük brövelerini aldı.
Kendisiyle gurur duyuyordu Sabiha, çok mutluydu. Çok mutlu ve başarılı! Öyle ki, 7 erkek öğrenciyle birlikte altı aylık yüksek planörcülük eğitimi için Kırım’a gönderildi. Eğitimini burada, “Koktebel Yüksek Planör Okulu”nda tamamladı.
Hâlâ ne çok hayali ve planları vardı. Şimdi hedefinde Moskova’da motorlu uçak okuluna gitmek vardı. Ancak bu sırada manevi kız kardeşi Zehra’nın ölümü ile sarsıldı. Planını bozdu ve ülkesine döndü.
Hayata küsmüştü Sabiha. Bir süre dünyayla bağını kopardı. Onu içine düştüğü girdaptan çıkaracak bir tek isim vardı; Mustafa Kemal. Manevi babasının ısrarları ile kendini toparladı ve yeniden çalışmaya başladı. Eskişehir Havacılık Okulu’nda Savmi Uçan ve Muhittin Bey’den özel uçuş eğitimi aldı.
25 Şubat 1936’da ilk defa motorlu uçak ile uçmaya başladı.
Atatürk kızı ile gurur duyuyordu. Eğitimi boyunca gösterdiği gayret ve edindiği başarılardan dolayı hissettiği mutluluğu Sabiha’ya şöyle aktarmıştı: “Beni çok mutlu ettin… Şimdi artık senin için planladığım şeyi açıklayabilirim… Belki de dünyada ilk askerî kadın pilot olacaksın… Bir Türk kızının dünyadaki ilk askerî kadın pilot olması ne iftihar edici bir olaydır, tahmin edersin değil mi? Şimdi derhal harekete geçerek seni Eskişehir’deki Tayyare Mektebi’ne göndereceğim. Orada özel bir eğitim göreceksin”.
Atatürk, kızı üzerinde kararını vermişti. Ancak o yıllarda kızlar askerî okullara alınmıyordu. Bu sebepten ona özel bir üniforma hazırlandı ve Eskişehir Uçuş Okulu’nda 1936 – 1937 döneminde 11 aylık özel bir eğitim aldı. Bu eğitim sırasında ilkokul öğretmeni Nüveyre Uyguç da yanındaydı. Brövesini aldıktan sonra Eskişehir’deki 1. Hava Alayı’nda altı ay görev aldı. Bu sırada Trakya ve Ege manevralarına da katıldı.
1937’de Tunceli’de bir ayaklanma çıktı. Bu ayaklanmayı bastırmak için de Dersim Harekatı başlatıldı. İşte bu harekatın hava saldırısı safhasında yer alan Sabiha, dünyanın ilk kadın savaş pilotu olmuştu.
Bu harekatta kadının şans verildiğinde neler yapabileceğini kanıtlamıştı Sabiha. Önce kendine, sonra babasına ve sonra tüm dünyaya. Başarısı ödülsüz de bırakılmadı. Harekatta göstermiş olduğu üstün başarı sebebiyle, kendisine, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın da katılımıyla “Türk Hava Kurumu Murassa Madalyası” (iftihar) takdim edildi. 30 Ağustos 1937’de askerî uçuş brövesi aldı.
Harekatın sonucunda çok insan öldürülmüştü. Bu da acı bir gerçekti. Sabiha Gökçen, yıllar sonra 1956’da Halit Kıvanç’a verdiği röportajda savaşın ortasında yaptıklarını şöyle açıklayacaktı: “Canlı ne görürseniz ateş edin! emirini almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk”.
Sabiha Gökçen, artık bir savaş pilotuydu. 1937’de, Fransa’nın Hatay’ı Suriye’ye devretmeye hazırlandığı yönündeki haberler Ankara’ya kadar ulaşmıştı. Her devlet adamının yüzünde sert ifadeler uyandıran bu haber karşısında Atatürk’ün emriyle Sabiha Gökçen bir kez daha üniformasını giydi.
Sabiha, Fransız elçisinin önünde havaya üç el ateş etti ve kararlı bir şekilde “Hatay’ın vatana katılması için gerekirse silahlanırız” dedi. Yaşanan bu olayın ardından yine Atatürk’ün emriyle Sabiha tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. Yasa gereği bir gün hapis dahi yattı.
Atatürk’ün planı tutmuştu. Sabiha Gökçen’in kararlı duruşu ile Fransızlara gözdağı verilmişti…
Ankara’da bulunan Balkan Paktı heyeti üyeleri, Sabiha Gökçen ile tanıştıktan sonra, kendisini uçakla başkentlerine davet etti. Bu davet üzerine Sabiha Gökçen, 1938’de uçağıyla beş günlük bir Balkan Turu’na çıktı. Atatürk’ün özel arzusu üzerine bu turu yanına bir makinist dahi almadan, tek başına gerçekleştirdi.
Vultee tipği bir uçakla İstanbul’dan Atina’ya, ardından Sofya ve Belgrad’a ulaştı. Bu tur sırasında Sabiha Gökçen’e Yugoslav Genelkurmay Başkanı “Beyaz Kartal” nişanı verdi.
Özel istek üzerine Bükreş’te bir de gösteri uçuşu yaptı ve 22 Haziran’da turunun 6. Gününde İstanbul’a indi. Bu tur, basında büyük yer edindi. Her yerde Sabiha Gökçen’den “Göklerin Kızı” diye bahsediliyordu. Bu kez ünü tamamen dünyaya ulaşmıştı işte.
10 Kasım 1938’de, tüm Türkiye’yi yasa boğan o haber alındı; Atatürk ölmüştü. Dünyada dahi yas oluşturacak bu haber, elbette en çok kızını üzmüştü.
Manevi babasının ölümünün ardından hayatını yeniden düzenlemeye koyulmalıydı. İlk iş kadınların orduda görev yapmasına ilişkin bir yasa çıkmadığından ordudan ayrıldı. Türkkuşu Uçuş Okulu’na başöğretmen tayin edilmişti. Kendisi gibi cevval pilotlar yetiştirmenin gayretine düştü. Bu görevi 1955’e kadar sürdürdü. Bu süreçte Türk Hava Kurumu Yönetim Kurulu’nun da üyesiydi. Tüm hayatı boyunca 22 değişik hafif bombardıman ve akrobatik uçakla uçtu.
Sabiha, Hava Okulu’nda Askerî Coğrafya ve Topoğrafya Öğretmeni Üsteğmen Kemal Esiner ile 1940’ta evlendi. Kocasına kendi soyadını vermişti.
Ancak evlilikleri sadece 3 yıl sürecekti. Sabiha, kocasını 12 Ocak 1943’te kaybetti.
Sabiha Gökçen, 1953 ve 1959’da, ABD’ye davet edildi. Türk toplumu ve özellikle de Türk kadının tanıtmak için büyük bir Amerika turu düzenledi. Kadınları temsil eden tüm başarılarının izlerini alnında gururla taşıdı.
1996’da, 83 yaşındayken Fransız Pilot Daniel Acton eşliğinde Falcon 2000 uçağı ile uçtu. Bu onun son uçuşuydu. 1996’da havacılık kariyerinde en büyük ödülü aldı. Amerikan Hava Kurmay Koleji’nin mezuniyet töreninde düzenlenen “Kartallar Toplantısı”nda onur konuğu olarak katıldı. Maxwell Hava Üssü’nde “Dünya tarihine adını yazdıran 20 havacıdan biri” seçilmişti. Bu ödüle layık görülen ilk ve tek kadın havacı olmanın gururunu da yaşamıştı.
Sabiha, 3 Mart 2001’de, Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi’nde genel rahatsızlıkları sebebiyle tedavi görmeye başlamıştı. Bir ay kadar süren tedavinin ardından, midesinde kanama ve beyninde pıhtı oluşumu görüldü. 22 Mart 2001, saat 08.15’te kalp ve solunum durması sonucunda hayata gözlerini kapadı.
Kadının elinin hamuru ile hiçbir işe karışmaması savının hep gözde olduğu şu dünyada Sabiha Gökçen, kocaman kalbinde biriktirdiği cesareti ile şu hayatta bir savaş pilotu olarak yer aldı. Kimselerin cesaret edemediğine yeltenmiş, susup kabullenmesi gereken ne varsa püskürmüştü. Belki bunun için bazen çok acımasız olduğu zamanlardan da geçti. Ancak bu hayatta kalıcı izler bıraktığı da bir gerçekti…
Gökyüzünde ruhunun kanatları ile uçan, manevi babasını da kalbini de gururlandıran bir Sabiha Gökçen geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
En son ölüm yıl dönümün için anmışız seni; ama bugün senden bahsetmek daha güzel. Çünkü bugün “İyi ki doğdun! İyi ki seni tanıdık!” dediğimiz o güzel gün…
…
Bugün hepimizin babası Nejat Uygur’un sonsuzluğa uğurlanışının yıl dönümü. Hep kahkahalarla anılmak isteyen bir adam olarak doğmadı belki, gülmenin değerini anlaması zamanını aldı. Ama olsun bunu bilerek ve hatta yıllarca yaşamış olarak doğdu.
Televizyonda çocuk aklımla tekrar yayınlarını izlerdim tiyatro gösterilerinin. Tabii şimdi internet daha yaygın kullanılıyor. Ama ne bileyim, Nejat Baba’nın hakkında daha detaylı bilgilere ulaşıp, bir de hayatını yazma imkânı bulunca kendimi 90’lar kuşağından olduğum için ayrıca şanslı hissettim. Dilerim miras bıraktığı kahkahalar bir gün hepimizi sarar.
İyi ki o güzel gönlünle var oldun Nejat Baba!
İyi ki bu dünyadan o güzel kahkahanla geçtin!
İyi ki dünyaya geliş nedenini, sen zamanından önce buldun…
Keyifli okumalar…
Nejat, 10 Ağustos 1927’de Kilis’te Fikret Naciye Hanım ve Behzat Bey’in ortanca çocuğu olarak dünyaya geldi. Naciye Hanım öğretmen, Behzat Bey de subaydı.
Babasının görevi dolayısıyla Anadolu’nun çeşitli şehirlerini görerek büyüdü. İlkokula Siirt’te başladı; Ezine ve İntepe’de devam ederek tamamladı. Her müsamerede rol alan bir çocuktu. İlkokulu tamamladıktan sonra, Nejat, ailesinin gezdiği şehirler dolayısıyla ortaokulu Sarıyer ve Çanakkale’den geçerek Manisa’da tamamladı.
Farkındalığı yüksek bir çocuktu Nejat. Mesleğine bile karar vermişti, pilot olacaktı. Çocuk aklı, uçmanın gizemini keşfetmiş, bunu bir an önce gerçekleştirmenin peşindeydi. Üstelik abisi Zeki Ayhan’da kapılmıştı bu sevdaya. Bir gün abisiyle karar verdiler; uçacaklardı. Manisa’da oldukları yıllardı. Yatak çarşaflarını alıp olanca güçleriyle uç uca bağladı iki kardeş. Planları da hazırdı; yüksek bir yer bulup oradan uçacaklardı.
Gözlerine kestirdikleri, uçmaya yetecek kadar gördükleri bir yüksekliğe çıktılar. Tecrübe pilotu elbette abiydi; önce o atlayacaktı. Gözü kara Zeki Ayhan, hiç düşünmeden kendini boşluğa bıraktı ve… Yere çakıldı! Abisinin uçacağını büyük bir hevesle bekleyen Nejat da bu manzara karşısında dersini almış bir şekilde abisinin yanına ayaklarını kullanarak indi; Zeki’nin ayağı kırılmıştı. Pilotluğun düşündükleri gibi bir şey olmadığına acı bir şekilde karar verdiler böylece…
Nejat’ın kurduğu hayaller bitmeyecek, bir gün “Nejat Uygur” olmak istediğini anlayana kadar başka hülyalara da dalacaktı. Zeki Ayhan da, Türkiye’de Deniz Kuvvetleri’nde Tabip Albayı olacak; emekliliğinden sonra da Amerika’ya yerleşecek ve ünlü bir beyin cerrahı olarak anılacaktı…
Nejat, 1943’te, Sarıyer Halkevi’nde boksla spor yapmaya başladı. Büyümek için çırpınan gencecik bedeni ringe çıkmakla yetinmedi; atletizme, sonra su topuna da merak sardı derken aynı zamanda iyi bir at binicisi de oldu.
Tüm bu çocukluk zamanlarından sonra, Nejat, “Güzel Sanatlar Akademisi, Heykel Bölümü”ne girdi. Hâlâ kendini tam olarak keşfetmiş değildi; mezun olmadı. Onu bekleyen bambaşka bir hayat vardı, hissediyordu.
Nejat’ın gençlik döneminde herkeste Amerika’ya gitme isteği çok yoğun bir şekilde seyrediyordu. Nejat uçamamıştı belki ama yüzen bir geminin içinde olabilirdi; Nejat, gemici olabilirdi…
Hiç vakit kaybetmeden bir liman cüzdanı çıkarttı ve gemici oldu. Bu gemicilikte başlayan bir serüvenle Nejat’ın aslında insanların yüzünü güldürmeye tutkuyla bağlanışının hikâyesi olacaktı.
Mesela Panama şilebinde çalıştı. Gemide kimsenin canı sıkılmıyordu; çünkü Nejat oradaydı. Onun anlattığı fıkralar, yaptığı taklitler herkesi öylesine güldürüyordu ki… Bu gülüşler, Nejat’ın da içini ısıtıyordu.
Sonra askere gitti. Mekân ve Nejat’ın görevleri değişiyordu belki, ama değişmeyen bir şey vardı: İnsanların yüzündeki gülüş! Nejat, artık ne yapmak istediğine karar vermişti. Nerede olursa olsun, O, hep insanları güldüren yüz olmalıydı.
Bu tutku içinde büyüdü, büyüdü, büyüdü ve kocaman bir tutku oldu…
Nejat, Sarıyer Halkevi’nde sadece spora başlamadı; hayatını geçireceği uzun soluklu mesleğinin ilk adımını da burada “Avni Dilligil Tiyarosu”nda attı. Ustalarından bir diğeri de ünlü tuluat sanatçısı “Ahmet Yekta” idi.
Artık ne yapmak istediğini biliyordu ve bunun için nerede bulunması gerektiğini de. 1949’dakurduğu “Nejat Uygur Tiyatrosu” profesyonel olarak oyunculuk yaşamını başlattı. Ömrümüze ömür katacak kahkahaların yayılmasının da başlangıcıydı bu.
En güzel yanı, onu keşfeden biri yoktu. O, Nejat olarak Nejat’ın iç dünyasını, kim olduğunu ve daha da önemlisi kim olmak istediğini keşfetti. Örnek aldığı, çok sevdiği emektar tiyatrocular oldu elbet. Bunlardan en özeli, “İsmail Dümbüllü”ydü. 60’lı yıllarda, Şehzadebaşı’ndaki “Güneş Sineması”nda oynuyordu Nejat. Yılbaşlarında, Ramazan zamanlarında İsmail Dümbüllü, hep onu izlemeye gelir ve takdirini de alkışını da, hatta gururunu da esirgemezdi.
Nejat, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun içine doğmuş ve onun her bir harfini hissederek yutuyordu. Ailesinin, sevenlerinin, senin, benim, herkesin ondan öğrenecek çok şeyi vardı ve bu öğretiler gülüşlerle taşındığından asla zamanın içinde kaybolmayacaktı…
Nejat ve Necla, 1950’de evlendi. Bu evlilikten, 13 yıl süren Anadolu turneleri sürecinde, deyim yerindeyse, aslanlar gibi beş oğulları oldu. Onlara, “Ahmet, Süheyl, Süha, Kemal ve Behzat” adını verdiler. Süheyl ve Süha ikizdi.
Nejat, gülüşlerinin verdiği tatla eğlenceli; tiyatro yapmanın verdiği sorumlulukla da otoriter bir babaydı. Bu ince çizgiyi çocuklarına öyle doğru aktarmıştı ki, çocukları onun sevgisinden asla şüphe etmedi.
Ne şanslı çocuklardı… Bazı akşamlar ya plak dinlerler ya da film izlerlerdi mutlaka hep beraber. Çocukları haftanın iki üç günü babaları eve film getirecek diye, heyecanla beklerdi. Bazı akşamlar da, ki buna ve fotoğrafına bayılıyorum, bütün aile kitap okurlardı.
Çocuklukları, kulislerden oyunları izleyerek ve otel odalarında geçti. Oyuncu anne ve babaya sahip olmak böyle bir şeydi demek. Bu geçen zamandan sonra babasının izinden giden, Nejat Uygur’un deyimiyle, “Armut ağacının dibine düşmüş” olan çocukları Süheyl ve Behzat oldu. Bugün tanınan ve hala tiyatro yapmaya devam eden mükemmel kardeşler…
,
Nejat Uygur’un tiyatro yolculuğu 60 yıldan fazla sürecekti ve bu yıllar öyle kolay, hep gülerek geçemezdi. Hayatın kanuna, insanın doğasına uymazdı bir kere.
Onun tiyatrosu, iki darbe dönemini de gördü. Hatta bir turne sırasında darbe olunca, baktı ki ekibi aç kalıyor Celal Bayar’ın maskını yapıp satmaya başladı. Yapmasın da ne yapsındı; sadece soyadını taşıyan ailesinden sorumlu değildi ki. İyi bir tiyatrocu olarak ayakta kalmanın, iyi bir insan olmanın zorlukları olacaktı elbet.
1974’te de İzmir’delerdi tiyatro için. Kıbrıs çıkarması oldu ve karartma olduğu için bütün tiyatrolar ayrıldı. Ama Nejat Uygur, tiyatroyu kapatmadı; oyununu mavi ışıkta oynadı. Bu sefer çocukları büyümüş, birer genç olarak yanındalardı, gücünü daha sağlam buluyordu kalbinde. Yeri geldi elbisesini sattı, oyuncuların yevmiyelerini ödedi; asla işinin başından ayrılmadı. Çünkü insanların en çok ihtiyacı olan şeyin ne olduğunu biliyordu; gülmek!
Çocuklarına da, eğitiminden geçen bütün oyunculara da ayırım yapmaksızın aynı öğüdü verdi Nejat Uygur: “Bu işi yapacaksanız kesinlikle pes etmeyeceksiniz; meşakkatli bir iştir”.
Komedi, toplumun sorunlarına ve sıkıntılarına değinmenin en etkin yoluydu. Türk Tiyatrosu’nda hicvin yeri hep oldu; ama Nejat, hep daha çok pencere açıp bakmak gerektiğine inandı. Mizahını yapacağın siyasetçi her kimse, o da bu mizaha gülebiliyorsa, işin içinde hakaret yoksa tamamdı.
Başka türlüsünü asla yapmazdı.
Nejat Uygur, asla sıradan bir oyuncu değildi. Çünkü O, sanata devrim niteliğinde yenilikler kazandırdı. Bugün her birimizin severek izlediği televizyon programlarının önünü açan isimdi O. “Evinde Tiyatro” diye girdi söze önce. Televizyonunu açan herkes, bilet almada tiyatro izleyebilecekti. Madem bu televizyon denen merete bu kadar çabuk bağlanılmıştı; bari işin rengi kahkahalara boğulsundu.
Hem artık sinemanın da tiyatronun da yerini almıştı bu televizyon. Ekonomik imkânlar daraldıkça insanlar eğlenceyi bu küçük kutuda bulmuştu. Nejat Uygur da, tiyatronun kurtuluş biletinin bu kutuda olduğunu fark etti ve televizyona programlar hazırladı.
Ayrıca bir döneme de “Devekuşu Kabare” gibi büyük oyunları video kasetleri damga vurdu. Yeni bir çağ başlamıştı tiyatro için. Nejat Uygur, tiyatro formatında televizyon programları ile bir akşam vakti, ailecek çay-çekirdek ya da meyve keyfi yaparken ekrandan yüzümüzü güldürecekti.
Onunla en çok özdeşleşen oyunları ise, “Minti Minti” ve elbette “Cibali Karakolu” olacaktı…
Nejat Uygur, gerçekten “efsane” diye anılacak mükemmel bir isimdi. 60 yılı aşkın sanat hayatı boyunca, 2 kez ABD, 4 kez Avrupa ve 35 yıla yakın da Anadolu turnesi yaptı. Ona göre tiyatro denilen şey sadece İstanbul, Ankara, İzmir’de değil; her yerde, her insana yapılmalıydı. Sonuçta herkesin canı candı, patlıcan değil.
Televizyonda da yine tiyatrodan kopmadan bulundu tabii; ama sinemada da bulundu. Tunç Başaran’ın yönetmen koltuğuna oturduğu 1970 yapımı siyah beyaz bir film olan “Cafer Bey”de, başrol oynadı. 1971’de “Cafer Bey İyi, Fakir ve Kibar”da başroldeydi ve bu sefer bir Feyzi Tuna filmiydi. Ardından 1974’te “Cafer’in Nargilesi” ile yine başroldeydi ve bu kez bir Fikret Uçak filmi olarak tamamlandı.
2000’lere geldiğimizde yaş almış; ama performansından hiçbir şey kaybetmemiş usta bir sanatçıydı Nejat Uygur. 2004’te Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele Tuuba”sında; 2007’de de Mahsun Kırmızıgül’ün “Beyaz Melek” filminde oynadı.
Sanat yaşamı boyunca 50’den fazla ödül aldı büyük ustamız, babamız Nejat Uygur. Ben günümüze yakın olanlarından bahsetmek istiyorum.
1998’de Kültür Bakanlığı, Nejat Uygur’a “Devlet Sanatçısı” unvanını layık gördü, ki bunu kesinlikle hak etmişti.
1999’da “22. Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri’nde “Belkıs Dilligil Onur Ödülü”nü aldı. Hocasının adının verildiği bir ödül töreninde ödül almak çok onur verici olsa gerekti. 2006’da “Kemal Sunal Kültür Sanat Ödülü” gecesinde “En İyi Tiyatrocu” seçildi. 2007’de ise, “Altın Kelebek TV Yıldızları Yarışması, Tiyatroya Destek Yılı Özel Ödülü”nü büyük ustaya uygun gördü…
Nejat Baba, 10 Eylül 2007’de, beyin damarlarında meydana gelen bir tıkanıklık sebebiyle vücudunun sol tarafında oluşan kısmi felç geçirdi. Verilen bilgilere göre, sol kolunu hareket ettiremiyor, bacağını ise çok az hareket ettirebiliyordu. Ancak konuşması ve yüzünde oluşan kaymaya rağmen gözlerindeki gülüşte bir şey değişmemişti.
Daha sonra, bir zaman sonra işte, Süheyl ve Behzat Uygur kardeşler bir açıklama yaparak babanın artık geçmişiyle yaşadığını söylediler. Anneleri Necla Hanım, bir an olsun elini bırakmadı sevgilisinin. Gözlerinin içine hep sevgisiyle, aşkıyla baktı…
31 Ocak 2005’te hayatını kaybeden İsmail Hakkı Şen’in cenazesinde ona uzatılan bir mikrofona şunları söylemişti Nejat Baba: “Bir bakmışsınız benim cenazemde başka sanatçılarla röportaj yapmışsınız. Gün gelecek bütün tiyatro sanatçıları İsmail Hakkı Şen gibi, benim gibi ölecek. Tiyatro perdesi üstümüze üstümüze yıkılacak hatta. Seyirci üzülmesin. Ben ve benim arkadaşlarım, onların bütün kederini alıp götürecek. Onlara sadece gülmek kalacak”.
Sonra böyle oldu işte. Nejat Uygur, 18 Kasım 2013 saat 19.57’de, solunum yetmezliği sonucu Kavacık’ta bir hastanede tiyatro perdesinin üzerine örtülmesiyle dünyaya gözlerini kapadı; 86 yaşındaydı. Cenazesi Teşvikiye Camii’nden kaldırıldı ve Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.
Söylenecek ne çok sözcük var; hepsi gerekli, hepsi boş gibi. Şimdi tam da onun istediği gibi üzülmek vakti değil aslında. Bir gün öldüğünde bütün yaşamı boyunca olduğu gibi sadece ailesini değil, bizleri de düşünmüş sonuçta. Şimdi sadece onu güzel güzel anma, dualar gönderme vakti…
Bol gülüşü, içten kahkahaları, hepimizi düşünen o güzel kalbiyle bir Nejat Uygur geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Ve son söz, ustaya ait olsun istiyorum ve kendisinin cümlesiyle iletiyorum:
“Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden, ortancaların da alnından öperim”.
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bir gece sevgi duvarını aşıp, insana sevmenin ve doğanın güzelliklerini şiir yoluyla anlatan adam, Can Yücel.
Şanslı bir çocukluk ve eğitim sürecinin ardından hayatının aşkını buldu Can. Onunla tam 43 yıl geçirecek kadar da şanslıydı.
Kendine has bir havası vardı hep. Can Babası oldu sevenlerinin. Sesinden dinlediğimiz her şiiri, hani denir ya, içimizin dokunulmaz denilen yerlerine dokundu sanki.
Biz onu sevdik, o sevmenin ta kendisini. Sevdiği ne varsa kendisine yakıştırdı, Can yaptı onları sonra. Öyle ki, bir günebakan çiçeğinde, Datça’nın güneşinde hala onun varlığının kokusu dolanır belki de, biz anlayacak duygusallığa erişemeyiz…
Çocukluğu ve eğitim hayatı
Can, 21 Ağustos 1926’da, eğitim alanında önemli bir isim ve bir dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel’in oğlu olarak İstanbul’da dünyaya geldi.
Adeta babasından gelen bir genle okumaya, yazmaya çocukluktan düşkündü.
Can’ın ilk ve orta eğitiminin ardından liseye başladığında artık Ankara’da yaşıyorlardı. Can, Ankara Atatürk Lisesi’nde lise eğitimini aldı. Buradaki en önemli kazancı, Gazi Yaşargil’di. Bu dönemde lisede sınıf arkadaşı olan Gazi, önemli bir bilim adamı olacaktı.
1943’te Can ve Gazi yurt dışında eğitim bursu kazandı. Ancak bu dönemde Can, babası Hasan Ali Bey Milli Eğitim Bakanı diye bursu kabul etmek istemedi. Çünkü hakkında “Babasının torpiliyle burs kazandı.” diyecekler diye çok çekiniyordu. Gazi bunu öğrendiğinde, bu bilginin doğru olmadığı ve iki ailenin de kendi imkanlarıyla çocuklarını yurt dışına eğitime gönderdiğine dair açıklama yaptı.
Can, bu burs neticesinde Ankara Üniversitesi’nde Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Klasik Filoloji Bölümü ile başladığı üniversite eğitim hayatını Cambridge Üniversitesi’nde Latince ve Yunanca eğitim alarak tamamladı.
Yurt dışı eğitimi ona birçok kapıyı da açmıştı. Bundan sonraki süreçte öğrendiği dil sayesinde çevirmenlik yapacaktı mesela. Avrupa’nın birçok şehrinde yaşadı Can ve ülkesine geri döndü. Döndüğünde Kore Savaşı çıkmıştı. Bu dönem yaşanırken, 1953’te askerliğini de Kore’de yaptı.
Askerlik sonrası tekrar İngiltere’ye döndü. 1953 – 1958 yılları arasında Londra BBC’nin Türkçe bölümünde spikerlik yaptı. 1963’te Türkiye’ye döndüğünde aldığı dil eğitimi sayesinde bir süre Bodrum’da turist rehberliği yaptı. Bundan sonra da bağımsız çevirmen ve şair olarak İstanbul’da yaşayacaktı.
Can, edebiyatta başlangıcı şiirle yaptı. 1945’te şiirlerini artık dergilerde yayınlamaya başlamıştı. 1945 -1965 arasında “Yenilikler, Beraber, Seçilmiş Hikayeler, Dost, Sosyal Adalet, Şiir Sanatı, Dönem, Ant, İmece, Papirüs” dergilerinde yazdı.
Ayrıca “Yeni Dergi, Sanat Emeği, Yeni Düşün, Birikim”de yazdığı şiir, yazı ve çevirileri ile tanındı.
Ama 1950’de bu dergilerde o zamana kadar yayınladığı seçme şiirlerini topladı ve “Yazma” adını verdiği ilk şiir kitabında topladı.
İlk şiirlerinde daha çok uyaklı yazım dikkat çekiyordu. Duygusal bağlamda ise her şiirinden adeta “coşku” çağlayarak yükseliyordu. Her zaman geleceğe güvenle bakan, umut dolu bir Can okunuyordu şiirlerinden.
Ancak ilk kitabından sonra bu ona yetmedi. Yeni arayışlara doğru yol almak niyetine düşmüştü.
Can, 1954’te Güler ile evlendi. Evinde aşk pişirip şiire dökeceği kadını bulmuştu. Yıllar sonra Güler’in Can’ın ölümünün ardından söyleyeceği gibi, milyonlarca döl hücresi arasından oluşmaları yetmemiş, bir de birbirlerini bulmuşlardı yeryüzünde.
Her zaman birlikte yaşanması zor bir adam olsa da Can Yücel, bu evlilik bilfiil 43 sene, Can Yücel ölene dek devam etti. Onlarınki tek solukluk büyük bir aşktı.
Bu evlilikten kızları Güzel ve Su ile oğulları Hasan dünyaya geldi. Ailesine fazlasıyla düşkündü Can Yücel. Bağlılığını her fırsatta dile getirdi ve onlara “Küçük Kızım Su’ya”, “Güzel’e” ve “Yeni Hasan’a Yolluk” şiirleriyle sonsuz sevgisini hediye etti. Kitaplarından birine de “Maaile” adını vermişti. Onun şiirlerinde her zaman sevdikleri ve sevginin kendisi vardı.
Can Yücel, hiciv gücü yüksek bir dil ustasıydı. Kendine has bir hava ile kendi şiirini beslemeyi iyi biliyordu. Sözcüklerle dans ediyor, geniş kültürlere yayılıyordu. En çok halk ağzını benimsedi.
1959’da “Her Boydan” adını verdiği şiir kitabında dünya şairlerinin şiirlerini kendi özgün cümleleriyle çevirmiş, çok da başarılı olmuştu.
Şiir değildi tek derdi, insan içine çıksın istiyordu sevdiği şeyler. Hatta kendisi çıkartsın istiyordu. İşte bu yüzden tiyatro oyunu çevirileri de yaptı. Çevirisini yaptığı isimler arasında “Shakespeare, Brecht ve Lorca” da vardı.
Can, öylesine kendine has bir havayla yazıyordu ki, bu durum çevirilerine de bulaşmayı bildi. Özellikle Shakespeare’in eserlerini çevirirken aslına bağlı kalamayıp, adeta yeniden yaşayarak yazıyordu. Öyle ki, Shakespeare’nin ünlü sözü “to be or not to be” yi kendi öz Türkçesi’ne “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin” şeklinde çevirdi. Kuşkusuz bu onun soluksuz kurduğu en anlamlı cümlelerdendi.
Can Yücel, 1962’de İngiltere’de olduğu yıllarda, Latin harflerle taş baskı olarak basılmış bir Türkçe dilbilgisi kitabı buldu ve bu oldukça ses getirdi.
Can, şiirlerinde argo anlatıma ve müstehcen sözlere sıklıkla yer veriyordu. Bu nedenle fazlasıyla ilgi çekiyor ve zaman zaman da yeriliyordu. 1965’ten sonra da siyasal konularda yazmaya başlamıştı. Artık o dobra cümlelerinden nasibini siyaset de almıştı.
Evlendiği sıralarda “Che Guevara” tarafından yazılmış olan “Gerilla Savaşları ile İnsan ve Sosyalizm” adlı eserlerini dilimize çevirdi. Bu kitaplar sıkıyönetimde yargılandı. 12 Mart döneminde Che Guevara ve Mao’dan yaptığı çeviriler beraberinde 15 yıllık bir hapis mahkumiyetini getirdi. Neyse ki, bu mahkumiyet 1974’te çıkan genel afla sona erdi.
Dışarı çıkar çıkmaz yaptığı ilk iş “Bir Siyasinin Şiirleri” adını verdiği kitabı çıkarmak oldu. Bu Can Yücel’in üçüncü şiir kitabıydı. Kara mizah kol geziyordu şiirlerinde. Bazı şiirlerinde de tarihsel ve günlük olaylar bir arada dans ediyordu sanki. Bu kitabında cezaevindeki gözlemleri, dışarının durumu, duyguları ve hissettiği ne varsa politik kimliğini sorgulayarak yazmıştı.
İstanbul’da “Vatan, Demokrat ve Söz” gazetelerinde köşe yazıları yazdı.
Buradan sonra önce İzmir’e taşındı; sonra da kendisi ile özdeşleştirdiği Datça’ya yerleşti. Bir yandan da “Leman ve Öküz” dergilerinde yazılarını yazmaya devam etti.
1996’da kurulan Emek Partisi’nin de kurucu üyeleri arasındaydı. “Hava Döndü” adını verdiği şiiri, partinin marşı olarak kullanıldı. Yine bu yıllarda, bırakmadığı siyasi yazılarla, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e hakaret ettiği gerekçesiyle yargılandı. Hatta 1999 seçiminde, Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nden İzmir 1. Sıra Milletvekili adayı olacaktı. O politik kimliğini her platformda belli etmekten asla kaçınmadı.
12 Eylül 1980 darbesi üzerine yayınladığı kitabı “Rengahenk” de müstehcen olduğu gerekçesiyle toplatıldı.
Can Yücel, 1973’te ikinci şiir kitabını çıkardı; adı, ‘’Sevgi Duvarı”ydı. Esas aldığı konu insan ve doğa ilişkileri oldu. Üstelik tam istediği gibi aradığı imge – sözcük – anlam üçlüsünü de tüm şiirlerinde dengelemeyi başarmıştı.
Gökte bol çelikle salınan uçaklar uçuyordu kalbinin gökyüzünde. Çünkü Can Yücel, bir gece sevgi duvarını aşmış ve yüreğini birçok sevginin misafir odası yapmıştı.
Bu şiiri daha önce birçok kez okumuşsunuzdur Can Yücel seviyorsanız. Ama bir de şimdi tüm yüreğinizi sevgiyle doldurmayı başararak okuyun. Sevgi denen illete bulaşmış da kurtulamamış gibi. Bahtınızın her karesini görerek…
“Sen miydin o, yalnızlığım mıydı yoksa
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür
Salonlar, piyasalar, sanat sevicileri
Derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni
Yakanda bir amonyak çiçeği
Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi
Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
Çöpçülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi
Baktım gökte bir kırmızı bir uçak
Bol çelik bol yıldız bol insan
Bir gece Sevgi Duvarını aştık
Düştüğüm yer öyle açık seçik ki
Başucumda bir sen varsın bir de evren
Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
Yalnızlığım benim çoğul türkülerim
Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi”
Şiir yazmak, düşünmek, sevmek gibi sevdiği ve iyi yaptığı bir şey daha vardı Can Yücel’in: Sigara ve rakı. Adeta bir bütündü bu ikiliyle.
Her ne kadar Can Baba uyumlu ve tutarlı davransa da, doktorlar ona sonunda “ağız boşluğu kanseri” teşhisi koydu. Ancak hastalığının adını öğrendikten sonra da bu zevkinden mahrum kalmak niyetine dahi düşmedi.
12 Ağustos 1999’da tedavi gördüğü Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi’nde gözlerini sonsuzluğa kapadı.
Vasiyetini sevgili eşi Güler Yücel’e bırakmıştı. İsteği ömrünün son 10 yılını geçirdiği, Datça’ya gömülmekti. “Mekanım Datça olsun, öldükten sonra beni buraya gömün” derdi.
Cenazesi dönemin Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın öncülüğüyle Datça’ya en sevdiği günebakan çiçekleriyle uğurlandı. Büyük Gölcük depreminin meydana geldiği tarihte, 17 Ağustos 1999’da defnedildi.
Ancak sonrası pek güzel ilerlemedi. Can Yücel’in bedeni Datça’da toprak olabildi, ama şarap içiyordu gerekçesiyle yıl dönümünde anma törenlerine izin verilmedi. Hatta bir süre sonra mezar taşı da parçalandı. Mezarının yakınlarında buluna “Can Evi” adı verilen alan da bir süre sonra kapatıldı.
Sonu her ne olursa olsun, geriye şiirleri ve o güzel sesi kaldı. İnsanlığı anlamanın yolunun sevgi olduğunu anlatan şiirler bıraktı.
İyi ki…
Can Yücel ve Güler Yücel herkese çok az nasip olanından güzel bir aşk yaşadı. Böyle olunca da sevdiğinin ölümünü kabullenmek, onu bir daha göremeyeceğini bilmek bir hayli güçtü. Güler Yücel de sevdiği adamın ardından işte bunları yazdı:
“Yine Ağustos geldi, yine incir sıcağı, toprak güneş kokuyor. Yine bademler çatladı, yibe cırcır böcekleri caz yapıyor; yediveren limon salkım salkım. Taşçı Mehmet yerli tohumdan on dönüm karpuz ekmiş yine… Hani vasiyet etmiştin ya ona “Yerli tohum bankası kurun” diye; sözünü unutmamış. Muhtar yine seni anlatıp duruyor. Yaşadığımız yeri görmek için insanlar akın akın evimize geliyor. Hasan geldi, Güzel ve Su geldiler, bir sen yoksun…”
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
“Ne hayatlar var ya hu!” diye en son ne zaman iç geçirdiniz? Ben sanırım bu biyografiyi yazarken. İzlediğimiz her film karesinde nasıl da gerçekten uzaklaşıyormuş insan, yazarken bir kez daha anladım. Öylesine zor bir hayatmış ki Cüneyt Arkın’ınki, her şeyden önce hiç vazgeçmeden yoluna devam etmeyi bildiği için tebrik etmek gerek kendisini.
Gerçekten de her güzel şeyin ardında sonsuz bir emek var. Bunu Cüneyt Arkın’ın yaşamını okuduğunuzda bir kez daha anlayacaksınız. Ben kendi payıma onun yaşamından almam gerekeni aldım. Umarım sizin de kalbinizde ve aklınızda nice güzel duygu uyansın…
Her zorluğun üstesinden gelip hayallerinden vazgeçmediğin için, anne sözü dinlediğin için, koyun kokusunun emeğini kendi değirmeninde sabırla öğüttüğün için çok teşekkür ederim. Şimdi biliyorum ki, tüm bu güzel filmlerin, hayat verdiğin onca karakterin sebebi hep bunlar…
İşte bu yüzden eminim bu hastane günleri de geçecek. Hem sonra, gerçek yıldızlar da zaten hiç kaybolmayacak…
Cüneyt, 8 Eylül 1937’de, Eskişehir’in merkezine bağlı Karaçay köyünde Halise Hanım ve Hacı Yakup Bey’in on üç çocuğundan biri olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona “Fahrettin Cüreklibatır” adını verdi. Babası Hacı Yakup Bey, Kurtuluş Savaşı’na katılmıştı ve aslen Nogay’dı. Nogaylar, Astrahan yöresinde Nogayca konuşan Türk boylarıydı.
Yakup Bey, ince uzun bir adamdı. Okumamıştı. Ama içine doğup büyüdüğü doğa, onu öylesine sabırlı ve bilgili yapmıştı ki… Kocaman elleriyle toprak kadar sabırlı bu adam, koyundan kuşa her hayvanı, ekinleri, yıldızları, yağmuru çok iyi tanırdı. Bereketli elleriyle otlardan ilaçlar yapıyor; doğanın ona öğrettiği ne varsa, o da çocuklarına aktarmaya çalışıyordu. Yıllar sonra “Cüneyt Arkın” olup ünü ülkesini aştığında Cüneyt, anasını, babasını sevgiyle ve sabırlarına duyduğu hayranlıkla anlatacaktı. Yoksulluğun onların hayatına getirdiği acı, insanı taş ederdi. Onlar ise, kalbinin kuzeyini sevgiden şaşırmayan o güzel insanlar oldular…
“Bak ekinler büyüyor oğlum, seslerini duyuyor musun?” diyordu babası oğluna. Yakup Bey, ekinlerin büyüme seslerini duyuyor, oğluna da dinletiyordu. Anadolu insanının emek kokan hayatı vardı onda. Sürekli bozkır güneşine bakmaktan gözleri hep kısıktı ve yüzü kırışıklıklarla doluydu.
Anacığı Halise Hanım, on üç çocuk doğurmuş; ancak yoksulluktan, bakımsızlıktan, biraz da cahillikten onunu toprağa vermişti. Onun da elleri hep çalışmaktan kocaman kocaman nasırlar tutmuştu. Öylesine sessizdi ki… Cüneyt, yıllar sonra anacığından ise, “Asla şikayet etmez; varla yok arasında yaşardı” diye bahsedecekti. Kına ile kapatmaya çalıştığı o nasırlı elleri, kurban olunası, öpülesi, sevilesiydi…
3 koyunları vardı, geçim kaynakları sayılabilecek. Cüneyt, sıfır numara saçları ve güneşten yanmış kapkara yüzüyle bütün gün o koyunların peşinde koşturuyordu. Yokluk ve acının gerçek tanımını öğrenerek yaşadığı çocukluk, neyse ki sevgi doluydu.
Hayatta kalmayı başarmış üç kardeştiler. Yani en azından büyümeyi başarmışlardı. Büyük ablası, annesine benziyordu Cüneyt’in gözünde. Güçlüydü, çalışkandı ve onun da elleri nasır tutmuştu. Kınalı elleriyle ablası, ne çocukluğunu ne de genç kızlığını yaşadı. Cüneyt, hep sessizce, gizli gizli ağladığını düşünürdü ablasının. Onun hayatı yaz kış koyunların peşinde koşmaktan ibaretti. Çok sevdiği ablası bir hastalığa yakalandı ve doktorun olmadığı bu koşullarda yok yere öldü.
Yine de belki nefes aldığı için, yeni bir güne uyandığı için şanslıydı. Çünkü küçük ablası bir gün hiç uyanmamak üzere trajik bir son ile sonsuz bir uykuya dalacaktı. Cüneyt, yıllar sonra ailesini kendi kaleminden anlatırken küçük ablasını, “Bozkır Ağustosunun zerdalisi gibi tatlı çilliydi” diye anıyordu. Üçüncü çocuğuna hamile kalasıya kadar o da bu hayatta bir nefese sahipti. Her şey kocasının bu çocuğu doğurmasını istemediğinde başladı. Bugünkü sağlık koşulları ve teknolojinin tek karşılığı o vakitler kocakarı ilaçlarıydı. Ve maalesef, bu tatlı çilli kadın, kocakarıların ellerinde öldü.
Onu kaybetmek Cüneyt’i çok sarsmıştı. Eskişehir’in dışında, ablasının duvarlarını çamurlu elleriyle sıvadığı bir gecekondu vardı. Genç ellerinin izleri, emeğin izleri vardı bu duvarlarda… Cüneyt Arkın yazısında, “Yıllarca o izleri, ablamın ellerini hasretle öptüm” diyordu.
Bazen eski zamanlarda, ölüm bu kadar kolay ve bu kadar acımasız olabiliyordu; çaresiz bırakıyordu insanı.
Köpekler, kuzular, kuşlar ve bir eşek de, Cüreklibatır ailesinden sayılıyordu. Üç çoban köpeğinden en çelimsizine, anasız büyüdüğü için Öksüz adını vermişlerdi. Cüneyt, onun gözlerine baktığında derin bir keder gördüğünden emindi. Belki bu sebepten ona ayrı bir düşkündü; Öksüz de ona. Bir yabancıyı asla yanına yaklaştırmaz, hep koruma içgüdüsünde Cüneyt’le oyunlar oynardı.
Bir de onsuz yaşayamayacak bir eşeği vardı; o da ailedendi. Sevgi selinden mütevellit, “Sevdam” demişti adına. Birbirlerine ayrı düşkünlerdi; hele Sevdam’ın Cüneyt’e olan düşkünlüğü, tam anlamıyla sevginin, vefanın tanımı gibiydi. Sürekli ahırdan kaçıp okulun önünde çok sevdiği arkadaşını bekliyordu. Ne zamanki o güzel gözleri Cüneyt’i görüyor, her şey kendiliğinden normale dönüveriyordu. Kocaman başını, Cüneyt’in küçük göğsüne bir kerecik yaslayabilmek içindi tüm bu kargaşa.
Gözlerinden hüzün eksilmeyen anasız kuzuları da aileden bellemişlerdi. Analı kuzular hoplayıp zıplarken onların bir kenarda duruşu, çok dokunmuştu içlerine. Ahırlarına yuva yapan bir çift kırlangıç ve onların küçük yavrularını da aldılar ailelerine. Hepsini ailenin bir üyesinden ayırmadan, “sevdiler”.
Tüm bu hayvanlar belki de Cüreklibatır ailesinin kaybettiği çocuklarını temsil ediyordu. Kalplerinde evlatlarının acısını sessiz sedasız biriktiren Halise Hanım ve Yakup Bey, bu hayvanlara ana baba olmayı seçmişti. Ve saf sevgiden kat ettikleri bu yol, evlatlarına kocaman güzel birer kalp olarak dönecekti…
Cüneyt Arkın’ın ailesinden bahsettiği enfes yazıdaki en samimi cümleydi belki de: “Benim ailem işte böyle geniş çeşitliydi. Ben dostluğu, vefayı, sevgiyi, köpeklerimden, eşeğimden, kuzularımdan, kuşlarımdan öğrendim”.
Cüneyt, tüm bu yoksulluğun, yokluğun içinde doktor çıkacaktı. Annesinin ısrarıyla başladı okul hayatı. Eskişehir Necatibey İlkokulu’na gitti. Çocukluğu boyunca en sevdiği hikayeler, menkıbeler oldu. Bir gün kamera karşısında bu kahramanlara can vereceğinden habersiz, Battal Gazi, Köroğlu hikayelerini okuyarak büyüdü.
Daha sonra Eskişehir Atatürk Lisesi’nde eğitim gördü. Sanata merakı da işte bu lise sıralarında çıktı ortaya. Sevdiği hikayeleri sadece okumakla yetinmemişti. Artık onlardan yazmak istiyordu. Bu dönemde hikayeler yazdı ve onları dergilere göndermeye başladı. Ancak bir yandan da babasına yardım etmek için koyunlara bakmaya devam ediyordu. Koyun kokusu, onun teniyle özdeşleşmişti artık; emeğini hep üzerinde taşıyordu. Tabii bu koku, bir başkası için emeğin karşılığı olmayabiliyordu. Kolay kolay kimse yaklaşmazdı yanına; haliyle arkadaşı da yoktu.
İşte bu sıralardaydı büyük ablasının ölümü. Bir yandan yoksulluk, bir yandan doktor yokluğu, ablasının neden öldüğünü bile bilmeyişi… Sonunda sıra üniversiteye geldiğinde, hayatında en çok yokluğunu çektiği şeyin peşine düşmeye karar verdi. 1961’de, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu.
Üniversite zamanları da hiç kolay değildi. Para diye bir gerçek vardı ve maalesef o da onlarda yoktu. İstanbul’da tren garında indiğinde ilk önce sorduğu soru, “İstanbul’da en ucuza nerede yatılır?” olmuştu. Sirkeci cevabını aldıktan sonra, burada bir otel odası buldu ve iki yılını bu odayı inşaat işçileriyle paylaşarak geçirdi. Ders zamanlarında okulda ders dinliyor, geri kalan zamanlarda da inşaatlarda çalışıyordu.
Hikaye yazmaya üniversite de devam etti. Hatta eğitimi sırasında arkadaşlarıyla şiirlerin ve hikayelerin yer aldığı, “Erek” adını verdikleri bir dergi bile çıkardılar. 1957’de, Cemal Süreya ile tanıştı ve öykülerini değerlendirerek Pazar Postası’na gönderdi. Tabii ilerleyişi yazarlık üzerinden olmayacaktı…
Açlığını aslında en güzel ve en kolay balık tutup kendine verdiği ziyafetlerle gideriyordu. Eğitiminde ilerledikçe evlerde hasta bakıcılığı yapmaya başladı. Acı tatlı anılarıyla tamamladığı üniversite hayatı içinde bu günleri şöyle anlatacaktı yıllar sonra: “Evlerde 24 saat ağır hasta bekliyordum. Altlarını temizliyor, kriz anlarında doktorun talimat yazısına göre hemen müdalale ediyordum. İlk gün on lira aldım. Hemen fırına koştum. On liralık ekmek aldım. Oburca, kusacak kadar yedim. Adeta çiğnemeden yutuyordum. Sonunda kustum.Ama yine yedim. Kalanları yatağımın başucuna koydum. Oda arkadaşlarım dalga geçiyorlardı. Umurumda değildi. Ekmekleri orada görmekle açlık korkumu yeniyor, huzur buluyordum.”
Askerlik yaşı gelip çatmıştı. Üniversiteden sonra memleketi Eskişehir’e döndü; askerlik vazifesini yedek subay olarak yerine getirdi. Bu sıralar Halit Refiğ, “Şafak Bekçileri” filmi için yönetmen koltuğundaydı ve bu filmi Cüneyt’in askerlik yaptığı yerde çekiyordu. Başrolünde Göksel Arsoy’un oynadığı film için gerçek subaylar kullanmak istedi ve bu sırada Halit Refiğ’in gözüne yakışıklı Cüneyt takıldı. Filmde oynamadı; ama tanışmış oldular.
Askerlik bittikten sonra Cüneyt de hayatına döndü. Bir süre Adana ve civarında doktorluk yaparak kazandı hayatını. Şöhret pek aklında yoktu belki, ama çok hayali vardı. 1963’te Artist mecmuasının düzenlediği yarışmaya katıldı ve birinci oldu.
Kader ağlarını özenle örüyordu. Yağmurlu bir gündü. Cüneyt, Beyoğlu’nda yürürken Halit Refiğ ile karşılaştı. Ayaküstü sohbette Halit Refiğ, “Gurbet Kuşları” filmini çektiğini söyledi ve Cüneyt’e bir rol teklif etti. Cüneyt de iş arıyordu aslında. Kabul etti ve başladı çalışmaya.
Hala “Fahrettin Cüreklibatır” adıyla yaşıyordu. Sinemaya geçişte hayatında değişen ilk şey adı oldu. Ona bir sahne adı gerekiyordu. Hepimizin onu tanıyıp seveceği Cüneyt Arkın adını ona gazeteci Vecdi Benderli verdi. Cüneyt Gökçer’den adını, Ramazan Arkın’dan da soyadını almıştı.
Böylece Cüneyt Arkın sinemaya girişini yaptı.
“Gurbet Kuşları” filminin sonundaki dövüş sahnesini çekerken kader hala devam ediyordu işleyişine. Çünkü bu sahneden sonra Halit Refiğ, aksiyon filmlerinde yer almasını önerdi. Malkoçoğlular, Battal Gaziler, Kara Muratlar işte bu günün ürünleri olacaktı.
Romantik birkaç filmde de rol aldı aslında; ama bir yandan da bu fikir aklına yatmıştı Cüneyt’in. İstanbul’a gelen Medrano sirkini duyduğunda bir şeyler öğrenebilirim düşüncesiyle orada bir iş bulmak için nerdeyse kapılarında yattı. Akrobasi eğitimleri karşılığında bir sene boyunca geceleri çalıştı bu sirkte. Ahır temizledi, en ağır işleri yaptı; ama hiç gocunmadı. Meziyetlerini geliştirdi burada.
Ardından Kazak sirki geldi. Burada buluğu işte de, at binme tekniklerini öğrendi.
Ayrıca siyah kuşağa ulaştığı 6 sene süren bir karate eğitimi aldı. Malkoçoğlu, Battalgazi filmleri böylesine hummalı bir çalışmaların üzerine doğdu. Türk Sinemasında türlerinin ilk örnekleriydiler onlar. Büyük bir hayran kitlesi bulmuştu kendine. Anadolu’nun esintisi buram buram sardığından sebep, takım elbiseli adamların romantizmlerinden sonraki bu keskin geçişi sevmişti halk. İyi ve kötünün en şiddetli ortamlarda karşı karşıya gelişi, kılıç savaşları ziyadesiyle dikkat çekiciydi. Anadolu’nun değerleri, kahramanın kendini feda eden sonsuz cesareti, bükülmeyen bileği ilk kez sinemadaydı.
Cüneyt Arkın’ın hayatından ve bu filmlerden yola çıkarak verilen mesaj şuydu aslında: İyiler çok çalışırlar ve vazgeçmezlerse, kötülerin kazanma şansı yoktu.
İşte bir sahnede böyle hayatı değişti Cüneyt’in ve Anadolu’da bir Cüneyt Arkın efsanesi yayılmaya başladı.
Dönemin filmlerini çekmek için şimdiki gibi geniş çaplı bir prodüksiyon büyük bir lükstü. Özel efektlere ayrılacak bir bütçe pek mümkün değildi. Bunun yanında Cüneyt de filmlerinde o zor sahnelerin hepsinde kendisi yer almak istemişti. Bu her seferinde kendini büyük tehlikeye atmak demekti. Kolu, bacağı, beli derken ne çok sakatlık yaşayacaktı… “Sakatlıklar serisine bir yenisi daha eklendi” diye atılıyordu manşetler gazetelere. Malkoçoğlu, Kara Murat, Battal Gazi… Hepsi ayrı birer emekti.
(İlk eşi ve kızı Filiz)
Sanat hayatı onun için henüz başlamıştı ki, 1964’te, kendisi gibi doktor olan Güler Mocan ile evlendi. 1966’da, Filiz adını verdikleri kızları geldi dünyaya. Ancak bu evlilik pek de uzun sürmedi. 1968’de boşandılar.
Cüneyt, iyiden iyiye şöhret olduğunun farkındaydı. Kendi deyimiyle, bunu hayatının alt üst oluşundan anlamıştı. Öylesine yok olmak üzere olduğunun farkındaydı ki, neredeyse karşısına çıkan birine “Benimle evlen” diye yalvaracaktı.
Şöyle anlatacaktı daha sonra bu zamana ait duygularını: “Artık kendimi yaşamıyordum. Sinemada var olma kavgası, gereğinden fazla tanınmak, önemsenmek; bütün gençlik hayallerimi, kendim olarak yaşanma isteğimi yok etmişti. Gene de direniyordum. Çoğu kez öylesine bunalıyordum ki, hasretle, yoldan geçen bana sırtı dönük giden bir kadının arkasından koşup, ona usulca dokunayım ve “Ne olur benimle evlen” diye yalvarayım hayalleri kuruyordum”.
(Eşi Betül Hanım ve oğulları ile)
Yok olduğunu, yavaş yavaş eridiğini hissettiği bu süreçte bir partide onu gördü. Usulca yaklaştı. Belki de kafasında hala hayal kurmaya devam ediyordu. Neden sonra karşısındaki bu güzel kadının garip bakışlarını fark ettiğinde sıyrılabildi düşüncelerinden. Yine de derin bir hülyadaydı aslında. Kendini bir çocuk gibi özgür hissediyordu şimdi.
Sadece “Ben Dr. Fahrettin” diyebildi. Karşısındaki kocaman gözlerinden hüzünlü bir mavilik akıtan bu güzel kadın ise, “Betül” dedi ve sonra sustular. Bu ilk görüşte yaşanan şu film aşklarından gibi bir şeydi sanki. Kısa bir süre sonra evlendiler. Artık yalnız olmayacaktı. Onu saran düşüncelerinin ortasında bir ortağı vardı ve “Betül, cennetim oldu” diyecek kadar çok seviyordu.
Bu evlilikten 1975’te dünyaya gelen ilk çocukları dünyaya masmavi gülümsemiş, aşklarını taçlandırmıştı. O sırada Kara Murat’ı çekiyorlardı. Yapımcı Türker İnanoğlu, “Hayırlı olsun! Oğlunun adı Kara Murat olsun” dedi. Murat koydu oğlunun adını.
Aradan bir yıl geçmişti ki, Kaan Polat adını verdikleri oğullarını aldılar kucaklarına. Cüneyt Arkın’ın deyimiyle, Murat, bir gözü, Kaan Polat, diğer gözü olmuştu…
En yakın dostları Yılmaz Güney, Kemal Sunal, Tarık Akan’dı. Cüneyt Arkın için kurduğu dostluk, her şeyden önde geliyordu. Çünkü emeğin değerini en iyi anlayan insanlardandı ve büyüdüğü koşulları hiç unutmadı.
12 Mart (1971) dönemi yaşanıyordu. 1972’de düzenlenen 4. Altın Koza Film Festivali’nde jüri, Yılmaz Güney’i “Baba” filmindeki rolüyle “En İyi Erkek Oyuncu” seçti. Ancak dönemin siyasi baskıları, bu ödülü iptal etti. Ödülün ilk oylamada “Yaralı Kurt” filmindeki performansıyla ikinci seçilen Cüneyt Arkın’a verilmesi kararlaştırıldı. Ancak Arkın, ödülü reddetti. Gerçekten de bir zamanlar manşet oldukları gibi “Kralın halinden kral anlar”dı.
Tarık Akan ile de böyle bir anısı olacaktı. Akan, “Maden” filmini çekmek istiyor, ancak maddi durum sorun oluyordu. Arkın yetişti imdadına. Omuz omuza çektiler filmlerini. Maden, işte böyle doğdu. 1978’de çektikleri bu film, dostu Akan’a, Altın Portakal’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü getirdi.
Aslında işte Yeşilçam’ı yaşatan, büyüten, bugünlere getiren bu birbirine kenetlenen güzel insanların varlığıydı…
Bir yanda ünü, bir yanda ailesi; Cüneyt iki tarafta da dengeyi kurmuştu. Yeryüzünün tüm güzelliklerini yüzünde taşıdığına inandığı karısı, hayatına tarifsiz bir mutluluk getirmişti. O gülümsediğinde, tüm dünyası gülümsüyordu.
Hele çocukları da olduktan sonra, tüm sevgisini onlara vermekle yetinmedi. Her bildiğini de yavaş yavaş aktarmaya başladı. Şu günlerde babasının mesleğinin izinden giden oğlu Murat, ilk kez kamera karşısına geçtiğinde 4 yaşındaydı.
“Vatandaş Rıza” filmi çekilecekti ve bir ana-oğul arayışı başlamıştı. İkisi de ayrı ayrı bulunup getiriliyor; ama bir araya gelince aranan uyum bulunamıyordu. Bir gün Cüneyt eve geldiğinde, karısı da o anda Murat’ı kucağında uyutuyordu. Gözünün önündeki tablo, gözüne cennetten bir resim gibi göründü. Böylece karısı ve oğlu ile Vatandaş Rıza çekimleri başladı.
Bir sahne var sonra onlara ölümsüz bir anı olacak: Aylardan Kasım. Öldüresiye soğuğun içinde yağmurlu bir gecede, itfaiye arabası su sıkıyor. Açlık grevinde Murat, açlık grevine katılan ilk yakını olacak babasının. Tazyikli su ve yağmurun içinden geçip “Beni babamdan kimse ayıramaz” deyip, babasının yanına oturacak.
Murat, gerçekten de küçücük bedeniyle dişleri takırdaya takırdaya, titreyerek “Beni babamdan kimse ayıramaz” dedi ve geldi yanına oturdu.
Bu sanki bir filmin sahnesi değildi. Öylesine duygu yüklü, öylesine gerçekti ki, Cüneyt’in gözyaşları yağmura karıştığından pek anlaşılmamıştı.
İşte o andan sonra, hep “Bizi, birbirimizden kimse ayıramaz” demek düştü onlara. Belki de hayatlarının en muhteşem anlarından birisiydi…
Kaan da bir filmde oynadı: Kaçış. Cüneyt Arkın, hapisten kaçıp oğluna kavuşmak için her türlü zorluğa karşı koyan bir babanın hikayesini anlatıyordu bu film.
Bu filmin can alıcı sahnesinde de, Kaan, uzun sarı saçları, masmavi gözleri ve çilli yüzüyle babasına kavuştuğunda yaşanıyordu.
Kaan, küçük, sıcacık elleri ile babasının yüzünü hasretle okşuyor ve “Babam” diyordu.
Arkın, ailesinden bahsettiği yazısında, “Şimdi kocaman birer herif oldular. Hala öylesine içten ve güzel baba derler ki…” diye veriyordu bu sahnenin hakkını…
Romantik jön filmleriyle başladığı sinema kariyerini hareketli filmlerle sürdüren Arkın, hemen her karaktere can verdi. O, her filmde aranan kan gibiydi.
70’ler, Arkın’ın şöhretinde zirveye ulaştığı zamanlardı. Birçok sosyal içerikli filmde de rol almıştı aslında; ama ünü Malkoçoğlu ile yayıldı. Artık sadece ülkesinde değil, yurt dışına da taşmaya başlamıştı. Özellikle İtalya’da büyük ilgi görmüştü; orada “John Arkin” adıyla tanınıyordu. Ancak dil problemi sebebiyle yurt dışı ünü kısa sürecekti. Oysa Halit Refiğ’e göre, şu dil problemi olmasa dünyaca tanınacak bir oyuncu olabilirdi.
80’ler Ölüm Savaşçısı, Sürgündeki Adam, Kavga, İki Başlı Dev gibi aksiyon filmleriyle geçti. Ancak bir tanesi vardı ki, yeri ayrı olacaktı. 80’lerin başıydı; 1982’de, yönetmen koltuğunda Çetin İnanç’ın oturduğu, Türk sineması için ayrı bir renk, Dünyayı Kurtaran Adam filmiyle sevenlerinin karşısındaydı Arkın. Bu film, dünya sinema tarihinde en kötü 100 film arasına girdi. Zamanla bir kült film olacaktı. Ve yıllar sonra, eğlenceli bir proje ile bu filme bir selam gönderildi. 2006’da, “Dünyayı Kurtaran Adam” filminin devamı niteliğinde “Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu” çekildi. Bu kez Arkın, oğlu Murat ile kamera karşısına geçmişti.
90’lar ise, Arkın’ın polisiye dizilere yöneldiği yıllardı. Televizyon yükselişteydi ve sinema oyuncuları da yavaş yavaş bu tarafa yöneliyordu. Haliyle bunca eğitimden sonra onun başlangıcı polisiye ile oldu. 1992’de “Polis”, 1993’te “Zirvedekiler” ve “Merhamet”, 1995’te “Bizim Ev” gibi dizilerde yer aldı.
1998’de “Gülün Bittiği Yer” adlı filmde oynadıktan sonra, 2000’de yönetmenliğe soyundu ve “Oğulcan” adını verdiği filmi çekti.
Yine 2003’te “Serseri” ve 2005’te “Köpek” adlı dizilerde yer aldı.
Cüneyt Arkın, kuşkusuz Yeşilçam’ın en özel jönlerinden biriydi. Haliyle buralara gelirken geçtiği yollarda ödüllere layık görüldü.
1969’da “İnsanlar Yaşadıkça”, 1976’da da “Mağlup Edilemeyenler” filmiyle, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde; 1972’de ise, “Yaralı Kurt” filmiyle Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En iyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı.
1999’da 36. Antalya Film Şenliği’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü”ne layık görüldü. Bu ödülü 2013’te aldığı 3 ödül izledi: Engelsiz Yaşam Vakfı tarafından “Yaşam Boyu Meslek ve Onur Ödülü”, 18. Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü” ve “2013 Yılı Kültür ve Sanat Ödülü”.
Arkın, romantik jön filmlerden hareketli filmlere doğru seyreden sinema yaşamı boyunca çok çalıştı. Bizlerin bugün bir buçuk saat boyunca ekrana kitlenip izlediğimiz o filmler, hiç de kolay çekilmemişti. Ardında koca bir emek vardı.
Öyle ki Arkın, at binme ve karatede uzman sporcu unvanına sahipti. Canı pahasına dublör kullanmadan çektiği o filmler vücudunda birçok kırığa sebep oldu. Belki tüm bu yorucu çalışma temposu, belki biraz da zamanın etkisi Arkın’ı 2009’da sinir sıkışması sebebiyle hastaneye yatırdı. Tedavisi yaklaşık 3 ay sürdü. Neyse ki her şey normale dönmüştü.
En son geçen hafta bir hastane haberi daha geldi Malkoçoğlu’ndan. Silivri’deki yazlığında tatil yaptığı sırada rahatsızlanan Arkın, hastaneye kaldırıldı. Kalp ve akciğerlerinde sıkıntı yaşayan Arkın’ın tedavisinin sürdüğünü belirten doktoru, şükürler olsun ki güzel haberler verdi.
Kalbimizde yeri ayrı olan isimlerden güzel adam, neyse ki bizi bırakıp gitmedi. Elbette hiçbirimiz ölümsüz değiliz. Ancak yine de insan en sevdikleri konusunda hep pürtelaş. Bir an önce eski sağlığına kavuşmanı ve nice yıllar sağlıklı bir şekilde bizimle kalmanı diliyorum…
İzlemeye doyamadığımız filmleri ile kalbimize taht kurmuş, kimi zaman yakışıklı jönümüz, kimi zaman Kara Murat’ımız, kimi zaman da Malkoçoğlu’muz olarak bir Cüneyt Arkın geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Profesör Fahrettin Altun. 42 yaşında olmasına rağmen birçok önemli titri üzerinde taşıyan bir başarı abidesi. Gerçekten de onu böyle tanımlamak hiç de fazla bir anlatım değil.
Sürekli çalışan ve üreten, hep bir bakış açısı daha geliştirmeyi bilen Altun, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle birlikte Başkan Recep Tayyip Erdoğan tarafından oluşturulan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı biriminin başkanı oldu. Bu görev, kuşkusuz tüm çalışmalarının getirilerindendi. Görevi ve tüm çalışmaları için kendisini tebrik ederek, iletişim dünyamızın bu genç ve başarılı ismi Prof. Dr. Fahrettin Altun’un yaşamına ve çalışmalarına da şöyle bir göz atalım o halde…
Fahrettin, 11 Eylül 1976’da, Stuttgart / Almanya’da doğdu. İleride yaşından büyük başarılara imza atacağından habersiz ailesi ve alacağı eğitim konusunda oldukça şanslıydı.
Üniversitede eğitimini Sosyoloji alanında seçti Fahrettin. İnsan üzerine her şeyi öğrenmek konusundaki telaşı, ona bu eğitimin devamını ve başarısını getirecekti. 1998’de, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra, Mimar Sinan Üniversitesi’nde yine Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansını bitirdi.
Daha sonra medya alanına yöneldi. Sosyoloji alanında biriktirdiği tüm bilgisini medya alanıyla birleştirdi. 2006’da doktorasını, İstanbul Üniversitesi’nde, “McLuhan ve Baudrillar’ın Medya Kuramlarının Karşılaştırmalı Çözümlemesi” başlıklı teziyle tamamladı.
Nihayetinde ise Prof. Dr. Fahrettin Altun olarak anılacaktı.
Üniversite yaşamı uzun vadede devam ederken, Fahrettin, yüksek lisans ve doktora eğitimleri için detaylı araştırmalar yaparak başladı aslında iş hayatına. Bir yandan öğrenciydi belki; ama yavaş yavaş iş hayatına da ısınıyordu. 2002-2003 arasında, Utah Üniversitesi Siyaset Bilimleri Bölümü’nde, misafir araştırmacı olarak bulundu.
Daha sonra İstanbul Şehir Üniversitesi’nin kurucu akademik kurulunda yer aldı ve İletişim Fakültesi’nin kurucu koordinatörlüğünü yaptı. 2008-2014 yılları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi İletişim Fakültesi Bölüm Başkanlığı’nı sürdürdü. Bu görevin ardından 2015-2017 yılları arasında, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ne öğretim üyesi olarak katıldı.
Biz onu elbette medyadaki işlerinden tanıdık. Özellikle TRT 2 ve TRT Haber’de yayınlanan “Ayrıntı” adlı televizyon programı hazırlayıp sunmasıyla dikkatleri üzerine çeken Altun, ayrıca Yöneliş ve Küre Yayınevlerinde editörlük, Anlayış Dergisi’nde de Yayın Yönetmenliği yaptı.
Halihazırda Sabah ve Daily Sabah gazetelerinde de köşe yazarlığı yapan Altun, bir yandan da aylık çıkan Kriter Dergisi’nin genel Yayın Yönetmenliği’ni sürdürmekte. Bu işler devam ededursun Altun, ayrıca TRT 1’de “Enine Boyuna” ve TRT Haber!de de “Dışa Bakış” adlı televizyon programlarına yorumcu olarak katkı sağlamakta.
Hayat, her zaman öğrenmeye ve öğretmeye açık. Hal böyle olunca sürekli gelişen dünyada yeni şeylere ulaşmak için araştırmalar da devam etmek zorunda. Altun da, tüm bu işlerinin yanı sıra siyasal iletişim, medya ve iletişim sosyolojisi, siyaset sosyolojisi ve kültürel çalışmalar alanlarında araştırmalarını sürdürmekte.
Altun, hayatını Fatmanur Hanım ile birleştirdi. Bu evlilikten, üçü erkek biri kız olmak üzere dört çocuk sahibi oldu.
Prof. Altun, yürüttüğü çalışmalar gereği makale ve kitaplar yazdı. Makaleleri,”Middle East Critique, Perceptions, Toplum ve Bilim, TALID, Euro Agenda, Sivil Toplum ve Divan” dergileri başta olmakta üzere çeşitli akademik dergilerde yayımlandı.
Sıra daha kapsamlı eserler vermeye geldiğinde, “Modernleşme Kuramı: Eleştirel Bir Giriş” (2002, 4. Bas. 2017 ), “Türkiye’de Basın Özgürlüğü”, (2016; İngilizcesi: Freedom Press in Turkey (İsmail Çağlar ve Turgay Yerlikaya’yla birlikte, 2016; Arapçası: Hürriyet-ü Es-Sahafa Fi Türkiyya – El-Asatir ve’l-Haka’ek, 2016), “The Triumph of Turkish Democracy” (Burhanettin Duran ile, 2016), “Milletin Zaferi 15 Temmuz” (Burhanettin Duran ile, 2017), “Terörün Kökenleri ve Terörle Mücadele Stratejisi” (Hasan Basri Yalçın ile, 2017), Altun’un telif kitaplarını oluşturdu.
“The Turkish AK Party and Its Leader: Criticism, Opposition and Dissent” (Routledge Yayınları, 2016); “Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce: İslamcılık” (2016), “Sivil Toplum: Farklı Bakışlar” (2016) ise bölüm yazarlığını yaptığı kitaplardandı.
Derlediği kitaplar ise, “The Triumph of Turkish Democracy: The July 15 Coup Attempt And Its Aftermath” (Burhanettin Duran ile, 2016), “15 Temmuz’da Medya: Darbe ve Direnişin Mecrası”, (İsmail Çağlar ve Mehmet Akif Memmi ile, 2017) ‘dan oluşuyordu.
Cumhurbaşkanlığına bağlı İletişim Başkanlığı görevine yapılan atamalar resmi gazetede yayımlandığında, açıklanan isim Prof. Dr. Fahrettin Altun oldu. Akademik kariyeri ve medyatik yönüyle ön plana çıkan Altun, diğer görev atamaları da göz önüne alındığında, en dikkat çekici isimdi.
Kuşkusuz ona bu genç yaşındaki unvanları getiren kariyerinde tam kararında ve yerinde kullandığı hakikatli bir bakış açısı. Entelektüel birikimi ile hayatını sürdüren Altun, işte bu çalışkan ve kararlı yönüyle yürüdüğü ve yürüyeceği yolların hep başarılı olacağından hiç şüpheye düşürmüyor…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Doğum gününde yazmışım en son. Bugün ise Tevfik Fikret’in ölüm yıl dönümünü anma günü. Nasıl bir hayat yaşamış, bir kez daha analım…
Bugün usta şair Tevfik Fikret’in doğum günü…
Oğlunun kırık bıraktığı kalbiyle daha fazla yaşamaya devam edemedi; yazdığı şiirlerini dünyaya bırakıp göçüp gitti. Belli ki şair olmanın yolu acı çekmekten ve kalbini hep acıyla beslemekten geçiyordu. Tevfik de öyle yaptı. Hep kalbinin bir köşesine istiflediği acısıyla dünyadaki hayatını yaşayıp gitti.
Tevfik, 24 Aralık 1867’de İstanbul Kadırga semtinde Hacı Hatice Refia Hanım ve Hüseyin Efendi’nin oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona Mehmed Tevfik adını verdi. Daha sonra Sıdıka adını verecekleri bir kızları da olacaktı.
Refia Hanım, 1822 Yunan ayaklanmasından sonra kimsesiz kalmış ve Osmanlılara sığınıp Müslüman olmuş iki Sakızlı Rum çocuğunun kızıydı. Hüseyin Efendi ise, Çankırı’nın Bayramören ilçesine bağlı Dalkoz köyünden ayrılıp İstanbul’a yerleşmiş Ahmet Ağa’nın oğluydu. Tevfik doğduğu yıl babası, İstanbul’da meclis üyesi ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ne memur olmuştu. Tevfik, ilim irfan sahibi ve inançlı bir ailenin içinde büyüyecekti.
Elbette şair olmaya yaraşır acılar yaşamalıydı; bedeller ödenmeliydi. İlk yıkımını henüz 12 yaşındayken yaşadı. Annesi Refia Hanım Hac vazifesine gitmişti. Dönüş yolunda kolera nedeniyle yaşamını yitirdi. Anacığının acısı yüreğini daha köz etmemişti ki, babası saraya jurnal edilerek edilerek Arabistan’a sürgüne gönderildi. Şimdi hem annesiz hem de babasız kalmıştı. Şükürler olsun dönüp sarılabileceği bir kız kardeşi vardı; ama ikisi de henüz çocuktu. Özellikle annesinin ölümü onu derinden sarsmıştı. Babasının bir gün dönme umudu vardı, ancak annesinin hiç dönülmez bir yolculuğa çıktığını biliyordu. İki kardeş artık anneannesi ve büyük yengesinin bakımı altındaydı.
Babası ise, 19 yıl süren sürgünden hiçbir zaman dönmeyecekti…
Tevfik, eğitimine Aksaray’daki Mahmudiye Valide Rüştiyesi’nde başladı. Ziyadesiyle dindar bir ortamda yetişiyordu. Ancak 93 Harbi’nde yaşanan yenilgiden sonra okulu Rumeli’den gelen göçmenlere tahsis edildi. Tevfik’in yeni okulu Galatasaray Sultanisi olmuştu.
Bu yeni okul, onun hayatının dönüm noktası olacaktı. 11 yıl eğitim alacağı bu okuldaki öğretmenleri, dönemin önde gelen edebiyatçılarından Recaizade Ekrem, Muallim Feyzi ve Muallim Naci gibi isimlerdi. Öğretmenleri ondaki ışığı keşfetmişti. Şiir yazmaya lise yıllarında başlamıştı. Öğretmenlerinin teşvikiyle yazdığı ilk şiiri ise “Tercüman-ı Hakikat”te yayımlandı. Şiiri Nazmi mahlasında yazılmış bir gazel tarzı örneğiydi. Tevfik gelecek vaat ediyordu.
1888’de birincilikle mezun oldu…
Tevfik, mezun olduğu yıl, Hariciye Nezareti İstişare Odası’nda katip olarak memuriyet hayatına başladı. Kısa bir süre sonra da Maarif Mektubi Kalemi’ne geçmişti. Ancak bir yılını doldurmadan istifa etti.
İş hayatında birçok şeye yetemediği inancına kapılmıştı. Öyle ki, gecikmiş maaşlarının ödenmesini dahi bir maaş bile hak etmediği gerekçesiyle reddetti. Bu eşi benzeri bulunmaz bir dürüstlük olarak görülmüştü. Bu sebepten o istemese de Hazine tarafından topluca ödeme yapılmıştı. Tevfik’in kabul etmeme kararı kesindi, parayı Göçmenler Komisyonu’na bağışladı.
Daha sonra Sadaret Mektebi Kalemi’nde kısa bir süre çalıştı. Ağustos 1889’da tekrar İstişare Odası’na muavin olarak başladı. Bir yandan da Yüksek Ticaret Okulu’nda Fransızca ve Türkçe dersleri veriyordu.
Şiir konusuna gelince, bir süredir sessizliğini koruyordu. Ama elbet bu sessizliği bozmanın da zamanı gelirdi.
Suskunluğu ve işleri devam ededursun, bir kız vardı: 15 yaşında pırıl pırıl Nazime Hanım…
Nazime Hanım, kısa bir süre sonra Trabzon Valisi olacak dayısı Mustafa Bey’in kızıydı. Tevfik ve Nazime 1890’da evlendi. Dayısının evine yerleşti. Haluk adını verecekleri bir oğulları olacaktı.
Şiir konusunda kendini kapatmıştı ki, İsmail Safa’nın yönetimindeki Mirsad dergisinde yayımladığı “Bahar” adını verdiği şiiriyle sessizliğini bozdu. Bu öyle bir dönüştü ki, aynı yıl 18 şiirini daha yayımladı. Ayrıca derginin açtığı iki yarışmada da birincili Tevfik’e aitti; ünleniyordu.
Bir yandan da Osmanlı Lisanı Öğretmenliği sınavını kazanmıştı. 1892’de çok sevdiği Mekteb-i Sultani’ye ilkokul üçüncü sınıf Türkçe Öğretmeni olarak atandı. Hayatında bambaşka bir dönem açılmıştı. Hayatında yükselişe geçmişti…
Bir süre sonra Muallim Naci Bey’in ölümü üzerine, Tevfik okulun Edebiyat Öğretmeni oldu. Bu arada şiirlerini yayımladığı Mirsad dergisi kapanmıştı. Şiire de ara vermişti ki, öğretmenlik görevinin ona şiiri de getirmesini sevinçle kucakladı. Arkadaşları Hüseyin Kazım ve Ali Ekrem “Malumat” adını verdikleri bir dergi çıkarıyordu. Elbette başyazarı da Tevfik’ti. İlk şiiri “Tebrik-i Veladet” adını verdiği padişah Abdülhamit’i öven şiiri olmuştu. Bu dönemde yazılan şiirlerde padişaha bağlı bir çizgide ilerliyordu; eski şiirlerine nazaran daha batılı bir tarzda yazıyordu. Dergi, Mayıs 1895’te kapanana kadar Tevfik, 25 şiirini yayımladı.
Sessizliğini bozmuş, hayatının seyrini istediği yöne çevirmişti; ancak yine bir sessizlik dönemi peşi sıra geliyordu. Hükümet bütçede kısıntı yapmaya karar vermişti, memur maaşlarını yüzde 10 kesti. Tevfik bu duruma tepki olarak 1895’te okuldan ayrıldı; inzivaya çekilecekti.
Öğretmenlerinden Recaizade Ekrem 1895’te Tevfik’i bir bilim dergisi olan “Servet-i Fünun”un sahibi Ahmet İhsan Bey ile tanıştırdı. Derginin bir edebiyat dergisi olması yönünde ısrarcıydı ve başarmıştı. Servet-i Fünun, 256. Sayıdan itibaren Tevfik Fikret yönetiminde ve bir edebiyat dergisi olarak yayımlanmaya başladı.
Bu yıl tam çok kötü geçecekmiş gibi hissettirirken birden onun yılı oluvermişti. Evet, bir dergisi olmuştu; ama asıl bu yılın en güzel ödülü, oğlu Haluk’tu. Tevfik, baba olmanın tarifsiz duygusunu iliklerine kadar yaşıyordu.
Sanat yaşamının da en verimli zamanıydı şimdi. Şiirlerini “Tevfik Fikret” imzasında yayımlamaya başlamıştı; bir gün onu herkesin şiirleriyle anacağı o isimle.
Bu dergi, yeniliklerle doluydu. Etrafında toplanan yenilikçi bir grup aydın vardı ve bu sanat topluluğunun anılacak adı da oluverecekti. Bu topluluk, sanatta hem biçim hem de içerik bakımından bir atılım yapmayı hedefliyordu. Karamsarlığı ile tanınan bu topluluk, sahip olduğu ağalı dille hareketlerinin adını da “Edebiyat-ı Cedide” (Yeni Edebiyat) koymuştu.
Bu toplulukta Tevfik Fikret dışında, “Halit Ziya, İsmail Safa, Samipaşazade Sezai, Cenap Şahabettin, Mehmet Rauf, Ahmet Şuayip, Hüseyin Cahit” gibi isimler vardı ve kesinlikle siyasi eylemlerden uzak duruyorlardı. Ancak zamanla Tevfik’in şiirlerinde toplumun kapladığı alan artmaya başladı be Milliyetçilik ön plana çıktı. Hatta 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda Türklerin kazandığı zaferden o kadar etkilenmişti ki, kahramanlık şiirleri yazmaya başladı. “Yenişehir Gazilerine” adını verdiği şiirinde adeta dünyaya meydan okuyordu.
Tevfik, 1896 yılı biterken Robert Koleji’nde Türkçe Öğretmeni oldu ve bu görevi ölümüne değin sürecekti.
Okul dışında kalan tüm zamanını dergi için harcıyordu. O dönemde dostu İsmail Safa’nın evinde Abdülhamit karşıtı bir şiir okudu ve bu şiir onun gözaltına alınmasına sebep oldu. Hemen evi dip köşe arandı; ancak söz konusu şiir bulunamamıştı. Birkaç gün sonra serbest bırakıldı.
Ancak nem kapılmıştı bir kere, Tevfik çok geçmeden Robert Kolej’indeki bir çaya karısıyla birlikte gitmesi gerekçesiyle tekrar gözaltına alındı. Tevfik içten içe çok sıkılıyordu. Tüm bu olaylar onda inziva düşüncesini yine derinleştirmeye başlamıştı.
Arkadaşları Hüseyin Cahit, Hüseyin Kazım ve Mehmet Rauf, Dr. Esat’ın düşüncesini onaylamış, hep birlikte Yeni Zelanda’ya gitmeyi destekliyordu. Ancak olumsuz sonuçlanınca Hüseyin Kazım’ın Manisa’daki çiftliğine yerleşmeyi planladılar. Ama Tevfik Fikret bundan da vazgeçmişti. Hâl böyle olunca dostları da vazgeçti.
Tevfik, 1900’de ilk kitabı “Rubab-ı Şikeste” (Kırık Saz)’yi yayımladı. Büyük bir ilgiyle karşılandı. Kitabı da dergideki çalışmaları da onun için çok özeldi. Ancak Ahmet İhsan ile dergi yönetiminde düştükleri anlaşmazlık sonrası Tevfik, ertesi yıl topluluktan ayrıldı. Rica etmişti, dergi yönetimini Hüseyin Cahit üstlendi. Ancak birkaç ay sonra Servet-i Fünun, Hüseyin Cahit’in Fransız İhtilali hususunda yaptığı bir çeviri sebebiyle kapatılacak ve grup tamamen dağılacaktı.
Tevfik’in ise elinde biricik kitabı ve Robert Kolej’indeki öğretmenlik görevi kalmıştı.
Servet-i Fünun kapatılmış, arkadaşları İsmail Sfa ve Hüseyin Siret de sürgüne gönderilmişti. Bu baskılı yönetimden dolayı ziyadesiyle karamsardı ki, 1902’de de kız kardeşi Sıdıka’nın ölümüyle sarsıldı.
İstanbul’u ahlaksızlıkla suçlayıp lanetliyordu Tevfik… İşte o meşhur “Sis” şiirini 1902’de İstanbul’un sisler altında olduğu bir günde yazdı.
Bir yandan da göremese de hala babasından haberler geliyordu. Şimdiki sürgün yeri de Irak’tı işte. Ve sonunda 1905’te babasının da ölüm haberini alacaktı. Tüm bunlar Tevfik’in kalbini parça parça etmiş, annesinden kalan közü harlamıştı.
Yıllardır her bir olay karşısında içine düşen şu “inziva” fikri, artık daha da kemiriyordu içini. Bunun için Kadırga’daki konağın satışından elde ettiği parayla Robert Kolej’inin yamacında, Rumelihisarı’nda bir ev yaptırmaya başladı. Sadece yazma yeteneği yoktu Tevfik’in, resim de yapardı. Bu sefer çizebilme yeteneğini evinin planını çizerken kullandı. Tüm bu süreçle ilgilenmek, onu oyalıyordu. Böylece yüreğini yakanları daha az düşünüyordu. Üç katlı ahşap binanın inşaatı 1905’te tamamlandı. Eşi ve oğlu ile bu evde yaşamaya başladı.
Toplumla arasına bir mesafe koymuştu, bir yandan da mesleğine devam edebiliyordu. Ülkenin gidişatını uzaktan seyredecek ve yeni eserler üretebilecekti. İşte evine bu yüzden “Aşiyan”( yuva) adını verdi. Daha ilk günden vasiyeti, evinin bahçesine gömülmek olmuştu bile.
Tevfik’in gözünde artık “millet, tarih, din, kahramanlık” gibi konuların yazmak söz konusu olduğunda pek ehemmiyeti kalmamıştı. “Tarih-i Kadîm” şiirini din ve tarihe karşı, “Lahza-i Teahhur”u da 1905’te Ermenilerin Sultan II. Abdülhamid’e düzenledikleri suikasta duyduğu üzüntü sebebiyle yazdı. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar da başka şiir yayımlamadı. Derdi günü edebiyat üzerine düşünmekti. Tevfik, Edebiyat-ı Cedide’nin içe dönük boyutunu aşacak bir edebiyat tavrına doğru ilerliyordu…
II. Meşrutiyet, Tevfik’in kabuğundan çıkmasını sağlamıştı. İttihat ve Terakki yönetiminin isteği üzerine ilandan 13 gün önce “Millet Şarkısı” adını verdiği marşı yazdı. Bu marş, devrimin habercisiydi. Meşrutiyetin ilanından sonra da “Rücu” (Geri Alış) adını verdiği şiirle İstanbul’un üzerine üzerine savurduğu lanetin küllerini geri aldı.
Dönüşü muhteşem olmuştu. Var gücüyle yazıyor ve koşturuyordu. Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım ile “Tanin” adını verdikleri bir gazete çıkardılar. İlk sayfasında Sis şiiri ve Rücu manzumesi bir aradaydı. Ancak, gazete İttihat ve Terakki’nin yayın organı hâline getirmek istenince, Tevfik gazeteden ayrıldı.
Tevfik’e Maarif Vekilliği teklif ediliyordu; ama o kabul etmedi. Yerine göreve Abdurrahman Şeref getirildi ve onun çağrısı üzerine Tevfik de Mekteb-i Sultani Müdürlüğü’nü kabul etti. 1895’te istifa ederek ayrıldığı okula, 1909’da müdür olarak dönmüştü. Bir yandan da Darülfünun’da Edebiyat dersleri verecekti. Tevfik, okul için yenilik demekti. Okul, Beyoğlu’ndaki bina yandığı için Beylerbeyi’ne taşınmıştı. Tevfik, eski binanın inşasını çok sürmeden tamamlattı.
Ancak getirdiği yenilikler bir kesimin de şikayetine yol açmıştı. Toplantı salonunun mescidin üzerine yaptırması gerekçesiyle basının sivri eleştirilerinin hedefindeydi. Bu sırada “31 Mart Vakası” da patlak vermişti. Tevfik, ayaklananların okulu yıkacakları haberini aldığında, “Sultani’yi yıkmak için önce beni yıkmak lazımdır” diye tepki gösterdi. Onları bizzat kendisi okulun önünde beklemeye koyuldu. Hatta bazı kaynaklara göre kendini okulun kapısına zincirlemişti. Ayaklanma bastırılmıştı; Tevfik istifa etmeyi düşünüyordu ki, onu öğrencileri geri döndürdü.
Bir süre daha görevini sürdürdü. Ancak bir süre sonra eski Maarif Nazırının yerine atanan Emrullah Bey ile anlaşmazlığa düşmüştü. Böyle yürümeyeceğinin farkındaydı; 1910’da görevinden kesinlikle istifa etti. Öyle ki, bizzat Emrullah Bey’in ricası dahi onu durdurmadı.
Tevfik, Aşiyan’daki evine inzivaya çekildi ve yalnızca Robert Kolej’indeki derslerine devam etti.
Oğlu Haluk’un doğumundan sonra Tevfik’in tek isteği ileride ülkesini bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini sağlamaktı. Oğlunu, 14 yaşına geldiğinde, 1909’da, Elektrik Mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow şehrine gönderdi.
Tevfik, arzusunu “Haluk’un Vedâı” ve “Promete” adını verdiği şiirlerinde dile getirdi. Ancak hayat her zaman hayal edildiği gibi olmuyordu elbet. Haluk, yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisiyle din değiştirdi ve babasının düşündüğünden çok farklı bir yaşam sürmeye başladı.
Tevfik, 1911’de “Haluk’un Defteri” adını verdiği bir eser yayımladı. Gençliği tek umudu olarak görüyor ve onlara sesleniyordu. Şiirlerinde onlara çalışkanlığı ve yurt sevgisini öğütlüyordu. Yine aynı yıl “Rubab’ın Cevabı” bir diğer şiir kitabında da konusu halkın acılarıydı.
Haluk ise, evinden ve yurdundan tamamen uzaklaşmıştı. 1913’te Amerika’ya gitti ve ailesine izini kaybettirdi. 1916’da da Michigan Üniversitesi Makine Mühendisliği’nden mezun oldu. Tekrar ülkesine dönmek bir seçenek bile olmamıştı Haluk için. 1943’ten sonra kendisini dine verdi ve rahip olacak; 1965’te de Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi Rahibiyken hayatını kaybedecekti.
Tevfik, oğlunun kendisine yaşattıklarına çok üzülüyordu elbette; ama bir yandan da burada hayatı devam ediyordu.
1912’de, Trablusgarp Savaşı nedeniyle Meclisin fethedilmesine karşı öfkesini dökmek için “Doksan Beşe Doğru” şiirini, “Vazife” dergisinde yayımladı. Oldukça sert bir eleştiri dili vardı. Bu eleştiriler, devrin yolsuzluklarını dile getirdiği “Han-ı Yağma” şiirinde de devam etti. “Sancak Şerif Huzurunda” şiiriyle de yanlış bir kararla I. Dünya Savaşı’na girilmesini yeriyordu.
Hâliyle devrin yöneticilerini kızdırmıştı. Muhafazakar kesimler tarafından da ağır eleştirilere maruz kalıyordu. Tevfik, bunlar karşısında müthiş bir moral çöküntüsüne düşmüştü ve çok geçmeden sağlığı bozuldu. Elbette her şeye cevabını da kalemiyle verecekti, nihayetinde o bir şairdi.
Modern bir okul açmak istiyordu ve bir de edebiyat dergisi çıkarmak… Ancak bu projeleri bozulan sağlığı nedeniyle gerçekleşmeyecekti. Son yıllarda kendini çocuk şiirleri yazmaya verdi. Yalın bir dille ve hece ölçüsü kullanarak yazdığı şiirlerini 1914’te “Şermin” adlı kitabında topladı. Kitaba, genç yaşta ölen kardeşi Sıdıka’nın kızı ve eğitimci Mustafa Satı Bey’in kurduğu okulun öğrencileri ilham vermişti…
Çok inişli çıkışlı bir hayat yaşamıştı Tevfik. Oğlunun ona yaşattığı hayal kırıklığı kalp kırıklıklarına eklenmiş en büyük darbeydi. Oğlunun kendisine karşı aldığı vefasız tavırları, kalp kırıklıklarının yanında vücudunu da hastalıklara bırakmıştı. Geçirdi buhranlar ve çaresizlikler peşini hiç bırakmadı. Doktor tedavisini de kabul etmiyordu. Bir nevi kendini ölüme hazırlıyordu. Geçirdiği bir ameliyat sonrasında 19 Ağustos 1915’te hayatını kaybetti.
Vasiyeti Aşiyan’a gömülmekti; ama buranın kimin eline geçeceği konusundaki endişeler sebebiyle Eyüp’teki aile mezarlığına gömüldü. Evi 1945’te müze hâline getirildi ve kabri de 24 Aralık 1961’de, doğum gününde, hep istediği gibi Aşiyan’a taşındı.
Son haftalarında Aşiyan’a sık sık gelen ve kendisiyle yakın dostluk kurup portrelerini yapan Mihri Müşfik Hanım, ölümünden sonra Tevfik Fikret’in yüzünün ve sağ elinin kalıbını aldı. Bu Türkiye’de bilimsel olarak hazırlanan ilk maske çalışmasıydı.
Ayrıca 1920’lerde Tevfik Fikret’in anısına Galatasaray Lisesi’nin bahçesine bir anma mezarı yaptırıldı. Rıza Tevfik’in başlattığı bir gelenekle ölümünün ilk yılından başlayarak ölüm yıldönümlerinde evinde anılmaya başlandı. 1918’deki törende, Mustafa Kemal Atatürk de vardı…
Kırılgan ruhu, yazdığı şiirleri ve oğlunun kırdığı kalbiyle bir Tevfik Fikret geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bugün hepimiz acı bir haberle sarsıldık. Malkoçoğlu ve Kara Murat serisinde Cüneyt Arkın’ın sesi olarak tanıdık onu. Sonra çocukluk arkadaşı Zeki Müren’in 64. Yaşını canlandırdığı müzikalde. Yeter Anne, Bir Dilim Aşk gibi dizilerde sıcacık konuk oldu evlerimize. Evet, Toron Karacaoğlu, aramızdan ayrıldı; 88. yaşını doldurduktan 2 gün sonra.
Oğlu, tiyatroya küskün gittiğini açıklamış. Dilerim içinde tüm anılarını sığdırdığı koca sahnede kırgın olduğu ne varsa affetmiştir. Dilerim o sıcacık gülüşü, gitmeden onun da içini ısıtmıştır…
Ruhun şad olsun büyük usta…
Toron, 20 Ağustos 1930’da Bursa, Mudanya’da dünyaya geldi. Bir zamanların sanatçı isimlerinden biri olacağından habersiz, ailesi onu sevgiyle kucağına aldı.
İlkokul, ortaokul ve liseyi Bursa’da tamamladı. Hatta Zeki Müren ile de aynı okuldalardı. Bir gün okul arkadaşı Sanat Güneşi olacak ve onu anma gecesinde Zeki Müren’in 64. Yaşını oynamak Toron’a nasip olacaktı.
Toron, ilkokulda müsamerelerle birlikte tiyatroyla tanıştı. Sahnede belli ki oldukça derin bir nefes çekmiş, tozunu yutmuştu. Hücrelerinde yer eden bu sanat, onun vazgeçilmezi olacaktı. Bir söyleşisinde küçük bir anısını şöyle paylaşacaktı yıllar sonra: “Sınıfta iki kumbaramız vardı: Kızılay kumbarası ve şahsi kumbaramız. Sene sonunda biriken paralarla gezmeye giderdik. Kızılay kumbarasındaki para ise fakir çocuklar içindi. Eğer az para birikti ise, evimizin verandasında kendi yazdığımız veya doğaçlama olarak, bir kuruşa mahallenin çocuklarına çadır tiyatrolarındaki gibi temsiller oynardık. Kumbaraya çok para attığımda, öğretmenim babama şikayet edip “Çocuğunuz bu kadar parayı nereden buluyor?” diye sormuş. Babam sorduğunda söylemek zorunda kalmıştım. Babam da “İyi halt ediyorsunuz pis oyuncular!” demişti”.
Babası çok kızmış, evet. Ancak mani de olmamıştı. Toron ve arkadaşları, müsamerelerine devam etti. Zaman geçti; ilkokul, ortaokul derken lise sıraları da gelmişti. Lisede daha çok şiirlerden oluşan tek kişilik oyunlar oynuyordu. Sesi yeni yeni oturuyordu boğazına ve belki de sesini ilk keşfettiği zamanlardı.
Tabii sadece oynamıyor, sürekli tiyatro izlemenin fırsatını kolluyordu. Bursa’daki Şehir Tiyatrosu’na turneye gelen oyunları da izledikten sonra hevesi arttı. Kararını vermek de kolaylaşmış oldu. Tiyatro, onun mesleği olmalıydı.
Tabii kanı da deli akıyordu. Lise ikinci sınıftan ayrıldı; amacını ve umutlarını aldı cebine, 1947’de İstanbul’a gitti. Ne yazık ki bu tarihlerde İstanbul Konservatuarı’nda tiyatro bölümü yoktu. Bu tarihlerde tiyatro aşkıyla yanıp tutuşan bir gençseniz konservatuarın talebe derneğine bağlı tiyatro kurslarına katılıyordu. Toron da, Beşiktaş ve Büyükdere Halkevi’nde kurslara gitti. Ülkesine faydalı olacak, her kalbe onlar hiç bilmeden dokunacak günlere atılmış ilk adımlardı bunlar…
Melih Cevdet Anday ve Ahmet Kutsi Tecer, Şehir Tiyatrolarında hocaydı. Şair ve aktör Ercüment Behzat Lav da çalıştırıcı olarak bulunuyordu. Toron, işte bu dönemde katıldı çalışmalara; çok şey öğreniyordu. Sene sonuna gelindiğinde, 1949’da, “Tiyatro Resitali” verildi. Toron da, arkadaşları da çok başarılı bir iş çıkarmışlardı. Dönemin Vali ve Belediye Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, çok beğendi. Hemen bir emir verdi ve İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü resmen kuruldu.
Böylece Toron’un yolu açılmıştı; İstanbul Belediye Konservatuarı’nda 3 yıl eğitim aldı. Askere gitme zamanı geldiğinde gitti ve döndüğünde, 1954’te, ilk iş Şehir Tiyatroları Sınavı’na girdi. Artık bu kurumun kadrolu oyuncusuydu.
150’den fazla oyunda yer aldı. 1980’de de emekli oldu.
Toron, sinemaya ilk adımını dublaj ile attı. Bir gün filmlerinde Cüneyt Arkın’a ses olacaktı; öylesine aranan bir isim olacaktı. Artık tiyatro, seslendirme, radyo çalışmaları, hepsini bir arada yürütüyordu. Daha sonra da Müjdat Gezen’den, diksiyon ve makyaj dersleri aldı. Her an bir şeyler öğrenmek için öyle hevesliydi ki…
Yine de kalbindeki en özel yer tiyatroya aitti.
Kalbinde bir başka özel yeri de eşi Nurten Hanım’a ayırdı. 1958’de evlendiler ve 1959’da “Ata Tamer” adını verdikleri oğullarını aldılar kucaklarına…
Toron, 1980’de kendi isteğiyle tiyatrodan emekli olmuştu.
1973’ten beri her sene Berlin’e, halasının oğlunu ziyarete gidiyordu Toron. Bu ziyaretler sırasında SFB radyosunda Erkin Özgüç, Aras Ören ve Güner Yüreklik ile tanıştılar ve birlikte çalışmaları da oldu. Ramazan ve yılbaşı skeçleri hazırlayıp oynadılar. İşte bu çalışmaları sırasında duymaya alıştığı bir cümle vardı: “Keşke hep burada olsan”…
1979’daki gelişinde Bülent Talay ile karşılaştı. Şehir Tiyatrosu’ndan arkadaşlardı ve arkadaşı, Berlin Senat’ta görevliydi. Aslında Toron da öyle çok istiyordu ki yurt dışına açılmayı. Yıllardır içinde biriken isteğin sonunda ona da bir teklif geldi. Böylece 1980’de kendi isteğiyle Şehir Tiyatrosu’ndan emekli oldu ve Berlin’e gitti.
Gelir gelmez dostlarıyla yılda bir kez yürütebildikleri tiyatro çalışmalarında, SFB ve Volkshochschule’de başladı. Alman Kültür Senatosu bünyesinde yetiştirdiği öğrencileriyle sergiledikleri oyun da çok beğenilmişti. 30 – 40 kez tekrar sahnelediler hatta.
Ardından Schaubühne’den bir teklif geldi ve burada Türk grubunda bulunan Şener Şen, Ayla Algan, Kerim Afşar ile çalıştı. Burada çalışma fırsatı bulduğu bir özel isim de vardı: Haldun Taner. Senat kanalıyla üç ay süren seminerler düzenlediler. Üç ayrı amatör tiyatro grubunu bir araya topladılar. Senat’tan daha fazla yardım alıp daha iyi işler yapmanın peşindeydiler. Haldun Taner, Dünya ve Türk Tiyatrosu Tarihi dersleri; Toron da Reji, Makyaj ve Oyunculuk Tekniği derslerini veriyordu.
Yetiştirdiği öğrenciler ile gurur duyuyordu. Bu grubun içinden seçtiği oyuncularla Bekir Büyükartım’ın “SİS” oyununu sahneye koydular. Üstelik dünya prömiyerini de Manifaktur’da yapmışlardı. Sonra daha da ilerledi çalışmaları. 150 öğrencisi ve 8 folklor ekibiyle Tempodrom çadırında “Köy Düğünü”nü oynadılar. Bu harikulade büyük bir yapımdı.
Sonra inişli çıkışlı birçok çalışma daha yürüttü. Ancak Almanya’da yabancılara karşı Neo Naziler’in hoş olmayan hareketleri başlamıştı. Bu olaylar Toron’u oldukça tedirgin ediyordu. Bir de üzerine memleket hasreti eklenince, Türkiye’ye geri döndü…
Berlin’den yeni dönmüştü Toron. Bir sene kadar tiyatro yapmak istemedi. Ama oyun yönetmeye başladı. Yönettiği ilk oyunu Metin İnsenel’in tiyatrosunda sahneledi.
Bu sırada İstanbul Şehir Tiyatroları Sanat Yönetmeni Gencay Gürün, tiyatroya dönmesi için Toron’a haber göndermişti; “Sizin yaşınız daha emekliliği gerektirmiyor” diyordu. Emekliliğini de durdurmuştu zaten. 1987’de “Günden Geceye” oyunuyla Şehir Tiyatroları’na geri döndü. Eski kadrosuyla 1995’e kadar çalıştılar.
1995’te, Toron Karacaoğlu, yaş haddinden emekli olduğunda Yahya Kemal’i oynuyordu. Ona göre tiyatro sanatçısının emeklisi olmazdı. Bu duruma çok şaşmıştı.
Yine bir söyleşisinde şöyle örneklemişti bu konudaki durumunu: “Gençken makyaj yapıp 80’lik ihtiyarı oynamıştım. 80 yaşına da gelince makyaj yapmadan yine 80’lik ihtiyarı oynarım. Yaş haddinden emekli olalı 9 sene geçti, ben hala oynuyorum”.
90’lı yıllardı. Henüz Şehir Tiyatroları’ndan ayrılmamıştı. Tiyatro Kare’den Nedim Saban, Toron Karacaoğlu’na bir Zeki Müren Müzikali teklif etti: Bir Demet Yaemen. Gencay Gürün de onaylamıştı; zevkle kabul etti.
Bu onun için tarifsiz duygular içeren bir konuydu. Çünkü Zeki Müren, onun çocukluk arkadaşıydı. Aynı okulda okumuş, aynı mahallede büyümüşlerdi. Haftada en az iki gün mutlaka ailecek de görüşüyorlardı. Hal böyle olunca bu müzikalde onu en iyi tanıyan kişi de Toron’du. Zeki Müren’in gençliğini oynayacak genç için seçmeler başladı. 150 genç arasından seçilmişti oyuncusu.
Nihayet bu müzikal Bodrum’da başladı ve yine Bodrum’da bitecekti. Bu öylesine başarılı bir işti ki, turneler boyunca dakikalarca ayakta alkışlandılar. Bu kadar sevilen bir sanatçı, özellikle de çocukluğunu paylaştığı bir arkadaşı olduğu için Toron, ayrıca mutluydu…
2014’te Toron Karacaoğlu, Erbulak Evi’nde oyunculuk eğitmeni olarak yer aldı. İşte bu son işine kadar birçok ödüle layık görüldü.
2005’te, Sadri Alışık Onur Ödülü, Avni Dilligil Ödülü, Selim Naşit Usta Erkek Oyuncu – En İyi Yardımcı Oyuncu, İstanbul’un Gözleri Mahmur ‘Dünya Tiyatrolar Günü” Usta Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı; en bereketli yılıydı.
2010’da, 14. Afife Tiyatro Ödülleri Nisa Serezli Aşkıner Özel Ödülü; 2011’de 15. Afife Tiyatro Ödülleri “Yılın En Başarılı Müzikali / Komedi Erkek Oyuncusu”; 2016’da, 53. Uluslararası Antalya Film Festivali Onur Ödülü’ne layık görüldü.
(Ata Tamer ve Nurten Hanım)
Toron Karacaoğlu, eşi Nurten Hanım’la İstanbul’da yaşamını sürdürüyordu. Yazları ise, oğulları Ata Tamer’in de sürekli yaşadığı Altınoluk’ta geçiriyorlardı. Mayıs ayından bu yana Altınoluk’ta kalan Toron Karacaoğlu, evinde dün (22 Ağustos) saat 22.00’de hayata veda etti.
Oğluna göre, sebep kesinlikle tiyatro camiasına küskünlüğüydü. Şu açıklamada bulundu: “Babam, ’Ben sahnede öleceğim’ diyordu; ancak 60 yılını verdiği tiyatro sahnesinden 3 yıl önce koparıldı. Şehir Tiyatroları’ndan ayağını kestiler. O yüzden tiyatro camiasına ve hayata küstü. Sağlığı son derece iyiydi; ancak son 3 yılda çöktü. Son 1 haftadır yemek dahi yemiyordu. Tiyatro camiasına küskün olarak hayata veda etti”.
Onu aslında ne çok yerde gördük, sesini ne çok işittik. Böylesine özel işlerin hepsini başarı ile sonlandıran Karacaoğlu, 54 yıllık sanat yaşamında hepimizin kalbine inceden dokunmayı bildi.
Ömrünü tiyatroya adayan, seslendirme sanatıyla evlerimize konuk olan, kalbi sahnede bir başka atan bir Toron Karacaoğlu geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Nisa, doğduğu evden dünyaya açılırken hem yalnızdı, hem değil. Küçük oğluyla bir başlarına keşfettiler hayatın döngüsünü. Sonunda bir pişmanlığı olmadan, içi kıpır kıpır yaşadığı, sevdiği, affettiği bir hayatı olmuştu; ne büyük şanstı…
Anne ve babasından aldığı sevgiydi belki işine bunca aşkla sarılışının sebebi. Geçtiği yollar ne olursa olsun nereye varmak istediğinden emin olmanın bilgiçliği vardı kararlarında. Öyle ki, bir gün adı hep güzel anılacak, ondan hep iyi bahsedilecekti…
Nisa, 12 Nisan 1928’de, İstanbul’da doğduğunda Hayrunnisa Hanım ve Emin Sait Bey, ona Nurinnisa Ersan adını verdi. Anne ve babasının tek çocuğu olarak büyüdü. Daha çocuk yaşlarında oyunculuğa düşkünlüğü gözle görülür bir gerçekti. Yıllar sonra adıyla ödüller verilecek bir oyuncu olacağı tahmin edilmezdi belki, ama zaman her şeyi sırasıyla getirecekti.
İstanbul’da doğmuş olmak zamanla birçok şeye ulaşımı kolaylaştıracaktı. Erenköyl Kız Lisesi’nden mezun oldu. Liseden sonra İsviçre’ye üniversite eğitimi almaya gidecek kadar da şanslıydı, ailesi onun bu eğitimi almasını istemişti. Lozan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ndeydi. Türkiye’ye tekrar döndü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Fransız Filolojisi ve Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne devam etti. Eğitim alma konusunda sınırlar koyamamıştı kendine. O yıllarda açılan Gazetecilik Enstitüsü’ne girdi. Yolunu tiyatro ve cümleler çizecekti.
Oyunculuk sevgisi yüreğine çocuk yaşlarda düşmüştü. Üniversite zamanlarına geldiğinde tiyatro ile amatör olarak ilgilenmeye başladı. Bir yandan da Yeni Sabah Gazetesinin Beyoğlu muhabiri olarak çalışıyordu.
Oyunculuk ve yazma işini sevgi ile yapıyordu. Hayat ve Akbaba mecmualarında yazdı. Amatör olarak Gençlik Tiyatrosu’nda çalıştı. 1954’te ilk kez “On Küçük Yaramaz” oyunuyla sahnedeydi. Profesyonelliğe ilk adımını ise Küçük Sahne’de “Fare Kapanı” oyunu ile attı.
Artık yolu açılmıştı, belki sadece hayalini kurabileceği isimlerin sahnesindeydi. Münir Özkul Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu’nda çalıştı.
Oyunculuğa başlayıp güzel tiyatrolarda ilerleme şansını yakalamıştı Nisa. Dormen Tiyatrosu’ndan ayrıldıktan sonra ilk kez kendi tiyatrosunu kurma şansını da yakaladı.
Nisa Serezli, Ayfer Feray ile bir tiyatro kurdu. Ancak gençlik zamanlarında bu ortaklık yürümedi. Sonrasında Nisa Serezli – Tolga Aşkıner Tiyatrosu ile yollarına devam ettiler.
Nisa, Bülent Veziroğlu ile üniversite için İsviçre’ye gittiği dönemlerde flört ediyordu ve bu süreçte nişanlandılar. 1946’da evlendiler ve 7 ay sonra Levent adını verdikleri bir oğulları oldu. İşte bu yüzden Nisa eğitim hayatına ara verdi.
Ancak bu hızlı gelişmeler aralarında sorunları da doğurmuştu. Nisa, eşi Bülent’e, Bülent’in sonra evleneceği Emine Hanım’dan gelen mektupları da görünce, boşandılar. Levent 1 yaşındaydı ve Nisa İstanbul’a döndü.
Nisa, 1945’te kaybetmişti babası Emin Sait Bey’i. Boşanıp İstanbul’a döndükten sonra babasından kalan mirasla Taksim Kazancı Yokuşu’nda bir ev aldı; üst katı kiraya verdi ve alt katta oğluyla yaşamaya başladı. Bir yandan da Gazetecilik eğitimine devam ediyordu. Oğlunu da yalnız bırakmamak için kalacak yer arayan bir teyzeye, Semine Hanım, evinin bir odasını verdi. Ondan para yerine o yokken oğluyla ilgilenmesini istiyordu. Levent’i Semine Teyzesi ile birlikte büyüttü Nisa.
Boşanmış ve çocuklu bir kadın olarak hayat pek de renkli değildi. Ama o hayatı dolu dolu yaşamayı ve tüm renkleri görerek tadını çıkarmayı tercih etmişti.
Tiyatro yapmaya da üniversite eğitimi sıralarında başlamıştı. Artık oyunculuğunu kanıtlamaya başladığı sırada Metin Serezli le tanıştılar ve evlendiler. Uzun süreli bir evlilik değildi. 1957’de ayrıldılar. Geçimsizlikleri vardı. Nisa’nın değil, ama Metin’in ilk evliliğiydi. Aradığı hayatı Metin’de de bulamamıştı Nisa. Yoluna devam etti. Elbet bir gün bulacaktı.
Yoluna devam ederken Metin ile aralarında asla küslük olmadı. Metin de yoluna Nevra Serezli ile devam etti, evlendiler. Hatta şöyle bir anıları vardı: Nisa ve Nevra Hanım bir Anadolu turnesinde birliktelerdi. O sıralar Nisa ve Metin boşanmış, Metin ile Nevra arasında evlilik yolu kurulmuştu. İçinde bulundukları araba kaza yaptı. Şanslılardı ki, kimseye bir şey olmamıştı, ama Nevra bayılmıştı. Nisa da onu ayıltmak için bir tokat attı o panikle ve bir anda etrafında gülüşler yükseldi. Bugüne gelişleri ve şu an içinde bulundukları durum bir hayli garipti çünkü. Sonra bu olay ne zaman konuşulsa “Acaba o tokattaki gerçek amaç neydi” diye bir gülüşmeden geçilmedi.
Nisa, rol aldığı oyunlarda başarılı performanslar sergiledi. 1964’te “Şahane Züğürtler”, 1966’da “Tatlı Kaçık” oyunlarındaki başarısı, özellikle “Yılın En Başarılı Kadın İskender Tiyatro Armağanı”na layık görüldü. Özellikle “Tatlı Kaçık” rolünden sonra artık böyle anılacaktı.
Bunun yanında sayısını bilmediği kadar oyunun da çevirisini yaptı ve hatta bunlardan birçoğunda da oynadı.
Sinemada bulunuşu da yine filmlerdeki çevirileri ve seslendirmeleri ile oldu. Özellikle 1970’lerde yaptığı “Pasaklı Sally” ile seslendirmesi ile bu alanda ne kadar başarılı olduğunu gösterdi.
En onur verici olanı ise, yıllar süren emeklerinin ödülü olarak adı, “Nisa Serezli Aşkıner Ödülü” olarak “Afife Tiyatro Ödülleri” kapsamındaki bir ödüle verildi. Bu ödül, yaşamı boyunca tiyatro dalında başarılı çizgisini sürdürmüş tiyatro sanatçılarına bugün hala verilmektedir.
Nisa ve Tolga’nın yollarını kesiştiren tiyatro oldu. Başta “Biz sadece arkadaşız” reddettikleri süreçlerin üstüne bir gün sonunda kendilerini nikah masasında buldular.
Nikahları sade bir törenle Betül Mardin’in Teşvikiye’deki evinde kıyıldı. Törende 25 davetli ve 8 gazeteci vardı. Davetiyeye saat 17:00 yazılmıştı. Ancak o gün maç olduğu akıllarından çıkmıştı. Çünkü şahit Haldun Dormen trafik sebebiyle ancak 18:30’da gelebilmişti. Küçük aksilikler yaşansa da sonunda sade bir törenle evlenmişlerdi, mutlulardı.
Ancak balayından sonra Nisa turneye çıkacak, Tolga’da askere gidecekti. Evlilikleri başlar başlamaz ayrılıyorlardı. Ama bunlar tatlı bekleyişlerdi, aşk vardı. Ölene dek birlikte mutlu yaşadılar…
Birlikte kurdukları “Nisa Serezli – Tolga Aşkıner Tiyatrosu”, gün gelip Nisa ölene kadar var oldu. Onlarınki aşkın ve işin uyumuydu…
Nisa, tüm yaşamını tiyatroya adamış başarılı bir oyuncuydu. Kalbi erken yorulmuştu sadece. 25 Ağustos 1992’de kalp krizi geçirdi ve gözlerini sonsuzluğa kapadı…
Oğlu Levent’le ana oğuldan çok iki arkadaş gibiydiler. Hep konuşur, dertleşirlerdi; Levent hep merak ettiklerini sorardı annesine. Nisa ölmeden bir ay önce yine sordu annesine: “Yaşadığın hayattan memnun musun?” diye.
Cevabı oğlunun içini rahatlatmak için mi yoksa gerçek düşünceleri olduğundan mı bilinmez, ama şunları söyledi Nisa: “Evet, Leventciğim, güzel bir hayatı dolu dolu yaşadım ve hiçbir şey için pişman değilim. Gene de bugünkü aklım olsa babandan ayrılmazdım. Huysuzdu muysuzdu ama ben de çok alıngandım canım”
Yaptığı işe gönül vermiş ve hayatının en olmadık zamanlarında yalnız kalmış bir kadındı Nisa Serezli ve gönlünü evvela tiyatroya kaptırmıştı. Ölüm yıl dönümünde anmak istedim onu, sevgiyle…
Bu dünyadan bir güzel Nisa Serezli geçti diye…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
10 yıl sonra bugün, yaşadığı onca travmaya rağmen elindeki her bir rengi cesurca kullanan İlhan Berk için tüm cümlelerim…
O, aslında geçmişi olmayan bir adam. Bir yandan ne yazabilirsin, bir yandan da üzerine söylenecek ne çok söz var. Bulanık bir çocukluktan renklerle çıkmasını becerdiği için içimde kocaman bir teşekkür var her şeyden önce bu güzel adama. Babasının yokluğunu “Çocukluğum olmadı benim” diye tanımlayacak kadar naif bir kalp, belli ki ancak böyle var olabilirdi yeryüzünde…
İyi ki bu güzel yolu buldun ve kalbi şiirden geçen her kalbin de elbet ışığı oldun.
İyi ki renkler ve sözcükler vardı da, sen kalbimize dokundun.
Kalpten sevgimle…
İlhan, 18 Kasım 1918’de Manisa’da, Hesna Hanım ve Veli Bey’in altıncı ve son çocukları olarak dünyaya geldi. Kurtuluş mücadelesinin verildiği yıllardı. Her haneyi mesken tutmuş bir yoksulluk söz konusuydu. Hal böyle olunca Berk Ailesi de almıştı yoksulluktan payını. İleride şiirler yazmaya başladığında hep bahsedecekti bu günlerden…
İlhan için hayattaki en değerli varlık annesiydi. Onu “duru göllere” benzetiyordu. Elbette her çocuk için annesi değerliydi; ama onun için hayat demekti, annesiz yaşanmazdı. Babası, başka bir kadınla evlenip hayatlarından çıkmıştı. Onu, “çok döllü, kaba” olarak tanımlıyordu. Ama aslında baba demek, çocukluk demekti onun için. İlhan, babasını hatırlayabildiği son yaş çok küçük olduğundan, yıllar sonra ondan bahsederken, “Çocukluğum olmadı benim” diyecekti. Belli ki “Babam olmadı” demek çok ağırdı ona. Ablası da, çıkan bir yangında ölmüştü.
Tüm bunlar hayatının travmasını oluşturuyordu. Babasızlık, yoksulluk ve deli bir abla çevresinde geçen çocukluk, İlhan’ın çocukluğundaki mutsuzluk dolu tabloya şiirlerinde renk katacak unsurlar oldu.
İlhan, orta öğrenimine Manisa’da başladı; Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Ancak yoksulluk nedeniyle çalışması da gerekiyordu ve okula ara vermek durumunda kaldığı bir dönem oldu. Bir dişçinin yanında çalışıyordu; onun desteğiyle okulu bitirdi. İlhan, ailede okuyan tek çocuk olacak ve daha fazlasına da ulaşacaktı.
İlkokul beşinci sınıfta okul gazetesini çıkarma görevini üstlenmişti. İlk burada sezdi edebiyata ilgisini. Yine de en çok ortaokul, onun için çok şey ifade ediyordu. Çünkü işte ilk bu sıralarda başlamıştı şiire merakı. Bir kız vardı; çocuk kalbiyle çok seviyordu onu. Bütün şiirleri onaydı. Dünya kocamandı ve sol yanındaki ağırlık ancak şiir yazarsa hafifliyordu.
Artık bir delikanlı olmak üzereydi. Zamanla sol yanı daha da hafifleyecekti belki; ama artık dergileri takip eder olmuş, daha çok şiir okuma ihtiyacına düşmüştü. Muhit Dergisinde Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiiri ile adeta büyülenmişti. Öğrenciliği bu noktadan sonra hep okulun kitaplığında kitap okuyarak geçti demek kesinlikle yerinde olurdu.
İlhan, ilk şiirleri Manisa Halkevi’nin dergisi Uyanış’ta yayımlanmaya başladığında 17 yaşındaydı. Tüm bu şiirleri “Güneşi Yakanların Selamı” adını verdiği kitabında topladığında ise, 19.
1940’lara doğru Yeni Edebiyat anlayışını benimsedi. “Uyanı”, “Yığın”, “Yeryüzü”, “Kaynak”, “Ses” gibi dergilerde yıllarca şiirlerini yayımladı.
Şiirlerinde hece ölçüsü kullanıyordu. Yaşadığı dönemin şiir anlayışı konusunda karamsar olmaktan alamıyordu kendini. Sembolist şiirden esinlenilmiş izlenimi veren imgeler, şiirinin temelini oluşturuyordu. “Sonsuzluk”, “hülya”, “ateş”, “kızıl” şiirlerinde kullanmayı en çok sevdiği sözcüklerdi. İlk yıllarda saf ve sembolist şiire yakınlıktan, zamanla Toplumcu Gerçekçi Şiir’e de geçiş yapacaktı.
Dil anlayışında ise, henüz döneminin etkisinden kopamamıştı.
Espiye’de iki yıl ilkokul öğretmenliği yaptı ve ardından Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne başladı. 1944’te Fransızca bölümünden mezun oldu. Artık öğretmenlik günleri başlayacaktı. 1945 – 1955 yıları arasında Zonguldak, Samsun ve Kırşehir’de ortaokul ve liselerde Fransızca Öğretmeni olarak görev aldı. Ancak bir sorun vardı; sürekli iyi bir öğretmen olup olmadığını sorguluyordu. Genelde bu sorgulama iyi bir öğretmen olmadığı sonucuna varıyordu zihninde. Sonunda görevinden istifa etti.
Bir yandan da hala şiir bünyesindeki en tesirli duyguydu. Şairler ve şiirler konusunda kendisini geliştirmişti. Modern dünya şiirinin iki büyük şairi sayılan “Arthur Rimbaud” ve “Ezra Pound”un şiirlerini çevirdi ve kitaplaştırdı. İşte bu İlhan’a çocuk kalbinde ağır basan o ilk şiir yazdığı zamanları hatırlatmış olacak ki, artık kendini tümüyle yazmaya verdi.
Bundan böyle bir anlatı kitabı dışında yalnızca şiir olacaktı işi gücü. Tüm varlığını şiir yazmaya adadı. “Kül” adını verdiği kitabı, 1979’da, ona Türk Dil Kurumu Ödülü’nü getirdi. 1980’de de, “İstanbul” adlı kitabıyla Behçet Necatigil Şiir Ödülü’ne layık görüldü.
İlhan Berk, Türk şiirinde, “çok deney yapan, şiire yeni yapılar arayan şair” olarak anılmaya başlamıştı. Vezinli ve kafiyeli olarak başladığı ilk şiirlerinden sonra sürekli bir arayıştaydı çünkü. Garip Akımı’nın da etkisinde kalmıştı; ama yeni bir şeylere ihtiyaç duyuyordu. Sonunda kendine has bir dil oluşturdu ve “İkinci Yeni Akımı” öncülerinden biri oldu.
“Güneşi Yakanların Selamı”nda görülen Nazım Hikmet etkisi de dağılmıştı. “Türkiye Şarkısı”, “İstanbul”, “Günaydın Yeryüzü” kitaplarındaki şiirler, geleceğe yönelik toplumsal özlemleri dile getiriyordu.
İkinci Yeni Akımı’nın örnekleri olacak şiirlerini ise, “Köroğlu”, “Çivi Yazısı”, “Mısırkalyoniğne”, “Galile Denizi” kitaplarında yayımladı. 1950’lerin ortalarında ortaya çıkan genç şairleri etkilemişti; onlardan etkilenecek kadar da gelişmeye açıktı.
Şiirde anlam yaratmak için anlamsızlıklara yöneldi. Bu sırada yalnızca anlamsızlığı savunduğu gerekçesiyle oldukça eleştirildi. Bu sefer de şiirde konuyu tamamen yok etmeyi denemeye karar verdi. Bir zaman sonra şiiri giderek düzyazıya yöneldi.
Tüm bu deneme yanılmalar, sonunda özgün duyarlılıkları ve buluşlarıyla 20. Yüzyıl Türk Şiiri’nin en önemli isimleri arasında anılmasını sağlayacaktı…
Şiir kadar bir değerli olgu daha vardı İlhan’ın hayatında: Resim. Ressamca şiirler yazıp, şairce resimler yaptığı düşünülürdü hep. Zaten o da, şiirlerinin yanında bir de resimleri sorulduğunda hep şöyle derdi: “Benim tavrım bir ressam tavrı değil, bir şair tavrı. Şiirle bir ilgi kurmaya kalkarsak, şiir gibi “bir anlık”tan söz etmeliyim: Bir yaprak düşer gibi düşer bir dize bende; resim de öyle…”
O resimle şiiri hiç ayrı tutmadı. İşte bu sebepten şiirlerinde sadece anlam değil, sözcüklerle oluşturduğu görselliğe ayrı bir özeni vardı. Şiirde görselliğe değer verdi. Böylece nesnelerin dünyasından şiirler çıkaran bir şaire dönüşmüştü. Aslında onun her şiiri bir tabloydu ve orada her canlıya, her nesneye yer vardı.
Onun odası, hayatı tablodan dünyaya yansıyan bir şiir gibiydi…
Şiirle bezenmiş, şiirle renklenmiş 90 yıllık bir hayat. Fırçasını kaleminden ayırmadan, hayata geliş amacını şiirde bulan bir şair.
Bu insanlar ölümsüzlüğü buluyor diye düşünüyorum hep. Her yaş ölüm için erken olsa da, 90 aslında yadsınamayacak derecede iyi bir rakam ve aslında hiç ölmeyeceği ne çok eseri var. Elbette yazdıklarımı noktalamam için bir de şu cümleyi kurmam gerekiyor: İlhan Berk, 28 Ağustos 2008’de, Bodrum’da hayata veda etti.
Onca yaşanmışlığa, yüzlerce binlerce şiire son bir cümle…
Renkleri ve sözcükleri ustalıkla harmanlayan, hep yenilik peşinde koşan bir İlhan Berk geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bu belki de ortak kaderde aynı zamanda Çiğdem Talu’nun da biyografisi. Kesişen 8 yıl 3 günlük ömürleri ile “Yaşadım” diyecek zamanları yaşayan iki aşığın hikayesi. İçinde bolca sevgi ve müzik barındıran bir hayatın…
İşte tüm hikaye bu noktada; ortak kaderde. Dünyaya geliş sebebini bulmak şansına nail olmakla kalmayıp bir de gerçek aşkı tatmakta…
Şimdi sıcacık bir kahve alın, sindire sindire okuyun derim ben. Bir de naçizane tavsiyem, bahsedeceğim, adı geçen her şarkıyı bir kez de içli içli dinleyin…
İyi ki doğdun Melih Kibar…
Melih, 6 Eylül 1951’de, İstanbul’da dünyaya geldi. Babası, İzmir Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde şehrin tüm yollarını asfaltladığından “Asfalt Osman” lakabı ile anılan Osman Kibar idi. Onu anlayan, yeteneklerini keşfedecek bir aileye doğmuştu Melih.
Haliyle onun müziğe olan yatkınlığını keşfetmeleri uzun sürmedi. Melih, stanbul Belediyesi Konservatuarı’na yarı zamanlı piyano bölümüne eğitim almaya başladığında, 8 yaşındaydı. Bu atılmış ilk adımdı ve müzik hayatında hep olacaktı.
Alman Lisesi’nde okurken müzik hayatında daha da geniş bir yer tutmaya başladı. 1970’te okul orkestrası ile birlikte Milliyet Liseler Arası Müzik Yarışması’na katıldı. Melih org çalıyordu ve bu yarışma, onlara, En İyi Beste Ödülü’nü getirdi. Bu da Melih’in gelecekteki enfes besteleri adına alınmış ilk ödüldü aslında. Sadece henüz kimsenin bundan haberi yoktu…
Gençliğini yaşadığı şu yaşlarda, Melih müziğe daha da düşkün olmaya başlamıştı. Birlikte ödül kazandıkları grup, daha sonra “Dönüşüm” adıyla profesyonel müzik yaşamına adım attığında, Melih de Timur Selçuk ile çalışmaya başlamıştı. Bu yarışma ona, Timur Selçuk ile uzun soluklu bir müzik yaşamı kazandıracaktı.
Hayatında her şey bir aradaydı. Ayakları tutkusuna rağmen yere basıyordu. Hala okulunda başarılı bir öğrenciydi ve bu sırada Robert Koleji Kimya Mühendisliği Bölümü’nü bitirecekti.
Melih, ilk kez 1967’de evlendi. Avukat olan Şefika Pekin ile yaptığı bu evlilik, onlara Selin adını verdikleri kızlarını getirdi. Ancak pek fazla sürmedi; boşandılar.
Sonra birazdan uzun uzun değineceğim bir büyük aşk yaşadı; ama o da bitmek zorundaydı…
Sonra İbrani kökenli Ethel ile evlendi Melih. Merve adını verdikleri bir kızları oldu. Ethel, onu anladı, saygı duydu. Bu evlilik, ömürlük olmuştu…
Melih iyiden iyiye müzik yaşamına da tutunmuştu. 1974’te Timur Selçuk Orkestrası’nın kendi adını taşıyan albümünde org çalan isimdi. Ki bu albümle ilk bestelerini de piyasaya çıkarmıştı. “Panayır Günü” adını verdiği çalışma, birçok Yeşilçam filminde kullanılacak ve hafızalara kazınacaktı…
Hayatı boyunca müziğin olduğu her alanda adı bir şekilde geçen Melih, birçok film ve oyun müziğine de dokundu piyanosuyla. En önemlisi, 1975’te yayınlanan Hababam Sınıfı filmi için yaptığı müzikti. Bu eser, ona, Altın Portakal’da Film Müziği Ödülü’nü getirdi.
1980’de yayınlanan Hisseli Harikalar Kumpanyası müzikalinin de bestelerini yaptı. 2000’de yaptığı Sersem Kocanın Kurnaz Karısı adlı oyunun müzikleri ise, ona Afife Tiyatro Ödüllerinde “En İyi Besteci” ödülünü kazandırdı.
1975’te, Türkiye ilk kez Eurovision Şarkı Yarışması’na katılacaktı. Bunun için TRT elemelerde kullanmak için bir sinyal müziği bestelenmesini istiyordu. Melih Kibar, işte efsaneleşecek Çoban Yıldızı’nı böyle bestelemiş oldu.
Düzenleme Timur Selçuk’a aitti ve orkestrada İstanbul Gelişim Orkestrası vardı. Şarkı öylesine beğenildi ki, yarışmaya giren şarkılardan biri olmadığı bilindiği halde, elemelerde halktan en çok oy olan şarkılar arasında Çoban Yıldızı da geçiyordu. Bundan sonra bu şarkı, Türkiye’de Eurovision’un vazgeçilmez bir parçası haline gelecekti…
(Çiğdem Talu)
Sonra Melih’in tüm hayatını etkileyecek bir aşk çıktı karşısına. Bazı aşklar vardır ki, sanki özellikle anlatılmak için yaşanır. Allah onları birbirine kader edip, özellikle yar eder. Yüz yıl aşkları arasında anılacak aşklardan biri olan Çiğdem Talu, Melih Kibar aşkı da bunlardan biriydi işte. Melih Kibar biyografisi belki de sadece bu aşktan bile oluşabilirdi…
Çiğdem ve Melih birbirinden habersiz, tanıştıktan sonra birbirini bilmeden geçecek onca zamana acıyacağını bilmeden, yaşıyordu. Oksijen alıp karbondioksit verebiliyorlardı; dünya dediğin dönüyordu. Ama içinde aşk yoktu…
Çiğdem, aslında İngilizce Öğretmeni’ydi, ancak bir yandan da Edebiyatçı bir aileden gelişi adeta genlerine kodlanmıştı. Çiğdem, ilk roman yazarlarından “Recaizade Mahmut Ekrem”in de torunuydu. Şarkılara söz yazmaya da 1972’de arkadaşının ısrarıyla başladı. İlk zamanlar en azından soyadı kullanılmasın istemişti. Ama ilk söz yazdığı, Nilüfer’in seslendirdiği “Ağlıyorum Yine” şarkısı ile bunun devamının geleceği belliydi.
Melih de aslında Kimya Mühendisi’ydi. Ama o da notalara karşı koyamamıştı. İşte müziğin büyüsü vardı onların aşkının temelinde…
Eurovision için seçmelere katılan şarkılar arasında Yeliz’in seslendirdiği “Hayalimdeki Adam” şarkısının sözleri Çiğdem’e aitti. Farkında olmadan aynı projede bulunmuşlardı. Bu belki de Çiğdem ve Melih’in ruhlarının onlardan habersiz ilk tanışmasıydı…
Sonra bu tesadüflerin ardı arkası kesilmedi. Bir gün bir yerde yüz yüze gelene kadar birçok yerde tekrar tekrar karşılaştılar. Çiğdem, artık profesyonel olarak söz yazarlığına soyunmuştu. Artık daha çok şarkı dinliyor, kulağını her an müzikle dolduruyordu. Yanından hiç ayırmadığı plak ise, “Çoban Yıldızı”ydı… Bu plağı özel yapan arka yüzündeki “Frehnak” parçasıydı ve Melih Kibar imzalıydı… Çiğdem bu parçayı her dinlediğinde kendinden geçiyordu, adeta gönülden bağlanmıştı bu müziğe…
Sonunda bu besteciyle tanışmak istediğini söyledi Melih’in hocası Timur Selçuk’a. Buram buram duygu yükünün yaşandığı bir tanışmaydı bu. Ama şöyle küçük bir detay var ki, tanışma Çiğdem istemese de olacaktı. Çünkü Marmaris’te yapılacak olan bir festival için Melih’ten beste yapması istenmişti ve elbette bu besteye söz yazacak olan isim de Çiğdem’di. Belki gerçekten kaderdi tanışmaları ya da böylesi daha romantik oluyordu…
25 Mayıs 1975’te Küçük Bebek sırtlarındaki Cevat Bey köşkünde gerçekleşti o ilk buluşma. Gecenin bir yarısıydı. Mustafa Oğuz, festival için Melih’i alıp Çiğdem’in evine getirmişti. Piyano tuşlarında ahenkle dans eden ellerini uzatırken Melih çoktan düşmüştü inceden bir sızıya… Ama böyle ilk görüşte çapılmalar, aşktan ölüp bitmeler, kapısında yatmalar yoktu; kanlı gözyaşlı bir aşk da değildi onlarınki. Birbirlerine şarkılarla seslenen, asla platonik olduğu söylenemeyen, içleri sıcacık eden bir aşktı bu…
Hikaye asıl şimdi başlıyordu…
Çiğdem 36 yaşında bir İngilizce Öğretmeni, Melih de 24 yaşında bir Kimya Mühendisi. İkisi de müziğe olan tutkusuna bir yerden sonra karşı koyamamıştı işte.
Çiğdem sabaha karşı evine misafir olan o çok sevdiği müziğin bestecisini piyano odasına götürdü; plak da kenardaki pikabın üzerindeydi. “Sizin yaşınızda bir insan, böyle bir besteyi nasıl yapar?” diyebildi.
Sonra asıl konularına döndüler, festival için Melih’ten bir beste istiyorlardı. Çiğdem de bir şeyler karalamıştı. Altına günün tarihini attı ve Melih’e verdi. Tanıştıkları saatin simgesiydi o kağıt artık Melih için ve bir ömür çerçeveli bir şekilde evinin baş köşesinde saklayacaktı. Bu arada tanışmalarına vesile olan bu festival hiçbir zaman yapılamadı, ama onlar da bir daha hiç kopmayacaktı.
Bundan sonra Melih her bestesini daha heyecanla yaptı; Çiğdem’in yazdığı sözler daha anlamlıydı sanki. Melih, yaptığı her besteyi dinletmek için koşarak gidiyordu Çiğdem’e… İkisi de aslında müziğin içindeydi elbet. Ama asıl tanıştıktan sonra başladı müziğin tadı. Çünkü Çiğdem, bir gün Melih’e çok basit gibi görünen, ama aslında bir gelecek barındıran şu soruyu sordu:“Senin başka bestelerin yok mu?”
Melih, onca beste arasından çok önce yapmış olduğu, “Hiçbir zaman ne için yaptığımı bilmediğim bir beste” diye tanımladığı o besteyi çaldı Çiğdem’e. Parmakları son notaya dokunduğunda, besteyi neden yaptığını anlayacağından habersizdi. Çiğdem, o çalarken besteyi kasete kaydetmişti bile…
Melih, ne yapacağını sordu; Çiğdem, “Söz yazacağım” diye karşılık verdi. Ertesi gün Çiğdem şarkının sözlerini yazmış ve Melih’i tamamlamıştı. Şarkı sessizce, inceden yapılmış bir anlaşma gibi aralarında duruyordu.
Çiğdem’in sözleri Melih’in müziğine, Melih’in müziği de Çiğdem’in sözlerine adeta hayat vermişti. O şarkı, “İşte Öyle Bir Şey”di…
Çiğdem, aslında içinde çığlıkları bile barındıran sessiz bir adım atmış, tüm hislerini sözlerine akıtmıştı.
“Seni düşündüm dün akşam yine
Sonsuz bir umut doldu içime
Bir de kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma”
Melih de o gece içtiği çayın tadını unutamayacaktı. Kesinlikle bir çay tiryakisiydi ve çayı limonlu severdi. O günden sonra bağlarını hiç koparmayacak ve Çiğdem de Melih’in limonlu çay sevdiğini hiç unutmayacaktı…
Ağustos 1976’da, “İşte öyle bir şey” Erol Evgin’in sesiyle de taçlanmıştı. Ardından “Sevdan Olmasa” geldi. Plağın ön yüzünde “İşte Öyle Bir Şey”, arka yüzünde de “Sevdan Olmasa” vardı. Çiğdem sözleriyle, Melih de bestesiyle müzik piyasasının gündemine oturmuştu. Dinlemek isteyen herkesle buluşsa da bu sözler de, notalar da aslında iki kişinin arasındaydı. Asla dile getirilmeyen, ama ateşi dünyayı yakmaya yetecek bir aşka sahip iki kişinin şarkısıydı bu.
Ah bu hayat çekilmez diyordu, sen olmasan, sevdan olmasa…
Hayat artık hissedilen duygularla anlam kazanmıştı. Bu aralarında köprü kuran ikinci şarkıydı, ama her şey o kadar yoğun hissediliyordu ki… Sanki yıllardır tanışıyorlardı da birbirlerine çok geç kalmışlardı. Çiğdem şarkıya yazdığı sözlerde artan duygu yükünü emanet etmişti Melih’e. Bir yandan da içinden kopardığı her cümle, zaten daha da yoğunlaşan duygulara dönüşüyordu…
Plak satışlarının patlamasının ardından Çiğdem’de sürpriz kararını açıkladı: “Artık yabancı şarkılara Türkçe söz yazmak yok!” Bu kadar değildi, bundan böyle çalışmalarının tamamını Melih Kibar ile yürüteceğini de özellikle bildiriyordu.
Çevrenin de zaten daha ilk şarkılarında başlamış bir bakışı vardı; Melih acaba Çiğdem’in genç sevgilisi miydi? Aralarında dile getirilmiş duygusal bir ilişki başlamamıştı, ancak Melih’in içine bir kıymık batmaya başlamıştı inceden. Ne olurdu sanki diye düşündü, ne olurdu Çiğdem ondan 12 yaş büyük olmasaydı.
Bu başarının sarhoşluğunu henüz üzerlerinden atmamışlardı ki, Çiğdem ve Melih Polonya’nın Sopot kentine müzik festivaline gitti. Sopot, onlar için sadece festivalin yapıldığı şehir değil, aynı zamanda aşklarının adının konduğu şehir olacaktı hafızlarında…
Şu cümlelerle anlatacaktı yıllar sonra Melih orada yaşananları Can Dündar’ın belgeselinde:
“Bizim Çiğdem’le esas yakınlaşmamız galiba bu festivalde oldu. Yani normal ilişkilerde söylenen lafları birbirimize etmeye başladığımız yerdir, Sopot. Ondan sonra artık kartlar açık oynanmaya başlandı; ama hep bunun dışarı yansımasını engelledik biz. Çünkü bunu salt kadın erkek beraberliği olarak yorumlamaya meyilli insanların olması bizim içimizi acıtıyordu. Çünkü, dışarıdan bakınca “Koca kadın gencecik, bugünkü tabiriyle çıtır, sevgilisi mi var?’ diyecekler. Böyle şeylerden Çiğdem de çok korkardı; bana da ters geliyordu”
İçlerinde kopan fırtınaya daha fazla karşı koyamamışlardı; artık sevgiliydiler. Ama toplum baskısı da tepelerinde kara bulutlar gibi dolanıyor, ikisinin de içine bir sızı bırakıyordu. Ortada bir ilişki varsa, kadının erkekten büyük olması kabul edilemiyordu. Ama işte, gönül de ferman dinlemiyordu…
Evet Çiğdem, Melih’ten 12 yaş daha büyüktü ve hatta bir de evlenip ayrılmıştı. Üstelik bir de kızı vardı. Ama hayat devam ediyordu ve kalp dediğin atıyordu.
Aralarında günden güne büyüyen aşkta ilk kez ayrılacaklardı Çiğdem ve Melih. Artık üniversiteden mezun olmuştu ve Kimya mühendisliği üzerine master yapmak için Londra’ya gidiyordu. Melih, babasıyla birlikte, kalbine oturmuş yumrusuyla uçağa bindi.
Bir fırtına tuttu onları. Gittiği ilk gece, Londra’da kıyamet gibi bir fırtına vardı. Melih, bu fırtınayı şöyle tanımıyordu. “Tarifi namümkün. O fırtınadan nasıl sağ kurtuldum, bilmiyorum”. O gece ölümlerden dönmüştü. Morali oldukça bozuktu, ama yine de korkutmamak için Çiğdem’e bir şey belli etmemişti. Ama üzerindeki stresi de bir türlü atamıyordu. Kaldığı odadan biraz dolaşıp kendine gelmek için dışarı çıktı. Karanlık bir koridorda yürürken ona iyi gelecek şeye çarptı; bu bir piyanoydu. Parmakları neredeyse Melih’e haber vermeden piyanonun tuşları üzerinde gezinmeye başladı. Tüm korkusunu notalarla paylaşıyordu; yeni bir beste yapmıştı bile. Hemen odasına koştu, teybini aldı ve aniden ortaya çıkan bu besteyi kaydetti. Besteyi Çiğdem’e ulaştırması için İstanbul’a dönerken babasına emanet edecekti.
Beste Çiğdem’in eline ulaşmıştı. Belki çok özlediğinden belki de Melih’in notalarda saklanamayan korkulu gecesinden, besteyi büyülenmiş gibi dinledi ve hemen üzerine sözlerini yazıp Melih’e bir mektupla gönderdi.
Melih mektubu açıp okuduğunda ayakta durmakta güçlük çekmişti. İşte o anını şu sözlerle anlatıyordu: “Pembe bir zarfın içinde gelmişti. İlk sayfayı okuduktan sonra besteye yazdığı sözlerin olduğu sayfaya bakınca ben duvara tutundum. Çünkü şarkının adı ‘İçimdeki Fırtına’ydı”.
Melih, uzun zaman telefonun başında bağlanmayı bekledikten sonra Çiğdem’e ulaştı. “Sen bu parçayı nasıl yazdığımı biliyor musun?” diye sordu. Sonra konuşup biraz karşılıklı ağlaştılar. Bu aşk denilen bambaşka bir şeydi. Şöyle de bir temennisi vardı Melih’in: “Allah, insanlara bunu yaşatmalı; çok özel bir şey bu”.
Melih, ona hiçbir şey anlatmasa da belli ki Çiğdem hissetmişti. Gerçek aşk bu muydu?
Her ne kadar yaş farkı gerçeği gökten sallanan bir madalyon gibi aralarında dursa da, artık herkes onları birlikte anmayı öğrenmişti. Çiğdem denince Melih, Melih denince Çiğdem ekleniveriyordu yanına. Bu Londra ayrılığına da imkanları el verdiğince çözümler bulmaya çalışıyorlardı. Çiğdem bulduğu her fırsatta Melih’in yanına gitti. Artık aşk, gerçekten aşktı ve soluksuz yaşanmaktaydı…
Plakların gelirini çoğu zaman kendi gelirini de ekleyerek gönderiyordu Melih’e, ona destek oluyordu. Ama daha özeli yeşil bir defteri vardı Çiğdem’in; haklarında çıkan haberleri üzerlerine küçük sevimli notlar ekleyerek Melih’e gönderiyordu. Hatta arada tatlı tatlı takıldıkları da vardı. Bir dergi Melih’in Çiğdem’i bırakıp tatil için İngiltere’ye gittiğini yazmıştı. Çiğdem’de o haberin çıktığı gazete kağıdını kesti ve üzerine şöyle yazdı: “Melih Bey, Melih Bey, bizim burada canımız çıkarken ‘master’ dalgasıyla İngiltere’ye tatile gitmek de ne demek oluyor?”
Aşklarıyla ilgili hakkında çıkan ilk haberi de buradan okudu Melih; “Melih Kibar’ın kendi İngiltere’de, kalbi Çiğdem’de”…
Melih’in Londra’da olması aşklarına olmadığı gibi işlerine de engel değildi. Çiğdem ve Melih, bantlaşma yoluyla haberleşerek şarkılarını yapmaya devam etti.
Bir başka notta Çiğdem, Melih’e yaptıkları yeni şarkılardan haber veriyordu: “Çiğdem Talu, sevgili bestecisine kıvançla sunar: 2. Plağımız”.
Çiğden sevgilisini asla yalnız ve habersiz bırakmıyordu. Melih, yıllar sonra yine Can Dündar’ın belgeselinde hislerini aktarırken, şöyle diyecekti: “Hep bir ‘Hadi Koçum’ var”.
O günlerde Çiğdem de bir televizyon programında şöyle demişti: “Hayatımı milattan önce milattan sonra gibi, Melih’ten önce Melih’ten sonra diye ikiye ayırıyorum”.
1 yıllık bir ayrılıktı bu aslında. Hem çok büyük özlediler hem de hep bir arada gibi yaşadılar. Bu ayrılık 1976’nın sonunda bitti ve İstanbul’da buluştular. 1977’ye Tarabya’da bir restoranda merhaba dediler. Uzun bir aradan sonra buluşmuşlardı. O gece çekilen fotoğrafın arkasına şöyle yazmıştı Melih:
“İlk defa birlikte girdiğimiz bir sene bu, 1977 yılı. Ne güzel di mi? 365 günün de bu geceki gibi mutlu ve güzel geçmesi, yani ‘hep böyle olması’ dileğiyle…”
Artık başarılı bir yaşamları vardı, zirvede sadece onların ismi vardı. Tüm şarkıları ezber ediliyor, gönülden gönüle dolaşıyor; nice aşka tutunacak dal oluyordu.
Çiğdem’in 31 Ekim 1977’deki yaş gününü Melih Kibar, Erol Evgin ve İlhan İrem birlikte yazdıkları bir maniyle kutladı:
“Çiğdem Çiğdem,
Çiçeklerin en güzelisin sen
Bilmem ki bundan başka sana neler söylesem
Şarkılara can veren
İlham meleğimizsin sen”
O geceki doğum günü kutlaması Çiğdem’i çok mutlu etmişti ve ona en güzel şarkılardan birinin sözlerini yazdırdı; “Her şey seninle güzel”
“Her şey seninle güzel,
Olmayacak düşlerin peşinden koşmak bile.
Her şey seninle güzel,
Bu toprak bu taş bile.
İçimdeki bu korku, gözümdeki yaş bile”
Çiğdem’in olmayacak dediği düş, hayatının merkezindeydi. İçinden Melih’in aşkıyla dökülen her sözcük dilden dile dolaşan bir şarkı oluverecekti artık… Ama yine de korktukları da oluyordu. Çiğdem, annesi ve kızıyla yaşıyordu, en çok eleştirilen de o oldu. Kimse onların arasında tarifi zor, ama mükemmel bir aşk var demedi. Zamanla bu yaşta kadın kendisinden 12 yaş küçük adamla ne işi var denmeye başladı. Ama o ilişkinin ne anlama geldiğinin, nasıl hassas bir his olduğunun ayırdına Melih bile yıllar sonra varacaktı…
Yine de yaşanan zamanda bu aşk denilen gerçekliği kapalı bir kutuya koyup yüksek bir rafa kaldırmaya karar verdiler. Çünkü Çiğdem, saraylı bir aileden geliyordu. Olmazdı. Bir kadın kendinden yaşça küçük biriyle olamazdı… Onlar da bu çizgiyi koruyup çok iyi iki dost olmayı başarmaya gayret etti. Birlikte şarkılar yazmaya, aşklarını şarkılarda yaşamaya devam ettiler.
Bir gün Melih, Çiğdem’in evine geldi. Çiğdem, ona piyanonun üzerindeki kağıdı okumasını istedi; “Hisseli Harikalar Kumpanyası” yazıyordu. Melih şaşkınlığını saklayamazken Çiğdem, “Müzikalimiz”i uzata uzata söylemişti.
Hatta şarkı sözlerini yazmıştı bile. Melih bunu fark ettiğinde daha da şaşırdı; “Bu söz bestelenmez” dedi. Çünkü alışkanlığı değişiyordu. Her zaman önce o beste yapar, sonra da Çiğdem sözlerini yazardı. Şimdi bu terslik ona tuhaf geliyordu. Yapamayacağını düşünürken, Çiğdem her zamanki gibi onu destekleyen konuşmalarından birini yaptı. Ne yaptı ne etti, sonunda onu ikna etti. Melih, Çiğdem’i salona gönderdi ve piyanonun başına geçti. Bestesi tamamlanmıştı.
Beklenenden daha çok ilgi görmüştü Hisseli Harikalar Kumpanyası…
Bu şarkıyı aslında Hisseli Harikalar Kumpanyası içinde bestelemişti Melih; Çiğdem de üzerine o şarkıyı yazdı: “Sen başkalarına benzeme sakın, hep böle kal; hep cana yakın…”
Bu aslında Melih bilmese de bir vedanın hüznünü taşıyordu. Çünkü Çiğdem, kanser olmuştu. Bir gün Melih’i aradı ve “Ben kansermişim” dedi. Aslında ilk kez bu telefon konuşmasından 8 ay önce de gitmişti Çiğdem doktora göğsünde bir şeyler geliyordu eline, ancak doktor bunun süt bezesi olduğunu söyledi. İkinci kez 3 ay sonra gittiğinde de bir şey olmadığını söylemiş, bundan da 5 ay sonra üçüncü kez gittiğinde meme kanseri teşhisi konmuştu.
Melih, Çiğdem’e öyle ulu bir gözle bakıyordu ki, o gücüyle her şeyin üstesinden gelirdi; kanser de neydi ki… Bu yaşananların bir şaka olduğunu düşünmek istiyordu. Ciddiyetini kavramamak için çabaladı. Çünkü Çiğdem’in olmadığı bir hayatı nasıl yaşayacağını bilmiyordu.
Takvimler 1980’leri gösteriyordu. Bu sefer Çiğdem tedavisi için Londra’ya gidiyordu. Ama neşesinden, özellikle Melih’e ulaştırdığı neşesinden hiçbir şey kaybetmemişti. Londra’da olduğu zamanlarda Melih’e bir masal ülkesinde olduğunu bildiren, sevimli kartlar yolluyordu.
Melih’e göre, Çiğdem yine aynı Çiğdem’di; sadece kanserle bir arada yaşıyordu, hepsi bu. Ama elbette öyle değildi. Çiğdem, özellikle yazdığı şarkılarda artık hüznünü saklayamıyordu. Melih’in paylaştığı bilgilere göre hayatında en severek yazdığı şarkı sözünü bu zamanlarda yazmıştı: “Koca çınar”
“Serde delikanlılık, gençlik var koca çınar
Sevda var, sen sevdanı çiğneyip geçer misin?
Öte yandan gurur var, ölesiye gurur var
Seni unutanları sen olsan sever misin?”
Belli ki Çiğdem inceden bir siteme, bir üzüntüye kapılmıştı…
25 Mayıs 1982’de, yani yedinci yıllarında, bir televizyon stüdyosunda Halit Kıvanç ile birlikte kutladılar. O güne kadar 160’dan fazla şarkı yazmışlardı. Çiğdem’in aslında canı yanıyordu, ama gülümsüyordu ekranda.
Melih, onun kanser olduğunu kabullenmek istemese de, artık fiziksel değişimlerini görüyordu. Kilo almaya başlamıştı ve artık peruk kullanıyordu. Metastaz bütün vücuda yayılmıştı. Tedaviye de para dayanmaz olmuştu. Bu yüzden onu seven tüm dostları bir araya gelip yardım toplamak için bir konser gecesi düzenlediler. 28 Mart 1983’te Şan Tiyatrosu’nda yapılan gecede dönemin tüm sanatçıları ve tabii ki hepsine piyanoda eşlik eden Melih Kibar vardı. Çiğdem de telefonla katılmıştı geceye.
Ama ne yazık ki tüm bu sevgi seli, toplanan para, Çiğdem’i hayatta tutmaya yetemedi. Geç konulan teşhis onu bu hayattan alacaktı.
Çiğdem, İstanbul’a döndü. Melih tanışmalarının sekizinci yıl dönümünde görmeye gitti Çiğdem’i. Konuştular, daha doğrusu Melih konuştu, Çiğdem hastalığı el verdiğince tepkisini gösterdi. Melih’e karşısında sanki Çiğdem değil de bir başkası var gibi geliyordu.
Tanışmalarının üzerinden 8 yıl 3 gün geçmişti ki, Çiğdem Talu öldü. Basın Çiğdem’in ölümünü “Şarkılar öksüz kaldı” diye vermişti…
Cenaze Aşiyan Mezarlığı’na gömüldü. Bir vosvosun içinde gitti Melih cenazeye. Ne ölüm haberini aldığında ne de camide hiç ağlamadı. Ama o arabanın içinde, mezarlığa girmeden bir gözyaşı seline kapıldı. Ömrü boyunca unutamayacağı bu an, 4 dakika sürmüştü. Tüm hüznünün, acısının boşaldığı bir andı.
Çiğdem bundan sonra aşkını büyüttüğü şarkılarda yaşayacaktı; Melih ise…
Dünyada ruh eşimizin olduğuna inanmasak yaşamak yine katlanılır olur muydu acaba? Çok sevmeseydik, özlemek nedir bilmeseydik, boşu boşuna yaşamak hissinden uzakta tutabilir miydik bedenimizi ve de ruhumuzu?
Aşk dediğin inceden dokunuyor insanın her bir hücresine. Hele bir de gerçekten bulmuşsak ruh eşimizi, kader yoldaşımızı; siz ne derseniz işte bunun kalıplaşmış adına. Hayat o zaman başlıyor belki de.
İşte öyle bir şey…
Evet, büyük aşkı toprak olmuştu. Ancak sonsuzluk diye bir şey de vardı insanın içinde. Hayat nasıl devam ederse etsin, Melih’in kalbinde, 8 yıl 3 günlük yaşanmışlıklarında hep Çiğdem vardı.
1983’te, İlhan İrem ile çalışmaya başladı. Pencere albümünün müzik direktörlüğünü yapmıştı. Kalbinden söküp atmadığı, kendinden başka kimsenin anlamasına imkan olmayan o Çiğdem aşkıyla sarıldı işlerine.
1986’da, İlhan İrem’in sözlerini yazdığı “Halley”, Klips ve Onlar tarafından yorumlanan şarkının bestesi yine Melih’e aitti. Ve bu beste, Eurovision Türkiye Birinciliği ile Norveç’teki finalde Avrupa dokuzunculuğu getirdi. Bu, bugüne dek Eurovision’da elde edilmiş en büyük başarıydı.
1993’te ise, bu kez Melih, Çiğdem’in kızı Zeynep ile çalışmış, Eurovision’da Arzu Ece’nin seslendirdiği “Sev” şarkısını yazmışlardı. Halley kadar başarı getirmese de, muhtemelen Melih’in içinde ayrı bir yeri vardı.
Ve 2001’de, Melih Kibar, “Yadigar” albümünü yayınladı. İlk yarısında Yaşar, Candan Erçetin, Demet Sağıroğlu gibi isimler ünlü Melih Kibar bestelerini yorumluyor; ikinci yarısı da enstrümantal ilerliyordu.
Büyük aşklar izlerini kuşkusuz hep bırakıyordu insanın bedenine ve ruhuna. Melih, Çiğdem’i kanserden kaybetmişti. Şimdi onunla bir ortak kader daha paylaşıyordu.
Melih Kibar, uzun bir süre gördüğü kanser tedavisi sonucu 7 Nisan 2005’te her güzel şeyi çoğaltarak bırakmanın kıvancını yaşayarak hayata veda etti.
İnsan, başını kaldırıp gökyüzüne bakmayı becerse, belki biraz da kibrinden sıyrılsa, hayatının ona öğretecek ne çok şeyi var…
Kalbinde fırtınalar kopartan aşkı, ucunda sihir barındıran parmakları ve geride bıraktığı yüzlerce beste ile bir Melih Kibar geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
10 yaşında okulu bırakıp, matbaacı ve liberal gazeteci ağabeyi James’in yanına çırak giren Benjamin, 24 yaşına geldiğinde kendi matbaasını ve gazetesini kurdu.
Çok yönlü kişiliği erken yaşlarda belirginleşen Franklin, çeşitli konuların tartışıldığı bir fikir kulübü, Amerikan Felsefe Derneği’ni, Franklin Akademisi’ni, bir kütüphane, gönüllü yangın söndürme kuruluşları ve hastane kurdu.
Filedelfiya’daki ilk matbaasını çeşitli kentlere yaydı.
Farklı sektörlere girdi; yangına karşı sigorta yapan bir şirket kurdu.
Müteşebbisliği yanında, mucitliğiyle de ünlüdür.
Yakın ve uzak görüşü kolaylaştıran camların birlikte kullanıldığı bifokal gözlük, yıldırıma karşı paratoner, Franklin sobası, kilometre sayacı gibi icatlarının yanında güneş ışığından daha fazla yararlanmak için yaz ve kış saati uygulamasını başlattı.
Sadece bu kadarını yapsa bile ansiklopedilerde mutena bir yeri olabilecek Benjamin Franklin, siyasete de girdi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin “kurucu babaları”ndan biri oldu.
Gazetesinde yaptığı bağımsızlık taraftarı yayınları sayesinde Amerikan Kongresi’ne seçilen Benjamin Franklin, 1776’da tam 70 yaşındayken, Thomas Jefferson ve John Adams ile, Bağımsızlık Bildirgesi’ni hazırladı.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı sonrası İngiltere’yle yürütülen barış görüşmelerinde görev aldı. Ölmeden önce Filedelfiya Anayasa Kurultayı’nın çalışmalarına katıldı.
20 bin kişinin katıldığı 1790 yılındaki cenazesinden sonraki yıllar boyunca, şehirlerden, savaş gemilerine, caddelerden okullara kadar sayısız yere adı verildi. Halen 100 dolarlık banknotlardaki görüntüsüyle meşhurdur.
Kaynak:Enson haber Biyografi
‘Aptal sarışın’ etiketini üzerine büyük bir başarıyla almış, bence müthiş zeki, bir kadının biyografsinden bahsedeceğim bugün: Marilyn Monroe. Kayıtsız kalınamayacak güzelliği ile bir zamanlar kasırgalar estirmiş, herkesin başını döndürmüş bir güzellik. Kim ne derse desin sevildiği yadsınamayan, adının geçtiği her masanın soluksuz konusu olabilen, kadın figürü denildiğinde her yerde ilk akla gelen kadın. Hatta belki kadın sözcüğünün karşılığı, Marilyn Monroe.
Ne kadar övülse güzelliği anlatmaya yetmez. Çünkü aslında her şeyden önce onun baş döndüren bir aurası var. Böylesine mükemmel andığımız kadının elbette bir de sıradışı bir hayat hikayesi…
Marliyn’in babasının kimliği hala belli değil
Monroe’ye 1 Haziran 1926’da doğduğunda annesi tarafından Norma Jeane Mortenson ismi verildi. Hala kimliği resmen belli olmasa da babasının, annesinin RKO stüdyolarında birlikte çalıştığı Charles Stanley Gifford adlı satış elemanı olduğu düşünülüyor. Başkaca düşünenlere göre de babası, annesinin ikinci evliliğini yaptığı Martin Edward Mortenson da olabilir.
Marilyn’in hayatı aslında doğduğunda değil, annesi Glady Pearl Baker’e şizofreni teşhisi konulduğu gün başladı. Çünkü o gün Marliyn bundan sonraki hayatını yetimhanlerde ve bakıcı ailelerin yanında geçirmek zorunda kalacaktı.
Yedi yaşına kadar aşırı dindar bir aile olan Albert – Ida Bolender çifti ile yaşadı. Daha sonra annesi kendisini toparladı, bir ev alarak onu yanına aldı ve birlikte yaşamaya başladılar. Ancak annesinin akıl hastaklığı her gün biraz daha kendini hissettiriyordu. Bu sebeple Glady’i tekrar akıl hastanesine yatırmak zorunda kaldılar.
Artık Marlyn’in yeni evi annesinin en yakın arkadaşı Grace McKee idi. Grace de 1935’te Ervin Silliman Goddard ile evlendiğinde Marliyn’e tekrar yetimhane yolları göründü. Marliyn Los Angeles yetimhanesinde yaşamaya başladı. Grace pişmanlık yaşıyordu. İki yıl kadar sonra dayanamayıp Marilyn’i tekrar eve getirdi. Ama bu sefer de Grace’in kocası Ervin, Marilyn’i taciz etti.
Marilyn dokuz yaşına gelmişti. Yaşadığı bu acı olayın üzerine halası Olive Brunings’in yanına gönderildi. Ancak burada da halasının oğulları tarafından taciz edildi. Marilyn yaşadığı psikolojinin ağırlığına bakılmaksızın oradan oraya sürüklendi. Küçücük bedeninde açılan yaralarla Marilyn sadece göç ediyordu.
Halasından sonraki durağı Grace’in yaşlı halası Ana Lower oldu. Ancak Ana gerçekten çok yaşlıydı. Bir süre sonra sağlığı bozulmaya başladı ve Marilyn Grace’in yanına dönmek zorunda kaldı.
Marilyn 16 yaşındaydı. Komşunun 21 yaşındaki oğluyla kısa süreli bir flörtten sonra onunla evlendi. Göçebe hayatını yerleşik bir hayata taşıyacağına inanan genç bir kız olarak yeni evine taşındı. Ancak bu evlilik sadece dört yıl sürebildi. Marilyn boşandı. Artık 20 yaşında genç bir kadındı.
Boşandıktan sonra artık kendi ayakları üstünde durabilmeliydi. The Blue Book mankenlik ajansına girerek modellik yapmaya başladı ve oyunculuk – şarkıcılık kurslarına kaydını yaptırdı.
Kısa sürede The Blue Book ajansının başarılı modellerinden biri oldu. Fotoğrafları magazin dergilerinin sayfalarını süslemeye başlamıştı. Bu fotoğraflar 20th Century Fox yöneticisinin dikkatinden kaçmadı. Ben Lyon, Marilyn için bir deneme çekimi ayarladı ve altı aylık bir kontrat imzaladılar. Marilyn, Ben’in önerisiyle artık gerçekten Marliyn Monroe oldu. Norma Jeane Mortenson olan kimlik adı değişti.
Birlikte ”Scuda Hoo! Scuda Hey!” ve ‘Dngerous Years” adlı iki film çektiler. Ancak bu filmler başarısız oldu ve Marilyn Monroe sinemadan uzaklaştı. Çünkü Fox şirketi Marilyn ile yeni bir kontrat imzalamıyordu. Marilyn de modelliğe devam etti.
Modelliğe devam ederken bir yandan da oyunculuk eğitimini sürdürdü. Bu dersler ona ”Ladies of the Chours” filminde ilk kez şarkı söyleme ve dans etme imkanı verdi. Bunun ardını ”The Aspalth Jungle” ve ”All About Eve” izledi. Bu iki filmde aldığı kısa rollerle Marilyn eleştirmenlerin özellikle dikkatini çekmişti. Bu filmlerin ardından ”We’re not Married!”, ”Love Nest”,‘‘Let’s Make It Legal” ve ”As Young As You Feel” filmlerinde küçük rollerde göründü.
Marilyn küçük, önemsiz rollerde yer alsa da oldukça ilgi çekiyordu. RKO yöneticileri Marilyn’in potansiyelini ”Clash of Night” filminde değerlendirdiler. Film başarı gösterdi ve Fox Marilyn’i yeniden bünyesine almak istedi. Onu ”Monkey Business” adlı komedi filminde oynattı. Eleştirmenler artık Marilyn’in başarısına kesinlikle kayıtsız kalamıyorlardı. Her yerde onun artan ününden bahsedilir olmuştu. Hatta son iki filmin başarısı kesinlikle Marilyn’in yükselen ününe bağlıydı.
Marilyn artık başarılı bir oyuncu olarak tanınmaya başlamıştı. Ancak bunun yanında çalışılması zor bir oyuncu olarak da ünleniyordu. Sürekli setlere geç kalıyor ya da hiç gitmiyordu. Repliklerini unutuyor, performansı onu tatmin edene kadar tekrar çekimler istiyordu. Uykusuzluk ve gerginlik için kullandığı barbitüratlar ve amfetaminler onu çekilmez biri yapmıştı.
Sahne korkusu, kendine güvensizliği ve bunlara inat mükemmelliyetçi yapısı film setlerinde kendini gösteriyordu. Bu çelişkilerin sebebi elbette kullandığı ilaçlardı. Duygularını, davranışlarını düzenlemeye geçici olarak bulduğu bu çözümler giderek onu hasta ediyordu.
Aslında 50’li yıllarda ilaç kullanımı oyuncular arasında standart bir uygulama haline gelmişti. Ancak Marilyn İlaçlarıyla birlikte alkol kullanımını da artırmış bunun problemlerine çözüm olacağını düşünmüştü. Oysa bu çözümler, günden güne kötüye gitmekten aşka bir işe yaramıyordu.
1952 yapımı ”Don’t Bother to Knock” filmi ile Marilyn sonunda psikolojik sorunları olan bir çocuk bakıcısı rolüyle, başrolde oynadı. Düşük bütçeyle yapılmış B tipi bir filmdi, ancak bu filmden sonra eleştirmenler Marilyn’in daha büyük rollerde de oynayabilecek potansiyelde olduğunu yazdılar.
Marilyn, 1953 yılında oynadığı ”Niagara” adlı filmle şöhreti de tam anlamıyla yakalamış oldu. Eleştirmenler bu kez onun kamerayla müthiş uyumundan çok etkilenmişlerdi. Kocasını öldürmeye çalışan bir kadını canlandıran Marilyn Monroe, adeta kameralarla aşk yaşıyordu. Bu uyum onun şöhretini tamamen desteklemişti.
Marilyn, şöhretinin en zevkli basamağındayken bir zamanlr verdiği seksi pozlar ortaya çıktı. Olası bir skandalı son anda engellemeyi basına verdiği ifadelerle başardı. İfadesinde verdiği pozları kabullendiğini, ancak bunu parasız kaldığı için yaptığını açıkladı. Hatta bu pozlar daha sonra Playboy dergisinin ilk sayısında yayınlandı.
Şöhretinin meyvelerini tatlı tatlı yiyen Marilyn basamakları keyifle tırmanmaya devam ediyordu. Çok zorlu yollardan bulunduğu noktaya, her düştüğünde kalkmasını bilerek gelmişti. ”Gentlemen Prefer Blondes” ve ”How to Marry a Millionaire” büyük başarı kazandı. Bu filmlerin de başarısıyla artık Marilyn, A sınıfı aktrisler kategorisinde anılmaya başlandı.
Bu filmlerden sonra ”River of No Return” ve ‘‘There’s No Business Like Show Business” adlı filmleri başarılı olamasa da bunun bir önemi yoktu. O artık tam anlamıyla adını Marilyn Monroe olarak A sınıfına yazdırmıştı.
Bu dönemde beyzbol yıldızı Joe Dimaggio ile uzun süreli bir birlikteliği vardı. Marilyn bir zamanlar Norma olarak evlenmişti. Joe ile o gün Marilyn olarak evlendi. Ancak bu evlilik de sadece 9 ay sürdü.
Marilyn, stüdyo başkanı Zanuck’un kendisine ayarladığı aptal şarışın rollerinden çok sıkılmıştı. 1955’te ”The Seven Year Itch” filmini tamamladı ve kontratını iptal etti. New York’a ”Actor’s Studio” da oyunculuk okumaya gitti.
O bu durumdan sıkılmış olsa da bugün Marilyn Monroe hala bu filmler ile hatırlanıyor ve seviliyor.
Marilyn New York’daki oyunculuk eğitimi sırasında yazar Arthur Miller ile tanıştı. Arthur Miller daha sonra Marilyn’in üçüncü eşi oldu.
İşleri başarısız olan Zanuck, Marilyn’i geri dönmesi için ikna etme çabası içindeydi. Özellikle ”The Seven Year Itch”ın başarısından sonra Zanuck, Marilyn’in tüm şartlarını kabul eden bir kontrat hazırladı. Anlaşmalarına göre bundan sonra Marilyn sadece kendi onayladığı senaryolarda ve istediği yönetmenlerle çalışacaktı. Üstelik Fox dışındaki yağım şirketleir ile de çalışmakta özgürdü.
Marilyn, Fox ile anlaşması üzerine 1955’te Joshua Logan yönetmenliğinde ”Bus Stop” filminde oynadı. Bu filmdeki salon şarkıcısı Cheire rolüyle kariyerindeki eni iyi dramatik performansı gösterdi. Eleştirmenlerin ilgi odağı olan Marilyn, yine övgülere boğuluyordu. Altın Küre Ödülü’ne aday gösterilmişti.
Marilyn, aldığı mükemmel övgüleri kalbine doldurup eşi Arthur Miller ile Londra’ya gitti. Burada Laurence Olivier ile ”The Prince and the Showgirl” adlı filmi yaptılar. Bu film oldukça karışık eleştiriler aldı. Pek fazla başarı da gösteremedi. Ama yine de Marilyn Monroe’nin varlığı yetiyor ve oyunculuğuyla göz dolduruyordu.
Bu filmle Oscar denkliğinde kabul gören İtalyan David di Donatella ve Fransız Crystal Star Ödülleri‘ni kazandı. Ayrıca İngiliz BAFTA Ödülü’ne de aday gösterildi.
Filmden sonra Marilyn Londra’dan döndüğünde hamile olduğunu öğrendi. Sevinci çok uzun süremedi. Çünkü yaşadığı dış gebelikten başka bir şey değildi.
1959’da ”Some Like It Hot” filmi, Billy Wilder yönetmenliğinde kariyeri boyunca oynadığı en başarılı film oldu. Hatta bu filmdeki rolüyle Altın Küre de kazandı.
Ama madalyonun diğer yüzünde yaşanan olaylar bu kadar renkli ve yüz güldüren cinsten değildi. Her şey yavaş yavaş gün ışığına çıkıyor, müthiş derecede rahatsız edici bir parlama ile kendini gösteriyordu.
Marilyn yine sete sürekli geç gelmeye, repliklerini unutmaya, hatta zaman zaman çekimlere katılmayı reddetmeye başlamıştı. Bu durum yönetmeni Billy ile aralarında büyük kavgalara sebep oluyordu.
Bir yandan da Marilyn tekrar hamile olduğunu öğrenmişti. Gerginliğinin ya da tutarsız davranışlarının sebebi hamileliği midir bilinmez ama film tamamlanmıştı ki, Marilyn düşük yaptı. Bu durum hiç dile getirmemiş olsa da onu içten içe sarsıyordu.
Bu filmden sonraki ”Let’s Make Love” ziyadesiyle başarısızdı. Ama buna rağmen filmde söylediği ”My Heart Belongs to Daddy” şarkısı ile yine adından söz ettirmeyi başardı.
Marilyn hep böyleydi. İçinde bulunduğu projeler genel anlamda başarısız olarak anılsa da o bir şekilde bireysel olarak işin içinden sıyrılıyor ve adından söz ettiriyordu.
Ayrıca yine bu filmdeki rol arkadaşı Yves Montand ile bir yasak ilişki yaşadı. İçinde yaşadığı tüm karmaşa farklı yollardan hayatını yönlendiriyordu.
Artur Miller’in senaryosunu yazdığı, 1961 yapımı ”The Misfits” filminde Marilyn, çocukluk idolü Clark Gable ile başrolü paylaştı.
Filmin çekimi boyunca Marilyn’in sorunları devam etti. Hatta iki kez yorgunluk ve sinir boşalması sebebiyle hastaneye dahi yatırıldı. Ama yine madalyonun bu yüzü kimseyi ilgilendirmedi. Film gösterime girdiğinde Marilyn ve diğer oyuncuların performansları eleştirmenlerin ilgisini çekmeye yetmişti.
Ama bir yandan da film karışık eleştiriler aldı ve fazla hasılatı olmadı. Yine de Marliyn için ağır olan bu değildi. Bu filmden sonra Marilyn ve Arthur boşandı.
Marilyn, Arthur ile ayrı olmanın sızısını taşıyamıyordu. Ya da çocukluğundan beri içinde taşıdığı her şey gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Boşanma sonrası yaşadığı depresyon sebebiyle bir süreliğine tedavi için Payne Whitney Kliniği’ne yatırıldı.
1962 yılında ”Something’s Got to Give” adlı komedi filminde oynamaya karar verdiğinde Marilyn, aynı zamanda ilk çıplak sahnelerinin de çekilmesini kabul etmişti.
Ancak bu film asla tamamlanamadı. Çünkü Marilyn sete gecikmeleri abarttı. Hatta bir gün hasta olduğunu söyleyerek sete gitmediğinde, hakkında aşk söylentileri olan J.F.Kennedy’in doğum gününde şarkı söylüyordu.
Bunun üzerine Fox, Marilyn’i kovdu. Ona tazminat davası bile açıldı. Fox, filmi tamamlamak için başka bir oyuncuyla anlaşsa da filmdeki rol arkadaşı Dean Martin başka bir aktrisle çalışmayı kabul etmediğinden Marilyn yeni bir sözleşmeyle işe geri alındı. Ancak bu da filmi tamamlamaya yetmedi.
Film çekimleri tekrardan başlamamıştı ki, Marilyn yüksek dozda aldığı sakinleştirici sebebiyle 5 Ağustos 1962’de Brentwood, Los Angeles’teki evinde hayata gözlerini kapadı. Henüz 36 yaşındaydı.
Ölümünün ardından yapılan otopsinin raporlarına göre, Marilyn yüksek dozda barbitürat alarak intihar etmişti. Ancak olay yerindeki delil yetersizliği, otopside alınan dokuların kaybolması ve görgü tanıklarının çelişkili ifadeleri yaşanan olayın intihar değil de cinayet olduğunu düşündürdü.
Hatta Kennedy ailesinin bu cinayetle bir ilgisi olduğuna dair kaıtlanmamış birçok iddia bile öne sürüldü. Yine de bu durum hala muallakta.
Tek bir gerçek varsa, o da Marilyn Monroe’nin çok erken yaşta öldüğüdü ve geri gelemeyeceğidir.
Marilyn’in bedeni eski eşi Joe Dimaggio’ya teslim edildi. Joe, Marliyn için bir cenaze töreni düzenledi ve Westwood Village Memorial Park Mezarlığı’na defnetti. Takvimler 8 Ağustos 1962’yi gösteriyordu. Marilyn Monroe, soluksuz ve sonsuz yolculuğuna uğurlandı.
Bir hayat böyle yaşandı ve bitti. Gerçekten göremediğimiz gözyaşları ve gülüşleri ile bu dünyadan giden Marilyn, geride bize kadının gerçek görselini bıraktı. Dilerim şimdi sonsuza dek huzurlu bir uykudadır…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Osmaniye’nin soylu ailelerinden Türkmen ailesinden Fettahoğulları’nın bir mensubudur. Parti ve ocaklar içinde ”Devlet Hoca, Devlet Bey, Türkmen Beyi” diye hitap edilen Devlet Bahçeli, siyaset adamlığının yanında akademisyenlik kimliğine de sahiptir. 1997 senesinde MHP’nin kurucusu ve Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in vefatının ardından yapılan kurultayda MHP Liderliğine seçilmiş olan Dr.Devlet Bahçeli, ilk girdiği seçimlerde yüzde 18’e yakın bir oy almış ve seçimleri Bülent Ecevit’in liderliğini yaptığı DSP’nin ardından ikinci sırada tamamlamıştır. MHP ve Bahçeli için bu başarı bir ilkti ve MHP deyim yerindeyse oy patlaması yaşamıştı. Bu başarının ardından gözler MHP’nin yeni lideri Devlet Bahçeliye çevrilmişti. Çünkü siyaset sahnesinde ilk kez lider olarak girdiği bir seçimde bu başarıyı alması Türk siyasetine yeni bir soluk sağlamış ve Ülkücü camiaya bir heyecan getirmişti.
Bu girişin ardından işte detaylarıyla Devlet Bahçeli Aslen NERELİ , kimdir , kaç yaşında sorusunun tam yanıtı:
Devlet Bahçeli 1948 yılında Osmaniye’nin Bahçe ilçesindedoğdu. Fettahoğulları olarak bilinen geniş ve köklü bir aileye üye olan MHP Lideri Devlet Bahçeli, ailenin 4 çocuğundan biriydi. Dr. Devlet Bahçeli’nin babasının ilk evliğinden olan 2 üvey kardeşi vardır. Dr. Devlet Bahçeli, ilk öğrenimini memleketi Osmaniye’de 7 Ocak ilkokulunda üstün dereceyle tamamladı. Varlıklı bir aileye mensup olan Dr. Devlet Bahçeli, üniversiteye kadar eğitim hayatını özel okullarda sürdürdü. Devlet Bahçeli ortaokulu yatılı olarak Adana Özel Çukurova Koleji’nde kendisinden üç yaş büyük ağabeyi Servet Bahçeli’yle birlikte okudu. Lise eğitimi için İstanbul’a akrabalarının yanına giden Devlet Bahçeli, Emirgan Akgün Koleji’ne yazıldı. Bahçeli lise ikinci sınıfta Etiler’deki Özel Ata Koleji’ne geçti ve lise diplomasını da yine bu okuldan aldı.
Dr. Devlet Bahçeli, 1967 yılında Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni yeni adıyla Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’ni kazandı ve dış ticaret okumaya başladı. Bahçeli, Gazi Üniversitesi öğrenciliği yıllarında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin genel başkanı Alparslan Türkeş’in seminerlerine gitmeye başladı. Devlet Bahçeli daha sonra akademi’de Ülkü Ocakları’nı kurdu. 1970-71 yıllarında Türkiye Milli Talebe Federasyonu Genel Sekreterliği görevlerinde bulundu. Bahçeli, bir yandan aktif olarak siyasi faaliyetleri yürütürken, diğer yandan da akademik çalışmalarını devam ettirdi. 1971’de mezun oldu ve aynı yıl Ankara İktisadi ve Ticari İlimler akademisi ve bağlı Yüksek Okullarda İktisat Bölümü asistanı olarak görev aldı. Dr. Devlet Bahçeli, öğrencilerle yakından ilgilenen bir akademisyendi. Aynı zamanda Ülkücü Maliyeciler ve İktisatçılar Derneği’nin kurucularından, Üniversite Akademi ve Yüksekokullar Asistanları Derneğinin (ÜMİD-BİR) kurucularından ve genel başkanlarındandır. Ayrıca kısaca ÜNAY denilen, Üniversite Akademi ve Yüksekokulları asistanlığını kurdu ve başkanlığını yaptı. Devlet Bahçeli, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde iktisat doktorası yaptı ve aynı üniversitenin İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Politikasında Ana Bilim Dalı’nda 1987 yılına kadar öğretim üyeliği görevini sürdürdü. Dr. Devlet Bahçeli yine bu süre içerisinde Türkiye ve Dünya Ekonomisi, Türk Tarihi ve Dış Politika konularıyla ilgilendi ve bu alanlarda çalışmalar yaptı.
Nisan 1987 tarihinde üniversitesindeki öğretim üyeliği görevinden istifa eden Dr. Devlet Bahçeli, 19 Nisan 1987 tarihinde yapılan MÇP( Milliyetçi Çalışma Partisi) Büyük Kurultayında parti yönetimine seçildi ve Genel Sekreterlik görevine getirildi. MÇP ve MHP’nin yönetim kadrolarındaki görevi uzun yıllar süren Devlet Bahçeli, çeşitli zamanlarda Genel Sekreterlik, Genel Başkan Yardımcılığı, Merkez Yürütme Kurulu Üyeliği, Merkez Karar Kurulu Üyeliği, Genel Başkan Baş-Danışmanlığı görevlerinde bulundu ve 6 Temmuz 1997 tarihinde yapılan MHP 5. Olağanüstü Kongre sonrasında Genel Başkanlık görevini üstlendi. 1999’da yapılan genel seçimlerde MHP’nin ikinci parti çıkması üzerine DSP ve ANAP ile koalisyon hükümetinde devlet bakanı ve başbakan yardımcılığı görevlerini yürüttü. Devlet Bahçeli, 2002 genel seçimlerinde partisi baraj altında kalınca milletvekili seçilemedi. 2007 Türkiye genel seçimleri’ne Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı olarak katıldı. Partisinin barajı geçmesiyle birlikte yeniden milletvekili olarak meclise girdi. 24. Dönem Osmaniye Milletvekili olarak TBMM’ye tekrar girmiştir. 12 Haziran 2011 Türkiye Genel Seçimleri için yapılan 30 Nisan 2011 tarihli Yozgat mitinginde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından kullanılan “Püskevit” sözü Türk siyasi hayatının unutulmaz miting sözleri arasındaki yerini almıştır. Bahçeli bu sözü bisküvi anlamında kullanmıştır. Mitingden sonraki günlerde, kelime ilginç bulunarak medya ve sosyal paylaşım ortamlarında uzun süre gündemden düşmemiştir. Bahçeli, gelişmeleri yakından takip ettiğini ve ilgiden memnun olduğunu belirtmiştir. Püskevit sözcüğünün Bahçeli’nin memleketi olan Osmaniye’de ve Adana’da halk tarafından sıkça kullanıldığı bilinmektedir. Sözcük, özellikle iki bisküvi arasına lokum sıkıştırılarak yapılan atıştırmalık yiyecek için kullanılmaktadır.
Ablasıyla birlikte yaşayan Dr. Devlet Bahçeli bekardır ve hiç evlenmemiştir.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bir suikasta kurban giden hayatın öyküsü bu. İstifasından 2 yıl sonra bir sabah işe giderken çapraz ateşin içinde can verdi Hiram Abas. Ayrıcalıklı çocukluğunun bedelini bu şekilde ödeyecekti belki de.
Aldığı eğitimlerin üstüne yaşadığı hayat, iki istifa ve ardından gelen kanlı ölüm…
Belki de tüm bunlar isminin ağırlığıydı…
Hiram, 1932’de İstanbul’da Fatma Roksan Hanım ve Hilmi Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ona Mustafa Hiram Abas adını verdiler. İran işgalindeki Güney Azerbaycan’dan kaçan bir aileydi onlar. Ona bu ismi veren dedesi “Mübarek Galip Eldem” idi. Galip Bey, Hiram’ın anne tarafından dedesiydi ve aynı zamanda “Osman Hamdi Bey”in de yeğeni idi.
İsmi Hiram konmuştu; çünkü bu isim Yahudi efsanelerinin ünlü ismi “Hiram Usta”dan geliyordu. Yapılan araştırmalardan edinilen bilgiye göre aileden gelen bir masonluk vardı.
Hiram, cevval bir çocuktu, pek yerinde durmazdı. Genç delikanlı zamanları geldiğinde akan bu deli kanı boks yaparak dizginlemeye çalışacak, hatta bu sporda başarılı olacak; ufak da olsa şampiyonluklar kazanacaktı.
Hiram, ağır bir isimdi aslında. Belki bundan sebep Hiram’da adının ağırlığıyla yaşayacak, güç gerektiren işlere düşecekti. Çünkü bu ad, tek başına bir efsanenin adıydı.
Hiram efsanesi, masonluğun kuruluşunu temsil ediyordu. Efsaneye göre, Kral Davud, Kudüs’te Allah’ın evini inşa etmek istiyordu. Bunun için ülkenin dört bir yanından evin yapımında çalıştırmak için 40 bin işçi topladı. İşçilere de “Mason” ismini verdi. Bu “Duvarcı” manasına geliyordu.
Davud her şeyi başlattı, ancak devam ettiremedi. Henüz inşaat devam ederken hayatını kaybetti. Onun yerine de Süleyman geçti. Haliyle her gelen kendince değişiklikler yapacaktı. Süleyman da bu evin adını değiştirdi ve “Süleyman’ın Mabedi” yaptı.
Bu evin inşaatında çalışan ustalardan birinin adı “Adon Hiram Adif” idi. Hiram bir Yahudi’ydi ve dul bir kadının oğluydu. Bilgili ve görgülü biriydi Hiram; çalışkandı. Kendi mahiyetindeki işçilerini çırak, kalfa ve usta diye üçe ayırmıştı. Bilgilerini bölüm bölüm her kesime gerektiği kadarını anlatıyordu. Gerektiği kadardı; çünkü, çıraklar, kalfa ve ustaların, kalfalar da ustaların bildiği sırlara erişmek için bir basamak üste çıkmak zorundaydı. Elbette alacakları ücretler de buna göre değişiyordu.
İnşaat tamamlandığında usta olmayı bekleyen 3 kalfa yeterli başarıyı gösteremediklerinden ustalık mertebesine de erişemedi. Bunun üzerine 3 kalfa ustalığın sırrını Hiram Usta’dan zorla öğrenmeye kalktılar. Hiram Usta’da bilgisine ve ustalığına ihanet etmek istemeyince onu öldürdüler.
Cesedini dağa gömüp mezarının üzerine akasya dalları diktiler ve bundan sonra da bu efsanede yer alan isimler, işaretler, kelimeler birer sembol kabul edildi; masonluk sembolü.
Efsaneye göre, Süleyman Mabedi de buna bağlı olarak Hiram efsanesi de masonluğun temellerinden ikisi demekti…
Hiram, her zaman ayrıcalıklı ve özel bir çocuk oldu. Orta öğretimini “Saint – Joseph Lisesi”nde tamamladı. Bu okulda misyonerler tarafından çok sıkı bir disiplinle eğitim verildiği bilinirdi. Bu sebepten yabancı okullarda okuyanların lügatında burası “Papaz Mektebi”ydi.
Hiram, üniversite eğitimi için Ankara Üniversitesi Sosyal Bilgiler Fakültesi’ni tercih etti. Hemen ardından müfettişlik görevine başladı ve bu görevini İstanbul’da 18 Mayıs 1967’ye kadar sürdürdü. Ancak askere gitmeliydi. Yedek subay olarak vatani görevini tamamlayan Hiram, sonra da MİT’e girdi; Batum, Atina ve Beyrut’ta görev yaptı.
Eğitim ile dolu bir çalışma hayatı başlamıştı. Bir süre İstanbul ve Ankara’da sürdürdü görevini. Ardından da CIA’in çeşitli okullarında eğitim aldı. Bu eğitim, 4 yıl sürdü.
Hiram, eğitimini tamamladıktan sonra 12 Mart 1971’de İstanbul’da görevi başındaydı.
Hiram, 1978’de Namık Kemal Ersun cuntasının tasfiyesiyle ilişkili olarak kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Dönemin TİSK Genel Başkanı Halit Narin’in yanında çalışmaya başladı.
Ülke 12 Eylül döenmini yaşadı. Hiram, 1983’te ikinci kez MİT’e döndü. Tekrar bir süreç başladı, Hiram yine görevinin başındaydı. Ağustos 1986’da Hayri Ündül MİT Müsteşarlığı’na getirildi. Hiram da MİT Müsteşar Yardımcısı görevindeydi.
1986’da Hiram, dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın MİT’in sivilleşmesi operasyonunda sembol isim olmuştu. Hiram, çalışmalarını oldukça disiplinli ilerletiyordu. Örneğin, Suriye’nin PKK’yı barındırması üzerine Müslüman Kardeşler Teşkilatı yöneticilerini Türkiye’ye getirtti. Ama en önemli çalışmaları Dev – Sol örgütü üzerineydi. Zaten ömrünün sonu da buradan gelecekti.
Teşkilat bir güç savaşı içine düşmüştü ve Hiram bu savaşı kaybetmişti. 1988’de yayınlanan MİT raporunda sorunlu isim olarak gösterilmişti. Hiram Abas, raporu kaleme alan Mehmet Eymür ile pasif göreve alınmak istendi. Bu olay üzerine Hiram, ikinci kez emekliliğini istedi.
Hiram, ikinci kez istifa etmiş ve MİT ile olan bağlantısını kesmişti. Amerikan silah firmalarının Türkiye temsilciliğini yapan bir şirkette çalışıyordu.
26 Eylül 1990 sabahı yine işe gitmek için evden çıktı; ancak gidemedi. Evinin yakınlarında belediye işçisi görünümündeki kişilerin açtığı çapraz ateşin içine düştü. Hiram, kendisine düzenlenen bu suikastta olay yerinde yaşamını yitirdi.
Bu korkunç cinayeti, Hiram’ın bir zamanlar üzerinde çalışmalar yürüttüğü Dev – Sol örgütü üstlendi. Bu cinayetin dosyası faili meçhul davaların arasına karıştı…
Böylesine şaibeli bir ölümün ardından elbette birçok iddia öne sürüldü ve popüler kültürdeki yerini de aldı; devlet içinde önemli isimlerden biriydi nihayetinde.
Ergenekon Davası iddianamelerinde yer verildi. Ardından gazetelere verilen röportajlardaki iddialara göre, Hiram Abas’ın katili, 3 Mart 1995’te infaz edilip betona gömüldüğü iddia edilen, MİT Ajanı “Tarık Ümit” idi.
Ayrıca 1999’da Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul tarafından, Hiram Abas’a özellikle yer verilen bir kitap yazıldı. “Bay Pipo” adını verdikleri bu kitap bir araştırma kitabıydı.
Popüler kültürdeki yerini de “Kurtlar Vadisi” adlı dizide buldu; daha doğrusu bu bir iddiaydı. Dizideki “Aslan Akbey” karakterinin Hiram Abas’ı temsil ettiği düşünülüyordu. Ayrıca dizide yine Tarık Ümit’i canlandırdığı düşünülen “Pala” karakteri de dizide tıpkı Hiram Abas’ın kurban gittiği suikast gibi öldürülmüştü.
MİT mensubu olan kişilerin çok şey bildiği düşünülür, belki de gerçekten çok şey de bilir ve işte bir hayat her şekilde son bulur.
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Meral, 18 Temmuz 1956’da İzmit, Gündoğdu’da Sıddıka Hanım ve Tahir Ömer Bey’in kızı olarak dünyaya geldi. Dedeleri 1924’te Yunanistan Makedonyası’ndaki Drama’dan göç etmiş Balkan Türklerindendi ve Kocaeli’ne yerleşmişti. Dedesi Tahir Efendi, Rumeli’nin büyük alimlerinden birisiydi. Savaş ve yokluk yıllarını derinden yaşamışlardı. O günler unutulmasın diye ninesi Balkan Savaşları’nın acı yüklü hikayelerini anlattı hep. Meral hep içli ve meraklı bir çocuktu; gözlerini kocaman kocaman açıp şaşkınlıkla dinlerdi ninesini ve çocuk kalbiyle ne çok üzülürdü. Ama göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak büyümek böyle bir şeydi demek ki, ruhun özümseyene kadar dinlenmeliydi her bir cümle. İşte bu cümleler yıllar sonra ona kim olduğunu anlatan bir hikayenin giriş bölümünü oluşturacaktı…
Çocukluğunun yazları, meyve ağaçlarıyla dolu bahçelerinde geçti. En çok erik ağaçlarını sevdi. Çocuklar taşlamasın diye akşamlara kadar nöbet tutardı başında. Bir gün kuzu otlatmanın hayalini kuruyordu çocuk aklı; ama kız çocuklarını çobanlığa göndermezlerdi öyle. Büyürken küçük bir oyuncak bebeğe sahip olamamanın verdiği o uhdeyi bilirsiniz, işte öyle bir uhde kaldı bu çobanlık işi çocuk Meral’in içinde.
Ortaokula kadar ailesinin yanındaydı Meral; lise eğitimi için Bursa Kız Öğretmen Lisesi’nin sınavlarını kazanana kadar. Başta özellikle abisi Nihat, yatılı okula gitmesine karşı çıktı. Ama Meral, kafasına koyduğunu yapan, inatçı bir kızdı; Rumelili bir kız olmak bunu gerektirirdi.
1970’te başladı liseye; yatılılıkta en güzel zamanlarını geçirdi. Dayanışmanın ve paylaşmanın lezzetini burada yaşayarak öğrendiler.
Meral, bu yıllarda “Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar” romanlarına duyduğu hayranlıkla hikayeler yazmaya başladı. Lise boyunca arkadaşları tarafından “Ayaklı Kütüphane” olarak anıldı. Çünkü Türk, Rus, ve Batı klasiklerini bir bir tarıyordu.
4 yıl geçti gitti; Meral, 1974’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne başladı. İşte burada yazdığı hikayeler onda bir gün Romancı olma isteğini doğurdu. Fakülte yılları boyunca hep kitap yazabilmenin peşinden koştu. Bunu yıllar sonra bir anı şeklinde şöyle dile getirecekti: “Yoldan geçenleri izler, onların hayatını kurgulardım. Bir gün elinde filesiyle şişman bir kadının peşine düştüm. Çok yavaş yürüyordu. Vefa Lisesi’nin oraya geldik; silahlar patladı. Kadın benden hızlı koşuyor. Bir evin boşluğuna sığındık. Korkudan sarıldı bana. Ailemin kökenini anlatan bir roman yazmak isterdim. Bir roman yazıyorum, ismi Ağla Makyavel Ağla. Bir de Mevlana’nın müridi, Muiniddin Pervane’nin eşi Gürcü Hatun’u yazmak isterdim”.
Meral, bir kitap yazmadı, ancak yıllar sonra siyasi kimliği ile kitaplara konu olacaktı. Sabahattin Önkibar, “Asena: Meral Akşener’in Dünü ve Bugünü” adını verdiği kitabında ondan bahsedecek; Saygı Öztürk de, “Belgelerle Dünden Bugüne 28 Şubat” adlı kitabında Meral Akşener’e de yer verecekti.
Meral, aileden öğrenmişti siyasetin varlığını ve o daha lise sıralarındayken başlamıştı merakı. Politika konuları ailenin yemek masası sohbetlerini dahi kapsıyordu. Büyük amcası Hasan Tahsin Argun, İsmet İnönü’nün yakın çevresindendi. Annesinin tarafı ise, DP, AP ve DYP teşkilatında çalışıyordu. Abisi de 12 Eylül’den önce “Kocaeli MHP İl Başkanı” idi.
İşte böyle bir ortamda Meral, gençliğini ülkücü gençler arasında geçirdi. Abisi sayesinde birçok siyasi ismi üniversite zamanlarında tanıdı. Bir zamanlar romanlar yazmak isteyen, ruhu inatçı bir kızdı. Bunlardan vazgeçmedi aslında. Sadece hayat ona başka bir yön sundu ve Meral, üzerine bir de siyaseti ekledi…
Meral, mezun olduktan sonra 1979 – 1982 yılları arasında öğretmenlik yaparak çalışma hayatına başladı. 1982’de “Yıldız Teknik Üniversitesi Kocaeli Mühendislik Fakültesi”nde araştırma görevlisi oldu.
Ayrıca “Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü”nde yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Eğitimcilik alanında çalışmalarını sürdürdü. Kocaeli Üniversitesi’ne “İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı” olarak geldi. Ayrıca ilerleyen süreçte “Zübeyde Hanım şehit Aileleri Vakfı”nın kuruluşunda bulundu ve vakfa başkanlık yaptı.
Meral’in öğretmenliğe başladığı zamanlardı. Tuncer, komşunun oğluydu. Sevdiler birbirlerini, 1980’de de evlendiler.
Tuncer, Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirdi ve Makine Mühendisi oldu. Devrimciydi, ama özellikle Meral siyasete atıldıktan sonra eşini de kendi yanına çekti sade bir hayat yaşamayı tercih ettiler.
Bu sade ve mutlu evlilikten 1984’te Fatih adını verdikleri bir oğulları oldu.
Ailesinin siyasete olan yakınlığı kaçınılmaz son olarak Meral’i de bu fikre yaklaştırmış, daha lise yıllarından onu içine doğru çekmişti. Uzunca bir süre ilgisi ve çalışmaları devam etti. Sonunda 1994 Yerel Seçimlerinde DYP’den “Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı Adayı” oldu.
Siyasete ilk olarak 1995’te Tansu Çiller’in Genel Başkanlığı’nı yaptığı DYP’nin “Kadın Kolları Başkanlığı”nı yaparak başladı Meral Akşener ve bu görevi bir yıl sürdürdü. 1995 – 1999 Türkiye Genel Seçimlerinde “DYP Kocaeli Milletvekili” olarak meclise girdi.
28 Haziran 1996’da Necmettin Erbakan’ın başkanlık ettiği Refah Partisi ve DYP koalisyon oluşturarak 54. Türkiye Hükümeti’ni kurdu. 3 Kasım 1996’da Türkiye’yi sarsan bir olay yaşandı; “Susurluk Kazası”. Bu olay akabinde İçişleri Bakanı Mehmet Ağar görevinden istifa etti. Ardından göreve gelen isim, Meral Akşener idi ve bu durumun şaibeli olduğundan bahsediliyordu.
Bu şaibeye neden olan olayın şu olduğu iddiası vardı; DYP lideri Tansu Çiller’e oldukça yakındı Meral. Tansu Çiller ve eşi Özer Çiller çifti Antalya Beldibi’nde bulunan hazine arazisinde lüks bir otel inşa edeceklerdi. Otelin tüm gelirinin şehit ailelerine bağışlanacağını savunan isimler arasında en yakınında bulunan Meral Akşener de vardı. Yine de çok geçmeden bu lüks otelin işletmesinin Bursalı bir iş adamına verildiği ortaya çıkmıştı.
Ayrıca Meral Akşener göreve koalisyonun iktidarda olduğu hassas bir dönemde gelmişti. Necmettin Erbakan Başbakan, Tansu Çiller Dışişleri Bakanı idi. “28 Şubat 1997” süreci yaşanınca 54. Türkiye Hükümeti dağıldı. Meral Akşener’in görevi de 30 Haziran 1997’de sona erdi. Kısa süreli bir görevdi.
Bu süreçte cesurdu Meral; yeri geldi Refah – DYP Hükümeti’nin en riskli açıklamalarını üstlendi. Üstelik arkasına dönüp baktığında tek bir milletvekili yoktu. Yıllar sonra bu günleri bir röportajında hayıflanarak şu cümlelerle anlatacaktı: “Arkama baktım, bir tek Allah’ın kulu kalmamış. Mecburen tek başına yaptım. Ertesi günlerde partiden istifalar başladı. Milletvekilleri, milletten aldıkları vekaletin hakkını verseler, tam bir dirayetle arkasında dursalar, bugün her şey çok daha farklı olurdu”.
1998’de de başka bir iddia atıldı ortaya; Türkiye’nin haber alma servisi MİT, firarda olan suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı’nın yerini tespit etmişti. Ancak operasyondan hemen önce Alaattin Çakıcı’nın ses kaydı basına sızdı. Ses kaydında, Alaattin Çakıcı, Meral Akşener’in yakalanmadan önce kendisine yerini değiştirmesi için mesaj gönderdiğini iddia ediyordu. Bu kayıt çok konuşuldu…
Meral Akşener biten görevinden sonra 1999 Türkiye Genel Seçimlerinde “DYP İstanbul Milletvekili” olarak tekrar meclise girdi.
4 Temmuz 2001’de de DYP’den istifa etti. Bu sırada Abdullah Gül, Fazilet Partisi’nden kopmuştu. “Recep Tayyip Erdoğan” ile birlikte önderliklerini yaptıkları “yenilikçi kanat” olarak adlandırdıkları bir oluşum kurdular. Meral Akşener de, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının çalışma ofisi de olan “Politik Araştırmalar Merkezi”nde bir basın toplantısı düzenleyerek, bu oluşumun içinde bulunacağını duyurdu.
2002 Türkiye Genel Seçimlerinde DYP, yüzde 9,54 oranında oy alarak barajın altında kaldı. Katıldığı oluşumda, yeni parti kurulumunda oğlu Fatih de parti adı için çalışıyordu. Ancak Meral Akşener, anlaşmazlık sonrası bu yenilikçi oluşumdan ayrıldı. Deneme yanılma yöntemlerinden geçiyor gibiydi…
3 Kasım 2001’de MHP’ye katıldı. 2004 Yerel Seçimlerinde MHP’den “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı”na aday oldu. 2007 Türkiye Genel Seçimlerinde de “MHP İstanbul Milletvekili” olarak meclise girdi. Ayrıca MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin de Başdanışmanı idi.
Meral Akşener, siyasi yaşamında yeni bir yola girmişti. Bir gün kız çocuklarının çoban olamayışını öğrendiğinde içinde kalan uhde, bugün kadın olarak ona bir şeylerin ilkini yaptırma gücü veriyordu sanki.
TBMM’de Türkiye – Çin Parlamentolar Arası Dostluk Grubu üyesiydi. Meral Akşener, 23. Döneminde, 10 Ağustos 2007’de, Güldal Mumcu ile beraber “TBMM Başkanvekili” seçilen kadın milletvekili oldu. 24. Dönemde bu tekrarlandı; 12 Temmuz 2011’de yine Güldal Mumcu ile beraber “TBMM Başkanvekili” seçildi. Bundan önce en son, 1968’de CHP Muş Milletvekili Hayriye Ayşe Neftçi, TBMM Başkanvekili seçilmişti.
15 Temmuz 2016’da, ülkenin üzerine bir anda kara kara bulutlar çöktü. Acısının tarifi zor bir süreç, şükürler olsun ki Türk Milleti’nin azmi ve iradesi ile başlamadan bastırıldı. Peki bu konudan burada neden bahsetmeli? Meral Akşener’in bu konu ile ilişkisi nedir?
Çünkü kendisine “Yurtta Sulh Konseyi” adını veren darbeci FETÖ, 15 Temmuz’da yönetime el koymaya kalktı. Bundan önceki tarihe dönecek olursak, Meral Akşener de aynı sloganı kullanarak, “Ben başbakan olacağım” açıklamaları yapmıştı. MHP’nin Genel başkanı olma konusunda da ısrarcı ve kararlıydı Meral. MHP’nin başına geçmesi halinde partinin iktidar olacağını ve kendisinin de mutlak surette başbakan olacağını söylemekten geri durmuyordu. Hatta MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin olağan kurultay tarihini belirlemesine rağmen Meral Akşener’in kurultayın bir an önce yapılması yönündeki aceleci tavrı da dikkatlerden kaçmamış; bir puzzelin parçaları gibi akıllarda birleşiyordu.
Darbe girişiminden sonra haliyle haberler ve iddialar da arttı. Meral Akşener’in bir FETÖ projesi olarak ortaya çıktığı konuşuluyordu. “Yurtta sulh, cihanda sulh!” cümlesini dilinden düşürmeyişi ve üzerinden çok zaman geçmeden darbe girişiminin de “Yurtta Sulh Konseyi” adıyla TRT’den bildirilişi akıllara soru işareti düşürdü. Üstelik 15 Temmuz’dan sonra da sessizliğe gömülmüştü; iddialı konuşmaları, kurduğu bütün cümleler boşlukta yayılan bir duman gibi dağılmış, parçalanmıştı. Oysa 7 Haziran’dan önce FETÖ medyasında yaptığı bir konuşmada; “İktidara geldiğimizde tutuklu polisleri serbest bırakacağım” diye sözler veriyordu ve özellikle ekliyordu; “Fetullahçı değilim, ama olsaydım gururla bunu söylerdim”.
Daha sonra FETÖ darbe girişimini isim vermeden twitterde şu şekilde eleştirdi Meral Akşener: “Ülkemiz darbelerden geçmişte büyük zarar görmüştür. Yapılan kalkışmanın üzerinden milletimizin feraseti ile gelinecektir. Gün demokrasimize sahip çıkma günüdür”.
Devlet Bahçeli de bu konuda sessiz kalmadı: “15 Temmuz’daki bildiride ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ ifadesi öne çıkıyor. Hanımefendinin neredeyse her toplantısında ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ ifadesini kullanıyor olması tesadüf olamaz”.
İşte bütün bunlardan sonra soğuyan ara daha da gerilerek bozguna uğrayacaktı…
Meral Akşener, MHP ile bir bütünlük kurmuştu. 2011 ve Haziran 2015 Genel Seçimlerinde MHP İstanbul Milletvekili olarak yine meclisteydi. Ancak Kasım 2015 Türkiye Genel Seçimlerinde partisinden milletvekili adayı olarak gösterilmedi.
MHP oy kaybetmiş ve mecliste temsil edilen dördüncü parti olmuştu. Meral Akşener, ay sonunda bir basın toplantısı düzenledi ve kurultay talebinde bulundu. Ayrıca “Üzerime düşen her görevi yapmaya hazırım” diye özellikle vurguluyordu. Mahkeme MHP olağanüstü kongresi yapılmasına karar verdi. Meral Akşener de bu olağanüstü kongre için Genel Başkan Adayı oldu. Tarih 15 Mayıs olarak açıklandı. Ancak, MHP de bu kararı tanımadığını bildirdi.
Meral Akşener, 8 Eylül 2016’da partisinden resmen ihraç edildi. 19 Haziran 2016’da Ankara Nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurdu; ihraç kararına ihtiyati tedbir konulmasını istiyordu. Çocuk aklının nöbet tuttuğu erik ağaçları gibiydi belli ki bu dava, sadece bekledi. 15 Aralık 2016’da Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi davayı reddetti ve Meral Akşener kesinkes partisinden ihraç edilmiş oldu…
Meral Akşener, TBMM’de temsil edilecek beşinci partiyi kurmaya karar vermişti. 2017’de Bağımsız Milletvekilleri Ümit Özdağ ve İsmail Ok ile birlikte bu yeni partinin kurulma çalışmalarını hızlandırdı.
İlk iş bunu kamuoyuna duyurmak gerekiyordu. İsmail Ok, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında yeni kuracakları parti ile ilgili soruları cevaplayarak bu görevi tamamladı. Şöyle diyordu açıklamalarında: “Yeni partinin, artık kurulması yönünde tabiri caizse bir yol ayrımına girilmiştir, başlanılmıştır; inşallah Türk Milleti için hayırlı olacaktır. Türk Milleti de bu yeni partide lider olarak, genel başkan olarak Sayın Meral Akşener’i görmektedir.
Sayın Meral Akşener’in liderliğinde, genel başkanlığında Türkiye’de yeni bir parti kurulacaktır…”
Basın açıklamasıyla da resmen tüm yenilikler açıklanmıştı. Meral Akşener’in kuracağı partinin adı “İyi Parti”ydi.
Meral Akşener, İçişleri Bakanlığı’na dilekçesini verdi ve İyi Parti’yi Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde, 25 Ekim 2017’de kamuoyuna resmen duyurdu…
Partisinin logosu tartışmalara neden oldu; Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin kurumsal kimliğine benziyordu. Hemen akabinde partinin gelecek seçimlerde barajı geçip geçemeyeceği kulislerde konuşulmaya başlandı. Yapılan anketler pek iç açıcı görünmese de, Meral Akşener’in nasıl bir yol izleyeceği merakla beklenenler arasındaydı.
İşte böyleydi göç ederek bu topraklara gelmiş Balkan kızının hayatı…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Türkiye’nin yetişdirdiği komedi değerlerinden şüphesiz ilk akla gelen, hiç konuşmadan bile güldüren, filmlerini ilk günkü tazeliğinde izleten adam, Kemal Sunal.
İşçi bir babanın oğlu olarak başladığı hayatı, milyonları güldürerek sürdürdü. Her filminde ağlanacak halimize nasıl güleceğimizi, nasıl bir koca, nasıl bir baba, nasıl bir ev erkeği olacağımızı öğrendik ondan. İşte bu yüzden evimizden biri sayıp soframıza, muhabbetimize, 5 çayımıza konuk ettik, o hiç bilmeden…
10 Kasım 1944’te annesi Saime Hanım ve babası Mustafa Bey’in ilk çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya geldi. Ama o doğum gününü Atatürk’e saygı sebebiyle hep 11 Kasım’da kutladı.
Bazen dış dünyayla tüm bağını koparacak kadar içine kapanık bir çocuktu. Ancak yine de her çocuk gibi yaramazlıklarıyla meşhurdu. Dar gelirli bir ailenin en tezat üyesiydi.
Kemal Sunal’ın vefatının 17. yıl dönümü VİDEO
Annesi ilkokula başladığı gün Kemal’in farklı bir çocuk olacağını anlamıştı. Çünkü Kemal tezat duyguları bir arada tutabiliyordu. Okulun ilk günü diğer bütün çocuklar ağlarken o annesinin yanında öylece durdu ve sadece etrafı izledi. Gözlem yapmaya o gün başlamıştı.
Çekingenliği, o utandıkça yüzünün kızarmaları liseye kadar sürdü. Vefa Lisesi’ne başladığında artık kendini daha iyi ifade ediyordu. Bu onu daha neşeli ve güleryüzlü gösteriyordu.
Elbette saygısını kaybetmedi, ama arkadaşlarıyla haylazlık peşinde koşmaktan da geri kalmadı. Aslında çocukluk zamanlarını lise sıralarında bulmuştu.
Çocukluğundan beri tiyatro Kemal’in ilgisini hep çekti. Lisede Felsefe Öğretmeni Belkıs Hanım onun bu ilgisini fark etti ve profesyonel oyunculuğa başlayabilmesi için önemli kişilerle tanıştırmayı teklif etti.
Ancak Kemal’in babası Mustafa Bey, oğlunun tiyatrocu olmasını istemiyordu. Bir süre çok karşı çıktı ama oğlunun isteğine ve öğretmeninin ricalarına daha fazla karşı duramadı.
Belkıs Hanım, Kemal’i Kenter Tiyatrosu’na götürdü ve Müşfik Kenter ile tanıştırdı. Kemal’in sahneye çıktığı ilk oyunda hiç sözü olmamasına rağmen seyirci ona gülüyordu. Müşfik Kenter ve kendisi bu duruma o anda anlam veremeseler de zaman her şeyi gösterecekti.
Kemal, Kenter Tiyatrosu’nda bir yıl kaldı. Daha sonra Pendik Tiyatrosu’nun kurulacağını öğrendiğinde oraya gitti. Kadim dostu olacak Bülent Kayabaş ile burada tanıştı.
Pendik Tiyatrosu ilgi göremedi ve onlar çok fakirdi. Hayatın içinde sürüklenecekler, ama oyunculuk sevdasından vazgeçmeyeceklerdi.
Kemal’in Pendik Tiyatrosu’ndan sonraki durağı, Devekuşu Kabare Tiyatroları oldu. Onu bize tanıtan talih yüzüne burada güldü. Çünkü kabarede sergilen oyunu Münir Özkul ve Ertem Eğilmez izlemeye gelmişti.
”Dün Bugün” adlı oyunda Münir Özkul, Kemal’den çok etkilendi ve Ertem Eğilmez’e beğenisini şu sözlerle dile getirdi:
”Bak Ertem, dikkat bu çocuğa. İş var bunda”
Böylece Kemal, Ertem Eğilmez’in yönetmelik koltuğuna oturacağı ”Tatlı Dillim” sinema filminin oyuncu kadrosundaydı.
1973 yapımı ”Tatlı Dillim” filmiyle kamera önüne adım atan Kemal Sunal, artık yürüyebilirdi. Bundan sonra bugün hala sıkılmadan izlediğimiz, İnek Şaban, Süt Kardeşler, Davaro, Sakar Şakir, Çöpçüler Kralı, Kapıcılar Kralı … filmlerinde rol aldı. Özellikle ”Hababam Sınıfı” serisindeki rolü ile anıldı.
Kendine özgü tavırları, güler yüzlü karakteriyle her zaman izleyicisinin sevgilisi oldu. 7’den 70’ye herkesin gönlünü kazanmayı bildi ve halkın sanatçısı olarak unutulmazlar listesine adını yazdırdı. Her zaman saf bir karakter olarak karşımıza çıkan Kemal Sunal, artık hepimizin sevgilisi olmuştu.
Bu süreç ona maddi manevi kazançlar sağladı. Çocukluk yılları ve özellikle tiyatroya ilk başladığı zamanlarda yaşadığı parasızlıktan sonra, bugün onun için rüya gibiydi.
O hiç ücret almamış olsa da, 1990’da artık tüm filmleri ekranda gösterilecekti.
Kemal ve Gül aşık olmuşlardı. 1974’te aşklarını evlilikle taçlandırdılar. Tüm Türkiye’yi güldüren adamla evlenmek muhtemelen sürekli bir filmin içinde yaşamak gibi büyülü bir şeydi.
Bu evlilikten Ali ve Ezo dünyaya geldi.
1976 yapımı ”Kapıcılar Kralı” filmi Kemal Sunal’a 1977’de Antalya Film Festivali’nde Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandırdı. Kuşkusuz ki, komedi dalında görüp görebileceğimiz en iyi oyuncu oldu.
Kemal Sunal, 12 Eylül dönemi sebebiyle üniversiteye devam edememişti. Yarım bırakmak istemedi ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’ne geri döndü. 1995’te artık üniversite mezunuydu.
Mezuniyetinin üzerine yüksek lisans yapmaya karar verdiğinde tez konusu olarak kendi filmlerinin sosyolojik incelemesini seçti. Daha sonra tezini bir kitap haline getirdi ve ona ”Televizyon ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü” adını verdi.
Kemal Sunal öldü
Toplamda 82 filmde rol alan Kemal Sunal 83. filmi olması gereken Balalayka‘nın çekimi için bindiği Trabzon uçağında kalp krizi geçirerek hayata veda etti. Takvimler 3 Temmuz 2000’i gösteriyordu ve Kemal Sunal 56 yaşındaydı.
O güzel kalbi, gülen yüzü hayatın içinde her zorluğa dayandı da uçak korkusuna yenik düştü. Bu an muhtemelen güldürmediği tek andı. Çünkü biz onun en acıklı sahnelerinde bile gerçekten üzülmedik aslında. Çünkü bıyık altından gülüşünü, içten gelen enerjisini hep hissettirdi.
Çünkü o Kemal Sunal’dı. Çünkü o, İnek Şaban’dı. Çünkü o, çöpçüler, kapıcılar, ama hepsinden önce kalbimizin kralıydı.
Bu yüzdendir ki, sen de asla ölmeyecekler listesindesin ve her zaman gülen yüzümüz olacaksın, sevgili İnek Şaban. Biz yine seni izlemekten hiç sıkılmayacağız.
Seni, hiç unutmayacağız…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
1965’te Konya’da doğan, ilk ve orta öğrenimini doğduğu kentte, liseyi Bursa Erkek Lisesi’nde bitiren Koca, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni 1988’de tamamlayarak tıp doktoru unvanını aldı.
İhtisasını İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı’nda tamamlayarak 1995’te Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı olan Koca, çeşitli sağlık kurumlarında hekimlik ve medikal direktörlük görevlerinde bulundu.
Koca, kurduğu ve başkanlığını yürüttüğü sağlık kurumlarında Türkiye’nin sağlıkta dönüşüm politikaları doğrultusunda önemli atılımlar gerçekleştirdi.
Başkanı olduğu Türkiye Eğitim Sağlık ve Araştırma (TESA) Vakfı tarafından 2009 yılında kurulan Medipol Hastanelerinin Kurucusu ve Medipol Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Fahrettin Koca’nın, Türk Pediatri Kurumu, Pediatrik Metabolizma ve Beslenme Derneği, İstanbul Ticaret Odası (İTO) Sağlık Meslek Komitesi, Özel Hastaneler Sağlık Kuruluşları Derneği (OHSAD) üyelikleri bulunuyor.
Koca, aynı zamanda Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi (DEİK) Eğitim Komitesi İş Konseyi Başkan Yardımcılığını, Vakıf Üniversite Hastaneleri Derneğinin Başkanlığını ve Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Hizmet İhracatçıları Birliği Sağlık Hizmetleri Komitesi Başkanlığını yürütüyor.
İngilizce bilen Koca, evli ve dört çocuk babası.
Kaynak:Enson haber Biyografi
1976 Ankara doğumlu olan Murat Kurum, Selçuk Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Yüksek Okulu İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden 1999 yılında mezun oldu. Kurum, 2005 yılına kadar birçok özel kuruluşta görev aldı.
TOKİ Uygulama Daire Başkanlığı Ankara’ da 2005-2006 yılları arasında görev aldı. 2006 yılında ise TOKİ İstanbul Uygulama Daire Başkanlığı İstanbul- Avrupa Yakası Uygulama Şube Müdürlüğü yaptı. Murat Kurum, Emlak Konut GYO A.Ş.’de genel müdür olarak iş hayatına devam etmektedir.
1999 yılında Selçuk Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakultesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü’ nden mezun oldu. 1999- 2005 yıllarında çeşitli özel kuruluşlarda çalıştı.
2005 – 2006 yılları arasında TOKİ Ankara Uygulama Daire Başkanlığı’nda Uzman olarak görev yaptı. 2006 – 2009 yılları arasında TOKİ İstanbul Uygulama Daire Başkanlığı Avrupa Yakası Uygulama Şube Müdürlüğü, 2009 – 21.02.2012 tarihleri arasında Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nda Uzmanlık görevlerini üstlendi.
2009 yılından itibaren T.C. Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı iştiraki Emlak Konut GYO A.Ş. Genel Müdürlük görevini icra etmektedir. Murat Kurum evli ve 2 çocuk babasıdır.
Kaynak:Enson haber Biyografi
1964 yılında Yozgat’ın Çekerek ilçesinde doğan Oktay, 1985 yılında, Çukurova Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun olduktan sonra üniversitede araştırma görevlisi olarak çalıştı. Oktay, 1990 yılında, ABD’de otomotiv sektörünün merkezi olan Detroit’teki Wayne State Üniversitesi’nde imalat mühendisliği ve işletme alanlarında yüksek lisans programlarını tamamladı.
Oktay, aynı üniversitede endüstri mühendisliği alanında doktora derecesini alarak, havacılık ve otomotiv endüstrisi alanlarında uzmanlaştı. Oktay, ABD’de kaldığı süre boyunca çeşitli şirketlerde süreç yönetimi danışmanlığı ve proje liderliği yaptı, Ford, General Motors ve Chrysler gibi firmalarda otomotiv endüstrisi üzerine çalışmalarda bulundu, bu şirketlerde ürün geliştirme ve yalın üretim projelerini yürüttü.
Hem kamu hem de özel olmak üzere, birçok şirkete danışmanlık hizmetlerinde bulunan Oktay, bu şirketlerin bazılarında Genel Müdür, Başkan Yardımcısı ve Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerini üstlendi.
Oktay, 2000’li yılların başında Türkiye’de yaşanan ekonomik krizde işletmeler bazında kriz yönetimi alanında uzmanlaşmasının yanı sıra Beykent Üniversitesi’nde Dekan Yardımcılığı ve İşletme Bölüm Başkanlığı yaptı.
2008-2012 yılları arasında Türk Hava Yolları (THY) Stratejik Planlama ve İş Geliştirme, Satış ve Pazarlama, Üretim Planlaması ve Bilgi Teknolojilerinden sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı görevini yürüten Oktay bu dönemde THY Teknik A.Ş. bünyesinde bakım-onarım, tasarım ve imalat alanlarında çeşitli ortak girişim projesini hayata geçirdi.
Oktay, ayrıca, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nda, Türk-İngiliz, Türk-Alman ve Türk- İspanyol İş Konseyleri Yürütme Kurulu üyeliklerinde bulundu. Fuat Oktay, 2 Ocak 2012 tarihinden 19 Haziran 2016 tarihine kadar TC Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı görevini yürüttü.
Oktay, 65. Hükümetin göreve başlamasının ardından 19 Haziran 2016 tarihinde Başbakanlık Müsteşarlığı görevine getirildi.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin bugün resmen başlamasının ardından görevi sona eren ve “son Başbakanlık Müsteşarı” olarak tarihe geçen Oktay, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı ilk kabinede Cumhurbaşkanı Yardımcılığı görevine getirildi.
Türk Hava Yolları Teknik A.Ş. yönetim kurulu üyeliği ve Türk Telekom AŞ Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı görevlerini sürdüren Oktay, iyi derece İngilizce bilmekte. Oktay, 3 çocuk babası.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, düzenlediği basın toplantısıyla Cumhurbaşkanlığı Kabinesini açıkladı. Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde Adalet Bakanı Abdulhamit Gül oldu.
Gaziantep’in Nizip ilçesinde, 12 Mart 1977’de doğan Gül, Nizip İmam Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi, bir süre serbest avukatlık yaptı.
AK Parti 4. Olağan Kongresinde Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) üyeliğine seçilen Gül, Seçim İşleri Başkan Yardımcılığı ve Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin ilk Milli Eğitim Bakanı unvanına sahip olan Ziya Selçuk, 1961’de Ankara’da doğdu.
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde lisansını, aynı üniversitede gelişim psikolojisi alanında yüksek lisansını yapan Selçuk, 1989’da Hacettepe Üniversitesi’nde psikolojik danışmanlık ve rehberlik alanında doktorasını tamamladı, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde doçentlik ve profesörlük unvanlarını aldı.
TED Üniversitesi’nin yanı sıra, çok sayıda özel eğitim-öğretim kurumunun kuruluşunu gerçekleştiren Selçuk, Türkiye Zeka Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi ve TÜBİTAK Grup Yürütme Komitesi Üyesi.
2003-2006 yılları arasında Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı yapan Selçuk, müfredat reformunu yürüttü. AB müzakerelerinde de eğitim ve bilim başlığı görüşülürken Türkiye’yi temsil etti.
Ziya Selçuk’un insan ilişkileri, gelişim, öğrenme, çocuklarda dikkat eksikliği, rehberlik uygulamaları gibi alanlarda çok sayıda kitabı, hakemli dergilerde basılmış makaleleri bulunuyor.
İngilizce bilen Selçuk, evli, üç çocuk sahibi.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bekir Pakdemirli, 1973 yılında İzmir’de doğdu. Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun olan Pakdemirli, Başkent Üniversitesinde İşletme Yüksek Lisans ve Celal Bayar Üniversitesinde iktisat doktora çalışmalarını tamamladı.
Gıda, bilgisayar ve otomotiv alanında çeşitli şirketlerin kuruluşunda bulunan ve yöneticiliğini yapan Pakdemirli, çok uluslu McCain Foods şirketinde üst düzey yöneticilik görevlerinde bulundu.
Albaraka Türk Katılım Bankası, BİM AŞ, Turkcell İletişim Hizmetleri AŞ’de yönetim kurulu üyeliklerini sürdüren Pakdemirli’nin çeşitli sivil toplum kuruluşlarında da üyelikleri bulunuyor.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde Kültür ve Turizm Bakanlığına turizmci, iş adamı Mehmet Ersoy getirildi.
1968’de İstanbul’da doğan Ersoy, İstanbul Alman Lisesinin ardından, İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümü’nden mezun oldu.
Turizm sektöründe 25 yılı aşkın bir geçmişe sahip Ersoy, tur şirketi ve çeşitli otellerin de sahibi.
Mehmet Ersoy, 2012 yılında cruise sektörüne yatırım yaparak, Türkiye’nin tek cruise gemisi işletmecisi oldu. 2017’de online rezervasyon platformunu hayata geçirerek, dünyanın dört bir köşesinden 200 bine yakın tesis için rezervasyon hizmeti sağlamaya başladı.
Turizm sektöründe adından söz ettiren isimler arasına yerleşen, binlerce kişiye istihdam sağlayan Ersoy, evli ve iki çocuk babası.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Yeni kabinede Gençlik ve Spor Bakanlığı görevine Osman Aşkın Bak’ın yerine Spor Toto Teşkilat Başkanı Mehmet Muharrem Kasapoğlu getirildi.
Kasapoğlu, 1976 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden mezun olan Kasapoğlu, aynı üniversitede mahalli idareler ve yerinden yönetim programında yüksek lisans yaptı.
ABD’deki Florida State Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde yönetim organizasyonu alanında araştırmacı, uzman ve proje koordinatörü olarak çalışan Kasapoğlu, Palm Beach Atlantic Üniversitesi’nde işletme yüksek lisansını tamamladı.
Kasapoğlu, İstanbul Üniversitesi’nden yerel istihdam konusundaki çalışmasıyla doktora derecesi aldı.
Türkiye ve yurt dışındaki öğrencilik yıllarında sivil toplum kuruluşlarında aktif görev alan ve yöneticilik yapan Kasapoğlu, özel sektörde uluslararası ticaret alanında çalıştı.
Kasapoğlu, 2009 yılında Başbakanlık Müşavirliği’ne atanmasının ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığı’nda çeşitli görevler üstlendi.
Spor Toto Teşkilat Başkanlığı döneminde sporun tabana yayılması amacıyla çok sayıda tesisin kazandırılmasına katkıda bulunan Kasapoğlu, gençlik, eğitim ve spor faaliyetlerinin finansmanı ile sportif istihdamın artırılması konularına özellikle odaklanandı.
Evli ve bir çocuk babası olan Mehmet Muharrem Kasapoğlu, İngilizce ve Arapça biliyor.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ilk kabinesinde eski Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un kızı Zehra Zümrüt Selçuk, Çalışma, Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanı oldu.
2007’den sonra bakan çıkarmayan Aydın, yaklaşık 11 yıl aradan sonra Atilla Koç’un kızı Zehra Zümrüt’ün Çalışma, Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanı olarak atanması ile yeniden bakana kavuştu.
Eski Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un kızı olan Selçuk, 1979 yılında Ordu’da doğdu. Selçuk, Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nin ardından Bilkent Üniversitesi’nde tam burslu ekonomi lisansı öğrenimi gördü.
ABD’de Michigan Üniversitesi’nde ekonomi doktorasına başlayan Selçuk, Teksas Üniversitesi’nde işletme doktorasına devam ederken, aynı üniversitede muhasebe ve enformasyon yönetimi yüksek lisansı da yaptı. Selçuk, Teksas Üniversitesi’nde 2003-2007 yılları arasında araştırma asistanı, 2007’den itibaren İslam İşbirliği Teşkilatı İslam Ülkeleri İstatistik, Ekonomik ve Sosyal Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde (SESRIC) kıdemli araştırmacı olarak görev yaptı.
Selçuk, SESRIC İstatistik ve Enformasyon Direktörlüğü görevinde bulundu. SESRIC’teki görevinde toplumsal cinsiyet, demografi, iş gücü, çok boyutlu yoksulluk ölçümleri, eğitim ve inovasyon, bilgi performans sistemleri, bankacılık ve finans, kalkınma yardımları gibi alanlarda faaliyetler yürüten Selçuk, sürdürülebilir kalkınma hedeflerine yönelik birçok projenin ve kapasite geliştirme programının koordinatörlüğünü de üstlendi. Selçuk’un, çok sayıda Türkçe ve İngilizce yayını, yerli-yabancı üniversitelerden derece, burs ve sertifikaları bulunuyor. KADEM Ankara temsilciliği ve Denetleme Kurulu üyeliği, Kadın Birliği Platformu üyeliği, Satrançla Büyüyorum Derneği Yönetim Kurulu tyeliği ve Bilkent Üniversitesi Mezunları Derneği üyeliği bulunan Selçuk, evli ve İngilizce biliyor.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Pekcan, 1958’de Manisa’da doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Elektrik Fakültesi mezunu olan Pekcan, yüksek lisansını aynı fakültede tamamladı. Pekcan, 1981’de Türkiye Sınai Kalkınma Bankasında başladığı kariyerine, özel sektörde çeşitli firmalarda farklı görevlerin ardından genel müdür ve yönetim kurulu üyesi olarak devam etti.
Üç dönem DEİK Türkiye-Suriye İş Konseyi Başkanlığını yürüten Pekcan, ayrıca Türkiye-Ürdün İş Konseyi Başkanlığı yaptı.
TOBB Kadın Girişimciler Kurulu Başkan Yardımcısı olan Pekcan, evli ve iki çocuk annesi, İngilizce biliyor.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Mehmet Cahit Turhan, 1960’ta Trabzon’da doğdu. Karadeniz Teknik Üniversitesi İnşaat Mimarlık Fakültesi İnşaat Bölümünü bitiren Turhan, çalışma hayatına 1985’te Karayolları Genel Müdürlüğü İstanbul 17. Bölge Müdürlüğünde mühendis olarak başladı.
2002’de İstanbul Bölge Müdürü olarak görevlendirilen Turhan, 2003’te Karayolları Genel Müdür Yardımcılığı görevine atandı. Turhan, 2005’te ise Karayolları Genel Müdürü oldu.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı da yapan Turhan, 2015’te Danıştay üyeliğine seçildi.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Dün akşam Külliye’de Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı kabinede yer alan Hulusi Akar’dan boşalan koltuğa Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Güler getirildi.
Yaşan Güler’in yerine gelen isim ise Genelkurmay 2. Başkanı, Ümit Dündar oldu.
Ümit Dündar, (1955, Manisa) 15 Temmuz 2016 darbe girişimine ani bir refleksle ilk karşı durmuş komutandır.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Marmaris’ten ayrılarak İstanbul’a gelmesi, güvenliğinin sağlanması ve sonraki askeri komuta sürecinde çok önemli rol oynadı.
1975 yılında Kara Harp Okulu’ndan asteğmen rütbesiyle, 1975 yılında da İstihkâm Okulu’ndan Teğmen rütbesiyle mezun oldu. 1983 yılına kadar Kara Kuvvetleri’nde çeşitli istihkâm birliklerinde takım ve bölük komutanlığı ile mal saymanlığı görevi yaptı. Kara Harp Akademisi’nden 1985 yılında mezun olarak kurmay subay oldu. Kurmay subay olduktan sonra sırasıyla 4. Zırhlı Tugay Komutanlığı’nda Mekanize Piyade Bölük Komutanlığı ve Lojistik Şube Müdürlüğü, Kara Kuvvetleri Genel Sekreterliği’nde Plan Subaylığı, Genelkurmay Strateji ve Kuvvet Planlama Dairesi’nde Plan ve Program Subaylığı, 41. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı’nda Piyade Tabur Komutanlığı, Londra Kara Ataşeliği, 3. Ordu Harekât Başkanlığı’nda Plan ve Harekât Şube Müdürlüğü ve 5. Hudut Alay Komutanlığı görevlerini yürüttü.
2001 yılında tuğgeneral rütbesine terfi etti. Bu rütbede sırasıyla MSB İnşaat Emlak Daire Başkanlığı, MSB İnşaat Emlak ve NATO Enfrastrüktür Dairesi Başkanlığı ile 28. Barış Gücü Tugay Komutanlığı görevlerinde bulundu.
2005 yılında tümgeneral rütbesine terfi etti.
Bu rütbede sırasıyla Genelkurmay İstihkâm Daire Başkanlığı ile İstihkâm Okulu ve Eğitim Merkezi Komutanlığı görevlerini yürüttü, 2009 yılında ise korgeneral rütbesine terfi etti ve 5. Kolordu Komutanlığı’na atandı. 2011 yılında MSB Müsteşarlığı’na atandı.
2013 yılında orgeneral rütbesine terfi etti ve 3. Ordu Komutanlığı’na atandı. 2015 yılında 1. Ordu Komutanlığı’na atandı. 2016 askeri darbe girişimi sonrası Genelkurmay Başkanlığı’na geçici vekalet ile atandı.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzalı kararlara göre, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın Milli Savunma Bakanlığına getirilmesiyle boşalan Genelkurmay Başkanlığına, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Güler’in ataması yapıldı.
Orgeneral Yaşar GÜLER, 1954 yılında Ardahan’da doğmuştur. Teğmen rütbesiyle 1974 yılında Kara Harp Okulundan, 1975 yılında Muhabere Okulundan mezun olmuştur.
1975-1984 yıllarında çeşitli birliklerde Muhabere Takım ve Bölük Komutanlığı görevlerinde bulunan Org.GÜLER; 1986 yılında Kara Harp Akademisinden, 1988 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisinden mezun olmuştur.
Kurmay subay olarak; 1986-1988 yılları arasında Yurt İçi Bölge Komutanlığında Harekât Başkanlığı, 1988-1991 yıllarında Kara Kuvvetleri Denetleme ve Değerlendirme Başkanlığında Plan Subaylığı, 1991-1992 yılları arasında 12’nci Piyade Tümen Harekât ve Eğitim Şube Müdürlüğü, 1992-1994 yılları arasında Silopi’de İç Güvenlik Tabur Komutanlığı, 1994-1995 yılları arasında Bosna-Hersek Türk Tugay Komutan Yardımcılığı, 1995-1997 yılları arasında Başbakanlık Askerî Başdanışmanlığı Proje Subaylığı, 1997-1999 yılları arasında Napoli/İtalya’da konuşlu NATO Güney Bölge Komutanlığı Muhabere Başkan Yardımcılığı, 1999-2000 yılları arasında Barış İçin Ortaklık Eğitim Merkez Komutanlığı, 2000-2001 yılları arasında Gnkur. Tatbikatlar Şube Müdürlüğü görevlerini yürütmüş, 2001 yılında Tuğgeneralliğe terfi etmiştir.
Tuğgeneral rütbesiyle; 2001-2003 yılları arasında 10’uncu Piyade Tugay Komutanlığı, 2003-2005 yılları arasında Gnkur. MEBS Plan Koordinasyon Daire Başkanlığı görevlerini yürütmüş, 2005 tarihinde Tümgeneralliğe terfi etmiştir.
Tümgeneral rütbesiyle; 2005-2007 yılları arasında MEBS Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığı, 2007-2009 yılları arasında Gnkur. Eğitim Daire Başkanlığı görevlerinde bulunmuş ve 2009 yılında Korgeneralliğe terfi etmiştir.
2013’TE GENELKURMAY 2. BAŞKANLIĞINA ATANDI
Korgeneral rütbesiyle; 2009-2010 yılları arasında Harita Genel Komutanlığı, 2010-2011 yılları arasında 4’üncü Kolordu Komutanlığı, 2011-2013 yılları arasında Gnkur. İstihbarat Başkanlığı görevlerinde bulunmuş ve 2013 Yüksek Askerî Şura Kararları ile Orgeneralliğe terfi ederek 2013-2016 yılları arasında Genelkurmay II nci Başkanlığı, 2016-2017 yılları arasında Jandarma Genel Komutanlığı görevlerini yürütmüş, 02 Ağustos 2017 Yüksek Askerî Şura Kararları ile Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevine atanmıştır.
Bayan Demet GÜLER ile evli olan Orgeneral Yaşar GÜLER bir çocuk ve iki torun sahibidir. İngilizce bilmektedir.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından Jandarma Genel Komutanlığına atandı.
FETÖ tarafından gerçekleştirilen 15 Temmuz darbe girişimi sırasında rehin alınıp Akıncı 4. Ana Jet Üs Komutanlığına götürülen Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ve kuvvet komutanları ile darbecilerin hedefi oldu.
Genelkurmay Başkanlığı’nın 2 numaralı ismi Yaşar Güler, kendi emir subayı Mehmet Akkurt tarafından makam odasında derdest edildi.
Karargahta bulunan Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, makam odasının kapısının çalınmasının ardından “yere yat, yere yat” sesleri yükseldiğini söylerken, “Ben bunlardan bir tanesini tutarak diğer tarafa fırlattım ve yere düştü. Bunun üzerine daha büyük bir öfkeyle üzerime çullandılar ve yüzükoyun yere yatırdılar. İçlerinden bir tanesi kafama ayağı ile bastırdı. Derhal ellerimi arkadan bağladılar. O vaziyette dururken sivil kıyafetli biri sırıtarak omuzuma vurdu. ‘Komutanım merak etmeyin bu bir tatbikat’ gibi alaycı ifadelerle konuşunca baktım ve benim emir subayım Mehmet Akkurt olduğunu gördüm.” dedi.
Kafasına yüzünü kapatacak şekilde bere geçirilen Güler, sürüklenerek önce koridora oradan da 3 kat aşağıya indirilerek Deniz Kuvvetleri Komutanlığına götürülmek istendi ancak diğer askerler buna direndi. Vatansever Askerler kapıyı açtırmayınca hain emir eri Mehmet Akkurt araçtan indi. Oradakilere ‘Kapıyı aç yoksa ateş edeceğim’ diye bağırdı ve ardından ateş etti. Karşı taraftan mukabil ateşle karşılık verildi. Güler’in bulunduğu araca çok sayıda mermi isabet etti. Güler’in sol tarafındaki şahsa sert şekilde vurması üzerine araçtan çıkarılarak sürüklenerek başka araca götürüldü.
2 darbeci hain Güler’i helikoptere bindirerek Akıncı 4. Ana Jet Üs Komutanlığına götürdü. Zifiri karanlık bir odada elleri ve ayakları bağlı saatlerce tutuldu.
FETÖ darbe girişiminin ardından ifadesine başvurulan Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, rehin alınıp Akıncı Üssü’nde tutulduğu sırada, FETÖ’nün darbe girişimi sonrası tutuklanan eski Hava Kuvvetleri Komutanı Akın Öztürk’ün kendisiyle darbeci askerler arasında temasları sağladığını söyledi.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Kelimeleri o güzel beyninde evirip çeviren, sonra onlardan adeta bir oyun hamuruyla oynuyormuşçasına şiir yapan adam, Ece Ayhan.
Şiirin gösterdiği yönün kalbinin kuzeyi olduğunu daha küçücük bir çocukken çözmüş o. Şanslı ve çalışkanmış da…
Hastalıkla boğuşarak geçirdiği ömrünün arasına ne çok şiir, ne çok fikir sığdırmış. Zürafaları kıskandıracak kadar uzamış ki ruhunun boyu, ondan olmuş demek böyle. Ayakları şiir denince bir türlü yere basmadığından. Reddettiği tek düze hayattan…
Ama yine de o kalbinin kuzeyinde yaşamayı tercih ederek “keşke” bırakmamış belli ki içinde…
Ece Ayhan, 1931’de Muğla, Datça’da Behzat Bey ve Ayşe Hanım’ın ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesi ona doğduğunda Ece Ayhan Çağlar adını verdi.
Aslen Gelibolulu olan babası Behzat Bey’in mal müdürlüğü görevi nedeniyle Datça’da yaşıyorlardı. Behzat Bey’in babası Ağır Ceza Mahkemesi Başkatibi, dedesi ise zamanında Gelibolu Müftülüğü görevindeydi.
Annesi Ayşe Hanım’ın ise babası Hafız İbrahim Deniz’in tarafı Eceabat’ın Yalova köyüne yerleşmişlerdi. Aslında çiftçilik ve tüccarlıkla uğraşıyordu. Eceabat’a bağlı Sivli Köyü’nün imam isteği üzerine bu köye imam olarak atandı.
Ece Ayhan, kültürlü ve varlıklı bir ailede büyüyordu, şanslıydı. 1932’de Behzat Bey, Küre’ye Mal Müdürü olarak atandı. Ancak 1933’te görevinden istifa etti ve bir avukatın yanında arzuhalci olarak çalışmaya başladı. Artık ailesinin geçimini buradan sağlayacaktı.
Ece Ayhan, 1938’de Eceabat’ta ilkokula başlamıştı ki, ikinci sınıfa Çanakkale’de İstiklal İlkokulu’nda devam etti. Üçüncü sınıfa geçtiğinde ise artık İstanbul’da yaşayacaklardı. Çağlar ailesi 1940’da Çanakkale’den İstanbul’a yerleşti. İlkokulu Karagümrük, Atikkale’deki 19. İlkokul’da tamamladı.
Ortaokulu, Zeyrek Ortaokulu’nda, liseyi de o zamanki Taksim Lisesi, şimdiki adıyla İstanbul Atatürk Erkek Lisesi’nde okudu.
Üniversite eğitimi için tercihi ise, 1953 yılında parasız yatılı ve burslu şekilde başladığı Ankara Üniversite Siyasal Bilgiler Fakültesi oldu. 1959 yılında artık mezun olmuş ve öğrenciliğini sonlandırmıştı.
Ece Ayhan, yazmanın tadına erken yaşta varmış şairlerdendi. Öyle ki, şiire merak sardığında henüz ortaokul sıralarındaydı. İlk şiir denemelerini yaptığı bu yıllarda bile bir gün hep yazacağı, iyi bir şair olacağı aslında belliydi. Üniversitede, “Lautreamont, Apollinaire ve Rimbaud” eserlerini orijinal metinlerinden okuyarak şiir anlayışına yön vermişti. Bunun yanında üniversite için seçtiği bölüm onun kaderiydi. Çünkü ileride İkinci Yeni için Cemal Süreya, Sezai Karakoç gibi isimlerden bahsederken haneye Ece Ayhan da eklenecekti.
1954’te ilk şiirini “Türk Dili” dergisinde yayınlama imanını bulmuştu ve artık arkası gelebilirdi. Sonrasında “Türk Dili, Varlık, Yenilik, Seçilmiş Hikayeler Pazar Postası, Yeditepe” dergilerinde şiirleri yer alacaktı.
Ama en beğenilen ve onun “Ece Ayhan” olmasında katkısı olan en değerli şiirleri, Pazar Postası’nda yayınladıkları olacaktı.
1959’da “Kınar Hanım’ın Denizleri” adını verdiği ilk kitabı çıktı ve döneminde büyük ilgi gördü. Çünkü kendine has bir havası vardı Ece Ayhan’ın, şiirleri akıllıca göndermelerle bezeliydi.
Türk şiiri ve İkinci Yeni için de farklı bir bakış açısıydı. Bu akım kapsamında düz yazı eserlerini verdi Ece Ayhan. Edebiyat, sanat, tarih, politika hakkında görüşlerini yazdı. Fikirleri o kadar ilgi çekiyordu ki, İkinci Yeni akımının en çok tartışılan isimleri arasındaydı. Bir yandan da tavırları öylesine kendine özgüydü ki, İkinci Yeni olan akımın adı ona göre “Sivil Şiir”di.
Bunun yanında dilini kullanış biçimi sebebiyle ona “Görüntücü imge ustası” denilmişti. Kelimeleri cümlelerin içinde evirip çeviriyor, bir şiir çıkarıyordu ortaya. Ölüm ve arzu olgularını birleştirmeyi iyi bilmiş ve karamsar bakış açısında bir hamur gibi yoğurarak yazıyordu.
Aynı dönemi paylaştığı Edip Cansever’e göre ise, Ece Ayhan’ın şiirleri, şiirin kilit noktası olan dil konusunu aşmak için başvurulacak en iyi kaynaktı.
Ece Ayhan, belki babasının memur olmasından ona geçmiş özellikle, disiplinli bir yaşam tarzını benimsemişti. Bir yandan yaradılışında olmasa da ileride “Hırçın Şair”, “Huysuz Şair” olarak anılacaktı.
Her ne kadar fıtratında bu tanımlamanın olmadığını düşünse de, Ece Ayhan bir yandan da şu cümleleri kurmaktan geri durmuyordu: “Kimsesizlerin, sokakta yaşayanların, açların ve parklarda barınanların, dışlanmışların, orta ikiden ayrılanların, kabadayıların, berduşların, kısacası tarih dışına düşürülen lümpenlerin yanında rahat ediyorum ben.”
Orta halli bir hayat sürmüştü Ece Ayhan. Yokluğu çok hissetmese de çalışmanın da değerini kavrayabilmişti. Mezun olur olmaz İstanbul Maiyet Memurluğu’nda stajını ve Kaymakamlık kursunu tamamladı.
Sonrasında 1962’de Gürün, 1963’te Çorum – Alaca ilçelerinde Kaymakam olarak görev aldı. 1964’te Tuzla Piyade Okulu’nda Yedek Subay Öğrenci olarak askerliğini de yaptı. 1965’t es son memuriyet görev yeri olan Denizli – Çardak ilçesine kaymakam olarak atandı.
Evet son yerdi, çünkü memuriyet hayatını sadece 1966’ya kadar devam ettirebildi. Gözü de gönlü de kitaplarda, kalemlerde ve kağıtlardaydı.
“Soluk alıp verdiğini gerçekten duyduğum tek kent” diye tanımladığı İstanbul’a taşındı. Burada Sinematek ve Yeni Sinema dergisinde müdürlük, Meydan Larousse ansiklopedisinde yazarlık, Genç Sinema grubunda yöneticilik yaptı.
Ece Ayhan, 1962’de Deniz Hafize Hanım ile evlendi ve bu evlilikten Ege adını verdikleri bir oğulları oldu. Evlilik hayatları başladığında kaymakamlık Ece Ayhan’ın kaymakamlık görevi nedeniyle Gürün’de başladı. Buradan sonra da Ece Ayhan’ın iş durumuna göre sürekli gezdiler.
Ancak evlilikleri kısa sürdü. Çünkü Deniz Hafize Hanım, Ece Ayhan’ın biricik eşi, 1968’de kansere yenik düşerek hayata gözlerini kapadı.
Bu her ölüm gibi zamansız bir kayıptı. Memuriyet hayatına veda edip şairliğe yönelmesinin ardından maddi durumu da iyi değildi artık Ece Ayhan’ın. Bir yandan maddi durumlar, bir yandan Ege’nin hala çok küçük oluşu nedeniyle oğlunun bakımını karısının ailesine bıraktı.
Ece Ayhan’ın penceresinden
Ece Ayhan bir yandan da şairliğiyle giderek ünleniyordu. 1965’te bastırdığı “Bakışsız Bir Kedi Kara” ve 1968’deki “Ortodoksluklar” ona has dilin adeta yapı taşlarıydı.
Bir yandan Can Yücel edasında sokak dilini de benimsemişti. 1973’te “Devlet ve Tabiat” şiir kitabıyla okuyucusunu ilk kez bu yönüyle tanıştırdı. Derdi günü kendisinden sonrasını da aydınlatacak eserler vermekti, ki bunu da 1977’de yayınladığı ilk dört kitabını kapsayan “Yort Savul” ile başardı.
1981’de “Zambaklı Padişah” ve 1982’de de “Çok Eski Adıyladır”ı yayınladı.
1974’te Ece Ayhan’ın beyninde bir tümör olduğu saptandı. Üç yıl İsviçre’de tedavi gördü. Birkaç kez beyin ameliyatı oldu. Ama tümör pek iyi huylu değildi; birçok başka hastalığa da davetiye çıkarmıştı. Sağ kulağı ileri derecede işitme kaybına uğramış, sağ gözü de hasar almıştı. Şükürler olsun ki, dünyaca ünlü “Dr. Gazi Yaşargil”in yaptığı ameliyatlarla ölümcül olmaktan kurtuldu. Yine de tümörün diğer organlarına verdiği hasarların etkisini geri kalan ömrü boyunca yaşadı.
Ece Ayhan hastalığıyla uğraşırken bir anda kendini tekrar maddi sıkıntı çekerken buldu. Neyse ki bu süreçte de Çanakkale Belediye Başkanlığı sanatçısından yardımlarını esirgemedi. Hemen sosyal sağlık güvencesinin olması için belediyenin geçici işçi kadrosuna alındı. Artık SSK hastanesinde tedavisi karşılanabilecekti.
Bir yandan da sağlığı günden güne bozuluyordu. Artık bacakları da tutmuyordu, felç olmuştu. Bu sefer de 1999 Ağustos’unda yakın dostu sevgili Metin Üstündağ’ın yardımıyla Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne yatırıldı. Tedavi giderleri hala SSK tarafından karşılanıyordu. Sigorta kapsamını aşan bir tedaviye ihtiyaç duyulduğunda da arkadaşları yardımlarını esirgemiyordu. Bir de eserlerinin yayın hakları vardı tabii; Yapı Kredi Yayıncılık da ödeme yapıyordu.
İstanbul’da önce Maltepe Huzurevi’ne yerleşti. Ama daha sonra şartlarının daha iyi olduğunu düşündüğünden, dönemin başbakanı olan arkadaşı Bülent Ecevit, onu Özel Acıbadem Huzurevi’ne yerleştirdi. Bu süre içinde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Haydarpaşa, Haseki Hastanesi gibi hastanelerde de yatılı olarak tedavi gördü.
Neyse ki, tedavileri sonuç verdi ve Ece Ayhan tekrar ayağa kalktı. 2001 Nisan’ında tekrar Çanakkale’ye yerleşti.
Ece Ayhan, artık Çanakkale’de yaşıyor ve geçimini de telif hakkını Yapı Kredi Yayınları’na verdiği eserlerden sağlıyordu.
Ama burada memur hayatına dönmüş gibiydi. Her şey tek düze, her şey sıradandı sanki. Onun ruhunda kelimeleri evirip çeviren Ece, sanki boğazını sıkıyor, arada da şakağına namlusunu dayıyordu.
Daha fazla buna katlanamayacağına karar verdiğinde, tüm sevenlerini ve dostlarını terk eden edasıyla Çanakkale’den gitti.
2002 Temmuz’unda İzmir Büyükşehir Belediye Gürçeşme Huzurevi’ne yerleşti. Sanki içinde ona kaçmasını söyleyen şey, yapması gereken son şeyi söylemişti. Çünkü burada kısacık bir süre kalabildi.
12 Temmuz 2002’de fenalaşarak Eşrefpaşa Hastanesi’ne kaldırıldı ve 13 Temmuz 2002’de hayatını kaybetti.
Cansız bedeni 16 Temmuz 2002’de Çanakkale Eceabat ilçesi, Yalova köyüne gömüldü.
Bu dünyadan devrik cümleleri ve kabullenmediği hırçınlığıyla bir şair geçti. Adı Ece Ayhan Çağlar’dı…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Bazen bir insanın ürettiği ne çok şeyi bildiğinize şaşarsınız ya, Sezen Aksu da benim için işte öyle bir isim. En eski bildiğim şarkısını en fazla 90’larda yazmıştır derken, 70’lerden, 80’lerden Sezen Aksu şarkılarını ezbere bildiğimi fark ettim bu biyografide.
Bazı insanların, belki de bütün sanatçıların demeli, gerçekten yaşı yok. 90 kuşağı bir gencin kalbine böylesine dokunmuş, hala dokunmaya devam ediyor… Ve istiyor ki insan, hep etsin. Güzellikler ne olur tükenmesin.
Minik Serçe’nin doğum günü vesilesiyle çıktığım bu zaman tüneli yolculuğu umarım sizi de en az benim kadar sarhoş etsin. Yaşının bir önemi olmadığından kaç yaşına girdiğiyle ilgilenmeden, “İyi ki doğdun Sezen Aksu” demek istiyorum. Hep en güzel cümleleri seçtiğin, ilk aşkımıza, ilk ökemize, ilk ayrılığımıza şahit olup asla yalnız olmadığımızı hissettirdiğin için, çok, ama çok teşekkür ederim.
Bakalım siz en eski hangi şarkısını biliyorsunuz? Lütfen bu yazıyı fona Sezen şarkılarını alarak okuyun, olur mu?
Sevgimle…
Sezen, 13 Temmuz 1954’te, Denizli Sarayköy’de, Şehriban Hanım ve Sami Bey’in kızları olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona “Fatma Sezen Yıldırım” adını verdi. Annesi, Selanik’ten mübadele ile gelen bir ailenin kızıydı ve Fen Bilgisi Öğretmeni olmuştu. Babası ise, Rizeliydi; Laz kökenliydi. O da Matematik Öğretmeni çıkmıştı. Yolları kesişmiş, evlenmişler ve Sezen’e de eğitimci anne babanın çocuğu olmak nasip olmuştu. Bir de Nihat adında kardeşi vardı.
Sezen 3 yaşına geldiğinde, ailecek İzmir’e taşındılar. İzmir, gönlünde bambaşka yere sahip olacaktı. Üzerine şarkılar yazacak, şarkılar söyleyecek, bu şehri hep çok sevecekti. Sonra annesi ve babasının yönlendirmesi ve içinden gelen bir iştahla, sanata düşkün olacaktı Sezen.
Gençliğe ilk adım attığı zamanlarda sanatsal eğitimler de yoğunlaşmıştı. Bir süre Cengiz Bozkurt’tan resim dersi, ardından tiyatro derken dans dersi aldığında dansöz olma hayalleri kurmaya başladı. Asi kişiliği onu öylesine ele geçirmişti ki, bu konuda ısrarcıydı. Nihayetinde Sezen dansöz olmadı. Ama özellikle babasıyla büyük çatışma yaşadılar. Yıllar sonra bugünleri anarken de şöyle diyecekti Sezen: “Allah babama acıdı da şarkıcı oldum”.
Lisede iyiden iyiye müziğe yönelmişti. 1970’te “Hafta Sonu” dergisi bir ses yarışması açtı. Jüri başkanlığında Ajda Pekkan ismi ışıl ışıl duruyordu. Sezen nasıl olur da bu yarışmada olmazdı; elbette katıldı.
Nihayetinde Sezen, yarışmada altıncı oldu. Birinci olan isim ise, Nilüfer olmuştu. İşte bu sebepten önce Nilüfer’in albümü çıktı. Sezen için de Türkiye için de biraz daha zamana ihtiyaç vardı…
İzmir Kız Lisesi’nden henüz mezun olmuştu Sezen. Üniversiteye girmeyi hayal ediyordu sadece. Müzik lisede hayatına girmişti, ama lisede olan her şey insanın hayatına çöreklenip kalmazdı ya. Onun hayali başkaydı şimdi.
Ancak bu sıra girdi hayatına Hasan Yüksektepe. İlk aşktı, vazgeçilmiyordu. “Okul bitsin, evlenelim” diyorlardı ki, beklemek istemediler. 1972’de, aile arasında evde kıyılan bir yıldırım nikahıyla evlendiler. Ve evliliklerinin sadece üçüncü gününde bunun yürümeyeceğin fark edip, ayrıldılar.
Ama ilk aşktı işte. Çok canı yanıyordu Sezen’in. Müzik aslında belki de o üç günlük evliliğin ardından kendine bulması gereken meşgaleden doğdu. Ayrılır ayrılmaz hayal ettiği gibi üniversiteye de girdi. Ancak belli ki kaderinde müzik vardı.
Hayatında aldığı en büyük darbe ise, ilk aşkının en yakın arkadaşı Bahar ile evlendiğini öğrendiği gündü. Günlerce kendini toplayamadı; ama elbet ayağa kalktı. Belli ki ilk duygu yüklü şarkılarını işte o zaman yazdı Sezen. Acıyı dönüştürmenin bir yolunu bulmuştu…
Sezen’in aklında da, kalbinde de müzik vardı. Yine de 1973’te, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ne girdi. Ancak bir yandan da müzik hayatının vazgeçilmez parçasıydı; çalışmaya, üretmeye devam ediyordu.
1974’te, bir plak şirketine üç şarkısını gönderdi. Aynı yılın Kasım ayında bir de evlilik gerçekleştirdi. Genç yaşta, Hasan Yüksektepe ile yaptığı kısa süreli evliliğin ardından, bu seferki bir başkaydı. Onu tanıyacağımız soyadı, işte bu evlilikle geldi. Ancak bu evlilik de kısa sürecekti.
Bir yanda müzik, bir yanda Ali Engin Aksu ile olan evliliği, okuldan ayrılmasına sebep olmuştu. Ancak 1974 biterken ilk plağı için İstanbul’a yerleşti. Hayallerin peşinde, yeni, yepyeni bir hayat başlıyordu…
Sezen’in ilk 45’liği, 1975’te çıktı. Her şey ziyadesiyle heyecanlıydı; birkaç pürüz dışında. Öncelikle plak, Sezen’e danışılmadan, “Sezen Seley” adıyla çıkarıldı. Plak da istediği gibi satmamıştı. Neyse ki bu isim karışıklığı onunla bir ömür yaşamadı.
Haydi Şansım adını verdiği plağı, istediği satışı yakalamayan Sezen, en azından istemediği bir isimle anılmayacaktı.
Sezen, ilk 45’liğinin üzerine, onu bir ömürlük tanıyacağımız ve seveceğimiz adıyla, Sezen Aksu olarak, ikinci 45’liği Yaşanmış Yıllar / Kusura Bakma’yı çıkardı.
Bu sefer şansı da, başarısı da yüksekti. Hemen ardında, 1976’da, uzun süre plaklar listesinde bir numara kalacağı üçüncü 45’liği Olmaz Olsun / Vurdumduymaz’ı çıkardı.
Dönemin popüleritesi gazinolarda sahneye çıkmayı gerektirirdi. Sezen Aksu da, ilk sahne çalışmasına 1976’da, Bebek Belediye Gazinosu’nda başladı.
Elbette 45’likler de devam ediyordu. 1977’de, Allahaısmarladık / Kaç Yıl Geçti Aradan ve Kaybolan Yıllar / Neye Yarar 45’liklerini çıkardı.
Hemen ardından ilk 33’lüğü olan Allahaısmarladık albümünü sevenleriyle paylaştı. Albümün kapağında ise şöyle yazıyordu:
“Yıllar yılı seviştik de neden mutlu olmadık.
Aşkımıza aşk değil yıllarca yalan kattık.
Sana son bir sözüm var,
O da, ‘Allahaısmarladık’”
Sezen, 1978’de Hurşid Yenigün’ün iki bestesi için söz yazdı. Söz yazarlığı konusunda da giderek ustalaşacak; adeta Türkiye’nin şarkı sözü ihtiyacını karşılayan birkaç isimden birine dönüşecekti. Gölge Etme / Aşk 45’liğini çıkarmıştı. Yine 1978’de, Serçe adını verdiği plağı, çift LP olarak piyasaya sürüldü. Bu albüm, Sezen Aksu’nun en eski albümü olma özelliğini taşıyordu.
1979’da, İlk Gün Gibi / Yalancı ve hemen ardından Allah Aşkına / Sensiz İçime Sinmiyor 45’liklerini çıkardı.
Ve 1979, aynı zamanda onu Minik Serçe olarak tanıyacağımız yıldı…
Sanat konusunda sürekli üretken bir isim olma yılında hızla yükselişteydi Sezen Aksu. Plaklarından sonra sinema sektöründe de yerini almıştı. İlk kez bir Atıf Yılmaz uyarlaması olan Minik Serçe filminde, Sezen, Bulut Aras ile başrolü paylaşıyordu. Film, A Star is Born ( Bir Star Doğuyor) filminden uyarlanmıştı. Bir ünlü doğarken, başka bir ünlünün sönüşünü anlatan film, bu dönemde fazla beğenilmese de, Sezen adına kalıcılığı olmuştu. Bundan böyle Sezen Aksu, ülkede Minik Serçe olarak anılacaktı…
Minik Serçe’nin ardından Sezen bir daha 1989’da beyaz perdede görünecekti. Yavuz Özkan’ın yönetmen koltuğunda olduğu Büyük Yalnızlık filminde Sezen Aksu başrolü bu kez Ferhan Şensoy ile paylaştı. Bu film, 1990 Altın Portakal’da, En İyi Görüntü dalında ödüle layık görüldü.
Ayrıca film müziklerinden Aşk Irmakları’nı, 4 yıl sonra Levent Yüksel, Uçurtma Bayramları adıyla ilk albümünde seslendirecekti…
Minik Serçe, 1980’de, Sevgilerimle adını verdiği albümünü çıkardı. 1981’de ise, Sezen Aksu Aile Gazinosu adlı müzikal için çalışmalara başladı. Bu sırada yine araya bir evlilik detayı girdi. Sezen Aksu, 10 Temmuz 1981’de, Sinan Özer ile Beşiktaş Evlendirme Dairesi’nde ikinci evliliğini yaptı.
Sezen Aksu, bu sırada 4,5 aylık hamileydi. 11 Kasım 1981’de, bir oğulları oldu. Ona Mithat Can adını verdiler.
Ara verdiği müzikal çalışmalarına da geri döndü.
Ve bu evlilik, 1983’te boşanma ile sonuçlandı.
Yıllar sonra 1993’te de Gazeteci Ahmet Utlu ile bir evlilik daha yaptı. Bu onun dördüncü evliliğiydi. Ancak bu da uzun sürmedi.
Sezen, sanatın her dalına ilgisini ve başarısını öncelikle kendine kanıtlamıştı. Oyunculuk yeteneğini, 1982’de, Şan Müzikhol’de, Adile Naşit, Ayşen Gruda, Şener Şen ve Altan Erbulak ile aynı sahneyi paylaştığı Aile Gazinosu’nda 7 farklı karaktere bürünerek göstermiş oldu.
Ayrıca müzikal sonrasında Firuze albümünü çıkardı. Dönemin popüler dergisi Hey ise, onu Yılın Kadın Şarkıcısı seçti…
Bu performansın ardından 1985’te, “Bin Yıl Önce, Bin Yıl Sonra” müzikaline hazırlanmaya başladı. Müzikal, 1986’nın ilk haftasında gösterime girdi. Şan Müzikholü’nde kapalı gişe oynanan müzikalde Sezen Aksu, sahneyi Ayşen Gruda, Şener Şen ve İlyas Salman gibi özel isimlerle paylaştı. Yine başarılı bir oyunculuk sergiledi.
Sezen Aksu, 1983’te, Eurovision’a katılma kararı alan sanatçılar kervanına katıldı. Söz ve müziği Ai Kocatepe’ye ait “Heyamola” şarkısını, Ali Kocatepe ve Coşkun Demir ile birlikte seslendirmişti. Şarkı Türkiye finaline kaldı, ancak Eurovision finalinde Türkiye’yi temsil edemedi. Ancak Heyamola plak olmuştu ve 1983’te Hey Dergisi, onu yılın plağı seçti.
Sezen Aksu, 1984’te tekrar aday oldu. Halay, 1945 ve Merhaba Ümit adını verdiği şarkılar Türkiye finaline kaldı. İlk önce Merhaba Ümit şarkısını eledi Sezen. Sonra 1945 ve Halay’ı seslendirmeye karar verdi. Ancak Türkiye finalinin gerçekleşmesine iki hafta kala onu ziyarete gelen yabancı arkadaşı, ona, 1945’i söylemesini önerdi. Sezen biraz düşündü ve bu fikir aklına yattı. Ancak bu kez de başarılı olamadı.
1985’te, şansını son bir kez daha denedi. Bu sefer şarkısı Küçük Bir Aşk Masalı’ydı ve sözleri kendisine aitti. Özdemir Erdoğan ile birlikte seslendirdikleri bu şarkı da sonucu değiştirmedi. Bu kez de başarılı olamayan Sezen Aksu, bir daha yarışmaya hiç katılmadı.
Sezen Aksu, 6 Eylül 1984’te Sen Ağlama adını verdiği albümünü çıkardı. Yaptıklarıyla, ürettikleriyle Sezen Aksu başarılı bir isimdi. Ancak albümleri TRT’nin denetiminden geçemediğinden televizyonda şarkıları yayınlanmıyordu. 1985’in başından itibaren bu düzen değişti ve şarkıları TRT’de yayınlanmaya başlar başlamaz Sezen’in başarısı katlandı. Şimdi haftalarca listelerin zirvesinde kalacağı günler başlamıştı.
Başarısına duyduğu mutluluğun ötesinde şaşkındı da. Albümünün 56. Haftasında Hey Dergisi’ne verdiği röportajda sevenlerine şu cümlelerle teşekkür ediyordu: “Bekliyordum ama bu kadarını değil… Ne yalan söyleyeyim, 1 yılı aşkın sürece listelerde kalacağımı sanmıyordum. Tüm müzikseverlere candan, gönülden teşekkürlerimi sunuyorum”.
Onyedi Dergisi’nin Ocak 1986 sayısında düzenlediği okuyucu anketinde Sezen Aksu, “1985’in En Büyük Kadın Şarkıcısı” seçildi. 1986’da bu kez Sezen Aksu “Git” albümündeki enfes şarkılarla fırtınalar estiriyordu.
1988’de albümüne Sezen Aksu’88 adını vermişti. Yine 1989’daki albümünün adı ise, Sezen Aksu Söylüyor oldu. İsmine duyduğu güven ve ondan aldığı güç yadsınamazdı. Ve elbette yine çok sevilmişti.
Her şey için en gerekli şey zamandı. Kuşkusuz her şeyi olgunlaştıran zaman, hepimizin olduğu gibi, Sezen Aksu’nun hayatına da olgunluk getirmişti. Ürettiği her şeyin sonunda, sıra şimdi üretmeye devam ederken başka insanlara dokunmaya gelmişti; kendi gibi bu işe gönül verecek genç insanlara…
Böylece 90’lar, Sezen’in olgunluk zamanları oldu. Sezen Aksu, yapımcılığa hiç soyunmasa da yaptığı şarkılarla ölümsüzlüğü keşfetmişti. Ancak Sertab Erener, Harun Kolçak, Levent Yüksel, Aşkın Nur Yengi, Işın Karaca, Yıldız Tilbe, Hande Yener gibi birçok insanın hayatına dokundu. Onlara hep destek oldu…
Yapımcılığın yanında aynı zamanda Kanal 6’da, Sezen Aksu Show programını da yapmaya başladı.
Sezen’in ilk dokunduğu isim, 1990’da Aşkın Nur Yengi oldu. O sıralar Sezen Aksu’nun vokalistliğini yapan Aşkın Nur Yengi, ilk kez Sevgiliye adını verdiği albümü ile görücüye çıktı. Bir Sezen Aksu yapımı olan bu albüm, bir milyon sattı.
Bir yandan kendi albümleri için çalışmalarına da devam ediyordu. 1991’de Aşkın Nur Yengi’nin ikinci albümü Hesap Ver’in yapımını üstlenmişken, kendisi de müzik yönetmenliğini Onno Tunç’un yaptığı Gülümse albümünü çıkardı. 1992’de de, Avrupa’da albümün hit şarkılarından Hadi Bakalım’ın teklsi yayınlandı. Aşkın Nur Yengi’nin albümü yine yüksek satış elde etmişti evet. Ancak Sezen Aksu da, iki milyonu aşan bir satış rakamına ulaşmıştı. Sezen, halkın bir kesimine değil, yine halkın yüreğine hitap ediyordu. Gülümse diyordu; Gülümse, bulutlar gitsin…
Sezen Aksu, vokalistlerinin yapımcısı olmaya devam ediyordu. Sertab Erener’e de Sakin Ol albümünü yapmışlardı ve bu albüm, beklenenin çok üstünde sattı. Bu albümden sonra, 1993’te, Levent Yüksel’in ilk albümü Med-Cezir için çalışıyordu. Yine başarılıydı. Levent Yüksel de 90’larda hit olmuş şarkıcılar arasında anılacaktı.
1993’te kendi albümü Deli Kızın Türküsü’nü çıkardı. Uzay Hepari ile çalışıyorlardı ve farklı tarzlar denemenin peşindeydi. Küçüğüm, Masum Değiliz, işte hep bu albümden çıktı.
Uzay Hepari ile kimyaları uymuştu. Hatta kısa süreli de olsa ses getiren bir aşk da yaşadılar ve nice şarkılar getireceği belli bir şekilde bitti.
Bunların yanında Hepari’nin ömrü de uzun sürmedi. Albümün ses getiren başarısının etkisi devam ediyordu ki, 20 Mayıs 1994’te, Hepari, Oyuncu Demet Akbağ’ın durur vaziyetteki arabasına çarptı ve bitkisel hayata girdi. 31 Mayıs’ta ise, hayata tamamen veda etti.
Hepari, 6 aylık evliydi ve kazadan bir gün önce baba olacağını öğrenmişti. Sezen, kalbindeki ağır ağrı ile onun ardından Yas şarkısını besteledi. Ancak belli ki seslendirmeyi kaldıramamıştı. Okumak yerine şarkıyı Levent Yüksel’in bir sonraki albümüne koydu.
Hayat devam ediyordu. Bu çalkantılı günlere bir paravan koyup, Sertab Erener’in ikinci albümü Lal’in çalışmalarına başladı. Yine başarılı olacak ve 90’ların müziğine yadsınamaz bir katkıda bulunacaktı…
1991’de, Sezen Aksu İzmir’de bir pavyona gitti. Sahnede şarkı söyleyen kadının sesi, onu derinden etkilemişti. Birkaç gün sonra gitti, onu aldı ve İstanbul’a vokalisti olarak getirdi. Kuşkusuz herkes bu kadının Yıldız Tilbe olduğunu biliyor.
Yıldız Tilbe’ye evi de, şöhretin kapılarını da açtı Sezen Aksu. Yıldız Tilbe, yeteneğinin getirisi ile kısa sürede adından söz ettirmeye başlamıştı bile.
Ve o dönemde birlikte çalıştığı Uzay Hepari ile büyük aşk yaşıyordu Sezen. 1992 yılıydı ve bahar tüm sıcaklığıyla Sezen’in aşk dolu kalbini ısıtıyordu. İşte bu dönemde Yıldız Tilbe ve Uzay Hepari arasında doğan yakınlığı öğrendiğinde baharı, kışa dönüverdi. Yıldız Tilbe elbette bu koşullarda evinde kalamazdı; artık vokalisti de değildi.
Sevgilisi Uzay Hepari’yi de terk etti. Sonrası hep şarkılar ve yıllar boyu süren küskünlük…
Uzay Hepari ile küskünlüğü sürmedi, süremedi. 1993’te Modacı Zeynep Tunuslu ile evlenen Hepari, 1994’teki talihsiz kaza ile hayata veda etti. Elbette ölümün olduğu yerde en acı ihanetin bile esamesi okunmazdı.
İlginç bir tesadüftür ki, aynı yıl Yıldız Tilbe de sonsuz şöhretini yakaladı. Delikanlım albümü adeta patlamıştı.
Şimdi iki ünlü kadın vardı ve aslında kimsenin bu yaşanan ihanetten haberi bile yoktu. Ancak Tilbe, yıllar sonra, 2011’de katıldığı Alt Üst Muhabbetler programında, Bir gece sarhoştum ve Uzay Heparı ile birlikte oldum. Sezen de beni evden kovdu” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu itirafın ardından bir türlü soğumayan o ateş, küllerinden doğdu. Zaten şarkılara taşınmış olan bu küskünlük, devam etti. Ta ki, 29 Aralık 2017’ye kadar. Onların barışı, bize hiçbir şeyin sonsuza dek sürmediğini kanıtlar nitelikteydi. Sezen Aksu ve Yıldız Tilbe nihayet barışmıştı. Demek ki her şeyin bir zamanı vardı…
Geriye de bizim kulaklarımıza minnet canım şarkılar kaldı. Kim bu küslükten tamamen şikayet edebilir ki?
1995’te Sezen Aksu, Işık Doğudan Yükselir adını verdiği albümle Anadolu müzikleri kıyısında dolaşıyordu. Yunus Emre’den Mevlana’ya birçok özel ismin eserlerine yeniden hayat vermişti.
Ayrıca bu albümde Bedri Rahmi Eyüboğlu dizeleri de vardı:
“Bu Anadolu var ya bu Anadolu.
Bu misli menendi görülmemiş cömert ana.
Bu her yanı meme, bu her yanı dudak, bu her yanı gül.
Bu zırnık almadan veren, habire veren yedi gül”.
Sezen, 1996’da Nazan Öncel’in Sokak Kızı albümündeki Erkekler de Yanar ve Bırak Seveyim Rahat Edeyim şarkılarında bu kez geri planda durmuş, vokalist olarak eşlik ediyordu. Yine 1996’da, Zerrin Özer’in Paşa Gönlüm şarkısı için çektiği klipte de yer aldı.
1997 Aralık’ta Düğün ve Cenaze albümünü sevenlerinin beğenisine sundu. Ancak bu kez yüksek satış rakamları elde edemedi. Çünkü albümü yoğun eleştiriler almıştı. Sezen, 1998’de, albümün en ses getiren şarkısı Erkekler’in teklisini çıkardı. Yapımcılık kimliğiyle de hayat devam ediyordu. 1998 Nisan’da, Levent Yüksel’in Adı Menekşe albümünü çıkardı.
1998 Aralık’ta Sezen Aksu, 80’lerin melankolik Sezen albümlerini anımsatan lezzette bir albüme daha imza attı ve ona Adı Bende Saklı adını verdi. O’nun adını kalbine gömen her bedenin sesi olmuş gibiydi; her kesim belli ki kendinden bir şey bulmuş ve bu albüm çok beğenilmişti.
Özellikle Selami Şahin imzalı Adı Bende Saklı, Ben Sevdalı Sen Belalı ve Tutuklu, dönemin dillere pelesenk şarkılarından oldu.
Bu başarıyı 1999’da ise Sarı Odalar single’si izledi.
Sezen Aksu, ülkenin müzik ihtiyacına bireysel katkısında, 2 Haziran 2000’de çıkardığı albümüne Deliveren adını verdi. Hala ezbere bildiğimiz, hiç eskimeyen şarkılardan, Oh Oh, Kahpe Kader, Sarı Odalar, Keskin Bıçak gibi şarkılar bu albümün bir parçasıydı. Ve Deliveren’in ne anlama geldiğine de bir açıklamasında yer veriyordu: “İçindeki şeytanla meleği yönlendiren”.
İşte içinin kuzeyini yönlendiren bu albüm, 2 milyona yakın sattı.
Altı yıldır vokalistliğini yapan Işın Karaca’nın ilk albümünü ise, 2001’in sonunda yaptı. Anadilim Aşk adı verilen bu albümde, her bir şarkı Sezen Aksu imzalıydı.
2002’de hepimiz “O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz” diye tüm duygumuzu yine Sezen sayesinde akıtıyorduk. 20 Mayıs 2002’de DMC’den çıkardığı ilk albümdü Şarkı Söylemek Lazım. Hemen ardından bir konser turuna çıktı Sezen Aksu. Türkiye’nin bütün dil ve medeniyetlerini bir araya getiren bu turu, Türkiye Şarkıları adı altında yaptı. Ona, bu konserler sırasında Rum, Ortadoks, Ermeni ve Musevi korolarıyla Diyarbakır Belediyesi Çocuk Korosu da eşlik ediyordu.
Konserler devam ederken albüm çalışmaları da sürdü. 2003 yazı bitmeden Sezen bir albüm daha çıkarmıştı ve ona Yaz Bitmeden demişti. Bu albümün en ses getiren şarkısı kuşkusuz Farkındayım oldu. Şarkının klipi Van’ın Gevaş ilçesinde çekildi.
Sezen Aksu, 2006’da bir şiir kitabı yayımladı ve ona, Eksik Şiir adını verdi. Eksik Şiir, Sezen’in 1975 – 2006 yılları arasında yazdığı tüm şarkı sözlerinin bir arada toplanmış haliydi. Bugüne kadar yazdığı 400’den fazla şiir ve bestesi vardı. Onlar arasından 197’sini seçmişti.
Ve bu kitap, 4 günde 17.000 adet sattı…
Kitabın ikincisi ise, 2016 Kasım’da, Eksik Şiir İkinci Kitap adıyla yayımlandı.
2005’teki albümün adı Bahane’ydi. Şarkılardan birinin adı Perişanım Şimdi’ydi ve hikayesine göre, Sezen Aksu, oğlu ile yaşadığı bir dargınlık sonrası yazmıştı bu şarkıyı. Belki bu içli duygudan kaynaklı, albüm ilk iki hafta 320 bin sattı. Sene sonuna gelindiğinde ise, albüm en çok satan albüm oldu.
2008 Haziran’da bir sonraki albümü Deniz Yıldızı’nı çıkardı. Bu albüm, uzun yıllar birlikte çalıştıkları Onno Tunç’un piyano örnekleri ile renklendi. Aynı zamanda albümde bulunan Sezen Aksu imzalı Tanrı’nın Gözyaşları ile barışa çağrı yapmak istediğini de açıkladı. Toplumsal ve belki siyasi bir mesaj vererek, barış ortamının oluşabilmesi için sınır ötesi operasyonların bitirilmesi gerektiğini açıklamıştı.
2009’da ise, 2 CD’den oluşan albümü Yürüyorum Düş Bahçelerinde adını taşıyordu. Kendi imzasını taşıyan, ancak başka sanatçıların söylemiş olduğu şarkıları, şimdi sahibinin yorumlarıyla dinliyorduk.
Amerikan NPR Radyosu, 2010’da, 50 Büyük Ses listesini açıkladı ve bu 50 ses arasında Sezen Aksu’nun adı da yazılıydı. 2010 Nisan’da Fahir Atakoğlu ile Stockholm’de verdiği konseri, çok sayıda Türk ve İsveçli seyirci izledi.
10 yıllık aranın ardından New York, Newark, Carnegie Hall’de üç konser verdi. tüm bu ABD konserlerinde Minik Serçe’ye Fahri Atakoğlu eşlik etti…
Sezen Aksu, 2011’de yine stüdyoda albüm kaydındaydı. Unuttun mu Beni şarkısı ile çıkış yaptığı albüm Öptüm adını taşıyordu. Cemal Süreya’nın Sayım şiiri de Sezen yorumuyla, bu albümde can buldu.
2013’te Kayıp Şehir, 2014’te de Yeniler ve Yeni Kalanlar single’larını çıkardı. 2015’te Eksik Olma şarkısıyla ise, bu kez Sürdürülebilir Çay Tarımına destek veriyordu. Yaşamın içinde toplumsal sorunlara duyarlı sanatçı kimliğiyle bir ayrı güzeldi…
2016 Ocak’ta İstanbul Volkswogen Arena’da konser veren Minik Serçe, “Her bitiş yeni bir başlangıçtır. Üretmeye devam edeceğim fakat daha önceden söz verdiğim birkaç konseri de yaptıktan sonra sahneye veda ediyorum. İstanbul’da son konserim. Bugün 40 yılın anısına burada benimle olduğunuz için şükranla doluyum” açıklaması ile sahnelere veda edeceğini açıkladı.
Ancak sanat bir kere insanın kanına zuhur etmeye görsün, ondan kurtulmak ne mümkündü. Sezen Aksu, aynı yılın Eylül’ünde, tekrar müzik yapacağını açıkladı ve 2017 Ocak’ta, müziği bırakmasını açıklamasının üstünden tam bir yıl geçmişken, Biraz Pop Biraz Sezen adını verdiği albümünü çıkardı…
Bugüne kadar dünya genelinde 40 milyondan fazla albüm satan özel bir isimdi Sezen Aksu. Kalplerimize dokunmasını hep bildi. Bu belki anlatılmaz yaşanır denen duygulardan biri. Çünkü o bunu gerçekten iyi biliyor.
Hayatın içinde kendi başına yaşarken her kalbe aynı özenle dokunan sözcükleri seçen bir Sezen Aksu geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
“Benzemez kimse sana,
Tavrına hayran olayım… “
Bu şarkıyı onun sesinden duyup da bir masada ne çok şeyi ertelediğiniz olmuşsa, tebrikler, siz de kesinlikle gerçek bir Türk Sanat Müziği sevenisiniz demektir.
Çocuk yaşta dinlenir mi dememek lazım, kendimden biliyorum, dinleniyor. Ama insan o şarkının sevincini ya da hüznünü en az genç yaşına geldikten sonra anlamaya başlıyor. Ben onun duygusunu kavramaya başladığımda çocukluk arkadaşımla, çocukluk hayalimizi gerçekleştirmiş, üniversitede o yaz aynı evde yaşamaya başlamıştık. Bir iki Müzeyyen Senar, Zeki Müren dinletileri derken, hop o anlar “Süt – Kek Geceleri”ne dönüşüverdi…
Hayat seni bulunduğun noktadan alıp nereye götürürse götürsün, barındırdığı güzellikler baki. Kekten tatmayalı, sütten yudum almayalı uzun zaman oldu belki. Ama şimdi fonda Müzeyyen Senar, Benzemez Kimse Sana’yı söylerken, hayatında kimseye benzemeyecekleri düşünmek, o kekin tadının başka hiçbir kekte olmayacağını bilmek sonsuzluğun tanımı gibi…
O zaman iyi ki doğdun Müzeyyen Senar…
Müzeyyen’in doğumu ile ilgili iki bilgi var. Birincisi, Müzeyyen, 16 Temmuz 1918’de, Bursa’nın Keles ilçesine bağlı Gököz köyünde, Zehra Hanım ve Cerrah lakaplı Mehmet Bey’in üçüncü çocukları olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Zeliha Eren” adını verdi.
İkinci bilgi ise, Müzeyyen’in evlatlık olduğu iddiası. R. Erkan Alemdaroğlu’na göre, Müzeyyen, İnegöl’ün Hilmiye köyünde Zeliha Eren adı ile Fatma Hanım ve Reşit Bey’in çocuklarıydı. Aslında önemli olan hangisinin doğru olduğu değil, Müzeyyen’in hangi yollardan geçip nereye varacağıydı…
Annesi, Bursa’nın Pınarbaşı köyünde büyümüş, güzel sesiyle Kur’an okuyan, keyifli ortamlarda gazel atan, tef çalan güzeller güzeli bir genç kızdı. Babası ise, Bursa Çekirge’de kıraathane işletiyordu. Herkes ona, “Cerrah” diye sesleirdi.
Zehra Hanım’ın dillere destan güzel sesi yönünden Müzeyyen’in de şansı büyüktü. Her bebek ninnilerle uyutulurken, Zehra Hanım, kızını, şarkılar, türküler söyleyerek uykunun kollarına emanet ediyordu. Müzeyyen, iyiden iyiye dillenmeye başladığında, annesine şarkılarında eşlik etmeye başladı. Öyle ki 6 yaşına geldiğinde annesi mevlitlerde Kur’an okurken, o da annesine eşlik ediyor, düğünlerde şarkılar söylüyordu. Eğlenceli, pek şenlikli geçiyordu Müzeyyen’in çocukluğu…
Şarkılarla, türkülerle ve de ilahilerle günler günleri kovalıyordu ki, Müzeyyen bir sabah kekeme olarak uyandı. Ne doktorlar ne de hacı hocalar çare etti küçüğe. Nihayetinde nazar değdiği kanaatine varıldı ve kader deyip kabullenildi. Müzeyyen’in bu hali tam 10 yıl sürdü.
Müzeyyen, konuşurken kekeme de olsa, şarkı söylerken adeta bülbül gibi şakıyordu. Bu durumu fark eden öğretmeni, onun müzikle olan ilgisini yoğunlaştırdı. Müzik, Müzeyyen’in tüm hücrelerine nüfus ediyordu…
Nazardı belki ya da kader kısmet… Sebep her ne ise neydi işte. Müzeyyen, bir gün Müzeyyen Senar olacağı günlerin ilk adımlarını atıyordu. Yıllar sonra bugünleri için şöyle diyecekti: “Eğer kekeme olmasaydım Müzeyyen Senar olamazdım”.
Müzeyyen tüm bunlar yaşandığında 9 yaşındaydı. Annesi Zehra Hanım, kocasıyla geçinemeyeceğini anladığında evini ve küçük kızını bırakıp İstanbul’a gitti; kız kardeşinin yanına.
Müzeyyen’e bir süre babaannesi baktı. Babaannesiyle birlikte, günlüğü bir kuruşa tütün dizdiler de, öyle geçindiler.
Böyle böyle üç yılı tamamladı Müzeyyen. Sonunda dayanamadı ve babasının cebinden 2 lira alarak evden kaçtı. Yarı çocuk, yarı genç kız aklıyla düştü yollara. Doğruca İstanbul’a gitti; Üsküdar’a. Annesine sonunda kavuştu.
Okuluna İstanbul’da devam etti Müzeyyen. Mektepte belki okuyamıyordu; ama müsamerelerde bülbül gibi şakıyordu. Burada müzik öğretmeninin ilgisi üzerine Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne gitmeye başladı. Yine bir müsamerede görmüşlerdi onu ve artık hummalı bir eğitim başlıyordu. Buradan sonra da Kadıköy Musiki Cemiyeti, yani Eski Şark Musiki Cemiyeti’ne. Kimler yoktu ki burada, Münir Nurettinler, Mesut Cemiller… Hepsi, ama hepsi oradaydı. Müzeyyen ne kadar farkındaydı bilinmez, ama burası müzikte başarıya giden yolda bir nevi Alice Harikalar Diyarıydı…
Müzik eğitimi, kemençe üstadı Kemal Niyazi Seyhun Bey ve udi Hayriye Hanım ile devam etti. Kemal Bey ve Hayriye Hanım, Müzeyyen’e, “Sen buraya gelme, eve gel” dediler. Sonra bütün bestekarlar da eve gelmeye başladı. Küçüktü, daha çocuktu. Buranın okuldan farkı yoktu onun için. Önlüğü üzerinde müzik öğreniyordu.
Müzeyyen, oldukça güçlü bir sese sahipti. Önce öğretmenleri arasında ünlendi. Sürekli sesi methediliyordu. Ün yayıldıkça devrin önemli üstatlarından Hafız Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Mustafa Nafiz Irmak ve Lemi Atlı Müzeyyen’in öğreticilerinden oldu.
Zamanla Müzeyyen sadece sevilen şarkıları değil, kendi bestelerini de söyler hale gelecekti…
Müzeyyen, Kemal Niyazi Bey ile İstanbul Radyosu’nda şarkı söylemeye başladı; yıl 1932 idi. Haftada 5 lira alıyordu. Para kazanmaya başlamıştı; ailesine bakıyordu. Her Perşembe onu izleyenler, Müzeyyen’in serçe yüreğindeki heyecanı duymuştu ki radyonun ilgiyle takip edilen programlarından biri oldu. Müzeyyen’in adı böylece geniş kitlelere ulaşmıştı.
Saçında iki kurdele, tir tir titreyen bir kız çocuğu olarak aldılar Müzeyyen’i kendi deyimiyle bahçeye götürdüler. 10 liraya solist olarak çıkardılar. Yıl 1933 idi ve bir daha bu sahneden hiç inmeyeceğini ruhuna fısıldayan görünmez güzel varlıklar vardı sanki…
Müzeyyen’i programda dinleyen isimlerden biri de 10. Yıl Belvü Gazinosu Sahibi, İbrahim Dervişzade idi. 1933 yazında, Müzeyyen Senar’ın adı, yıldızlar programına alınmıştı bile…
Bundan sonra İstanbul’un ünlü gazinolarının kapısı da açılacaktı…
Ayrıca 1938’de Ankara Radyosu kurulduğunda da ilk yayın yapan isimler arasındaydı Müzeyyen Senar. Radyo programları 1941’e kadar devam etti.
Müzeyyen, sahneye çıkmak için “solo” şartı getirmişti. Bu gazino tarihinde solistlik müessesesini başlatan hareket oldu.
Solist Müzeyyen Senar sahneye çıkıyor, tüm hücreleri ile şarkılarını bir başka söylüyordu. “Haydar Haydar”, “Ormancı”, “Benzemez Kimse Sana”… her şarkıda bir başka Müzeyyen doğardı.
Sahnedeyken etkileyen sadece sesi değildi. Aynı zamanda kendine özgü mizansenleri de en az sesi kadar ilgi çekiyordu. Rakı kadehini öyle bir çevirip rakısını içer, elmayı çat diye ortadan öyle bir bölerdi ki, sanki başka kim yapsa bu hareketler iğreti duracaktı…
(Üçüncü eşi Tevfik Hamza ile)
Müzeyyen, tüm ömrü boyunca üç evlilik yapacaktı.
Müzeyyen, hayatı boyunca soyadını taşıyacağı Ali Senar ile 1935’te evlendi. Ancak bu evlilik uzun sürmedi.
1943’te ise ikinci evliliğini Ercüment Işıl ile yaptı. Bu evlilik ona kızı Feraye ve oğlu Ömer’i kazandırdı. Ancak bu evlilik de, iki çocuğa rağmen uzun sürmedi.
1953’te de Suudi Arabistan sefiri Tevfik Hamza Bey ile evlendi. Onun da sonu hüsran oldu. Aslında bu kez gerçekten hüsrandı. İşte bu evliliği ve aslında tüm aşk hayatını şöyle özetleyecekti yıllar sonra: “Hiç birinde de gelinlik giymek nasip olmadı bana. Öyle kimselere vurulmadım. Hep adamlar musallat oldu bana. Ben bir kez âşık oldum aslında, o da Suudi Arabistan sefiri Tevfik Hamza idi, evlendik, sefire oldum; ama şarkıcı olduğum için istemediler ve bizi ayırdılar. O gerçekten adam gibi adamdı. Hayatımda ilk kez bir erkeğin omuzlarımdan bütün yükü alarak beni sevebileceğini onda gördüm”
Müzeyyen’in billur gibi akıp giden sesi, Mustafa Kemal Atatürk’ün de dikkatinden kaçmadı. Özellikle Türk Sanat Müziğine duyduğu hayranlıktan, Müzeyyen Senar sesini odağına almıştı. Birçok kez Ata’nın huzurunda, özel meclislerde okudu şarkılarını.
Hal böyle olunca ne anılar biriktiriyordu Müzeyyen. İlk konserini 1936’da Dolmabahçe Sarayı’nda, ölümünden iki yıl önce Atatürk’ün huzurunda gerçekleştirdi. En çok “Cana rakibi handan edersin” şarkısını beğenmişti…
Müzeyyen kalbinde bu büyülü anın heyecanını taşırken, eve dönüş yolunda kocasıyla tartışmaya başladılar. Kocası meğer kıskanmış onu. Eve geldiklerinde de annesini tartaklamaya kalkıştığında Müzeyyen, vazoyu kaptığı gibi kocasının kafasına geçirdi. Sonra bir zaman geçti ve bu kez de Atatürk ile dans etti diye kavga etmişlerdi. Bu evliliğin ömrünün vefa vermeyeceği ortadaydı. Öyle de oldu, ayrıldılar.
Yıllar sonra Atatürk’ü gördüğü o ilk anı ve heyecanını şöyle dile getiriyordu Müzeyyen Senar: “Sanki bana bir asır gibi gelen yolculuktan sonra saraya vardık. Girdiğimde bu zamana kadar görmediğim ihtişam adeta gözlerimi kör etti. Daha da şaşkın olmuştum. Yaveri takip ettik. Masanın kurulduğu salona girdiğim anda Atatürk’ü gördüm. Bir taraftan dizlerimin bağı çözülmüştü ama sanki uçuyor gibiydim. İçimden, ‘Müzeyyen bu Atatürk ve onu görüyorsun. Rüya mıydı acaba? diyordum. Hayır değildi. Atatürk’ü gördüğümde bayılacaktım… Yüzüne bakamadım”.
Müzeyyen Senar, Türkiye’nin en ünlü, en özel gazinolarında yıllarca nice başarılı sahne programları gerçekleştirdi. O, Türk Musikisinde yeni bir ses, yeni bir nefesti adeta. Ancak her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi bu sahnelerin de sonu geliyordu. Müzeyyen Senar, 1983’te, İstanbul Bebek Gazinosu’nda son konserlerini verdi.
Bundan sonra yalnızca özel anlarda, müzikli özel toplantılarda dinlemek mümkün olacaktı onu…
Müzeyyen Senar, özellikle Rumeli Türküleri konusundaki yetisi ayrıca değerlendirilmeliydi. Ruhuyla bütünleşiyordu bu türküler Müzeyyen’in. Her bir coşkulu nağmeyi ve yahut hüzünlü örgüyü ustalıkla aktarıyordu onu dinleyene…
5 binden fazla çıkardığı plak, gazinolar, özel sahneler bir yana Müzeyyen Senar, 1998’de, Sezen Aksu, Nilüfer, Ajda Pekkan, Tarkan, Şebnem Ferah gibi isimleri bir araya toplayarak “Müzeyyen Senar ile Bir Ömre Bedel” adını verdiği albümü çıkardı.
2001’de ise, son albümüne, “En Son Okuduklarım” adını verdi.
Müzeyyen Senar, 1998’de Devlet Sanatçısı seçildi. O, Cumhuriyetin Divası idi… En sevilenden, en özel isimlerden biri…
2004’te Sezen Aksu, Müzeyyen Senar’ın 72. Sanat Yılı için bir gece düzenledi. İstanbul Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’ndaki konserde Müzeyyen Senar’a ayrıca Ajda Pekkan, Emel Sayın, Sibel Can, Halit Kıvanç gibi ünlü isimler eşlik etti.
Müzeyyen Senar, 5 Eylül 2006’da, İstanbul Sarayburnu’nda Sepetçiler Kasrı’nda son konserini verdi. Veda ediyordu Müzeyyen Senar. Ona bu kez kızı Feraye ile birlikte Bülent Ersoy, Adnan Şenses, Erol Evgin, Mediha Şen Sancakoğlu, Ahu Tuğba, Levent Yüksel gibi ünlü isimler sahnede eşlik ediyordu. ,
Bu konserden sadece 21 gün sonra, Müzeyyen Senar, İzmir’deki evinde rahatsızlandı. Beyin enfarktüsü geçirmiş, sol tarafı felçli kalmıştı. Hayati tehlikesi bulunmuyordu. 2007’de, İstanbul’daki Darüşşafaka’da Rehabilitasyon Merkezi’nde Nisan ayına kadar tedavi gördü. Bu tedaviler sonuç vermişti; Müzeyyen Senar, sol ayağının üzerine basabiliyordu. Bir süre Bodrum’da, kızı Feraye ve oğlu Ömer ile birlikte yaşadı.
Ve sonunda 24 Şubat 2008’de, Feraye, sevenlerine acı haberi verdi: Müzeyyen Senar, sesini kaybetmişti. Ama kendisi bunu bilmiyordu… 22 Temmuz 2008’de ise, sağlık durumunun iyi olduğu açıklaması yapıldı.
Müzeyyen Senar artık şarkı söylemiyordu belki, ama her anı müzikti ve onu seven ne çok insan vardı. 30 Ekim 2009’da öğrencisi Bülent Ersoy, Müzeyyen Senar anısına sanat yaşamından fotoğraflarının yer aldığı ve Cumhuriyet Divası: Müzeyyen Senar adını verdiği sergiyi açtı.
Sanatçı doğmuştu o ve yaşam biçimi hep sanat oldu. Ancak elbet onun da yaşamının bir sonu vardı. 8 Şubat 2015’te, 07.30’da, zatürre sebebiyle tedavi gördüğü Ege Üniversitesi Hastanesi’nde hayata gözlerini kapadı. 97 yaşındaydı…
Şarkı söylemek için dünyaya gelmiş naçizane bedeni toprak olmuştu belki; ama bir yandan da her derdin kederin, her zevkin sefanın en güzel sesiydi hala. Ve kuşkusuz, bu sonsuzluğun nişanesiydi. Tüm hayal kırıklıkları, bugüne dek söylediği onca şarkı, yetiştirdiği iki evlat ve tek aşkı ile bir Müzeyyen Senar geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
Neşet, göçebe yaşadığı çocukluğunun gölgesini hep üzerinde hissederek büyüdü. Ama daha büyük bir gölgesi vardı onun, babası Muharrem Ertaş.
Neşet, kardeşlerinden ayrı bağlıydı babasına. Ruhunun onun ruhuna eş olduğuna inanıyordu. Bir gün “Neşet Ertaş” olacaksa, babasının dağ gibi gölgesi hep üzerinde olmalıydı.
Bir gün Neşet Ertaş olacak, cahilliğini, dünyanın derdine kanışını, bizimle aynı hayatı paylaştığını türküleriyle anlatacaktı. “Kadınlar insandır, biz insanoğlu” diyebilmenin erdemini yaşayacaktı…
Neşet, 1938’de Kırşehir Çiçekdağı ilçesine bağlı olan Kırtıllar köyünde 5 çocuğu olan Döne Hanım ve Muharrem Bey’in ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi.
Babası Muharrem Bey saz ustasıydı. Neşet’in de kalbi ve ilgisi daha çocuk yaşlarından babasına dönüktü. Hatta yıllar sonra bir gün hepimizin tanıdığı ve sevdiği Neşet Ertaş olduğunda bu duygusunu şöyle dile getirecekti: “Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız”. Gün gelecek, işte bu duygudan çıkmış türküleriyle Neşet, “Bozkırın tezenesi” olarak anılacaktı.
Babasının etkisiyle 5 – 6 yaşlarında bağlama ve keman çalmaya başladı. Bir zaman sonra çalışmak için gittikleri düğünlerde babasına keman çalarak eşlik ediyordu. Üstelik türküler söylemeye başladığında sesinin güzel olduğunu da fark etmişlerdi.
Aslında yerleşik düzenlerinin olduğu yer doğduğu Kırtıllı köyüydü. Ancak çocukluğunun ilk 8 yılı Kırşehir, Niğde, Nevşehir, Kırıkkale, Kayseri, Yozgat ve köylerini gezerek geçirdiler. Buralarda iş kovalıyorlardı. Bu yüzden okula geç başladı ve sonrası da zaten bölük pörçüktü. Genel bir ifadeyle aslında Neşet okula gidemedi.
8 yaşından sonra ailesi İbikli köyüne yerleşti. Annesini de yine çocukken kaybetti. 12 yaşındaydı. Babası 5 çocukla kalakalmıştı. Üç aylık bebesi dayanamadı, öldü. Acısını bile yollarda, gizli saklı yaşadılar. Yozgat’ın Kırıksoku köyünden Arzu adında bir kadınla tekrar evlendi. Bir süre de bu köyde yaşadılar ve sonra Yerköy ilçesine yerleştiler.
Onun ölümü üzerine Muharrem Bey çocuklarını alarak köyüne yerleşti. Neşet, 14 yaşında çalışmak için köyünden çıkacak ve İstanbul yollarına düşene kadar çocuk yaşları burada geçecekti.
Neşet yıllar sonra, 6 Nisan 1996’da işte sazıyla şöyle anlatacaktı tüm çocukluğunu, aşkını, derdini:
“Bin dokuzyüz otuzsekiz cihana
Kırtıllar köyünde geldin dediler.
Babama Muharrem, anama Döne
Dediysen atayı bildin dediler.
Dizinde sızıydı anamın derdi,
Tokacı saz yaptı elime verdi,
Yeni bitirmiştim üç ile dördü,
Baban gibi sazcı oldun dediler.
O zaman babamdan öğrendim sazı
Engin gönül ile Hakk’a niyazı
O yaşımda yaktı bir ahu gözü
Mecnun gibi çölde kaldın dediler.
Zalım kader devranını dönderdi
Tuttu bizi İbikli’ye gönderdi
Babam saz çalarken bana zil verdi
Oynadım meydanda köçek dediler.
Anam Döne İbikli’de ölünce
Tam beş tane öksüz yetim kalınca
Beşimiz de perişan olunca
Babamgile buradan göçek dediler
Yürüdü göçümüz tefleğe doğru
Bu hali görenin yanıyor bağrı
Üç aylık çocuğun çekilmez kahrı
Bunlara bir ana bulun dediler.
Yozgat’ın Kırıksoku köyüne vardık
Bize ana yok mu diyerek sorduk
Adı Arzu dediler bir ana bulduk
İşte bu anadır buldun dediler.
En küçük gardaşı kayıp eyledik
Onun için gizli gizli ağladık
Üstelik babamı asker eyledik
Yine öksüz yetim kaldın dediler.
Zalım kader tebdilimi şaşırttı
Heybe verdi dalımıza devşirtti i
Yardım etti Yerköy’üne göçürttü
Biraz da burada kalın dediler.
Yerköy’den Kırıkkale’ye geldik
Babam saz çalarken biz cümbüş aldık
Kırşehir’e varınca kemanı çaldık
Aferin arkadaş çaldın dediler.
Yarin aşkı ile arttı hep derdim
Babamı bir yere dünür gönderdim
Başlık çok istemişler haberin aldım
İstemiyor yarin seni dediler.
Kırşehir’de yedi sene kalınca
Düğün düzgün hepsi bize gelince
Burada herkese yer daralınca
Ankara’ya gider yolun dediler
Ankara’da (sünnetçi) Veysel Usta’yı buldum
Epeyce eğleştim evinde kaldım
Yüz lirayı verip bir yatak aldım
Etti isen böyle buldun dediler.
Bir ev kiraladım münasip yerde
Kaldı kavim gardaş hep Kırşehir’de
Bu aşk hançerini vurdu derinde
Çaresini bulmazsan öldün dediler.
Yarin aşkı ile döndüm şaşkına
Arada içerdim yarin aşkına
Canan acımaz mı garip dostuna
Bunu da içeriye alın dediler”
Abdallarda 5 – 6 yaşına basmış erkek çocukları düğünlere götürülür, boş durmasın diye eline bir zil verilir ve evvela köçeklikle başlardı serüvenleri. Biraz daha yaş aldıklarında da kaşıklarla oynamaya başlatırlardı.
Yaşı artık 11 – 12’yi gören çocuklar yetenekleri varsa çalgılardan birini alır, devam ederdi. İşte çalamıyorsa, söyleyemiyorsa, başka hiçbirine yeteneği yoksa köçeklikle devam ederlerdi.
Neşet de böyle böyle başladı. Babası onun yeteneğini geç olmadan keşfedecekti. 6 yaşındayken zille başladı her şey. Hem köçeklik yaptı hem de zil çalıyordu. Babası saz çalıyordu. Neşet’in de gönlü sazdan yanaydı aslında ama babasının yanında o çalamazdı. Abisi kemandaydı, Neşet de cümbüşe tutuldu.
Bir gün babasıyla sessiz bir bakışmanın ardından bırakana kadar devam etti köçekliğe. Kırıkkale’de bir köye fasıla gittiler. Babası oynamasını teklif etti, Neşet de saygıyla kabul edip hazırlanmaya koyuldu. O sırada bir ses çalındı kulağına “Vah yazık, pek gençmiş”. Neşet, yine saygısını bozmadan zilleri babasının önüne koydu. Babası hiç karşı koymadı, ses etmedi; anladı. Oğlunu tanırdı. Zaten oğlunun düştüğü duruma o da çok içerlemişti.
Ama yine de vardıkları her köyde “Abdallar geldi, Abdallar gitti” diye bahsederlerdi onlardan. Haliyle yadırgamaz olmuşlardı. Bu topraklarda yaşayan her milleti sayarlar da en son “Cingan” derlerdi. İşte Abdallar, Cinganlar’dan bir önce gelirdi.
Neşet de yıllar sonra sazının sözü dinlendiğinde “Dertli Yoldaş” adını verdiği türküsünde şöyle anlatacaktı bu hali:
“Zengin isen ya Bey derler ya Paşa,
Fukara isen ya Abdal derler ya Cingan, haşa”
İstanbul yolları çileli, İstanbul zorlu. Neşet, 14 yaşında sazını aldı, düştü yollara… Aç kaldı, yeri geldi karın tokluğuna çalıştı, gününü kurtardı. Ama bir iş de bulamıyordu. Bir gün yine öylece bir şeyler bulma umuduyla dolanırken “Şençalar Plak” diye bir tabela okudu. Elinde sazı içeri girdi.
O sırada içeride “Behiye Aksoy”un ilk plağı dinleniyordu. İçeriye giren genç delikanlı “Kadri Şençalar”ın dikkatini çekmişti. Sesini dinledi. Sesini de sazını da pek beğenmişti. Neşet’e hemen bir plak okuttu; sonra da Beyoğlu Saz’a götürüp ona program aldı. Böylece inceden bir sahne hayatı başladı.
İlk plak çalışmasını da yine Şençalar Plak’ta yaptı. 1957’de çıkan plak “Neden Garip Garip Ötersin Bülbül” adı ile babasına ait bir türküydü. Halk onu bir anda benimsemişti. Plağı, kaset ve konserler takip etti. Artık Anadolu’da dinlenen bir halk ozanıydı. Babası onun bir cevher olduğunu düşünürken yanılmamıştı belli ki.
Neşet, İstanbul’da iki yıl kaldı ve sonra Ankara’ya gitti. Burada bir gazinoda çalışmaya başladı. Hayatını birleştireceği o isimle de burada tanıştı; Leyla…
Neşet, ruhu yaşından evvel büyümüş bir çocuktu. Evcilik oynadığı kıza aşık olmuştu, ondan sonrasında da türkülerin etkisinden midir nedir hep aşık kaldı. Bir de babası vardı gözünün önünde en canlı örneği. Gittikleri her yerde aşık oldular. Göze yasak yoktu ya, bir güzel görüp kendilerince sevdalanıyorlardı; sonrası hep saz hep söz…
Bir atasözü haline gelmişti artık; “Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya”. Neşet’e göre kızlarını istedikleriyle evlendirmek için onların önüne çekilmiş bir setti bu. Gençlerdi, gittikleri her köyde bir güzele aşık olurlardı; ama bir Abdal isen buna hakkın yoktu. Abdal dediğin kendi içinde evlenir, çoğalırdı. Diyemezlerdi ki, “Beni bırakın, gönlüm başkasında”…
Neşet de diyemedi bir zamanlar gönlü aşka düştüğünde, ama evliliğin kurumuna saygısı vardı o ayrı. Neşet, gönlünde aşkı baki dolanıyordu. Ankara’da çalıştığı gazinoda tanıştı Leyla’yla. Evlenmek istedi.
Babası Muharrem Bey’in de rızası olmadı hiç. Kendilerinden olmayan bir kızla evlendiği için oğluna tepkiliydi. Leyla aslen Bolulu’ydu ve onun ailesi de Neşet’i kabullenememişti. Ama Neşet ve Leyla kimseye kulak asmayıp 1960’ta Ankara’da evlendiler.
Evliliklerinin ilk zamanları mutlulardı aslında. Bu evlilikten Döne ve Canan adında iki kızları ve bir de Hüseyin adında bir oğulları olmuştu.
Neşet askerliğini de evlilikleri sırasında yaptı. Leyla’nın ailesinin de gölgesi iyiden iyiye düşmüştü üstlerine. Daha fazla devam edemediler ve 1968’de ayrıldılar. İkisi de başka yollarda hayatlarına devam ettiler. Ama gönlü türkülerle coşan adam, yine aşkla bir başka yaşayacaktı tabii…
Bu arada Muharrem Bey de oğluna çok üzülmüştü ve ona sazıyla yanık yanık seslendi:
“Evvelde tutmadın Neşet sözümü
Öksüz koydun yavruları kuzunu
Almasaydın Boluların kızını
Son pişmanlık fayda vermez evladım.
Ben Neşet’im diyorsun o da der Leyla
Sebep oldu anası ayırdı böyle
Bir ben söyleyeyim Neşet bir de sen söyle
Atasözü muteberdir evladım
Tükettin ömrümü koymadın özümü
Atasözü tutmayan döver dizini.
Leyla çıkmış konsere takmış pozunu
Bu da bize bir zuldür evladım.
Temiz ruhlu hoş sohbetsin şöhretsin
Hakkın vardır evlenmeye evladım
Mevlam sebep olanları kahretsin
Aslı bozuk alma dedim evladım
Küsmedim Neşet’im kahrettim sana
Baban değil miydim sormadın bana?
Olan olmuş yavrum ne deyim sana
Sen aklını yitirmişsin evladım”
Neşet, babasından duyduğu bu sözlere içerlemişti. O da aldı sazını eline, cevabını verdi:
“Aşkı kimden aldın sevgiyi kimden?
Aslı bozuk deme gel şu insana
Soracak olursan eğer ki benden
Aslı bozuk deme gel şu insana.
Yazımızı felek yazdı Mevla’dan değil
Enin dediklerin a dost evladan değil
Her hata suç bende Leyla’da değil
Aslı bozuk deme gel şu insana.
Ulu arıyorsan analar ulu
Sevmişiz gönülden olmuşuz kulu
Analar insandır biz insanoğlu
Aslı bozuk deme gel şu insana.
Seni beni kim getirdi cihana
Her oğlu doğurmuştur bir ana
Senin fikrin başka dostluk bahane
Aslı bozuk deme gel şu insana”
Neşet, belki yaşadığı aşkın ayrılığının ardından belki de kendi tabiriyle işi gereği biraz fazla alkol alıyordu. Hatta onun deyimiyle almak zorunda kalıyordu. Tabii bu alkolün bir de etkisi olacaktı. 1977 – 1978 yıllarında etkisini parmaklarda uyuşuklukla başlayarak gösterdi. İlk olarak Hacettepe Hastanesi’nde tedavi gördü. Ancak sorunu çözülmemişti. Almanya’da yaşayan kardeşine bir mektup yazdı, derdini anlattı. O da Neşet’e bir davet mektubu gönderdi ve Almanya’ya gitti.
Türkiye’de derdini kimselere diyememişti ve parmaklarının hali hal değildi. Artık çalışamıyordu. Almanya’da kalma izni üç aydı. Başladığı tedavi de işe yaramıştı, daha uzun kalmalıydı. Doktoruna müzisyen olduğu söylendi. Profesyonel müzisyenlere tanınacak bir hak olduğuna dair duyumlar almıştı. Başvuruda bulundu ve Türkiye’deki konumu araştırıldı. Bir sanatçı olduğu teyit edildiğinde Alman Devleti Neşet’in müzisyen olarak ülkede kalmasına izin verdi. Almanya’da müzik yaparak parasını kazandı ve tedavisini de sürdürdü.
Bir süre sonra da çocukların eğitimi ve sanatı için kalmaya karar vermişti Almanya’da. Tedavi olayım dönerim düşüncesiyle aldığı izinle yıllarca kaldı burada. Türkiye yolları göründüğünde yıl 2000 olmuştu. İstanbul’da verdiği bir konserle ülkesine ve sahnesine geri döndü…
Neşet, Alevi olmasına rağmen “Hey erenler Hak aşkına kalkın semah edelim” diye bir tek türkü yaptı.
Oysaki Bektaşi’ydi. Onlar Cami’de imama, Cem’de de dedeye uyarlardı. Buralarda Hak için, dua için, ibadet için ozan deyişleri söylenirdi ve semah dönerlerdi. Sık sık “Allah Allah” diyerek deyişler dualandırılırdı.
İşte Neşet de semahı bir türkü gibi kabul ederek, “Allah Allah” denen yerde başka bir fikrin olmayacağını vurgulamak için söyledi bu semahı. Çünkü o “Ben de kendimce bir ozanım” diyordu.
Halk ozanına ilk anlamlı ödül dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den geldi. Süleyman Demirel, Neşet Ertaş’a “Devlet Sanatçısı” ünvanını vermek istedi.
Elbette onur duymuştu Neşet Ertaş, ama kabul edemeyeceğini şu sözleriyle açıklamıştı: “Hepimiz bu devletin sanatçısıyız. Ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor. Halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım. Bir tek TBMM tarafından üstün hizmet ödülünü kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet eden ecdadımız adına aldım”.
Bu davranışı halka daha da yakınlaştırdı onu. Adeta gönüllerindeki yer sağlamlaşmıştı. Daha sonra da UNESCO tarafından “Yaşayan İnsan Hazinesi” kabul edildi.
25 Nisan 2011’de de İTÜ Devlet Konservatuarı tarafından “Fahri Doktora” ünvanına layık görüldü. Ayrıca bununla yetinilmedi bağlamadaki tavrı ve türküleri ders olarak okutuldu.
Zeki Müren, telifini ödeyip Aşık Ali İzzet’in “Mühür gözlüm” şiirini satın almıştı ve aranjmanını yapıp okumuştu.
Neşet Ertaş, bu şarkıyı ilk kez Zeki Müren’in filminde dinledi. Sazını aldı ve kendi deyimiyle “köylü yüreğinde ezgiledi” ve köy düğünlerinde söyledi. Zeki Müren bunu duymuştu. Bir gün son model bir araba gönderip Neşet Ertaş’ı İzmir Fuarı’na davet etti. Neşet Ertaş gitti ve orada bir ay boyunca çaldı şarkısını. Zeki Müren bir kez olsun telif hakları kendisine ait olan şarkıyı çalıp söylemesi konusunda tek söz etmedi.
Bir gün Zeki Müren gazino patronuyla otururken Neşet Ertaş’ı da davet etti. Yediler, içtiler, söylediler. Türküyü söylemeye ilk Zeki Müren başladı, Neşet Ertaş da yakaladığı yerden devam etti söylemeye. Zeki Müren türkü bittiğinde ayağa kalktı ve “Olmaz böyle ses” diyerek başını duvarlara vurdu. Neşet Ertaş, Zeki Müren’e hep saygı ve minnet duydu.
İzmir’de yaşadığı bu olayın etkisindeydi. Belki de kendisine verilmiş en mükemmel ödülün bu olduğunu hissediyordu. Çocukluğundan beri göçebe bir hayat yaşadıktan sonra sonunda İzmirli olmaya karar verdi. Ömrünün son 16 senesinde İzmir’den ev aldı. Son 3 yılında da İzmir’e yerleşti.
Bu yöndeki duygularını şu şiiriyle anlatmıştı:
“Gezdim tüm dünyayı gördüm
Güzel İzmir sana geldim.
Benim şirin güzel yurdum
Güzel İzmir sana geldim.
Güzelsin asil duruşlu
Medenisin hoşgörülü
Olduğun gibi içli dışlı
Güzel İzmir sana geldim.
Gönüllere ışık saçan
Unutamaz görüp geçen
Gariplere kucak açan
Güzel İzmir sana geldim.
Kimdir necidir sormayan
Kimseyi hakir görmeyen
İnsanlıktan ödün vermeyen
Güzel İzmir sana geldim.
Nice yıllar çok uzağım
Seni seviyor yüreğim
Güzel yurdum son durağım
Güzel İzmir sana geldim”.
İzmir’de aldığı müstakil evinde yaşıyordu, Neşet Ertaş. Küçük bir bahçe de yapmıştı kendine; 11 – 12 çeşit meyve dalı dikmişti toprağına.
Bir de kanaryası vardı, Almanya’da bırakmıştı. Ama hep bir kanaryası olurdu, sesine ses olsun diye ve onu asla kafese kapatmazdı; kafesin kapısını hep açık tutardı.
Günlerini burada, toprağı kabul ettiği İzmir’de geçiriyordu. Prostat kanseri teşhisi konulmuştu Neşet Ertaş’a. 25 Eylül 2012’de İzmir’de tedavi gördüğü bir hastanede hayatını kaybetti. Naaşını Kırşehir Bağbaşı Mezarlığı’nda toprağa verdiler; babası Muharrem Ertaş’ın yanına.
Mezar taşında ise şöyle yazıyordu: “Sakin ol ha insanoğlu! İncitme canı, her can bir kalp, Hakk’a bağlı. İncitme canı, incitme”
Adı, Kırşehir’in caddelerinde, okullarında yaşatıldı. Hata babası ve kendisinin bir de anıtı yapıldı.
Onu her gün her an bir yerlerden kulağımıza çalınan sesiyle anıyoruz. Ama yine de bugün başka; bugün onun ölüm yıl dönümü…
Türkülerin yavaş yavaş unutulduğu, popüler kültürün her zerresiyle dört yanımızı sardığı günümüzde asla unutulmayacak bir isim, Neşet Ertaş. Çünkü yalandan yüzümüze gülen dünyanın yaşanırlılığını başka kimse onun kadar içten anlatamaz gibi…
Güzel kalbiyle, hoşgörüsüyle, türküleriyle bir Neşet Ertaş geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
İlk gençlik yıllarında sosyal hayat ve siyasetle iç içe bir yaşam sürdüren Erdoğan, acaba o zamanlar, bir gün REİS diye anılacağını, böyle sevileceğini hayal edebiliyor muydu?
İnsan ne çok hayal kurup vazgeçiyor. İşte vazgeçmeden, bir şeye tutkuya bağlanmak böyle bir şeydi. Sonunda hep gülüş, hep başarı getiriyordu. Bir gün koskoca bir ülkenin sorumluluğunu almak, koskoca bir tarihin yükünü sırtlanmak büyük, çok büyük bir hayaldi elbet. Gençliğinde durup birine anlatmaya kalksan insanların sana gülmeden edemeyeceği kadar büyük.
Demek ki bazen sessiz hayaller kurmak gerekiyordu. İşte bu biyografi, Erdoğan’ın çocukluktan bu yana kaybettiklerinin; ama en çok kazandıklarının ve elbette kazandırdıklarının hikayesiydi. Çünkü O, sessiz hayaller kurup, sağlam adımlar atmayı bilmişti…
Recep Tayyip, 26 Şubat 1954’te İstanbul’un Beyoğlu ilçesi Kasımpaşa semtinde Tenzile Hanım ve Ahmet Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ailesi ona “Recep Tayyip Erdoğan” adını verdi. Recep adını doğduğu gün Hicrî takvime göre Recep ayına denk geldiğinden, Tayyip’i ise, dedesinin adı olduğundan tercih etmişlerdi.
Babası Ahmet Bey, “Bakatalı Tayyip” olarak anılan Tayyip Efendi’nin oğluydu.
Tenzile Hanım, Ahmet Bey’in ikinci evliliğiydi. İlk evliliğini Güneysu’dayken Havuli Hanım ile yapmıştı. Bu evlilikten Mehmet ve Hasan adını verdikleri iki çocukları olmuştu. Ahmet Bey İstanbul’da Şirket-i Hayriye’ye kıyı kaptanı olarak girdi. Hanuli Hanım ile evlilikleri sona ermişti. Burada Tenzile Hanım ile tanıştılar. Ve Ahmet Bey 2. evliliğini Tenzile Hanım ile yaptı. Bu evlilikten Recep Tayyip, Mustafa ve Vesile dünyaya geldi.
Recep Tayyip, sakin ve yeri gelip yokluğu hissettiği bir çocukluk geçirdi. “Reis Kaptan” lakabıyla anılan babası Ahmet Bey’in çocukluğundan gençliğinde karakteri üzerindeki etkisi yadsınamazdı. En çok tatil günlerinde babasının kendisini motorla, Galata ve Tophane’de gezdirdiği zamanları seviyordu. Babasını en iyi bu gezilerde gözlemliyor, sert mizacının altındaki sevilesi adamı fark ediyordu.
Çok asabiydi gerçekten Ahmet Bey. Ve tabii bu asabiyetinin yanında çok da disiplinliydi. İşte Recep Tayyip’i babasına benzeten de bu yanıydı. Özünde asabi yanından korksa da, bu korku o tatlı baba korkularındandı.
Recep Tayyip, okul hayatına Kasımpaşa’da başladı. Piyale Paşa İlköğretim Okulu’na kaydolmuştu. Okul evlerine yakın değildi. Annesi, onları her gün okula götüremiyordu. Yaz kış demeden, yarım saatlik yolu yamalı ayakkabılarla gidip geliyorlardı.
Durumları pek iyi değildi işte. Her çocuk karınca kararınca bir işin ucundan tutup eve para getirmeye bakardı. Recep Tayyip de annesinin içini suyla doldurduğu bakraçlara buz koyar, mahallelerindeki futbol sahasında soğuk su ve simit satardı. Yatılı okul zamanları geldiğinde de, babasından aldığı harçlıklar kitap masrafına yetmediğinde kartpostal satacaktı… Yazları ise, Rize’ye giderler; çay ve fındık toplarlardı.
Küçük şeylerle mutlu olmayı öğrenmiş koca yürekli çocuklardı onlar. Sokakta oyun oynayacak, kendi oyunlarını kuracak kadar da şanslılardı. İlkokulda teneffüs saatini iple çekerler, kağıtları buruştura buruştura bir araya getirip top yaparlardı. E haliyle birkaç oyundan sonra güzelim ayakkabılar delik deşik, yamaya gönderilir; okul yolunda yamalı ayaklarla bir kısır döngü başlardı.
Recep Tayyip, 5. Sınıfta hayatının dönüm noktasını yaşadı. O gün, İmam Hatip, onların da hayatına girdi. Okul müdürü, “namaz” konusunu işliyordu. Derste “Kim namaz kılacak?” diye sorduğunda Recep Tayyip parmağını kaldırdı. İhsan Hoca, öğrencisinin namazını izledi. Çok geçmeden babası Reis Bey’i okula davet etti. Ona: “Biz Tayyip’i İmam Hatip okuluna gönderelim” diye fikrini bir çırpıda belirtiverdi. Recep’in kaderi işte o gün değişti belki de. Babası, biraz duraksadı ve “Nasıl takdir ederseniz” dedi. Recep, Piyale Paşa İlkokulu’ndan 1965’te mezun oldu.
Bu nasıl düşündüğüne, nereden baktığına göre değişen bir kader noktasıydı. Çünkü Recep Tayyip, o dönemde imam hatip mezunu olmanın, ülke içinde üniversite kapılarının kapalı olduğu anlamına geldiğini bilmiyordu henüz. Yatılı okuduğu Fatih’teki İstanbul İmam Hatip Lisesi’nden 1973’te mezun oldu. Kendi deyimiyle bir mücadelenin içinde olduğu zamanlardı. Üniversite konusunda yaşadığı kısıtlamalar sebebiyle liseyi bitirmek için dışarıdan bitirme sınavlarına girdi ve fark olarak gösterilen dersleri verdi. Mücadeleden sağ çıkıp geleceğe yüzünü dönebildi ve Ekim 1973’te Eyüp Lisesi’nden mezun olup ikinci bir lise diploması aldı. Aynı yıl İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne bağlı Aksaray İktisadi ve Ticari Yüksekokulu’na girdi.
1977-1978 döneminde Akademi bünyesindeki yüksekokullar İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Ticari Bilimler Fakültesi adı altında birleştirildi. Recep Tayyip de, Şubat 1981’de mezun oldu. Kurum Temmuz 1982’de kurulan Marmara Üniversitesi’ne bağlandı. Diplomasında adı geçen kurum ise, Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi oldu.
Yıllar sonra dönüp bu günlere baktığındaysa en çok sosyal birisi oluşunu takdir edecek ve “İyi ki yapmışım” diyecekti. Çocukluğundan beridir asla asosyal biri olmamıştı. Siyaseti takip etmeye erkenden başlamıştı. Özellikle ortaöğretim boyunca yaşadığı süreç, geleceğini şekillendiren ilk zamanlardı; en değerli safir taşlarından örülmüş zamanlar…
Öyle ki yıllar sonra bir röportajı sırasında şunu diyecekti: “O dönemler olmamış olsaydı, bunlar olmazdı. O sosyal yaşam beni daha sonra siyasete taşıdı. Siyasette de ondan sonrası devam etti”.
Arkadaşları arasında en çok o severdi top oynamayı. Teneffüs arasında yapılacak 10 dakikalık maçın lezzetini dahi tam tadabilmek için o kağıttan topları kendisi yapardı çocukken; topa ilk ayak vuran o olurdu…
Kağıt topların peşinden koşarken, bayramlarda seyranlarda biriktirdiği harçlıklardan bir top almanın sevincinde, mahallede top koşturdu. Sonra mahalle takımı derken, ilk transferini amatör kümede yaşadı. Bu transferin ücreti 500 liraydı. Recep Tayyip, bir yandan seviniyor, belki bir yandan da futbol sahasında ne kadar su, simit satsa bu parayı kazanırdı, onu hesap etmeye çalışıyordu.
Onun futboldan asıl kazancı para değildi aslında. Terimlerin anlamını zamanla kavrayacak olsa da, kolektif düşünmeyi ve dayanışmayı öğrenmişti. Üstelik sözlük anlamlarının karşılığı olması yanında, bunu gerçekten hissederek öğrenmişti.
Temmuz 1974’te İETT’de geçici işçi statüsüyle işe başladığında da kurumun futbol takımında top koşturmaya devam etti. 18 Haziran 1981’de görevinden istifa etti. Buradan sonra bir süre de amatör takımlardan biri olan Kasımpaşa Erokspor’da oynadı.
(Solda Emine Erdoğan, sağda Tenzile Erdoğan ve kucağında da ilk oğul Ahmet Burak – Asker ziyareti sırasında)
Recep Tayyip, siyasi kariyerine oldukça erken başlamıştı. İlk adımı lise yıllarında “Milli Türk Talebe Birliği”ne girerek attı. 1975’te, üniversitedeyken daha resmi bir adım daha attı ve Milli Selamet Partisi’nin Gençlik Kolu Başkanlığı’na; 1976’da ise, İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanlığı’na seçildi. Bu görevi, MSP, 12 Eylül Darbesi sonrasında kapatılana kadar devam etti.
1982’de askerlik görevi için siyasete ara verdi. Acemi birliğinde geçen 4 aylık süreçte Tuzla Yedek Subay Piyade Okulu’ndaydı. Usta birliği döneminde ise, İstanbul Kağıthane’deki 3. Kolordu 6. Piyade Tümeni 77. Piyade Alayı Karagâh Servis Bölüğü’nde kantinlerin idaresinden sorumluydu. Bu görev sırasında su, simit sattığı zamanlar ne sıklıkla düşüyordu acaba hatırına…
Siyaset, damarlarında akan kandan farksızdı artık, kendini oraya ait hissediyordu. Askerliği biter bitmez kaldığı yerden devam etti; daha da ilerleyecekti. Dönüşü 19 Haziran 1983’te kurulan Refah Partisi’ne katılarak yaptı. 1984’te de Beyoğlu İlçe Başkanı oldu. 1985’te düzenlenen kongrede, “Merkez Karar ve Yürütme Kurulu Üyesi” seçildi ve aynı yıl partinin İstanbul İl Başkanlığı’na getirildi.
20 Ekim 1991’de yapılan genel seçimlerde Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile ittifak yaptı. Erdoğan da, Refah Partisi’nin İstanbul 6. Bölge 1. sıradan adayı olarak seçimlere katıldı. Refah, İstanbul’dan yüzde 16,73 oy aldı.
Erdoğan, 19. Dönem Milletvekili olarak TBMM’ye girmişti. İlk kez gerçekleşen bir uygulama vardı. Seçmenler, parti milletvekillerini sıralamaya bakmadan tercih edebiliyordu. Bu tercihli oy sisteminde seçmenler, tercihini ikinci sıradaki aday Mustafa Baş’tan yana kullandı. Erdoğan için sandıktan çıkan oy 9 binken, Baş için 13 bindi. Sonuçlar açıklandıktan birkaç gün sonra da Erdoğan’ın milletvekilliği Mustafa Baş’a geçti.
Erdoğan, 4 Temmuz 1978’te bir konferans verdi. Emine Gülbaran ile de işte bu konferans sırasında tanıştı. Bu adam, bir gün ülkede Başkan olacaktı. Emine Hanım, o gün ileride Türkiye’nin “First Lady”si olacağından habersiz, Erdoğan’ın ışığına kapıldı.
Karşılıklı yansıyan bu ışık, onlara bir evlilik ve 4 evlat getirdi. Kızlarına Esra ve Sümeyye; oğullarına ise, Ahmet Burak ve Necmeddin Bilal adlarını verdiler.
Erdoğan, 28 Aralık 1986’da yapılan Milletvekili ara seçimlerinde Refah Partisi İstanbul adayı olarak gösterildi; ancak seçilemedi. 26 Mart 1989’da ise, Beyoğlu Belediye Başkanı adayıydı. Yüzde 22,83 oranında oy alsa da yeterli olmadı. Sosyal Demokrat Halkçı Parti adayı Hüseyin Aslan’ın oy oranı, yüzde 29,29’du.
Erdoğan, sonuç birleştirme tutanaklarında usulsüzlük olduğu gerekçesiyle sonuçlara itiraz etti. Ancak İlçe Seçim Kurulu Başkanı 2. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi Nazmi Özcan da kendisine hakaret ettiği gerekçesiyle Erdoğan’ı mahkemeye verdi; 18 aydan 2 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacaktı.
Dava, Beyoğlu 1. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü; ama Erdoğan duruşmaya katılmadı. Hal böyle olunca mahkeme, hakkında gıyabi tutuklama kararı verdi. Erdoğan, bir ay sonra 27 Nisan günü tutuklandı. Bir hafta Bayrampaşa Cezaevi’nde kaldıktan sonra kefaletle serbest kaldı.
Mahkeme ise, kendisine hakime hakaret suçundan 6 ay hapis ve 20 bin lira para cezası vermişti. Ancak TCK’nin 72. Maddesi uyarınca hapis cezası tecil edildi ve para cezasına çevrildi.
Refah Partisi, 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığı için Recep Tayyip Erdoğan, Ali Coşkun, Temel Karamollaoğlu, Veysel Eroğlu ve Nevzat Yalçıntaş için kamuoyu araştırması yaptırıyordu.
15 Ocak 1994’te partinin başkanı Necmettin Erbakan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday ismin Erdoğan olacağını açıkladı. Seçim sonuçları Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olduğunu gösteriyordu.
Erdoğan, Başkanlık döneminde, 4 milyar dolarlık bir yatırıma imza attı; trafik ve ulaşım sorununa karşı 50’den fazla köprü ve çevre yolu inşa edildi.
Tarih 6 Aralık 1997’yi gösteriyordu. Erdoğan, Siirt’te düzenlenen bir açık hava toplantısında yaptığı konuşma sırasında Ziya Gökalp’in, 1912’de, Balkan Savaşı’ndaki Türk askerleri için yazdığı “Asker Duası” şiirinden bir dörtlük okudu. Bu dörtlük şöyleydi;
“Minareler süngü, kubbeler miğfer
Camiler kışlamız, müminler asker
Bu ilahi ordu dinimi bekler
Allah-u Ekber, Allah-u Ekber”.
Erdoğan, okuduğu bu dörtlüğün, bu haliyle Ziya Gökalp’e ait olduğunu dile getirmiş ve şu açıklamada bulunmuştu: “Konuşmamın bütünü incelendiğinde milli birlik ve beraberlik mesajı verildiği görülür”.
Erdoğan’ın konuşmasıyla ilgili bir inceleme başlatıldı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, Erdoğan’ın yaptığı konuşmanın görüntülerini inceledi. Görüşlerini, Refah Partisi’nin kapatılması istemiyle açılan davanın görüşüldüğü Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na iletti.
Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı, Erdoğan hakkında yürütülen “Türk Ceza Kanunu’nun 312/2 maddesi uyarınca “Halkı din ve ırk farkı gözeterek, kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçlamasıyla hazırladığı iddianameyi, 12 Şubat 1998’de tamamladı.
Erdoğan, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanmaya 31 Mart’ta başlandı. Dava 21 Nisan’da, Erdoğan’ın hakkında iddia edilen suçu işlediği yönünde sonuçlandı. Erdoğan, 1 yıl hapis ve 860 bin TL ağır para cezasına çarptırıldı. Ancak duruşmadaki hali göz önünde bulundurularak cezası 10 ay hapis ve 176 bin 666 lira para cezasına çevrildi.
Erdoğan, 3 Haziran’da açıklanan gerekçeli karara göre, “Siirt’te yaptığı konuşma, dindar ve dindar olmayan kesimler arasındaki gerginliği canlı tutmaya çalışıyordu”. Erdoğan, “Bunları inanç birliği maksadıyla söyledim; benim referansım İslam’dır” açıklaması yapsa da, inandırıcı bulunmadı. Kararda yer alan “cezanın ertelenmesine yer olmadığı” ibaresine karşı olarak oy çokluğu için Yargıtay’a başvurma hakkını kullandı. Mahkemenin verdiği kararı, 23 Eylül’de, Yargıtay 8. Ceza Dairesi, bire karşı dört oyla onaylandı. Bu kararın ardından Erdoğan’a siyasi yasak getirildi; artık bir partiyle veya bağımsız olarak seçimlere katılamayacaktı. O döneme ait Hürriyet Gazetesinin attığı şu manşet Türk medya tarihinin akıllara kazınan ifadelerinden biri olacaktı:
“Tayyip’e şok ceza – Muhtar bile olamaz”.
Ceza infaz yasası gereği hapis cezası 4 ay 10 güne indirildi. Çeşitli ertelemelerden geçen cezanın ardından, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini bıraktı. 26 Mart 1999’da cezasını çekmek üzere Kırklareli, Pınarhisar’daki Pınarhisar Cezaevi’ne girdi. 24 Temmuz 1999’da ise, tahliye edildi.
Anayasa Mahkemesi’nin, Fazilet Partisi’nin daimi olarak kapatmasının üzerinden çok zaman geçmemişti ki, bağımsız kalan milletvekilleri, yeni parti kurma çalışmalarını başlattı. Kendilerini “gelenekçiler” ve “yenilikçiler” olarak adlandırdıkları iki koldan yürüttüler bu süreci.
“Milli Görüşçü” olarak adlandırılan taraf, 20 Temmuz 2001’de, Recai Kutan’ın başkanlığında Saadet Partisi’ni; “değişimci” taraf ise, 14 Ağustos 2001’de, Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdu. Erdoğan, aynı zamanda partinin genel başkanlığına da seçildi.
“Biz milli görüş gömleğini çıkardık” demişti Erdoğan ve kullanılan bu ibare, muhafazakarların büyük tepkisini çekmişti. Bir yandan da sistemli bir çalışma içindeydiler. Yakında seçim vardı ve hazırlıklıydılar. 3 Kasım 2002’de düzenlenen seçimlerde Ak Parti yüzde 34,29 oy oranı ile birinci parti oldu.
Parti bu başarıları gösterirken, Erdoğan, siyasi bakımdan yasaklı olduğundan seçimlere katılamadı; milletvekili olamamıştı. 58. Hükümet, Abdullah Gül başkanlığında kuruldu.
Erdoğan, damarlarında akan kanda dahi siyasetin varlığını hissediyor olmalıydı. Duyduğu üzüntüyü içinde tutup, tekrar siyasi haklarına ulaşmanın yollarını arıyordu.
Siyasi yasağının kaldırılması için TBMM’ye yasa teklifi sunuldu. Aslında bu yasa değişikliği oy çokluğu ile kabul edilmişti, ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, tasarının, “özenle, somut ve kişisel” olduğu gerekçesiyle veto etti. Bir süre aradan sonra, yasa değiştirilmeden tekrar oylamaya sunuldu; meclis tekrar oy çoğunluğu ile kabul etti. Bu kez, Ahmet Necdet Sezer de onayladı. Erdoğan’ın milletvekili olmaması için artık hiçbir engel yoktu ve sağlam adımlarla ilerleyeceği yolunda daha elde edeceği çok başarı vardı. Bu henüz başlangıçtı.
Aynı dönemde, seçimlerde Siirt Milletvekili seçilen Fadıl Akgündüz’ün milletvekilliğinin düşürülmesi, Erdoğan’a ani ve yeni bir kapı açtı. Siirt’teki seçimlerin tekrar yapılmasına karar verildi. AKP’nin ilk sıradaki adayı Mervan Gül adaylıktan çekildi ve Erdoğan, partinin birinci adayı olarak aldığı yüzde 85 oy oranı ile Siirt seçimlerini kazandı.
Erdoğan, artık milletvekiliydi. Tüm gençliği boyunca hayalini kurduğu birçok şey için zorlu yollardan geçmiş olsa da, ilk önemli adımı atmıştı.
Sonrası Erdoğan için fazla hızlı ve başarı doluydu. Abdullah Gül, Erdoğan’ın milletvekili seçilmesinin ardından, Cumhurbaşkanı Sezer’e, istifasını sundu. İstifası onaylanan Gül’ün ardından, Cumhurbaşkanlığından aldığı görevle, Erdoğan, genel seçimlerden yaklaşık 3 ay sonra, 59. Hükümeti kurdu.
Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında yaşayan, kendisini destekleyen ya da desteklemeyen her bireyin sorumluluğunu taşıyordu ve belli ki bu sorumluluğu daha uzun yıllar taşıyacaktı. Ak Parti, 22 Temmuz 2007’de yapılan 23. Dönem Milletvekili Seçimlerinde, aldığı yüzde 46,6 oy oranı ile milletvekili sayısını 341’e çıkardı. Bu aynı zamanda Erdoğan’ın ikinci kez başkanlık koltuğunu hak ettiği anlamına da geliyordu. Aynı durum çoğalarak üçüncü kez de tekrarlanacaktı.
12 Haziran 2011’de gerçekleştirilen 24. Dönem Milletvekili Seçimlerinde, Adalet ve Kalkınma Partisi, aldığı yüzde 49,83 oy oranı ve 327 milletvekili ile Erdoğan’a üçüncü kez hükümet kurma yetkisini kazandırdı.
Özellikle İstanbul’dan yola çıkarak söylenebilir ki, ülkenin en büyük sorunları arasında ilk sıralarda alt yapı ve ulaşım gelmekteydi. Bu sebeple Erdoğan, başkanlığı sürecinde en çok eğilimi bu iki konuya gösterecekti.
2003 yılı sonunda düzenlenen verilere göre ülke genelinde bölünmüş devlet ve il yollarının toplam uzunluğu 4,387 km, otoyollar 1,714 km iken, 2013’e gelindiğinde bu veriler, sırasıyla 20,807 km ve 2,244 km olarak kayıtlara geçecekti. Erdoğan, devletin yönetiminde bulunduğu süre içerisinde, 2014 yılı itibarıyla 471 km’lik bölünmüş devlet ve il yolu inşası gerçekleştirecekti.
Örnekleyecek olursak, 1993’te yapımına başlanan Bolu Dağı Tüneli ve 2000’de başlanan Nefise Akçelik Tüneli, 2007’de tamamlandı. 2003-2014 arasında, devlet ve il yollarında 41,2 km uzunluğunda 84 tek tüp tünel, 86,9 km uzunluğunda 46 çift tüp tünel, otoyollarda 1 km uzunluğunda tek tüp tünel ve 21,1 km uzunluğunda 12 çift tüp tünel açıldı. Tüm yollarda ise, toplam 64,3 km uzunluğunda 151 tek tüp ve 135,8 km uzunluğunda 75 çift tüp tünel hizmete sokuldu.
2004’te, Türkiye’nin ilk deniz altı tüneli olan Maramaray’ın inşası başladı. İstanbul Boğazından geçen Marmaray, 2013’te tamamlandı. 2011’de Avrasya Tüneli ve Konak Tüneli’nin temelleri atıldı. Konak Tüneli, 24 Mayıs 2015’te açılırken, Avrasya Tüneli 20 Aralık 2016’da hizmete girdi. Bu iki tünel Türkiye’nin rüya projelerinin ilk ürünleriydi.
İlk hattı 2009’da Ankara-Eskişehir arasında açılan Yüksek Hızlı Tren, daha sonra birçok ile yayıldı.
2013’te İstanbul Boğazı üzerine üçüncü köprü olarak konumlandırılan Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün yapımına başlandı ve 26 Ağustos 2016’da köprü açıldı.
2002’de 25 olarak kaydedilen havalimanı sayısı, Erdoğan sürecindeki çalışmalarla 52’ye ulaştı. İstanbul’daki üçüncü havalimanı inşası ise, 2014’te başladı. Şimdilerde ise İstanbul 3. havalimanın, 29 Ekim 2018’de faaliyete geçmesi bekleniyor.
Erdoğan, Mart 2014 itibarıyla 18’i hidroelektrik santral olmak üzere, 268 baraj inşasına imza attı. Ayrıca, 138 ayrı yerleşim biriminde kentsel dönüşüm ile TOKİ öncülüğünde toplu konutlar yapıldı.
En son 2002’de 11.3 milyar TL olarak kaydedilen eğitime ayrılan bütçe, Erdoğan süreci ile 2014’te, 78.5 milyar TL’ye ulaştı.
Yönetim sürecinde birçok başarılı proje oldu. İlki, 2003’te UNICEF işbirliği ile başlatılan “Haydi Kızlar Okula” kampanyasıydı. Kızların okula gitmesini, eğitim seviyesindeki eşitsizliği noktalamayı amaçlayan bu projenin yürüttüğü kampanya sayesinde, 2002’de yüzde 87 olarak kaydedilen kız çocuğu okullaşma oranı, yüzde 96’lara kadar yükseldi. Bu Cumhuriyet tarihi için rekor bir rakamdı…
Bir ülkenin refah seviyesi kuşkusuz eğitim seviyesi ile paralel seyrediyordu ve eğitimin son durağı üniversitelerdi. 2003’te 70 olarak kaydedilen üniversite sayısı ilk 5 yılda 130’u geçmişti bile. Ülkenin 81 ilinin her birinde en az 1 üniversite oldu.
Sadece okul açmakla bitmiyordu elbet; bir de içinde yürütülen sistem adına bir şeyler yapılmalıydı. 2010’da başlatılan Fatih Projesi kapsamında çeşitli okullarda bazı sınıflara akıllı tahta koyarak işe başlandı. Teknolojinin nimetlerinden faydalanmak gerekiyordu tabii. Çocuklara da tablet bilgisayar dağıtımı başlatıldı.
Sonra 2012-2013 eğitim-öğretim yılından itibaren 4+4+4 eğitim sistemiyle 8 yıllık zorunlu eğitim, 12 yıllık zorunlu kademeli eğitime çevrildi. Başta çok karşı çıkanlar, olmaz diyenler olsa da, çocuk dediğin bir genç ağaç, eğilmeyi bekliyordu. Artısıyla, eksisiyle aslında bu sistem, eğitimin insana zorunluluğunu vurguluyordu. Çünkü ne ilginçtir ki, insan dediğin varlık, zorunlu kılınmayan şeylerin pek heveslisi olmayabiliyordu…
Ülkede, Ak Parti döneminden önce en son “Kara Çarşamba” olarak da bilinen 2001 Türkiye ekonomik krizi yaşanmıştı. Bu kriz, ülkenin beklenmedik ölçüde ekonomik daralmasıyla sonuçlandı. Dövizdeki yüksek artışa bankacılık sisteminin açmaza girmesi eklenmiş devlet büyük bir mali yükü sırtlanmak zorunda bırakılmıştı.
Bir algı var insanda; zengin hep zengin, fakir hep fakir. Uzun adam, nasıl olmuştu da insanların umudu oluvermişti. Yeni her zaman iyidir mottosunun ürünü müydü bu? 2003’te Erdoğan ülkenin Başbakanı olduğunda, yeninin her zaman iyi olduğunu kanıtlayan o can gelmişti sanki. Belki de karşılıklı güvenin getirisi dört koldan yapacaklarına odaklanan Erdoğan, 2003’ten 2009’a ekonomide büyük bir büyüme sağlamayı başarmıştı. Sayısal verilere göre bakarsak, bu yıllar arasında Türkiye’nin GSMH’si, dünya toplamının yüzde 1,11’inden, yüzde 1,3’sine yükseldi. Bu süreçte, Türkiye edindiği oranla, AB ülkeleri arasında en iyi performansı yakalamıştı. Ayrıca bu süre zarfında, Türkiye’nin Uluslararası Para Fonu’na olan borcu da bitirildi. Ve dahi Türkiye İMF olarak bilinen bu yapıya borç verebilecek ülkelerden biri olmuştu…
Bu başarı, Cumhuriyet’in kurulduğu zamandan bu yana edinilmiş en büyük başarılardan biriydi. Siyasi istikrar sağlandı, ekonomi güçlendi ve dolayısıyla sosyal refah seviyesi yükseldi. Uzun Adam, bu işi başarmıştı. Dönüp çocukluğunda köşede soğuk su satan Recep Tayyip’e teşekkür ediyor muydu acaba?
Çıkışlar kadar inişler de insanlar içindi. Uluslararası krizi takiben 2008’in son çeyreğinde, bir durgunluk başladı. Babalarınızdan sizin kulaklarınıza da yer etmiştir muhakkak; kemerleri sıkma zamanıydı. Durgunluk, 1 yıl sürdü. Türk ekonomisinde ciddi bir küçülmeye sebep olmuştu. İşsizlik oranı, yüzde 10’dan, yüzde 14’e yükseldi. Küresel bir ekonomik krizin etkileri Türkiye’de de kendini hissettirmiş ancak Türkiye güçlü ekonomik yaklaşımdan verilmeyen tavizler sayesinde bu krizi, tabir yerindeyse, ufak sıyrıklarla atlatmıştı. O dönem Erdoğan, bu küresel ekonomik krizin Türkiye’yi teğet geçeceğini söylemiş ve öyle de olmuştu.
Ülkede işler yeniden düzelmeye başlamış; 2010 ve 2011 GSYH, yüzde 9 ve yüzde 8’den daha fazla büyüme göstermişti. Türkiye’yi, Çin’den sonra dünyada en fazla büyüme gösteren ikinci ülke konumuna yükseltti. Bu büyüme, işsizlik oranının da, krizden önceki seviyelere düşmesini sağladı.
2011’de, cari işlemler açığı yüzde 10’luk oranla tarihinin en yüksek noktasına ulaştı; dünya rekoru kırmıştı. Türk Lirasının değeri de, aşırı sermaye girişinden etkilenerek yükseldi. Ak Parti, “Ekonomiyi yeniden dengeleme” başlığı altında bir uyum operasyonuna karar verdi. Bu proje etkisini şu rakamlarla gösterdi: Bütçedeki eğitim payı 2002’de yüzde 10 iken 2011’de yüzde 15’e yükseldi. Sağlık payı da yüzde 2.6’dan, yüzde 5.8’e yükseldi. Bu zaman zarfında GSYH reelde yüzde 50’den fazla yükseldiği için eğitim ve sağlık harcamalarının reel artışı, GSYH içindeki pay artışlarından daha fazla olmuştu.
Hükümet Erdoğan dönemini yaşıyordu ve Türkiye çeyrek asırdır süren bir PKK cehenneminin içindeydi. Resmi rakamlar, 40 binden fazla insanın hayatını kaybettiğini gösteriyordu. Hükümet, 2009’da, bu sorunu çözmek için adım olacak bir plan duyurdu. Avrupa Birliği de bu çözüm sürecini destekliyordu. Tüm medya yayınları ve siyasi kampanyalarda Kürtçe kullanıma izin verildi. Bunun yanı sıra daha önceden Türkçe isimlerle değiştirilen şehir ve kasabaların Kürtçe isimleri hakkında yapılandırma kararı da alındı. Ayrıca çıkarılan yasa ile silah bırakan PKK üyelerinin eve dönüşleri ve sosyal yaşama katılmaları konusunda gerekli tedbirler alınacak ve destek verilecekti.
Erdoğan çözüm sürecini “Türkiye’nin gelişmesine, büyümesine engel olan kronik sorunları çözmek için cesur bir adım attık” şeklinde açıkladı.
Ancak Ak Parti hükümetinin attığı bu cesur yürekli adıma sırtını terör örgütüne ve oluşumlarına dayamış olan sözde Kürt siyasetçileri mukabelede bulunmadıkları gibi, sürecin bozulması için de ellerinden gelen her türlü kötü senaryoyu da ortaya koymuşlardı. Ve bu sürecin sonunda 6-8 Ekim olayları olarak Türk siyaset tarihinde anılacak elim olaylarda gencecik insanlarımız terör örgüü elemanlarınca katledildi. Yasin Börü, Kürt halkına yardım dağıtırken teröristler tarafından katledilmiş, kafası taşla ezilerek öldürülmüştü. Sırtını teröre dayayan sözde Kürt siyaseti “Halka rağmen halk için” siyaset yapmaya devam ediyordu…
17 Aralık 2013’te FETÖ mensubu olduğu sonradan ortaya çıkacak olan dönemin Cumhuriyet Savcısı Celal Kara ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele ve Mali Şube Müdürlüğü ekipleri bir soruşturma başlattı. Soruşturma kapsamında, iş adamları, bürokratlar, kamu görevlileri ve 61. Hükümet kabine üyesi üç bakanın da adının olduğu 47 kişi, “rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık” suçları iddiasıyla gözaltına alındı.
Olayın ardından soruşturmayı yürüten savcılar, adli kolluk amirleri ve memurlarının bir kısmının görev yerleri İç İşleri Bakanlığı tarafından değiştirildi. Aralarında görevden alınanlar da oldu. Erdoğan,bu soruşturmayı hükümetine karşı yapılmış bir darbe girişimi olarak niteliyordu. Ve sonuçlarına bakıldığında da bu tesbitin doğru olduğu ortaya çıkacaktı.
Ardından Fetö’ye bağlı dershanelerin kapatılması yönündeki girişimler ile durum iyice kızıştı. 3 bakanın 17 Aralık soruşturmasından sonra istifasını vermesinin ardından Ak Parti ve Fetö arasında açık bir çatışma süreci de başlamıştı.
Erdoğan, bu süreci, “Türkiye içi ve dışındaki karanlık çevrelerin oyunları” olarak değerlendiriyordu. Bugün durumun vahameti düşünüldüğünden daha da kötüye ilerleyecek, ülke birkaç yıl sonra 15 Temmuz kanlı darbe girişimini de yaşayacaktı…
Türkiye Cumhuriyeti 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, görevine 2007 Türkiye Cumhurbaşkanlığı Seçiminde gelmişti. 2014’te görev süresi dolan Gül’ün ardından seçimin tekrar yapılması gerekiyordu. 2007 Türkiye Anayasa Değişikliği Referandumu gereği ilk kez Cumhurbaşkanı, halk tarafından, doğrudan seçilecekti.
Seçimin ilk turu 10 Ağustos’ta yapılacaktı. CHP ve MHP, çatı adayı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu gösterirken, HDP de Selahattin Demirtaş’ı belirledi. Dönemin Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Eski TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, bütün Ak Parti’li milletvekillerinin imzasıyla, adaylarının Recep Tayyip Erdoğan olduğunu açıkladı.
Artık hummalı bir seçim süreci başlamıştı. Logolar, sloganlar, mitingler… Erdoğan’ın seçim kampanyası için hazırlanan slogan, “Milletin Adamı Erdoğan”dı.
Seçim sonuçları açıklandığında bu bir devrin de resmi olarak başlangıcıydı artık. Erdoğan aldığı yüzde 51,79 oy oranıyla Türkiye Cumhurbaşkanı oldu. 28 Ağustos 2014’te yeminini etti ve görevine başladı.
Ertesi gün ise, boşalan Başbakanlık koltuğuna Ahmet Davutoğlu oturdu. Yeni bir isim, yeni başlangıçlar… Şimdi Uzun Adam’ın yoğurt yiyişinin sahnesiydi. Erdoğan, kalbinde çocukluğunun izleri ile ilk adımını attı…
Bu icraatlardan ilk olarak dikkat çeken Cumhurbaşkanlığı Külliyesi olarak adlandırlan yeni yönetim binası olmuştu. Birçok eleştiri okunun hedefinde bulunan bu inşaat, her şeye rağmen tamamlandı.
Külliye, başta ülkenin başbakanları için yeni bir merkez olarak tasarlanmıştı. Ancak Cumhurbaşkanlığı görevine başladıktan sonra Erdoğan, Külliye’nin Çankaya Köşkü yerine yeni merkez olarak kullanılacağını duyurdu. Çankaya Köşkü ise, yeni başbakanlık merkezi olacaktı. Bu tarihi bir değişiklikti. Çünkü Çankaya Köşkü, ülke kurulduğundan bu yana Cumhurbaşkanları için sembolik bir merkezdi. Ancak şimdi değişim zamanıydı. Şimdi yeni Türkiye adımlarının atılma vaktiydi…
Erdoğan, 29 Ekim 2014’te Türkiye Cumhuriyet’in 91. Kuruluş yıl dönümünü anmak için düzenlenen Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunu yeni Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde yaparak açılışı resmen gerçekleştirmek istemişti. Ancak bazı davetlilerin etkinliği boykot edeceğini duyurması ve Ermenek maden kazasının olması sebebiyle resepsiyon iptal edildi.
Erdoğan ve Davutoğlu arasında gerginlik iddiaları
Kamuoyunda Başbakan Davutoğlu ve Erdoğan arasında gerginlik haberleri baş göstermişti. Sebebi ise, Ocak 2015’te Başbakan Davutoğlu tarafından hayata geçirilemeyen “şeffaflık paketi” ve 17 Aralık Yolsuzluk soruşturmasında adı geçen 4 bakanın yüce divana gönderilmesi hususları olarak gösteriliyordu.
4 Mayıs’ta Erdoğan ve Davutoğlu görüştü. Kısa bir süre sonra da AK Parti, olağanüstü kongre kararı aldı ve bu kongrede Davutoğlu, parti başkanlığına aday olmadı. Akabinde Davutoğlu Başbakanlıktan çekildi ve yerine Binali Yıldırım getirildi.
Ve hepimizin yaşadığı korku dolu o anlar…
15 Temmuz 2016’da TSK bünyesinde kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak adlandıran bir askeri cunta, askeri darbe girişiminde bulundu. Tüm halk tek soluk, tek yürek ekran başına kitlendi ve sonrasında ülkesini korumak için sokaklara döküldü.
Aslında o gün de sıradan bir gün olarak başlamıştı ülkede. Boğaz Köprüsü trafiğe kapandığında, askerler tanklarla köprüdeydi. Bu devirde kimsenin aklına “darbe”li sözcüklerin karşılığı gelmiyordu tabii. Oysa planlanan ve tüm gece yaşanacak olan tam olarak buydu. Sonrasında ülkede OHAL ilan edilmesinin kararlaştırılacağı süreci başlatan o gece yaşanmak üzereydi…
Sonic patlamalrın kulak tırmalayan sesleri, anlamsız konuşmalar, sosyal medyada “Darbe mi var; bu köprünün hali nedir?” paylaşımları arasında durum giderek ciddileşti ve rengini belli etti. TRT binasının basılışı, Spiker Tijen Karaş’ın “Darbe Bildirisi”ni okuduğu o anda diken olmuştu tüylerimiz…
Tüm halk tetikte bekledi. Bir yandan da can havli aldı insanları… Erdoğan, CNN Türk’te telefon ile gerçekleştirdiği görüntülü konuşmada Hande Fırat’ın moderatörlüğünü yaptığı yayında halka seslendi. Darbecilere hiçbir şekilde imkan tanınmayacağını ifade ederek halkı darbeye tepki için sokağa çağırdı. Sonrası yüksek sesli bir direniş. Ülkenin dört bir yanında darbe karşıtı protesto gösterileri başladı. 16 Temmuz sabahının ilk ışıklarında bu hain darbe girişimi bastırıldı ve darbeci askerler, silahları ile teslim oldu. Geride şehitler, gözü yaşlı aileler, içi yanan bir ülke kaldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kader arkadaşı, Ak Partinin reklam çalışmalarını yürüten Erol Olçok ve oğlu Abdullah Tayyip Olçok, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başdanışmanı Mustafa Varank’ın ağabeyi İlhan Varank, çocukluğu ve gençliğini haksızca hapislere kaptırmış olan Halil Kantarcı ve daha birçok fidanımızı o gece şehit verdik. Onlarsız bir hayat yaşamaya mecbur bırakıldık…
Bu, insanın ülkesine karşı vefasızlığı, zalimliğiydi. Teröristbaşı Fetullah Gülen, Allah ve Peygamberimiz Hz. Muhammet’in adını kullanarak güven verdiği ve dahi kandırdığı koskoca bir ülkeyi, yürünen onca yolun ardından sırtından bıçakladı. Darbe girişiminin bastırılmasının ardından Erdoğan, dönemin ABD Başkanı Obama’ya, teröristbaşı Fetullah Gülen’in, terör örgütü başı sıfatıyla ülkeye iade edilmesi çağrısında bulundu. Bundan sonraki süreçte bu terör örgütüne mensup her yapının da kararlılık ve ivedilikle devlet kurumlarından temizleneceğini vurguladı…
Ülkemizi artık sancılı bir süreç bekliyordu. Öfkenin beyinde barınamayıp gözlerden fışkırttığı bu çirkinlik, 81 ilin en ücra köşelerine kadar sıçramıştı. Elbette kötü her yerde kötüydü ve devam da edecekti. Bu öfke patlamasının döktüğü kanları, bombaların patlaması takip edecekti. Ancak nihayetinde Türklerin kalbinin birliği vardı her şeyin özünde. Bizi böylesine ayakta tutan koca bir tarihin getirisiydi. Dökülen kanlarımızın temsili bayrağımız, her güzelliğin örtüsüydü…
(Erdoğan, torunu Ahmet Akif’le Kur’an okurken)
Erdoğan, bir röportajında tüm bu süreci yönetişini, başarısının sırrını şöyle açıklamıştı: “Birincisi başarıya inanacaksınız, ikincisi bilgi, birikim çok önemli. Üçüncüsü bu alanda bir tecrübe kazanmak. Dördüncüsü ve en önemlisi hangi işi yaparsanız yapın, onu takip edeceksiniz. Böylece neticeyi yakalayacaksınız”.
Toplumun değerler silsilesi konusunda oldukça dikkatli olan Erdoğan, bu değerler arasında bir tarih yazdığımızı da her platformda vurguluyordu. Bizi biz yapan değerler konusundaki savunması ona ciddi tartışmalar da getirse, sımsıkı sarıldığı doğrulara sırtını dönmeyecekti belli ki. Erdoğan, inanıyordu ki, bu millet her zorluğa göğüs gerecek, gerekirse bir ölecek, ama bin kez küllerinden doğacaktı…
16 Nisan 2017’de gerçekleşen referandumda halk oylaması ile kabul edilen Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı’nın partili olabilmesinin önü açıldı. 21 Mayıs 2017’de gerçekleştirilen 3. Olağanüstü Büyük Kongre’de, Erdoğan, kurucusu olduğu Ak Parti’nin Genel Başkanlığı’na yeniden seçildi…
Şimdi ise, ülke 24 Haziran’da yapılacak seçime odaklanmış durumdaydı. Ak Parti’nin MHP ile kurduğu Cumhur İttifakı’nın karşısında Saadet Partisi, Demokrat Parti ve İYİ Parti de CHP ile Millet İttifakı’nı kurdu. Muhalefet de birliğini oluşturduğuna göre şimdi sıra yaklaşan süreci beklemeye gelmişti ve beklerken yaşanacakları görmeye tabii…
Şimdi Başkanlık Sistemi dönemiydi. Şöyle ki, 2017 referandumunda kabul edilen anayasal değişiklikler, 24 Haziran seçimleriyle birlikte tamamen yürürlüğe giriyordu. Yeni sisteme göre, Cumhurbaşkanı yürütmenin başı olacak; kararname yayınlayabilecek, erken seçim kararı alabilecek, bütçe hazırlayıp güvenlik politikalarına karar verebilecekti. Tabii parlementonun hazırlanan bu bütçeyi onaylaması şartıyla. Bu sistem, ülkedeki çift başlılığı ortadan kaldıracak ve istikrar gelecekti…
Öyle de oldu. Erdoğan, sistemli çalışmasının karşılığını adım adım gösterdiği başarılarla almıştı. Şimdi ise bu başarıyı sağlam adımlarla ve kalbini sevgiden ayırmadan devam ettirme zamanıydı. 24 Haziran günü yapılan seçimlerin sonucunda halk kararını verdi ve Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı seçildi.
Bu kalpte ülkene büyük bir aşk taşımanın bir başka ifade ediş şekliydi işte. Erdoğan’ın seçim sonuçları açıklandığında balkon konuşmasında geçirdiği gibi, bu seçimin galibi demokrasi, milli irade, 81 milyondu…
Geçmişin izlerinden aldığı şevk ve ülkesine duyduğu aşkla bir Recep Tayyip geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi
90’ların uzun kıvırcık saçlı, güzel sesli, iyi yürekli adamı, Harun Kolçak.
Elbette bir sanatçıyı her zaman önce sesiyle tanıyoruz, sonra başlıyor başka yönlerine de merakımız.
Geçirdiği sanat dolu şanslı çocukluğun üzerine özverili çalışmasıyla adını ve sesini hafızalarımıza kazımayı başardı o. Her şeyden önce iyi kalpliydi. Doğaya aşık, hayvansever ve bir de buna bağlı olarak vejetaryendi. Her koşulda konu ne olursa olsun insanları her konuda duyarlı olmayı aşılamayı misyon edinmişti. Felsefik birçok konuyla ilgilendi. Bunca hayat dolu olmasının sebebi, belki de bunların toplamıydı…
Ama hepsinden öte sevilen, sayılan bir sanatçı oldu…
Harun, 15 Temmuz 1955’te İstanbul’da Sanatçı Eşref Kolçak ve Özcan Hanım’ın biricik oğulları olarak dünyaya geldi. Eşref Kolçak hepimizin tanıdığı ünlü sinema oyuncusu olunca, Harun da sanatla birlikte büyüdüğü bir çocukluk geçirdi. Müziğe ilgi duymaya da çocuk yıllarında başladı.
Babasının arkadaşlarını sanat camiası oluşturuyordu. Hal böyle olunca da evlerine girip çıkan insanlar ya oyuncu ya da müzisyendi. Harun’un da sanat dallarından birini seçmesi kaçınılmaz olacak, günün birinde 90’lara damgasını vuran isimler arasında anılacaktı.
İstanbul’da doğmuş olması hele hele bir de sanatçı bir babanın oğlu olarak doğmuş olması onun için büyük bir şanstı. Eğitim hayatının ilk ve ortaokul kısmını tamamladıktan sonra lise eğitimi için Saint Benoit’e gitti.
Burada bulunduğu zamanlarda gençliğe attığı adımla vücudundaki kan sadece deli akmıyordu. Kanından adeta notalar da geçiyordu. Müzik hayatına ilk adımı bu yıllarda bas gitar çalarak başladı. Müziğin içinde bir tutkuya dönüştüğünü fark ettiğinde de babası Eşref Bey’e döktü içini.
Harun artık okula devam etmek istemiyor, profesyonel olarak müziğe yönelmek istiyordu. Okul hayatı artık bitmişti Harun için. Eşref Bey, oğlunun gözlerindeki kararlılığı gördüğünde ona destek olmayı seçti.
O dönemlerde Erkin Koray, Rock müziğin babası olarak tanınıyordu ve Harun ilk çalışmasını onunla yapacak kadar şanslıydı. Erkin Koray’ın 1977 “Tutkusu” albümü için bas gitar çaldı.
1978’de Rıza Silahlıpo, Ritm 68 orkestrasında bas gitaristti. Artık hayatının merkezine müzik vardı.
Bundan sonra askere gitti ve döndüğünde müziğin caz haline yönelecekti. Aydın Esen, Neşet – Nükhet Ruacan, Erol Pekcan gibi ünlü isimlerle çalışarak tecrübe kazandı. Hatta Onno Tunç orkestrasından teklif aldı ve 7 yıl boyunca bu orkestranın bas gitaristi, hatta vokalisti, bir adım sonrasında da solisti olacaktı.
Artık sağlam adımlarla ilerlediği müzik yolunda sağlam bir kariyer oluşturuyordu. Üyesi olduğu orkestranın dağılmasıyla vokalistlik yapmaya devam etti. Zerrin Özer ve Aşkın Nur Yengi ile düetler yaptı.
Bu düetler 1987’de ona Kuşadası Altın Güvercin Müzik Yarışması ve Antalya Akdeniz Müzik Yarışması’nda ödüller kazandırdı.
Harun, 1991’de Onno Tunç ile birlikte ilk albümü “Beni Affet”i çıkardığında “Gir Kanıma” ile büyük bir yükseliş yakaladı. Bugün bile hala dilimizde olan bu şarkı Harun Kolçak’ın 90’larda bize ilk hediyesiydi.
İkinci albümü “En Büyük Aşk” ile de adını 90’lara kazımış oldu. Onno Tunç ile uyumlu bir ikili olmuşlardı. Ancak ölümlü dünyada Onno da öldü ve bundan sonra İskender Paydaş ile çalışacaktı.
Harun Kolçak sadece çalıp söylemedi. Bir yandan da albümündeki ve hatta başka sanatçıların albümlerindeki birçok şarkının da sahibiydi.
İskender Paydaş ile ikinci albümden “En Büyük Aşk, İnsan Gülerken Ağlar ve Derman Olayım” gibi şarkılar için çalışmaya başladılar. Ama asıl ilk çalışmaları 1995’te Harun Kolçak’ın üçüncü albümü “Yanımda Kal” oldu. Albümdeki iki şarkı dışında hepsi Harun Kolçak imzası taşıyordu. Özellikle “Yanımda Kal” en çok ses getiren şarkıydı. Nice aşkların çağrısını dile getiriyordu sanki… Unutulmazlar arasına kaydedildi, birçokları gibi.
Ve tabii ki bu unutulmaz şarkılar da taçlandırıldı. 1996’da Litvanya’da yapılan 13 ülkenin katıldığı “Müzikos Festivalis Nerinos Vasara 96”da “En İyi Erkek Sanatçı” ödülüne layık görüldü.
Harun Kolçak, 1998’de dördüncü albümünü albümünü çıkardı. Ancak üç yıl boyunca sadece albüm çalışması yapmamış görünümünü de yenilemişti. “Teslim Oldum” adını verdiği albümle artık yeni bir görünüme de sahipti. Pop – Rock görünüş tarzında ön plandaydı.
Yine genel anlamda şarkılarının sözlerini kendisi yazmış olsa da, albümde “Sezen Aksu, İskender Paydaş, Eda – Metin Özülkü” gibi isimlerin şarkıları da vardı. Çıkışı için seçtiği şarkı “Günahım Boynuna” oldu. Ayrıca bir de Sezen Aksu imzalı “Yeniden” şarkısında Aşkın Nur Yengi ile düet yaptı.
2000’de “Yaşasın” albümü ile beşinci kez raflardaki yerini aldı. Bu kez de “Şehrazat, Ümit Sayın, Ercüment Vural” gibi isimlerin imzası vardı. Bu albümün bir çıkış şarkısı değil dört şarkısı oldu. “Yaşasın, Rüyalar, Kal Benimle, Derbeder Sevdalı” albümün çıkış şarkıları oldu.
Harun Kolçak 6 yıl kadar bir süre sessiz kaldı. Ama bir yandan da siz de hisseder misiniz bilmem, 90’ların bambaşka bir büyüsü vardı. Müziğin tınısında mı, sözlerin şarkının içine doğru çekmesinden mi bilmiyorum artık, ama bir şey vardı.
Bugün bir şarkıcının albüm yapmadan durabileceği en uzun zaman 2 yıl sanırım. Tabii aradaki süreçte bir de “Single” vs gibi çalışmalarla da kendini unutturmaması gerekiyor. Ama Harun Kolçak 2006’ya kadar sessizdi ve biz onun sesini de sözlerini de hiç unutmadık.
Verdiği aradan 2006’da “Müzisyen” albümüyle döndü, iddialıydı. Yine de bir sonraki albümü için de 6 yıl ara verecekti.
2012’de tekrar çıktı ve “Yeniden Doğuyorum” dedi. Sanki zaten geçen sene de bir başka albümünü de dinlemişiz gibi, “Hoş geldin” deyiverdik. Çıkardığı solo albümle, yıllar öncesinden bildiğimiz o tanıdık, sıcacık sesiyle yine gönlümüz fethetti.
Bundan sonra da Ekim 2013’te “Harun Kolçak & Rock Off” adını verdiği bir grup kurdu. Artık kabuğuna çekilmeye, tekrar araya ayrılıklar koymaya pek niyeti yoktu. Üyelerinin “Can Güney, Orkun Gezer ve Yusuf Tunceli”nin oluşturduğu grubu ilk olarak Okan Bayülgen’in TV programında izledik.
Harun Kolçak böylece çocuk yaşlarımın sanatçısıyken gençliğimi de yakalamış oldu.
Harun Kolçak 2014’te prostat kanseri olduğunu öğrendi ve ameliyat oldu. Kansere yenik düşmemeye, hep pozitif düşünüp pozitif yaşamaya kararlıydı.
Kanserle olan dansını sosyal medyadan “Ölüm hayatta birçok şeye anlam katıyor. Ölümsüz olsaydık, birbirimize değer vermezdik” cümlelerini kurarak gösterdi. Maneviyatını güçlü tutmaya çalışıyor, ruhunu olumsuz her şeyden arındırmasını biliyordu.
Bir şekilde iyi gidiyordu aslında her şey. 2 yıl boyunca müzikten ve iyilikten uzak durmadan yaşadı. Ama 22 Haziran 2016’da hastalığı nüksetti ve hastaneye kaldırıldı.
Oysaki bu süreçte “Çeyrek Asır” albümünü hazırlamış ve raflardaki yerine bırakmıştı. Bu albüm “Aşkın Nur Yengi, Işın Karaca, İrem Derici, Gökhan Türkmen” gibi birçok isimle kendi şarkılarından yaptığı düetlerden oluşuyordu. Kısa sürede çok ilgi gördü ve hatta sosyal medyada en çok bahsedilen konu oldu.
Ama işte hastalık nüksetmişti, bir ameliyat daha oldu. Yeniden iyileşebilme ihtimali olabilirdi belki.
Haziran 2016’da olduğu ameliyattan sonra biraz toparlamıştı. Ama genel anlamda tedavi sürecine bakıldığında zamanla farklı organlarında sorun oluşmaya başladı.
Bir yandan da ne olursa olsun hala pozitifti. Yine bir sosyal medya paylaşımı vardı, çok değil birkaç gün öncesine ait: “Unutma; sen gelecek planları yaparken, hayat da kendi planlarını yapıyor”
Bu cümleyi paylaştığında 15 Temmuz 2017 idi. Yani Harun Kolçak’ın 62. Yaş günü… Hayat gerçekten de planını yapıyordu…
Güzel kalpli adam 19 Temmuz 2017 gecesi hayata gözlerini kapadı. Ölüm sebebi doktorunun açıklamasına göre kanserin yorduğu vücudundan doğan tepki olarak böbrek yetmezliğiydi.
Ama o gün paylaştığı bir cümle daha vardı: “Bugün gelecek yıllarımın en genç günündeyim.”
Galiba en çok hayatı ciddiye alarak, Nazım’ın da dediği gibi, bir sincap kararlılığında yaşamayı bildiği için bunca sevildi ve hayatı dolu dolu yaşadığını hissettirdi.
Güzelliğin, iyiliğin ve sevginin inancıyla kalbini dolduran bu güzel ses de bu dünyadan geçti ve gitti.
Ama nihayetinde geçti; kalbimizden, kulaklarımızdan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Özel bir yetenek olarak doğan ve gerçekten böyle olduğunu tüm dünyaya kanıtlayan, muhteşem sesi ve kendine özgü dansıyla ayda yürüyen adam, Michael Jackson.
Çocuk yaşlarında yeteneğini gözler önüne sermeyi becerdi. Babasının müziğe duyduğu aşk, tüm çocuklarında filizlendi. Ama en çok Michael’da hayat buldu. Michael, tüm dünyanın tanıdığı biri olduğuna, o artık Pop’un kralıydı…
Her ne kadar çocukluğunu yaşayamamış olmak hayatında büyük bir eksiklik oluştursa da ya da adı en zayıf olduğu yerden skandallara karışsa da Michael, sadece döneminin değil, tüm zamanların efsane sanatçısı olarak adını altın harflerle yazdırdı.
Bir insanı sevmek ya da sevmemek kişisel bir tercih elbet. Ama Michael Jackson denildiğinde akan suların duruşu birçok şeyin ifade ediliş şekli gibi sanki…
Michael, 29 Ağustos 1958’de Amerika’nın Indiana eyaletinde Katherine ve Joseph çiftinin yedinci çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ona Michael Joseph Jackson adı verildi. Babası Joseph fabrika işçisiydi. Bir yandan da müziğe müthiş bir tutkuyla bağlıydı. Gitar çalarak boş zamanlarını değerlendirirdi. Joseph’in toplamda 9 çocuğu oldu ve onlara müziğe aşık olmayı öğretti.
Müzik ailenin ruhunu yücelten en temel olguydu hayatlarında. 60’lı yılların başında baba Joseph, oğulları “Jackie, Jermaine ve Tito” ile “The Jacksons” adlı müzik grubunu kurdu. Daha sonra “The Jacksons” kulüplerde şarkı söylemeye ve yarışmalara katılmaya başladı.
Michael diğer kardeşlerine göre müziğe ilgi duymaya çok erken yaşlarda başladı ve babası yeteneğini keşfetmişti. Özellikle solo performansları muhteşemdi. Bu yüzden 1963’te henüz 6 yaşındayken kardeşi Marlon ile birlikte gruba dahil edildi. Grubun adı da “The Jacksons 5” olarak değişti.
Müzik Michael’in hayatına eğitimi ve işi bir arada getirmişti. Hayatı artık tamamen müzik üzerine kurulacaktı.
Grup Michael’in özellikle solo performanslarından besleniyordu. Çünkü çok özel bir ses ve dans yeteneği vardı. 1968’e kadar The Jackson 5 amatör olarak çalışmalarına devam etti. Gece kulüpleri ve barlarda çıkıyorlardı.
Sonra bir gün Harlem – New York’taki Apollo Tiyatrosu’nda düzenlenen yarışmaya katıldılar ve birinci oldular. O dönem en ünlü R&B plak şirketi Motown’du ve The Jackson 5, şirketin kurucusu Berry Gordy’nin ilgisini çekmişti.
Grup 1968’de Motown ile anlaşma imzaladı ve Kaliforniya’ya taşındı. Yükselişi fazlasıyla hızlıydı.
Motown plak şirketi anlaşmaları doğrultusunda albümleri çıkarmaya başladı. Menajerleri ise, Suzanne de Passe idi. İlk dört teklileri, “I Want You Back, ABC, The Love You Save ve I’ll Be There” listelerde bir numara olmuştu. The Jackson 5 hızla kendisinin ötesinde bir üne kavuşuyordu. 70’lerin başına Zenci pop ve Soul vokal gruplarının dünya çapındaki temsilcisiydi.
Bütün bu ün, bu yükseliş aslında Michael’e bağlıydı. Michael, müziği içinde biriktirmiş de dansıyla harmanlayıp insanlara sunuyor gibiydi. Güçlü sesi ve kendine özgü dansı grubu ilk sıralara taşıyan en büyük etkendi. İşte bu durum bir süre sonra Michael’i kendi kulvarında yalnız koşmaya itecek, grubundan ayrı Michael Jackson olarak tanınacaktı.
1971 – 1976 yılları arasında hala grubuna bağlı kalıp Motown ile anlaşma yaparak solo albümler çıkardı. “Got To Be There, Ben, Music and Me ve Forever Michael” adlı solo albümleri ile kişisel kariyerine hızlı bir başlangıç yaptı.
1971’de, grup zirvedeyken, Walt Disney Pictures çizgi filmini yaptı. Çizgi filmin de yayınlanması ile Jackson kardeşlerin ünü tüm dünyada yankılanmıştı.
1972’de dünyaya açılan konserlerine İngiltere’den başladılar. Nereye giderlerse kapalı gişe çıkıyorlardı sahneye. The Jackson 5, sınır tanımıyordu.
Her şey aslında çok iyi gidiyorken 1973’ten sonra grubun satışlarında bir düşüş yaşanmaya başladı. Matown bu konudan oldukça rahatsızdı ve kontrolü ele almak istedi. Bundan sonra sadece şirketin seçtiği şarkıları söylemeleri konusunda baskı yapıyordu. The Jackson 5, daha fazla katlanmak istemedi. 1976’da şirketten ayrılma kararı aldı. Yeni sözleşmesini de “Epic Records” ile yaptı.
Ancak bu şirket değişikliği sırasında kardeşlerden Jarmaine Motown’da kaldı. Çünkü şirketin sahibi Berry Gordy’nin kızı ile evliydi. Grup isim hakkını da kaybetti. Jackson kardeşler, ayrılan kardeş Jarmaine’nin yerine en küçük kardeşleri Randy’i gruba aldı ve grubun adı yeniden “The Jacksons” oldu.
Grup yenilenince kariyer süreci de yenilendi. Artık “The Jacksons” olarak yeni bir sayfa açmışlardı. Michael ise, zirveyi zorluyordu.
The Jacksons, kısa zamanda kendini toparladı. 1976 – 1984 yılları arasında daha çok kendi parçalarından yaptıkları albümleri ve teklileri ile kariyerlerini oluşturdular. Epic Records’tan 6 albüm çıkardılar, ama en çok sevileni 1978 “Destiny” oldu. Bu, The Jacksons’un en başarılı albümlerinden biriydi.
“Destiny”, Michael için de ayrıca önem kazanmıştı. Çünkü bu albümde birçok şarkı Michael Jackson imzası taşıyordu ve dünya çapında beğeni toplamıştı. İşte Michael bu albümle anladı ki, yetenekleri şarkı söylemek ve dans etmekle sınırlı değildi. “Destiny” iki milyondan fazla sattı ve özellikle Michael Jackson’un ününe ün kattı.
Michael, şöhret basamaklarında hızlı adımlar atarken farklı lezzetleri de tattı. 1978’de “The Witz” adlı müzikalde “korkuluğu” canlandırıyordu. “The Witz”, “Oz Büyücüsü” hikayesinden uyarlanmıştı. O dönem aşk yaşadıkları iddia edilen Diana Ross de bu müzikaldeydi.
Bu müzikal Michael’in hayatında bir değerdi. Çünkü bu sırada müzikalde yer alacak şarkıları aranje eden Quincy Jones ile tanıştı. Bu tanışma Michael’in gelecekti başarısı için güzel bir adımdı. Gerçek bir adım daha atıp film devam ederken bir ortaklık kurdular. Birlikte Michael’in bağımsız ilk solo albümünü yapacaklardı.
Michael’in ilk bağımsız solo albümü “Off The Wall”, Epic Records’tan çıktı ve yapımcılığını üstlenen isim de, Quincy Jones idi. Bu albüm dünya çapında ses getiren bütün şarkıları içeriyordu. En hit şarkılardan “Don’t Stop ‘Til You Get Enough, Of The Wall, Rock With You, She’s Out Of My Life” albümün satış rakamalrının yükselmesinde kuşkusuz büyük rol oynamış ve Michael, pop müziğin idolü haline getirmişlerdi.
Bu gözle görülse de manevi bir kazanımdı. Bir de somut ödüller vardı elbet. Michael, 1980’de American Music Awards tarafından 3 dalda da ödüle layık görüldü: “En İyi Soul / R&B Albüm – Of The Wall, En İyi Soul / R&B Erkek Sanatçı – Michael Jackson, En İyi Soul / R&B Şarkı – Don’t Stop ‘Til You Get Enough”.
Bunlar daha başlangıçtı. 1980 Şubat’ında ilk Grammy ödülünü, “En İyi R&B Erkek Vokal” dalında “Don’t Stop ‘Til You Get Enough” şarkısıyla aldı.
Bu kadar ödüle layık görülecek kadar dünya çapındaki bir beğeninin özel bir sebebi vardı aslında. Quincy normalde bir jazz müzisyeniydi ve albümlerde genelde altyapıya bu müzik türünü yerleştirirdi. Ama bu albümde bununla yetinmemiş, Michael’in yeteneğini keşfetmişti. İşte bu yüzden albümün altyapısını düzenlerken disco ve funky tarzı ritimleri de kullandı. Böylece Michael Jackson’a özel bir müzik türünün ortaya çıkmasını sağlamıştı.
Bu özel müzik ona beraberinde özel bir ün getirdi. Bundan sonra Michael’den söz edilirken “pop idolü” sözcüğü kullanılacaktı.
Michael, solo albümünün başarısına sevinirken kardeşleriyle çalışmaya da devam etti. 1980’de “The Jacksons” ile “Triump” adlı albümü yaptı. Besteleri ve sözleriyle tüm ilgi yine Michael’in üzerinde toplanmıştı. Özellikle “Can You Feel It” şarkısına çekilen klip çok beğenildi. Michael dans yeteneği ile bir kere daha herkesi büyülemişti. Bir gün dans türleri arasına girecek oluşu bu günlerden belliydi.
1982, Michael için bir dönüm noktasıydı. Çünkü neredeyse bugün adını andığımızda aklımıza gelen şarkıların olduğu albümü çıkarmıştı. Yapımcılığını üstlenen isim, dostluğunu pekiştirdiği Quincy idi ve “Thriller” adını verdiği albüm yine Epic Records’tan çıktı.
Albüm arka arkaya tekli halinde piyasaya sürüldü ve istisnasız her şarkısı hit oldu. “Beat It, Wanna Be Starting Something, Billie Jean” gibi bugün de bildiğimiz şarkılarıyla satış rekorları kırdı.
Şarkıların beğenileceği şüphesizdi, bir de bunun yanında dört hit şarkısı için kısa film tadında ilginç klipler çekti. Bu klipler ile kendine özgü olduğunu ve işlerini hep bu şekilde yapacağını kanıtlamıştı. Hatta bir ilk de yaşanıyordu; MTV ilk kez “Billie Jean” bir siyahi şarkıcının klibini yayınlamıştı.
Özellikle fantastik bir konuyla kurgulanan “Thriller” şarkısına çekilen 13 dakikalık klibi ile kelimenin tam anlamıyla patlama yaptı. Klibi Michael Jackson dansıyla adeta bir şölene dönüşüyordu. Çok beğenilmesinin ardından klip VHS formatında piyasaya sürüldü ve böyle Michael bir satış rekoru daha kırdı.
Motown’un 25. Kuruluş yıldönümünde “The Jacksons” olarak “Billie Jean”i seslendirdiler. Michael şarkıyı söylerken yine dans ediyordu ve yaptığı “moonwalk” hareketi oldukça ilgi çekmişti. Klibindeki koreografi ile de adeta ilham kaynağıydı. Bugünden sonra “moonwalk” Michael Jackson imzası niteliğinde dans tarihine yazıldı.
“Thriller” albümü ile 37 hafta zirvedeydi. Haliyle bu başarı ödülleri de beraberinde getirdi.
1984’te Michael Jackson Grammy ödülleri için tam 12 dalda aday gösterildi ve bunlardan 8 tanesini alarak geceden ayrıldı. Ödüllerden 7 tanesi “Thriller” albümü, 1 tanesi de 1982’de söylediği “Someone In The Dark” içindi. Ayrıca o gece, bir gecede en çok ödül alan sanatçı ünvanını da kazanmış oldu.
“Thriller” 1984’te Micahael Jackson’a “8 Amerikan Müzik Ödülü, 4 Amerikan Video Ödülü, 3 MTV Video Müzik Ödülü ve Üstün Başarı Ödülü” kazandırdı.
Michael, ödüllere doyamadığı dönemde şöhretin beraberinde getirdiği reklam tekliflerinden birini değerlendirmişti. Kardeşleriyle birlikte Pepsi’nin reklamları için anlaşma imzaladı. Ancak çekimde, reklam filminin bir parçası olan havai fişek gösterisi sırasında Michael’in saçları alev aldı ve cildinde ciddi hasarlar oluştu.
Michael başına gelenlerin sebebinin ihmalkarlık olduğunu düşünüyordu ve şirketi sorumlu tutuyordu. Bu sebepten tazminat davası açtı ve dava lehine sonuçlandı. Michael davadan kazandığı dudak uçuklatan rakamı tedavisinin yapıldığı hastaneye bağışladı.
“Thiller” albümünün sarhoşluğu devam ededursun Michael kardeşleriyle “Victory” adını verdikleri bir albüm çıkardı. Jackson kardeşlerin en başarılı albümlerinden biri daha piyasadaydı ve bu albümde de Michael’e ait birçok şarkı vardı. Şüphesiz ki, hepsi hit olacaktı.
“Victory” ile 5 aylık bir turneye çıktılar. Michael, turneden gelecek kazancın tamamını bağışlayacaklarını duyurmuştu. Michael’e bu davranışına karşılık bir jest yapıldı; Hollywood Yıldızlar geçidine “Michael Jackson” adı da eklendi. Turneden elde edilen gelir ise 5 milyon doları bulmuştu.
1985’te Michael, “Beat It” şarkısını televizyon ve diğer yayın organlarında alkollü araba kullanımına karşı yürütülen kampanyalarda kullanılması için bağışladı. Bunun jesti olarak da dönemin devlet başkanı Ronald Reagan tarafından Beyaz Saray’a davet edildi.
Bundan sonraki yıllarda da Michael, birçok sosyal sorumluluk projesinde öncü oldu. “USA for Africa” kampanyasında Afrika’daki açlık için “Lionel Richie” ile “We Are The World” şarkısını yazdı. Bu şarkı dünya çapında en çok satış yapan tekli olma özelliğini bugün bile taşıyor ve ayrıca “Tina Turner, Ray Charles, Bob Dylan” gibi bir çok ünlü isim tarafından da seslendirildi. Aynı zamanda Michael ve Lionel’e Grammy ödülü de kazandırdı.
Her sorumluluk projesinin sonunda bir yerden teşekkürünü alıyordu. Ancak eleştirileceği zamanlar da uzak değildi.
1985, Michael için övgü dolu olduğu kadar, eleştirileriyle de yakasındaydı. “Beatles” grubunun 200’den fazla şarkısının telif hakkına sahip olan ATV Müzik’in büyük bir hissesini satın alışı hakkında büyük tartışmalara sebep oldu. En sert tepkiyi müzayedeyi düzenleyen yakın arkadaşı, söz yazarı Paul McCartney’den gördü. Bu olay dostluklarını sarsmakla kalmamış, birlikte yazdığı şarkıların da sonunu getirmişti.
Bu tartışmalar maalesef burada bitmedi. Bazı basın mensupları artık Michael’den alaycı bir tavırla bahsediyordu. Uzun süre yaşamak için Elephant Man’ın kemiklerini satın almaya çalıştığından, ilginç tavırlarından bahsederken artık adını kullanmak yerine onu “Wacko Jacko” gibi bir lakapla anıyorlardı.
Dengeler hayatın içinde sürekli değişiyordu sonuçta. Bir gün övülürken diğer bir gün yerilmek olağan olabiliyordu. Michael de hayatına devam etti ve yeni albümler yaptı.
1987’de yine aynı yapımcı ve plak şirketiyle çalışarak “Bad” albümünü çıkardı. Bu albüm, Amerikan Müzik tarihinde beş şarkısı da; “Bad, The Way You Make Me Feel, Man In The Mirror, Dirty Diana ve I Just Can’t Stop Loving You”, Amerikan Müzik listesinde zirveye yerleşen ilk albümdü.
2008’deki son bilgiye göre albüm, Amerika’da 8 milyon, dünya çapında da 30 milyon kopya sattı.
“Bad” albümünün tanıtımından sonra, Michael Pepsi sponsorluğunda 16 aylık uzun bir turneye çıktı. Bu ilk solo Michale Jackson turnesiydi ve toplamda 123 konser verdi. Bir yandan da Pepsi reklamları ile ekranlardaydı.
Turne bitiminde Michael, “Bad” şarksı için “Martin Scorsese”in yönetmen koltuğuna oturmasıyla kısa film tadında bir klip daha çekti. 18 dakikalık videoda şarkıdan daha ön planda olan şey ise Michael Jackson’un yeni görüntüsüydü. Michael Jackson’un artık yeni bir rengi vardı.
Medya, Michael Jackson’un siyahi olmaktan utandığı için ten rengini beyazlatmak istediğini yazdı. Hatta burun estetiği, alın kaldırma, dudak inceltme gibi daha başka operasyonlar da geçirdiğinden bahsediyorlardı. Basında tam bir sansasyon yaratan bu değişim de klibin satışını olumsuz etkilemedi.
Michael estetik operasyonlar hakkında konuşmak yerine yazmayı tercih etti. 1988’de Moonwalk adını verdiği otobiyografisinde sadece iki estetik operasyon geçirdiğini, çenesindeki yaralardan dolayı da cildi için ayrıca cerrahi işlem uygulandığını yazdı.
1980’li yıllarda, “Thriller” albümünün çıktığı zamanlarda, Michael’in teninde değişiklikler olmaya başladı. Siyah olan teni bölge bölge beyazlamaya başlamıştı. Michael, vitiligo hastalığına yakalanmıştı. Hastalık en belirgin olarak yüzünde ve kaval kemiği bölgesinde kendini gösteriyordu. 1987’ye kadar bunu siyah makyaj ile kapatarak sakladı. Ancak beyaz bölgeler giderek artıyordu. Bu sefer de beyaz makyaj uygulamaya başlandı. Ancak 1988’de artık makyaja gerek duymayacak kadar beyazlamıştı, burnunun üstünde de bir leke vardı. Kaval kemiğinde ise büyük yaralar olmuştu.
Michael sonradan yaptığı bir açıklamada bu hastalığın babasının ailesinde de görüldüğünü söyledi. Ama doktorlara göre hastalık kalıtsal değildi. Bazıları ise 1982’den itibaren Michael’e verilen ilaçların onu beyazlattığını iddia etti.
1988’de yönetmen koltuğunda “Jerry Kramer ve Colin Chilvers”ın oturduğu ve Michael Jackson’a “Kellie Parker, Brandon Adams ve Sean Lennon” eşlik etti. Şaşırtıcı bir sonuç yoktu, film beklenen ilgiyi görmüştü. Hatta VHS sürümleri bile bir milyon satışla rekor kırdı.
Bundan sonra Michael Jackson Pop, Rock ve Soul müziğin kralı ilan edildi ve dünya çapında bir ünle idol haline geldi.
Son filmin başarısını da hanesine gururla yazmıştı. Ancak bir yandan da şöhretin kötü yanlarından sıkılmıştı. Hakkında sürekli türetilerek çoğalan dedikodular, peşini bırakmayan sorular, kameralar derken Michael, Hayvenhurst’ta ailesiyle beraber yaşadığı evi terk etti.
Yaşamak için Neverland çiftliğini satın aldı. 2700 dönümlük alana kurulu bu çiftlikte gözlerden uzak yaşayabilecekti. Üstelik yaşayamadığı çocukluğu için de planları vardı. Bu koca çiftliği bir çocuğun içinde olmaktan mutlu olacağı bir yere çevirdi. Hayvanat bahçesi, lunapark, küçük bir göl…
Bu satırları yazarken İstanbul’u da sel götürüyor bu arada. Cümlelerimden cama vuran dolunun sesiyle ayrıldım. Halbuki ben Michael’in o küçük gölde kağıttan gemiler yüzdürdüğünü hayal ediyordum…
1991’de Michael, astronomik bir rakam üzerinden Sony şirketi ile anlaştı, sözleşmeleri 15 yıllıktı. Bu süreçte 6 albüm ve bir de film yapacaklardı. Michael Jackson’a sağladığı gelir dudak uçuklatan cinstendi ve haliyle bu çok konuşuldu.
Kasım 1991’de “Dangerous” adını verdiği yeni albümünü çıkardı.
90’lar Michael’e yaramıştı. “Black and White” albümünün hit parçasıydı ve klibi olay oldu. Çünkü klibinde cinsellik, şiddet ve ırkçılık gibi konulara değiniliyordu. Özellikle son sahneler büyük ses getirmişti. Klibinin bu kadar büyük olay olması sebebiyle Michael, bir basın bülteni yayınladı ve derin üzüntülerini iletti. Sansasyon yaratan kısımları çıkarttı.
Cümlelerinden bir bölümde şöyle diyordu: “Ben yalnızca dürüst olmak isteyen, insanları mutlu etmeye çalışan biriyim. Tanrı’nın bana ihsan ettiği yeteneğim aracılığıyla onlara biraz olsun “kaçış duygusu” vermek amacım. Kalbim burada işte. Tüm yapmak istediğim bu…”
Bunca olaydan sonra bile Michael Jackson gerçeği değişmedi ve albümün diğer parçaları; “Remember The Time, In The Closet, Jam” gibi şarkıları hit oldu. Hatta bir sonraki albümü “History”i çıkarana kadar dünya çapında 22 milyon satış yaptı.
1992’de MTV, kanalının ilk uluslararası yarışmasını yayınlamaya başladı. Yarışmaya dünyanın her yerinden isteyen herkes katılabiliyordu ve ödül de Michael Jackson ile bir yemeğiydi. Yarışma büyük ilgi görmüştü. Talihliler Michael’in “In The Closet” şarkısının klip çekiminde toplandı.
1993’te de ABC kanalı, “The Jackson: An American Dream”i yayınladı. Program Jackson kardeşlerin gerçek hayat hikayelerinden bahsediyordu. Gerçekten de bir rüya gerçek hayatla buluşmuştu. İşte Jackson kardeşlerin bu kadar sevilmesinin ardında yatan bu gerçeklikti.
1993’te Michael Jackson bir sosyal sorumluluk projesine daha imza attı. “Heal The World Foundation” adında, amacı çocukların daha iyi ve eşit yaşam koşullarına sahip olmaları ve topluma yararlı bir birey haline gelmelerini sağlamak olan bir fon kurdu.
Yardıma ve ilgiye muhtaç çocuklar, eğlenmeleri için Michael’in Neverland çiftliğine getiriliyorlardı. Michael bir yandan da bu fonun kazancını sağlamak için 67 konser verdi. 1993 Superbowl maçının devre arasında verdiği mini konser ile 100 milyon kişiye ekranlarından ulaşarak o zamana kadar elde edilmiş en büyük izlenme rekorunu kırdı.
Bu başarıları da ödülsüz kalmadı: Şubat’taki 35. Grammy ödülleri gecesinde “Yaşayan Efsane” ödülüne layık görüldü. Ayrıca Mart’ta, Soul Train, onu “Yılın Hümanisti” ödülü ile gururlandırdı.
Michael bu kez seri albüm yapacaktı. “History: Past, Present and Future” adını verdiği yeni albümünün başlangıcı olan “History Begins”i Haziran 1995’te çıkardı. Albüm 15 eski hit parçasının cover edilmiş haliydi. Albümün ilk teklisi, kız kardeşi Janet Jackson ile birlikte söylediği “Scream”, büyük liste başarısı sağladı. Bu parçaya tüm zamanların en pahalı videosu niteliğinde bir klip çekti.
Jackson kardeşler, bu şarkı ile MTV Video Müzik Ödülleri’nde farklı kategorilerde 3 ödül aldı.
Serinin ikinci bölümüne de “History Continues” adını verdi. Bu sefer 15 yeni şarkısı vardı.
Ödüller bir yana, “They Don’t Care About Us” şarkısındaki anti – semitik ifadelerden dolayı Yahudilerin tepkisini çekti. Albümden dördüncü tekli olarak çıkacağı zaman sözleri düzenlemelerde müziğe uygun bir şekilde değiştirildi.
Michael Jackson Rock’n Roll’un kralı Elvis Presley’in kızı, Lisa Mary ile büyük aşk yaşadı. 1994’ün sonlarında evlendiler. Michael, aşık bir adamdı. Disneyland’daki balayında ikisinin de ayakları yerden kesilmişti. Gondola binip, binlerce sterlinlik oyuncaklar aldılar. Lisa’nın deyimiyle Michael tutkulu bir aşıktı.
Bu kadar aşktan mıdır bilinmez bu evlilik yalnızca 18 ay sürdü. Hiç çocukları olmadı.
Bu evliliğin bitişinin üzerinden çok geçmemişti ki, 1996’da “History” için dünya turnesine çıkan Michael, konserler devam ederken, arada bir zamanda, Sydney’de Deborah Jeanne Rowe ile evlendi.
Bu evlilikten Prince Michael ı ve Prince Michael II adında iki erkek çocukları ve bir de Paris Michael adında bir kız çocukları oldu. Ancak Michael’in bu evliliği de çok uzun sürmedi. Hatta çift 1999’da olaylı bir şekilde boşandı.
Michael Jackson çocuklarını yıllarca kameralardan maskeler ya da çeşitli örtülerle sakladı. Bir de muhtemelen hepimizin hatırladığı o sahne, Berlin’de bulunduğu zamanlarda minik oğlunu balkondan sallamasıyla hafızalara kazındı ve büyük eleştiriler aldı. Asıl sansasyon boşanırken çocukların velayet davasıydı. Bu dava 2006’da sonuçlanacaktı. Mahkeme eşlerin çocukları üzerindeki haklarını sınırlandırma kararı aldı.
Eleştirilerin başlangıcı 1996 Brit Ödülleri gecesindeki sahnesine dayanıyordu. Çünkü Michael sahneye çıktığında “Earth Song” şarkısını beyazlar içinde etrafını saran birçok çocukla birlikte söyledi ve iki ağaç arasında kollarını açtığı bir figürü de oradaydı. Bu olay üzerine kendisini Mesih ilan ettiği eleştirilerine maruz kaldı. O günden sonra yaşanan her olaydan sonra eleştirilerin devamı da elbette gelmişti.
1997’de History albümünün hit parçalarını remixledi ve “Blood On The Floor: History In The Mix” adıyla çıkardı. Albüm yine büyük ilgi gördü
Michael Jackson bu albümünü “Elton John”a ithaf etti. “Is It Scary ve Ghost” için Stephen King ile birlikte yazdığı ve Stan Winston tarafından yönetilen bir klip çekti. Bu klip 35 dakikalık süresiyle en uzun müzik videosuydu ve yine hak ettiği ilgiyi gördü.
Her devrin adamı olup yine de ilgisini asla yitirmeyen bir sanatçı olmak nasıl bir duyguydu acaba? Düşünüyorum da ben ipin ucunu 90’lardan yakaladım. Her 10 yılda bir devir değişti, ama o hem ayak uydurdu hem de hep kendine özgüydü.
Michael, 2001’de 13 ülkenin birden pop müzik listesinin zirvesine oturacak “Invincible” adını verdiği albümünü çıkardı. Milenyumda “You Rock My World, Butterflies ve Cry” gibi hit şarkılarıyla fırtına olmuş dünyada esiyordu. Bunca başarıyı görünce dünyanın ötesine de ulaştığını düşünmeden edemiyor insan tabii.
Bu sırada müzik şirketi Sony ile anlaşmaları doluyordu ve aslında albüm çıkmadan önce Michael şirket sahibi Tommy Mottola’yı uyarmıştı, sözleşmeyi yenilemeyecekti. Bu sebeple araları açıldı.
Yasal prosedür işleme girdi ve albümle ilgili tüm promosyonlar ve teklilerin satışı iptal edildi. Bundan sonrasında da olay giderek çirkinleşti. Michael, Tommy’nin Afrika kökenli Amerikan sanatçılara saygısız davrandığını ve şirketin siyahi artistleri çıkarları doğrultusunda kullandığını iddia etti. Sony ise bu iddiaları yalanladı. 15 yıllık bir çalışma sonrasında ayrılık fazlasıyla yıpratıcı olmuştu.
Michael Jackson, Eylül 2001’de solo kariyerinin otuzuncu yılı şerefine, Madison Square Garden’de bir parti verdi. Partide yakın dostu Elizabeth Taylor, bir zamanların çocuk yıldızı Macaulay Culkin ve Chris Tucker de vardı. Geceye katılan “Usher, Withney Houston, Destiny’s Child, Gloria Estefan, Shaggy” gibi ünlü isimler kimi zaman Michael Jackson’un unutulmaz şarkılarını, kimi zaman da kendi şarkıların söyleyerek geceyi renklendirdiler. Hatta N’sync ve Britnry Spears, Michael Jackson ile düet yapma şansını yakaladı.
Gecede Jackson kardeşler olarak da bir gösteri sundular. Bu gece Michael Jackson’ın gerçekten de “King of Pop” ünvanını layıkıyla taşıdığının kanıtı oldu.
Michael 2003’te “Resurrection” adını verdiği bir albüm çıkaracağını duyurdu. Hatta albümün promosyonunu da kısa bir filmle yaptı.
Ama bir şeyler yanlış gidiyordu. Mart 2003’te “Xscape” şarkısının çıkacağını her mecradan duyurmasına rağmen bilinmeyen sebeplerden dolayı bu çıkış iptal edildi. Ama yıl sonuna doğru hit olan şarkılarından oluşan “Number Ones” albümünü CD ve DVD formatında, üstelik Sony etiketiyle çıkardı. Bu albüm 8 milyondan fazla sattı.
Tüm bunlar yaşanırken bir yandan da Michael Jackson’ın çocuk istismarcısı olduğu yönünde iddialar gündeme gelmişti ve tutuklandı. Bu olaylara karşı üzüntüsünü şu sözlerle açıklıyordu: “Beni gerçekten tanıyan herkes şunu iyi bilir ki, çocuklar hayatımdaki her şeyden önce gelir ve bir çocuğa asla zarar veremem”
Eski şarkılarını bir arada topladığı albüme sadece bir tane “One More Chance” adını verdiği yeni bir şarkı eklemişti. İşte bu şarkının klip çekimleri sırasında çocuk istismarı iddiaları sebebiyle ikinci kez tutuklandı. Ancak yine serbest bırakıldı.
Çocukluğunu hiç yaşayamamış biri olarak muhtemelen üzüntüsü çok derindi. Bir açıklamasında şöyle bir cümle kullandı: “Yatağımı erkek çocuklarıyla paylaştım, ancak bunda cinsel yön olmadı”
İddialar devam ederken bir haber daha duyuruldu; Michael dinini değiştirmiş ve Müslüman olmuştu. 2005’te ise bir camii yaptırdığı söylendi.
Hakkında yayınlanan haberler ne olursa olsun iddiaların ardı arkası kesilmedi. Ağustos 2004’te VH1 Müzik kanalı, Michael’ın hayatını anlatan görsel bir biyografiyi “Man In The Mirror: The Michael Jackson Story” adıyla yayınladı. Garvin Arviso, tekrar gündeme gelen çocuk istismarı iddialarını tekrar gündeme getirmişti. Dönemin ünlü Rap şarkıcısı Eminem de “Just Lose It” şarkısıyla Garvin Arviso’ya karşı gönderme yaptı. Artık tartışmalar başını almış gidiyordu ki, Michael sessizliğini bozdu. Bir açıklama yapıp verdiği kararları hayata geçirdi.
Haziran 2005’e kadar hakkında açılmış 10 dava vardı. Michael, hakkında açılmış davaların hepsinden beraat etti.
Kaliforniya, Santa Maria’da çıktığı mahkemede aklandıktan sonra Prens Şeyh Salman bin Hamed Halife’nin daveti üzerine Bahreyn’e uçtu. Neverland çiftliğini satıp tamamen Bahreyn’e yerleşiyordu. Avukatı Thomas Mesereau, bu bilgiyi doğrulamıştı. Michael yaşadıklarından sonra stres ve zararlı alışkanlıklarına bağlı olarak çok fazla kilo vermişti; bu mutsuzluk onu yiyip bitiriyordu. O da hayati bir karar verip zor anlarında onu yalnız bırakmayan dostlarının yanına taşınmayı tercih etti.
Bu onun için doğru bir karardı. Çünkü kısa sürede sağlığını toparladı ve yeni şarkılar yapmaya bile başladı. “I Have This Dream” şarkısını burada, Katrina Kasırgası mağdurları için yazdı mesela. Hatta şarkıyı “Snopp Dog, Jermaine Jackson, Ciara” gibi ünlü isimler hep birlikte seslendirdi. Ancak bilinmeyen sebeplerden şarkı yayınlanmadı.
Michael, Nisan 2006’da İngiliz Müzik Yapımcısı Guy Holmes ile 2007’de çıkmasını planladığı albümü için, tek albümlük bir sözleşme yaptı.
Mayıs 2006’da, Tokyo’da, MTV Japonya Lokasyonu’nun düzenlediği Video Müzik Ödülleri gecesinde, 35. Grammy’den sonra bir kez daha “Yaşayan Efsane” ödülüne layık görüldü. Bir yandan da bu gece uzun bir aradan sonra Michael, ilk defa ekrana çıkmıştı.
8 dalda ödüle daha layık görülmüştü; ödüllerini Guiness Dünya Rekorları Londra ofisinde aldı. Ayrıca 100 milyondan fazla satışa ulaştığı için, Dünya Müzik Ödülleri’nde “Elmas Ödül”ün sahibi de yine Michael Jackson idi.
2008, Michael’in en çok ses getiren albümü Thriller’in 25. Senesiydi. Bu sebeple Şubat 2008’de 25. Yıla özel, “Thriller 25” adını verdiği albümünü çıkardı. İlk “Thriller” albümündeki şarkılara ek olarak, 8 şarkı daha vardı bu albümde.
Özel albümünün piyasaya çıkmasıyla bir zamanlar ses getirmiş ama hala sıcaklığını koruyan “Thriller, Beat It ve Billie Jean” kısa filmleri de DVD formatıyla yeniden çıktı. “Thriller 25” albümü, böylece Amerika’da 2, Birleşik Krallık’ta 3. Sıraya yerleşti.
Mart 2009’da Londra’da bir basın açıklaması yaptı. Michael, 8 Temmuz’da başlayarak Londra’da 50 konser vereceğini ve bunların Londra için son konserler olacağını duyurdu. Ancak bu konserleri veremeyecekti…
Michael, Los Angeles’teki evinde yanında doktoru ve yardımcıları ile beraberdi. Londra’da vereceği konser için hazırlıklar yapıyordu. Provalar sırasında biraz dinlenmek için odasına çekildi. Ancak sabah saatlerinde birden fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı.
Nefes darlığı yaşıyordu ve sonra bilinci kapanarak komaya girdi. Ancak müdahaleler çözüm vermiyordu Michael’ın kalbi durmuştu. Michael Jackson, 25 Haziran 2009, saat 14:26’da, Los Angeles’te kalbinin durması sonucunda hayata gözlerini kapadı.
Ölümünden sonra otopsisi yapıldı. Otopsi sonuçlarına göre Michael gayet sağlıklıydı. Asıl ölüm nedeni ise, kullandığı kuvvetli anestezi ilaçlarıydı.
Michael, ölmeden 2 gün önce son provasını “Staples Center”de yapmıştı. 7 Temmuz 2009’da da anma töreninin burada yapılmasına karar verildi. Tüm ailesi ve çocukları oradaydı. Ünlü isimler de katılmıştı ve tabii ki hayranları onu yalnız bırakmadı. Ölümü de en az yaşamı kadar afilliydi. Bu tören dünyada en çok izlenen cenaze töreni ve TV olayı olarak tarihe geçecekti. Tüm ailesi onun için sahnedeydi.
Bu kadar ünlü ve seviliyor olmanın getirdiği zorluklar, Michael öldükten sonra bile son bulmadı. Ölüm haberinin üzerinden çok geçmemişti ki, onun hala yaşadığını iddia eden asılsız haberler geldi gündeme. Bir kısım hayranı buna inanmayı tercih etti. Belki de çok sevdikleri Michael Jackson’ın öldüğünü kabullenmek istemediklerindendir, kim bilir.
Şubat 2011’de Michael Jackson’ın ölümüyle ilgili doktoruna dava da açıldı ve dava 8 Kasım’da sonuçlandı. Ölümüne sebep verdiği gerekçesiyle Conrad Murray’ın lisansı elinden alındı ve 4 yıl hapis cezası aldı. Çünkü, Conrad, Michael’a ölümcül olabilecek düzeyde ve ameliyatlarda kullanılan anestetik ilacı gerekli ekipmanı olmadan verip bir de üstüne onu alarmlı bir monitörle izlememişti. Sevgilisiyle telefonla konuşmak için dışarıda olduğu sırada Michael fenalaştı. Ancak bu sefer de yanlış ilk yardım uyguladı. Conrad, kasıtsız bir şekilde Michael’ı öldürmüştü.
Öyle ya da böyle Michael, bir şekilde öldü ve artık bu dünyada değil. Ama sanki hala buralardaymış gibi hissediyor insan sesini duyunca… Ölümsüzlüğün formülü aslında böyle bir şey olsa gerek.
Bu dünyadan bir Michael Jackson geçti diyebilmenin gururu var içimde…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Küçükken ne şaşırırdım küçücük bir kutunun içinde güldüren, ağlatan insanlara. Hatta onlar o kutunun içinde yaşıyor, orası onların evi sanırdım. Sadece perdelerini açıp bizim onları izlememize izin veriyorlarmış gibi gelirdi. Evlerinin de bir adı vardı sadece; televizyon. Çocuk aklı işte…
Çocukken her sabah Şirinler’i izlediğim Kanal, şimdilerde Demirören’e geçmiş meğerse. Hoş o zaman da sorsan sahibi kim bilemezdim ya… Bu bilgi haliyle hayatımızda izlediğimiz dizileri, filmleri, reklamları ve daha nicesini değiştirmeyecek. Yayın akıp gidecek. Ve lakin ekonomi değişiverdi işte. Aydın Doğan artık sahip olduklarının sahibi değil. Onun sahibi şimdi Erdoğan Demirören…
Erdoğan, 28 Ağustos 1938’de Bursa’nın İnegöl ilçesinde dünyaya geldi. Orta öğretimini Saint Benoit Lisesi’nde tamamladı. Sonrasında onu genç yaşta çok çalışması gereken bir hayat bekliyordu. İleride Türkiye’nin tanıdığı bir isim olacak; esnaf olan babasının kazancını katlayacaktı…
Hep top peşinde koşmaya bayılan bir çocuktu. Sokaklarda tek kale maçtan profesyonelliğe taşıyacaktı bu zevkini. 1956-1957 döneminde Beşiktaş ve Emniyet’te profesyonel futbolcu olarak yer aldı.
1957’de babası Şükrü Bey öldüğünde, hayatındaki bütün taşların yeri değişti. Erdoğan, babasının yarıda bıraktığı hayatı için bir şey yapamazdı; ama yarım kalan işler için gayretli olmalıydı. Sirkeci’de oto yedek parça ithalatı ve pazarlaması yapan “Kolaylık Oto”nun başına geçti. Henüz 19 yaşındaydı.
Ancak gerekli gayreti de göstermişti. Çok çalıştı ve giderek büyüdü. 1971’de Türkiye’nin ilk gaz şirketini devren satın aldı. Yaptığı yatırımlarla Türkiye’de gaz sektörünü, en büyük sektör haline getirdi. Likit petrol gazı dağıtımı yapmak için kurulan Demirören Grubu, daha çok büyüyecekti…
Zamanla Milangaz LPG Dağıtım Ticaret ve Sanayi AŞ., Milangaz AŞ., Likidgaz AŞ., Mutfakgaz AŞ., Güneşgaz AŞ. LPG depolama ve dağıtım şirketlerini bünyesinde bulunduran bir grup olan Demirörenler, Türkiye genelinde 24 dolum tesisi, 2950 ana bayii, 450 bin tona ulaşan satış ve 40 bin ton stoklama kapasitesine, belki daha da fazlasına sahip olacaktı.
Türkiye’nin dışına da açılan Demirören Group, Azerbaycan’da da en büyük petrol dağıtım şirketi Azpetrol’ü ve en büyük ağır sanayi fabrikalarından Azereleltroterm’i de aldı.
Yıllar ona bolca zenginlik katmıştı. Çok şeye sahip oldu. Gaz sektöründe bir anda 48 şirkete çıkan Demirören, 1980’de açıklanan 24 Ocak Kararlarından sonra küçülmeye gitti.
Erdoğan, Tülin Hanım ile hayatını birleştirdi. Bu evlilikten Yıldırım, Tayfun ve Meltem adını verdikleri 3 çocukları oldu.
Yıldırım Demirören de en az babası kadar adını duyuracaktı. Biz onu Beşiktaş Spor Kulübü Başkanı olarak tanıyacaktık.
Gaz sektörü ile büyük bir yükselişe geçen Demirören’in diğer yatırımlarının yanında adı bir de AVM yapımı ile anılmaya başladı. Yaptığı yatırımlar, girdiği ihalelerle zenginliğine zenginlik kattı. Haliyle Türkiye’nin en zenginleri listesinde yerini aldı.
2006’da yapımı başlayan bina, 2011’de Demirören AVM olarak açıldı.
Milliyet ve Vatan gazeteleri Doğan Gazetecilik bünyesinde bulunuyordu. Mayıs 2011’de Demirören ve Karacan gruplarına satıldı. Milliyet için 48, Vatan için ise 26 milyon dolar ödediler.
Doğan Yayın Holding, medyada küçülmeye gitmek istediklerini, bu düşünce doğrultusunda da Milliyet ve Vatan’ı satmaya karar verdiklerini açıklamıştı. Satışını uzun bir süre sağlamak isteyen isim ise, Ali Karacan’dı. Babası Ercüment Bey’in yıllar önce Aydın Doğan’a sattığı Milliyet tekrar bünyelerine geçsi istiyordu. Daha sonra Demirören ailesinin de katılımıyla, ikili gazeteleri ortaklaşa satın aldı. Ali ve Ömer Karacan kardeşler, babalarının sattığı Milliyet’in tekrar yarı hisseli ortağı oldu.
Demirören ise, daha önce medya sektöründe adını hiç geçirmemişti. Atılan bu adımla, Demirören de medya sektöründe anılmaya başladı.
Bunun yanında Demirören Grup, adını eğitim alanında da duyurdu. 1958’de İstanbul Etiler’de kurulan Ata Koleji’nin de sahibi Demirören’di. Yatırımlara, ihalelere ve buralarda başarılarını katmerleyen Erdoğan Demirören’in, şirketlerine ait 800’ü aşkın aracı ve 4 tane de gemisi olduğu bilgisi es geçilecek gibi değildi.
Medya sektöründe Doğan Yayın Holding’den satın aldığı gazetelerle yer edinen Demirören, ilk adımın üstünden 7 yıl sonra 21 Mart 2018’de Doğan Yayın Grubu’nun tamamını satın aldı.
Doğan Holding Onursal Başkanı Aydın Doğan, Demirören Grubu’n kurucusu Erdoğan Demirören’le anlaşma sağladı. Doğan Medya Grup bünyesinde bulunan Kanal D, CNN Türk, Dream TV, Dream Türk, Hürriyet, Posta, Fanatik, Doğan Burda Dergi, Doğan Kitap ve Dergi de böylece Demirören bünyesine katılmış oldu.
Bizler halk olarak o televizyonu sadece izliyoruz, kitapları okuyoruz, dergileri şöyle bir karıştırıyoruz. Gerçek şu ki, pek azımız ilgileniyor bu kuruluşların sahibinin kim olduğuyla. Oysa o renkli görüntüler öyle kolay dönmüyor, kitapların kapakları öyle kolay çevrilmiyor işte. Her birinin ardında bir isim var.
Erdoğan Demirören de bu isimlerden, ülkenin sayılı zenginlerinden sadece biri. Hayat onu bir noktada bıraktı ve yaşamı boyunca adı iyi ya da kötü birçok haberde geçen Erdoğan Demirören, babasından mecburen devraldığı geminin dümenini zenginliğe çevirip hiç karaya uğramadan yol aldı…
Demirören, rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldı. Solunum yetmezliği sebebiyle 31 Mayıs 2018 itibarıyla Florence Nightingale Hastanesi yoğun bakımına alınan Demirören’in tıbbi destek ve tedavisi sağlanıyordu.
Ancak artık yorgun düşmüş bedeni daha fazla dayanamadı ve Demirören’in 08 Haziran, 11.53’te aramızdan ayrıldığı haberi verildi. Hastane başhekimi Özgür Şamilgil açıklamasında, ailesinin ve hastane personelinin yakın ilgi ve alakası ile Demirören’in ıstırap çekmeden son günlerini geçirdiği belirtti.
Bir can daha yeryüzünden ayrılmıştı işte. Küçükken Şirinler’i izlediğim kanalın sahipliğini yeni üstlenmişti oysa. Öyle ya, yayın yine akmaya devam edecek…
Ailesinin ve tüm sevenlerin başı sağ olsun. Allah sabır versin…
Damla Karakuş
[email protected]
Not: Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Meziyetlerini saymakla bitiremeyeceğimiz toplumumuzun yetiştirdiği en özel değerlerden biri olan adam, Barış Manço. Kendisine yaşadığı süre içinde fazla kimlik yapmış, unutulmazlar listesine adını altın harflerle yazdırmış o. Siz onu en çok hangi yönüyle sevdiniz bilmiyorum. Ama o, şarkıcı, besteci, söz yazarı, yapımcı ve hatta gezgin Barış Manço.
Her yönünü değerlendiren, parçalarından mükemmel bir bütün olan Barış Manço, bugün hala hepimizin dilinde. Hatta şu satırları yazarken bile, ”Ayağında gümüş hal hal…”
Bir de hatrımda o görkemli yüzükleri…
Barış, 2 Ocak 1943 yılında dünyaya geldiğinde II. Dünya Savaşı yaşanmaya devam ediyordu. Savaşın etkisini hissettirdiği zor zamanlardı. İki yıl önce doğan çocuklarına Savaş adını veren Rikkat Uyanık ve Hakkı Manço çifti, bu sefer doğan çocuklarına da Barış adını verdiler. Çünkü Barış adıyla yaşayıp, barışı getirmeliydi.
Belki de bu yüzdendir, Barış Manço’nun bütün dünya çocuklarını birleştiren sevgi dolu bir kalbi oldu.
Ailenin kökeninde göç etmek vardı. İstanbul’un fethinden sonra Konya’dan Selanik’e göç eden aile, savaş sırasında yaşadıklarıyla da I. Dünya Savaşı zamanında İstanbul’a geldiler. Barış 3 yaşındayken annesi ve babası ayrılınca babasıyla yaşamaya başladı. Babasıyla çok sık ev değiştiriyorlardı. Cihangir, Üsküdar, Kadıköy derken bir süreliğine yolları Ankara’ya bile düştü. Bu sebeple eğitim hayatı boyunca da hep okul değiştirdi.
Barış’ın annesi Rikkat Uyanık, Devlet Konservatuarı Klasik Türk Sanat Müziği sanatçısı, hocası ve aynı zamanda yazardı. Konsevatuardaki çalışmaları sırasında Zeki Müren’in de hocalığını yapmıştı. Bu sıralarda Barış ile birlikte TV programlarına katılarak şarkı söylüyordu. Barış annesinden ve onun çevresinden müziğe aşık oluyordu.
Barış, Galatasaray Lisesi orta bölümüne kayıtlıydı. 1957 yılında amatör olarak başlayan müzik ilgisi ile 1958’de ilk grubu Kafadarlar’ı kurdu. Grup kadrosuyla Rock’n Roll kavırları yapıyordu. Barış Manço da bu dönemde ilk bestesi Dream Girl’i yaptı. Hatta bu besteyle Ankara’da küçük bir ödül dahi kazandı.
İkinci Grubu Harmoniler’di. Bu grubu da yine Galatasaray Lisesi’ndeki arkadaşlarıyla kurmuşlardı. 1959’da Galatasaray Lisesi konferans salonunda küçük Barış Manço ilk konserini verdi. Müzik, bir çocuk olmasına rağmen onun hayatına büyük duygular katıyordu.
4 Mayıs 1959’da Barış, babasını kaybetti. Küçük bedeninin yaşadığı bu büyük acı onu daha fazla müziğe itti. Ayrıca Galatasaray Lisesi’nden ayrılmak zorundaydı. Liseyi Şişli Terakki Lisesi’nde tamamladı.
Harmoniler grubu kadrosuyla verdikleri konserden sonra, Barış Manço Grafson şirketinden üç tane 45’lik çıkardı. Liseden sonra Barış, öğrenimini Belçika’da devam ettirmek isteyince Harmoniler grubu dağıldı. Bu grubun kayfettiği iki türkü, ”Kızılcıklar Oldu mu?” ve ”Urfa’nın Etrafı Dumanlı Dağlar” yıllar sonra yayınlandı.
Barış, 1963’te yüksek öğrenim görmek için Belçika Kraliyet Akademisi’ne gitti. Ancak bir hayali vardı ve Belçika’ya varmadan önce karayoluyla Fransa’nın başkenti Paris’e gitti. Daha önceden bağlantı kurduğu ünlü şarkıcı Henry Salvador ile buluştu. Ancak Henry, Barış’ın Fransızcasını ve fazla kilosundan kaynaklı dış görüntüsünü yetersiz buldu.
Barış, Henry Salvador ile anlaşamadı ve Belçika’ya döndü. Abisi Savaş da buradaydı. Resim, grafik ve iç mimarlık eğitimi gördü. Okuldan arta kalan zamanlarında da garsonluk, otomobil bakıcılığı gibi işlerde çalışıyordu.
Her zaman çok çalıştı ve üretti. Her şeyden önce pes etmedi. Yaşının ve heyecanlı isteklerinin farkındaydı. İşte heyecandan öldüğü anlardan sadece biriydi Belçikalı şair Andre Soulac ile tanışmak. Gözlerinin parıltısı Andre’nin içini ısıtmıştı.
Andre sayesinde Barış’ın Fransızcası ilerledi. Yaptığı bestelere Andre de söz yazıyordu. Böylece müzikle bağı hiç kopmadan yoluna devam edebildi.
Barış, müziğe bağlı bir hayat yaşamak istediğini biliyordu. 1964’te Rigolo plak şirketiyle anlaştılar ve Jacques Danjean Orkestrası ile çalışmaya başladı. Artık profesyonelliğin ilk adımlarını atmıştı. 4 şarkılık iki Fransızca plak çıkardı.
Barış Manço plaklarının gösterdiği başarı, onu Fransız radyosunda yayınlanan ”Salut les copins” pop müzik içerikli programına konuk olarak taşıdı. Hatta plaklar Türkiye’ye ulaştığında Barış Manço radyolarda Fransız sanatçı olarak sunuldu.
12 Ocak 1965’te Paris’in en eski, dünyaca ünlü konser salonu Olympia’da program öncesinde sahne alarak kendi bestesi Babysitter ile başka Fransızca ve İngilizce şarkılar söyledi. Mükemmel bir performanstı ve Henry Salvador’un tebriklerini kazandı.
Barış Manço artık daha da dikkat çekiyordu. Hayallerinin ötesinde başlamıştı her şey. 1966’da bir festivalde The Folk 4 grubu ile Türk müziğinden örneklerle dikkatleri üzerine çekti.
Her şey Barış’ın gözünde mükemmel ilerlerken bir Fransız müzisyen Barış Manço’nun aksanını beğenmediğinden onun plağının çalınmasını yasakladı. Bu olay Barış’ı çok sarstı. İnandığı doğruların başladığı yolda kendisini yarıda bıraktığını düşünüyordu artık.
Avrupa kariyeri burada bitmişti. Ama yine de içinde umut kırıntısı bırakacak bir şeyler de oluyordu. L’Alba adlı bir grup, plağının çalınması yeni yasaklanmışken, Andre Soulacie birlikte yazdıkları ilk parçayı seslendirmişti.
Barış müziği bırakamazdı. Çünkü onun ruhunda alyuvarlar tadında dolaşan notalar vardı. Bu notalar onu nereye çekerse oraya gidip ihtiyacı olanı alıp müziğe dönüştürmek zorundaydı.Olympia’daki konser sırasında tanıştığı Belçikalı grup Les Mistigris ile çalmaya başladı. Hatta gruplarının söz yazarı Andre Soulac ile MANLAC prodüksiyon şirketini kurdular.
Artık konser turnelerine çıkıyordu Barış Manço. Fransa, Belçika, Çekoslovakya. Almanya derken birçok ülkede Les Mistigris olarak konser veriyorlardı. Giderek hırslanan, hırslandıkça da daha çok çalışan Barış Manço, Les Mistigris grubu dahilinde Sahibinin Sesi şirketiyle birinde kendi besteleri, diğerinde ise iki türkü yorumunun olduğu iki 45’lik çıkardı.
Konserler zamanında çok iyi Türkçe konuşan Belçikalı Marie Claude ile tanıştılar. Yaşadıkları aşk aynı ve farklı dillerin konuşulduğu karmaşık ve bir o kadar da saf bir aşktı. Marie ve Barış aşkı bulmuşlardı. İstanbul’da nişanlandılar.
Barış Hollanda’da bir trafik kazası geçirdi ve dudağında derin bir yarık oldu. İşte bu sebepten onu hafızalarımıza kazıyan bıyıklarını bırakmaya başladı.
Les Mistigris ile dört şarkılık bir plak daha çıkardılar. Ancak Barış artık yasal süreçte vize sorunları yaşıyordu. Grupla yollarını ayırmak zorunda kaldılar. Barış Manço, dudağının üstünde bıyıkları ve kolunda nişanlısı ile birlikte, 1969 Haziran’ında Belçika Kraliyet Akademis’ni birincilikle bitirerek İstanbul’a döndü.
Barış Manço İstanbul’a geldiğinde Kaygısızlar grubuna katıldı. Grubun genç gitaristleri Mahzar Alanson ve Fuat Güner’di. Artık ruhumuz Barış Manço müziği zevkinin Türkiye’de olduğunu mükemmel isimlerle buluşmasıyla doruklarda yaşayacaktı.
Kaygısızlar daha önce de kendi konserlerini veren genç bir gruptu. Barış bu gruba yeni bir soluk getirecekti. En mükemmel Barış Manço hitlerinden olan Kol Düğmeleri’nin kaydı bu grubun şansı olacaktı.
Grup olarak psychedelic akımından etkilenmişlerdi. Hem Anadolu temaları hem de doğu desenlerine yakın olan bu akımın etkisinde bir yandan Bebek, Kağızman gibi türküleri yorumlarken bir yandan da İngilizce besteler yapıyorlardı.
45’liklerden Ağlama Değmez Hayat, 50.000’den fazla satış yaptı ve bu başarı Barış Manço’ya ilk kez Altın Plak Ödülü’nü kazandırdı.
25 Nisan 1970 Cumartesi, İstanbul Fitaş Sineması konserinde, oyuncu Nebahat Çehre’nin ellerinden ödülünü alırken artık geleceğini görebiliyordu ve heyecanı hala kalbindeydi.
Barış Manço ve Kaygısızlar grubunun yaptığı besteler günden güne daha çok ilgi görüyordu. Plak şirketlerinin de dikkatinden kaçmayan bu gelişme, onlara yeni teklifler kazandırdı.
Fransız plak şirketleri Philips ve Barclay anlaşma teklif ettiler. Aynı yıl Fransa’ya giden Barış Manço, plak şirketinin önerisi üzerine Barıshango adıyla tanıtıldı. Kaygısızlar grubu ise artık Possibility adını taşıyordu.
Bundan sonraki süreçte artık daha kaliteli kayıt imkanları vardı ama bu kayıtlar her nedense piyasaya uzun süre sürülmedi. Bunun yanında yapılan isim değişikliği de olumsuz eleştriler alıyordu. Olumsuz ne olursa olsun, bu iyi olan şeyleri gölgeleyemezdi.
Barış Manço 1969 sonunda Kaygısızlar ile yollarını ayırdı ve Fransa’da yeni bir grup kurdu. Yeni grubu Türkiye’de ”…Ve”, yurt dışında ise ”…Etc” olarak tanınacaktı.
1970 Barış için yepyeni bir yıldı. Psychedelic rock akımından sıyrılmış artık Anadolu pop sularında yüzmeye başlamıştı.
Daha İstanbul’da nişanlanan Marie ve Barış çifti, Belçika’nın Liege şehrinde evlendi. Ancak bu evlilik çok kısa sürdü. Marie ve Barış 22 Haziran 1970’te ayrıldılar.
Kasım 1970’te o güne kadar sürekli Batı enstrümanlarını kullanan Barış Manço, bu kez farklı bir şey denedi ve notalarını Kemençe sanatçısı Cüneyd Orhon’un yazdığı Dağlar Dağlar’ı seslendirdi. Barış Manço’nun gitarı ve kemençeyle buluşan bu türkü, Barış Manço müzik tarzının da başlangıcı oldu.
Bu türkü ile plağı 700.000’den fazla sattı ve Barış Manço hayatındaki tek Platin Plak Ödülü‘nü işte o zaman kazandı. Ödülünü Nisan 1971 İstanbul Fitaş Sineması’ndaki konseri sırasında oyuncu Öztürk Serengil verdi.
Dağlar Dağlar başarısı ile Türk müziği piyasasına tam anlamıyla girmişti Barış Manço. Bugün bile dilimizde olan o türkü, işte o günlerde Barış Manço’yu resmi anlamda hayatımıza kattı.
1970 yılı Barış için oldukça başarılı ve güzel geçiyordu. Bir ilk daha yaptı ve ünlü Moğollar grubu ile birleştiler. Çünkü iki tarafın da amacı ortaktı: Türk kmüziği ile Avrupa’da ünlü olmak.
Barış Manço’nun müziği o zamana kadar hala Batı’nın etkisindeydi ve Moğollar da Anadolu pop tarzında müzik yapıyordu. Ama artık bir bütün olmaya karar vermişlerdi.
Hatta Barış Manço bir röportajında şöyle söyledi: “Artık biz bir bütünüz. Ne ben Moğollar’ın şarkıcısıyım, ne de onlar benim grubum. Yepyeni bir grup olduk. Adımız MançoMongol. Kafaca anlaşan, aynı fikir seviyesine gelmiş olan bizler, yaptıklarımızın daha iyi olması için, sesimizi bütün dünyaya kuvvetlice duyurabilmek için, baş başa vermenin zamanı geldiğini anladık”
Manchomongol’un ilk Türkiye konseri Barış Manço’nun Platin Plak Ödül töreninin yapıldığı Fitaş Sineması’ndaki konserdi. Sadece bir ay içinde bugün hala dilimize dolanan türküler kaydettiler. Bunlardan ”İşte Hendek İşte Deve” tıpkı Dağlar Dağlar gibi çok ilgi çekti ve artık Barış Manço klasiklerindendi.
Haziran 1971’de grupta çıkan anlaşmazlıklar ve Barış’ın sağlık problemleri sebebiyle Machomongol dağıldı.
1971 – 1972 yılları Barış Manço’nun birçok sanatçı ile çalışarak Kurtalan Ekspres’i kurma çabalarıyla geçti. 1972’de Kıbrıs’a giderken asker kaçağı olarak alınan Barış, Belçika Kraliyet Akademisi diploması sayesinde yedek subaylık hakkı kazandı. Ancak askere gitmeden önce Kurtalan Ekspres’i kurdu.
Kurtalan Ekspres adını İstanbul’dan Güneydoğu’ya giden trenden alıyordu. Barış, Mayıs 1972’de grupla stüdyoya girerek ”Ölüm Allah’ın Emri” ve ”Gamzedeyim Deva Bulmam’ı kaydetti. Bu şarkıların yer aldığı plağı da yayınladıktan sonra gönlü rahat bir şekilde ancak kafasında yarım kalmış birçok projeyle askere gitti.
Kurtalan Ekspres dağılmayacağını ve Barış Manço’yu bekleyeceğini açıklamaıştı. Barış Manço askerliği boyunca ordu evinde sahne alsa da dinleyicisine ulaşma ihtiyacını hissediyordu.
Eğitim dönemi biter bitmez plak ile dinleyicisine ulaşma yollarını denedi. Kurtalan Ekspres ile ”Küheylan” ve ”Lambaya Püf De” şarkılarını kaydederek peruklu bir fotoğrafının bulunduğu bir zarfla piyasaya sürdüler.
Küheylan’ın sözleri ve Ağustos 1973’te yayınlanan askerlik sonlarında tamamlanmış olan albümlerde geçen şarkılar sebebiyle Barış Manço ülkücü olarak eleştirilecekti.
İlk video klibini hey Koca Topçu şarkısı için yine bu dönemlerde çektiler. Kurtalan Ekspres grubu olarak çektikleri klip ilgi çekmişlti.
Artık 70’lerin ortalarına geldiğimizde Cem Kara solun, Barış Manço ise sağın sembolü olarak tanınıyordu. Ancak Barış Manço konserlerindeki Bozkurt işaretlerine karşı durarak müziklerinin herkes için olduğunu vurgulamak adına, Hey Koca Topçu’yu sol yumruğunu kaldırarak söylüyordu.
1976’da Kurtalan Ekspres’ten Özkan Uğur’un ayrılmasından sonra bir çatırdama başladı ve bilindik senaryo devreye girdi. Birileri gitti, birileri geldi, ama grup dağılmadı.
Bu sırada Barış, Baris Mancho albümüyle yurt dışında son denemesini yapıyordu. Avrupa’da Baris Mancho, Türkiye’de ise Nick The Chopper adıyla satışa sunuldu. Ancak Doğu ülkelerinde liste başı olsa bile , bir şansı yoktu. Bu albüm başarısız olmuştu. çünkü değerini Doğu ülkelerinden başkası bilemedi.
Barış Manço, değerinin bilinmediği zamanlar yaşıyordu. CBS firması desteğiyle Londra’da Rainbow Tiyatrosu’nda Kurtalan Ekspres ile konser vererek Türkçe ve İngilizce şarkılarda ruhunu semaya uçuruyordu.
Ancak konserden sonra karaciğer enfeksiyonu geçirdi ve karın boşluğunda bağırsağına yapışan bir tümör nedeniyle Belçika’da ameliyat oldu. Sağlık problemleri ne yazık ki onu bir süre müzikten uzakta bırakacaktı.
Barış Manço müziğin aşkına o kadar düşmüştü ki, evlilik konusunda pek başarılı olamıyordu. Ancak 1975’te tanıştığı Lale Çağlar onun sonsuz eşi olacaktı.
18 Temmuz 1978’de Barış Manço ve Lale Çağlar evlendi ve müzikle dolu bir masalla bir ömür mutlu yaşadılar. 19 Mayıs 1981’de ilk çocukları Doğukan Hazar Manço, Temmuz 1984’te de ikinci çocukları Batıkan Zorbey Manço da onlara katılacaktı.
Haziran 1978’de Barış Manço yeni plağını hazırlamak için çalışıyordu. Barış Manço’nun Kurtalan Ekspres ile 6 ay boyunca çalıştığı albüm 1979’da başarıyla yayınlandı.
”Yeni Bir Gün”, Barış Manço’nun Türk,iye’deki yerini sağlamlaştırdı. Barış, birçok röportajında bu dönemi ustalığa geçiş olarak açıkladı. 1979’da Cem Karaca’nın Türkiye’deki etkisini yitirmeye başlaması da Barış Manço’nun Türkiye’de yeniden doğuşunu hızlandıran önemli bir olaydı.
Barış Manço Türkiye’ye girdiği bu albümle progresif rock için en iyi örnekelrdendi. ”Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”, ”Aynalı Kemer” gibi şarkılarla sonunda bizim Barış abimiz oluyordu. Üstelik de kendi tarzından ödün vermeden.
Onu bunca sevmemizin en önemli sebeplerinden biri de buydu; birbirine zıt duracak iki şeyi bir araya getiriyor ve mükemmel yeteneğiyle onu bize sevdiriyordu. Progressive müzikle harmanladığı bu güzel şarkılar elbette hit olmuştu.
Barış Manço, 1979’da Yılın Erkek Sanatçısı ünvanına sahip olmuştu. Yeni Bir Gün şarkısı bunun yanında, Yılın Bestecisi – Albümü – Düzenlemesi ödüllerini de getirmişti.
Bu güzel anların nazarı elbet çıkacaktı. Onu gönlümüzün sanatçısı yapan şarkılarını söylediği Belçika konserinden dönerken Edirne’de bir trafik kazası yaşandı ve belk kemiği çatlayan Barış Abi iki ay sahnelerden uzak kaldı.
Barış Manço bu dönemde ilk kez başka bir sanatçıya beste verdi. Siparişi üzerine Nazan Şoray için hazırladığı ”Hal Hal” şarkısının kaydında yine Kurtalan Ekspres vardı ve 45’lik olarak yayınlandı.
Bu şarkı değerini buldu ve yılın şarkısı ödülünü kazandı. Nazan Şoray’a da Altın Plak kazandırdı.
Bu şarkıyı daha sonra Barış Manço kendi sesinden de seslendirecekti. ”Eğri Büğrü” ile birlikte yayınladığı bu plak Barış Manço’nun son plağı olacaktı. ”Hal Hal” 80’lerin popüler şarkısıydı artık ve Türk halkı bu takıyı bu şarkıyla öğrendiğinden Barış Manço ile bir anılacaktı.
Temmuz 1981’de ”Sözüm Meclisten Dışarı” albümü yayınlandı ve bu albümde yer alan ”Arkadaşım Eşek” büyük küçük herkesin beğenisini kazandı.
Ayrıca ”Dönence” ve ”Gülpembe” ile 80’li yıllar boyunca devam edecek bir üne sahip oldu. Özellikle Gülpembe çok merak uyandırdı. Oysaki Barı Manço onu 1957’de Şeker Bayramı’nda yitirdiği babaannesi Nimet Hanım için yazmıştır. Şarkının duygusu salt sevginin ta kendisidir.
Barış Manço bu yarışmanın TRT tarafından yapılan Türkiye elemelerine ”Kazma” şarkısıyla katıldı. Çok beğeni toplasa da jüri tarafından ön elemeyi geçemedi.
Bu elemeden sonra Barış Manço şunları söyledi: “Aslında benim jürim elli milyondur. Esas kararı onlar verecektir. Döneceğim ve parçayı plak yapacağım. O zaman her şey ortaya çıkacak”
Gerçekten de o zaman her şey ortaya çıkmıştı.
Barış Abi artık gerçek bir ağabeydi. 1983’teki ”Estağfrullah… Ne Haddimize!” albümündeki ”Kazma” ve ”Halil İbrahim Sofrası” gibi şarkıların sözleriyle adeta Türk halkının söylemek istediklerini söylüyordu.Bu albümde ”Kol Düğmeleri’ni de tekrar düzenledi ve bu haliyle de büyük beğeni topladı. Bunun üzerine 1983’te Türk pop müziği dalında yılın sanatçısı seçildi.
1985’teki 24 Ayar albümü kapağında Kurtalan Ekspres yazamyan ilk Barış Manço albümüydü. Aslında Kurtalan Ekspres Barış Manço’ya eşlik etmişti.
Bu albümle birlikte soundu değişen Kurtalan Ekspres, Barış Manço için son kez canlı çalmıştı. Çünkü Barş Abi, artık albümlerinde bilgisayar soundlarına yer vererek Kurtalan Ekspres’i de sadece sahnede tutmak niyetindeydi. Ancak 1988’den sora Kurtalan Ekspres adı grubun kendi içinde yaşadığı sorunlar sebebiyle sadece Barış Manço konserlerinde göründü.
Barış Manço bu albümünde daha çok çocukların ilgi odağı olmuştu. Bundan sonra da hep çocukların Barış Abisi olacaktı.
Barış Manço’nun müziğe olan tutkusu malumdu ama her zaman kafasında kurduğu TV projeleri de vardı. Özellikle çocuklara yönelik bir program her zaman hayaliydi. Sonunda bu hayali de gerçek oldu. İyi ki de oldu. Yoksa biz Barış Abisiz bir dünyada 90’lar kuşağı oalrak nasıl büyürdük…
TV projesini hayata geçirmek için TRT 1 kanalına daha önce yapılmamış bir program önerisiyle gittiğinde bunca zaman ona olumsuz yanıtlar veren kanal bu sefer katısız kalamadı. ”Barış Manço ile 7’den 77’ye” 1988 yılında dünyaya gelmiş oldu. Böyle dile getiriyorum, çünkü hepimizi onunla buluşturan bu program Barış Abi’nin üçüncü çocuğu olmuştu.
Gerçekten adı gibi 7’den 77’ye herkesin ilgisini çekmişti. Tabi ki başta biz 90 kuşağı çocuklarını, sonra da o çocukların ebeveynlerini ekrana kitliyordu.
Bu programla hepimiz Barış Abi’yle beraber gittiği 150’den fazla ülkeye gidip oraları gezerek onunla birlikte ”dünyanın en çok yer gezen çocukları” olduk ve Barış Abi hepimize yolculuk boyunca uslu durduğumuz için, söz dinleyip ıspanak yediğimiz için, bayram sabahları erkenden kalktığımız için hep 10 puan verdi.
”Adam Olacak Çocuk” ile çocuklara övgüler verirken, ”ikinci Kahvaltı”, ”Dönence” ve ”Dere Tepe Türkiye” ile yetişkinlerle buluştu.
Barış Manço 1 Şubat 1999’da Moda’daki evinde kalp krizinden öldü.
Bence hepimizin sevgisini yüreğinde taşımak, kan pompalaması gereken bir organa fazla gelmişti. Barış Abi bizleri bırakıp sonsuzluğa gitti.
Devlet sanatçısı ünvanı olan Barış Manço’ya devlet tarafından ona yakışır bir tören düzenlendi. 3 Şubat 1999’da üzerinde Galatasaray bayrağı da bulunan Türk bayrağına sarılı tabutu Atatürk Kültür Merkezi’ne getirildi ve bir tören yapıldı. Kanlıca Mihrimah Sultan Mezarlığı’nda toprağa verildi. Mezarına ”Gesi Bağları” yorumundan sebep Kayseri Gesi beldesinden getirilen topraktan atıldı.
Barış Manço’nun ölümünden sonra Kadıköy Moda’daki köşkü müze haline getirildi. Şu anda Barış Abi’nin kişisel eşyalarını nsergilendiği bu müze şarkıları ve sevgimizle birlikte hala onu yaşatmaktadır.
Hepimiz onun gözünde adam olacak çocuklardık ve bir şekilde hepimiz ”adam” olduk. Onu yanıltmayan bizler adına ve sizlerin de yerine bu satırlardan uzanıp önce sevgimizi, sonra özlemimizi iletiyorum Barış Abi’ye. En çok 10 puanları özlediğimizi ve her bayram sabahı erkenden kalktığımızı bilmeni istiyorum.
”Adam Olacak Çocuk” ile yetenekelrimizi keşfetmemizi sağladığın için, ”7’den 77’ye” hepimizin sevgilisi olduğun için, bize yüzlerce ülkenin varlığını daha küçücükken öğrettiğin için ”İkinci Kahvaltı” ile aile büyüklerimizle buluştuğun için, hepimizin kalbinde kurduğun taht için, seni böylesine sevdiğimiz için, önce kendi adıma sonra da sizler adına çok ama çok teşekkür ederim Barış Abi. Çünkü biz seni 7’den 77’ye hep çok sevdik.
Sen iyi ki vardın ve şimdi biliyorum ki, olmasaydın, olmazdı…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
İçindeki yoğun insanlık sevgisini taşırıp boyalarla tuvallere aktaran adam, Vincent van Gogh. Yaşadığı sefil ve yardım dolu bir hayattan sonra elinde kalan ünlenmiş, mükemmel tablolarıydı. Ama o tabloların ününü de ancak öldükten sonra gökyüzüne yükselen özgür ruhu görebildi.
Dünya gözüyle görüp öğrendikleri Vincent’in ancak canını yakmış, onu her yarasının üstüne bir pansuman yapmak zorunda bırakmıştı.
Vincent içinde taşıdığı tüm duyguların karşılığını bir renkte buldu ve onlara can verdi. Suya düşse yağmur damlası, yere düşse toprak parçası zannedip geçeceklerdi. Oysa o, resim yapmayı seçti. Renklerin insanlara getirdiği özgürlüğü balonlara asılı bırakıp insanların görmesini sağladı. Sadece insanlar bunu fark ettiğinde Vincent de balonların yanındaydı, hepsi bu.
Vincent 30 Mart 1853’te dünyaya geldiğinde ailesi Hollanda’nın güneyindeki Brabant bölgesindeki Groot – Zundert köyünde yaşıyordu. Babası da bu köyün papazıydı.
12 yaşına geldiğine komşu kasabanın okuluna eğitim için gönderilmişti ki, okulu yarıda bıraktı. Çünkü her şeyi çok yavaş anlıyordu ve zekasındaki bu durum onu okuldan soğutmuştu. Böylece eğitim – öğrenim hayatını zirvede bıraktı.
Okulu bıraktıktan sonra Vincent avare ve yalnız bir çocukluk geçiriyordu. İçine kapanmıştı. Babasının desteğiyle 16 yaşında La Haye’deki resim galerisinde memuriyet görevi ile iş hayatına başlamış oldu. Bundan sonraki durağı da Brüksel’deki Goupil galerisiydi ve 1873’te Londra şubesine ataması yapıldı.
Resim bir virüs gibi kanında dolaşmaya inceden başlıyordu. Sadece Vincent bunun farkında değildi.
Vincent, Londra Goupil Galerisi’nde çalışırken, burada kirada yaşıyordu. Ev sahibinin kızı Ursula Loyer’e aşık olmuştu.
Vincent 22 yaşındaydı. Hissettiği aşk, ruhunu bir mengeneye sıkıştırmış ve boğuyor gibiydi. Ursula olmadan yaşayamayacağı düşüncesi içinde bir çığ gibi büyümeye başladığında onunla evlenmek istediğini söyledi.
Ancak genç Vincent’in aşkı ne yazık ki tek taraflıydı. Evlilik teklifine aldığı olumsuz cevabın karşısında dünyada onun için olumlu olabilecek hiçbir şey kalmamıştı.
Bu yaşadığı ilk aşk ve ilk hayal kırıklığıydı. Bu psikolojiyle orada daha fazla kalamazdı. Olay mahallinden kaçarak uzaklaştı.
Londra’dan kaçışı Goupil Galerisi’nin Paris şubesine oldu. Ancak içinde bulunduğu kıskaç onu sıkıştırmaya devam ediyordu.
Haliyle burada da barınamadı. Üzüntüsü, öfkesi bardaktan boşalırcasına etrafına dökülüyordu. Müşteriler, yöneticiler hepsi bu sağanak yağıştan nasibini aldığında yaşadığı anlaşmazlıklar ona evin yolunu gösterdi.
Hayat artık anlamsız ve her zamankinden daha zordu. Tüm acılar üstüne gelmiş, birkmiş, bir şovalye gibi savaşmak isterken o sessizdi.
Kendini resim yapmaya verdi. Kimi zaman ne yapacağını bilmez halde sokaklarda dolanırken, arada aklını başına devşirebildiği nadir zamanlarda da resim galerileri ve müzeleri dolaşıyordu. Yine de çoğunlukla resim yapmanın büyüsüne kapılmak daha cazip geliyordu.
Artık sokakları dolaşmak Vincent’e yetmediğinde başka şehirlere, ülkelere açılmıştı. Gittiği her yerde başka bir iş yapıyordu. Dil öğretti, rahiplerin yardımcısı oldu, kitap satıcılığı yaptı.
Brüksel’e gidip ilahiyat dersleri aldıktan sonra Belçika’daki Borinage madenlerinde papazlık yaptı. Sefalet bütün gerçekliğiyle Vincent’in hayatında kol geziyordu. Bundan başka madenciler için de savaşıyordu. İşte o andan sonra kesinlikle deli olarak anılmaya başlamıştı.
Madencilere yardım için çırpınıyor, bin bir güçlük karşısında adeta direniyordu. Bu aslında kendi iç dünyasında direnemediklerine karşı da açtığı bir savaştı belki. Yine de köylüler ve madencilerin gözünde Vincent artık çağdaş bir İsa’ydı.
Vincent günden güne daha da kötüleşiyordu. Bu savaş onu çok fazla yormuş ve hasta etmişti. Öylesine fakirleşmişti ki, köylülerin sadakasıyla günü bitirmeye çalışıyordu. Kardeşi Theo neredeyse ölmek üzere olan Vincent’i alıp Brüksel’e götürdü.
Hayatı kurtulmuştu, fiziksel olarak her şey normal seyrine dönüyordu. Ama Vincent’in ruhundaki yaralar hala derindi. Aşk acısı, madenciler için savaşırken tanık oldukları kafasında her şeyi sorgular hale getirmişti Vincent’i. Tanrı’ya olan inancını kaybetmişti.
Vincent’ın sağlığı artık daha iyiydi. Ressam Ridden van Rappart ile tanıştığında ondan dersler aldı. Çünkü artık resim içinde büyütmek istediği tek tutkuydu. Anatomi ve perspektifi öğrenmişti bile.
Theo da kardeşinin resme olan yeteneğini fark etmiş, ona maddi destek veriyordu.
Ailesi Etten şehrine yerleşmişti. Vincent ailesinin yanına döndü. Dul kuzeni Kate’i uzun zaman sonra ilk kez görüyordu ve Kate kalbinin ritmini tekrar değişmişti. Ursula’dan sonra tekrar atmaz sandığı kalbi, belli ki sadece kan pompalamaktan sıkılmıştı.
Ancak Kate de Vincent’in evlenme teklifini reddetti. Bir kez daha hayalleri kırılmıştı. Ama en azından bu sefer tecrübeliydi.
Hemen kafasının içinden bir yara bandı çıkardı, özenle yapışkanlı kısmın üzerindeki koruyucu kağıdı sıyırdı ve yaralı kısmın üzerindeki kana aldırmadan yapıştırdı. Üstelik bu sefer yara bandı renkliydi. Çünkü Vincent’in fırçası ve boyası vardı.
Vincent, 1883’e kadar La Haye’de kalarak, akrabası olan, ünlü ressam Mauve’den resim dersleri aldı. Önündeki iki yıl içinde ilk yağlı boya tablolarını yapacaktı. Bu Vincent için bütün güzel şeyler adına attığı en güzel adımlardandı. Artık fırça darbeleri ile her şeyi renklendirebilirdi.
Kalbini bantladıktan sonra kendine vereceği ikinci bir emire kadar o bandı oradan çıkarmamaya karar verdi.
Bir süre Clasina Maria Hoornik (Sien) adlı bir fahişe ile yaşadı. Aşk adını vermiyordu. Araya çizdiği çizgi fazlasıyla inceydi. Ancak bu ilişki de Theo’nun hoşuna gitmemişti, kardeşine yakıştıramıyordu. Daha sonra Vincent’in birçok tablosunda Sien olacaktı.
Bir daha kalbim kırılmayacak diye antlar verdiği zamanlardı. Neredeyse mutluydu. Ailesinin yanına döndü. Burada komşusu Margot Begemann ile aralarında aşk desen olmaz, demesen daha da büyük yalan sayılacak bir sevişme başlamıştı. Kalbindeki yara bandı artık kabuk bağlamış yaranın üzerinde daha fazla kalmak istemiyordu. Bunu fark eden Vincent, o yara bandına daha fazla ihtiyacı kalmadığını düşündü ve onu çekti. Hisettiği sızıya da hiç aldırmadı.
Bu sefer Vincent’in engeli kendi ailesiydi. Margot ile evlenmesine razı olmadılar. Margot da bu durum karşısında fazlasıyla güçsüzdü ve intihara kalkıştı. Bu olay karşısında Vincent çok fazla sarsıldı. Kendini bir kez daha çıkmazdan kurtarmak için dişlerini çok fazla sıkmak ve bedenini sessiz çığlıklardan korumak zorundaydı.
Vincent’in babası 1885’te öldü. Margot ile yaşadıklarından sonra da onu buralara bağlayan pek bir şey kalmamıştı. Kardeşi Theo’nun isteğiyle bir yıl sonra Paris’e taşındı. Theo, kelimenin tam anlamıyla kardeşine bakmayı görev edinmişti. Özellikle resim ile ilgili desteği sonsuzdu.
Hazırlanmış bunca zeminden sonra Vincent üzerine düşeni yaptı ve ressam Cormon’un atölyesine kayıt oldu. Burası onun için yeni bir başlangıçtı. Özellikle empresyonist ressamlarla tanışma fırsatı buldu. Toulouse – Lautrec, Pissarro, Signac, Seurat ve Gauguin ile de tanışmıştı. Hepsinden ayrı etkileniyordu.
Bir dönem de Pointillist tekniğini benimsedi. Resimlerinde bir dönem bu tekniğin etkileri görüldü. Paris’te yaşadığı bir yıl içinde 200’den fazla resim yapmıştı.
1888’de Lautrec’in fikriyle Güney Fransa’da Arles kasabasına gitti. Daima güneşli ve sıcak olan bu kasabada Akdeniz’in rengi Vincent’i büyülemişti. Gaugin de gelip ona misafir oldu.
Hayat belki de Vincent için Paris’ten sonra başlamıştı.
Vincent yaralı kalbinde kelimelere dökemeyip taşırdığı mükemmel bir insan sevgisi taşıyordu. O da kendini boyalarla ifade etmeyi seçti. Bunu yapmak zorundaydı. Çünkü insana ve resime duyduğu aşk kalbinin kabuk bağlamış yaralarını parçalayıp üstünde tepiniyordu.
Artık sürekli resim yapıyor, içindeki salt sevgiyi böylece insanların üzerine bir hükümlülük gibi bırakıyordu.
Resim artık öylesine hayatının bir parçası olmuştu ki, fırçayı bir kenara attı ve artık sadece boya tüpünü tuvalin üzerine öylece sıkıp parmaklarıyla o boyayı zevkle eziyordu. Hatta bazen boyaya duyduğu aşkla deliriyor ve tadına varmak için yiyordu. Yemeklerinin rengini veren artık boyalardı.
İlk geldiğinde büyülendiği kasabanın güneşi, yaz aylarına Vincent’i bunaltmaya başladı. Tarlada güneş altında çalışmak zorunda olmak Vincent’in sinirlerini yıpratmıştı. Gaugin ile yaşamak da pek kolay sayılmazdı.
23 Aralık 1890 gecesi Gaugin’in küstah tavırları Vincent’i deli etmişti. O an oralarda usturasını gördü ve bir sinirle Gaugin’in gırtlağına doğru götürdü. Her şey çok hızlı gelişiyordu. Gaugin kendini korumayı başardı. Ancak bu sefer de hırsını alamayan Vincent, usturayla kendi kulağını kesti.
Her şey sıradan bir andan ibaret gibiydi. O anda dünyanın başka bir yerinde de biri örneğin burnunu kesiyor ya da gözünün birini oyuyor olabilirdi. Öylesine bir soğukkanlılıkla kestiği kulağını şehrin genelevinden tanıdığı bir kıza götürdü.
Gaugin o geceden sonra kaçmıştı. Yine Vincent’i kurtarmak için Paris’ten gelen Theo onu hastaneye yatırdı ve kulağını tedavi ettirdi. Burada tedavisi sırasında halüsinasyonlar görmeye başladı. Bu yeni şeylerin habercisiydi. Belli ki, yara bantları onu ancak şimdiye kadar getirebilmişti.
Vincent van Gogh hayatının en muhteşem 200 tablasunu Arles’te yapmıştı. Oraya her şeye rağmen duyduğu bir bağlılık vardı. Bu yüzden kendi isteğiyle burada Saint – Remy akıl hastanesine yattı. Buradan sonra başka bir akıl hastanesine daha gönderilecekti.
Kırmızı Üzüm Bağı adını verdiği tablosu Vincent hala yaşıyorken satılan ilk ve son tablosuydu. Bu onun resim adına aldığı bir ödül ve mutlu olduğu anlardan birinin karşılığıydı. Mercure de Francce dergisinde de hakkında ilk kez bir yazı yayınlandı.
Vincent hastaneden taburcu edildiğinde Theo onu tekrar Paris’e getirdi. Ancak Vincent, 27 Temmuz 1890 günü tarlalara resim yapmaya gitmişti ki, daha önceden bulduğu bir silahı göğsü ile karnı arasında ateşledi. Onu bir yandan büyüleyen bir yandan delirten güneş, ölümüne şahitlik etmek için o gün daha da acıklı parladı.
Ona yetişen yine Theo oldu ama onu sadece 2 gün daha da yaşatabildiler. 29 Temmuz’da öldü.
Bir yıl sonra da Theo öldü. Auvers’e Vincent’in yanına gömüldü.
Vincent yaşarken zaten kendinden öceki dönemlerin çok sağlam olarak kabul görmüş tekniklerini kumdan bir kale gibi tek hamlede yıkmıştı. Şimdi de ölümünün üzerinden 10 yıl geçmişken ortaya çıkan Fauve akımının ressamlarına örnek oluyordu. Ayrıca ondan etkilenen ekspresyonistler de vardı.
Vincent öldükten sonra Paris’te Bağımsız Sanatçılar Sergisi’nde teşhir edilen eserleriyle bir anda ünlü oldu. 37 yıllık hayatı buna vefa vermedi ama, son 3-4 yılda yaptığı tablolar ile resim dünyasının ölümsüzlerinden olmayı başardı. Belli ki yaşarken yara bantlarını fazla sıkı sarmıştı.
Vincent yatak odasını resmeden neredeyse birbirinin aynısı üç tablo yaptı. Ona göre bu remin anlamı derindi. Farklı renklerin birbiriyle uyumu söz konusuydu. Yaptığı ilk yatak odası tablosu bugün Amsterdam Müzesi’nde sergileniyor. İkincisi Chicago’daki Art Institute’de ve üçüncü tablo da Paris’te Musée d’Orsay’da bulunuyor.
Üçüncü yatak odası tablosunda odanın içindeki tablolardaki görüntüyü değiştirmiş kendini ve kız kardeşini yerleştirmiştir.
Bu tablo Vincent van Gogh denildiğinde muhtemelen ilk akla geleni. Çünkü üzerine çok konuşulan ve çok tartışılan bir tablo oldu. Vincent bu tabloda kendine ait bütün teknikleri kullandı ve özgürlüğünü kanıtladı. Bu tablo birçok şiire, şarkıya, romana konu oldu.
Vincent Yıldızlı Gece’yi Saint – Remy akıl hastanesinde odasının penceresinden güneşi izlerken etkilendiği görüntü ile yapmıştı. Gökyüzünün bu görüntüsü onu öylesine etkilemişti ki, görüntünün şekil değiştirmesi önemli değildi. O her şeyi hafızasına kazımıştı.
Vincent Paris’te gördüğü bir kafenin renklerinden çok etkilenmiş ve resmini yapmaya karar vermiş. Az ışık altında gece yapma fikri daha cazip gelmiş ve mükemmel tablo ortaya çıkmış.
Vincent, Gaugin kendisini ziyarete geleceği zaman onu odasını süslemek için yapar aslında ay çiçekli tablosunu. Gougin de bu tabloyu çok beğenir.
Ama yine de bir yandan da artık Vincent’i temsil eder ay çiçekleri. Kendisiyle anılmaya başlayacak bir obje olsun diye de düşüdüğü söyleniyor.
Vincent, Gaugin ile yaşadığı talihsiz geceden sonra kesik kulağını gösteren otoportresini yapmıştır. Üstelik bu olay yaşandıktan sadece iki hafta sonra. Aslında belki de amacı akıl hastanesinde kalmasına gerek olmadığını doktorlarına ispatlamaktır.
Renkçilikte ve boyaları kullanmakta Vincent özgürlük bayrağını sonsuzluğa taşıyanlardan olmuştu. Vincent resim yaparken bir konuya ihtiyaç olmadığını, herhangi bir konunun sanat gücünü ifade edebileceğini savunuyordu ve ölmeden bunu ispat etti. Vincent, ruhunu bir kuşun kanadına takıp boyalarla gökyüzüne gönderip tuvallere oradan bırakmış bile olabilirdi. Böylece özgürlük tam bir ballı lokma olarak tuvalden yansırdı, güneşe ne hacet, rüzgar essin yeter.
Damla Karakuş
[email protected]
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Sabahattin Ali, Türk Edebiyatı’nda özel bir yer edinmiş o güzel adamlardan biri. Toplumcu gerçekçi yazarlardan biri olarak kabul görmüş. Kürk Mantolu Madonna’yı, sonra İçimizdeki Şeytan’ı Kuyucaklı Yusuf’u yazdı ve hepsi Türk Edebiyatının önemli yapı taşlarından biri oldu. Özellikle Kuyucaklı Yusuf, 100 Temel Eser’den biriydi.
Okumak da yazmak da hayati telaşeleri arasında yer aldı hep. Yemek yer gibi, su içer gibi okudu ve onu güldüren, ağlatan, kızdıran, sevindiren ne kadar duygu varsa, hepsini bir araya toplayıp yazdı. Başka türlüsü mümkün olamazdı…
Sabahattin, 25 Şubat 1907’de, Edirne’nin Gümülcine Sancağına bağlı Eğridere’de, Hüsniye Hanım ve Ali Selahattin Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi.
Ali Bey, Eğridere’de zabit olarak çalışırken tanışmıştı Hüsniye Hanım’la, kendisinden 16 yaş küçüktü. Evlendiler. Ali Bey, dönemin entelektüel kesiminden Prens Sabahaddin ve Tevfik Fikret ile derin bir dostluk içindeydi. Bir gün çocukları olduğunda onlara dostlarının isimlerini vermek istiyordu. Allah gönlüne göre vermişti. İlk oğluna Sabahattin, diğerine de Fikret (1911) adını verdi. Uzun bir aradan sonra 1920’ye gelindiğinde, Süheyla adını verecekleri, ama aile içinde “Süha” diye çağıracakları, kızları da katılacaktı aralarına.
Ali Bey, I. Dünya Savaşı yıllarında “Divan-ı Harb Orfi Reisi” olarak Çanakkale’ye çağırıldı. Ailesini geride bırakmadı, hep birlikte yola düştüler ve 4 yıl orada yaşadılar. Aslında isteği biriktiği parayla İzmir’de tiyatro veya gazino işleriyle uğraşmaktı. Ancak İzmir’in işgali ile yolunda giden şeyler de rayından çıkmıştı. Bunun üzerin Edremit’e, Hüsniye Hanım’ın babasının yanına yerleştiler.
Hüsniye Hanım, evlendiğinde henüz 16 yaşındaydı ve ruhsal sorunlar yaşıyordu. Defalarca intihara kalkıştı. Evet, hayatta kalmayı başarmıştı; ama Sabahattin’in pek yanında olamamıştı. Çok küçük yaşta anne olmasından mütevellit onunla ilgilenememiş; diğer oğlu Tevfik’e daha yakın durmuştu. Bu durum Sabahattin’in içine kapanık bir çocukluk yaşamasına sebep olacaktı. Sabahattin arkadaşlarıyla oynamaktansa evinde kitap okumayı ya da resim yapmayı tercih ediyordu. Yine de başarılı bir öğrenci olmaktan hiç ayrılmadı.
Sabahattin, eğitimine 7 yaşında İstanbul, Üsküdar’da Doğancılar mahallesinde “Füyûzâtı Osmâniye Mektebi”nde başladı. Çanakkale’ye gitmek söz konusu olduğunda eğitimine “Çanakkale İptidai Mektebi”nde devam edecekti. Ancak bu sefer de seferberlik ilan edildi ve okul öğretmensiz kaldığı için kapatıldı. Okulun tekrar açılmasında babası Ali Bey’in çabası yadsınamazdı…
Daha sonra Edremit İptidai Mektebi’nde başarılı bir öğrenci oldu. Okumaya fazlasıyla özeniyordu. Özellikle babasının arkadaşı Mehmet Şah Bey’in özel ilgisi, bu konudaki en güzel teşvikiydi. Her ne kadar sorunlarla karşılaşıp bölünmeler yaşasa da başarılı bir öğrencilik geçirmişti.
1921’de Edremit İptidai Mektebi’nden mezun oldu ve bir yıl kalmak üzere İstanbul’a büyük dayısının yanına geldi. Ardından Balıkesir’e döndü; “Balıkesir Muallim Mektebi”ne kayıt yaptırdı.
Okul hayatı boyunca şiirler, hikâyeler yazmak onun için en büyük keyif kaynağıydı. Muallim Mektebi’nde şiir ve hikâye konularında deneyim kazandı. Artık kendini geliştirmek için gazete ve dergilere yazılarını göndermeye başlamıştı. Bu okul ona yaramıştı. Arkadaşlarıyla birlikte bir okul gazetesi çıkardı. Sessiz geçen çocukluğunun üzerine belki de sosyalleşerek kendini buluyordu.
Günlük tutmaya da başlamıştı. Sanata olan ilgisini ve bağını güçlendirmek için daha çok sinema ve tiyatroya gitti. Ruhu özgürlük için vardı ve okul disiplini onun için biraz fazlaydı. Daha çok sinema ve tiyatro seyretmesinin bir sebebi de buydu. Okul müdürü bunu fark ettiğinde Sabahattin’i ailesinin yanına göndermekle tehdit etti.
Annesinin intihar girişimleriyle büyümüş bir çocuktu o. Blöf olarak nitelendirdiği bu intihar girişiminden arkadaşı ve öğretmenleri sayesinde döndü. Çok geçmeden okul müdürünün yardımlarıyla İstanbul’a naklini aldırdı. Burası onun için daha iyi olmuştu. Edebiyat Öğretmeni Ali Canip Yöntem en büyük destekçisiydi. Eğitimine devam ederken “Çağlayan ve Akbaba” gibi dergilerde şiir ve hikâyeleri yayımlandı. Hayatı bir düzene girmiş gibiydi. Bu sefer de annesinin sağlık sorunları artmıştı.
21 Ağustos 1927’de öğretmenlik diplomasını aldı.
Sabahattin’in ilk görev yeri Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu oldu. Dayısı Rıfat Ali Ertüzün, Yozgat Devlet Hastanesi’ne başhekim olarak atanınca yeğeninin de yanında olmasını sağlamıştı. Bir süre sonra ailesi de Sabahattin’in yanına gitti.
Çevresi dayısının da etkisiyle oldukça genişlemişti; ama Sabahattin’e sorsan onu anlayacak kime yoktu. Çünkü yazdıklarını okutacağı, paylaşacağı birilerini bulmakta zorlanıyordu. Kim bilir belki de içinde tek taraflı aşka dönüşmüş arkadaşı uzaklarda olduğundan böylesine yalnız hissediyordu.
Nahit Hanım ile öğretmenlik stajı sırasında tanışmıştı. Başta ziyadesiyle dostluk havasında olan bu arkadaşlık, zamanla tek taraflı bir aşka dönüştü. Burada yazdığı bütün şiirlerde buram buram Nihat Hanım vardı. Hatta 2 Şubat 1928’de “Servet-i Fünun” dergisinde yayımlanan “Bir Macera” adını verdiği şiirini yine Nihat Hanım’a ithaf etmişti.
Hatta ve hatta karşılık bulamadığı aşkını 1927’de “Ne Kazandık”, “Kalbimde Aşkınız”; 1928’de “Ebedi”, “Yat ve Uyu”, “Bütün İnsanlara”, “Firar”, ve “Kudurmak” adını verdiği şiirlerinde anlattı.
Sabahattin, Yozgat’ta bir yıl geçirdi. İstanbul’a gitmek istiyordu. Dayısı da Ankara’da özel bir hastane açtığı için buradan ayrılıyordu.
Sabahattin, İstanbul’a tatile giderken Ankara’ya uğradı. Niyeti Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki tanıdığı kişilerin yanına gidip Yozgat’tan ayrılma isteğini dillendirmekti. Bu isimler onu dinledi ve genç bir öğretmen oluşunu vurgulayarak Avrupa’ya gitmesi konusuna dikkat çekti.
Sabahattin’in de aklına yatmıştı bu fikir. Kasım 1928’de Türkiye Cumhuriyeti tarafından eğitim amacıyla Almanya’ya gönderildi.
15 gün Berlin’de kaldı ve sonra Potsdam’a yerleşti. Dil öğrenmek en büyük kaygısıydı. Önce yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak yerleşti. Sonra da özel bir kurumda Almanca kursuna başladı.
Bir yandan da İstanbul’u ve karşılıksız aşkını çok özlüyordu. 1 Ocak 1929’da Nahit Hanım’a yeni yıl hediyesi bir şiir gönderdiyse de cevabını alamadı; içi çok kırgın ve özlem doluydu.
Kurstan sonra Berlin’de yatılı bir okula yerleşmişti. Almanya’da 6-7 yıl kadar kalacağını düşünüyordu; ama planlanan süre 4 yıldı. Sabahattin, ikinci yılını tamamlayamamıştı ki, Türkiye’ye döndü.
Nihal Atsız’ın kalemine göre, “Bu parazit Türkleri buradan atmalı!” diyen Alman öğrenciyi dövmüştü. Ayrıca Alman öğrencilere komünizm propagandaları yaptığı iddiası da vardı. Bu yüzden Almanya’dan dönüşü erken olmuştu.
Sabahattin, Mart 1930’da Almanya’dan döndü. İstanbul Yüksek Muallim Mektebi’nde yatılı okuyan “Nihal Atsız, Pertev Naili Boratav, Nihad Sâmi Banarlı ve Orhan Şaik Gökyay” gibi arkadaşlarının yanında kaldı. Bir süre sonra bu okulun müdürünün yardımıyla Bursa Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atandı.
Eylül 1930’da Gazi Terbiye Enstitüsü’nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girdi. Almanya’da geçirdiği süreç, ona Aydın Ortaokulu’nda Almanca Öğretmenliğini getirmişti. Ancak bir süre sonra komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma başlatıldı.
25 Mayıs 1931 tarihli “Vakit” gazetesinde, Sabahattin Ali’nin de adının yazılı olduğu isimlerin mahkeme için İstanbul’a sevk edildiği haberi yazılıydı. İki gün sonra da Sabahattin Ali’nin tutuksuz yargılanacağını yazacaktı. Ancak daha sonra derin soruşturmalar başlatıldı ve Sabahattin tutuklandı. 9 Eylül 1931’e kadar Aydın Hapishanesi’nde kaldı. Üzerinden 21 gün geçtiğinde ise Konya Ortaokulu’na Almanca Öğretmeni olarak atandı.
Aşk hayatı
Bir yazar tavrıyla aşk duygusunun kendisine âşıktı hep Sabahattin. Yozgat’ta olduğu zamanlarda Nahit Hanım’a, Almanya’da olduğu yıllarda Frolayn Puder’e, Aydın’da bir Miralayın kızına, Konya’da da öğrencisi Melahat Muhtar’a ve şarkıcılık yapan Muhsine’ye âşık oldu.
Melahat dışında hepsi de sadece aşka âşık olmaktı; çünkü platonikti. Sadece Melahat’tan aşkına karşılık bulmuştu. “Çocuklar Gibi” şiirini onun için yazdı. Bu şiire göre, Melahat öncesi aşkları birkaç günlük düşkünlüklerdi. Bu aşk da Sabahattin’in tutuklanması ile yarım kalacaktı.
Elbette bir gün aşkın tam karşılığı da gelecekti hayatına…
Sabahattin, 22 Aralık 1932’de, bir toplantıda okuduğu şiiriyle Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi devlet yöneticilerini yerdiği gerekçesiyle tekrar tutuklandı. Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Davaya temyizde üzerine iki ay daha eklenmişti. 14 aylık cezası başlamıştı. Burada Ayşe Sıtkı’ya mektuplar yazıyordu. Bir mektubunda olayı da anlatmıştı:
“Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs’ında falanca yerde Gazi’yi ima ve telmihen tahkiri tazammün eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat lehimde olduğu hâlde, müdde-i umumi yaranmak için mahkumiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkum etti. Temyiz, cezayı aleyhimde nakseti, cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yattım. 11 ayım kaldı demektir”.
Aldığı bu cezanın ardından 29 Nisan 1933’te 1249 sayılı kanun gereğince memurluk kaydı silindi. Daha sonra Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Burada bir iddiaya göre hapishane müdürü, Sabahattin Ali’yi cinayetten hüküm giymiş Mehmet Kuşüzümü adlı bir suçluya emanet etmişti. Kuşüzümü’nün ifadelerine göre Sabahattin Ali, geceleri sürekli okuyor, gündüzleri de bir sandık üzerine kuş gibi tüneyip bir şeyler yazıyordu.
Artık yaşamında değişen her şey Sabahattin’in dilinden geçmiş, kalemine yerleşmişti. Daha az konuşuyor, daha çok yazıyor ve okuyordu. Burada edindiği tecrübeler eserlerine konu olacaktı. Hikâyelerine, “Bir Şaka”, “ Kazlar”, “Kanal”, “Katil Osman”, “Çaydanlık”, “Bir Firar” adını verdi.
Sabahattin Ali, Cumhuriyet’in onuncu kuruluş yıl dönümü sebebiyle çıkan aftan yararlanarak, cezasının onuncu ay yedinci gününde serbest bırakıldı.
Artık tutuklu olduğu zamanlar geride kalmıştı. Sabahattin Ali, önce İstanbul’daki eş, dost, akrabasını ziyaret etti. Sonra da yönünü Ankara’ya çevirdi. Yeniden görevine atanmanın bir yolunu bulmalıydı.
İlk iş dönemin Orta Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemseddin Sirer ve Müsteşar Vekili Rıdvan Nafiz Edgüer’i buldu. Ne yapması gerektiğini öğrenmek istiyordu. Ancak tutuklanma gerekçesi sebebiyle kimse bu işe bulaşmak istemiyordu. Yine de Şemseddin Bey, durumu Hasan Ali Yücel’e aktardı. Yücel’in yardımları ile bir kurul toplandı ve Sabahattin Ali’nin öğretmenlik dışında bir başka göreve getirilmesine karar verildi.
Ancak Maarif Vekili, eski düşüncelerini değiştirmediğine göre atanmasını yanlış buluyordu; kurul kararını reddetti.
Bu arada Sabahattin gelecek iyi haberleri beklemekteydi. Beklerken de boş durmuyordu; küçük küçük tercümeler yapıyordu. Bu süreçte dayısı Rıfat Ali Ertüzün’ün evinde kaldı.
Bu arada Sabahattin Ali’den Atatürk ile ilgili bir kaside yazılması istendi. Bunun üzerine 15 Ocak 1934 tarihli Varlık dergisinin 13. Sayısında “Benim Aşkım” adını verdiği şiiri yayımlandı. Görevine atanabilmek için güzel bir fırsattı. Ancak yine de bir süre daha beklemesi gerekiyordu. Özellikle Maarif Vekilini ikna etmesi gerekiyordu. Sabahattin Ali, kendisine yakıştırılan “komünist” sıfatının doğru olmadığını ispat etmek istiyordu. Bunun için yazılar yazmıştı ve “Esirler” adlı eseri de halkevlerinde sahnelenecekti.
Sabahattin Ali, nihayetinde Atatürk’ten izin aldı ve Mayıs 1934’te Orta Tedrisat Şube Müdürlüğü’ne, daha sonra da asli görevi Milli Talim ve Terbiye’ye atandı.
Sabahattin Ali, görevine atanmak için beklerken arkadaşı Ayşe Hanım’a bir mektup yazdı. Mektubun sonunda da bir not vardı: “Benimle evlenir misin?”
Açık açık teklifini sunmuştu. Ancak gelen cevap pek de iç açıcı değildi. Ayşe Hanım 22 Şubat 1934’te yazmış olduğu mektubunda bu teklifin bir şaka olduğunu kabul ettiğini söyleyerek geri çevirdi. Sabahattin Ali, görevine atanmak amacında zorlanırken bir de üstüne reddedilmek onu üzmüştü.
Nihayet amacına ulaşıp görevine atandıktan sonra aklına yine evlilik fikri düşmüştü. Eski sevdalarından Nahit Hanım da evlenmişti. Belli ki Ayşe Hanım’ın da bu işe gönlü yoktu işte. Aklına Aliye Hanım düşüverdi.
Sabahattin Ali ve Aliye Hanım, İstanbul, Erenköy’de, 1932 yazında Eczacı Salih Başotaç’ın evinde tanışmışlardı. Yıllar sonra Aliye Hanım şöyle anlatacaktı tanışmalarını: “Grup halinde İçerenköy’de yapılan bir sünnet düğününe gittik. Dönmek istediğimizde Sabahattin yanımızda yoktu. Giderken kullandığımız lüks lambalı fenerle bir ağaç altında onu kitap okurken bulduk. Gidiyoruz dendiğinde kalktı ve feneri benim yüzüme tutarak gözlerimin içine uzun uzun baktı”.
Bu bakışlar Aliye Hanım’ın içine akmıştı, ancak yine de ilk görüşte aşk olduğu da söylenemezdi. Ama belli ki, izlerini de taşımıyor değildi. Sabahattin Ali tarafından bakılırsa, onu aklından hiç çıkarmamış, sadece gönlünde kondurduğu yerde kararsızdı. Ancak sonunda kararını verdi.
Şimdi Sabahattin Ali, Aliye Hanım ile evlenmek istiyordu. Ancak Sabahattin’in sicil kaydının bulunması Aliye’nin ailesini rahatsız etmişti; evlenmelerini istemediler. Sonra Aliye Hanım’ın da gönlü olduğu anlaşıldı da, ailesi de razı geldi.
Hemen ardından Sabahattin Ali, Ayşe Hanım’a bir mektup daha yazdı: “Mühim bir havadisim var. Evleniyorum. Hatta nişanlandım bile. Sen benim gibi kelepiri kaçırdığınla kal. Birisi “Niçin evleniyorsun” dese vereceğim cevap şudur: Çalışabilmek için… Ben kendimi her hususta idare edemiyorum. Halbuki muhakkak muntazam ve ölçülü bir hayata muhtacım ve ancak bu şekilde faydalı işler çıkarabilirim”.
Çift, 16 Mayıs 1935’te Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlendi. Ertesi gün de Ankara’da düğünleri oldu. Artık burada, Ulus’ta bir apartman dairesinde yaşamaya başladılar.
(Annesi Hüsniye Şenyuva, eşi Aliye Ali, kızı Filiz Ali ve kız kardeşi Süheyla Conkman)
Sabahattin Ali, seçimine bağlanmış, hayata oradan tutunmuştu. Öyle ki, zamanla Aliye Hanım’a yazdığı mektuplar, en az öyküleri kadar ünlenecekti.
Söz kesildiği andan itibaren başladı Sabahattin Ali’nin mektupları. Her cümlesinde aşkı, artan heyecanı, tarifsiz özlemi vardı. Aliye Hanım’ı hayatının tamamlayıcısı ilan etmişti.
Bir mektubunda şu hisli cümlelerle dile getiriyordu bu aşkı: “Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku. Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin.”
Ailesi, Soyadı Kanunu’nda “Şenyuva” soyadını almıştı. Ancak Sabahattin, babasının adı olan Ali’yi kullanmayı tercih etti. Yazdığı tüm yazıların sonunda imzası “Sabahattin Ali” şeklindeydi. Bu sebepten soyadını Ali olarak düzenlemek istedi. Ancak nüfus müdürlüğü buna izin vermedi.
O yine de imzasını kullanmaya, kendisini böyle tanıtmaya devam edecekti.
Sabahattin Ali, askerliğe 30 yaşına geldiğinde İstanbul Eski Harbiye’de başladı. 2 ay er, 6 ay yedek subay öğrencisi olarak eğitim gördü.
Askerliği boyunca Aliye Hanım’ı da bulunduğu şehirlerde hep yanında götürdü. Kızları Filiz de bu süreçte 1937’de doğdu.
Askerlik görevi bittiğinde de Sabahattin Ali, Musiki Muallim Mektebi’ne Türkçe Öğretmeni olarak atandı. Sonunda yine Ankara’ya yerleştiler.
Ankara’da öğretmenlik görevi sırasında Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Niyazi Ağırnaslı gibi birçok isimle yakın dostluklar kurdu. İlerleyen dönemlerde de Devlet Konservatuarı’na atandı; burada Karl Albert’in asistanlığını yaptı.
Bir yandan da içine yönelmeye başlamıştı. Edebi çalışmalar üzerinde yoğun bir şekilde çalışıyordu. “İçimizdeki Şeytan”, 1939’da yayımlandı. Bu romanı siyasi tartışmalara sebep olmuştu. Öyle ki, Nihal Atsız karşılık olarak “İçimizdeki Şeytanlar” romanını yayımladı.
Bu sırada II. Dünya Savaşı öncesinde çıkarılan seferberlik sebebiyle Sabahattin Ali tekrar askere alındı. Görev yeri İstanbul’du ve 4 ay sürdü. Bu dönem, ona “Kürk Mantolu Madonna”yı getirmişti. Bugün dillere destan o romanını Sabahattin Ali, askerdeyken yazdı. 18 Aralık 1940 ve 8 Şubat 1941 arasında Hakikat Gazetesinde bölüm bölüm yayımlandı.
Ankara’daki çevresi de giderek genişlemişti. Artık daha çok tanınıyordu. Öyle ki, dönemin siyasileri ile dahi yakın ilişki içindeydi.
Sabahattin Ali, ülkenin sol kesimi tarafından lüks ve burjuvazi yaşamından dolayı daha radikal tavırlara zorlanıyordu. Sağ kesim ise, sosyalist misyon yüklenmek istenen birinin Dil Kurumu Azalığı gibi görevlere getirilmesini onaylamıyordu.
Nihal Atsız yine devreye girmişti. 1 Nisan 1944’te Orhun Dergisi’ne Şükrü Saraçoğlu’na atfen bir yazı yayımladı. Sabahattin Ali’nin herkesçe bilinen bir komünist olduğunu, Hasan Ali Yücel’in şahsi sempatisi ile göreve getirildiğini ve ayrıca Atatürk başta olmak üzere birçok isme hakaret ettiğini yazmıştı. En sonunda onu “vatan haini” olarak nitelemiş ve devlet tarafından korunmasını kınamıştı.
Bu yazı üniversite öğrencisi ve halkı ayaklandırdı. Ardından Atsız da görevinden alındı. Ancak konu bu kadarla kapanmadı. Sabahattin Ali de Nihal Atsız’a hakaret davası açmıştı. Üçüncü duruşmanın ardından Nihal Atsız altı ay ceza aldı. Ancak mazisi temiz olduğundan ve milli tahrik gibi gerekçelerle cezası 4 aya düşürüldü ve tecil edildi.
Davanın ardından Sabahattin Ali tam görevinin başına dönmüştü ki, üçüncü kez askere çağrıldı. Bu sefer Çankırı’da bir buçuk ay kaldı ve mesleğine geri döndü.
1944’ten sonra Sabahattin Ali, Markopaşa, Malum Paşa, Ali Baba gibi yerlerdeki yazılarında daha sert bir dil kullanmaya başladı. Artık daha eleştirel bir tavırdaydı. Artık siyasetle daha çok ilgilenmek istiyordu.
1946’da İstanbul’a gitti; ailesini Ankara’da bırakmıştı. Aziz Nesin ile Markopaşa Dergisi’ni çıkardı. Aslında derginin tirajları iyiydi. Ancak bir süre sonra mizah yönünden çok siyasi olduğu görüşü artarak tartışmalar doğurdu. Artık dergide çıkan özellikle imzasız yazılar için davalar açılıyordu. Bizzat Sabahattin Ali adına açılmış oluyordu. İşte bu davalardan birinde yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’a ait olmasına rağmen, sorumlu Sabahattin Ali olduğundan kendisi tutuklandı. Bir süre İstanbul Paşakapısı Cezaevi’nde kaldı ve 10 Eylül 1947’de tahliye oldu. Ardından dergi kapatıldı ve Merhum Paşa ve Malum Paşa gazeteleri çıkartıldı.
İlerleyen zamanlarda bir tutuklanma kararı daha çıkartıldı; ama hayata geçirilmedi. Ali Baba dergisini çıkardı ve ilk önce “Sırça Köşk” öyküsünü yayımladı. Ancak bu öykü de Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı ve Sabahattin Ali, Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi. 31 Aralık 1947’de serbest bırakıldı. Dergi de kapatıldı.
Sabahattin Ali, artık yurt dışına gitmek istiyordu; özellikle Fransa. Ancak kendisine pasaport verilmiyordu. Tamir edilmesi gereken bir arabası vardı. Mart 1948’de arabasını tamir ettirdi. “Edirne’ye peynir götüreceğim” diyerek sabaha karşı beşte bir süredir yanında kaldığı M. Ali Ciimcoz ile vedalaştı.
Elbette peynir sadece bahaneydi. Asıl amacı Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya ulaşmaktı. Pasaport alamadığı için kaçak yollardan amacına ulaşacaktı. Hakkındaki davalar uzayıp gidiyordu.
Sabahattin Ali, tanıştırıldığı Ali Ertekin ile Kırklareli’ye doğru kamyonla yol aldılar. Başta bir de şoför vardı. Sonra onu bırakıp yola ikisi devam etti. İlerleyen vakitlerde Ertekin, kitap okuduğu sırada Sabahattin Ali’yi, kafasına elindeki sopayla vurarak öldürdü.
Ertekin’in savcılığa verdiği ifadeye göre, Sabahattin Ali sınırı geçtikten sonra önce Bulgaristan, ardından Rusya’da çatışmalar yapacağını ve Türkiye’de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylemişti. Konuşmalarına bakılırsa Sabahattin Ali kötü bir insandı. Yol boyunca tartışmışlardı. Ve öldürme gerekçesi de, milli duygularını tahrikten başka bir şey değildi.
Sabahattin Ali’nin cansız bedenini 16 Haziran 1948’de bir çoban buldu; hemen jandarmaya bildirdi. Yapılan incelemelerden sonra cesedin kime ait olduğu teşhis edilemiyordu. Bulgaristan’da adam kaçıran bir şebeke vardı. İstanbul polisi şebekeyi çökertti. Ali Ertekin de bu şebekenin üyesiydi. Yakalanmıştı artık, Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf etti. Aslında idam ile cezalandırılmıştı; ama dört yıl hüküm giydi ve kısa bir süre sonra da serbest bırakıldı.
Ölümüne inanmayanlar da vardı. Elbette geride bıraktığı öyküleriyle romanlarıyla o zaten hiç ölmeyecekti. Tüm yaşamı boyunca aklından ve kalbinden koparıp yazdıklarıyla bir Sabahattin Ali geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Atlıyı atından indirecek üslupla yazılar yazan adam, Hüseyin Nihal Atsız.
Arkasından böyle cümleler kurdurtacak kadar dik duruş sergilenmiş bir hayat, kuşkusuz ki çok az insanın başardığı bir yaşam şeklidir. Ne mutlu ki, Hüseyin Nihal bunu başarmış ve umarım ki hayata mutlu veda etmiştir.
Bunca dik duruşun getirdiği bedeller muhakkak ki onun da canını yaktı. Ama anne ve babasının ona sunduklarının üzerine ekleyebildikleriyle, o aslında belli ki kendi gözünden güzel bir hayat yaşadı. Memuriyeti, yazdıkları, övdükleri ve yerdikleriyle o bir bütündü.
Dilerim hayatı boyunca hissettiği her duygunun karşılığını sonsuz yaşadı…
Hüseyin, 12 Ocak 1905’te Kadıköy İstanbuL’da Mehmet Nail Bey ve Fatma Zehra Hanım’ın ilk çocukları olarak dünyaya geldi.
Babası Mehmet Nail Bey, Gümüşhane ilinin Torul kazasında bulunan Midi köyünün Çiftçioğulları ailesindendi ve Deniz Güverte Binbaşısı idi. Büyük büyük dedelerinin başlattığı denizcilik, onun da mesleği olmuştu. 1877 ve 1944 yılları arasında yaşayan Mehmet Nail Bey, Osmanlı donanmasına girmiş ve Deniz Kuvvetleri’nden Deniz Güverte Binbaşısı olarak emekli olmuştur.
Annesi Fatma Zehra Hanım ise Trabzon’un Kadığılları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey’in kızı idi.
Mehmet Nail Bey ve Fatma Zehra Hanım severek evlenmiş bir çiftti. Ancak Fatma Zehra 1930’da damar sertliğinden öldü. Babası, Hüseyin ve 2 kardeşi Fatma Zehra Hanım’ın olmadığı bir dünyada kaldılar. Annesini kaybettiğinde Hüseyin, 25 yaşındaydı, ama yine de duygusal adamın hali başkaydı.
Mehmet Nail Bey bir yıl sonra tekrar evlendi. Evlendiği kadının adı, yine Fatma Zehra idi. Bir yıl sonra bir kızları oldu. Ancak iki yıl sonra geçimsizlik sebebiyle ayrıldılar.
Hüseyin, ilk öğrenimini neredeyse Kadıköy’de o okuldan bu okula geçerek tamamladı. Orta öğreniminde ise Kadıköy ve İstanbul Sultanileri, yani İstanbul Lisesi’ndeydi. Mezuniyetini tamamladığında Askeri Tıbbiye’ye kayıt oldu.
Askeri Tıbbiye zamanlarında Türkçülük akımının etkisine de girmişti. 3. sınıfa geçmişti ki, Ziya Gökalp’in cenaze töreninin gecesinde bu fikre ters düşen kişilerle bir kavgaya tutuştu. Bugünden yadigar kalan bir anlaşmazlık ile Arap asıllı Mesut Süreyya Efendi adında bir teğmene selam vermediği gerekçesiyle okuldan atıldı. Tarih, 4 Mart 1925’ti.
Bu yaşananların ardından üç ay Kabataş Erkek Lisesi’nde yardımcı öğretmenlik yaptı. Öğrenimine zorunlu olarak verdiği bir sondan sonra tekrar üniversite yollarına dönene kadar bir de Deniz Yolları’na ait Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda Katip muavini olarak çalıştı.
Hüseyin, Askeri Tıbbiye’den atıldıktan sonra bir yıl ara verdi ve 1926’da İstanbul Darülfünun Edebiyat Fakültesi Edebiyat Bölümü’ne ve yatılı kısım olan Yüksek Muallim Mektebi’ne kaydoldu. Ancak yine zamanı değildi belli ki. Çünkü bir hafta sonra askere çağırıldı. İstanbul Taşkışla 5. Piyade Alayı’na er olarak gitti.
Askerliği 9 ay sürecekti. Askerlik dönüşünde okul mezuniyeti için çalışmalarına devam etti. Neredeyse başlamadan bırakmak zorunda kaldığı yerden yeniden başlamalıydı.
Arkadaşı Ahmet Naci ile “Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri” adını verdikleri bir makale hazırladılar ve bu makale Türkiyat Mecmuası İkinci cildinde yayınlandı.
Bu adımları hocası Mehmet Fuad Köprülü’nün dikkatinden kaçmadı. Bu vesileyle Hüseyin, 1930’da Edirneli Nazmi’nin divanı üzerine mezuniyet çalışması yaptı. Aynı yıl mezun oldu.
Not: Hüseyin Nihal Atlı’nın tezi; Divan-ı Türk-i Basit, Gramer ve Lügati, 1930, 111 s, Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no.82’dir.
Hüseyin, sonunda mezun olabilmişti. Aynı zamanda Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Yüksek Muallim Mektebi’ni de bitirdiği için liselerde yapması zorunlu olan mecburi hizmetlerden muaf tutulması için elinden geleni yaptı. Bunların sonucunda da Hüseyin’e ilk profesyonel işini verdi. Hüseyin, 25 Ocak 1931’de hocasının asistanı oldu.
Bu dönemler ayrıca yazma merakının iyiden iyiye nüksettiği zamanlardı. İlk profesyonel işinin ardından 15 Mayıs 1931 – 25 Eylül 1932 tarihleri arasında “Atsız Mecmua” yı çıkardı. Hocasıyla yanında “Zeki Velidi Togani, Abdülkadir İnan” gibi isimlerle bir kadro oluşturmuş ve yayın hayatına ilk adımını atmıştı. Bu adım her şeyden öte Cumhuriyet dönemi Türkçülük akımının öncüsü oldu.
Mehpare Hanım 1931’de Darülfünun’un Felsefe Bölümü’nden mezun olduğunda yolları Hüseyin Nihal ile kesişti. Aynı yıl evlendiler.
Bu evlilikten bir çocukları olmadı ve sadece 4 yıl sürebildi. İlk evliliğiydi, ancak son olmayacaktı.
Hüseyin Nihal kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını kendi dergisi “Atsız Mecmua”da yayınladı. Yazılarını “H. Nihal”, hikayelerini ise “Y.D.” imzasıyla yayınlıyordu. Yazmak onun için kendini ifade etme biçimiydi. Ancak tepkileri üzerine çekecek hareketleri de vardı.
Temmuz 1932’de Ankara’da Birinci Türk Tarih Kongresi toplandı. Dr. Reşid Galib, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan hakkında eleştirilerde bulundu. Bu eleştirilere cevaben Hüseyin Nihal, içinde sonradan ikinci eşi olacak olan Bedriye Atsız ve Pertev Boratav’ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile “Dr. Galib’e, Prof. Dr. Togan’ın talebesi olmakla iftihar ederiz” yazılı bir telgraf ile protesto etti. Dr. Galib bunun üzerine daha da tepkili olacaktı.
Hüseyin Nihal yazmaya devam ededursun, Dr. Galib 19 Eylül 1932’de Maarif Vekili oldu. Bir süre sonra Mehmet Fuad Köprülü de dekanlıktan ayrıldı. Bunun üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanı Ali Muzaffer Bey oldu. Dr. Galib de elindeki hakları kullanmakta gecikmedi. Hüseyin Nihal’in dergisindeki 17. Makaleyi (Darülfünun Kara – Yüz Kızartacak Listesi) sebep göstererek Dekanlığa baskı yaptı ve 13 Mart 1933’te Hüseyin Nihal’in asistanlık görevine son verdi.
Ancak Hüseyin Nihal’in bu duruma karşı tepkisi de fevri oldu. Birkaç gün sonra Edebiyat Fakültesi Dekanını yakalayıp insanların gözü önünde hırpaladı. Bu hadisenin üzerinde fazla durulmadı ve ceza almadı. Ancak görülen o ki, bir daha böyle bir işinin olmama ihtimalini neredeyse kesin kılmıştı.
Üniversite asistanlığından çıkarılışının ardından Hüseyin Nihal’in tayini Türkçe Öğretmeni olarak Malatya Ortaokulu’na çıktı. Burada sadece Nisan ve Temmuz 1933 ayları arasında görev yaptı. Bir sonraki atamasının yapıldığı yer Edirne Lisesi Edebiyat Öğretmenliği idi. Ancak burada da Eylül – Aralık 1933 zaman aralığı kadar kaldı. Bir süre öğretmenliğine ara verildi.
Edirne’ye geldiği zamanlarda, 5 Kasım 1933, “Atsız Mecmua” nın devamı niteliğinde aylık olarak çıkaracağı Türkçü akımının etkisindeki “Orhun” dergisini yayımladı. Ancak burada da dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Çünkü dergide “Türk Tarih Kurumu”nun çıkardığı, lisede ders kitabı olarak okutulan dört cilt halindeki bu kitaplarda bulduğunu iddia ettiği yanlışlar konusunda ağır eleştirilerde bulunuyordu. Bu sebeple 28 Aralık 1933’te Bakanlık emrine alındı. Dergi de dokuzuncu sayısının yayınlanmasının ardından, 16 Temmuz 1934’te kapatıldı.
Dokuz ay boyunca dergisiyle birlikte Bakanlık gözetiminde kalan Hüseyin Nihal, 9 Eylül 1934’te Türkçe Öğretmeni olarak Kasımpaşa’da bulunan Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na atandı. İlk kez burada uzun kalabilecekti. 4 yıl kaldı, ancak 4 yılın sonunda 1 Temmuz 1938’de görevinden ihraç edildi.
Artık özel eğitim kurumlarına yönelmişti. 1937 – 1939 yılları arasında Özel Yüce – Ülkü Lisesi’nde görev yaptı. 19 Mayıs 1939 – 7 Nisan 1944 yılları arasında da Boğaziçi Lisesi’nde bulundu. Buradaki görevinde iken Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper’in teşvikiyle “Orhun” dergisini kaldığı 10. Sayıdan itibaren 1 Ekim 1943’te yeniden yayınlamaya başladı. Ancak sadece 7 sayı yayınlanacak ve 1 Nisan 1944’te kapanacaktı.
Hüseyin Nihal, Şubat 1936’da ikinci kez Bedriye Hanım ile evlendi. Çiftin bu evlilikten 4 Kasım 1939’da Yağmur ve 14 Temmuz 1946’da da Buğra adını verdikleri iki oğulları oldu. Ayrıca bir de Kaniye adında evlatlık kızı vardı.
Aslında mutlu ve çocuklu bir evlilikleri vardı. Ancak çift 35 yıllık evliliklerini Mart 1975’te sonlandırdı.
Hüseyin Nihal haliyle II. Dünya savaşının içinden geçiyordu ve Türkiye’de komünist düşünce ve faaliyetlerin arttığını düşünüyordu. “Orhun” dergisinin Mart 1944’deki 15. Sayısında Şükrü Saraçoğlu’nun 5 Ağustos 1942 meclis konuşmasındaki şu cümlelerine hitaben bir açık mektup yayınladı: “Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.”
Çok geçmeden bir sonraki ay 16. Sayıda ikinci açık mektubunu da yayınladı. Bu mektubun üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i komünistleri kolladığını ileri sürerek istifaya çağırdı. Hatta bu mektup Türkçü düşünceyi destekleyen kişiler arasında büyük bir kaosa sebep oldu. İstanbul ve Ankara’nın öncülüğünde birçok şehir antikonünist gösterilere ev sahipliği yaptı. Hasan Ali Yücel de tüm bu kaosa sebep olan Hüseyin Nihal’in Boğaziçi Lisesi’ndeki görevine 7 Nisan 1944’te son verdi.
Tüm bu kaosun ışığında Orhun dergisi de zaten en fazla 16. Sayısını görebildi ve Bakanlar Kurulu kararınca ikinci kez kapatıldı. Hüseyin Nihal aleyhinde dava da açıldı, çünkü Sabahattin Ali’ye “vatan haini” diyordu.
Hüseyin Nihal de bu durum üzerine dava için Ankara’ya gitti. Trenden indiğinde istasyonda onu Türkçü gençler karşıladı. Hüseyin Nihal’in aleyhindeki hakaret davasının ilk oturumu 26 Nisan 1944’te yapıldı ve olaylı bir gün oldu. Üniversite öğrencilerinin varlığı belli ki ortamı geriyordu. Bu sebeple 3 Mayıs 1944’te yapılan ikinci oturuma öğrenciler kabul edilmedi. Ancak bu karar öğrencileri yıldırmadı ve kapı önünde yapılan eylemler sonucu birçok sayıda öğrenci gözaltına alındı.
9 Mayıs karar oturumunda Hüseyin Nihal, Sabahattin Ali’ye “vatan haini” dediği gerekçesiyle 6 ay hapis cezasına mahkum edildi. Ancak Hakim “milli tahrik” olduğu görüşüyle cezayı 4 aya indirdi ve erteledi.
1944 yılı 19 Mayıs törenlerinde dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Hüseyin Nihal ve arkadaşlarını ağır bir şekilde eleştiren nutkunu söyledi. Bunun üzerine Hüseyin Nihal ve 34 arkadaşı 1 Numaralı İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılandı. Alparslan Türkeş’in de aralarında bulunduğu birçok önemli isim ifade verdi.
Irkçılık – Turancılık davası adı verilen bu yargılama 7 Eylül 1944’te başladı ve mahkeme haftada 3 gün 65 oturum şeklinde devam etti. 29 Mart 1945 tarihinde mahkeme sonuçlandı. Hüseyin Nihal, 6 yıl 5 ay hapis cezasına çarptırıldı. Ancak Hüseyin Nihal bu kararın temyizini istedi ve Askeri Yargıtay mahkemenin kararını esastan bozdu.
Sonuçta Hüseyin Nihal, bir buçuk yıl kadar ceza çekti ve 23 Ekim 1945’te tahliye edildi.
Hüseyin Nihal bir süre işsiz kaldı. Özellikle Ekim 1945 – Temmuz 1949 yılları arasında geçinmek için kitaplarını satmak zorunda kaldı. Hatta öyle ki, yazmaya devam etse de kendi adını kullanarak kitap yayınlayamayacağının dahi farkına varmıştı. Bu sebepten bir süreliğine Türkiye Yayınevi’nde iş bulduğunda Türk – Rus savaşlarını özetlediği kitabı “Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir” i “Sururi Ermete” adlı kişinin kimliği ile yayınladı.
Neyse ki zamanla kaderi yüzüne gülecekti. Sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Milli Eğitim Bakanı oldu ve böylece işsizliği de sona erdi. Arkadaşının vasıtasıyla 25 Temmuz 1949’da Süleymaniye Kütüphanesi’ne “Uzman” olarak tayin edildi.
Burada görevini sürdürdüğü sıralarda Demokrat Parti iktidara gelmişti. Bu sefer de Hüseyin Nihal, 21 Eylül 1950’de Edebiyat Öğretmeni olarak Haydarpaşa Lisesi’ne atandı. Ancak yazmaya ve konuşmaya devam ediyor, sivri dilinden kaçış mümkün olmuyordu. Ancak şu bir gerçek ki, bir şekilde bir şeylerin bedelini de ödüyordu.
4 Mayıs 1952’de Hüseyin Nihal, Ankara Atatürk Lisesi’nde “Türkiye’nin Kurtuluşu” adlı bir konferans düzenledi. Bunun üzerine Cumhuriyet gazetesi de aleyhine haberler yayınlamakta gecikmedi. Bir adım sonrasında da Bakanlık tarafından hakkında soruşturma açılmıştı. Aslında verdiği konferansın bilimsel olduğu tespit edildi, ama yine de Haydarpaşa Lisesi’ndeki görevinden 13 Mayıs 1952’de “muvakkat” kaydı ile alınarak Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki görevine geri gönderildi.
Tüm yaşadıklarının üstüne bu son süreç onu daha da yormuştu. Kütüphanedeki görevine dönüşünden sonra 31 Mayıs 1952’de emekliliğini istedi. Ancak 1 Nisan 1969 tarihine kadar bu kütüphanede çalışmaya devam etti. Bu süre onun en uzun memuriyet zamanını kapsıyordu.
Belli ki durulmuş ya da kitapların içinde olmak ona iyi gelmişti.
Ne yaşarsa yaşasın bir şekilde yazmaya ve yazdıklarını yayınlamaya devam etti. 1950 – 1952 yılları arasında haftalık olarak çıkan “Orkun” dergisinde başyazarlık yaptı. Artık daha tecrübeliydi ve daha sağlam adımları vardı. 1962’de kurulan Türkçüler Derneği’nin genel başkanlığını da bu sebepten üstlendi.
1964’te “Ötüken” dergisini yayınlamaya başladı ve ölene kadar da devam edecekti. Elbette bu zaman dilimlerinde bir yandan da Hüseyin Nihal kendi olmaya devam edecekti.
Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, bir gün Gaziantep’e giderken bir işçinin kendisine kurduğu “İdareciler Araplara toprak veriyor, biz Türklere vermiyor” cümleye karşılık, “Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür” dedi.
Hüseyin Nihal bu konuyu dergisinde işlemekte gecikmedi. Nisan 1967’de Ötüken’in 40. Sayısından başlayarak “Konuşmalar – I”, “Konuşmalar – II” derken 48. Sayıya kadar bölümlere özel isimler vererek yazmaya devam etti. Bu makalelerde ortak düşünce olarak Marksistlerin Doğu bölgelerde çalışmalar yaptığını iddia ediyordu. Haliyle sonunda hakkında soruşturma açıldı.
İlk aşamada hakkında hiçbir suçlama bulunmasa da, Ankara sokakları Hüseyin Nihal adına hazırlanan bildirgelerle donatılıyordu. En nihayetinde Hasan Dinçer’in Adalet Bakanı olduğu dönemde Bakanlık tahkikat başlatıldı ve Hüseyin Nihal ömrü hayatında bir kere daha mahkeme yüzü gördü.
Dava 6 yıl boyunca devam etti ve uzun duruşmalardan sonra Hüseyin Nihal ve derginin Yazı İşleri Müdürü Mustafa Kavabek’in on beşer ay hapsi istendi. Ancak karar temyiz edildi ve Yargıtay tarafından bozuldu. Fakat mahkeme kararda ısrar etti. Bunun üzerine mahkumiyet kararı kesinleşti.
Karar kesinleşmişti, ancak Hüseyin Nihal’in kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan şikayetle Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne yatışı yapıldı. Hatta hakkında “cezaevine konulamaz” raporu bile verildi. Ama Adli Tıp sadece 4 aylık bir süreci kabul etti. Bu sebepten rapor “Reviri olan bir cezaevinde kalabilir” olarak yeniden düzenlendi.
Böylece İnfaz Savcılığı 14 Kasım 1973’te Hüseyin Nihal’i evinden aldırarak Toptaşı Cezaevi’ne yerleştirdi. Buradan da Sağmalcılar Cezaevi’ne nakledilecekti.
Kesinleşen 15 aylık cezasını çekmek için artık hapisteydi. Ancak bir grup üniversite hocası ve öğrenciler Cumhurbaşkanlığı’na Hüseyin Nihal’in affedilmesi için başvuruda bulundu. Dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk de kendi yetkisini kullanarak Hüseyin Nihal’in cezasını affetti. 22 Ocak 1974’te tahliye olan Hüseyin Nihal böylece sadece 2,5 ay hapiste kalmış oldu.
Kasım 1975’te Hüseyin Nihal hasta olduğunu hissederek hastaneye gitti. Ancak yapılan testler sonucunda herhangi bir şey çıkmadı. Oysaki daha önceden birçok şikayetle hastanede yatmışlığı vardı.
10 Aralık 1975’te akşam saatlerinde geçirdiği kalp krizi geçirdi. Ancak gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamadı. Ertesi günün akşamında Hüseyin Nihal bir kriz daha geçirdi ve kalbi dünkü kadar güçlü duramamıştı. Hüseyin Nihal, 11 Aralık 1975’te kalp krizi sebebiyle öldü.
13 Aralık Kurban Bayramı’nın ilk günüydü. İşte bugün Kadıköy Osmanağa Camii’nde kılınan İkindi namazının ardından kılınan cenaze namazı ile cansız bedeni Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi.
Şöyle bir anekdot da var cenaze gününden: Cenaze namazının ardından İmam “Merhumu nasıl bilirsiniz?” diye sorduğunda içlerinden Fethi Gemuhluoğlu’nun cevabı olabildiğince yüksek sesle geldi; “Bu musalla taşı, Hüseyin Nihal Atsız kadar gerçek bir er kişiyi az görmüştür, Hoca Efendi.”
Ruhun şad olsun sevgili Hüseyin Nihal Atsız…
Damla Karakuş
[email protected]
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Kaynak:Enson haber Biyografi
Oyuncak Müzesi’ne adım attığınızda sizi karşılayan bir naif yürek vardır. İşte o naif yüreğin adı, Sunay Akın. Özellikle bir okul öğrencilerini getirmişse, onları önüne katar ve dört katın tüm oyuncaklarını çocuklarla birlikte gezer. Tüm hayalini döktüğü bu müze, onun insan sevgisinin en gerçek örneği. İşte bu biyografi de aslında tüm bu sürecin hikayesi…
Mükemmel örnek bir anne ve tam zamanında bulduğu gerçek aşk ile hayatını şekillendiren, kurduğu hayallerle yolunu çizen bir örnek insan o. Şair, yazar, söz cambazı… Hepsinden de öte, özgürlüğü keşfettiği için mutlu olan ve mutluluk dağıtan biri. Öyle ki, bir gün “Özgürlüğü elinden alınmış çocuğa ‘büyük’ denir” diye uğurlamaya başladı seyircilerini Sunay Akın. Çünkü o, özgürlüğü keşfetmişti.
Özgür ruhunu martılara eş tuttuğun bir ömrün olsun güzel adam…
Doğum günün kutlu olsun…
Sunay, 12 Eylül 1962’de, Trabzon Maçka’da, Tülay Hanım ve Tuncay Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona “Şükrü Sunay” adını verdi. Dünyaya geliş serüvenini aslında en iyi kendisi anlatacaktı yıllar sonra. İlk görüşte aşkın tatlı meyvelerinden biri olarak dünyaya gelmenin tarifi, ancak bu kadar güzel yapılabilirdi.
İşte şöyle anlatacaktı Sunay bu serüveni: “Ben kendimi Terzi Tuncay’la anlatıyorum. Trabzon’un en ünlü terzisiydi Tuncay Bey. Herkes ona elbise diktirmek isterdi. Bir gün 17 yaşında bir genç kız girdi dükkana, yanında annesiyle. Kız, bordo renkli bir ceket diktirmek istiyordu. Terzi Tuncay, siparişi kabul etti. Çünkü kız çok güzeldi. Kızı yalandan yere provaya çağırdı; hem de kaç kez. Terzi Tuncay, bu güzel genç kıza aşık olmuştu. Uzun süren provalardan sonra o bordo ceket dikildi. Üç tane düğmesi o bordo ceketin; işte ben ortanca düğmesiyim”.
Sunay’a göre, bu aşkın nişanesiydi bu ceket. İşte bu sebepten naifliğine yaraşır bir hareketle bu ceketi hep evinde saklayacaktı…
Sunay, ortanca düğmeydi. İlk düğmeye Kutay, son düğmeye de Yüksel adını vermişti ailesi. Sunay’ın çocukluğu 10 yaşına kadar Trabzon’da geçti. Ailesi, çocuklarının daha iyi bir eğitim alabilmesi için İstanbul’a taşınmaya karar verdi. İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde okudu ve yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Fiziki Coğrafya Bölümü’nde tamamladı.
Sunay, annesi sayesinde adeta bir kitap kurdu olarak büyüdü. Bu günlerine gelişindeki en önemli katkı, kuşkusuz annesine aitti. Çünkü Tülay Hanım, her okul dönüşünde çocuklarını en güzel elbiseleri içinde, en bakımlı haliyle beklerdi ve haftanın bir günü mutlaka kitap almaya giderlerdi. Komşuları bile biliyordu artık bu rutini.
Tülay Hanım, çocuklarına kitap sevgisi aşılamak için tıpkı bir düğüne gider gibi özenli ve süslü oluyordu. Bu, Sunay’ın çocukluğuna dair hatırladığı en canlı ve en güzel anısıydı. Yıllar sonra bunları paylaşırken, “Bunu yapan annem, ilkokul mezunuydu” diye bitirecekti anısını…
Sunay, öyle çok kitap okuyordu ki, sonunda kalemi de eline almıştı. İlk şiirini yazdığında henüz 7 yaşındaydı. Anne ve babasının odasındaki elbise dolabındaki boş duran tek askılığa yazmıştı şiirini. “Üşümüyor musun?” diye sesleniyordu yalnız askıya. Tutku dolu ruhu işte ilk o zaman, oracıkta çıktı açığa…
1984’te de bir şiiri ilk kez yayımlandı. O da sobanın içinde kütürdeyen odunu anlatıyordu. Sunay, nasıl başladıysa, öyle duygu yüklü devam etti. Benzetmeleri hep ilgi çekecekti.
İlk şiir maceralarını, ilk şiir kitabı heyecanı takip etti. 1989’da yayımladığı ilk şiir kitabının adı “Makiler” oldu. Ona, bu adı Cemal Süreya vermişti.
Ardından “Antik Acılar”, “Kaza Süsü”,”62 Tavşanı” şiir kitapları geldi.
Şiir, Sunay’ın ruhunun en büyük ihtiyacıydı demek tam yerinde bir saptamaydı. Konu şiirse, Sunay, kabına sığamıyordu. 1989’da, “Yeni Yaprak Dergisi”ni işte bu heyecandan aldığı cesaret ile çıkardı. Sonra 1990’da çıkardığı dergiye de “Olmaz” adını verdi.
Sunay’ın şiir adına güçlü bir refleksi vardı. Anlık olaylara dayanan ve genellikle kısa şiirler yazıyordu; tıpkı Orhan Veli gibi. Orhan Veli’nin sürdürücüsü olacaktı…
Yumuşak, lirik bir tonu vardı şiirlerinin. Özellikle inceden yergilerinde o kadar rahattı ki…
Belki Orhan Veli’nin sürdürücüsüydü; ancak bir yandan Cemal Süreya’nın da etkisindeydi. Bu şiirlerde de, dil oyunları yapıp küçük alaylarla şaşırtıyordu.
Şiirleriyle hep ilgi çeken Sunay, özel şairlerin izinde yürüttüğü yolculuğuna ödüllerle başlamıştı aslında. 1987’de Noktalı Virgül eseri ile “Halil Kocagöz Şiir Ödülü”; 1990’da da, Makiler şiiri ile “Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü”ne layık görüldü.
Sunay, ilk aşkını tattığında 19’undaydı. Üniversiteye başlayalı birkaç ay olmuştu. Bir sonbahar akşamüstünde, arkadaşı Gülay ile otobüs durağına doğru yürürken Gülay, durakta bekleyen sırtı dönük iki kızı gördü. Tanımıştı arkadaşını; “Belgin” diye seslendi. O an, dünyasını güzelleştireceğinden habersiz, bu güzel kıza bakakaldı Sunay. Uzun sarı saçları ve bej pardösüsüyle Belgin de gülümseyerek karşılık verdi bu bakışa. Gözlerindeki ışıltı, adeta büyülemişti Sunay’ı. 17’sindeydi.
Sunay Akın’ın yıllar sonra dile getireceği gibi onlarınki mahalle kültürüyle beslenmiş bir aşktı. Nasıl zordu aşklarını yaşamak ve nasıl da lezzetliydi. 26 Ocak günü, Edebiyat Fakültesi’nin koridorunda Sunay, arkadaşlık teklif ettiğinde Belgin, kabul edeceğini, ama hiçbir yere gidemeyeceklerini, sadece okul, otobüs ve vapurda görüşebileceklerini söylediğinde bile her şeye değerdi işte. Her gün okuldan Belgin önde, Sunay arkada çıktılar; otobüs durağında buluştular. Otobüsten önce Belgin, sonra Sunay indi. Yine Belgin önde, Sunay arkada iskeleye yürüdüler. Vapurda yan yana oturmak ne büyük şanstı…
Bu düzen böyle 4 sene devam etti. Nihayet bu güzel aşkı evlilikle taçlandırdılar. Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlendiklerinde ise, Sunay 23, Belgin 21 olmuştu. Onları kutlamaya gelen davetliler arasında Cemal Süreya da vardı.
Bu evlilikten Ozan ve Ilgın adını verdikleri iki çocukları oldu. İlk aşkları, sonsuz aşkları olmuştu…
Tuncay Bey, İstanbul’a geldiklerinde büyük oğlu Kutay ile birlikte bir inşaat şirketi kurmuştu. Oğullarının geleceğini düşünüyor, zamanı gelince şirketin başına onlar geçsin istiyordu; ama gel gör ki, Sunay’ın aklı, kitaplar yoluyla dalıp gittiği hayallerdeydi. Sürekli kitap okuyor, araştırmalar yapıyor, bambaşka planların gölgesini takip ediyordu.
Zaman geçti, Sunay evlendi, çocuğu oldu. Bazı günler oğlu Ozan’ı da yanına alıp gitti şirkete. Odasına girer girmez kapıyı kapatıyor, yeşil kanepesine uzanıp kitaplarında uzun bir yolculuğa çıkıyordu. Ozan’a da ufacık boyuyla masa başında inşaatçılık oynamak düşüyordu.
Gündüz ofiste kitaplara dalan Sunay, geceleri de sabahlara kadar dört duvarı kitaplarla çevrili odasında hiç durmadan daktilo başında oluyordu. Belgin, hep destekçisi oldu. Yine de sabahın dördünde yükselen daktilo sesi, onu delirtmiyor değildi.
Sunay’ın hayalleri bambaşkaydı. Onun yolu başka, yokuşları başkaydı. Sadece kendi çocuklarını değil, ülkesindeki her bir çocuğun geleceğini dert ediyordu. İşte bugünün Sunay Akın’ı aslında bu hayalden doğdu. O, sadece bir şair olmayacaktı. Haftanın bir gecesi evindeyse, altısını Türkiye’yi gezerek, Anadolu’daki çocuklarla buluşarak hayalinin çıkış noktasını keşfetmeye hazırlanıyordu…
Türkiye’yi, dünyayı gezdi Sunay; gezdikçe de ülkesindeki eksikleri ve yapabileceklerini not alıyordu. Hepsinin sonunda fark etti ki, ülkesinin bir hafızası yoktu. Çocuklar, kendisini var eden tarihindeki değerlerin farkında değildi. Her şeyi sadece bilgi olarak biliyor; ama hiçbirini tanımıyordu. Çünkü eksik olan şuydu; okumuyordu.
Madem onlar okumuyordu, “Öyleyse ben okurum, anlatırım” fikriyle düştü yollara bu kez. Ülkemizi karış karış gezdi; hikayelerini anlattı.
Babası yeni binaların inşası için bir inşaat şirketi kurmuştu; ancak Sunay, çocuklara yeni bir gelecek inşa etmenin peşine düşmüştü. Her şey önce bir hayal, sonra da gerçek oluveriyordu. Rol model aldığı annesinden gördüğü ne varsa, üstüne katacak ve o da aktaracaktı. Gülen yüzü, yumuşacık sesiyle, her çocuğa bir bellek oluşturmanın peşine düştü. Henüz yeni başlamıştı; ne çok şey vardı yapacağı…
Sunay, bundan yirmi yıl önce iş seyahatlerinden birini Almanya’ya yaptı. Nürnberg’de gezdiği oyuncak müzesi, bugüne dek kurduğu hayallerin karşılığı gibi duruyordu karşısında. Çünkü orada gezerken gezdiği sadece bir müze değildi. O, aslında çocukluğunda, geçmişinde kurduğu her bir düşün içinde gezintiye çıkmıştı.
Bir antikacıdan beyaz oyuncak atını aldı, bindi ve ülkesine döndü. Çocukların beyaz atlı prensi olmak için attığı ilk adımdı bu.
Eve döndüğünde bavulunu açmaya başladı Sunay’ın. Yıpranmasın diye gazete kağıdına sarılmış beyaz at ile ilk o zaman karşılaştı Belgin. “Bu antika oyuncakla ne yapacaksın?” diye sordu şaşkınlığını gizleyemeden. Sunay kararlılıkla, “İstanbul’da bir oyuncak müzesi açacağım. İşte bu da o müzenin ilk oyuncağı” dedi ve başladı yolculuk…
Sonra gazete yazıları, kitapları, tiyatro gösterileri, radyo ve televizyon programından kazandıklarıyla antika oyuncaklar almaya devam etti. Öyle ki birkaç sene sonra evine sığmaz oldu bu oyuncaklar. Sonra anne ve babasının boş bir odasına yerleştirmeye başladılar. O gün, o odada İstanbul Oyuncak Müzesi doğdu aslında. Bundan sonra her yeni oyuncak aldığında anne ve babasının kapısını çaldı.
Sonra o kapı, en anlamlı olacak tarihte, 23 Nisan 2005’te kapılarını gelip görmek isteyen herkese açtı. Bu müzeyi kurmak için yaşadığı tüm süreci ise sorulduğunda şu cümlelerle anlatacaktı:
“Oyuncak müzelerinde düşlerin ve hayallerin tarihi var. İnsan önce hayal eder sonra gerçekleştirir. Her şey hayallerle başlar. Ben bunu gördüm ve çok etkilendim. Sonra oyuncağın tarihini araştırdım. Oyuncakla ilgili kitaplar okudum. Kütüphanelerde araştırmalar yaptım ve ülkeme bir oyuncak müzesi kazandırmak istedim. Bir sanatçı, yazar olarak; gösterilerimden, sahne oyunlarımdan, kitaplarımdan, yaptığım televizyon programlarımdan kazandığım her şeyle de gördüğünüz bu oyuncakları satın aldım”.
İnsanın hayalini kurduğu şeyi plana dökmesi, dünyaya geliş amacını keşfettiğinin en güzel göstergesi kuşkusuz. Kız Kulesi’ne duyduğu hayranlık, çocukların geleceğine duyduğu kaygı, oyuncak müzesi ve daha yapacağı birçok çalışmanın ışığında bir Sunay Akın geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Damla Karakuş
[email protected]
Not:
Biyografisini okumak istediğiniz kişileri lütfen bizimle paylaşın.
Instagram: biyografivekitap
Kaynak:Enson haber Biyografi